Siyasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Siyasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Haziran 2025 Pazar

Radara Gel Radara!

Araban varsa şayet
Basacaksın tüm gaza, 
Atacaksın vitesi,
Yolların hakkını vereceksin. 

Allah devlete zeval vermesin. 
Ne güzel yol yapmış de. 
Allah ne verdiyse
Bastıkça basacaksın. 

Araban fazla yakarsa yaksın. 
Yolun hakkı basmaktır. 
Radara yakalanırsan yakalan. 
Çünkü devletin hakkı radardır. 

Bittikçe yakıtın, doldur deponu
Öde devlete ÖTV ve KDV'ni. 
Devlete görevimi yaptım deme, 
Radara da gir ki bütçe düzelsin. 

Radara girip ceza yedim diye üzülme. 
Çünkü yolun zekatı radar cezası,
Arabana basmak da arabanın zekatı. 
Unutma, ceza vatandaşlık görevidir. 

Bu cezalar sana yol, su olarak dönecek. 
Yeter ki sık sık radara gir, ceza ye. 
Çok ceza geldi deyip hayıflanma. 
Erken ödeme indiriminden yararlan. 

Devlet vatandaşına kumpas kurdu deme. 
Çünkü devlet asla ve kat'a kumpas kurmaz. 
Tüm bu cezalar senin güvenliğin içindir. 
Güvenliğini düşünenden de üçü, beşi esirgeme. 

Bu cezalar gelmeye devam ettikçe
Ver kendini şiir yazmaya. 
Varsın olmamış desinler şiirine, 
Çünkü dertler seni şair yapar. 

Sevsinler Bu Tür Demlenmeyi

Demlenmek denince, çayın renginin ve kokusunun suya geçmesi, çayın çökmesi ve dinlenmesi akla gelir.

Ayrıca pilav için piştikten sonra bir süre bekletilerek kıvamını bulması anlamında da kullanılır.

Argoda içki içmek demektir. Eksi sözlüğe göre Sivas yöresinde sigara içmeye de bu tabir kullanılıyormuş. Olgunlaşma anlamına da geliyor. İçki içip sarhoş olan için de demlenmiş deniyor.

Bir de 2023 Cumhurbaşkanlığı seçiminde bazılarını suçlamak için siyaseten demlenmek kullanıldı. Şimdilerde pek değil, hiç kullanılmıyor artık. Çünkü roller, bakış açısı ve zihniyet, daha doğrusu konjonktür değişti.

Neyse biz gelelim demlenmeye. Her ne kadar demlenmek denince, sigara, içki içmek ve sarhoş olmak akla gelse de de dendi mi bu toplumun aklına çayın demi gelir. Tavşan kanı gibi tabiri de kullanılır. Çayın dinlenmesi demektir.

Demlenen çay kişiyi dinlendirir, susuzluğu giderir, uykusunu açar, çoğu zaman da uykusunu kaçırır. Çayı bu şekil kıvamında içince içtikçe içeriz. Bir daha bir daha deriz. Çay bitince ya da yeterli içmenin ardından ziyade olsun deriz. Bir çaydanlık çayı içsek bile tekrar içesimiz gelir.

Bazımız imamın abdest suyu gibi açık çay içer bazımız normal deminde içer bazımız da tam dem içer. Tam dem içenler bir, iki, bilemedin üç bardakla yetinir.

Milli içeceğimiz olan çay konusunda millet olarak uzmanı. Hepimizin bildik söyleyecekleri vardır. Bu kadarla yetinip biraz da siyaseten demlenmeye gelelim.

Siyaseten demlenme, çayın demi ya da demlenme gibi müspet değil. Bu tür demlenme kimine göre hem kötü hem iyi. Bu tür demlenen bir başkası olursa, “Bak bak demleniyor. İyi demleniyorlar. Şunlara bakın ey millet” demek suretiyle onları hedef tahtasına koyuyor.

Başkasının demlenmesini ayıplayıp bunu oya tahvil edenler aradan fazla zaman geçmeden bir bakmışsın, ayıpladıklarını yapmaya başlıyorlar. Yani demleniyorlar. Akşam sabah birbirlerini ziyaret ediyor, birbirlerini övücü sözler söylüyorlar. Saygı ve sevgide kusur etmiyorlar, kırıcı olmuyorlar. Adeta kırk yıllık arkadaş gibi olup çıkıveriyorlar.

Burada, bu ikilemi gösterenlere ya da dün kara dediğine ak diyenlere, bu ne yaman çelişki demek lazım. Yaptığınızın hangisi doğru? Dünkü mü, bugünkü mü? Sizin kaç yüzünüz var demeli? Öyle ya bu işi başkası yaparken kötü, kendileri yaparken iyi.

Bu durum, sigara içen babanın oğluna, “Sigara içtiğini görmeyeyim” demesine benzer. Oğluna yasaklıyor ama kendisi içiyor. Çünkü haspaya yakışır. Öyle ya oğlan demlenmeyecek ama kendisi demlenecek. Kendisine caiz ama evladına caiz değil.

Sevsinler bu tür anlayışı, bu tür demlenmeyi...

7 Haziran 2025 Cumartesi

GSM Operatörleri Bildiğiniz Gibi

GSM operatörlerini sormayın. Zira bildiğiniz gibi. Bir istikrar abidesi olarak bir arpa boyu yol almadan gerisin geriye patinaj yapmak suretiyle yerlerinde saymaya devam ediyorlar. Kendilerini geliştirme ve değiştirme gibi bir dertleri yok. Müşteri memnuniyeti ise zaten lügatlerinde olmaz.

Haksızlık yapmayayım. Mevcut müşteriden esirgedikleri memnuniyeti yeni hat alandan ve hattını taşıyandan esirgemiyorlar. Gören de operatörden ziyade yeni hat satma ve hat taşıma görevleri var sanır. Ama öyle. Çünkü GSM operatörlerinin hizmette sınır tanımadığı tek hizmetleri bu. Hepsi tıpkısının, aynısının ta kendisi. İsimleri farklı olsa da yok aslında birbirimizden farkımız modundalar. Yine her depremde alt yapıları çökme yönünden de birbirlerini aratmazlar.

Ne demek istediğimi anladınız ise de yine de kısaca değinmek isterim. Taahhüdü biten eski müşterilerine ne kadar indirim yapıyoruz deseler de yüksek fiyat çekiyorlar. Hattını taşımak isteyenlere de kampanya adı altında düşük ücret veriyorlar. İşleri, güçleri hat taşımak. Nedense "Biz önce mevcut müşterimizi memnun edelim. Onlar vefalı. Onlara normal fiyat verelim. Eski müşteriyi koruyalım. Ardından yeni müşteri gelsin" düşünceleri hiç olmadı.

Hattını taşıyacak yeni müşteriye kolaylık sağlarlarken eski müşteriye sundukları teklifle zorluk üstüne zorluk çıkartıyorlar. Adeta yersen bu. Yemezsen güle güle. Pek de lazım değilsin. Sen bizi beğenmezsin ama elimizi sallasak ellisi" dercesine kapıyı gösteriyorlar.

İstenmediğim yerde durmam. Başka bir GSM'ye geçeyim diyorsun. Taahhüt sürenin bitmesini bekliyorsun. Taahhüdün bitmesine kaç gün kala geçersem, cayma bedeli ödemem diye bir bayiye soruyorsun. "4 gün kala" dedi adı Kadir olan görevli. Delikanlı, emin misin? Beni yakma diyorsun. "Yok amca. İçin rahat olsun" diyerek seni rahatlatıyor. İyi, dört gün kala geçeyim diyorsun. Yeni bir operatör bayiine giderken gördüğün mevcut hat bayii gözüne ilişiyor. Bir de buraya sorayım. Garanti olsun diyorsun. Kızım, taahhüt sürem, 9'unda sona eriyor. Mobil şubede dört gün kaldı bitime yazıyor. Başka bir operatöre geçiş için başvurursam, ceza yer miyim diyorsun. "Amca, bizde sizin faturanız gözükmüyor. Yalnız ceza çıkabilir. En iyisi müşteri hizmetlerini arayarak doğrusunu öğren" diyor.

Haliyle kafan karışıyor. Arayayım bari diyorsun. Aramaya arıyorsun ama müşteri hizmetlerine bağlanmak mesele. Sana otomatik olarak sayıyorlar. Sen de dinliyorsun ve ne zaman sadede gelecekler diye bekliyorsun. İşlem yapmadınız diyor. Sadra şifa bir şey söylemediniz ki işlem yapayım. İstediğim müşteri hizmetleri. Ona da bir türlü sıra gelmiyor.

Nihayet müşteri hizmetlerini telaffuz ediyor. Tuşlayınca müşteri hizmetlerine bağlanacaksınız diyor. Ama gel de bağlan. Onca işinin arasında müzik dinliyorsun. TC numaranı giriyorsun. Gün, ay, yıl olarak doğum gününü istiyorlar. Ardından "Annenizin baş harfini söylemek için ilk harfi kodlayın diyor. Yani A ile başlıyorsa soyadı, Adana diye kodlatıyor. Çankırı diyorsun, o ise Çanakkale aşığı çıkıyor. Çanakkale'nin "Ç"si teyidi yapıyor. Derdini anlatıyorsun. Seni taahhüt birimine aktarıyor. Bu arada yine bekletiliyorsun müzik eşliğinde. Taahhüt birimi ise "9'unda gece 00.00 itibariyle fatura kesilir. O zamana kadar GSM değiştirdiğin takdirde cayma bedeli ödersiniz" diyor. Gece 00.00'da başka GSM'ye nasıl geçebilirim" diyorsun. "Birkaç gün sonra geçebilirsiniz. Sadece kullanmanıza bağlı olarak taahhütsüz fiyattan cüzi bir miktar ücret ödersiniz" diyor. İyi de ben ne anladım bu işten diyorsun. "Durum böyle" diyor. Ardından "Efendim, niye GSM değiştirmek istiyorsunuz" sorusuna, doğru dürüst telefon konuşmam yok. İnterneti ise fazla kullanmıyorum. Sizin taahhüt sonrası verdiğiniz rakamlar yüksek. Nedense kendi müşterinizden indirimi esirgiyorsunuz. Başka GSM'ler de aynı sizin yaptığınızı yapıyor. Kısaca onların kampanyaları daha cazip. Sizin bana önerebileceğiniz bir teklifiniz var mı dedim. "Beyefendi! Telefon ve İnterneti fazla kullanmadığınız görülüyor. Haklısınız. Niye fazla ödeyeceksiniz? Başka GSM'ye geçmektense bizde faturasız uygun kampanyalar var. İsterseniz, arkadaşlar teklif versin. Sizi o birime aktarayım" diyor. İyi olur dedim. Yine müzik ve bekleme. Sonrasında bir kızımız muhatabım oldu. Ona, 9'unda taahhüdüm bitiyor. Şu anda faturasıza geçersem cayma bedeli alınıyor mu dedim. "Evet alınıyor" dedi. İyi de başka bir operatöre geçmiyorum. Yine sizde kalıyorum dedim ise de "Efendim, sözünüzde durmamış olacağınızdan yine cayma bedeli alınır" demez mi. Peki, ayın 9'u kurban bayramının 4. gününe tekabül ediyor. Resmi tatilde faturasıza geçmek için muhatap bulabilecek miyim diyorsun. "Elbette bulursunuz. Bizi arayabilirsiniz" dedi. Sonrasında herhangi bir işlem yapmadan iyi günler diyerek telefonları karşılıklı olarak sonlandırıyorsunuz.

Bir sonuç alamadığım, bekleme, müzik, kampanyaları dinleme, şunun için buna, bunun için şu rakama basma, üç ayrı birimin temsilcisi ile görüşme toplamı, 19 dakika 22 saniye sürmüş.

Sözün özü taahhüdümün sonuna kadar beklemezsen, cayma bedeli çıkacak. Taahhüt bitimi başka bir GSM'ye veya mevcut operatörümün faturasına geçersem cüzi bir miktar ödeme yapacağım. Yani rahat durmadığım için her halükarda operatörüm benden para alacak. Taahhüt bitimi son faturanın 00.00'da bitimi ile birlikte gece gece faturasıza geçeceğim diye müşteri hizmetlerine bağlansam, "Amca, sabahı bekleyemedin mi? Gece gece yatamadın mı” cevabı alırsam hiç şaşırmayacağım.

Kısaca faturalı hattın mı var. Derdin var. Çıkmak istiyorsun, çıkamıyorsun. Çünkü cayma bedeli var deniyor. Kalayım diyorsun, yüksek fatura öneriliyor. Faturasıza geçeyim desem, bu da sözümde durmama anlamına geliyormuş.

Bu durumda en iyisi bir daha faturalı olmamak. Paketini peşin ödersin. Başka GSM'ye geçersen de "Sakın ha cayma bedeli ödersin" tehdidi olmaz. Bakalım günler ne gösterecek.

Yalnız GSM operatörlerine elini kaptırdın mı kurtulamıyorsun. Beni bırak diyorsun. Ne mümkün. Ben sizi bırakıyorum desen, onlar seni bırakmıyor. Hırsız misali. Hani oğul hırsızı yakalamış. Baba, buraya getir demiş. Ama hırsız gelmiyor demiş oğul babasına. O zaman bırak gitsin demiş baba. Gitmiyor demiş evlat. O hesap ne seni kendi haline bırakıyor ne de kendisi çekip gidiyor.

Yazım uzadı biliyorum. Ama kısa kısa birkaç hususa daha değinmek isterim. GSM operatörleri kayıt altına aldıkları görüşmelerde güvenlik için anamın kılık soyadını sormaktan hiç vazgeçmedi. Varsa yoksa anamın kızlık soyadı. Anam öldü gitti. Ama kızlık soyadı baki. Bayatladı artık bu kızlık soyadı. Büyüyün ve geliştirin kendinizi. Anamı da bu işe karıştırmayın. Bırakın da anam mezarında rahat uyusun. Bir de bu soru eskiden bir anlam ifade ederdi. Çünkü adınlar evlendikleri zaman ailesinin soyadını almazlardı. Şimdi kocasının soyadı ile birlikte aile soyadını da alenen kullanıyor kadınlar. Buna rağmen kılık soyadı güvenlik yönünden bir anlam ifade etmiyor.

Hülasa GSM operatörleri kırk dereden su getirme yönüyle büyümek istemeyen küçük esnaflara çok benziyor. Bu tür küçük esnafın küçük kalmasında çoğunun müşteri memnuniyetini esas almaması yatıyor. Hani küçük esnaf dükkanının görünür yerine "Satılan mal geri alınmaz, değiştirilmez" yazdırıp asar ya. bizim GSM operatörleri de öyle.

Büyüyüp gelişmek istemeyen bizim GSM operatörleri, küçük esnaf olarak kalmaya devam edecek. Ne diyeyim, Allah topunu bildiği gibi yapsın.

4 Haziran 2025 Çarşamba

İyi ki Belediye Başkanı Olmamışım

Bir zaman nerede bir koltuk boşalmışsa talip oldum. Daha doğrusu atladım. Zaman zaman belediye başkanı da oldum.

Oldum demiş isem sahiden değil. Kendimi darı ambarında görür, bir adaylık teklifi gelirse, millet başkanlık nasılmış, nasıl hizmet yapılırmış görsün derdim.

Ama hiç adaylık teklifi almadım. Haliyle nasip olmadı. Kendi kendime gelin güvey olmuş oldum.

Şimdi düşünüyorum da iyi ki belediye başkanı olmamışım. Allah beni büyük tehlikeden korumuş diyorum.

Niye derseniz? Anlatayım efendim.

Malumunuz bir kesere sap olma, bir koltuğa oturma arzusu, sevda derecesinde bende. Benden iyisini mi bulacaklar, ben milleti hizmete boğarım. Zira vizyon var, misyon var, dürüstlük zaten istemediğiniz kadar dedim durdum.

Diyelim ki belediye başkanı oldum. Benim dürüstlüğüm bitecekti. Nereden biliyorsun demeyin. Çünkü benim dürüstlüğüm elimde imkan olmadığından yani yokluktan. Elime imkan geçse anasını ağlatırım dürüstlüğün. Dürüstlüğün 'd' si kalmazdı bende. Çünkü makam kadar debdebe ve şatafata, dünya dolusu olsa da mal, mülk ve servet edinmeye karşı aşırı tamahkarlığım var. Bakmayın gözü tok göründüğüme. Bu görüntüm, ciğere ulaşamayan kedinin ete murdar demesinden başka bir şey değil.

Belediye başkanı olduktan sonra daha fazla mal edinmek için kirli işlere girişecektim. Ben böyle yaparken devletin eli armut toplamayacaktı elbet. Bir sıçarken, iki sıçrarken bir sabah bakmışsın, bir kaçıncı dalga operasyonu ile ellerim kelepçeli bir şekilde önce gözaltı, nezarete alınma, ardından tutukluluk halinin devamı... Yani içerideydim.

Böyle derken müneccim olduğumu sanmayın. Zira ben kendimi biliyorum. Dalga dalga gelen operasyonlar beni de bulacaktı. Ondan sonra da iddianame hazırlanıncaya kadar içerideyim. Artık yargılama ne zaman biterse. Güneş yüzü görmeyecektim anlayacağınız.

Bu aşamada basın hakkımda neler yazacaktı neler... Belki de "Bir de ilahiyatçı. Adam malı götürmüş. Boşuna dememiş atalarımız, kıyamet hacı ile hocadan kopacak diye. Adam bize vermiş talkını, kendi yemiş salkımı" yazacaklardı.

Şimdi düşünüyorum da belediye başkanı olmadığım için kendimi şanslı hissediyorum ve verilmiş sadakam varmış diyorum.

Aman belediye başkanlığı sizin ve başkasının olsun. Bu halimden memnunum. Belediye başkanı olanlar düşünsün. Bir de operasyonda sıra bana ne zaman gelecek diyenler düşünsün.

Allah Arapları Bildiği gibi Yapsın!

Petrol ve doğal gaz gibi yeraltı kaynaklarının dışında, dünyaya verebildikleri bir katma değeri olmayan Ortadoğu'daki Arap ülkelerinin hanedanları, lüks ve şatafat içerisinde bir hayat sürüyorlar. Nasılsa para gani. Toprağın altı verdikçe veriyor.

Bu zenginlikten halkları da nasiplense gam yemeyeceğim. Belki de çoğunun halkı yiyecek ekmeğe muhtaçtır.

Petrol ve doğal gaz zengini bu Arap kralları bu devasa serveti ne yapıyorlar?

Afrika'da açlıktan kırılan insanlara mı yardım ediyorlar? Sanmıyorum. Yardım yapıyorlarsa da devede kulak misalidir.

Yıllardır kanayan yara Filistin'in elinden mi tutuyorlar? Yerle bir olmuş Gazze'yi imar için seferber mi oluyorlar? Hiç sanmıyorum. Servetlerinin zekatlarını bile verseler Filistin ve Gazze'yi imar ederler. Verseler verseler dilenciye sadaka misali sadaka verirler. Bunu da dostlar alışverişte görsün diye yaparlar. Arap ülke liderlerinin Filistin ve Gazze diye bir dertlerinin olduğuna inanmıyorum. Bugün Filistin ve Gazze yok olsa, buralarda tek Filistinli kalmasa, vah diyeceklerini sanmıyorum. Belki de oh be kurtulduk deyip zil takar oynarlar. Bitmiş, tükenmiş Suriye’yi yeniden imar mı ediyorlar? Güldürmeyin beni.

Peki, dünya zengini bu Arap ülke liderleri bu devasa bütçeyi nereye harcıyorlar? Çünkü ne kadar lüks ve debdebeli hayat sürseler de petrol ve doğal gaz geliri harca harca bitmez.

Zenginin parası züğürdün çenesini yorar misali ben de biraz kafa yorayım. Sahi dudak uçuklatan bu serveti Araplar ne yapıyorlar?

Her işi bitirdiler, yapacak hiçbir işleri kalmadı. Başta Müslümanlar olmak üzere dünyada aç ve sefil hiçbir insan bırakmadılar. Hala da paraları olduğuna göre Araplar, futbol endüstrisine yaptırım yapıyorlar. Petrol ve doğal gaz dışında her şeyleri ithal olan bu Araplar futbolcu da ithal ediyorlar. Hem de futbolunun sonuna gelmiş, uzatmalara oynayan nerede ünlü futbolcu varsa, dünyanın parasını ve servetini vererek onları transfer ediyorlar. Başka kulüplerin verdiğinin üç, beş, on katı fark etmiyor onlar için. Yeter ki gelsin. Yönünü ülkelerine dönmeyecek futbolculara öyle uçuk kaçık transfer ücreti veriyorlar ki futbolcular da jübilesine bir kala Arap topraklarına ayak basıyor. İki, üç sene dişimi sıkar, paraya para demem, bir ömür yerim, harca harca bitmez diyorlar.

Bu kadar ünlü futbolcuyu transfer edip dünyanın parasını veren bu Arap kulüplerini gören de bunlar Şampiyonlar ligine katılacak sanır. Adamların tek derdi Asya kupasına katılmak.

Hayırsız evladın baba parasını bu şekil çarçur etmesi dışında geriye kalan serveti başka ne yapıyorlar derseniz, yolda görse yüzüne bakmaz efendileri topraklarına bir bastı. Trilyonca dolarları ticari anlaşma adı altında Trump'a hediye ettiler. Yani borç batağındaki ABD'yi kurtarmak için el verdiler. Ne de olsa din kardeşleri zorda kalmış. Ayaklarına kadar şeref vermiş. Vermeyip de ne yapacaklar? Yeter ki Trump'ın hışmına uğramasınlar. Yere ki Trump bunların ülkelerine gelerek bunların yüzüne baksın. Bir bakışa ülkelerini bile verirler. Ne de olsa varlık sebebi efendilerini memnun etmek birinci vazifeleridir.

Verdiğim bu iki örnek bile Arap ülke hanedanlarının nasıl bir haletiruhiye içinde olduklarını, neyi dert edindiklerini bariz bir şekilde ortaya koyar. Öyle ya insanın kalitesi, nasıl kazandığıyla değil, nasıl ve nereye harcadığından belli olurmuş. Bunların kalitesi de bu.

Ne diyeyim? Allah bildiği gibi yapsın bu sömürge valilerini ve kral görünümlü köleleri...

3 Haziran 2025 Salı

Rolünü İyi Oynayan Artist ve Aktrisler

Sinema oyuncularından erkek olanına artist, kadın olanına aktris dendiğini biliyoruz.

Kadın olsun, erkek olsun hepsi olmasa da sanatçıların içinde rolünü iyi oynayanlar var. Sanki günlük hayatta olduğu gibi rolleri sahicidir.

İster iyi rolde oynasın ister kötü rolde. Bu tip sanatçıların izleyicisi de çoktur. Ne de olsa sahicilik ve doğallığa susamış bir toplumuz. Yalnız büyük çoğunluğunun sanat adına yaptığı ise sahicilikten uzak. Rolleri adeta sırıtmakta.

Sahicilik ve doğallık sadece sinemada değil, gündelik hayatta da insanlar nezdinde aranan bir davranıştır. "Neyse o. İçi, dışı bir" denir.

Şu var ki rolü sırıtsa da sahici olsa da sinema ve filmde rol alan sanatçılar, senaristin verdiği rolü oynar. Ayrıca kendinden bir şey katmaz.

Sinema dışında gazeteci, siyasetçi vs. alanlarda da kitleleri etkilemeye yönelik proje insanlar istihdam edilir. Yeter ki kitleleri etkileme ve onların desteğini alma murat edilsin. Kimi yabancı istihbaratlar adına çalışır kimi başka devlet adına çalışır kimi derin devlet adına çalışır kimi üst akıl adına kimi de dünyaya yön veren üç beş para babası adına. Bunların yabancıdan farkı, senin dilini konuşması, senin örf adet ve kültürünü yaşaması, senin dinine inanması gibi hususlardır. Bunlar konuşunca tam seni temsil ettiğine inanırsın. "Düşündüklerimi ifade etti, duygularıma tercüman oldu" dersin. O kadar sahici olurlar ki "bizden biri" diyorsun. Güveniyorsun da güveniyorsun. Hem de babandan daha fazla. Sevgide de öyle.

Bir misyon ya da proje olan kimselerin yaptığı da sinema sanatçılarının oynadığı rolden farksızdır. Çünkü adı üzerinde proje bunlar. Yani ihale bunlara verilmiştir.

Bu tip proje insanlar özel yetiştirilir. Tam kıvamına geldikten sonra piyasaya sürülür.

Proje kişiler de verilen rolü yerine getirmek için rolünü sahici oynar. Çünkü kitleleri ikna etmesi gerekir. Bu tip proje insanlar görevini yaptığı, başarılı olduğu ve senaristin verdiği görevi bihakkın yerine getirdiği müddetçe görevine devam eder. Bu görev başkasına ihale edilmez. Şayet böyle değilse, kitleleri etkilemekten uzak bir profil çizdiği için proje, bu işi daha iyi yapacak bir başkasına verilir.

Proje insanlar hep sureti haktan görünür. Hizmet anlayışını ön plana çıkarır. "Kendi adıma bir şey istiyorsam namerdim. Size hizmet için varım" mesajını verir kitlelere.

Proje tipler insanlara bu güveni verdikten, kendisini sevdirdikten ve bulunmaz Hint kumaşı olarak kendisini pazarladıktan sonra kim tutar onları? Başarıdan başarıya koşarlar. Bu başarıda da yalnız değillerdir. Çünkü basın, medya ve TV aracılığıyla desteklenirler. Daha doğrusu pazarlanırlar. Çoğu zaman da algılar oluşturulur. Çünkü kitleleri etkilemede olgudan ziyade algılar etkilidir. Algılar olgu gibi gösterilir. Çünkü algılar daima olgulara galip gelir. 

Proje tipler bu senaryo gereği rolünü oynarken zikzak çizebilir, bugün ak dediğine yarın kara diyebilir, sık sık 'U' dönüşü yapabilir. Hiç problem değil. Çünkü zinde güçlerin verdiği rolü oynuyor. Tıpkı sanatçının sinemada iyi ya da kötü rolünü oynadığı gibi. Zaman zaman olumsuzluk da yaşayabilir. Her olumsuzluğu fırsata çevirmede mahirdirler.

Kısaca, başkası adına rol üstlenenlerin, kitlelerin bilmediği gizli bir ajandası vardır. Ajandasında ne varsa onu oynar. Aktör gibi gözükür ama aslında birer figürandırlar. Sinema ve filmdeki roller bir oyun gereği ise gerçek hayatta kitleleri etkilemede rol alanlar da oyunlarını oynuyorlar. Bu oyunlara alet olan, bu aktör görünen figüranlara ikna olmuş ve inanmış kitleler de bu oyunun devamını sağlayan, onların değirmenine su taşıyan birer figürandır dense herhalde abartmış olmam. Çünkü bize biçilen rol budur.

Hepimize iyi oyunlar, iyi seyirler, iyi roller. Zira ötesine aklımız ermez.

Trafik Cezalarında Rekor Artış

Bugünlerde trafik cezalarını vatandaş daha fazla dillendirir oldu. Yediği cezanın ardından burnundan soluyarak gelen sürücü, "Şu kadar ceza yemişim" der demez, yanındakiler durur mu? "Sana yine iyi gelmiş. Bana bu kadar geldi" diyor.

Kimi hızdan kimi kemerden kimi telefonla konuşmaktan kimi yanlış yere aracı park etmekten kimi kırmızı ışıkta geçmekten. Cezaların çoğu hızdan. Görünen o ki araba sürüp de ceza yemeyen yok gibi.

Eskiden de insanımız kural ihlalinden trafik cezası yerdi ama bu kadar fazla değildi. Belli ki kontroller daha da artmış. Hem de öyle böyle değil. Şayet doğru ise şu veri bile trafik cezalarındaki artışı ortaya koyuyor:

2024 yılında kesilen trafik cezası toplamı, 43,6 milyar iken 2025 yılının Ocak-Nisan arası dört ayda kesilen ceza toplamı ise 53,5 milyar Türk lirası. Halbuki 2025 yılı trafik cezası toplam hedefi 55 milyar olarak belirlenmiş idi. Dört ayda hedefe ulaşılmışsa geriye kalan 8 ayda kesilen ceza miktarı ne kadar olur? Takdirlerinize bırakıyorum.

Trafik ihlalinden cezayı anlarım da bir sonraki yılın hedefini anlamış değilim. Çünkü sürücü kurala uymamışsa ceza yemeli. Az oldu, çok oldu denmemeli. Hedef koymak neymiş. Hedef konduğuna göre çoğu sürücünün "Trafik cezalarıyla bütçe açığı karşılanıyor" tespiti doğru o zaman.

Devlet hedef koymalı. Hedefine ulaşmak için azami gayret sarf etmeli. Ama bu hedef trafik cezalarında olmamalı. Çünkü bir sonraki yılın trafik ceza hedefi, doğmamış çocuğa don biçmek gibidir. Bunun ise ciddiyetle bir alakası olamaz. Trafik cezası olsa olsa hesap edilmeyen ekstra bir gelir olur. Bunun da hesabı yapılmaz.

Trafik kurallarına uymayanlara, trafikte tehlike saçanlara, vatandaşın hayatını tehlikeye atanlara devlet elbette ceza yazmalı. Yalnız bu cezalar yıllık planlanan hedefi tutturmak için olmamalı. Devlet bunun için ceza yazdırıyor demiyorum ama vatandaştaki kanaat böyle.

Cezalarda süreklilik olmalı. Bir yoldan geçen kural ihlali yapan her sürücü ceza yemeli. Yenen ceza sadece o anki denetimle sınırlı olmamalı.

TEDES türü ölçümleri uygun görüyorum. Yalnız bir yola belli süreliğine geçici radar koymayı uygun görmüyorum. Radarın sote yere konması da pek iyi niyetle bağdaşmıyor. Kumpas gibi geliyor bana. Geçici radarı hiç anlamış değilim. Geçici radar konmasını hedefi tutturmak için trafik polisini işe göndermek olarak görüyorum. O kadar polise değişik yerlerde radar kontrolü yaptırmaktansa yollar TEDES ve mobese gibi ölçümlerle donatılmalı.

Bir diğer husus, şehir içinde her yolun ayrı bir hız sınırı olmalı. Şehir içinde otoban gibi yol yapıp azami hız sınırını 50-60 olarak sınırlamak yolun hakkını vermemek demektir. Eğer bir yol yaya ve sürücü hayatını tehlikeye atmıyorsa pekala hız limiti yükseltilmeli.

Bugünlerde hız kesmeden vites yükseltilerek kesilen yüksek trafik cezalarından sürücü muzdarip iken ve bundan dert yanarken turpun büyüğünün heybede olduğunu söylemeliyim. Çünkü Karayolları Trafik Kanununda yapılan değişiklik Meclisten geçerse yeni cezalar çok cep yakacak.

2 Haziran 2025 Pazartesi

Bazı Meallere Yasak Gelebilir mi?

Torba yasada yapılan değişiklikle Diyanet İşler Başkanlığına yeni görev verildi.

Kanunun verdiği yetkiye dayanarak Diyanet, yazılan mealler hakkında, özel kişi ve kurumların talebi üzerine ya da Başkanlık olarak resen inceleme başlatabilecek veya başkasına incelettirebilecek. Eğer bir mealin İslam dininin temel niteliklerine aykırı olduğu kurul tarafından tespit edilirse, Başkanlık mahkemeye müracaat etmek suretiyle mealin yasaklanmasını, toplanmasını, imha edilmesini, şayet meal dijital ortamda ise yayının durdurulmasını isteyebilecek.

Meal sahibi mahkemeye 15 gün içinde itiraz edebilecek. Ama bu itiraz mealin toplanmasını engellemeyecek.

Bazılarımız meallerin Diyanet tarafından incelenmesini savunabilir ise de bu torba yasa ile yapılan değişikliği ben yasakçı zihniyet olarak görürüm. İslam'ın temel nitelikleri ifadesi sübjektiftir. Bunun sonucunda birçok meale yasak getirilebilir. Çünkü bizler mealden ziyade mealin kim tarafından yazıldığına bakarız. Kişiye ya da kişinin İslami görüşü içimize sinmiyorsa pekala onun mealini de sakıncalı görebiliyoruz. Bir görüşünden dolayı kişiyi İslam dairesinden çıkarabiliyoruz.

Yol yakınken Meclisten geçen bu yasa değişikliğine neşter vurmada fayda var. Değilse meal yasağı ile anılır bu ülke. Üstelik meal yasağının kimseye ve bu ülkeye faydası olmaz. Ayrıca yasakların cezbedici yönü vardır. İnsanımız yasaklanan meali elde edip okumak bile ister.

Meal yasağından ziyade İslam'ın ve toplumun hoşgörüsü ve özgürlük ön planda tutulmalı.

Ki mealler Kur'an'ın aslı değildir. Tercümesidir. Hiçbir meal de Kur'an'ı yerini tutamaz. Mealdeki yanlışlık yazarı bağlar.

İnsanımız meal okuyacaksa rastgele meal alıp okumaz. Bilene sorup hangisini alayım diye danışır.

Çoğu insanımız da tek meal ile yetinmez. Bir ayetin anlamını farklı meallere bakarak test eder. Bu yönüyle çok sayıdaki meali zenginlik olarak görmek gerekir.

Diyanet yine mealler incelesin, inceletsin. Yanlışlıklar varsa meal sahibini ve kamuoyunu bilgilendirsin. "Bu mealin şurasına, burasına, şu kısmına katılmıyoruz. Bu meali tavsiye etmiyoruz. Buradaki yanlışlık veya görüş meal sahibi bağlar" desin. Meal sahibini yanlışından dönmek için ikna edici bir yol ve üslup kullanılsın.

Diyanetin bir başka yapacağı, mealin yanında orijinal sayfaya da yer verilmesini sağlamak olmalı. Ötesi, dediğim gibi yasakçı zihniyettir, işgüzarlıktır.

GS ve FETÖ

Başlığı görünce yine mi maç. Bu kadar maçlara ve kulüplere ilgin nereden denebilir.

Maçlara gidip maç izleyen biri değilim. Zaman zaman hangi takım şampiyon oldu, hangileri küme düştü hangileri Süper lige yükseldi diye takip ederim. Aynı şekilde bazı takımların maç sonuçlarını da merak ederim. Futbola dair tüm ilgim bundan ibaret. Ha bu demek değildir ki hiç maç izlemem. Milli maç, takımlarımızın UEFA ve Şampiyonlar ligi maçlarını fırsat bulursam izlerim. İzlerken de çoğu zaman yazı yazdığım olur.

Zaman zaman FB teknik direktörü Mourinho ile ilgili yazdım. Mourinho'yu teknik direktörlüğünden ziyade hal ve hareketleri, yenilgiye dair ürettiği mazeret ve gerekçeleri aynı şekilde suçlayıcı konuşmaları dolayısıyla ele aldım. Çünkü psikolojisi ve kafa yapısı normal değil. Bu durumu, futboldan ziyade ahlaki ve toplumsal bir sorun gördüğümden dolayıdır.
Bu yazımda da Galatasaray'dan bahsedeceğim. Maçlarından, şampiyonluğundan, 25.şampiyonluğu ile birlikte 5.yıldızı takmasından bahsetmeyeceğim. Bazı kişilerin ne zaman GS ismi geçse, GS'nin ne zaman bir başarılı durumu ortaya çıksa, GS ile ilgili "FETÖ destekçisi kulüp, FETÖ ile anılıyor. GS'yi bu yüzden sevmiyorum" türünden bu kulübe suç isnat etmesini, daha doğrusu suç isnadından ziyade Galatasaray'ı FETÖ ile anarak bir algı oluşturmaya çalışmasını ele alacağım.

Ki bu durum yani FETÖ isnadı, sadece Galatasaray için değil, çoğu kişi, zümre ve kuruluşlar için bu ülkede bazı kişiler tarafından yapılıyor. Ne de olsa günümüzde geçer akçe, kişi ve camiaları elde delil ve belge olmadan yaftalamak. Çamur atıp iz bırakmak.

GS niçin FETÖ ile anılıyor? 2000'li yıllardaki bazı GS futbolcularının o zamanlarda "Hizmet Hareketi" diye bilinen yapı ile anılması. Yapıya dair bazı kişilerle futbolcuların fotoğraflarının olması, futbolculardan bazılarının bu hareketin sohbet ve toplantılarına katılması. İşin garibi adı geçen futbolcuların GS ile kontratları biteli kaç yıllar olmuş. Üstelik kulüpler futbolcuların özel mülki değil. Transfer edilen futbolcu topunu oynar. Sözleşmesi bitince ya uzatılır ya da uzatılmaz. Kulüple bağı kesilir. Uzun süre o kulüpte top koşturmuşsa ayrılsa bile o kulüple ismi anılır. Hepsi bundan ibaret.

Ki 2000'li yıllarda "Hizmet Hareketi ile iletişime geçmeyen kişi, grup ve camiaların sayısı bir elin parmaklarını geçmez. Kişileri bu yapı ile hiç bağı olmasa bile bu hareketin mensupları kişilerle iletişim kurabiliyor. Bu yönüyle FETÖ'nün girmediği, iletişime geçmediği kesim yoktur. Çünkü 90'lı yıllarda bu hareket nerede bir başarı ve başarılı kişiler varsa onları yanlarına çekmek için bir şekilde onlara yaklaşmıştır. Kısaca bir zaman nerede bir başarı varsa FETÖ mensupları oradaydı.

Bugün var yarın yok futbolcuların dışında, kulübün başkanı ya da yönetim kurulundan biri veya birkaçı bu yapı ile organik ya da inorganik bağ kurmuş olabilir. Bu bile o kulübü FETÖ'cü ilan etmeye yetmez. Çünkü kulüp yönetim kurulu üyeleri ve başkanları da bugün var yarın yok. Üstelik kurum, kuruluş, camia ve kulüpleri değil, kişileri suçlamak lazım.

Durum bu iken üç beş, bilemedin yedi futbolcudan dolayı GS'yi FETÖ destekçisi ilan etmek hiç hakkaniyete sığmaz. Bu kolaycı yol ve yöntemleri hala bırakmanın zamanı gelmedi mi? Ne zaman bizler işin kolaycılığına kaçmayı terk edeceğiz?

Bırakalım da kimin ya da hangi kulübün FETÖ'cü olduğuna devlet ve ilgili kurum ve kuruluşları karar versin. Eğer birileri bu yapının üyesi ise devlet yakasına yapışsın. Elde böyle bir mahkeme kararı olmadan kişi ve kulüpleri töhmet altında bırakmaktan vazgeçelim. Kimsenin başkasının itibarını sarsmaya, başarısını gölgelemeye hakkı yoktur.

Devlet, bir taraftan FETÖ ve diğer terör örgütleri ile mücadele ederken aynı zamanda elinde delil ve belge olmadan; kişi, kurum, kuruluş ve kulüplere bu şekil isnatta bulunanlara da niye iftira atıyorsun? Elinde belge varsa göster diyerek yakasına yapışmalı ve hesap sormalı. Birileri hesap vermeli ki olur olmaz kimseye çamur atmanın ne anlama geldiğini öğrenmeli, cezasını çekmeli. Bu iftiranın cezası da bu yolda gitmek isteyenlere ibret olmalı. 

Sıra Sıra Yardım Kuruluşları

Kayalıpark'tan geçtim kurban bayramı öncesi. Farklı yardım kuruluşları PTT'nin önü boyunca sıra sıra stant açmış. Sayısı dikkatimi çekince üşenmeyip saydım. 13 tane hepsi.

Hepsi kurban bağışı için buradalar. Öyle zannediyorum, hepsi hem yurtiçi bağış alıyorlar hem de yurtdışı. Yurtiçi ve yurtdışı kurban kesim bedelleri hepsinde de farklı farklı.

İçlerinde sadece Konya'ya hitap eden yerel yardım kuruluşu var mı bilmiyorum. Sanırım hepsi Türkiye çapında teşkilatlanmış durumda. Yurtiçi ve yurtdışı bağış aldıklarına göre Konya ve Türkiye dışına da hizmet veriyorlar.

Günlük ve toplamda ne kadar bağış topluyorlar bilmiyorum. Yalnız stantlarda görevli birer kişi dışında statlar genelde boş. Toplanan bağışların ne kadarı yurtiçi ne kadarı yurtdışı bunu da kestirmek mümkün değil. Fakat yurtiçi ve yurtdışı kurban bedelleri arasında uçurum olduğu göz önüne alınırsa zannedersem bağışçıların çoğunun tercihi yurtdışı olur.

Kayalıpark'ta açılan bu stantlar kurban bayramına mahsus. Bir de yine aynı mevkide Hacı Hasan Camisinin önünde sabahtan akşama hasta iki çocuk için açılmış iki ayrı stant var.

Tekrar kurban bağışı için açılmış yardım kuruluşu stantlarına gelirsek, sanırım yardım kuruluşlarının hepsi burada stant açmamış. Çünkü bildiğim kadarıyla Türkiye'de organize yardım kuruluşu bu sayıdan çok fazla.

Neyse biz gelelim sadede. Yukarıda bu yardım kuruluşlarının stantlarında pek kimseyi göremedim dedim. Çünkü yurtiçi ve yurtdışı kurban bağışında bulunacak insanımız bu işi standa gelip yapmaktan ziyade oturduğu yerden Iban aracılığı ile yapıyor. Ayrıca nakit bulundurmasına, standa gelmesine gerek kalmıyor. Bu durumda stantlar gereksiz. Belki tanıtım ve danışmanlık hizmeti yönüyle gerekli olabilir.

Bir diğer husus, yurtiçi kurban bedeli ile yurtdışı kurban bedeli arasındaki uçurum. Bu konuda daha önce yazdığım için burada bunun üzerinde durmayacağım.

Esas değinmek istediğim, ülkede yerel veya ulusal yardım kuruluş sayısının fazlalığı. Bence aynı amaca hizmet eden bu kadar yardım kuruluşu fazla.

Bir de her yardım kuruluşu hem yurtiçi hem yurtdışı kurban bedeli alıyor. Yurtiçi kurban bedelini anlıyorum. Ama her birinin yurtdışı organizasyonunu anlamış değilim. Çünkü yurtdışı organizasyonu zordur ve külfetlidir. Aynı zamanda maliyettir. Madem aynı amaca hizmet ediliyorsa, yardım kuruluşlarının aralarında ülke planlaması olmalı diye düşünüyorum. Pekala her bir yardım kuruluşu bir ülke ya da bölgede kesebilir. Mesela Afrika'daki kurban kesmek istiyorum diyen bir bağışçıya, yardım kuruluşu, o bölgede falan yardım kuruluşu kesiyor. Bağışınızı oraya yapabilirsiniz diyebilmeli. Yardım kuruluşları bunu kendi aralarında halledebilir. Buna devletin ilgili kurumu öncülük edebilir.

Bir diğer husus, gördüğüm kadarıyla tüm yardım kuruluşları genelde aynı tür hizmet veriyor. Pekala yardım kuruluşları daha dar bir alanda hizmet verebilir. Mesela, bir tanesi sadece öğrencilere burs verebilir. Bir tanesi sadece kurban işine bakabilir. Bir tanesi fakirlere yardım edebilir. Bir tanesi aşevi vasıtasıyla yemek dağıtabilir. Bu dediğimle istiyorum ki yardım kuruluşları belli bir hizmet alanında ihtisaslaşmalı. Yeni yardım kuruluşu kurulacaksa hangi alanda boşluk ve ihtiyaç varsa o alana yönelik kurulmalı. Kısaca her yardım kuruluşu her dalda oynamamalı.

Bu dediklerim için yardım kuruluşlarını planlayacak bir çatı kuruluşa ihtiyaç var. Buna da devletin öncülük etmesi gerekir.

Burada güven problemi akla gelebilir. Kişiler bir yardım kuruluşuna güveniyorken diğerine güvenmeyebilir. Aynı şekilde devletin ilgili kurumunun çatı rolü üstlenmesine de sıcak bakmayabilir. Bunlar şeffaflık, denetim, takip ve tedbir ile halledilebilir. Yeter ki bu iş dert edinilsin.

28 Mayıs 2025 Çarşamba

Bu Branş Her Yerde Olmak Zorunda mı?

Rehber öğretmenlerine yönelik bir seminere, online katılan bir rehber öğretmenin şöyle bir serzenişte bulunduğuna şahit oldum: "Branşı din kültürü imiş. Bize bilişim, bilgisayar üzerine seminer veriyor" dedi. Karşısında oturan bir bilişim öğretmenine, "Niye siz bu seminerleri vermiyorsunuz" diye sordu. Bilişim öğretmeni, "Bu iş bu branşa kaldı ise yandık" şeklinde cevap verdi.

Tüm bu konuşmayı ayakta dinleyen ben, branşıma sataşma var. Biz her yerdeyiz. Bu işlere ilk olarak okullarda bilgisayar laboratuvarından sorumlu formatör olarak başladık. Müdür yardımcısı olduk. Müdür başyardımcısı, müdürlük, ilçe ve il milli eğitim müdürlüğü geldi ardından. Benim gibi işe yaramayanları ve idarecilik istemeyenleri de aranıza öğretmen olarak gönderiyorlar dedim. Yanlarından ayrıldım.

Meslektaşlarım kusura bakmasın. Rehberlik ve bilişim öğretmeni serzenişlerinde haklıydı. Çünkü bizim branş sakinleri her yerde, her türlü seminerde, her çeşit koltuktalar. Diğer branşlar gibi okullarda idarecilik üstlenmeleri, şube müdürü ya da milli eğitim müdürü olmalarını çok dikkat çekmeyecek şekilde normal görürüm. Ama çoğunluğunun bu branş mensuplarından olması dikkat çekiyor.

Yine bu branş sahipleri, milli eğitim ve müftülüklerin dışında her türlü koltuktalar. Bir ara deprem önlemede de sorumlu birinin bu meslekten olduğu yazıldı çizildi. Aile sosyal politikalar müdürlüğünden tutun da her yerde bu branş sahipleri kısaca.

Bu branş sahipleri görevlerinden çok iyi anlıyor ve görevlerini çok iyi yapıyor da olabilir. Yalnız çoğu makamlarda bu branşta olan kimselerin kamuoyu nezdinde çok garip karşılandığı bir gerçek.

Kimsenin koltuk sahibi olmasında gözüm yok. İsteyen kişi ve branş sahibi istediği makamda görev yapsın. Ama görev alan bu branş sahipleri de içini doldurabileceği, altından kalkabileceği yakışan koltuklara talip olsalar fena olmaz. Mesela teknik ve donanım gerektiren bilişim formatörlüğünde, bilişim öğretmenleri varken görev almamalılar. Deprem görevinde hakeza.

Birileri bu branş sahiplerini bir göreve layık görse bile bu meslek erbabı, elinin tersiyle itebilmeli. Koyunun olduğu yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler misali Abdurrahman Çelebi olamam. Bu işin bir yakışanı var diyebilmeli.

Bir zamanlar buna dikkat edilirdi. Üçlü koalisyon zamanında memlekete gelmek için müdürlük sınavına girmiştim. En yüksek puanı almıştım. Bu puanla memleketimde bir ilçenin bir lise müdürlüğüne müracaat etmiştim. Bu müracaat sonrası iki arkadaş, gel şununla tanıştıralım diye işin bir sorumlusunun yanına beni götürmüşlerdi. O kişi, "Puanın çok iyi. Tüm şartların tutuyor. Tek dezavantajın branşın. Çünkü bakan, bu branş sahiplerinin idareciliğine pek sıcak bakmıyor" demişti. O zamanlar koalisyon gitmiş, tek başına iktidar gelmişti. Zamanın Bakan'ı da Hüseyin Çelik idi. (Müdürlüğe müracaat edenler arasından yazılı puanı en yüksek olan üç ya da altı aday arasından birini bakanlık atıyordu o yönetmeliğe göre.)

Yine o dönemde din kültürü olarak okul müdürlüğü yapan bir arkadaş merkez ilçe milli eğitim müdürlüğüne teklif edilmiş ama zamanın Bakan'ı branşından dolayı atamayı geri çevirmişti.

Bir başka örnek daha aklıma geldi. Aynı branştan bir arkadaşın öğretmenevine müdürlük teklifini vali yardımcısı, "Camiye müzik öğretmeni yakışmazsa, öğretmenevine de bir ilahiyatçı yakışık almaz" demek suretiyle arkadaşın müdürlüğünü bir süre engellemişti. Sonunda ısrar üzerine bu branş sahibi öğretmenevine müdürü olarak atandı. Bu arkadaş çok da iyi çalıştı. Öğretmenevine tüm eforunu sarf etti. Borç batağı içindeki kurumu kâr yapan kuruma dönüştürdü. Kendisinden sonraki yönetime yüklü miktarda para bırakmıştı.

Tekrar sadede gelirsem, kurum ve kuruluşlara yönetici atamada branşlar bazında bir kontenjan olmasa da din kültürü branşına sahip kişilerin olur olmaz her yerde mantar biter gibi idarecilik yapması, atamada tercih nedeni olması, dediğim gibi toplumda çok dikkat çekiyor. Birileri atamak isteyebilir. Bence bu branş sahipleri her koltuk görevine teşne olmamalı. Yönetimlerde bu branşın dikkat çekmeyecek şekilde olması bu branşın itibarını da koruyacaktır.

Ezcümle, bu branş sahipleri analarından idareci doğmadı. Unutmayalım ki makamlar kişiye itibar elbisesi giydirmiyor.

26 Mayıs 2025 Pazartesi

0850 Numaralı Hatlar

Cebimin istenmeyenlerinin başında 0850 numaralı hatlar gelir. Günde birkaç defa ararlar. Kimdir, necidir, ne yaparlar, amaçları rahatsız etmenin dışında nedir, pek anlamış değilim.

Kimi çaldırıp kapatıyor kimi defalarca uzun uzadıya çaldırıyor.

Bu numaraları güya kurumsal firmalar kullanıyormuş.

Bu kadar arama maliyetinin altından nasıl kalkarlar diye düşünürdüm. Gördüm ki bu hatlar ücretsiz tahsis ediliyormuş.

Ücretsiz tahsisten ki bu hatları engelleye engelleye bitiremedim.

Bu şekil herkesi araya araya bugüne kadar kaç kişiden kaç kuruş elde ettiler, bilmiyorum ama rahatsız etmenin dışında bir kazanç elde ettiklerini sanmıyorum.

Anlamadığım, olur olmaz, tanıdık tanımadık herkesi rahatsız eden bu hatları güya kurumsal firmalar kullanıyor. Bu yaptıkları kurumsal bir firmaya yakışmaz. Çünkü kurumsal denince, kurallarıyla marka olmuş, kurumsallaşmış yerler akla gelir. Bu yaptıklarıyla kurumsal adını da ayaklar altına aldıkları su götürmez bir gerçektir.

Olur olmaz insanları rahatsız eden bu 0850 numaralı hatların hiçbirini açmıyorum. Belki de bu yüzden görüşme yapmam gereken, ihtiyacım olan firmayı da engellemek suretiyle bazı imkanları kaçırıyor olabilirim.

Merak ettiğim, herkesin muzdarip olduğu bu numaralara devletin ilgili kurumu niye el koyup bir planlama yapmaz? Devlet niçin pazarlamacı, reklamcı, çoğu da sahtekar olan bu hat sahiplerine bir düzenleme getirmez? Çok mu zor devletin bunları hale yola koyması? Yoksa devletin bu kurumsal firmalara gücü yetmiyor da vatandaşa ne haliniz varsa görün mü diyor?

Devletin ne yapıp ne edip insanımızı olur olmaz rahatsız eden ve vatandaşa güven vermeyen bu hat sahiplerine bir düzenleme getirmeli. Önüne gelen kişi ve kurumlara bu hat verilmemeli.

Hep Pişmanlık Niye Olmasın!

Yaşım 60'ı geçmiş. İşimin bitmesi demek olan 70'e doğru gidiyorum. Bir taraftan da zorunlu emekli yaşım gelmediği için çalışmaya devam ediyorum.

Her ne kadar görevime devam etme gibi bir derdim olmasa da kanuni olarak yaş 65 oldu mu adım Abbas olmasa da yolcu olacağım.

Yerim doldurulabilir mi? Kendimi bulunmaz Hint kumaşı olarak gören biri için zor diyorum. Şu var ki bu zorluğu yenmek için kimsenin zorluk ve sıkıntı çekmesine de gönlüm Rıza göstermez.

Fakat bunun için birileri de taşın altına elini koyup bir şeyler yapmalı.

Ne yapmalı? Benim bir ihtiyaç olduğumu, bunun hayatın bir gerçeği olduğunu söylemesi gerekir. Yaşın 65 olsa bile, çalışmanın önünde kanuni engel olsa dahi bu yoldan cayma hakkın yok, ölmem var, dönmek yok demeli. Hatta mevzuat değişikliği yapılması için öncülük yapmalı. Böyle deyip böyle yapmalı ki ben de önümü göreyim. Değilse bu yaştan sonra ne yapar ne ederim.

Gerçi ne yapar ne ederim desem de benlik problem yok. Sadece ağız alışkanlığı bu. Yokluğum ülkeye zarar. İşin içine memleket giriyorsa gerisi zaten teferruat olur benim için.

Söylemeyeyim diyordum ama söyleyeceğim artık. Aslında benim gibi yokluğu sıkıntı olanlar için yaş ve mevzuat engeli olmamalı, süre ya da dönem sınırı olmamalı. İstediğimiz yerde istediğimiz kadar kalmalıyız. Bu konuda ülkenin tek yapacağı, benim gibi bulunmaz Hint kumaşlarının önümdeki engeli kaldırmak için özel mevzuat çıkarılmalı. Bir kez daha şeklinde değil, görevi ölünceye kadar devam eder denmeli. Övünmek gibi olmasın ama benim gibiler her zaman gelmez. O yüzden mevcudun kıymetini bilmeli, nankörlük yapılmamalı.

Ondan sonra görün hizmeti. Çünkü ülke hizmete doyar.Ayrıca yaptıklarım da yapacaklarımın teminatıdır.

Demedi demeyin. İsterseniz deneyin. Denemekle sonra ne kaybedeceksiniz? Belki pişmanlık duyarsınız ama dünyanın sonu değil. Üstelik bu, sizin kaçıncı pişmanlığınız. Ha bir defa daha pişman olsanız siz pişmanlık sıralamasında ben de ömür boyu olmak suretiyle yeni rekorlara imza atmış oluruz. Ayrıca bugüne kadar pişmanlıktan kim ölmüş ki siz öleceksiniz. 

21 Mayıs 2025 Çarşamba

Konjonktüre Teslim

Küçüklüğümden beri yokluktan mıdır bilinmez, çaya karşı aşırı bir özlemim var. Çay varsa başka bir şey aramam. Bir çaydanlık çay olsa yeter bu kadar demem. Bir çaydanlık çayı bir başıma bitiririm.

Gündüz işte içtiğim çayın haddi hesabı yok. Akşam ise bir başına da olsam, gündüz çok içtim demem. Mutlaka çayımı koyar, içerim.

Herhalde benim kadar çay içen yoktur. Bu yönümle çaykolik biriyim desem yeridir. Gerçi benim dışında çay içen insanımız da çoktur. Bundandır ki çay içiminde dünya sıralamasında 3,16 kg ile dünyada birinci sıradayız. Adeta sudan çok çay içiyoruz. Bize en yakın ülke olarak İrlanda'ya 1 kilo fark atıyoruz.

Markete her gidişimde listede yazılı ihtiyaç listesine göre alışverişimi yaparken listede çay olmasa da marketlerin çay reyonuna uğrar, çay alırım. Evde her şey ihtiyaç kadar varken çay paketleri fazlaca olur. Nasılsa miadı geçmez, kokmaz, bozulmaz.

Geçen gün önüme Türkiye'de en fazla çay içen 20 ilin sıralaması geldi. Ben çok içtiğime göre Konya ilk sırada olur diye merakla listeyi açtım. Nedense ilk 20 şehir arasında Konya yoktu. Demek ki özgül ağırlığım yokmuş. Ben de kendi kendime gelin güvey oluyormuşum da haberim yokmuş.

Çay konusunu açmamın sebebi, bir hassasiyeti dile getirmekti. Gördüğünüz gibi konu çay içmeye gitti.

Çay içiyordum ama HDP ne zamanki partisinin adını DEM diye değiştirince, vatanını seven bir vatandaş olarak ağzıma dem demeyi almaz oldum. Halbuki çay demek dem demekti. Hanıma, çay demlendi mi bile diyemez oldum. Bunun yerine bina yıkılması ya da depremde evin çökmesi anlamına gelse de "Hanım, çay çöktü mü" demeye başladım. Bazen alışkanlık gereği "Çay demlendi mi" der demez sağıma soluma baktım. Acaba bir duyan oldu mu diye. Her ne kadar evde yabancı yoksa da yerin kulağı var diye bir şey var değil mi? Ondan sonra da birileri “terör sevici, iyi demlenmeler, maşallah, iyi demleniyorsun” desin. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Çekemezdim bunu. Hele terörist muamelesi görmeyi bu yaşımda kaldıramazdım.

Bu çekincem ya da hassasiyetim bugünlerde kalmadı. Artık ağzımı doldura doldura ve göğsümü gere gere "Hanım, çay demlendi mi" diye yüksek sesle seslenebiliyorum. Ne değişti demeyin. Dün bir DEM'li televizyona çıkamaz, çıkmak istese de hiçbir kanal onları ekrana çıkarmaya cesaret edemezdi. Hiçbir siyasi onlarla kolay kolay görüşemezdi. Kimse onlarla ittifak yapmaya yeltenemezdi bile. Çünkü vebalı idiler. Terörle aralarına mesafe koymamışlardı. Herkes onlara yok muamelesi yapıyordu.

Artık her ne değişti ise şimdi her kanalda bir DEM'li vekili konuşmacı olarak yerini almış görüyorum. Her bir siyasi onlarla görüşmek için can atmaya başladı. Kimse DEM'lilerle görüştüğü için terörist, terör sevici damgası yemiyor artık.

Anlaşılan konjonktür değişti. Birileri düğmeye bastı. DEM'lisi de demsizi de iyilik ve barış havarisi kesildi.

Benim neyim eksik bundan. Konjonktür neyi gerektiriyorsa onu yaparım. Dün DEM'liler kötü denmişse kötülerim. Bugün DEM'liler göründüğü kadar kötü değilmiş, hatta Sünni imişler denmişse, ben de onları iyi görürüm. Çünkü konjonktüre teslim olmada huzur ve mutluluk vardır. Dün dündür, bugün de bugün der, yoluma devam ederim. Size de tavsiye ederim. Konjonktür neyi gerektiriyorsa onu yapın ki hiç başınız ağrımasın. Başınız ağrımadığı gibi uyumlu ve uysal biri olursunuz. Hatta milliyetçi ve vatansever bile olursunuz. Bunun için tek yapacağınız, tekrar ediyorum, konjonktüre teslim olacaksınız. Yok, ben konjonktüre teslim olmam diyorsanız, başınız ağrır. Demedi demeyin. Üç günlük dünya için başınızı ağrıtmaya gerek var mı?

Bu arada çay ocağına gidip “Çaycı! Bir tane demli çay bile diyemiyordum. Şimdi artık kim tutar beni. “Çaycı, gönder oradan bir demli çay. İmamın abdest suyu gibi olmasın!”

Burada Erzurumlu Naim Hocayı da anmadan geçemeyeceğim. Gülme garantili vaazlarıyla  meşhur bir Hoca. Bir vaazında maçlarda futbolcular avret mahalline dikkat etmiyor. Hepsi cıbıldak. Maça gitmek caiz değil demiş. 

Gel zaman git zaman Erzurum valisi, halkın Erzurumsporun maçlarına ilgisizliğinden dem yanmış. Halkı stada nasıl çekeriz demiş. Yanındakiler, halk Naim Hocayı sever. Onun dediğini yapar. Yeter ki vaazında bu konuya değinsin derler. 

Valinin ricası Naim Hocaya ulaştırılır. 

Naim Hoca ertesi hafta vaaz kürsüsüne çıkar. Her zamanki gibi cemaati tıklım tıklım. 

Vaazını yaptıktan sonra "Cemaati Müslimin! Geçen haftaki vaazımda maça gitmek caiz değil demiştim. Validen emir geldi. Ulu'l emre itaat farz. Bundan sonra Erzurumsporun maçlarına gideceğiz" der. 

Erzurumsporun maçına seyirciler gider. Valinin davetlisi olarak Naim Hoca da protokoldeki yerini alır. 

Maç başlayınca, yanındakine Erzurumspor hangisi diye sorar. Mavi-beyaz olduğunu öğrenince, Erzurumspor her ceza sahası içinde gol kaçırdıkça, yanındakinin dizine elini vurarak, ah olmadı, olmadı der. Hoca maça kendini kaptırdıkça yanındakinin dizi de şaplaktan nasibi alır. 

Vali bir sonraki Erzurumspor maçı geldiğinde, yardımcılarına "Hocayı maça çağırın. Mutlaka gelsin. Yalnız onunla benim aramda bir koltuk boş bırakılsın" talimatını verir. 

20 Mayıs 2025 Salı

Mavi Vatan Doktrini

Mavi Vatan, "Türkiye Cumhuriyeti'nin Karadeniz, Akdeniz ve Ege'de ilan ettiği deniz yetki alanlarını kapsayan doktrin".

Eski asker (tümamiral) ve öğretim görevlisi (Doç.) aynı zamanda yazar olan Cihat Yaycı bu doktrin üzerinde çok duruyor. Mavi Vatan'ın geliştiricisi olarak tanınıyor. Bu konuda Mavi Vatan "Bir Harita ve Bir Doktrin Kitabı" başlıklı bir eseri var. Mavi Vatan üzerine kendisi ile yapılan bir röportajını dinledim. Ağzım açık dinledim. Hem konusuna hakim hem de yararlandığımız takdirde ülkenin yararına bir durum söz konusu. Bu konunun uzmanı Cihat Yaycı’dan yararlanmak gerektiğini düşünüyorum. 

Doktrinin fikir babası kendisi de bir asker olan Ramazan Cem Gürdeniz, 14 Haziran 2006 yılında verdiği bir sempozyumda bu kavramı ilk kullanmış.

Görünen o ki Mavi Vatan doktrini yeni değil, kökü 2006 yılına kadar gidiyor.

Bu kavram birkaç yıl öncesine kadar televizyonlarda çok konuşuldu. Siyasetçiler pek dillerinden düşürmedi. Hatta 2021 yılında Libya ile yaptığımız deniz yetki alanları anlaşmasıyla hep dillerde idi. Bu anlaşmayı daha sonra Libya İstinaf Mahkemesi iptal etmiş olsa da bu anlaşma hala geçerliliğini koruyor.

Sondaj gemilerimiz yine 2020'li yıllarda Ege ve Kıbrıs açıklarında durmadan doğal gaz aradı. Sondaj yaptı. Şu kadar doğal gaz bulduk müjdeleri verildi. Başka sondaj yapmak isteyen gemilere de sondaj yaptırmadı.

Sonra ne oldu bilmiyoruz. Her şey bıçak gibi kesildi.

Mavi Vatan kavramını pek değil, hiç kullanmaz olduk.

Akşam sabah konuştuğumuz Libya ve Libya ile yapılan deniz anlaşmasını ağzımıza almaz olduk.
Ege ve KKTC önlerinde sondaj yapan sondaj gemilerimiz buradan çekildi.

Tek taraflı iptal edilen Libya deniz yetki alanlarından yararlanmak için münhasır bölge ilanı yapmadığımız için bu anlaşmadan da yararlanamıyoruz.

Hasılı bir zamanlar ağzımızdan düşürmediğimiz Mavi Vatan gündemden düştü. Yetkililer de ağzına almıyor. Ne oluyor, inanın anlamış değilim.

Ülkeye baskı mı var?

Ülkenin gücü mü yetmiyor?

Birileri kulağımızı mı çekti?

Ülke bu konuda çok mu beceriksiz?

Mavi Vatan bizim için çok mu masraflı da o yüzden mi vazgeçtik?

Mavi Vatan bizim için günübirlik kullanılıp çöpe atılacak bir hamaset mi ibaret idi?

Yoksa Türkiye Mavi Vatan doktrininden yararlanıyor da bunu sessiz mi götürüyor?

Sebep her ne ise kamuoyunun bunu bilmesinde fayda var. Şayet sessiz ve derinden bu işi götürüyorsa, bununla gurur duyarız. Laftan ziyade icraat yapıyoruz deriz. Yok, bu doktrinden vazgeçti isek, kim, ne hakla bu doktrinden vazgeçti?

Hepsi bir hayalden mi ibaretti yoksa?

Suriye'nin Biz Neresindeyiz?

“Suriye hükümet kaynaklarınca yapılan açıklamada, Suriye’nin Kara ve Deniz Limanları Kurumu ile Fransız denizcilik şirketi CMA CGM arasında, Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’nın huzurunda bir yatırım anlaşması imzaladığını bildirdi.

Suriye Limanlar İdaresi ile Fransız şirketi CMA CGM arasında imzalanan sözleşmenin en önemli maddeleri:

Sözleşme 30 yıl sürecek; anlaşma, 230 milyon avro maliyetle Lazkiye Limanı’nın geliştirilmesi ve işletilmesini kapsıyor.

İlk yıl şirket 30 milyon avro ödeyecek, takip eden dört yılda ise 200 milyon avro daha ödenecek.

Rıhtım 1,5 kilometre uzunluğunda ve 17 metre derinliğinde olacak.

Yeni ekipmanlar sayesinde limana büyük gemiler girebilecek ve yapılan gelişmelerle çok sayıda konteynerin kabulü mümkün olacak.

Sözleşmeden doğan avantajlar, altyapı hazırlıkları ve limanın yeniden yapılandırılmasının ardından beş yıl içinde yürürlüğe girecek.

Yeni Suriye hükümeti, tamamen farklı detaylara sahip olan eski sözleşmeyi iptal etti".

Yazıyı Halil Ülker'den aldım. Yazısının sonuna not olarak şunları ilave etmiş Halil Ülker.

"Not: Para basım işini Rusya kabul etmedi, Avrupa'da matbaa arıyorlar.

Petrolü ABD-PKK ittifakı çıkartıyor.

Hava limanları için Kuveyt-Katar-Mısır arasında gidip geliyorlar.

Deniz limanları ve doğal olarak deniz ticaretini Fransızlara devrediyorlar.

Biz de Emevi Camiinin halılarının bir kısmını yeniliyoruz.

Evet sanırım Suriye’de biz ne dersek o oluyor".

Halil Bey bu yazısına bir de Emevi Camiinde namaz kıldık eklese, daha iyi olurmuş.

Nereden bakarsak bakalım. İlginç, garip bir o kadar manidar ve her yönüyle üzücü bir anlaşma.

Güya Suriye'yi biz fethetmiştik. Adına fetih hutbesi bile okuttuk. Ta neredeki Fransa gelmiş, yanı başımızdaki Suriye ile liman anlaşması yapıyor. Diğer anlaşmalarda da başka ülkeler var, biz yine yokuz.

Öyle görünüyor ki bizim Suriye'deki varlığımız her konuda olduğu gibi hamasetten öteye geçmiyor. Şayet hamasetten öteye geçmiş olsaydı, bugün Suriye ile bu anlaşmayı Fransa değil, biz yapmış olurduk. Görünen o ki bize Emevi Camiinde namaz kılmanın ötesinde bir amorti bile yok. Hakkını yemeyelim. Bir de Trump’tan bol bol övgü alıyoruz.

Belki de hiç kazancımız olmadığından olsa gerek, haberlerde eskisi gibi Suriye pek gündemde yok. İlerleyen yıllarda en uzun sınırlı komşumuz Suriye adı altında, temenni etmem ama belki de İsrail olur, belki de Suriye askeri görünümlü YPG/PYD olur.

Düşmanla Ayakta Kalmak

Bir zamanlar bu ülke, laik-seküler ve mürteci diye kutuplaştırıldı. Siyasette ve basında sürekli irtica korkusu pompalandı. Başörtüsü siyasi simge kabul edildi. Başörtülülere okullar ve kamusal alan dar edildi. Seçimlere bu gerilimle gidildi. Birkaç dönem seçimler bu atmosferde yapıldı.

Bir ara kutuplaştırmanın adresi Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ) idi. Televizyonlar günlerce Ergenekon'dan bahsetti. Çoğu kimse Ergenekoncu diye içeri atıldı.

Bu süreçte asker darbe yapacak korkusu pompalandı. Yapılan operasyonlarla birçok üst düzey subay Ergenekoncu diye tutuklandı.

Ergenekoncu diye içeri alınanların davaları uzun süre devam etti. Çoğu yargılanıp mahkumiyet aldı. Konuşan askerler susturuldu. Askeri vesayet geriletildi. Seçimler bu atmosferde yapıldı.

Bu süreçte başta Zaman gazetesi olmak üzere gazetelerde çarşaf çarşaf isimler ve ne yaptıkları yayımlandı. Silahların nerelere gömüldüğü işlendi. Darbe hazırlık safhalarına yer verildi. STV ise hem haberlerinde hem tartışma programlarında Ergenekon'u işledi.

Sonra bir sabah kalktık ki "Kandırıldık. Kahraman ordumuza kumpas kurulmuş" dendi. Ergenekonla mücadele bitti. Yıllarını Ergenekon yargılamasına veren mahkeme, "Ergenekon diye bir örgütün varlığı tespit edilememiştir" demek suretiyle yargılamaya son noktayı koydu. Bu davadan mahkumiyet alanlar yeniden yargılanmak suretiyle beraat ettiler. İçeride yatanlar belki de devletten tazminat aldılar. Suçsuz yere yatmışlarsa tazminat almak haklarıdır.

Ergenekon diye bir örgütün olmadığı anlaşılınca, bir zamanlar Ergenokon operasyonlarını devlet adına yapan "Hizmet Hareketi" 17-25 Aralık operasyonunu başlattı. Zaman ve Taraf gazetelerde ve STV'de "Yolsuzluk var" konusu işlendi. Tapeler havada uçuştu. Üç bakanın adı yolsuzlukla anıldı. Hele bir bakanın hediye dediği pahalı saat çok konuşuldu. Üç bakan Yüce Divana gitmekten oy çokluğuyla kurtuldu. Ülke, "Yolsuzluk var/yolsuzluk yok, hükümete yargı darbesi var" diye ikiye bölündü. O süreçte 17-25 Aralık, "17-25 haftası" olarak anıldı.

17-25 Aralık öncesi bu ülke 2013 yılında "Gezi olaylarına/Gezi kalkışmasına şahit oldu. Taksim merkezli sokak hareketleri büyükşehirlere sıçradı. Güç bela sokağa hakim olundu. Çok kişi tutuklanıp yargılandı. Uzun bir yargılamanın ardından çoğu berat etti. Bildiğim kadarıyla bir kişi var Gezi olaylarından mahkumiyet alan.

15 Temmuz 2016 yılında bir zamanlar "Hizmet Hareketi/Paralel Devlet Yapılanması diye bilinen örgüt darbeye kalkıştı. TBMM bombalandı. Asker askerle, polis polisle karşı karşıya geldi. 251 insanımızın vefatıyla sonuçlandı bu darbe teşebbüsü.

1970'lerden beri Türkiye'yi uğraştıran terör örgütü PKK'yi söylemeye gerek yok.

Yine 1938 ile 1950 yılları arasında ülkeyi yöneten zihniyeti de burada eklemek lazım.

Alevilik-Sünnilik, Türk-Kürt konusu da bir zamanlar epey gündemimizde kaldı.

Yakın bir zamanda ülkede yabancılar meselesi patlak verirse sürpriz olmaz.

Kısaca bu ülkede ezeli ve ebedi düşmanlar eksik değil. Gücü ele geçirmek veya bir güç olmak ya da gücü elde tutmak isteyenler düşmanla yaşarlar. Bir yerde düşman varsa orada kutuplaştırma eksik olmaz. Kutuplaşılan bir yerde oylar banko olur. Çünkü korku siyaseti hakim olur. Korkan da birilerinin şemsiyesi altına sığınır.

Bu korkulan düşmandan birileri daima ekmek yer. Korkutulan düşman Ergenekon, Gezi, FETÖ gibi konjonktürel olabilir ya da 1938-1950 dönemi zihniyeti ve PKK olabilir. Her ne kadar PKK şimdi tehdit olmaktan çıkmak üzere ise de terör örgütü üzerinden birileri çok ekmek yedi. Şu var ki 1938-1950 dönemi ekmek yemek isteyenler için bitek bir tarla. Bu dönemde yapılanları sürekli gündemde tutmak suretiyle birileri ekmek yemeye devam etmekte.

Bugün Ergenekon ve Gezi tehdidi kalmadı. Ama FETÖ tehdidi devam ediyor. Bu tehdit ne zamana kadar devam eder? Bir başka tehdit ortaya çıkıncaya kadar devam eder.

Kısaca bu ülkede düşman bulmak, birilerini düşman göstermek suretiyle birileri korku pompalar. Bu pompalanan korku onları ayakta tutar. Düşman yoksa yaşama şansları yoktur. Hiç düşman kalmasa mutlaka bir düşman bulunur.

19 Mayıs 2025 Pazartesi

TOKİ'den Evin mi Var?

TOKİ'den evin çıksa bir türlü, çıkmasa bir türlü. Çıksa bir dert, çıkmasa bir dert.

TOKi'ye başvurup da çıkmayan, "Şansıma küseyim. Zaten bende şans ne gezer" deyip üzülür. Bu üzüntü de uzun süreli olmaz. Zaten ya çıkarsa diye girmişti. Hepsi bu kadar.

TOKi'den evi çıkanın sevincine diyecek olmaz. Peşinatı bir çırpıda bulur, buluşturup, yatırır. Geri kalan ödemesi de kolay nasılsa. Taksitle çünkü. Taksitler ise 20 yıla yayılmış. Belirlenen taksit de fazla değil. Taksitler de eve oturduktan sonra başlıyor. Kira öder gibi ev sahibi olacaksın diyeceğim ama ödenen meblağ kira fiyatlarından çok çok düşük.

Banka aracılığı ile ödenen taksitler de çok şeffaf. Toplam borcun, hangi ay kaç lira ödeyeceğin ve ödediğin miktar kuruşu kuruşuna yazılı. Hepsini bankadan izleyebiliyorsun.

Banka senin DASK'ını, konut sigortanı, poliçe vs.'yi de takip ediyor. Yeter ki hesabında para bulunsun.

Hesabından ödeme almadan önce şu tarihte hesabınızda para bulundurun. Şu şu ödemeler alınacaktır mesajı gönderiyor. Ama ne kadar olduğunu belirtmiyor.

Ara ara para istiyor. Hesaba para aktarıyorsun. Ama ne ara ne kadar kesinti yaptığını bilmek bir muamma. Hesabında para bulamazsa, “Hesabınızda para olmadığı için poliçe kesilmemiştir” türünden mesaj gönderiyor banka. Mesela Nisan 15'te biri 379 TL, diğeri 846,39 TL olmak üzere iki ayrı ödeme almış. Numaraları farklı poliçe ikisi de.

Bir daha epey bir para istemez diyorsun. Ama bir ay sonra Mayıs 16'da 507 TL daha ödeme alıyor. Ne diyeyim, hikmetinden sual olmaz.

Ben geleyim aylık taksitlere. Her ay ödüyorsun. Toplam defaten ödeyeceğin miktar azalacağı yerde artıyor. Hem de astronomik. Bir buçuk yıl böyle ödedim. Benim toplam borç azalmadığı gibi katlandı. Ödediğim de cabası. Artık nasıl bir faiz ya da güncelleme yapılıyorsa ne akıl erer buna ne de sır.

Her altı ayda da taksitlere zam yapılıyor.

Olmayacak böyle. Defaten yatırıp kurtulayım şu taksitten ve her gün her ay artan borçtan diyorsun.

Bulup buluşturup borcu kapatıyorsun. Tapuyu alıyorsun. Şükür, kurtuldum diyorsun.

Ama şükretmekle kalıyorsun. Tapuyu üzerine aldıktan sonra da ilgili banka peşini bırakmıyor. Durmadan "Hesabınızda para bulundurun" mesajı gönderiyor. Ne zaman para bulursa konut sigortası mı, poliçe mi, DASK mı artık ne ise kesmeye devam ediyor.

Hasılı kaybetmezsem buldum TOKİ’yi bir de anlaşmalı bankayı. Herhalde bu poliçeler benden alınmaya devam edecek.

Değinmek istediğim bir husus da TOKİ yönetimi. Bu yönetim de site görevini yerine getiriyor. Aylık site aidatını verdikleri hesaba gönderiyorsun.

Site aidatını da altı ayda bir mi güncelliyorlar, yılda mı çok anlamış değilim. Belirlenen aidat da küsuratlı. Yanlış hatırlamıyorsam, ilk aidat 407 lira idi. Sonra 669 TL’ye çıktı. Şimdi de 997 lira. İyi de niçin 410 değil, 670 değil, 1000 değil. Gören de masraflar kuruşu kuruşuna hesap ediliyor diye düşünür. Ümit ediyorum ki öyledir.

Yalnız garibime giden, site yönetimi önce güncel aidat miktarını gönderiyor. Aidatlar bu kadar olmuştur diyor. Ardından akşamında daire sahiplerinin katılımıyla toplantı düzenliyor. Toplantıya katılım oluyor mu, oluyorsa da hangi gündem konuşuluyor bilmem. Herhalde güncellenen aidat miktarı oylatılıyor olsa gerek. İyi de benim bildiğim, yönetim önce toplantı düzenler. Toplantıda aidat miktarını artırmamız gerek der. Anladığım kadarıyla yapılan toplantı formaliteyi yerine getirmek için olsa gerek. Öyle zannediyorum, aylık aidat miktarını site yönetimi de belirlemiyor. Toplu Konut İdaresi merkezden belirleyip illerdeki TOKİ yönetimlerine gönderiyor.

Aidatlar her ne şekilde belirleniyorsa, anladıysam harap olayım.

Bir de TOKİ’de oturanlar ağırlıklı olarak dar gelirli insanların oturduğu yerler. Site yönetiminin ya da TOKİ idaresinin belirleyip güncellendiği bu aidatlar birçok siteye göre yüksek. Zannedersem, masrafı artıran da sitenin temizlik görevlilerinin maaşı olsa gerek. Çünkü bu devirde apartman ve sitelerde görevli çalıştırmak ancak cep yakar. Site yönetiminin ya da Toplu Konut İdaresinin, aidatları aşağıya çekecek tedbirler almasında ve asgari görevli çalıştırmasında yarar görüyorum.

Şu hakkı da teslim edeyim. TOKİ'nin muhasebesi kuruşu kuruşuna tahsil ettiğini tutuyor. Eksik ya da fazla yatıranını miktarını da her ayın son gününde mesaj olarak gönderiyor. Mesaj yoluyla bilgilendirmeyi iyi yapıyor. Milli bayramlar ve dini bayramların kutlamasını da hiç ihmal etmiyor. 

Zorunlu Trafik Sigortası

Bugüne kadar iki arabam oldu. İlk arabamı 1999 yılında alıp 2005 yılında satmıştım.

İkinci arabamı altı yılın ardından 2011 yılında aldım. Hala bu aracı kullanıyorum.

İlk arabamın arka sağ çamurluğuna biri vurmuştu. Çamurluğu kendi imkanlarımla yaptırdım.

İkinci ve halen kullanmakta olduğum arabama ise 14 yıldır kaç defa birileri vurdu. Park halinde iken vurup kaçanlar oldu. Hepsini resmiyete gitmeden gidip kaportacıya yaptırdım. Arka arkaya gelen bir aracın vurmasıyla sadece bir tutanak tutuldu. Tutanağı işleme koymadan kendi imkanlarımla yaptırdım. Park halinde iken sol ön çamurluğa vurup kaçanın vurduğu yeri yaptırmadım. Nazarlık olarak bekletiyorum. Bir defasında ambulansa yol açmak niyetiyle öndeki araca arkadan hafifçe vurdum. Tutanağa ihtiyaç duymadan bir kaportacıya giderek sürücünün arka çamurluğunu yaptırarak masrafı cebimden ödedim.

Anlatmak istediğim, bugüne kadar vurup çarpma ve trafik kazasından kaynaklı masraflar için zorunlu trafik sigortasından bir kuruş yararlanmadım.

Zorunlu trafik sigortası yaptırmıyor muyum? Yaptırmaz olur muyum. Hem de sektirmeden gününde yaptırıyorum. Üstelik yaptırdığım sadece zorunlu trafik sigortası değil. İMM poliçesi ve yol yardım poliçesini de tavsiye ediyor sigortacı. Ben de tavsiyeye dayanamayıp yaptırıyorum.

Son birkaç yıldır trafik sigortasına ödediğim paralar da yenilir yutulur ve hazmedilir türden değil. Yüklü ve anormal poliçeye rağmen pek taksit de yapılmıyor.

Trafik sigortası ve İMM'den yararlanmadığım gibi yol yardımından da yararlanmadım.

Kısaca yararlanmadığım sigortaya her yıl yüklü ödeme yapıyorum.

Resmiyete girmiş kaza olmadığı için kaza yapan emsallerime göre belki daha düşük ödüyorum.

Kaza yapıp resmiyete sokanlar ise daha fazla trafik poliçesini para ödüyor.

Tamam, kaza yapıp poliçesinden ve kaskosundan faydalanan yeni sigorta ve kaskoda fazla ödeme yapsın ama benim gibi sigortadan hiç yararlanmayanlar için bir şeylerin düşünülmesi gerekir. Sadece zorunlu trafik sigortası yaptırırken biraz düşüğe yapmak yeterli olmasa gerek.

Ne yapılabilir? Pekala her yıl ödenen sigorta toplamından, üç beş yılda bir belli bir yüzdesini güncel sigorta bedeli üzerinden araç sahibine geri ödeme yapılabilir. Geri ödeme düşünülmese bile yeni sigorta vakti geldiğinde, "Sigorta bedeli bu kadar. Şu kadarını hesabınızda biriken paradan karşılıyoruz. Sizin ödeyeceğiniz miktar sadece bu kadar" denebilir. Bu yol ve yöntem trafik kazalarını önlemede bir teşvik olabilir. Sürücüler trafikte daha özenli ve titiz davranabilir.

Kısaca kaza yapan ile yapmayan arasında fark olmalı. Trafik sigortasında toptancı anlayış doğru değil. Niçin kaza yapmayanın sigortası kaza yapanın kaza masrafına kullanılsın. Bu konuda adil bir düzenleme yapılmalı.

Yine her yıl kallavi bir şekilde artan zorunlu trafik sigortası da makul bir seviyede tutulmalı. Her yıl katlanan bu anormal artış makul bir seviyede tutulmalı. Her yıl bu şekilde arttığına göre belli ki ödenen trafik sigortası yeterli değil. Yeterli değil diye bu kadar bindirmenin bir alemi yok. Sigorta artışlarında da makul bir orta yol bulunmalı.

16 Mayıs 2025 Cuma

Al-Ayyala Dansının Düşündürdükleri

Trump'ın Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirliklerini (BAE) kapsayan tek taraflı ticari gezisi ilginç görüntülere sahne oldu.

Trump hem cebini doldurdu hem de en üst düzeyde ağırlandı. BAE hizmette kusur etmedi. Daha doğrusu hizmette kusur edemezdi. Çünkü ne de olsa iktidarda kalmasını ABD’ye borçlu.

Trilyon dolarlık anlaşmalara imza atarak ülkesine dönen Trump'ın Birleşik Arap Emirliklerinde (BAE) karşılanması hem sanal alemde hem de sosyal medyada yazılıp çizildi.

Karşılama töreni yazılıp çizilmeyecek gibi değil. BAE'nin kültürüne uygun bir tören olabilir ama görüntüler ilginç, bir o kadar da rezilliği barındırıyor.

Güya BAE için geleneksel al-Ayyala dansı imiş bunun adı. Bu dans, önemli konukları karşılamak için misafirperverlik ve birlik sembolü imiş.

Sarayın önünde gelinlik elbisesi gibi beyaz elbiseler giymiş, aynı ebat uzun saçlarıyla, sağlı sollu kadınlar, yan yana dizilmiş. Trump gelirken saçlarını bir sağa bir sola sallamak suretiyle dans yapıyorlar. Kadınların saçlarını bu şekil ritmik şekilde savurması BAE'nin kültürel bir geleneği imiş.

Kadınların bembeyaz elbiseleri içerisinde upuzun saçlarıyla başlarını sallaması görüntülerini izleyince, siz ne dersiniz bilmiyorum ama ben çok garipsedim, üzüldüm.

Müslümanlar bir taraftan Mehmet Akif’in, "Bacımın örtüsü batmakta rezilin gözüne/Acırım tükürüğe billahi tükürsem yüzüne" şiiriyle büyüsün. Hepsi olmasa da büyük bir çoğunluk haremlik selamlık uygulasın. Hanımını, kızını göstermemeye çalışsın. Kızların başı açılmasın. Zira Allah'ın emri diye mücadele etsin. Başörtüsü bizim kırmızıçizgimiz desin. Diğer taraftan da önemli birini karşılamak için uzun saçlarıyla başlarını bir sağa bir sola çevirerek saçlarını savursunlar. Yani Trump'a arzı endam etsinler. Tek kelimeyle rezalet ve maskaralık.

Bir ülke bir insan kendini rezil etmek ve Gülünç duruma düşürmek istese bu derece başarılı olamaz.

Ben böyle kültürün böyle geleneğin böyle dansın böyle İslam anlayışının içine tüküreyim dedim içimden. Yalnız tükürüğüme yazık.

Görüyorum ki çağdışı kalmış kültürü ve geleneğiyle bu zihniyetin dünyaya verebileceği bir şey yok. Omurga zaten yok. Bu görüntülerine bu ülke, ne kadar parası olursa olsun, ne derece lüks içinde yaşarsa yaşasın, daha göçebelikten ve bedevilikten kurtulamamış.

Önemli görüp trilyon dolara imza attıkları kişi de Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren, Gazzeliye hayatı dar eden İsrail’in en büyük destekçisi. Üstelik önemli görülen bu misafir, Gazze’yi Filistinlilerden arındırmayı planlıyor. Görünen o ki Gazzelinin en büyük düşmanı, ABD’nin dümen suyuna girmiş, ABD’ye para akıtan, güya aynı soy ve dine inanan bu Arap ülkeleri. Biz hiç düşmanı sağda solda aramayalım.

Vah yazık vah...

Not: Al-Ayyala, Umman'ın kuzey batısında ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin her yerinde uygulanan popüler ve etkileyici bir kültürel performanstır. Al-Ayyala, ilahiler, davul müziği ve dans içerir. Birleşik Arap Emirlikleri'nde, geleneksel elbiseler giyen kızlar önde durur ve uzun saçlarını bir yandan diğer yana savururlar. Melodi, düzensiz tekrarlanan bir düzende yedi tondan oluşur ve ilahiler duruma göre değişir. Al-Ayyala, hem Umman Sultanlığı'nda hem de Birleşik Arap Emirlikleri'nde düğünlerde ve diğer şenlikli günlerde icra edilir. (UNESCO)