Siyasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Siyasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ekim 2025 Çarşamba

Konya Semt Pazarları

Cuma akşamı bir arkadaşa oturmaya gittim. Arabayı park ederken saat 20.30 olmasına rağmen evin karşısında ışıkları yanan kapalı semt pazarı dikkatimi çekti.

Pazar dağılmıştı dağılmaya. Ama içi berbattı. İnanın, birileri pazar yerini bile isteye kirletmek istese bir pazar bu şekil kirletilemez. Eski savaşlar gibi burada meydan savaşı yapılsa burası yine bu derece berbat bırakılamaz.

Gördüğüm semt pazarı Özalkent semtinde cuma günleri kurulan semt pazarı.

Pazarcı esnafı, akşam giderken satılmayan çürük, çarık ne kadar çöpü varsa bulunduğu yere döküp gitmiş.

Bu semt pazarı kapalı değilken de böyleydi, açıkken de. Ne zaman bu arkadaşa gitsem, tüm pazar yeri ne kadar sebze, meyve artığıyla dolu olur.

Kapalı pazarla açık pazarın arasındaki fark, kapalıda tüm pislik içeride kalır. Açıkta ise pazarın içi, dışı sebze, meyve artığıyla dolu olur. Bir de rüzgar çıkarsa, rüzgarın etkisiyle tüm çer çöp mahalleye yayılır.

Ardından belediyenin temizlik ekibi hummalı bir çalışmayla gecenin geç vaktine kadar diğer hafta yeniden kirletilmek üzere pazar yerini bir güzel süpürür ve yıkar.

Verdiğim bu örnek sadece Özalkent'te kurulan pazarla sınırlı değil. Bu şehrin hangi mahallesinde haftanın her günü kurulan açık, kapalı ne kadar pazar varsa tüm semt pazarlarının hali pürmelali bu şekil.

Konya semt pazarlarının pazar sonrası görüntülerine dair yazdığım yazıların sayısını hatırlamıyorum. Nerede müşterinin çekildiği, pazarcı esnafının evinin yolunu tuttuğu, pazarın boşaldığı bir semt pazarını görsem, inanın içim sızlar. Şu görüntü yakışmıyor bize derim.

Bu konuyu bir zaman bir arkadaş ortamında dile getirdim. Biri, “Abi, dert edindiğin şeye bak. Problem yok. Çünkü belediyenin sırf pazar yerlerini temizleyen ekibi var. Pazar dağıldıktan sonra tüm ekipmanıyla burayı tertemiz yapıyor” dedi. Bu açıklamaya da hayıflandığımı söylemeliyim.

Doğrudur. Pazar dağıldıktan sonra gecenin geç vaktine kadar belediye ekibi hummalı bir şekilde çalışarak pazar yerini tertemiz yapıyor. Harıl harıl çalışan araba sesleri tüm mahalleden duyulur.

Bu konuda ben mi çok hassasım. İnsanımızın böyle bir derdi yok mu bilmiyorum. Belediyenin temizlik ekibi var ne demek? Bunu problem olarak görmemek ne demek?

Semt pazarları ortak kullanım yerlerinden. Buralar kullandıkça kirlenmez mi? Kirlenir elbet. Kalabalık dağıldıktan sonra da temizlik yapılması kadar doğal bir şey olamaz. Yalnız bu kirlilik bile isteye insan eliyle olmamalı bence. Kendisine yük olan her şey pazar yerine dökülmemeli. Mandalina, portakal, kavun ve karpuzun tadına bakıldıktan sonra kabuğu yere atılmamalı. Pazarcı, işe yaramayan çürük ve çarığını, ben buraya işgaliye parası verdim. İstediğim şekilde kirletirim düşüncesiyle yere saçamaz. Daha doğrusu bulunduğu yeri azami ölçüde temiz bırakmalı.

Kirlilik nasıl olur? Tartarken ya da seçerken* soğanın kabuğu dökülür, sağa sola uçar. Yeşilliğin kopan parçaları yere saçılabilir. Dışarıda yağmur, yağış vardır. Müşterinin ıslanan ayakkabı izi pazarda leke yapabilir. Kısaca istemeden kirlenme meydana gelir. Bu tür kirliliğe eyvallah.

Görünen o ki ortak kullanım alanlarını temiz kullanma kültürü bizde pek daha doğrusu hiç oluşmadı. Böyle bir kültürün oluşması için bu şehrin yönetenleri bu işe ön ayak olmalı ve gerekli tedbiri almalı.

İsterim ki şehrin valisi, büyükşehir ve ilçe belediye başkanları ve pazarcılar odası, bir semt pazarının dağıldıktan sonraki halini birlikte bir ziyaret etsin. Ardından ne yapılabilir diye bir toplantı yapsın. Bir dizi önlem, tedbir alsın. Bunu pazarcı esnafına duyursun. Her pazarcı esnafı tezgahının uygun yerinde çöp kovası bulundurun. İkram ettiğinin kabuğunu müşteri buraya atsın. Esnaf, çöpe gidecekleri koyabileceği büyük boy poşet bulundursun. Pazarcı esnafı akşam giderken ağzı bağlı bir şekilde çöp poşetini uygun yere bıraksın ya da işgal ettiği yere koysun. Akşam pazar dağıldıktan sonra belediyenin çöp arabası da bu çöpleri alsın.

İnan, çok zor değil bu sorunu çözmek. Yeter ki şehri yönetenler bu konuyu dert edinsin. Takibinin yapıldığını ve ceza uygulandığını bilen insanımız bulunduğu yeri tertemiz bırakır.

Yetkililerimizden, ilgili birimleri harekete geçirerek semt pazarlarına el atmasını bir Konyalı olarak istiyorum. Dikkate alınacağını ümit ediyorum.

*Tabii pazarcı seçtirirse. Çünkü bu şehrin bir de sebze ve meyvesini seçememe sorunu var. 

28 Ekim 2025 Salı

Bir Bahisimiz Eksikti

TFF Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun yaptığı açıklamaya göre “Türkiye Profesyonel liglerinde görev yapan toplam 571 hakemden 371’inin bahis hesabı varmış. 152’si ise aktif olarak bahis oynamış.

152 hakem Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu’na (PFDK) sevk edilmiş. Listede Süper Lig’den Zorbay Küçük gibi üst klasman hakemlerinin de ismi geçiyor”.

Kamuoyunda bomba etkisi yapan bu bahis skandalını İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 2025 Nisan ayında dosya açarak skandalı incelemeye aldığı anlaşılıyor. Savcılık en az beş yıl geriye giderek hakem, alt ve üst liglerden 3700 futbolcunun ve kulüplerin hesap hareketlerini de incelemeye başladığı belirtiliyor. MASAK raporları, HTS kayıtları ve yurt dışı bahis sitelerinden alınan kullanıcı verileri de inceleniyor. Dosyada çok sayıda gizli tanık ve itirafçı ifadesinin de yer aldığı yazılıp çiziliyor.

Görünen o ki futbol sadece sahada 90 dakika top oynamaktan ibaret değilmiş. Anlaşılan o ki futbolda büyük paralar dönüyor. Para varsa bir yerde her türlü alavere ve dalavere orada bitiyor. Paranın olmadığı en bitek bir tarlada buğday bile bitmez. Çünkü insanımızın orada işi olmaz. İnsanımız para nerede, ben orada olmayı paralo edinmiş. Çeşme akarken kesemi doldurayım diyor.

Hakemlerimiz de futbolun içinde. Çoğu kamu ya da özelde çalışan kişiler. Asıl işinin yanında ek olarak hakemlik de yapıyorlar. Görünen o ki çoğunun bahis asıl işi, hakemlik ise ikinci asıl işi, esas işleri de ek işi olmuş. Sahada futbolcu gibi biz de terliyoruz. Futbolcular kadar kazanmıyoruz. Bari bahis oynayarak köşeyi dönelim istemiş olmalılar. Nasılsa, nereden buldun, bu servetin kaynağı ne diyen yok, araştıran yok, inceleyen yok, takibe alan yok. Birileri şikayet edecek de bir şeyler olacakmış. O zamana kadar köşeyi döner, işimi yürütürüm mantığı güdülmüş. Tabiat boşluk kabul etmez. Şayet boşluk bırakılırsa, o boşluğu birileri bir şekilde işte bu şekil doldurur.

Bir de ikinci ek iş yapanlar asıl işini ihmal ederler.

Biz de her maç sonrası oturur kalkar, maç yönetiminden dolayı hakemleri yerden yere vuruyoruz. Ben de bu kadar eleştiriyi bu hakemler nasıl kaldırır diye düşünürdüm. Meğerse adamların ekmek teknesiymiş bahis. Sen istediğin kadar eleştir. Adamlar malı götürüyormuş. Adam gibi yönetseler, ekmeklerinden olacaklar. Öyle ya adamlar para musluğunu kesme uğruna niye iyi maç yönetsinler. Nasılsa yapanın yanına kâr kalıyor ve eden bulmuyor.

İşin boyut ve vahametini bilmiyorum ama bu skandal, bizde maçların kötü yönetiminin arkasında belki bu bahis lobisinin olduğunu akla getiriyor. Biz öyle bir ülkeyiz ki VAR bile bize çözüm olmadı. Çünkü her işimiz alavere dalavere.

Futbola az ilgim var. Bahisten hiç anlamam. Nasıl oynanır, ne kadar ödenir, hangi vakit oynanır, kaç tahmini tutan ne kadar kazanır bilmem. Oynama merakım hiç olmadı. Spor Toto ve Loto duyardım bir zamanlar. Belki başka adlarla da bahis oynanıyordur şimdi.

Bu bahis skandalı kamuoyunu gündemini ne kadar meşgul eder, ucu kimlere gider, kimleri vurur, bu soruşturma ile birlikte futbolumuz temizlenir mi, hakemlerimiz daha iyi maç yönetir mi bilmem. Bildiğim bir şey varsa nice skandallar kamuoyunda bomba etkisi yapar. Savcılık el koydu. Yapanlar yandı ve yansın denir. Bir müddet sonra kamuoyunun gündeminden düşer. Davalar normal seyrinde devam eder. Kaç kişinin ceza aldığı, soruşturmanın derinlemesine yapılıp yapılmadığı bile bilinmez. Çünkü başka skandallar ülke gündemine oturur. Her skandal önceki skandalları bir nevi sumen altı eder. Örnek: Yenidoğan, otel yangını, sahte diploma vs.
Olup bitenlere şaşırdığım anlaşılmasın. Ülkemde ardı arkasına patlak veren skandallara şaşırmıyorum artık. Çünkü tüm kurum, kurul ve yapılarımızla birlikte bir çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun girdabındayız. Gördüğünüz gibi bir seyir zevki olan bir oyunu bile ağzımıza, yüzümüze bulaştırmadan oynayamıyoruz. Değil ki diğer işlerimiz düzgün olsun. Keşke sadece futbolda olsa. Bu alavere dalavere hastalığı, vücuda yayılan kanser gibidir. Vücuda girdi mi o vücut iflah etmez. Ülkeyi bir vücuda, vücudun her organını da ülkenin kurumlarına benzetirsek bir organdaki hastalık, irin ve cerahat vücudun diğer organlarını da kirletir.

Yazılarımda pozitif enerji vermediğim doğrudur. Çünkü ülkem adına hayal kırıklığı yaşıyorum. Hayal kırıklığı yaşaya yaşaya hayal kırıklığı yaşamamayı öğrendim.

Umutsuz değilim ama tüm kurum ve kuruluşlarıyla temizleneceğimize ihtimal vermiyorum. Ancak halk skandallara tepkisini gösterir, takibini yapar, hesap sorucular da “Kızım Fatıma da olsa cezasını veririm” iradesini samimiyetle ortaya koyarsa, işte o zaman bu ülkeye dair ümidim artar.

Gönül ister ki her şeyin bir miladı olsun. Bir güzel temizlenelim. Temizliğe de futbolla başlayalım. Savcılık ucu kime dokunuyorsa, nereye uzanıyorsa üzerine özenle gitsin. Hak eden cezasını alsın. Bu cezalar herkese ibret olsun. Yalnız her şeyin dijital ortamda döndüğü günümüzde, gizli tanık ve itirafçı (jurnalci) ile soruşturmanın sulandırılmasından endişe ediyorum. Unutmayalım ki gizli tanık ve jurnalcilerle ile adalet sağlanmaz. Onlarda medet de beklenmez. Nice skandallar itirafçı ve gizli tanıklarla heba edilmiştir. Yine bunlarla nice masumların canı yanmıştır. Lütfen bu sefer yoğurdu üfleyerek yiyelim.

Burada her hakem her futbolcu bu bahisin içinde olduğu anlaşılmasın. İçlerinde temizlerin olduğunu düşünüyorum.

27 Ekim 2025 Pazartesi

Nikahta Emeklilik Muhabbeti

Bugün bir nikah merasimine gittim. Salonun en arka tarafında bir kişilik yer buldum. Uzun süredir görüşmediğim birkaç ahbapla da hal hatır sorduk bu vesileyle.

Kucağında çocuğuna bakmakla görevli biri, "Emekli oldun mu" dedi. Çalışıyorum dedim. Ardından yaşımı sordu. "Yaşı bekleyecek misin?" dedi. Evet dedim.

Çocuğuna bakmaktan yorulmuş. Aynı zaman da dili şişmiş gayri. Bırakıvermedi emekli işini. Millet ön tarafta nikahını kıydı. Biz emeklilik muhabbetine devam ettik. Daha doğrusu dili şişenin dilini indirme işine yardımcı oldum.

"O zaman daha üç senen var" dedi. Öyle dedim. Bu arada matematik hesabı da kuvvetli.

"Ne zaman başlamıştın bu göreve" dedi. Şu tarih dedim.

"Aslında sizin emekli olmanız lazım. Şundan ki gençlere yol açılsın" diye. Maşallah, hem çocuğuna bakıyor hem nikah merasimini icra ediyor hem beni emekli etmeye çalışıyor hem de işsiz gençleri düşünüyor. Herkes bu kişi gibi olsa memleketin çözülmedik sorunu kalmaz. Görün de halinizden utanın, sizi kendine Müslüman tipler. 

Şu şartla emekli olurum. Yerime gelecekler ve siz, emekli olunca düşecek maaşımı, çalışırken aldığım maaşa denkleyecekseniz, hemen emekli olayım dedim. Olur, niye olmasın bile diyemedi.

Oldu olacak kabak tadı veren bu muhabbete bir nokta koyayım dedim. Aldım elime sazı: 

Bir taraftan emekli olanlar, aman emekli olma diye pişmanlığını ifade ediyor. 

SGK Genel Müdürü erken emeklilikten ve emeklilerin çokluğundan dert yanıyor, bir de emeklilerin uzun yaşadığına vurgu yapıyor. 

Diğer taraftan Çalışma Bakanı, 9 bin olan Bağkur’luların prim iş gününü 7200 güne indirme çalışması yapıyor. 

Siz de gençlere yol açsanız iyi olur diyorsunuz da sadece yaşadığımız şu şehirde değişik branşlarda 3 bin norm fazlası öğretmen var. Ben emekli oluversem, mevcut norm fazlası olanlardan biri yerime gelecek. Yani yeni gençler yine görev alamayacak. Ayrıca benim branşım bugünden itibaren mezun vermese, mevcut mezunları eritmek için 90 yıl gerekiyor. Kısaca mevcut çalışanlar tümden emekli edilse, atanma bekleyen gençler yine eritilemez. O yüzden gözüme bakıp emekli olmamı beklemeyin. Benden size ekmek yok dedim. Gülüştük. Mevzu bu şekilde kapanmış oldu.

65'i bekler miyim bilmem. Bildiğim, işime hakim olduğum müddetçe işime devam etmek. Gençler ve gençleri düşündüğünü ifade edenler hiç kusura bakmasın. Kanunen tamam, sen bundan sonra bize yaramazsın deyinceye kadar çalışma niyetim var. Elbette sağlığım elverirse.

İşin garibi gözü emekliliğimizde olanlar, hatta bunu diliyle ifade edenler, 65'ini doldurduktan sonra siyasete devam edip ülke yöneten veya ülke yönetmeye talip olanlara, yürümekte ve konuşmakta zorlananlara, yeter artık, emekli olun, gençlere ya da yeni yüzlere yer açın diyorlar mı? Dediklerini sanmıyorum. Çünkü onların gücü ancak bize yeter. 

65'i doldurduktan sonra ne yapar ne ederim bilmem. Bakarsınız, 65'i doldurduktan sonra belki siyasete atılırım. Öyle ya yapanlar benden iyi mi yapıyorlar. Üstelik siyasette yaşını başını almışsın, torun torba sahibi olmuşsun, çekil köşene denmediğine göre ben de rahat rahat siyasetimi yaparım. Bana sınıfı esirgeyenlere siyaset nasıl yapılırmış gösteririm. Görenler de biz bundan sınıfı esirgemiş, sınıfın sorumluluğunu almıştık. Eyvah, tüm ülkeyi yönetip tasarruf ve icraatlarıyla ülkenin tüm sorumluluğunu verdik.  O da kırıyor, döküyor desin. 

Sanırım ciddiyetimi anladınız. Zira şakam yok. Sınıfın sorumluluğu mu, ülkenin sorumluluğu mu? Seçin beğenin. Sonra biz ne yaptık demeyin. Çünkü son pişmanlık fayda vermez. 

26 Ekim 2025 Pazar

Emekliler, Ne Olur Ölün!

Birilerinin emeklilerle başı dertte. Hele biri var ki yatıyor, kalkıyor, emeklilere veryansın ediyor. Açıklama üstüne açıklama yapıyor. Her bir cümlesi problem, pot, gaf ve adeta “Şecaat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler” misali. Bir şeyi itiraf etmek için ya da tespitte bulunmak için kırıp döküyor. Her bir cümlesi ok gibi saplanıyor. Kısaca “Al sana bir Kaya. Nereye dayarsan daya” diyor.

Konuştukça batıyor. Ama battığının farkında değil. Birileri, Allah rızası için buna, konuşma demeli. Bunu kim diyecek? Otur oturduğun yerde. Haddini bil haddini demeli.

Eveleyip gevelemeyi bırakayım da beyefendinin mübarek ağzından dökülen incilere bir bakalım:

Türkiye’de prim ödeme süresi ve emeklilik yaşı AB ortalamalarına göre geride. SGK’ye ödenen primlerin ortalama süresi bizde 20 yıl. Almanya’da bu süre 45 yıl. AB ortalaması ise 40 yıl”.

“Bizde yirmi yıl prim ödedikten sonra EYT ile birlikte insanlar 48 yaşında emekli oldu. Eskiden ‘mezarda emeklilik’ deniyordu. Çünkü 50-55 yaşında ölüyorduk. Bugün 78 yıl ortalamaya gelmişiz”.

“Türkiye’de sağlık sisteminin belli bir düzeye erişmesi ve refah düzeyinin artması nedeniyle ölüm yaşı Avrupa düzeyine erişti. Ortalama yaşam süresi Batılı ülkelerde 80-82 yıl, Türkiye’de ise erkeklerde 78 yıl, kadınlarda 79 yıl". 

“EYT ile birlikte 2023 yılından beri emekli sayımız 3 milyon arttı”.

Sayın SGK Genel Müdürü gördüğünüz gibi dersine çok iyi çalışmış. Ya bu çalışkanlığından ya da kırıp dökmesinden dolayı gündemden hiç düşmüyor. Belki de daha da şöhret olayım diye çabalıyor. Ama çabası fayda verdi. Çünkü kaç gündür herkes ondan konuşuyor. Reklamın kötüsü olmaz diye ben buna derim. İnanın, para verse bu derece reklamını yapamazdı.

Şu var ki kızsak da genel müdür dertli. Derdinden olmalı ki ne dediğini bilmiyor. Bu yüzden kendisini kendisinden başkası da anlamıyor.

Erken emeklilikten, 48 yaşında emekli olmaktan, yirmi yıllık primle emekliliğin emekli sayısını artırdığını an dem vuruyor. Genel müdürün haberi vardır ama yine de hatırlatayım. 9000 prim sonrası emekliliği hak eden Bağkur’luları da 7200 prim gününe indirmek suretiyle emekli edecek bir çalışmanın olduğundan umarım haberi vardır. Yani turpun büyüğü heybede.

Genel müdür kısaca, SGK çöktü çöküyor diyor. Bu çöküntünün sebebi de ölmeyen emekliler. 50-55 yaşında ölmek varken 78-79 yaşına kadar beklemekte ne. Bu yaşa kadar bu kadar emekliyi beslemeye dağ bile dayanmaz. Tıpkı hazıra dağ dayanmadığı gibi. Öyle ya SGK bütçesinin 2/3’ü maaş ödemesine gidiyorsa, bu SGK ne yesin ne içsin.

Ne olur, emekliler! Muasır medeniyet seviyesini yakalayacağız diye uzun yaşamayın. İçinizde, değil 78 yıl, 90’ını devirenler bile var. Mübarekler, dünyaya kazık mı çakacaksınız. Ölün artık ölün de SGK rahat bir nefes alsın.

Kızsam da Genel Müdürün verdiği bilgilere güvenim tam. Yalnız kadınların ortalama ölüm yaşının erkeklerden bir fazla olduğu bilgisi bana doğru gibi gelmedi. Çünkü çoğu kadınların, kocalarını gönderdikten sonra daha uzun yıllar yaşadığına şahidim. Siz söyleyin. Gördüğüme mi inanayım, Genel Müdürün verdiği bilgiye mi?

Burada Sayın Kaya’ya bir not. Bu dediklerinin muhatabı ve sorumlusu emekliler değil. Bunu bil, başka da bir şey demem. Bir de hayır konuşmayacaksan, sus.

Son söz, 48’inde emekli olup da 70-80’ine merdiven dayamış emekli büyüklerim, size bundan sonra nice yıllara temennisinde bulunmayacağım. Allah uzun ömür versin demeyeceğim. Doğum günümüzü kutlamadığım gibi karşılaşınca, daha yaşan mı? Utan utan diyeceğim. Ne alaka demeyin. Çünkü sizin gönlünüz olsun diye koskoca Genel Müdürü karşıma alamam. Lütfen ölün. Yok, ölmeyip direneceğiz derseniz, sanırım Genel Müdürü anlamadınız. Kötü günler bizi bekliyor. Hepimizi öldüreceksin diyor kısaca. Belki de az dediğiniz bu maaşı bile veremeyeceğiz demek istiyor. Biz çalışanlar da sizden fedakarlık bekliyoruz. Ölün ki hem SGK rahat etsin hem de biz. Böyle bir zamanda siz de yardımcı olmayacaksanız, kim olsun. Ne olur, 55'i geçer geçmez ölün. Yine direnecekseniz, lütfen emekli maaşlarınızı 55'i devirir devirmez, almayacağız deyin ve SGK'ye gönderin.

Son söz dedim ama Genel Müdüre bir soru da benden olsun. Sayın Genel Müdürüm, 63 yaşındayım. Hâlâ çalışıyorum. Çalışmama rağmen 55'i doldurduğuma göre şimdiden ölmemi ister misiniz? Başka sorum yok. Cevaplandırırsanız sevinirim. Teşekkür ediyorum şimdiden. 

25 Ekim 2025 Cumartesi

Okul Ziyaretlerinden Doğal Görüntüler

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’e ait yurdun değişik okullarında çekilmiş kısa videolar önüme düştü.

Belli ki Bakan dolaşıyor. Gittiği yerlerde mutlaka okul ziyaretleri yapıyor. Çoğu okullarda bayrak ve çiçekle karşılama görüntüleri, ziyaretlerin çat kapı olmadığını gösteriyor. Bazı karelerde açılış yaptığı da görülüyor.

Sayın Bakan’ın sınıf ziyaretleri, öğrencilerle hasbihali görülmeye değer. Çünkü hem öğrencileri hem de Sayın Tekin’i, diyaloglarında doğal gördüm. İşin içinde rol yoksa, doğallık varsa bu tür diyalog ve görüşmelere şapka çıkarırım.

Önüme düşen videolardan edindiğim izlenim, Bakan’ı kırk yıllık okullu gibi gördüm. Öğrencileri de akşam sabah Bakan’la oturup kalkan kişiler gibi gördüm.

Bu arada öğrencilerdeki özgüven görülmeye değer.

Bir öğrencinin “Evde ders, okulda ders. Bıktık” demesi güldürürken düşündüren türden. Öyle ya ders ders. Nereye kadar. Gerçi öğrencinin bu bıkkınlığına sınıf katılmadı.

Bir başka öğrenci, “Beni tanıdın mı” diyor Bakan’a. “Çıkaramadım. Nereden tanımam lazım” diyor Bakan. “Konferansta karşılaştık diyor” öğrenci. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Şu var ki konferansta karşılaştığı öğrenciyi tanıyamaması Bakan için eksi puan. Öyle ya Bakan da olsa insan konferansta karşılaştığı öğrenciyi tanımaz mı?

Tekin’in ziyaret ettiği sınıflardan biri de Bakan’la mektup yazan ya da MEBİM (Milli Eğitim Bakanlığı İletişim Merkezi) aracılığıyla, Bakan’dan sınıfını ziyaret etmesi isteği. Bakan bu kız çocuğunun sınıfını da ziyaret ediyor. “Beni davet eden şu isimli öğrenci kimdi” diyor. Kız, “Benim” dedi. “İşte geldim. Var mı isteğin” dedi. Kız, “Üniversiteye hazırlanmak için Bakanlığın hazırladığı soruları dijital ortamda çözmek yerine yazarak çözmek istiyoruz. Böyle daha iyi öğreniriz” dedi. “Okul çıktısını alıp size versin” deyip isteği sıcağı sıcağına giderdi Bakan.

Bir başka öğrenci Bakan’a mektup yazmış. Kızın mektubuyla geldi sınıfa Bakan. Kız mektubunu almak istedi. Bakan, “Hatıra olarak bu bende kalacak” deyip mektubu geri vermedi.

Bir başka öğrencinin, “Sınavlar test olsa” isteğine, Bakan, “Atacaksın değil mi? Böyle daha iyi” diyerek her isteğe de evet demedi.

Bakan’a ait okul ziyaretlerinden birine bakınca, arka arkaya Bakan’la ilgili videolar gelmeye devam ediyor. Her birini buraya almam mümkün değil. Yalnız şu var ki her bir çekim kısa kısa mesajlar içeriyor.

Verilmek istenen mesajlar önemli olmakla beraber çekimlerde rötuşun olmaması imajı benim için daha dikkate değer.

Videolardaki pozitif görüntüsüyle Bakan’ın, öğrencilere önem ve değer atfettiği gözlerden kaçmıyor. Gelen mektupları bile göz ardı etmiyor.

Yine Bakan’ın her öğretmenler gününde her öğretmenin ismine hitaben, kaç yerde toplam kaç yıl çalıştığına dair kişiye özel bilginin ardından öğretmenler gününü kutlaması da hanesine artı yazan yönü.

Bir videoda istekte bulunan bir öğrencinin öğretmeni ya da idarecisi tarafından ayarlanmış imajı gözümden kaçmadı. Bu konuya eleştirel yaklaşarak değerlendireceğim. Sayfam bitti. Bunu da bir başka yazımda ele alayım.

Ateş Pahası

Her zaman gittiğim süt ve süt ürünleri satan markete gittim. Kaymak, süt ve peynir alacağım.

Her zaman aldığım inek tulumunun fiyatına baktım. 450 lira yazıyordu. Görevliye, bunun fiyatı 345 TL değil miydi dedim. "Evet, öyleydi. Müthiş zam geldi" dedi. Vay anasına. Daha iki, üç hafta öncesi almıştım. Gerçekten ne kadar da yüksek gelmiş zam dedim.

Bir de aldığım diğer peynir türüne baktım. Ona da zam gelmiş ama inek tulumuna gelen kadar değildi. Görevliye de buna zam makul gelmiş dedim. Görevli, "İnek tulumu masraflı ve meşakkatli. Bu peynire de gelen zam normal değil" dedi.

Kaymak nerelerde. En son aldığımda 230 idi. Bir de ona bakayım diyerek kaymağa yöneldim. Kaymak da 310 lira olmuş. Yine vay anasına dedim.

Bu kaymak ne olmuş böyle? Ne zaman bu fiyata yükseldi dedim. "Haftalık on on geliyor. Kaymak da bulamıyoruz üstelik" dedi. Kaymak bulamadığınız için mi bu fiyatlar bu kadar yüksek? Piyasaya kaymak sürülürse düşer mi dedim. "Düşmez abi. Daha da yükselir" dedi. Ben de hiç bozuntuya vermeden, desene: abi, hangi ülkede yaşıyorsun? Bu ülkede fiyatlar yükselir, düşmez dedim. Güldü.

Fiyatlar böyle astronomik olduğuna, daha önceki fiyatların yerlerinde yeller estiğine göre süt fiyatlarına epey zam gelmiş olmalı diyerek kasadaki görevliye, süt kaç lira dedim. "30 lira" dedi. Bu fiyat aynı fiyattı. Süt ne zamandır bu fiyatta. Hele şükür, yerinde sayan bir fiyat buldum dedim. Yalnız bir anormallik var. Süt fiyatlarında da artış olsaydı, kaymak ve peynire de zam gelmesi normaldi. Ama süt yerinde sayıyor olmasına rağmen sütten yapılmış mamuller havada uçuşuyor.

Elim mahkum. Mecburen aldım. Üstelik 450 liralık inek tulumunu bırakıp kilosu 600 olan koyun-keçi karışımı bir peynir aldım. Oldu olacak, atın ölümü arpadan olsun. Koyun keçi karışımı peyniri yiyince, koyun gibi uysal ya da keçi gibi inatçı olmak da var bu işin içinde.

Ödemeyi yapıp çıktım. Ama kaymak ve peynirdeki bu yükseliş aklımdan çıkmadı. Yol boyunca düşündüm durdum. Zaman zamanda düşüncemi zihnimden geçirerek kendi kendime konuştum. Felaket tellallığı yapma niyetim yok ama ne oluyoruz böyle. İkinci gelişimde fiyatların bu derece uçması hiç normal değil. Ashabı Kehf bizim bu yaşadığımız şaşkınlığı yaşamamıştır. Adamlar, kralın korkusundan sığındıkları mağarada üç yüz küsur yıl uyumuşlar. Uyanıp ne kadar uyuduk diye birbirlerine sormuşlar. Ya bir ya da yarım gün demişler. İçlerinden bir tanesini alavere için göndermişler. Daha önce görüp bildikleri şehrin tepeden tırnağa değiştiğini, ellerindeki paralarının bile geçmediğini öğrenince, öyle zannediyorum, şok üzerine şok yaşamış olmalılar. Ya yarım ya da bir günde her şey bu kadar değişir miydi? Bu şaşkınlık ve şokun ardından fazla yaşamazlar. Vefat ederler.

Biz de market ve piyasadaki fiyatları görünce şok üzerine şok yaşıyoruz. Ashabı Kehf'ten farkımız, herhalde şoklara karşı vücudumuzun dayanıklı olması, onlar gibi uzun süre uykuya dalamayışımız. Onlar bir defa işkence çekip vefat etmişler, biz her gün her ay her yıl çekiyoruz bunu. Paramız tedavülde ama ha varlığı ha yokluğu.

Güya faizler iniyor, enflasyon düşüyor. Nedense bir türlü hayat pahalılığının önüne geçilemiyor.

Hasılı, hep tüketiciye bindiren bu serbest piyasayı ben hiç anlamadım. Belki de ekonomist olmadığımdandır.

Bu yazdıklarımdan amma da ajite ettin, ağladın anlaşılmasın. Gel senin kaymak ve peynirin benden demeyin. Ki derseniz, hayır demem. Bir telefon kadar yakınım size.

Şunu da söyleyeyim. Piyasa ne kadar yükselirse de alım gücüm var. Muhtaçlığım yok. Şu var ki ederi bu olmayan anormal yükseliş zoruma gidiyor.

Allah alım gücü olmayan, fakir-fukara ve ihtiyaç sahibinin yardımcısı olsun.

22 Ekim 2025 Çarşamba

Dinsizleşmede Neredeyiz?

"Müslüman ülkeler arasında ateizmin en fazla yaygın olduğu tek ülke İran. Bizim temel felsefemiz şu: Tepeden dindarlaştırmaya kalkarsan, insanlar kökten dinsizleşir. Benim sloganı bu”. (Şaban Ali Düzgün)

Halihazırda Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı başkanı olan Şaban Ali Düzgün hocanın, “Benim sloganım bu” dediği tespitini yabana atmamak, üzerinde kafa yormak gerekir diye düşünüyorum.

Şaban Hoca’nın dinsizliğe örnek verdiği ülke hepimizin malumu. İran, bir İslam Cumhuriyeti. Ülke, Humeyni’nin 1979’da yaptığı devrimle birlikte mollalar tarafından yönetiliyor. Ülkede kadınların başörtüsü örtme zorunluluğu her ne kadar geçici olarak askıya alınsa da İslam Ceza Kanununun Hicap ve İffet yasası olan 638. Maddesinde yer alan baş örtme zorunluluğu kanunla zorunlu.

İran, kapalı bir toplum ve ülke. Ülkede ne derece İslam kanunları geçerli ne derece uygulanıyor, yöneticilerinin ne derece söz ve eylem birlikteliği söz konusu, bilinmez. Şu var ki başlar örtülecek ya da başlar açılacak şeklindeki bir kanuni düzenleme çağdışıdır.

Yine bilinen bir gerçek var ki İran sadece kendi ülkesinde İslam kanunlarını uygulayan değil, aynı zamanda rejimini de başka ülkelere ihraç etmeye çalışmıştı bir aralar.

İran halkı mevcut yönetimin yönetim anlayışından ve bazı şeyleri dayatmasından ne derece memnun? Bunu da test etme imkanımız yok. Şu var ki bir şekilde ülkemize yerleşmiş ne kadar İranlı kadın görmüşsem -belki istisnaları vardır- ama hiçbirinin başında başörtüsü yoktu. İçlerinde azımsanmayacak derecede dekolte giyineni de eksik değil. Bu demektir ki ülkesini bir şekilde terk eden, ülkesinde iken zorunluluktan kaynaklı başını örtenler, ülke dışına çıkınca başlarını açıyor. Demek ki zorla başı örtmek ya da zorla başı açmak çözüm değil. Olsa olsa pansuman ve polisiye tedbir olur. Bunun da süreklilikle bir alakası yok.

Meseleyi sadece başörtüsüne indirgemek istemiyorum. Çünkü bu konu salt başörtüsünden ibaret değil. Şu var ki adında İslam olan, İslami kanunlara göre ülkeyi yöneten bir ülkede dinsizliğin en fazla olması ve başı çekmesi manidar. Demek ki dayatma, baskı, kanuni düzenleme ya da eğitme çabası ters tepiyor. Kişiler belki de yönetenlerin bu niyetinden dolayı dinden soğuyarak çözümü dinden uzaklaşmada buluyor.

İran bizim komşumuz. Her ne kadar kapalı bir toplum olsa da “Komşuda pişen bize de düşer” misali, dini anlayışımız örtüşmese de bize ne kadar etki ettiği tartışılır.

Bir diğer husus, Şaban Hoca’nın tespiti sadece İran’ı bağlamaz. İran örneğinden hareketle “Tepeden dindarlaştırmaya” kalkışmak, dindar nesil yetiştirme çabası, pirince giderken evdeki bulgurdan olmaya, ava giderken avlanmaya benzer. Her ülkede böyle olacak diye bir kural olmasa da bu işin ters tepme riski daha yüksektir.

Kamuoyunda dillendirilen dindarlaşma niyetinin, insanımızı ve gençliği ne derece dindar yaptığı güzel bir araştırma konusu. Yalnız ülkede ateist ve deist sayısında özellikle gençler arasında yaygın olduğu da yüksek perdeden dile getiriliyor. Ülkemizde hemen hemen her konuda pek ve doğru dürüst araştırma yapılmadığından, ülkemizde dindarlaşma veya dinsizleşme oranının hangi boyutlarda olduğunu bilme imkanımız yok.

Şaban Ali Hoca’nın sloganına gelirsek, başta yöneticilerimiz olmak üzere Hoca’nın bu sloganına kulak vermesinde fayda görüyorum. Daha sonra ne ummuştuk ne bulduk demeyelim.

Burada, İran’da baskı var, bizde baskı yok. Mukayese yerinde değil denebilir. Elbette bizde baskı yok. Kılık kıyafet için herhangi bir düzenleme de yok. İsteyen açar isteyen kapanır. Kamusal alan ve kız öğrencilere uygulanan yasak da gerilerde kaldı. Ülkemizde dinsizlik de arttı iddiasında değilim. Ama kamuoyunda böyle bir izlenim olduğu da bir gerçektir. Bizde İran’daki gibi dinsizlikte bir artış yok demek de bir faraziyeden ibaret olur. Var veya yok konusunda bilgi sahibi olmak için sosyal bilimcilerin derinlemesine bir araştırma yapması kaçınılmaz görünüyor. Yine bu araştırmada dindar ya da dinsiz olmanın sebeplerini de öyle zannediyorum, kamuoyu merak eder. 

Hasılı, dinsizleşme ya da dinsizleşirmede veya dindarlıkta neredeyiz? Bunun sebepleri nelerdir? Üzerinde kafa yormaya değer. 

Ekmeği Bırakma Zamanı

Konya’da daha önce 200 gramı 11 liradan satılan ekmek 21.10.2025 tarihi itibariyle zamlandı. Ekmeğin yeni fiyatı 13 lira oldu. Büyükşehir Belediyesi tarafından işletilen Fenni Fırın’da ise ekmek yine 9 liradan satılmaya devam edecek.

Bu demektir ki Belediyenin ürettiği ekmekle fırıncıların ürettiği ekmek arasında iki liralık fiyat farkı varken özellikle merkezi yerlerde belediye satış noktalarında ekmeği iki lira daha ucuza almak için oluşan uzun kuyruklar, fiyat farkının dört liraya çıkmasıyla daha da uzun kuyruklara yerini bırakacak. Bu uzun kuyruklar yetmişlerin tüp kuyruğunu andırıyor.

Maliyet artışları gerekçe gösterilerek iğneden ipliğe her şeye gelen zamlar haliyle ekmekte de kendini gösterecek.

Yaşadığımız hayat pahalılığının bir sonucu olarak zamlar ve vergi artışları rutin artış hale gelse de ekmeğe gelen zam can sıkıcı ve üzücü. Çünkü günde 5-6 ekmeğin girdiği evler bu zamla birlikte kara kara düşünmeye başlayacak.

Aslında bu zamla birlikte ekmeğe veda etme zamanı. Gel gör ki bizim için ekmek temel besin kaynağı. Sofrada bin bir çeşit yemek olsa bile bu seferlik ekmek yemeyeyim. Çünkü yemek çeşidi fazla demeyiz. “Ben ekmek yemezsem doymam. Ekmeksiz yapamam” sözleri çoğumuzun belleğine yerleşmiş. Bulgur ya da pirinç pilavını bile ekmekle yeriz. Bir kaşık pilava, bir lokma ekmek her Konya pilav düğününde çoğumuz için vazgeçilmez. Düğün sofralarında sayısız tabak tabak pilav gelmesine rağmen ekmek Allah’ın farzlarından biriymiş gibi yenmeye devam edilir.

Adeta her öğünde ekmek bizim için sigara bağımlılığı gibi bir şey. Sigara içenlerin çoğu, “Sigarayı bırakmak lazım. Ama bırakacağım” demesine rağmen kolay kolay sigarayı bırakamadığı gibi ekmeği bırakmak lazım diyenler de ekmeği bırakamıyor. Sigarayı bırakanlar kendilerinde bir eksiklik hissediyor. Aylar ve yıllarca içmese bile daha dün bırakmış gibiyim. Bir içersem arkası gelir diyenler de eksik değil.

Yine ekmeğe bağımlılığımız o kadar aşırı ki herkesin ekmeğini evde yaptığı zamanlarda, şehirden bakkala gelen ekmeği yufkanın içine koyup katık olarak yendiği zamanları görmüştür bu ülke. O zamanlar şehirden gelen ekmeğe çarşı ekmeği, şehir ekmeği denirdi.

Geçmişte her işin bedenen yapıldığı zamanlarda vücudu dinç tutsun, daha iyi çalışılsın diye ekmeğin fazlaca tüketilmesini anlıyorum. Bir de yemek adına besin kaynağımız çok çeşitli değildi.

Günümüzde ise eskisi gibi doğal beslenemiyor olsak da yemeklerimiz çeşitlendi. Dün görmediğimiz ve ihtiyaç hissetmediğimiz şeyler zaruri ihtiyaçtan sayılmaya başlandı. Bugün dünkü gibi yüzde yüz bedenen çalışmıyor çoğumuz. Eskisi gibi vücudun efor sarf etmediği günümüzde hala ekmekten vazgeçmeyişimiz düşündürücü. Bundandır ki dünyada ekmek tüketiminde birinciliği kimseye vermiyoruz. Yıllık ekmek tüketimimiz 200 kilo. Bizi takip eden en yakın ikinci ülke olan Sırbistan’a 65 kg fark atıyoruz.

Her sigara zammının ardından ajanslar “Tiryakilere kötü haber. Sigara ve tütün mamullerine şu kadar zam geldi. Sigarayı bırakmanın tam zamanı” dediği gibi bu ekmek zammıyla birlikte özellikle yediğini eritemeyen ve masabaşı iş yapanların, emekli olup iş yapmayanların, ev kadınlarının, kısaca çalışırken vücudu terlemeyenlerin ekmeği bırakmasının tam zamanı.

Böyle diyorum ama ekmeği kafada bitirmeden bırakmak zor. Yine de ekmeği bırakmayı denemek lazım. İnanın, bugün yediğimiz ekmeğin kilo aldırmaktan, göbeği çıkarmaktan, hazmı zorlaştırmaktan, mideyi büyütmekten, bizi daha çabuk acıktırmaktan başka bir işlevi yok. Yani külliyen zarar. Belki de geçmişte iki öğün yediğimiz yemeği üç öğüne çıkarmamız bu ekmek yüzünden.

Ekmeksiz beslenmede hayat var diyorum. Daha çabuk acıktırmaz. Mideyi küçültür. Yediğimiz, içtiğimiz kolay kolay kilo ve göbeğe dönüşmez.

Ekmeği bırakırsak, kolay kolay kilo ve göbek sorunumuz olmaz. Kolay kolay acıkmayız.

Fırsat bu fırsat. Gelin hep birlikte ekmeğe veda edelim.

19 Ekim 2025 Pazar

Meram Yeniyol Caddesi

Meram Yeniyol Caddesi, uzun ince, dar ve düz bir cadde. Yeniyol dendiğine bakmayın. Yolun caddeliği çok eski.

90'lı yıllarda öğrenci iken 1989-1995 yılları arasında Meram Belediyesi Başkanlığı yapan Sayın Veysel Candan döneminde bu caddede uzun süren bir çalışma yapılmıştı.

Çalışmayı yerinde görmek için bu yola gelen Veysel Candan'a bir hanımefendinin, "Sayın başkan bu yol çalışması ne zaman bitecek? Bir tarih verebilir misin" diye soru sorduğu, başkanın da "Şu tarihte" dediği, kadının bu tarihte biteceğine dair senet istediği, başkanın da "Senede gerek yok. Benim sözüm senet" dediği öğrenciler arasında konuşulmuştu.

Uzun süren genişletme çalışması sonrasında cadde, gidiş ve geliş olacak şekilde ikişer şeritli bir yol olmuştu. Dökülen asfalt ile birlikte caddenin görünümü daha da güzel olmuştu.

O zamandan bu zamana bu caddede defalarca asfalt çalışması yapılmıştır. Orta refüjdeki ağaçlar zamanla sökülüp dikilse de caddenin bugünkü görünümü 90'lı yıllardan kalma.

Bu caddeden her geçişte hem Veysel Candan'ı hem de başkanın kadına, "Sözüm senet" sözünü hatırlarım.

Sonrasında, bu caddede Veysel Candan'ı unutturacak gözle görülür bir farklılık ve genişletme olmadı. Daha sonra açılan Meram Yaka Caddesi alternatif bir yol olarak açılmasına rağmen Meram Yeniyol Caddesinin araç yoğunluğu hiç azalmadı. Sabahın erken saatinden geç vakte kadar bu yol daima işlek.

Yaya yönünden Cadde Meram'ın açılmasıyla birlikte gözle görülür bir artış olmakla birlikte Meram Devlet Hastanesinden sonra kaldırımda yürüyen pek yaya görmek mümkün değil. Çünkü benim gibi tek tük yürüyen olsa da yayanın yürüyeceği doğru dürüst kaldırım yok. Ortalama bir metre genişliğinde olan kaldırım her yerde bir metre de değil. Bazı yerlerde bir yaya zor yürür. Ya önüne ağaç ya elektrik ve telefon direği ya çöp kovası ya elektrik panosu çıkar. Bazı yerlerde ağacın kök salmasıyla birlikte kaldırım inişli çıkışlı olmuş. Üzerindeki taşlar ise bildiğimiz kaldırım taşları gibi değil. Kimi çukur kimi yüksek kimi yerinden çıkmış kimi kırılmış şekilde. Buraların kaldırımından gitmek için bir yerlere çarpmadan gitmek ya da ayağın takılıp düşmemek için yayanın epey bir ecel terleri dökmesi gerekiyor. Bu kaldırımda gidilmez deyip yolun kenarından yürümeye kalkan yayanın ise yola inmesiyle kaldırıma çıkması bir olur. Çünkü jet hızıyla kaldırıma sıfır gelen araçtan kendini koruması gerekiyor. Hele kaldırımın öyle bölümleri var ki yaya, yola inmek zorunda kalıyor.

İkişer şeritli işlek bu caddeden bisikletli birinin gidip gelmesi de çok zor ve cesaret ister. Çünkü her bir bisikletli iki şerit işleyen yolun birini tıkaması anlamına gelir.

Ne demek istiyorum? Bu dar ve işlek cadde genişletilsin demiyorum. Çünkü bu yolu genişletmek mümkün değil. Keşke mümkün olsaydı. Zaten mümkün olsaydı, şu ana kadar Büyükşehir bu yolu çoktan genişletirdi. Bu caddenin sağlı sollu meskûn mahal sakinlerinden bir karış almak, abartmayalım ama Avrupa'yı hatta Viyana'yı fethetmekten daha zor. Çünkü eski yerleşim yerlerinde yolu düzenlemek çok zor.

Peki, bu işlek cadde belli bir noktadan sonra yaya kaldırımından mahrum olmaya devam mı edecek? Yok mu bunun bir yolu?

Kaç defa gelip geçtiğim bu yolun iki tarafına yapılmış müstakil villaların önünde, nereden bakılsa 8-10 metrelik bir mesafe var. Yani ev yok. Belediye, bu yolun iki taraftaki sakinleriyle görüşse, sizlerin arsasından 1-2 metre alıp bu muhite yakışır, güzel ve evladiyelik bir kaldırım yapacağım. Gelip geçen rahatça yürüsün. Hatta yer müsait olursa bisiklet yolu da yapacağım. Size bir masraf çıkmayacak. İhata duvarlarınızı Belediyemiz yapacak dese, herhalde mahalle sakinleri bir şey demez diye düşünüyorum. Çünkü alınan her bir metre amme için kullanılacak.

Burada gözlemlerimi anlatarak yolun nasıl daha iyi olacağına dair öneri sundum. Belki Belediye bu önerimi mahalle sakinlerine teklif edip sakinlerden kabul görmemiş olabilir. Eğer daha önce bu öneri götürülmedi ise denemeye değer diye düşünüyorum. En azından mahalle sakinlerine böyle bir teklifi götürdük ama kabul görmedi denir.

15 Ekim 2025 Çarşamba

Enişteli Hayat

Aile meselesi. Yazmayayım yazmayayım diyorum ama kendimi tutamıyorum. Ne de olsa dilimin kemiği yok. Ağza geleni söylemem lazım. Hoşuma gitmese de ne edeyim ki ben buyum.

Ben ne kadar ilgi göstersem, kendisiyle görüşmek ve aile olmak için kaynaşmak istesem de eniştem bana hep mesafeli durdu.

Mesafeli dursa yine iyi. Ne zaman zorunlu bir görüşmemiz olsa ağzına geleni söyler bana. Hem de herkesin içinde. Her hakaretine hakaretle verilecek cevabım olsa da onca hakaretine rağmen susarım. Ne de olsa eniştemiz. Kızımız var o evde.

Sustuğum gibi saygıda kusur etmem. Ablamla o kadar yıldır evli. Daha evime siftahı yok. Hep ben giderim ona.

Ne zaman ki evine gitsem ya da bir yerde karşılaşsak adeta el üstünde tutarım. Ben el üstünde tutarken o bana hakareti hiç eksik etmez. Adeta üç öğün yemek gibi hakaretini sayar bana. Hakaretin bini bir lira etmese de açtı mı ağzını, sayar da sayar: Aptal der, akılsız der. Daha neler der neler... Aptal ve akılsız görmesine rağmen bana akıl vermekten de geri kalmaz. En sonunda akıllı ol der hep. Ne de olsa bende akıl yok. Bir akıl onda var.

Ben sustukça o şımarır, coştukça coşar. Susmam ona hep cesaret verir. Sanır ki haklı olduğu için susuyorum. Halbuki ablam var o evde. Benim cevap vermem, ablamın huzursuz olması demek. Ona cevap vermemem, susmam, saygıda kusur etmemem hep bundan. Ne de olsa enişte demek devlet demektir. Devlete ise karşı gelinmez, boyun eğilir.

Ne zamanki evine kabul etse hakaret yiyeceğimi bile bile koşa koşa giderim. Çünkü gitmemek olmaz, gitsem de olmaz ama ne edersin ki kızımız var, ocağına düştüm. Elim mahkum gitmeye.

Evim de uzak. Özellikle bunu ben istedim. Çünkü ne kadar uzak olursam kâr diye düşündüm.

Eniştem, nazarımda kötü olmaya kötü. Ama hakkını yemeyeyim. Her zaman kötü değil. Bazı zamanlar olur ki eniştemin keyfine diyecek olmaz. Böylesi zamanlarda bana övgünün sınırı yok. Över de över. Güya benim gibisi yokmuş. Kayın biraderlerin bir tanesiymişim. Var mı benim kayın birader gibisi? Bir kayın bin koyun edermişim.

O beni överken ben de hem yamışır hem de mayışırım. Ağzım açık dinlerim onu. Ağzım kulaklarıma varır. Hele benim kayın gibi zekisi yok demesi yok mu? Vay be! Ben neymişim de haberim yokmuş. Ramazan kıymetini bil. Geç de olsa enişten senin kıymetini anladı. Sen kendinin değerinden habersizsin derim.

Böylesi övgülerde de hiç konuşmam. Onu tasdiklemek için bile hı hı demem. Can kulağıyla eniştemi dinlerim. Çünkü ne zaman araya gitmeye kalksam, övgüler dönüverir sövgüye.

Övgü seanslarında saygıyı da ihmal etmez eniştem. En üst seviyede ağırlar beni. İzzet ve ikramını esirgemez. Hele yemek için masaya geçerken oturacağım sandalyeyi bir çekişi var ki görülmeye değer. Böylesi durumlarda dünyanın en değerli insanı görürüm kendimi. Biz ne güzel aileyiz, var mı bizim gibi böyle aile derim içimden.

Böylesi ilgi ve iltifatların ardından evin yolunu tutarken sevinçten ayaklarım yere basmaz. Adeta uçacak gibi olurum. Ama sevincim fazla uzun sürmez. Çünkü konutunda eniştemin ardından, yolda hanım alır sazı eline. Ben araba sürerken o makineli tüfek gibi sayar da sayar: Enişten seni niye övdü biliyor musun? Bu kadar övgünün altından ne çıkacak, hiçbir şey sezmedin mi? Bayram değil, seyran değil, bu akşam enişten seni niye öptü diye düşünmedin mi? Ah benim akılsız kocam ah. Ne zaman akıllanacaksın sen. Ömrün böyle öpülmekle mi geçecek der.

Ulan avrat, sus artık. Yiye başlama. Benim de mutluluğa ihtiyacım var. Kıskanma yine. Bak ne güzel övdü. Bunlar da benim hoşuma gitti. Kocam, eniştesinin yanında ilgi, iltifat ve saygı gördü diyeceğine, şu dediklerine bak diyorum.

Ama gel de bunu hanıma anlat. Ulan bu hanım beni kıskanıyor galiba diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Hanımın çenesi sadece övgü aldığım zamanlarda açılmaz. Eniştemden hakaret yediğim zamanlarda da makineli tüfek gibi yine yolda konuşur: Vay benim akılsız kocam vay! Adam sana her türlü hakareti yaptı. Yine her zamanki gibi dilini yuttun. Eniştenin yanında kuzu kesilirsin, benim yanımda aslana dönüşürsün. Senin gücün anca bana yeter. Utanıyorum senden. Bu kaçıncı böyle. Söyler misin bana, sen hangisisin? Akıllı mısın, zeki mi, aptal mı? Adam bir görüşmende sana aptal diyor, öbüründe seni göklere çıkarıyor. Sahi hangisisin sen. Söyle de ben de ne olduğunu bileyim.

Sahi hangisiyim ben?

Sus avrat, bak senin yüzünden kaza yapacağım. Gece gece dellendirme beni. Araba sürüyorum gördüğün gibi derim.

Derim ama hanım haklıydı. Çünkü ömrüm eniştemden hakaret yemekle geçti. Ne zaman hakaret ettiyse bana hep ceza kesti. Ne zamanki övdüyse, bana hep satış yaptı. Çünkü eniştem iyi bir satıcı iyi bir tüccar. Bir malı kime, nasıl ve kaça satacağını iyi bilir. Ne zaman beni övmeye başlamışsa ben de bilirim bu övgünün ardından gelmekte olanı. Eyvah derim ama yapacak bir şey yok. İhtiyacım olmamasına rağmen övgünün ardından kayın oğlan sana şunu, şu fiyata yazdım. Bu da sana. Başkasına olmaz. Son sözüm budur. Alışveriş bitmiştir diyerek son noktayı koyar. Bu kadar övgünün ardından kestiğini yerim. Nedense ilk ve son sözü hep o söyler. Ne de olsa enişte. Bilirim, eniştenin sözünün üzerine söz söylenmez.

Hanım, bana sanki ihtiyacın mı vardı da aldın der yine yolda. Hanım, bu işleri sen anlamazsın. Elinin hamuruyla erkeğin işine karışma. Bugün ihtiyaç değilse, yarın ihtiyaç olur. Evde fazlaca olmasının ne zararı var. Sonra sen ticaretten ne anlarsın? Bu işler çarşı, pazardan incik boncuk almana benzemez. Böyle ticaret yapacaksın ki ilişkileri iyi tutacaksın. Ticareti çeşitlendireceksin.

İlla mahalle bakkalından almak zorunda değilim desem de hanım yine haklıydı. Ama ne edersin ki elim mahkum enişteye. Ne de olsa kızımız var o evde. Enişte dediğin dış kapının mandalı olsa da evin içine, dışına, ailenin her şeyine burnunu sokar. Sen de burnunu çeke çeke he dersin. Bu dünyanın kaderi bu. Daha doğrusu benim kaderim bu. Elimden başka da bir şey gelmez. Dediğim gibi hanım haklı ama alacağı yok. Çünkü hanıma gücüm yeter de enişteye gücüm yetmez. O yüzden övgüsüne de eyvallah, sövgüsüne de.

Oh be! Yazdım da rahatladım. Hanım, bu yazdıklarıma da kızacak, aile meselesini de yazmışsın diyecek ama yapılacak bir şey yok. Çünkü içime ata ata nice dertlere maruz kalacaktım. Umarım, hanım bu yazımı okumaz. Okursa, bu yaştan sonra bir de aile faciası yaşamak istemiyorum. Eniştem mi? Eniştem yazımı okur okumaya ama haberi yokmuş gibi davranmayı iyi bilir. Sadece zamanı var, zamanı gelince hesabını sorarım diye bir kenara not eder. Aman yazarsa yazsın. Canımı alacak değil ya. Kestiğini bugüne kadar yedim yine yemeye devam ederim hem de bıkmadan ve usanmadan.

Not: Yazı hayal ürünüdür. Yazının eniştelerle yakından, uzaktan bir alakası yoktur. Yazı baştan sonra ironi içermektedir. Yazıda geçen enişte, "Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü" sözünden mülhemdir. 

14 Ekim 2025 Salı

Gazze Harap Olduktan Sonra

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan İsrail- Gazze savaşı iki yılın ardından ateşkesle sonuçlandı.

Bu zaman zarfında 20’i çocuk olmak üzere 67 binden fazla Gazzeli öldü.

170 bin yaralı var.

Gazze’nin yüzde 80’i yıkıldı, oturulamaz durumda.

Hamas’ın önemli liderleri öldürüldü.

İki yıl boyunca 2,5 milyona yakın Gazzeli açlığa ve ölüme terk edildi.

Gazzeli bombalar içerisinde yaşadı, eğer buna yaşamak denirse.

Ateşkese rağmen İsrail yine beş Gazzeliyi öldürdü.

Ateşkes maddelerine bakıyorum. Gazzelinin lehine eme yarar doğru dürüst madde yok.

Tek sevincimiz Gazzeli bir nebze de olsa nefes alacak. İsrail’in izin verdiği oranda dışarıdan gıda desteği alabilecek.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) özel temsilcisi, “Gazze’de kaldırılmayı bekleyen moloz miktarının 55 milyon ton olduğunu, Gazze’nin yeniden imarı için tahminen 70 milyar ABD dolarına ihtiyaç duyulacağını” açıkladı.

Kısaca iki yılın ardından Gazze yerle bir. Ateşkes devam ederse, Gazze’nin yeniden imar edileceğinin kaç yıl süreceğini düşünmek lazım.

Gazze’nin yeniden imarı da öyle zannediyorum, başka ülkeler ve yardımlarla olacak.

En çok zoruma giden de her şey Gazzelinin aleyhine. Maalesef şu an ki hali iki yıl öncesinden daha kötü. Çünkü iki yıl öncesinde en azından Gazzelinin başını sokacağı bir evi vardı.

Gazzeli hiçbir şey kazanmadığına göre iki yıldır bu savaş niye devam etti? Gazze baştan sona harap olduktan sonra ve İsrail bedel ödemeden ben bu ateşkes anlaşmasını ne yapayım?

Ateşkes anlaşmasının maddelerinden birinin, “Gazze’nin yeniden imar işini İsrail üstlenecektir” olmasını isterdim. Çünkü Gazze’yi yerle bir eden İsrail.

Üstelik İsrail Başbakanı Netenyahu’nun savaş suçu işlediğine dair Uluslararası Ceza Mahkemesinin tutuklama kararı var. Hoş, bu karar da uygulanmıyor. Bu karara istinaden İsrail, öldürdüğü her Gazzeli için tazminata mahkum edilmesi gerekirdi.

Heyhat ki heyhat... Ben de çok şey istiyorum saf saf. Öyle ya her şey güçlünün lehine olur. Garibanın bu dünyada yüzü gülmez ve söz hakkı olmaz. Dünyanın adaleti bu maalesef. Çünkü güçlülerin adaleti hakim. Onlar ne kadar adalet bahşederlerse onunla yetinmek zorunda mazlumlar. İçine tüküreyim böylesi adaletin ben.

Gazoz Uğruna

Nicedir hanımla markete gitmezdim. Bir düğün sonrası birkaç kalem ihtiyaç için birlikte bir markete girdik. Listeye göre yaptığımız alışverişi alışveriş arabasına koyarken gözüm gazozlara kaydı.

Baktım, fiyatı bana uygun geldi. Kaçırmayalım, alayım şundan. Dolaba koyar buz gibi içeriz dedim.

Kola, Pepsi gibi içecekleri içmeyince, Ülker de Japonlara satıp sektörden çekilince bana kaldı ara ara gazoz içmek. Hem ucuz hem de boykot ürünü değil. Bir de üzerine yüksek fiyat yazılıp üstüne çarpı atılınca, altına daha düşük başka bir rakamı yazınca, bu tür alavereyi kaçırmam. Kendimi kâr etmiş bir zengin gibi görürüm.

Gazozu ucuz görünce, listede olmayan başka şeyler de aldık. Öyle ya gazozu ucuzsa diğer ürünlerde de uygunluk vardır.

Alışverişi bitirip kasada yüklü ödeme yapınca, biraz değil, çok moralim bozuldu ama yapılacak bir şey yok. Bilin ki aldığım gazozu buz gibi içsem bile hararetimi kesmez.

Alışverişi arabaya atıp eve yollandım. Göz gazoza kayınca listede olan bir ürünün alınmadığını eve gelince öğrendik.

Ertesi günü bir başka markete girerek burada gazozlar kaçmış demeden aradığım ürünün bulunduğu tereğe giderken, gözüme dün aldığım aynı marka ürünlerin listesi ilişti. Dünkü gazoz ayağına aldığım ürünlerden daha uygun geldi bana. Haliyle yine üzüntü yine üzüntü. Anlatılmaz, yaşanır.

Dönüşte kendi kendime dedim ki Ramazan oğlum, sen bu alışverişi bilmiyorsun. Dün gazoz uğruna aldığın ürünleri pahalı almışsın. Haliyle zarardasın. Sağda solda sakın ben alışveriş işinden anlarım diye konuşma. Çünkü bu işler bakkal ve marketten gazoz almaya benzemez.

Pişman mıyım? Değilim. Çünkü böyle böyle tecrübe kazanıyorum. Bu tecrübeyi ise kullanmadan mezara götürme niyetim var. Bir de farklı marketten, aynı ürünü farklı farklı fiyata almak bir çeşitliliktir. Tek markete bağlı kalmadığım gibi tek gazoza da mahkum değilim. Unutmayın ki çeşitlilik önemli. Çünkü ne olur ne olmaz. Yarın gazoz aldığım market kapanabilir ya da bana gazoz satmayabilir. 

Sosyal Devletin Neresindeyiz?

Avrupa’da yaşayanlarla karşılaştığım zaman sorarım. Avrupa’da dilencilik var mı, yardımlaşma oluyor mu diye. “Dilenci olmaz. Yardımlaşma da yoktur. Çünkü kişinin aldığı maaş yeterli değilse, ilgili kişi bulunduğu yerin belediyesine müracaat eder. Belediye o kişilerin kirasının bir kısmını, elektrik, telefon, doğal gaz faturasını öder. Kişilerin durumuna göre belediye ya hepsini ya da bir kısmını karşılar” cevabını kaç kişiden birden aldım.

Elbette her belediyeye müracaat edene ilgili belediye yardım etmiyordur. Mutlaka o kişinin geliri ve gideri incelenir. Aldığı maaşın yeterli olmadığı ortaya çıkarsa, faturaları üstleniyordur.

Üç haftalığına oğlan Avrupa’nın 6 ülkesini gezdi geldi. Ona da dilenci gördün mü dedim. “Görmedim. Yalnız bir iki ülkenin bazı yörelerinde gizli gizli isteyen tek tük kişiler gördüm” dedi.

Hem gurbetçilerin hem de oğlanın anlatımından, Avrupa’nın sosyal devletin gereğini yerine getirdiği kanaatine vardım. Belki bazılarınız özenti diyecek ama Avrupa’nın bu durumuna gıpta ettim.

Bu durum niye bizde olmasın dedim. Ne de olsa biz de sosyal devletiz. Bu durum Anayasa ile garanti altına alınmış. Devlet Anayasanın bu amir hükmünü ne derece yerine getiriyor bilmiyorum. Ama bu ülkenin cadde, pazar, sokak, park, bahçe, iş yeri, cuma namazı çıkışı cami önlerinde, şurada, burada hep dilenen insanlar görünce, devletin sosyal devlet gereğini tam yerine getirmediğine bir örnek olsa gerek.

Her bir yerde dilenen dilenene. Market içlerine girdi dilenenler. Kasada ödeme yapan birinin yanına gelip “Ben de şunu alsam öder misin” diyenler bile var.

Ülkenin her bir yerinde bu kadar dilenen insanın olması, öyle görünüyor ki devlet, sosyal devlet olmanın gereğini ve sorumluluğunu vatandaşa havale etmiş. Adeta “Ey ihtiyaç sahibi muhtaç vatandaşım, bu millet hayırseverdir. Geçimini sağlayamıyorsan, iste. Bu millet isteyeni geri çevirmez. Az, çok verir. Sen de işini böylece çıkarırsın” diyor. Ha bu demek değildir ki devlet hiç vermiyor. Belediye, kaymakamlık, vakıf ve dernekler aracılığıyla harçlık mesabesinde yardım yapılıyor. Ama bunun yeterli olması mümkün değil. Üstünü de dilenen kimsenin ya da insanımızın maharetine bırakıyor.

İhtiyacı olan ihtiyacı kadar dilense, buna da gam yemeyeceğim. Dilenmeye bir başlayınca, baktı ki işler iyi gidiyor. Dilenciliği meslek haline getiriyor bazıları. Nasılsa kimsin, necisin diyen yok.

Ya muhtaç olduğu halde isteyemeyen ve dilenemeyen ne yapacak? Bu durumda olan insan sayısı da az değil. İnanın, ölseler asla dilencilik yapmazlar.

Şu bir gerçek ki bu toplumda sosyal adalet dengesinde bir denge yok. Zenginimiz çok zengin. Fakirimiz de çok fakir. Zengin paraya para demezken fakir de evine ekmek götürmek ve ay sonunu getirmek için çabalayıp duruyor.

Zenginimizin hepsi olmasa da bir kısmı zekât, fitre ve sadakalarıyla tanıdığı ve bildiği fakirleri desteklemeye çalışıyor.

Kimimiz, ülkede ve akrabaları arasında ihtiyaç sahibi olduğunu ve yardımda en önce yakından başlanması gerektiğini bildiği halde zekât ve sadakasını yurtdışına, özellikle Afrika’daki fakirlere, yardım kuruluşları eliyle gönderiyor.

Evine et götüremeyen fakirimiz olduğu halde nicedir kurban bağışları belki de sudan ucuz olduğu için yine cemaat, vakıf ve dernekler aracılığıyla yurtdışına gönderiliyor.

Yine belli ortamlarda ihtiyaç sahibi birinin ihtiyacını karşılamak için birinin aracılık etmesiyle yardım toplandığı da bir vakıa.

Camilerde sergi zaten beş vakit namaz gibi sanki Allah’ın emri oldu. Cuma sonraları sergi açmak vakayıadiyeden oldu. Kah Kur’an kursu öğrencilerinin ihtiyaçlarını ve giderlerini karşılamak kah üniversitede okuyan öğrencilere burs vermek kah cami ve Kur’an kursu yapım ve onarım kah şuraya yardım gerekçesiyle aşağı yukarı her cuma sergi açılır oldu. Bir önceki başkan zamanında cuma sonrası yardım pek es geçmedi. Yeni başkanın ilk haftasında yardım toplanmadı. Bakalım yeni başkanın yardım sergisi konusunda tasarrufu ne şekilde olacak, bunu da yakın zamanda öğreniriz.

Yardım toplayan ve yardım yapan değişik isimlerde bol miktarda vakıf, dernek var. Hem yurtdışı hem yurtiçi faaliyetlerde bulunuyorlar.

Deprem vb. doğal afet olur, devlet de bir taraftan yardım toplama yoluna gider. Hoş, devlet öncülük yapmasa da deprem gibi durumlarda insanımız elinden gelen yardımı arkasına koymaz.

Maaş anlaşması sonucu hesabına üç beş kuruş promosyon anlaşması geçeceği anlaşılır. Hemen “Hocam, kullanmayacaksanız, bir ihtiyaç sahibi var. Ona verebilirsiniz” diye daha promosyonu almadan alt yapıyı oluşturan insanımız da var.

Hasılı, içimiz dışımız yardım toplamak, yardım vermek, yardıma aracılık etmek dense yeridir. Bir ülkede aynı amaca hizmet eden bu kadar yardım kuruluşunu çok sağlıklı görmüyorum. Cadde, sokak her bir yerde dilenen insanları görünce içim gidiyor. Nerede bu devlet diyorum. Oturduğun bir yerde, “Bir tanıdığım var. İhtiyaç sahibi. Zekatınızı, fitrenizi verebilirsiniz” şeklinde aracılık yapanları gördükçe aracılıklarını takdir etmekle beraber ülke insanının bu şekilde yardımla geçinmesini işitmek zoruma gidiyor.

Vali ile yaptığı bir toplantı sonrası üniversite kazanan bir öğrencisi için validen burs ve kalacak yer isteyen okul müdür yardımcısını da hatırlıyorsunuz. Vali hemen el koymuştu bu işe. Bu hareketleriyle hem vali hem de öğretmen vatandaş nezdinde takdir topladı.

Yardımlaşmak güzel. Bir ihtiyaç sahibinin ihtiyacına destek olmak güzel. Çünkü bir şey paylaştıkça güzel olur. Bu konuda vatandaşın hamiyetperverliği takdire şayan. Bir şekilde muhtaca az veya çok derman olmaya çalışıyor.

Vatandaşın yardımseverliğini takdir etmekle beraber Anayasasında sosyal devlet olan devletimiz sosyal devletin neresinde? Tüm bu yardım, dilenme, isteme ve yardımlaşma örneklerini görünce, öyle görünüyor ki sosyal devlet olan devletimiz vatandaşı kendi haline bırakmış. Ülkenin hamiyetperver insanları bunları görür, gözetir. Benim yapmam gereken sosyal devlet görevini insanımız yerine getirir demek suretiyle vatandaşı yine vatandaşına havale etmiş görünüyor. Kısaca devlet bu görevini yapmıyor, belki de yapmak istemiyor belki de yapamıyor.

Bence istemek, dilenmek, birinin ihtiyacını gidermek için birilerinin kapısını çalmak kadar zor bir şey yok. Devlet bu görevini yapmayınca birileri aracılık ediyor, birileri dilenciliğe yöneliyor. Aşağı yukarı her türlü ihtiyaç vatandaş eliyle giderilmeye çalışılıyor.

Bu tür yardımlaşma, sadaka devleti, sadaka ülkesi ve sadaka insanı olduğumuzun ve sosyal devlet olamayışımızın bir göstergesi. Ne yapıp ne edip devlet sosyal devlet olduğunu hatırlamalı ve gereği için ne yapılması gerekiyorsa alt yapıyı oluşturmalı. Vatandaş ihtiyacını devlet eliyle karşılamalı. Vatandaş eliyle birilerinin yardım ve hasenatıyla geçinen insanların onurunu da düşünmek lazım. İhtiyacı devlet eliyle karşılanan vatandaşın başı dik olur ama eş dost aracılığı ve onların yardımıyla geçimini sağlayan kişilerin boynu bükük olur, onurları zedelenir. Tabiat boşluk kabul etmez. İşte bu boşlukları devlet doldurmalı. Vatandaşını namerde muhtaç etmemeli.

Bunu tespit yani muhtaçları tespit zor olmasa gerek. Vatandaşlık numarasıyla her bir vatandaşın geliri belli. Ülkenin asgari geçim miktarı da belli. Kimin geliri asgari giderini karşılamıyorsa, bu kişi bakıma muhtaç demektir. Vatandaş devlete başvurmadan devlet vatandaşına ulaşmalı. Senin şu şu ihtiyaçlarını ben karşılayacağım demeli. Vatandaşa destek olma konusunda devlet adaleti öncelemeli, eşitliği değil. Mesela doğal gaz ve elektriğe devlet desteği veriyor. Bu desteği zengin, fakir demeden herkese veriyor. Bu olmaz. Yine okul kitaplarını ayrım yapmaksızın her öğrenciye ücretsiz veriyor. Devletin bu eşitlikçi anlayışı zulümdür. Geliri giderini karşılamayanın kitabını karşılar, diğerlerinden ücretini alır. Yine ÖTV ve KDV dediğimiz dolaylı vergi her vatandaştan aynı oranda alınıyor. Bu da zulümdür. Halbuki yardıma muhtaç, yardım alan kimsenin ödediği oranla zenginin ödediği oran aynı olmamalı.

Devletin yapacağı çok iş var. İlk önce cadde, pazarda dilencilik yapanlara el atmalı. İhtiyaç sahibi ise ihtiyaçlarını dilenmeye ihtiyaç hissetmeyecek şekilde karşılamalı. Meslek haline getirenlere yaptırım uygulamalı.

Camilerde sergi işine son noktayı koymalı. Cami, kurs vb. yerlerin her türlü ihtiyaçlarını gidermek için ödenek ayırma imkanı yok ise gerekirse, inanç, din, cami adı altında vergi koymalı. Bu vergiyi sadece Müslümanlar vermeli. Cami, kurs yapım, onarım ve diğer ihtiyaçlar bu vergi aracılığıyla karşılanmalı. Gerekirse zekât fonu adı altında Diyanet bünyesinde bir fon kurulmalı. Zekata tabi Müslümanlar bu fona zekatlarını vermeli. Verilen bu zekatları vergiden düşmeli. Bu toplanan zekât, sadaka da tek elden toplamalı ve komisyon nezaretinde yerli yerince kullanılmalı.

İsterim ki her türlü yardım kayıt altına alınmalı. Kim, nereden, ne kadar faydalanıyor belli olmalı. Devlet kurumları aracılığıyla kimlerin muhtaç olduğunu belirledikten sonra tek elden sağlıklı bir şekilde harcamalı. Her türlü yardım dijital ortama aktarılmalı. Ülkenin yardım kaynakları yerli yerince kullanılmalı.

Kısaca ülkem sadaka devleti, sadaka ülkesi olmasın. Hiçbir vatandaş yardım gelecek düşüncesiyle başkasından bir şey beklemesin. Her şeyi devlet eliyle giderilsin. Sanırım sosyal devlet denilen bu olsa gerek.

Devlete yön verenlerden sosyal devlet olmanın gerekliliği istemek vatandaş olarak hakkımız. Çok geç kaldık. Yine de nereden başlanırsa kâr diye düşünüyorum.

12 Ekim 2025 Pazar

Hz Ömer ve Biz

Yaşıtım olup dindar ve mütedeyyin camia içerisinde büyüyenler, Kur’an kursu, imam hatipte okuyanlar, cemaat yurdu veya evinde kalanlar bilirler.

Zaman zaman genç abilerimiz piyes çevirirler. Bizler de bu piyeslerde seyirci olarak yerimizi alırdık.

Piyeslerin konusu genellikle Hz Ömer olurdu. Kah Koca karı ile Ömer konusu işlenir, yönetim anlayışında Ömer adaletine dem vurulurdu. Piyesçi gençler, ilhamını Mehmet Akif Ersoy’un şiirlerinden alırdı. Devlet yöneticisine öyle yük yüklenir öyle sorumluluk verilirdi ki “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu/Gelir de Adil-İlahi sorar Ömer’den onu” beytinin üzerine vurgu üzerine vurgu yapılırdı. Verilmek istenen, “Biz İslamcılar yönetimi devralırsak, adalette Hz Ömer’i idol kabul ediyoruz. Haydi getirin bizi. Ülke nasıl adaletle yönetilir, bir görün” mesajı idi.

Yine bir piyeste, hutbe irat eden Hz Ömer’in şu enstantanesi işlenmişti. Hutbede Hz Ömer cemaate, “Ey halkım, ben ülke yönetirken hata yaparsam beni kim düzeltir” şeklinde bir soru sorar. Cemaatten biri de “Seni şu kılıcımla düzeltiriz” cevabını verince, böyle bir cemaati olduğu için Hz Ömer Allah Teala’ya hamdü sena eder. Bu enstantaneyi izleyen biz seyirciler de coşardık. İşte biz böyleyiz. Öyle ya içimizden biri devleti yönetir, yönetirken bir hata yaparsa, biz o hatayı düzeltiriz. Devlet böyle yönetilirse, kolay kolay hata ve yanlış yapılmazdı. Halkın yönetime iştiraki, halkın devleti yönetenleri denetiminden başka bir şey değildi bu.

Konu Hz Ömer’den açılmışken yine Hz Ömer’in her hac mevsiminde halkın önünde valilerinden şikayetçi olan insanları dinlediği ve herkesin gözü önünde kırbaçladığı tarih kitaplarımızda yazar.

Yine bir gayrimüslimin arazisine el koyan bir valiye, kemik üzerine yazdığı yazı da Hz Ömer’in adaletini göstermeye değer.

Adalete o kadar susamışız ki aşağı yukarı her ailede Ömer ya da Ömer Faruk ismi verilir. Ad aldığına çeksin, adil olsun murat edilir.

Bu yazdıklarımın çoğu piyes olarak oynandı geçmişte.

Her biri üzerinde durmayacağım. Yalnız hepsi, adalet konusunda İslami camiada çıtanın çok yükseltildiğine birer örnek olduğunu söyleyebilirim.

Bugün geçmişte piyeslerde vurgulanan adalet duygusunun neresinde olduğu üzerinde durmayacağım. Şöyledir, böyledir demeyeceğim. Yalnız ortaya konan yüksek çıtanın bu membadan su içen çoğu kimse için bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyebilirim. Kısaca adalet bizim yitiğimiz. Sadece ülkemizde değil, tüm halkı Müslüman olan ülkelerin başat sorunudur adalet. Bugün piyesleri çevrilmese de adalete olan özlemimizden olsa gerek, adalet aramaya devam ediyoruz. Çünkü adalet denen şeyin şişede durduğu gibi ya da kitaplarda yazıldığı gibi yahut piyeslerde oynandığı gibi olmadığı bir gerçek.

Yazıya başlarken adalet üzerine bir yazının ortaya çıkacağına hiç ihtimal vermiyordum. Ama çalakalem kalemim beni buraya sürükledi.

Her şeyden geçtim. Yaşadığım hayal kırıklığından dolayı adalet bile beklemez oldum. Yalnız şunu söyleyeyim. Hz Ömer’i kılıçla düzeltmeye kalkan sahabiye bir parantez açmak istiyorum. Yapılan yanlışlıkları kılıçla düzeltmekten geçtim. Yanlış, hata, huzursuzluk adına her ne derseniz, bunlara yanlış denmesine bile tahammül yok. Ne zaman olumsuzlukları ele alan bir yazı kaleme alsan, vay efendim, nasıl böyle yazar? Karşı mahalleye şirin gözükmeye çalışıyor. Yakıştı mı böyle bir yazı? İyice değişti, savruldu. Halbuki karşı taraf böyle mi yapıyor? Her türlü alavere ve dalavereye rağmen desteğine devam ederken aynı membadan su içtiklerimiz en ufak bir şeyi insafsızca eleştiriyor deniyor. Bu kafa yapısına göre Hz Ömer’i herkesin içinde kılıcıyla düzeltmeye çalışmak yanlışmış. Hz Ömer de “Böyle dedim diye herkesin içinde bana bunu nasıl söylemeye cüret edersin, dememiş.

Merak ediyorum, dava dava diye her türlü yanlışı yutmak, savunmaya kalkmak mı savrulma, yanlışları ortaya koymak mı savrulma. Bizden diye sesi çıkarmamak yakışıyor mu bize deneceği yerde seni yerden yere vurmayı marifet biliyor.

Unutulmasın ki yapılan yanlışları ortaya koymak, her mahallenin birinci görevi. Herkes mahallesini temizlemekle sorumlu. Kimsenin karşı mahalleyi düzeltme imkanı yoktur. Herkes kendine bakacak. Bunu da şöyle bir örnekle açayım. Benim çocuk ile yan komşunun çocuğu kavga ediyor. Üzerlerine ben geldim. Yapacağım şey, önce kavgayı aralamak. Ayrılsınlar diye ilk tokadı kendi çocuğuma atmaktan ibarettir. İlla tokat atılacak diye bir şey yok. Çünkü en güzeli kavgayı tokatsız aralamak. Ama öyle girmişler ki aralamak ne mümkün. Birini tutuyorsun, diğeri coşuyor. Son çare tokattır. İlk tokadı da haliyle kendi çocuğumuza vuracağız. Sonra komşunun çocuğuna. Gören diyecek ki ilk tokadı çocuğuna vurdu. Ki gücüm de çocuğuma yeter. Çocuğuma tokadı atmam, ondan nefret ettiğim, onu çizip attığım anlamına gelmez. Yok, ben ilk tokadı çocuğuma değil komşu çocuğuna vururum diyorsanız, zaten bazılarımız en iyi yaptığı bu. Bunun sonucu da ortada. Kan davasına varan bir kutuplaşma. Ben bunda yokum, bilesiniz.

Bilmem anlatabildim mi? Umarım derdimi anlatabilmişimdir. İnşallah, beni bir kişi anladı. O da yanlış anladı demem.

Coca Cola ve Pepsi'ye Dair (4)

Coca Cola, Pepsi ve diğer ürünlere yaptığımız boykotlar fayda verse, sonuç alsak, “İsrail'i desteklemek neymiş, görsün gününü. Coca Cola kiminle aşık attığını bilsin ve ayağını denk alsın” diyeceğim. Başta Cola olmak üzere Yahudi menşeli ya da İsrail'e destek veriyor dediğimiz ne kadar ürün varsa hepsi bu ülkede faaliyetine devam ettiği gibi belki de paraya para demediği için devlet bütçesinden daha güçlü bir görünüm veriyor.

Boykotlar fayda verse ve sonuç alınsa inanın hiç gam yemeyeceğim. Fayda vermediği halde ikide bir boykot çağrısını da anlamış değilim. Bazılarımızın "boykot yaparak tarafımızı belli ediyoruz. Karınca misali" dediğini duyar gibiyim. Böyle diyenlere ve elinden geldiği kadar boykot yapanlara saygı duyuyorum. Samimiyetlerinden de şüphem yok. Ama aynı saygıyı, bitmeyen ve sonuca gitmeyen boykotları ve boykot konusunda düştüğümüz çelişkiyi dile getirenlere de göstermek lazım. Fakat bu saygıyı göremiyorum. Gören de Filistin ve Gazze duyarlılığı bir bunlarda var. Sanıyorlar ki boykota eleştiri getirenler İsrail tarafını tutuyor. Böyle düşünen varsa, iftira atmaktan ve zanda bulunmaktan Allah'a sığınması gerekir. Çünkü bu ülkede fikri, zikri, düşüncesi, inancı, siyasi görüşü, yaşantısı farklı farklı olsa da Filistin konusunda bu ülke insanı Filistin'in yanındadır. Bu böyle biline.

Eleştiri getirenler, "tamam, tarafımız belli olsun. Boykot yapılacaksa tüm ABD ve İsrail ürünlerine yapılsın. Bu konuda çelişkiye düşmeyelim. En azından zorunlu olmadıkça alternatifi varsa onları alalım. Cola'ya gösterdiğimiz duyarlılığı cebimizdeki İphone'ye de gösterelim. İsrail'e en büyük desteği veren on beş şirketten biri olan Boeing uçaklarına da gösterelim. Birini görürken diğerini görmezden gelmeyelim. Biz boykot yaparken boykotu tınlamayıp ya da gereksiz görüp veya beyhude çaba deyip boykot edilmesi gereken ürün ve malı alanlara da tepkimizi ortaya koyalım" diyorlar. Yanlış mı diyorlar? Niçin böyle diyenleri, mücadele edilmesi gereken düşman gibi görüyorlar. İnanın, anlamış değilim.

Bir diğer husus, boykot edeceğimize, bu boykot ürünlerinin en iyisini biz yapsak, hangi birimiz yerli ürün varken yabancı ürünün özellikle İsrail'i destekleyen firmanın ürününü alır. İnanın, yıllardır boykotlarla uğraşırken aynı kalite ürüne kafa yorsaydık, şu ana kadar boykot ürünlerinin çoğunun alternatifi yerli ürünlerimiz olurdu. Ama işin kolayına kaçıyoruz. Kusura bakmayın ama bizim bu durumumuz, bataklığı kurutmak yerine bataklığın ürettiği sivrisinekleri öldürmeye veya kovalamaya benzer. Biliyoruz ki bataklık kurutulmadan sivrisinekle mücadele edilmez. Bataklık kurutulunca ortada mücadele edecek sivri kalmaz zaten. Gerçi biz bırakın marka değeri olan bir ürün piyasaya sürmeyi, Pepsi ve Coca Cola gibi dünyanın her bir ülkesinde çok uluslu şirket gibi mal satmayı, kendi öp öz mahsulümüz olan Cola Türka'ya bile sahip çıkamadık.

Yine Yahudi ve ABD'nin ürettiği her ürünü şu ya da bu gerekçeyle kullanmayı mubah görürken iş Cola'ya gelince aslan kesilmemiz, karnını tıka basa doyuran birinin, tabağında bir iki lokma kalınca, perhiz yapıyorum. Yemeyeceğim demeye benzer. Mübarek, o kadar yemeği yemişsin, bir iki lokma kalınca mı perhiz aklımıza geldi. O hesap, ABD sigarası, telefonu vs. her türlü ürünü kullanacağız. İş Cola'ya gelince, dur orada, ben o ürünü boykot ediyorum diyeceğiz. Lütfen boykot konusunda samimi isek ya hep ya hiç olmalı. Ötesi çelişki yumağıdır. Ne de çok seviyoruz çelişkiye düşmeyi. Ne de nefret ediyoruz bu çelişkiyi yüzümüze vuranları tu kaka yapmayı. Dikkat edelim bu savunma psikolojisi sağlıklı değildir. Acizliğimizi gerçeği haykıranlara çemkirerek geçiştirmeyelim.

Bir diğer husus, Cumhurbaşkanı'nın, bu ülkede üretilen tüm firmalar ve ürünler yerlidir" dediğini hatırlıyorum. Bugün başta Cola ve Pepsi olmak üzere yabancı menşeli ürünlerin hemen hemen hepsi bu ülkede üretim yapıyor. Yukarıda da dediğim gibi bu firmaların fabrikalarında işçi ve yönetici olarak çalışan kişilerin kahir ekseriyeti bu ülke insanı. Merak ediyorum, bu ürünleri boykot ederek diyelim ki batırdık ya da "madem istemiyorsunuz. Bu ülkedeki üretim ve satışı sonlandırıyoruz. Fabrikalarımızı falan ülkelere kaydırıyoruz" dense, bu boykot ürünlerinde çalışan insanlarımız işsiz kalınca, özellikle boykot boykot diyenler, bunlara istihdam sağlayabilecek mi? Bunun mümkün olmadığını en iyi boykot boykot diyenler bilir. Sanki bu gibi şeylerin sonunu düşünmeden bu işlere kalkışıyoruz. Burada "bekara avrat boşamak kolay" sözünü hatırlamanın tam zamanı.

Bir zaman daha var ki bölük pörçük olan bu uzun yazıyı sonlandırmanın zamanı.

Son söz, tekrar ediyorum. Boykot yapanlara saygım var. Boykot konusunda eski duyarlılığı kalmasa da evime Kola ve Pepsi almayan biriyim. Diğer ürünlerde de aynı kalite yerli ürün varsa yerli ürünü tercih ediyorum. Adeta boykot yapıyorum. Sonuna kadar Filistin davasının yanındayım. Bu durumda iken boykot konusunda içine düştüğümüz çelişkiye ve açmazı ele alan yazılarımı okuyan olursa -bu yazım da öyledir- lütfen hop oturup hop kalkmayın. Görüşüme katılmasanız da aynı saygıyı sizden de bekliyorum. Unutmayalım ki gerçekler acıdır.

10 Ekim 2025 Cuma

Aktivist mi Olmak İstersiniz, Etkinci mi?

Dünyanın farklı ülkelerinden Sumud filosuna katılan aktivistlerin görüntü ve konuşmaları ekrana yansıyınca, konuşmalarda sık sık aktivist kelimesi de kullanılınca, yanımdaki oturan, aktivist ne demek dedi. "Dünyanın her bir yanında yapılan bir zulmü dünyaya duyurmak ve haksızlığın önüne geçmek amacıyla düzenlenen eylemlere gönüllü katılanlara aktivist denir. Bildiğim kadarıyla Türkçemize Fransızcadan geçmiş bu kelimenin Türkçe karşılığına ne denir bilmem dedim.

Ardından aktivistin Türkçe karşılığını öğrenmek için TDK sözlüğünü açıp baktım. Dediğim gibi Fransızcadan dilimize geçen aktivist kelimesinin Türkçe karşılığı, etkinci imiş. Anlamı da "Toplumsal veya politik değişim meydana getirmek, belirli sorunlara dikkat çekmek için özel amaçlı etkinlik gerçekleştiren kimse; aktivist".

Ne yalan söyleyeyim, Türkçe etkinci bana Fransızca aktivistten daha yabancı geldi. Çünkü aktivist yerine önerilen etkinci kelimesi zihnimde hiçbir anlam ifade etmedi. Aktivist kelimesini duyunca kimlere denir, bunların amacı nedir gibi kitabi olmayan bilgiler zihnimde belirir ama etkinci kelimesini izah için mutlaka TDK sözlüğüne bakmak gerekir.

Güya TDK aktivist yerine etkinci kelimesini önermiş. Aktivist bize öyle işlemiş ki Sumud filosu üzerine izlediğim o kadar canlı yayın ve videoda, bir kişinin dahi aktivist yerine etkinci kelimesini kullandığına şahit olmadım. Her konuşan ve haber yapan aktivist dedi durdu.

Halkta zaten karşılığı yok etkincinin. Biri, bunlar ne yapıyor, bu katılanlar kimler dese, "Bunlar etkinci" desen, bu ne demek diye yüzüne bakar. İşin yoksa açıkla dur. Sonunda nereden ağzımdan çıktı bu kelime diye pişmanlığını duy.

O kadar da abartma demeyin. Denemesi bedava.
Ben bu yazıyı yazarken üniversiteyi bitirmiş Z nesli oğlum giyinmiş, dışarı çıkmak için haber vermek amacıyla odama girdi. Fark etti iseniz müsaade almak için demedim. Haber vermek için dedim. Çünkü ne oğlanın böyle bir âdeti ne de benim böyle bir beklentim var.

Üzerindeki kıyafetler de yakışmış. Oğlum, tam bir etkinci olmuşsun dedim. Bir iki defa ne diye sordu. Oğlum, etkinci etkinci dedim. "O ne ya" demez mi? Aktivist aktivist. Sende mi bilmiyorsun yoksa?" dedim.” İlk defa duydum” dedi.

Gördüğünüz gibi ben denedim. İsterseniz bir de siz deneyin.

Şu var ki Türkçemin bu halde olmasına üzüldüm. Ne yazık ki Türkçemizin hali bu. Yabancı kelime istilasına uğramış. Yabancı kelime bize daha Türkçe geliyor. TDK de dostlar alışverişte görsün diye ya tutarsa deyip öylesine kelime üretip öneriyor. Üretilen kelime de gördüğünüz gibi kullanılmıyor. Kullanmaya kalkan olursa da benim çocukta test ettiğim gibi hepimiz öp öz Türkçe kelimeye Fransız kalıyoruz.

TDK'nin halkta karşılığı olmayan, üretip önerdiği buna benzer o kadar çok kelime var ki Büyük Türkçe Sözlüğün sayfaları arasında Türkçe kelime olarak yer kaplıyor. Hepsi bu.

Ben ne yapayım kullanılmayan ve tedavülde olmayan, halkın kullanmadığı ve halkta karşılığı olmayan, sadece TDK sözlüğünde yer kaplayan bu şekil kelimeyi. Vah güzel Türkçem vah! Vah ki vah!

Bir de oturur kalkar, Türkçemize zengin bir dil deriz. Böyle zenginliği ne yapayım ben? Türkçemizin bu zenginliği, parası var ama harcamayan kimseye benzer. Öyle ya bu zenginlik neye yarar.

Bu durumda olmamızın sebebi üzerinde düşünmek lazım. Sanki üreten bir toplum olmayışımız en önemli sebep bence. Çünkü bir şey üretmeyen bir toplum kelime de üretemez.

5 Ekim 2025 Pazar

Mirasta Paylaşım Sorunumuz (1)

Türkiye'de miras paylaşımı genellikle problemlidir. Hiç sorunu olmayan kardeşler iş miras paylaşımına gelince, herkeste aynı olmasa da çoğunda sorun çıkar. Küskünlüklere ve dargınlıklara sebebiyet veriyor.

Aslında sorunun çözümü, vefat edenin geride hiçbir şey bırakmamasıyla çözülür. Bu da mümkün olmadığına göre bu sorun er veya geç karşımıza çıkacak demektir. Gerçi eşi Alman olan bir okuyucum, kardeşler arasında sorun ne zaman çıkar içerikli bir yazımın altına, "İki çocuğum var. Daha küçükler. Şimdiden anlaşamıyorlar. Yazınız beni endişelendirdi. Gerçi Almanlarda miras bırakma diye bir şey yok. Aynı zamanda evlatların anne babaya bakma diye bir sorunu olmaz" türünden yorum yazmıştı.

Okuyucumun bu yorumu dikkatimi çekti. Anlaşılan o ki miras bırakmayarak Almanlar bu işi çözmüşler. Anne baba bakıma muhtaç olduğunda da bu sorunu çözmüşler. Görünen o ki Almanya sosyal devlet olmanın gereğini yerine getiriyor. Öyle zannediyorum, herkese iş veriyor, herkes karnını doyuruyor. İş veremediğine işsizlik parası veriyor. Durum böyle olunca, anne baba niye miras bıraksın. Kazandığını yer, içer, gezer.

Anne baba bakıma muhtaç hale düşmüşse öyle zannediyorum, devletin yaşlıları rehabilite edebilecek ortamları var.

Bizde ise aşağı yukarı her evde bakıma muhtaç bir hasta var. Kardeşler ya sırayla hastanın evinde ya da her kardeş kendi evinde bakıyor. Kimi bakıcı buluyor.

Bakıma muhtaç hasta uzun süre yatağa bağlı kaldığında, hastaya bakanlar mecburen işini aksatma durumunda kalıyor.

Miras konusuna dönersem. Konu netameli bir konu ve uzun bir mesele. Öyle yazıyla falan çözülmez. Ki Medeni hukuk bir oran belirlemiş. Aynı şekilde İslam hukuku da bir oran belirlemiş. Her ikisinin de kaydı, küreği var. Yazılı metin olmasına ve paylaşım açık olmasına rağmen vereseler anlaşamıyor.

Bildiğiniz gibi Medeni kanun erkek olsun, kız olsun, eşit paylaşımı emreder. Aynı zamanda rıza taksimini de kabul eder. Yeter ki biz aramızda anlaştık diye vereseler imza atmış olsun.

İslam hukuku ise kız ve erkek kardeşler arasında erkeğe iki, kıza bir şeklinde bir taksimi emreder. Gerçi İslam da rıza taksimine bir şey demez.

Bir ara Diyanet mirası hutbe konusu yaptı. Kız kardeşlerinizin miras hakkını verin şeklinde bir hutbe idi. Güzel bir hutbe idi ama orana değinmedi. Yani kıza bir, erkeğe iki vereceksiniz demedi. İsterdim ki bu orandan bahsetsin. Ama orana giremez. Çünkü günümüz Türkiye’sinde miras da bugünkü Müslümanların yumuşak karnı. Haydi deyince ulu orta konuşulmaz. Pek dillendirilmese de İslam'ın miras paylaşımı kardeşler arasında kırgınlığa ve küskünlüğe sebebiyet veriyor. Erkek 1/2 paylaşacağız dese, kız kardeş olmaz, eşit paylaşacağız dese daha paylaşım yapılmadan oranda sorun çıkıyor. Tabi, her aile için bu durum söz konusu değil. Gündeme pek gelmese de alttan alta bu sorun kaynıyor.

Ne alaka diyebilirsiniz? Bakmayın ortaya saçılmadığına. Geçen gün şimdilerde kendi isteğiyle vaizliğe geçen eski bir müftüyle karşılaştım. Selam, kelam, hal ve hatırdan sonra değişik camilerde vaaza çıktığını, haftada bir fetva hattı için müftülükte nöbetçi olduğunu söyledi. Ne tür fetva soruları dedim. Boşanma ve miras hakkında dedi. Telefonla mı cevap veriyorsunuz dedim. Hayır, yüz yüze görüşüyoruz dedi.

Hazır müftüyü bulmuşken sorulara devam etmek isterdim ama ayaküstü bekletmek istemedim. Şayet soru sorsaydım, genelde fetva için gelenler kimler desem, öyle zannediyorum, kadınlar diyecek. Çünkü hem boşanma hem de miras konusunda günümüz meri hukuka göre kadın daha mağdur oluyor. Kadın İslam hukuku ile meri hukuk arasında ikilem ve git gel yaşıyor. Bir nevi işin aslını astarını öğreneyim diye müftülüğe kadar gidiyor.

Bu konu çok su götürür. Sayfam bitti. Bu konuya daha sonra başka yazılarımda devam etmek isterim. 

Kaliteyi Düşürmenin Garanti Yolu

29.09.2014 tarihinde sosyal medyada yazıp paylaşmışım. Anılar bölümünde yeniden karşıma çıktı: "BİR ŞEYİN SAYISINI NE KADAR ARTIRIRSANIZ KALİTEYİ O KADAR DÜŞÜRÜRSÜNÜŹ.

ASIL OLAN NİCELİK DEĞİL NİTELİK  OLMALIDIR.

DUYGULAR AKLIN ÖNÜNE GEÇMEMELİDİR.

UNUTULMAMALI Kİ CEHENNEMİN YOLU İYİ NİYET TAŞLARIYLA DOLUDUR.

NEFRET ETTİĞİNİZ İNSANLARIN YAPTIKLARININ TERSİNİ YAPMAK HER ZAMAN DOĞRU YOLA GÖTÜRMEZ İNSANI.

İFRAT VE TEFRİTTEN UZAK DURMAK GEREKİR.

YAPTIKLARINIZIN ACI SEMERESİNİ 20 YIL SONRA GÖRÜRSÜNÜZ.

BİZDEN SÖYLEMESİ..." demişim.

Büyük harfle yazmak hiç prensibim değil. Nedense büyük harfle yazmışım. Belki dikkat çeksin diye belki kızgınlığımı ifade etmek için belki de telefonumun tuşlarının marifeti. Çünkü bazen yazmaya başlıyorsun. Geriye dönüp bir baktığın zaman klavyenin büyük harfle yazmak üzere ayarlandığını öğrendiğin zaman yazmada epey mesafe kat ettiğini anlıyorsun. Telefon üzerinden bir de büyük harfi küçük harfe dönüştürme maharetin yoksa silip yeniden yazmak üşengeçliğime gelmiş olabilir. Bir de çalakalem yazarken silip aynı yazdığımı yazmam her zaman mümkün olmayabiliyor.

Büyük harflerle yazıp paylaştığım bu yazı her durum için genel geçer bir kural ise de ben bu paylaşımı İHO ve İHL'ler için yapmıştım.

Biraz geriye dönüp olup bitene bakarsak bu okullarla ilgili ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. 

Malumunuz 2012-2013 öğretim yılından itibaren zorunlu eğitim 4+4+4 şeklinde 12 yıla çıkarılmıştı.

12 yıl mecburi eğitim yanlıştı. Bir çırpıda oldu bittiye getirildi. Özellikle lisenin zorunlu tutulması her yönüyle hataydı. Eleştirilere kulak tıkandı. Üstelik kademeli geçişten ziyade aynı anda okuyan tüm öğrenciler 12 yıl zorunlu eğitim kapsamına alındı.  4+4+4 denince sanıldı ki dört dörtlük bir eğitim olacak. Olmadı. Aradan 13 yıl geçti. Şimdi lise kaç yıl olsun anketleri yapılarak lise eğitim kademesinin aşağıya çekilmesi düşünülüyor.

8 yıl zorunlu eğitimle birlikte had safhaya ulaşan ara eleman ihtiyacı 12 yıl ile birlikte iyice belirginleşti. Devlet kaç yıldır sanayinin ara eleman ihtiyacını karşılamak için Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) aracılığıyla teşvik veriyor. Teşvik denilen rakam da az değil. 15 yaşından gün almış, liseyi MESEM'de okumak isteyen her öğrenci için 2025 rakamıyla 6630 lira aylık teşvik veriyor. Bu miktar 12.sınıfta yarı asgari ücrete çıkıyor. Bu rakamlar her yıl ocak ayında yeniden güncellenmekte. Kısaca dün bedava denecek bir maaşa yani harçlığa kalfa ve usta yetiştirilirken şimdi üste para vererek kalfa ve usta yetiştiriyoruz. Bu konu ayrı bir konu. Ben esas sadede geleyim.

2012-2013 öğretim yılıyla birlikte imam hatiplerin orta kısmının da açılmasına imkan verildi. Diğer okul türlerinin önünde ortaokul açmalarının önünde bir engel yoktu ama ticaret ve endüstri mesleklerin bile orta kısmı açılmadı.

İmam hatip ortaokulları (İHO) ve imam hatip liseleri çok sayıda ve bol miktarda açıldı. İşte bu uyarıyı büyük harflerle yapma gereğini de o zaman duydum. Sadece yazmakla kalmadım. Eş, dost ve bulunduğum ortamlarda dile getirdim. Yapmayın. Bu kadar bu okulları açmayın. Hazır katsayı engeli de kalktığına göre bir yere makul sayıda bu okullardan açın. Kaliteyi yakalayın. Yerine yenisini açın. Her yere mantar biter gibi bu okullardan açarsanız, yarın bu okullar genel lise işlevi görür, her tip öğrenci buralarda okur, bu okullara leke getirecek öğrenciler mezun olur. Böyle olunca halkın gözünde bir yeri olan bu okulları ayağa düşürürsünüz. Çünkü bir şeyin sayısının çok olması, kaliteyi düşürür. Yapmayın dedim.

Hak verenler sessiz kaldı. Sesi gür çıkanlar ise "Bu adam ne diyor? Üstelik hafız, imam hatip mezunu. Bir de ilahiyatçı. İmam hatip sayısından şikayetçi. İmam hatip düşmanı bu" dediler.

Kısaca, bunların gözünde imam hatip düşmanı oldum. 

Geldiğimiz noktada daha aradan 20 yıl geçmedi. 13 yıl olmuş. Sayılı pek az imam hatip dışında çoğu imam hatiplerde istenen kalite yakalanmadı. Bazı İHL'ler öğrenci kaydı olmadığı için başka okul türüne dönüştürülmek zorunda kalındı. Kapatılmayan bazı İHL'lerde ise öğrenci sayısı her geçen yıl daha da düşmektedir. Proje ve sınavla öğrenci alan İHL'lerde mevcut sayısında bir sıkıntı yaşanmazken sınavsız öğrenci alan bazı İHL'lerde mevcut sorunu var.

Olacağı belliydi. O zamanlar sakalım yoktu ki onları ikna edebileyim. Hoş, şimdi de yok sakalım. 

Ne edelim ki biz buyuz. Yarını ve geleceği düşünmeden, bir şeyin önünü ve arkasını hesaba katmadan karar veriyoruz. Uygulamaya geçiyoruz. Sonuç ise malum.

Ah şu imam hatip düşmanları yok mu? 

4 Ekim 2025 Cumartesi

Kaza Değil, Bir Cinayet

Trafik kazası gördüm de 03.10.2025 Cuma günü öğle saatlerinde Konya Antalya çevre yolundaki trafik kazası gibisini görmedim.

Kazadan, oğlanın haber vermesiyle haberdar oldum.

Videoyu izleyince, oğlana, babam, trafik kazası değil, cinayet bu dedim.

Çünkü bildiğimiz trafik kazalarından biri değildi bu kaza.

Kurallara uygun bir şekilde kırmızı ışıkta duran bir sürücüye, arkadan süratli bir şekilde gelen araç, adeta öndeki aracı biçmiş.

Surat, aşırı surat falan çok masum kalır. Arkadaki canavar öyle bir hızla gelmiş ki o hızla öndeki araç un ufak olmuş.

Bu yolda bildiğim kadarıyla TEDES var ve hız sınırı da 70 olmalı. Ama bu aracın hızı ne 70 ne 80 ne 100 ne de 120 olmalı. Bu hızla değil bu yolda, otobanda bile gidilmez. Belli ki bu araç sürücüsü eğer cinnet geçirmediyse eğer sarhoş değilse eğer bir hastalık geçirmiyorsa eğer öndeki aracın sahibini taammüden öldürmeyi kafaya koymamışsa eğer aklı yerindeyse eğer intihara kalkışmadıysa, o yolda bu hızla gitmez. Bu hızla bir araca arkadan vurduğu takdirde bu kazadan kendisinin de sağ çıkamayacağını bilen biri olmalı. Belki intihara kalkıştı. Gerçi intihardan kişi kendine zarar verir. Burada ise başkasına zarar vermiş.

Hep belki ile konuşuyorum. Çünkü aracın hız sınırını bilmiyorum. Derdi neymiş de bu kadar hız yapıyormuş, bunu da bilmiyorum. Gördüğümü anlamaya çalışıyorum.

Kazaya daha doğrusu cinayete sebebiyet veren ise yaralı kurtulmuş. Ölmez de sağ kalırsa bu hızla derdinin ne olduğunu öğrenmiş olacağız.

Yalnız bir gerçek var ki bu anlamsız hız, birinin ölümüne sebebiyet verdi. 40 yaşında, iki çocuk babası bir öğretmen hayallerini geride bırakarak darı bekaya uçtu.

Cinayete sebebiyet verenin kim ve haletiruhiyesinin ne olduğunu bilemem. Belki de çok masum bir gerekçesi vardır. Yalnız ne kadar masum olursa olsun, bu hızın masumluğu olamaz. Eğer sağ kalır da mahkemeye çıkarsa, trafik kazasına sebebiyet vermekten değil, cinayetten yargılanmalı.

Çünkü bu ülkede adam öldürmekten ceza almamanın yolu, birini trafik kazasıyla ortadan kaldırmaktır. Üç beş ay yatar, ardından çıkar. O yüzden bu kişi taammüden cinayetle yargılanmalı. En ağır cezayı almalı ki hiç suçu olmayan bir masuma ve ailesine dünyayı dar ettiği gibi kendi hayatı da zindan olmalı. Müebbet almalı. Ölünceye kadar gün yüzü görmemeli.

Kinci ve intikamcı değilim. Ne ölen benim kardeşim ne de öldüren benim düşmanım. Her ikisini de tanımam. İsterim ki babasız kalan iki çocuğun baba acısı belki bu şekilde dinebilsin. Herkes işte şimdi adalet yerini buldu desin. Bundan sonra da kimsenin yaptığı yanına kâr kalmasın.

Arabaya binen, bir başkasının hayatını tehlikeye atacak ve başkasının hayatını yok edecek şekilde araba sürmesin. Kurallara uysun. Bu ülkede kurallara uyanın ve kırmızı ışıkta duranın, kurallara uyduğu için hayatı bu şekil heba olmasın. Kurallara uyumanın bedeli bu şekil ağır olmamalı. Kendi eliyle, bilinçli bir şekilde ölüme giden, ölüme giderken de peşine birini takanın yaptığı yanına kâr kalmasın, başkasının hayatını kaydıranın hayatı da kaysın, eden bulsun, eden çeksin.