Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Baba! Harçlığımı Artırır mısın? *

—Baba! Harçlığımı artırır mısın? —Ne artırması, nereden çıktı bu? —Ortalığı görmüyor musun? Kantinden aldığım her şeyin fiyatı uçmuş.  —Eee! —Harçlığıma zam yapmanı istiyorum. —Benim maaşıma artış mı oldu da sana zam yapacağım? —Ben onu, bunu bilmem. Zam istiyorum. Verdiğin yetmiyor artık. —Ben ne yapabilirim ki? Almadan vermek Allah'a mahsustur. —Ben anlatamadım herhalde. —Seni iyi anlıyorum evlat. Üstelik haklısın da. —Eee o zaman? —Ama alacağın yok. —Niye, madem haklıyım? —Evlat yok ki vereyim. Devlet bana, ben sana… —O zaman ben ne yapacağım? —Tasarruf yapacaksın. —Can boğazdan gelir diyen sen değil misin? Nasıl tasarruf edeceğim? Hiç yemeyeyim mi? —Yiyeceksin evlat. Ama şu da lazım, bunu da alacağım, ondan canım çekti demeyeceksin artık. Yani iyi bir hesap-kitap yapacaksın. —Nasıl yapacağım bunu? —Günlük harcaman gereken miktar ne ise o kadar harcamayı, ona göre alışveriş yapmayı deneyeceksin. —.Benim günlük harçlığım 6 TL. Bir köfte e

Girizgâh ***

Yolum Pusula’ya düştü. Bundan sonra salı ve perşembe günleri olmak üzere haftada iki gün bu gazetede arzı endam edeceğim Allah izin verirse. Size şimdiden sabırlar dilerim. Ne mi yazacağım? Başta toplumsal konular olmak üzere siyasi, ekonomi, dini, eğitim, ahlak, görgü kuralları vb alanlarda Allah ne verdiyse dağarcığım el verdiği müddetçe yazıp çizeceğim. Yani neyi dert ediniyorsam onu! Nasıl bir üslupla yazacağım? Yazmak için oturduğum zaman o anki haleti ruhiyem ne ise o şekilde yazacağım. Yazılarımda bazen mizahın izi olur, bazen hicvin. Bazen düz yazarım, bazen tersinden. Bazen kızar, bazen överim. Eleştirel bakarım genelde. Yapıcı bir eleştiri benimkisi! Kimsenin şahsıyla işim olmaz. Lügatimde hakarete yer yoktur. Hadiseleri kendi doğru bildiğim prensiplerim çerçevesinde tenkit ederim. Bir hareket, bir davranış bana hoş gelmişse över; hoşlanmamışsam yerer, doğrusu şöyle olmalıdır derim. Yumuşak bir üslupla elbette! İcraatı kimin yaptığı önemli değil. Asla şahsileştirmem. Zira kiş

Kendine Özgü Bir Adı Olmayan Günlerimiz

Bir haftanın yedi günden ibaret olduğunu hepimiz biliriz. Beş tanesinin kendine özgü adı var. İki tanesi var ki kendinden önceki isimlerle anılıyor. Bunlardan bir tanesi cumadan sonraki gelen gün, diğeri de pazardan sonra gelen gün. Cumartesi ve pazartesiden bahsediyorum. O kadar kelime içinde diğer günlere isimler konurken kelime kıtlığı mı çekildi ki bu iki gün diğerlerine göre garip kaldı? Yani isimsizler. Bir işlevi mi yok bu günlerin? Önemsiz iki gün müdür? Ya da bir önceki günün devamı mıdır bu günler? Son sorudan başlayalım. Cuma ve Pazar ertesileri kendinden önceki günün devamı ise diğer günler de bir önceki günün devamıdır. Çünkü hayat kesintisiz bir şekilde devam ediyor. Bugünler önemsiz değil aynı zamanda. En az diğer günler kadar hatta daha fazla bir işleve sahip. Cuma ve Pazar ertesilerinde mutlaka bir farklılık bulacaksak cumartesi ve pazartesi günleri aynı işlevi yapan diğer kardeşlerine göre birbirleriyle sıkı bir ilişkiye sahip. Cumartesiyi ele alalım: Cumart

İletişim ve İstişare

Gözümüzün gördüğü, elimizin uzandığı, burnumuzun kokladığı, kulağımızın işittiği, dilimizin tattığı, vücudumuzun dokunduğu her şey Allah tarafından bize bahşedilen birer nimettir. Akıl vermiş, irade vermiş, feraset vermiş. Allah'ın insan için verdiği nimetler say say bitmez. Neler vermiş neler! Allah'ın verdiği bu sayısız nimetleri yerli yerince kullanabiliyor muyuz? Kullanamıyoruz ki sorunlarımız eksilmiyor, artıyor. Eğer sorun çözülmek isteniyorsa bunun yolu iletişimdir. İletişim yolunun kapalı tutulmamasıdır.  İletişim yolunun açık tutulmasının yanında bir de istişare gereklidir. Çünkü iletişim kendi başına yeterli gelmeyebilir. İnsanın olduğu, amme hizmetinin yapıldığı yerlerde başvurulacak iki yöntem iletişim ve istişaredir. Kim bu iki yöntemi hayatına düstur edinirse bulunduğu ortama barış ve huzur getirir. Çünkü muhatabına değer verdiğini gösterir. Doğru dürüst konuşmaz, iletişime açık olmaz, kimseyle bir şey paylaşmaz, kapalı kutu gibi olursa böylesi ortamlar k

Hafızamızı Kaybediyoruz *

Bir zamanlar öyle bir eğitim sistemimiz vardı ki birçok şeyi sular seller gibi ezberlerdik. Çarpıp tablosuyla başlamıştık ezbere. Milli bayramlarda şiir okumak için arkadaşlarımızla yarışırdık. Ardından İstiklal Marşı, Gençliğe Hitabe hepimizin ezberlediklerindendi. Matematik formülleri hep belleklerimizdeydi. Sınıf arkadaşlarımızın numaralarını ezbere bilirdik. Sülfürik asit bileşenini (H2S4O) hafızamızda yer etsin diye Hasan2, Salak Osman4 diye kodlardık. Türkçe, Hayat Bilgisi gibi derslerde öğretmen okuma parçasının özetini çıkartır, tahtada anlattırırdı. Çoğu elementlerin sembolünü bilirdik. Çünkü ezberletirlerdi öğretmenlerimiz. Okullardaki bu ezber mantığını günlük hayatımızda da kullanırdık. İletişim halinde olduğumuz çoğu kimsenin ev telefonunu birkaç aramayla hafızamıza yerleştirir, bir daha ajandaya bakma ihtiyacı hissetmezdik.  Bakmayın siz bazılarının "Bu millet balık hafızalı" dediklerine. Sağlam ve çakı gibi bir hafızası vardı bu milletin. Ya şimdi? Şimd

Tabutun İçine Girdim

Hepimizin korkulu rüyası ölmektir. Bundan dolayı hiçbirimiz ölmek, o tabutun içine girmek, mezara gömülmek istemez. Aklımıza bile getirmeyiz ölümü. Çünkü ölümün yüzü soğuk. Ama korkunun ecele faydası yok. Zira her birimiz faniyiz. Ölümden kaçış yok. İstemesek de başımıza gelecek. Size ölmeden öldüm ve tabutun içine girdim desem inanır mısınız? Girdim ve hiç kimseye tavsiye etmem. Zira ölümü iliklerime kadar hissettim.  Beni gecenin bir sularında aldılar içeriye. Önce iç çamaşırım hariç üzerindeki her şeyi çıkarttılar. Ardından üzerime lacivert bir elbise giydirdiler. "Şuraya sırt üstü yat, ellerini vücuduna paralel uzat ve hiç kıpırdama, hareket etme" dediler. Denileni yaptım. Az sonra bana eşlik eden görevli çekip gitti.  Makinenin çalışmasıyla birlikte beni bir güç başım tarafına çekti. Üzerimi tabuta benzer bir görüntü kapladı. Elimi kaldırsam dokunacağım. Ama hareket etmem yasak. Bana hareket yasak ama tabutun içindeki beni makine bir öne, bir arkaya getirdi

Eğitim ve Öğretimimizde Kim Suçlu?

Eğitim ve öğretimimizde bir şeylerin iyi gitmediği hepimizin malumu. Maarifimiz felç. Can çekişiyor. Hepimiz bu felç durumdan kurtulmaya çalışıyoruz eğer buna kurtulma denirse. Daha doğrusu kurtulma çabamız var mı? Varsa da bunda samimi miyiz? Benimki de laf yani! Elbette kurtulmaya çalışıyoruz.  Ama nedense kurtulamıyoruz ve üstelik her geçen gün hasta daha kötüye gidiyor. Ölsün diye gözüne bakıyoruz, ölmüyor. Dirilip kalksın, koşsun istiyoruz; bu da olmuyor. Batıyoruz iyice. Kurtulmak istiyoruz ama üzerimize toz kondurmadan suçu bir başkasına atmaktan ibaret bizim kurtulma çabamız. Suçlu kim? Bu da herkesin malumu! Kim olacak? Öğretmen tabi. Bugün tepeden tırnağa, eğitimin içindekiler ve dışındakiler öğretmeni eleştiriyor. Yılanın başı görülüyor. “Bu öğretmenlerle olmaz” diyor. Aslında eğitim ve öğretimde en büyük sorunumuz suçlu bulma, suçu birine ihale etme hastalığıdır. Önce kronikleşmiş bu hastalığı tedavi etmemiz gerekiyor. Eğitim ve öğretim bir defa öğrenci, veli, çevre,