Siyasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Siyasi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Eylül 2025 Cumartesi

Gerçek Sosyal Devletin İlk Harcı Niye Olmasın!

Erzincan Valisi ile bir öğretmen arasında cereyan eden bir konuşmanın çekilmiş bir videosu, bugünlerde İnternette gezinirken sıkça karşımıza çıkıyor.

Vali toplantıdan giderken öğretmen, öğrencisinin durumunu valiye aktarıyor: Öğrencisi, İstanbul hukuku kazanmış, babası üç ay yoğun bakımda kalmış. Öğrencisi için validen yurt ve burs talep ediyor. Belli ki ihtiyaç sahibi bir aile.

Vali, hemen öğrenciyi aratıp öğrenci ile görüşüyor. Yurt ve diğer ihtiyaçlarını karşılayacağını, akşam da evlerine ziyarete geleceğini söylüyor.

İsteğinin çözüldüğünü gören öğretmen gözyaşlarına hakim olamıyor. Bu durumdan Vali de nasibini alıp etkileniyor. Vali ve öğretmen karşılıklı birbirlerine teşekkür ediyorlar.

Vali ayrılırken öğretmenin valilik makamına getirilmesi ve kendisine başarı belgesi verilmesi talimatını veriyor.

Başka videolarda Valinin hukuk fakültesini kazanan, ismi Yunus Emre olan öğrenciyi evinde ziyaret ettiği yine dolaşımda.

Bir başka videoda valilik makamında Vali tarafından Kübra öğretmene başarı belgesi takdimi yer alıyor.

Üç videoda da insanı duygulandıran görüntüler var. İnsanlık ölmemiş dedirtiyor insana. Öğretmenin medeni cesareti ve öğrencisi için talepte bulunması, Vali'nin ilgilenip hemen ihtiyacı gidermesi, duyarlılığından dolayı öğretmenin belge ile ödüllendirilmesi, Vali ve öğretmenin samimi ve içten görüntüleri, ihtiyacın jet hızıyla karşılanması, özlenen Türkiye'de bir kesit olarak hafızalarda yerini alacak.

Buraya kadar anlattıklarımı videolarını hepiniz, en azından büyük bir çoğunluk izlemiştir. Öyle zannediyorum, izleyen herkes etkilenmiştir. İnsanımızı etkileyen bu tür videoların sanal alemde sıkça karşımıza çıkmasını temenni ediyorum. Vali ve öğretmenin duyarlılığının diğer mülki amir ve öğretmenlerde de artarak devam etmesi en büyük dileğim.

Yazımın bundan sonraki kısmında bu konuda birkaç kelam etmek isterim.

Vali ile Kübra öğretmenin videosu spontane gelişmiş bir sahne gibi gözüküyor. Umarım böyledir. Çünkü böylesi çok doğal olur. Bu talep öğretmen tarafından Vali'ye daha önce iletilmiş, Vali de tamam, hallederiz demiş. Yalnız bu davranışın örnek olması bakımından spontane gelişmiş gibi video çekimi de yapılmış olabilir. Vali ile öğretmenin bir caddede konuşması, öğretmenin Vali'yi durdurup bir talepte bulunması çok abartılacak bir durum değilse de söz konusu olan bizim ülkemiz ise yolda Vali'yi durdurmak ve talepte bulunmak kolay değil. Korumaları izin vermez bir defa. İzin verseler bile Vali ve korumalarının izni olmadan Vali'nin konuşma ve görüşmesini herhangi birinin videoya alması mümkün değil. Diyelim ki öğretmen Vali'nin az önceki toplantıda yaptığı konuşmayı samimi buldu. Vali'nin öğretmen menşeli olduğunu bildiği için bizim halimizi en iyi Vali bilir dedi. Belki de iki yıldır Erzincan Vali’si olarak görev yapan Sayın Vali'nin çalışma şekli böyle candandır. Tüm bunlardan hareketle öğretmen medeni cesaretini toplayıp toplantı çıkışı, giderken Vali'den böyle bir istekte bulundu. Burada video çekimi kimin aklına geldi? Böyle her istekte bulunan vatandaşın videosu alınıyor mu? Bu tür soruları akla getiriyor.

Neyse görüşme kendiliğinden veya planlı. Bu vesileyle ihtiyaç sahibi bir öğrencinin okuma hayatı kolaylaştırılmış oldu.

Kübra öğretmenin hassasiyeti, Sayın Vali'nin de bu hassasiyete kulak vermesiyle, çiçeği burnunda hukuk okuyacak Yunus Emre, okul hayatı boyunca kalacak yer sıkıntısı çekmeyecek, bu süre zarfında maddi sorun da yaşamayacak. Bu yönüyle Yunus Emre çok şanslı. Peki, diğer Yunus Emre'ler ne olacak? Çünkü bu ülkede adı Yunus Emre veya başka isimde olan, Yunus Emre gibi sıkıntıda olan yüzlerce, belki de binlerce üniversiteli var. Bu tip ihtiyaç sahibi öğrencilerin Kübra öğretmenleri olmayabilir. Her Vali de Erzincan Valisi gibi olmayabilir. Bir insana talih kuşunun konması ya da onun elinden tutulması için illa bir aracı mı gerekli? Her yerde Kübra Öğretmen ve Hamza Bey mi olacak? Bu da mümkün olmadığına göre diğer Yunus Emre'lerin elinden kim tutacak? Onlara kimler kol kanat gerecek?

Vali ve öğretmen arasında cereyan eden örnek davranışı sulandırma gibi bir niyetim yok. Öküz altında buzağı da aramıyorum. Yalnız gönlüm şunu istiyor: Lise veya üniversite okuyacak ama maddi sıkıntısı yeterli olmayan öğrencilerimiz için Kübra öğretmenlerin aracılık etmesine hiç gerek yok. Devlet öyle bir sistem ve mekanizma kurmalı ki muhtaç durumdaki öğrenci ve vatandaşı devletin kendisi bulsun. Üniversite sonuçları açıklandığı zaman devlet, "Sayın Yunus Emre, kazandığınız fakülte için sizi tebrik ediyoruz. Okul hayatınız boyunca iaşe ve ibate gibi ihtiyaçlarınız devlet tarafından karşılanacaktır" mesajı göndersin. Devlet sıcak yüzünü böyle göstersin. Çünkü gerçek anlamda sosyal devlet olmak budur. Bu da zor değil. Yeter ki istensin. İstenirse devlet tüm Yunus Emre’lere kol kanat gerer. Bu konuda ülke olarak çok gecikmiş olsak da ümit ediyorum ki bu sahne, gerçek sosyal devletin temelini atan ilk harç olur ve arkası gelir. 

Not: Tekne kazıntı oğlum, 2002 Adana doğumlu. Doğumda yardımcı olan ebe, kucağına almış, koridora kadar gelerek çocuğumu bana göstermişti. Göstermekle kalmadı: “Salavatlarla doğumu yaptırdık. Adını da Yunus Emre koyduk” demişti. Ama ben o ismi vermedim, başka bir isim koydum. Şimdi düşünüyordum da oğlumun adı Yunus Emre olsaydı, Erzincanlı Yunus Emre gibi şanslı olabilirdi. Ebe çok ileri görüşlü imiş. Ama burnunun ucunu görmeyen ben ayağıma kadar gelen talihi böyle tepmişim. Vah talihim vah!

4 Eylül 2025 Perşembe

İnsanımızın Kalitesi

İnsanın giyim kuşamı, kılık kıyafeti, fikri zikri, görüşü, düşüncesi ve inancı onun kalitesini göstermez. Çünkü bunlar insanın kalitesini ortaya koymak için yeterli değildir.

Hiçbir şey yokken insanın kalitesi de ortaya çıkmaz.

İnsanın kalitesi:

Söz ve eylem bütünlüğüyle,

Farklı fikre tahammülüyle,

İşini düzgün ve en iyi yapmasıyla,

İnsanları inançlı-inançsız, dinli-dinsiz, bizden-sizden ayrımı yapmamasıyla,

Açılacaksın, saçılacaksın, kapanacaksın dememesiyle,

Nasıl böyle düşünürsün diye ayıplamamasıyla,

Kimseye baskı uygulamamasıyla,

Herkese hoşgörülü bakmasıyla,

Güzel, nazik ve kibar bir üslubu kullanmasıyla,

Huzuru, başkasının huzurunu bozmamada aramayla,

Kalp kırmamaya özen göstermesiyle,

Kimseyi dışlamamasıyla,

Kimseye ayar vermemeye çalışmasıyla,

Kutuplaşmanın tarafı olmamasıyla,

Kimsenin trolü olmamasıyla,

Fikri, zikri, inancı ve görüşü ne olursa olsun inandığını hayatında uygulamasıyla, fikir ve zikrini başkasına dayatmamasıyla,

Ömrünü insan kazanmaya adamasıyla,

En kızgın ve morali bozuk olduğu anlarda bile ağzını bozmamasıyla

Günlük kısır çekişmelerden uzak kalmasıyla,

Sözünün eri olmasıyla,

Farklı görüş ve giyime had bildirmemesiyle,

İnsanları anlamaya çalışmasıyla,

Etrafına güven vermesiyle,

Olduğu gibi davranmasıyla,

Nabza göre şerbet vermemesiyle,

Algılara teslim olmamasıyla,

Hiçbir şeyin fanatiği olmamasıyla,

Aklını kiraya vermemesiyle,

Yangına körükle gitmemesiyle,

Sürüyü değil, bireyi öncelemesiyle,

Görüşü ne olursa olsun, mağdur edilen zıt görüşe destek vermesiyle,

Düşüncesini veya hayat tarzını başkasına dayatmamasıyla,

Kendisini ve kendi görüşünü dünyanın merkezi görmemesiyle,

Eleştiriyi sevdiklerine ve yakınlarına doğrultmasıyla,

Soğukkanlılığı ve sağduyulu olmayı hayat felsefesi haline getirmesiyle,

İçindeki kavgayı, etrafına sirayet ettirmemesiyle,

Saygıyı genel prensip edinmesiyle,

İnsanları olduğu gibi kabul etmesiyle...

Ortaya çıkar. İnsanın kalitesi ortaya çıkarsa onun bulunduğu yerde huzur hakim olur. Tersi, gerilimdir. Huzur ortamını bozmaya yöneliktir.

Burada seçim yapmak gerek. Kaliteli insan mı olmak isteriz, kalitesizliğe talip olup huzur mu bozmak isteriz?

3 Eylül 2025 Çarşamba

Transfer Çalımı

Efendim, rakip kulüp, yazdan beri transferle uğraşıyor. İyi futbolcular aldılar. Hala da transfere doymadılar. Bazı ünlü futbolcuların peşindeler. Transfere harcamadık para bırakmadılar. Biz niye duruyoruz? Yoksa rekabetten mi vaz geçtik? Futbolcu transfer edecek paramız mı yok?

Paramız var. Transfer için de acele etmiyoruz. Rekabetten de vazgeçmedik. Futbolcu alacağız. Hiç merak etme.

Ya biz harekete geçinceye kadar rakibimiz tüm iyi futbolcuları alırsa.

Alamaz. Çünkü bu işler öyle ilerlemiyor.

Pek anlamadım ama bir defa da biz rakibimizden önce iyi futbolcular transfer edebilsek. Sahi, niye bekliyoruz?

Futbolcu seçmek önemli ve zor bir iş. Bunun için çok yorulmaya gerek yok.

Yorulmadan olur mu bu iş?

Biz taktik gereği böyle ağır davranıyoruz.

Nasıl?

Rakibimiz o kadar emek sarf ediyor. Dünyayı tarıyor. Nokta atış futbolcu arıyor ve belirliyor. O belirledikten sonra o futbolcu ve kulübüyle pazarlığa giriyor. Futbolcunun o kulübe transferle adı geçiyor. Gazeteler oldu olacak yazıyor.

Transfer dediğin zaten böyle olmuyor mu?

Dinle dinle. İşte biz bu arada devreye giriyoruz. Rakibimizin talip olduğu futbolcuya biz de talip oluyoruz.

O zaman iş işten geçmiş olmuyor mu?

Hayır. Rakibimiz ne veriyorsa iki fazlasını veriyoruz diyoruz. Parayı gören kulüp ve futbolcu bize dönüveriyor. Bir bakmışsın o futbolcu bize transfer olmuş. Öyle ya parayı veren düdüğü çalar.

Ama bu yaptığınız doğru mu?

Boş ver doğruyu. Buna transfer çalımı denir. Biz de çalımı böyle atıyoruz. Kaç futbolcuyu böyle aldık. Üstelik hiç yorulmadan yaptık bunu. Rakip bulup buluşturuyor. Biz de parayı bastırıp alıyoruz. Daha başkasını da yapıyoruz. Rakibimizden yurtdışına giden futbolcuya da yüksek transfer ücreti vererek alıyoruz. Nasıl beğendin mi bu çalımı?

Doğrusunu istersen, ben bu tür transfer çalımını pek şık bulmadım. Niye dersen, Anadolu'da bir söz var. Bir kızı bin kişi ister, bir kişi alır diye. İstenen kıza başkası da talip olur ama olmayacak dedikten sonra başkası talip olur. Ahlak, etik, toplumun örfü böyledir. Yani kız isteme bitmeden bir başkası kıza talip olmaz. Ayıp karşılanır. Elbette transfer olacak futbolcuya çoğu kimse talip olur. Ama talip olan, olmaz cevabı aldıktan sonra başkası talip olursa bence daha şık daha doğru davranış olur.

2 Eylül 2025 Salı

Dağda mı Evliyalık İstersiniz, Şehirde mi?

Açıklık ve kapalılık dendiği zaman akla kadın gelir. Haliyle tartışmanın objesi ya da öznesi hep kadındır.

Kadınların giyim ve kuşam durumunu kadınlar tartışması gerekirken, nedense bu tartışmanın tarafları da hep erkekler. Hep erkekler kadınlara ayar vermeye çalışıyor. Erkeklerin gündeminde olan giyim kuşam nedir?

Adına açıklık, çıplaklık, teşhir, müstehcenlik ya da kapalılık her ne dersek diyelim, giyim kuşam görecelidir. Kişinin yetişme tarzına, düşüncesine, fikrine, zikrine, inancına, hayat felsefesine, bölgesine ve ortamına göre farklılık gösterir. Birinin çok kapalı dediği diğerine göre açık, birinin çok açık dediği diğerine göre açık olmayabilir.

Bunun kıstası, toplumun ortak yaşam kültürü ve toplumsal normun oluşmasıdır. Bunu oluşturamayınca, giyim kuşam üzerinden tartışmayı da bitirmiyoruz. Belki de bitirmek istemiyoruz.

Evet, kadınların çoğu giyim ve kuşamı bu ülkede bir problemdir. Toplumsal norm oluşturmadığımız müddetçe bu problem devam edecek.

Problem sadece çıplak giyimde değil, sayıları az olmakla beraber kapalılık da bu ülkede problemdir. Bu iki hal de aşırılıktır bu ülkede. Aşırı çıplakları konuşurken aşırı kapalıları da ele almak lazım.

Kişiden kişiye giyim kuşamı değerlendirmek farklılık gösterse de kadının çok dekolte giyinmesi, göbek, bel ve sırtının görünmesi, göğüslerinin bir kısmının teşhir edilmesi, diz kapağının üstüne çıkacak şekilde kısa etek giyilmesi, sadece cinsiyet organlarını kapatacak şekilde şort türü kısa pantolon giyilmesi, üzerinde elbise olduğu halde elbisenin darlığından vücut azalarının görünmesi, iç çamaşırı veya yatak kıyafetiyle vücudun teşhiri gibi görüntü aşırılık iken; el, yüz ve göze varıncaya kadar vücudu tamamen kapatmak da normal değildir.

Biz erkekler oturup kalkıp kadınların giyimini konuşsak da kadınlar özellikle genç kızlar bildiğini okuyor. Çoğu moda rüzgarına kapılmış, açıldıkça açılıyor. Yeter ki stilistler her yıl yeni bir giyim piyasaya sürmüş olsun. Gönüllü müşterileri çok.

Çoğu kimsenin, kadınların bile bu tür moda esiri giyim kuşamdan rahatsız olmasına bir şey diyebiliyor mu? Anne babalar bile çocuğunun giyiminden rahatsız ama ellerinden bir şey gelmiyor. Eskisi gibi mahalle baskısı da yok. Bugün birine vücudun çıplak demeye kalksan, alacağın en hafif cevap, sen ahlak zabıtası mısın? Anam mısın, babam mısın? Sana ne, git işine diyecek. Anne babalar bile bir şey diyemiyor.

Yine rahatsız olduğumuz bu tür giyim kuşamda, toplumsal normu nasıl oluşturabiliriz üzerine kafa yoracağımız yerde, işin ucuzluğuna kaçıyoruz. Hemen kutuplaşıyoruz. Bir kesim, "Kadının örtünmesi ve kapalı olması dinin bir emri. Örtünenler Allah'ın emrini yerine getiriyor. Açık ve çıplaklar ise toplumun ahlakını bozuyor. Buna hakları yok. Bu ülke Müslüman bir ülke" derken, açık ve çıplaklığı savunanlar ise "Bu çağda bu şekil kapalılık olur mu? Hangi çağda yaşıyoruz? Sen nasıl örtünüyorsan, onun da açılıp saçılma hakkı var. Karışmayın" türünden bir şeyler söylüyor.

Açıklık ve kapalılıkta iki kutup birbirinden beslene dursun. Toplumsal barışı bozmamak adına, ortak bir yaşam kültürü ve toplumsal norm oluşturmak zorundayız. Asgari müşterekte buluşmalıyız. Topluma düşen, içimize sinse de sinmese de herkes herkesin giyimine ya da giyimsizliğine saygı göstermektir. Kendi giyim ve kuşamımızı başkasına dayatmamaktır. Aba altından sopa göstermemektir. Birbirimize giyim ve kuşam üzerinden ayar vermemek, had bildirmeye kalkmamaktır.

Burada herkes zaten istediği şekilde giyiniyor, kimse kimseye karışmıyor denebilir. Sosyal medyaya bakılırsa herkes herkesin giyimine karışıyor ve müdahale ediyor. Bu ülkenin toplumsal barışı için laik seküler insanlar veya modern hayat tarzını benimseyenler, kendilerine yakışan istediği kıyafeti giysin. Ama giydiği kıyafeti herkes giyecek diye dayatmasın. Bunun adı laikçilik ve sekülercilik olur. Aynı şekilde dindar ve mütedeyyin insanlar da dinin emri gereği istediği şekilde giyinsin. Giydiği bu kıyafeti kimseye dayatmaya kalkmasın. Bunun adı da dindarcılık ve dincilik olur. Her iki kesim de kendine baksın. Birbirine hayatı zindan etmesin.

Eee, bırakalım da herkes istediği gibi giyinsin mi diyebiliriz. Anne babanın bile aciz kaldığı giyim ya da giyimsizlikte bize ne düşer. Ancak ortam ve zamanlamaya riayet ederek hukukumuz olan kişilere bu rahatsızlığımızı dile getirebiliriz. Kişileri tanımadan, arada hukuk yokken müdahale her zaman ters teper. Olacak şeyi de yokuşa sürer.

Giyim ve kuşamda bu aşırılıkların sebepleri üzerinde de durmak zorundayız. Yoksa ortaya nem ne şekil bir ürün çıktığı zaman bunlar da böyle giyinerek çok olmaya başladı demeye başlarız.

Bence giyim kuşamda aşırılığın temelinde; ilk, orta ve lisede çocuklara tek tip, tek renk kıyafet dayatması üzerinde durmak gerek. Bu çocuklar tek tip kıyafete okul sonrası hayır diyor. İstemediği ve sevmediği formadan kurtulduktan sonra aşırı giyimle içindeki özlemi gideriyor. Okullara düzen, tertip gelsin diye her öğrenciyi aynı tip renk ve elbiseye girdirmekten ziyade, onlara okul boyunca denetimli serbestlik içerinde eğitim ve öğretim yapmalarına imkan verebilirdik. Pekala bu çocuklara "Şu şu kriterlere riayet ederek istediğiniz kıyafetle okula gelebilirsin" diyebilseydik. Buna rağmen anormal kıyafetle okula gelen öğrencilerle tek tek görüşmek suretiyle onları karşımıza alıp onları ikna etme yoluna gidebilseydik. Nedense işin kolayına kaçıp toptancılık yolunu seçtik. Kişileri birey olmaya yöneltmekten ziyade sürü psikolojisine ve toptancı anlayışa uymasını dayattık.

Açıklık ve kapalılık üzerinde ne kadar yazıp çizersek çizelim, ne kadar konuşursak konuşalım, toplum giyim kuşamda bildiğini okuyor. Kimse kimseye bir şey diyemiyor. Bugün dindar ve mütedeyyin insanların çocukları da aile yapısına ters bir giyim ve kuşamı giyer oldu. Eskidenmiş, anasına bak, kızını al sözü. Bugün anne tesettürlü, kızının göbeği açık. Herhalde bu örnek bile toplumun gidişatına dair bize bilgi verir.

Hasılı, giyim kuşam üzerinden bölünmeyelim. Kendi giyim tarzımızı başkasına dayatmayalım. Cadde ve sokaklar vücudunu teşhir edenlerle dolu deyip bir şeylerin pimini ateşlemeyelim. Ahlaki yozlaşma ve çıplaklık aldı başını gitti. Gördükçe günah işleniyor demeyelim. Bu toplum içinde kimseyi kırmadan, dökmeden yaşayalım. Dağda evliya olmayı bırakıp şehirde evliya olmanın yollarına bakalım. Unutmayalım ki şehirde evliyalığı seçmek herkesin değil, er kişinin işi. Şehirde evliya olmak her türlü kötülük ve müstehcenlikten kişinin kendisini korumak anlamına geldiği için kimsenin giyim, kuşamından etkilenmez. Dağda evliyalığı seçen ise kendi nefsine güvenemez ve kötülük işlemeye meyyaldir. Dağdaki evliyanın evliyalığı şehre kadardır. Ama şehirdekinin evliyalığı dağ, bayır, şehir her yerde sürer. Sahi dağda mı evliya olmak istersiniz, şehirde mi?

Not: Dağ ve şehir evliyası nasıl olur diye merak edenler, bu konuya dair ilgili hikayeyi sanal medyadan bulup okuyabilir. 

31 Ağustos 2025 Pazar

Kısa Süren Bir Hikaye

Ayasofya, uzun yıllar müze görevi yaptıktan sonra 2020 yılında cami olarak açıldı. İsmini hatırlar mısınız bilmem. İslam hukuku profesörü Mehmet Boynukalın da baş imam olarak atanmıştır.

Ayasofya'nın cami olarak açılmasına sevindim. Yalnız baş imama rezerv koydum. Buraya atanacak imam için biraz özen gerekli. Ufku geniş aynı zamanda Türkiye mozaiğini bilen biri olmalı. Boynukalın lisans eğitimimi Ezher'de yapmış. Mısır ve Suudi Arabistan'a eğitim gören zevatın dini anlayışı biraz farklı olur, bize uymaz. Bizdeki fakültelerden biri atanabilirdi türünden şeyler yazıp çizdim.

Boynukalın atandıktan sonra rahat durmadı. Sosyal medyayı çok kullandı. Ne kadar tartışmalı konular varsa onlarla ilgili Tweet paylaştı: "Laiklik Anayasadan çıkarılmalı" dedi. 8 Mart kadınlar günü münasebetiyle "Kadın cinayetleri üzerinden erkek düşmanlığı pompalanıyor" dedi. Dedi oğlu dedi.

Boynukalın attığı Tweetlerle tartışmanın odağı haline geldi. Toplum Boynukalın üzerinden destekleyen ve karşı çıkanlar olarak ikiye bölündü.

Daha önce adı sanı duyulmayan, binlerce akademik ünvanlıdan biri olan Boynukalın kısa zamanda sosyal medyada meşhur oldu. Yüzlerle ifade edilen takipçi sayısı milyonu geçti. Karşı çıkanlar Hocayı tu kaka yaptı. Kendi işine baksın. Siyasi konulara girmesin dedi. Destekleyenler ise "Böylesi daha önce gelmedi. Konuşup yazmalı ve paylaşmalı. Boynukalın'ın arkasındayız. Hoca yalnız değildir" türünden hashtagler açtı.

O vakit, hoca yanlış yapıyor. Bulunduğu görevde birleştirici olmalı. Asıl görevi Ayasofya üzerine Tweetler atmalı. Halkı kutuplaştırmamalı. Siyasi ve güncele dair yaptığı paylaşımlar onu oraya getiren iradeye zarar verir. Üslubu da din görevlisi üslubuna yakışmıyor, gerekirse susmalı dedim. Böyle dedim diye destekçi kesim beni topa tuttu. Amacımı ve niyetimi sorguladı. Hoca ile ilgili yazdığım eleştiri yazılarına karşı çıkan yorumlar yazdılar.

Beni topa tutanlara, bugün hocanın arkasındayız, hoca yalnız değildir diyorsunuz ya yarın siyasi irade hocayı görevden alırsa, hocanın yine arkasında olursanız, yanınızdayım. Ama hiçbiriniz kalmayacak ve hoca unutulup gidecek dedim.

Dediklerimi yine dinleyen olmadı.

Laik seküler kesimin dışında Ak Parti grup başkanvekili Özlem Zengin de "Bu işler hocanın işi değil, hoca kendi işine bakmalı" diyerek rahatsızlığını ifade etti.

Karşı kesim eleştirinin dozajını artırdıkça hoca da destekçilerden aldığı güçle Tweet üzerinden eleştiri yapanlara "pamuk tıkayıverdi".

Sonunda Mehmet Boynukalın'ı Ayasofya’ya baş imam olarak atayan irade, görev süresi dolmadan hocayı görevden aldı. Gerçi Boynukalın, "Akademiye daha fazla zaman ayırmak niyetiyle istifa ediyorum" dese de işin iç yüzü öyle değildi. Görevden alınmıştı. Hatta Erdoğan'a görev süresinin bitimine üç ay var. Süreyi bekleyebiliriz denmesine rağmen Erdoğan alınsın dediği konuşuldu.

Hasılı, Boynukalın'ın Ayasofya’ya baş imamlığı 9 ay gibi bir zamanda son buldu. Adı sanı da anılmaz oldu.

Şimdi büyük ihtimalle fakültesinde hocalığına devam ediyor olmalı.

Sosyal medyayı baş imamlığında olduğu gibi yine aktif kullanıyor mu bilmiyorum. Bir milyonu geçen takipçisi Mehmet hocayı yine takip ediyor mu, bunu da bilmiyorum.

Bildiğim bir şey varsa Mehmet Hoca gündemde yok. Tweetleriyle gündem de oluşturmuyor ve tartışmanın odağında değil. Unutuldu gitti.

Aradan yıllar yılı geçmesine rağmen Boynukalın’ı bana hatırlatan ve yazı yazmaya iten sebep, “Boynukalın yalnız değildir. Arkasındayız” diye yazıp gürleyen destekçi kesimin Boynukalın’dan hiç bahsetmemesi. Mübarek unutuldu gitti. Kısa zamanda, kısa yoldan ulaşılan şöhret de birden son buldu.

Görünen o ki bir zamanlar Boynukalın’a destek veren kesim hocayı yalnız bıraktı, hoca yalnızlara oynuyor ve hoca yokluğa terk edildi.

Siz siz olun, bir tartışmanın odağı haline geldiğinizde veya getirildiğinizde, sosyal medyada sizinle ilgili destek açıklamalarına teşekkür edin ama o destekçilere pek güvenmeyin. Aynı zamanda söz ve eylemlerinizin doğruluğunu, zamanlamasını ve ortamını da sorgulayın. Hata yapmış olabilir miyim diye kendinize soru sorun. Şöyle davransaydın, daha iyi olurdu deyin. Çünkü bugün “Yalnız değilsin, arkandayız” diyen o kesimi, başınıza bir şey geldiği zaman yanınızda bulamayabilirsiniz. O yüzden söz ve eylemlerinize dikkat etmenizde fayda var. Sonra ne oldu arkamda bana çığ gibi destek verenler diyerek hayıflanır durursunuz. Bunun en güzel örneği de Sayın Mehmet Boynukalın’dır. Sonra demedi demeyin.

Eyvah, Okullar Açılıyor!

Şimdi öğrenci de şaşkın, öğretmen de.

Çünkü okullar açılıyor.

Ne çabuk geçti o upuzun tatil öyle diyor.

Şaşkınlıkları geçti. Kara kara düşünmeye başladılar.

Çekilir mi bu uzun maraton diyorlar daha okul başlamadan. Üstelik bu sıcakta olacak şey mi okula gidip gelmek. Sabah erken kalkmak. Okul yoluna düşmek.

Halbuki öğrenci, öğretmen ne çabuk alışmıştı uzun tatile. Bitmez. Bu tatil biter mi demişlerdi.

Sayılı günler çabuk geçer dedikleri bu olsa gerek.
Ne yapsın ne etsin öğrenci ve öğretmen şimdi.

Öğrencilerin daha bir haftası var. Öğretmenlere göre şanslılar. Ama öğretmenlerin ağzını bıçak açmıyor. Çünkü bir hafta öncesinden okullu olacaklar.

Hayat ne güzel gidiyordu halbuki. Genç yaşta emekli olup bir çay ocağından diğerine akşamı yapan, günlerini gün eden emekliler gibiydi öğretmenler. Şimdi o emekliler çay ocağında çaylarını yudumlarken öğretmenler; seminer, toplantı, zümre diye koşturacak.

Bununla kalsa yine iyi. Bir dizi değişiklikle okula merhaba diyecek öğrenci ve öğretmen.

Bu öğretim yılından itibaren öğrenciler için serbest kıyafet uygulamasına son verildi. Gerçi serbest kıyafet uygulaması uygulayan okul pek yoktu.

Kıyafet uygulamasından öğretmenler de nasibini aldı. Hoş, Kılık Kıyafet Yönetmeliğine rağmen öğretmen ve devlet memurları da Yönetmeliğe uymuyordu. Bakan, yayımladığı 2025/63 sayılı genelge ile "Eğitimciye yakışır" şekilde giyinilmesi talimatını verdi.

Eğitimciye yakışır şekilde giyim kuşama ve kılık kıyafete eyvallah. Ama bunun ölçüsü ne? Bunu kim belirleyecek? Bunu da zaman gösterecek.

Nicedir pasif direniş yapan devlet memurları, bakalım buna uyum sağlayabilecek mi? Bir ölçü olmalı elbet. Eğitimciye yakışan bir kılık kıyafet ve giyim kuşam olmalı. Yalnız herkesin yakıştırdığın giyim kuşam farklı olabilir. Bana yakışan bu diyebilir. Temenni ederim ki kılık kıyafet yönünden bir gerilim yaşanmaz.

Değişiklik bununla da sınırlı değil. Okullar iletişim adresi olarak WhatsApp yerine yerli ve milli olanına geçecek.

Eğer bu yerli ve milli mesaj uygulaması kendisini yenilemediyse yandık demektir. Yazışmak mesele idi gerçekten. 

Mesaj sesi de bir garip.

Nicedir bana mesaj gelip durur. Yakında tekrar iletişimi benimle sağlayacaksın diyormuş belli ki.

Hasılı, daha sıcaklar bende bu kadar deyip gitmeden okulların açılması, eğitimciye yakışır kıyafet uygulaması, yerli ve milli olan uygulama ile mesajlaşılacak olunması çekilecek gibi değil.

Ne edelim. Başa gelen çekilir. 

Allah başka dert vermesin.

İnsan Kaynağı Plansızlığımız

Bir arkadaş aradı: "Kızım şu öğretmenlik branşından birini bitirdi. Puanı yeterli gelmediğinden atanamadı. Ücretli öğretmenlik yapmak için başvuru yaptı. Ne yapabiliriz" dedi.

Arkadaşa, kızınız başvuru yaptı ise her ilçe görevlendirme kriterlerine göre ihtiyaç oldukça sırayla çağırır. Yine de kızın bilgilerini gönder. Bir de telefonun sesini aç da kızın da dinlesin diyeceklerimi dedim.

Kıza, branşının dışında girebileceğin yakın branşları da yazman daha iyi olur. Çünkü branşında açık olmayabilir. Bir de bildiğim kadarıyla maddi sıkıntınız yok. Oturup önümüzdeki senenin sınavlarına çalış. Ücretli öğretmenlik tüm günlerini alacağı için sınava hazırlanamazsın. Yine siz bilirsiniz dedim.

Kızın ataması zordu. Çünkü branşından alım çok az. Gerçi sadece bu branşta değil, bir-iki branşın dışında atanmak çok zor. Çünkü her branşın binlerce yedeği var. Hepsi de atanmayı bekliyor. Bu da bir yıl öncesine kadar her branşın ikinci öğretimlerini devam ettirmemizin, her yere üniversite ve her üniversiteye her bölümü açmamızın bir sonucu.

Bu durum her konuda olduğu gibi insan kaynağını planlama eksikliğimizin bariz bir örneği. Ben fakülte açarım. Herkesi okutur, mezun ederim. Onlara istihdam üretmem. Herkes başının çaresine bakacak demektir. Devletin bu plansızlığı, bir anne ve babanın, ben istediğim kadar çocuk doğururum. Ama bakmak zorunda değilim anlayışından farklı değil.

Arkadaşın ve kızının ilçesinde görev yapan şube müdürüne, ilçe okullarında ücretli öğretmen ihtiyacı olup olmadığını sordum. "İhtiyaç yok. Çünkü elimizde 1000 tane norm fazlası öğretmen var. Onlar görevlendirilecek" dedi.

Şube müdürüne, 1000 norm fazlası öğretmen tüm il merkezinde mi yoksa sadece sizin ilçenizde mi dedim. "Sadece bizim ilçede" dedi.

Bir ilçede bu kadar norm fazlası öğretmenin olması beni şaşırttı. Bir ilçede 1000 ihtiyaç fazlası öğretmen varsa tüm Türkiye'deki ihtiyaç fazlası öğretmen sayısını gözümüzün önüne bir getirelim. Karşımıza korkunç sayı çıkar. Bu demektir ki Milli Eğitim Bakanlığı öğretmen ihtiyacını gidermek için her yıl öğretmen alımı yapsın. Diğer taraftan da bazı illerde yığılmış ihtiyaç fazlası öğretmenler olsun. Ne yaman çelişki bu.

Öğretmen fazlalığı olur da bu kadar olmaz. Okul ve derslik veremediğimiz öğretmenlere maaş vermeye devam ediyoruz. Yazık, ülkenin plansız insan kaynağına giden paraya. Bu da insan kaynağını yerinde kullanamadığımızın bir göstergesi.

Bir ilçede veya tüm Türkiye'de norm fazlası dediğimiz ihtiyaç fazlası öğretmen niçin oluşur? Öyle zannediyorum, eş durumu yani aile birliğinden kaynaklı olsa gerek. Nedense MEB, belli illerde eş durumundan kaynaklı ihtiyaç fazlası öğretmenlerin önüne bir türlü geçemedi.

Elbette aile birliği önemli. Eşler aynı yerde çalışmalı. Ama aynı yerde çalışacak diye ihtiyaç fazlası atama yapmanın da bir gereği yok. Atamalarda oportünist davranmanın bir sonucu. MEB eşleri birleştirmezsem, kafam ağrır düşüncesiyle ihtiyaç yok diyemiyor. Al değerlendir diye valilik emrine atamayı yapıveriyor.

Halbuki mevzuatta eşlerin birleştirilmesine dair çözüm var. Mevzuat uygulanırsa norm fazlası öğretmen diye bir şey olmaz. Diyelim ki eşlerden biri Mardin'de, diğeri Konya'da. Mevzuat der ki "Aileyi Mardin ya da Konya'da birleştireyim. İhtiyaç Konya'da ise Konya'da, Mardin'de ihtiyaç varsa Mardin'de birleştireyim. Eğer iki yerde de ihtiyaç yoksa eşleri başka bir ilde birleştireyim". Bence yerinde bir mevzuat. Ama uygulama böyle değil. Mardin'deki eş, ihtiyaç olmadığı halde Konya'ya tayin istiyor. Konya'daki eş Mardin'de kendisine ihtiyaç olduğu halde tayin istemiyor. Bu durumda eşler nasıl birleştirilecek? Bakanlık Mardin'deki eşi Konya Valiliği emrine vermek suretiyle meseleyi çözüm yoluna gidiyor. Eşler birleşti ama norm fazlası olarak.

Valilik norm fazlası öğretmenleri ne yapıyor? Bunlara il sınırları içerisinde boş olan okullara tayin istemelerini söylüyor. Öğretmen ise il merkezindeki okulları yazdığı için ataması yapılmıyor. İl Milli eğitimler bu öğretmenleri değerlendirin diye ilçe MEM'lere görevlendiriyor. İlçe MEM'ler ise doğum vb. sebeplerle boşalan yerlere geçici görevlendirme yapıyor. Olmadı, büyük okullara vererek alın bu öğretmene 15 saat ders verin diyor. Yani bir öğretmenin gidereceği ihtiyacı iki kişi gideriyor.

Norm fazlası atamalarda ihtiyaç olan yerler dolmazsa resen atama yapılacak denmesine rağmen belediye sınırları dışında ihtiyaç olduğu halde yine atama yapılamıyor. Atama yapılsa bile sendikalar devreye giriyor. Bu yüzden il merkezinde birikmiş ama ilçe, belde veya köylerde ihtiyaç olan yerlere öğretmen gönderilemiyor. Gönderilmeyen öğretmenin yerine ücretli öğretmen görevlendirmesi yapılıyor.

Hasılı, ortada göz ardı edilmemesi gereken büyük bir sorun var. Ama sorun çözülmüyor ya da çözülmez istenmiyor. Bu da insan kaynağını yerinde kullanamama ve ülkenin parasını heba etme sonucunu doğuruyor. Para kimsenin cebinden çıkmadığı için herkes bu durumdan memnun. Gel gör ki bu plansızlığın parası hepimizin cebinden çıkıyor.

Bu demek değildir ki norm fazlası öğretmenler değerlendirilmiyor. Bir şekil değerlendiriliyor. Ama branşından ama branş dışı. Yani işe kişiden ziyade kişiye iş bulunmuş oluyor.

İnsan kaynağını yerinde kullanamadığımız durumu sadece bahsettiğimden ibaret değil. İl MEM’ler kitap yazma, kitap inceleme, formatörlük vs. gibi gerekçelerle her yıl okullardan geçici öğretmen görevlendiriyor. Yerlerine başka geçici öğretmen gönderiliyor ya da okul başının çaresine bakıyor. Bunun dışında uzman ya da araştırmacı kadrosunda olan çalışanlar da var ama bilfiil çalışmıyor.

Bu ve benzer insan kaynağı plansızlığımızı göz önüne getirirsek, bunca plansızlık ve her birine harcanan maaş ve özlük haklar ile bu devlet iyi ayakta kalıyor. Bu durum yani insan kaynağı plansızlığı durumu sadece MEB’de değil, hemen hemen her kurumda şu ya da bu şekilde var.

Şu bir gerçek ki insan kaynağı planlamasında sınıfta kaldık. Tek kelimeyle yazık...

29 Ağustos 2025 Cuma

Mahallenizle Aranız Nasıl?

Mahalle dendiği zaman belde, ilçe veya ildeki sınırları çizilmiş meskûn mahalle akla gelir.

Adres olarak kullanılır.

Her beş yılda yapılan mahalli seçimlerde bu mahallelere de muhtar seçilir.

Mahalle dendiği zaman aynı düşünce yapısına sahip insanlar topluluğu da akla gelir. İşte bu mahalle üzerinde duracağım.

Bu mahallenin sınırları belli değil. Ülkenin bir ucundan diğer ucuna aynı düşünce yapısına sahip insanlar olur. Haliyle birden fazla düşünce ve ideoloji olduğu için farklı farklı mahallelerin olması da doğaldır. Laik seküler mahalle; dindar, mütedeyyin, İslamcı, muhafazakar mahalle gibi.
Bu mahalleler fikir dünyası çerçevesinde ayrışır. Siyaseten, dinen farklı düşünür. Giyim kuşam yönünden de farklı giyinir.

Siyasi partilerin kaleleridir bu mahalleler. Bir mahalle hangi siyasi partiyi desteklerse o parti için o mahalle çantada kekliktir. Aday iyi olsa da olmasa da seçimi kazanması bankodur. Çünkü mahallenin başka siyasi partiye yönelmesi mümkün değil.

İki ya da daha farklı mahalle mensuplarının bir arada yaşadığı yerlerde ise seçim ortadadır. Her seçimde oyunun rengini değiştiren seçmen kitlesi o mahallede bir siyasi partinin kazanmasında etkin rol oynar.

Mahallelerin sınırı olmasa da düşünce ve inanç yönünden diğer mahallelerle kalın çizgilerle ayrılır. Geçiş yapmak çok zordur.

Bu tür mahallelerde bir mahalle mensubunun fikir veya oyunun rengini değiştirmesi ya da dini yönden farklı düşünmesi düşünülemez. Çünkü döneklik kabul edilir. Karşı mahalleye şirin görünme addedilir. O yüzden, kimse içine sinse de sinmese de içinde bulunduğu mahalleye aykırı hareket edemez. Kazara farklı düşünse, bunu ifade etse mahalle baskısına maruz kalır. "Vay efendim, nasıl böyle düşünürsün" denir. Dışlanırsın. Mahallende yalnızlara oynarsın. "Bu, yakında karşı mahalleye geçer. Demedi demeyin" derler. Karşı mahallede ne işim var? Benim mahallem burası dersin. "Bu, hâlâ niye gitmedi. Bu kafa yapısıyla burada niye duruyor" derler. Karşı mahalleye çekip gitsen, "Bak, gitti. Dönek adammış. Biz demiştik" derler.

Yazıp çizmen, farklı görüş ileri sürmen, ben bu konuda şöyle düşünüyorum, beni böyle kabul edin demen bir şey ifade etmez. Yazına da karışırlar, bir şey demene de sessiz kalmana da. Hayatı sana zindan ederler. Seni muhalif görürler. Değişti, çok değişti derler. Hasılı seni ne karşı mahalleye gönderirler ne de kendilerinden kabul ederler. İstenilmeyen kişi ilan ederler. Ne de olsa mahallenin sahibi ve kelek keseni onlar. İyi ve güzeli sadece onlar düşünür.

Anlatmak istediğim, mahallelerde sürü psikolojisi hakimdir. Birey olmaya çalışmak ya da kalkışmak bedel ister. Farklı düşünmek bedel ister. Onlara yanlış yapılıyor demek bedel ister. Bakışlarıyla seni boğarlar. Senden istenen mahallenin psikolojisine, atmosferine, dünya görüşüne ve hayat felsefesine uygun hareket etmek. Onların dümen suyuna girmek. İtiraz etmemek, eleştirmemek. Biz galiba yanlış yaptık, yapıyoruz dememek. Mahallenin düşüncesi ne ise onu savunmak.

Kısaca, mahallelerde inanç ve fikir özgürlüğü yok. Hoşgörü yok. Farklı fikre tahammül yok.

Huzur, rahat ve mutluluğun için mahallenin görüşleri dışına çıkmaman akıl sağlığın yönünden elzemdir. Durum bu iken mahallenin yaramaz çocuğu olma rolüne bürünmek hiç akıl kârı değil.

İnsan ne ondan ne de bundan ben hiçbir mahalleye ait değilim. Bu konuda mahallelerin görüşü beni tatmin etmiyor dese ya da hangi mahalleden olursa olsun bir konuda doğruya doğru, yanlışa yanlış dese mahallesiz kalır. Yani ya bizdensin ya da onlardan. Ortası yok. Ya o mahalleye giderek yanlışlara ortak olacaksın ya da kendi mahallende kalarak yalnızlara oynayacaksın. Ne mahallende kalarak kimseye yaranabilirsin ne de karşı mahalle sana kucak açar. Ben bu mahalledenim demeni de samimi bulmazlar. Yok yok. Sen o mahalledensin derler. Ne yapıp ne edip bir mahallede yer bularak o mahallenin bağnazı, kutuplaşma ve ayrışmanın figürü olacaksın. Mahallende ne pişirilirse onu yiyip onu çıkaracaksın. Sana biçilen rol bu. Yersen. Yemezsen, gerekirse acından öl. Ağlayanın bile olmaz.

Düşünün ki kendi mahallesindeki çocuğuna özgürlük vermeyen bu mahalleler, tüm ülke yönetimine sahip oldukları zaman karşı mahalleye özgürlük verir mi?

Bu tür mahalle anlayışı herhalde sadece Doğu toplumların özgü olsa gerek. 

Ülkemizdeki mahallelilik budur. Bu tür mahallenin, mahallemizin çocuğu ile bir alakası yoktur.

27 Ağustos 2025 Çarşamba

Kaporta Zihniyeti Değişmeli

Bu ülke giyim kuşam ve dış görünüşten çok çekti. Ben buna kaporta diyorum.

Toplum olarak kaportaya verdiğimiz önemi ve yaptığımız mücadeleyi bir türlü geride bırakmadık. Kaporta birinci önceliğimiz olunca doğru dürüst başka meselelere eğilemedik. Varsa yoksa kaporta.

Ülkenin geçmişi ve zaman zaman nükseden kaporta yüzünden bu toplum az gerilim yaşamadı. Az bedel ödenmedi. Mağduriyetler yaşandı.

Görünen o ki yeter bu kaporta ile uğraştığımız, sonu gelmeyen didişmelerimize son diyemiyoruz.

Bir an için ortalık duruldu. Toplumsal konsensüs sağlandı. Artık herkes birbirinin yaşam ve giyim tarzına saygı göstermek zorunda olduğunu öğrendi dediğimiz an, yine bir kaporta meselesi gündeme düşüyor.

Şu var ki iki zıt kutup birbirine galebe çalmaya çalışıyor. Bu çapda dahi bunun emarelerini bariz bir şekilde görebiliyoruz. Yeter ki savunduğumuz fikir ve zihniyet muktedir olsun. Kim tutar bizi. İçimizde biriktirdiklerimizi hemen boşaltıveriyoruz. Yani bilinçaltımız ortaya çıkıveriyor.

Ne demek istediğimi biraz daha açayım. Bu ülkenin yakın geçmişinde, dini gerekçelerle başını örtenlere hayat zindan edildi. Okullara alınmadı. Bunlara çağ dışı zihniyet, örümcek kafalı dendi. Başörtüsü laikliğe aykırı görüldü. Kamusal alan kapalılara zindan edildi. Adeta başörtüsü avına çıkıldı. Devletin askeri de yargısı da bu mücadeleye alet edildi.

Devran döndü. Başörtüsü devletin her kademesinde serbest oldu. Daha önce vebalı kabul edilen giyim kuşam adeta tercih sebebi oldu. Başörtülü-başörtüsüz birbiriyle tartışmadan ve gerilim yaşamadan yan yana yürümeye tanık olduk.

Sevindirici bir durumdu bu. Artık toplum olarak birbirimizin giyim kuşamına saygı göstermeyi öğrenmiştik. Toplumsal barış gelmişti. Teşbihte hata olmasın, kurtla kuzu bir aradaydı.

Gel gör ki durum böyle değilmiş. Görünen o ki birileri, geçmişte yaşatılan travmayı unutamamış, içine atmış. Bireysel de olsa içinde tuttuğu diline geliveriyor. Hekimin, çıplak diye hastasını muayene etmekten imtina etmesi de buna örnektir. Bireysel diyorum. Çünkü tüm doktorlar böyle değil. Yalnız bireysel olmayan bir durum var. Doktorun çıplak ve teşhirci diyerek muayene etmediği hasta olayını savunan savunana. Sosyal medyaya bakıldığı zaman doktorun bu tavrına destek veren yüz binler var. Bu da doktorun yalnız olmadığını gösterir. Öyle zannediyorum, doktora destek verenlerin kahir ekseriyeti; dindar, mütedeyyin, muhafazakar ve İslamcı kesim. Öyle zannediyorum, geçmiş başörtüsü mücadelesinde çocuğu, eşi veya bir yakını mağdur edilmiş ya da başörtüsünü savunan kişiler olmalı. Bunlar da travmayı atlatamayan belli ki.

Dün başörtüsüyle mücadele için kız çocuklarına hayatı zindan edenler ile bugün çıplak diye yine kız çocuklarını muayeneden kaçınma durumu iki farklı zihniyeti temsil eder. Bu iki zihniyet de birbirine zıt zihniyet olsalar da aynı kapıya çıkar. Çünkü kapalılığı savunan da açıklığı savunan da kaportacıdır. Dış görünüşüne göre kızları değerlendiriyor. Bakmayın, zaman zaman çok masum ve hoşgörülü olduklarına. Gücü eline geçiren, zihniyetini ortaya koyup dayatmaya yelteniyor. O yüzden bu iki zıt kutup birbirinden besleniyor. Biri olmadan, diğeri olmaz. Çünkü yaşayamaz. Haliyle bu dram, bitmeyen hikaye olarak bizden bir parça olarak devam eder gider.

Bu bitmeyen hikayede kadınlar hep nesne iken hikayenin kahramanları nedense hep erkekler. Açık veya kapalı haliyle kadın mağdur oluyorken erkekler rol alıyor veya rol çalıyor.

Burada şunu da söylemek isterim. Kapalılığı savunan zihniyet de açıklığı savunan zihniyet de yanlış yolda. Ne zaman ki giyim ve kuşamı kişilerin bireysel tercihi kabul edip içimize sinmese de hoşgörülü yaklaşıp saygı göstermeyi hayat felsefesi kabul etmedikçe bu iki zihniyetten bu ülkeye hayır yoktur.

Açıklık veya kapalılık kadının tercihidir. İsteyen istediği şekilde giyinmelidir. Erkekler bu işten elini ve eteğini çekmelidir. Giyim kuşam konusunda bana laf düşmese de açıklık veya kapalılık konusunda neyi savunduğum merak edilirse, normal ve makul kapalılık ve açıklığı uygun görürüm. Yüzü ve gözü görünmeyen kapalılığı da anadan üryan giyim kuşamı da tasvip etmiyorum. Yine de garibimize gitse de kadınların tercihine saygı göstermek bizim olmazsa olmazımız olmalı. Kadınlar da ne şekilde giyinirse giyinsin ama kendine yakışanı giyinsin. Unutmayalım ki insanlar kıyafetleriyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanır. Nice açıklar vardır, kapalıdan daha kapalı. Nice kapalılar var ki açıktan daha açık.

Biz ne zaman ki giyim, kuşam ve kaportayı bırakıp insanların fikirlerine bakarsak ülke olarak mesafe alırız. Yoksa her zaman ki gibi yaya kalmaya devam ederiz.

Lütfen, açığı da kapalısı da açığı savunan da kapalılığı savunan da bu zihniyetini kendine saklasın. Birbirimize hayatı zindan etmesin. Birbirinin hayat tarzına müdahale etmedikçe herkes istediği giyim kuşamıyla toplum içinde arzı endam etsin. Eğer bir giyim ve kuşamı tasvip etmemişsek bunun yolu o kişiyle iletişime geçip onunla güzel bir üslupla konuşmaktır. İnanın, suçlamadan konuşma yolunu seçmek bize mesafe aldırır, belki kazanabiliriz de ama şöyle olacaksın, böyle olacaksın dayatması, hazırında o kişiyi bizden uzaklaştırır. Amacımız bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Maalesef taraflarda üzüm yeme düşüncesinin olduğunu düşünmüyorum.

Son göz, doktoru tefe koymayalım. Doktoru göklere de çıkarmayalım. Lütfen taraflar savundukları zihniyetlerini gözden geçirsinler. Zihniyetlerini sorgulasınlar. Birbirimize hayatı zindan etmeyelim. Şayet zihniyetlerimizi sorgularsak, birbirimizi anlamaya çalışırsak, pekala, birlikte hoşgörü içinde yaşanabilir bir ülke bırakabiliriz bizden sonraki neslimize.

26 Ağustos 2025 Salı

Zam Sebep, Enflasyon Sonuç

2026-2027 yıllarını kapsayan zam görüşmesi anlaşmazlıkla sonuçlanmış. İş her defasında olduğu gibi Hakem Heyetine kalmış.

Hakem Heyeti de 2026 için önerilen 11+7 zam oranını aynen onamış. Ama 2027 için teklif edilen 4+4'lük zammı yetersiz bularak 5+4'e çıkarmış. Böylece 2026-2027 zam pazarlığında nihai karar verilmiş oldu.

Öncelikle 2027 yılının ilk altı ayına Hakem Heyetinin inisiyatif kullanarak 1 puan eklemesi, Heyetin memurları düşündüğünün bir göstergesi. Sağ olsunlar, var olsunlar.

Bu zammın memurlara hayırlı olmasını ve gelecek zamlarla birlikte maaşlarını güle güle harcamasını dilerim.

Sözlerimi nihayete erdirmeden bazılarına bir çift laf etmek isterim.

Gazeteden okuduğuma göre yetkili konfederasyonlar zammı beğenmeyerek toplantı masasını terk etmişler. Ayıp etmişler. Ayıp ayıp. Bu memurlar, size masayı terk edin diye mi yetki verdi. Yetmez ama evet, Allah bereket versin, hiç yoktan iyidir deyip imzalayamaz mı idiniz? 2-3 puan daha artış olsa göğe mi erecektiniz? Hep istiyorsunuz. Hiç vermiyorsunuz. İstediğinizi de alamıyorsunuz. Ama ne edersiniz ki yetki sizde. Ama devlet terbiyesi, imzalamanız yönündeydi. . Hatta hiç vermeseniz de olurdu demekti. Heyhat ki göremedim bunu. Unutmayın ki devlet yönetmek ve bütçe hazırlamak ve hesap kitap yapmak bekarların işi değil. Belli ki bekarsınız.

Ya Hakem Heyetine ne demeli? Görüşme anlaşmazlıkla sonuçlanmış. Hakem Heyetine düşen de kabul görmeyen öneriyi onaylamaktan ibaretti. Ne hakla ikinci yılın 4+4 zam oranını 5+4'e revize ederler. Verirken sanki ceplerinden veriyorlar. Kimin parasını kime veriyorsunuz? Ayıp ayıp. Sizin yaptığınız bu değişiklik memur sendikalarının yaptığı ayıptan da ayıp. Belli ki Hakem Heyeti de bekar. Bekar olunca bütçe nedir, nereden bilecekler.

Verdikleri bu bir puanlık artış aşağı doğru hızla giden enflasyonu azdırırsa bunun vebalini nasıl verecekler? Bunu düşündüklerini sanmıyorum. Halbuki memura bir puan artış bütçeye artı yük getirecek. Bu da enflasyonun azması demek. Unutmasınlar ki memura zam sebep ise enflasyon ise sonuçtur. Durum bu iken gel de Hakem Heyetine bunu anlat.

Memur olup da bu zammı beğenmeyen varsa ve enflasyonun altında yine ezileceğiz denirse, derim ki felaket tellallığı yapmayın. Ne demek beğenmemek. Nankörlüğün gereği yok. Beğenmiyorsan istifa edeceksin. Senin yerine zamsız çalışacak milyonlar var. Kimse seni orada zorla tutmuyor.

Sonra ne demek yine enflasyona ezileceğiz. Ne zaman ezildiniz ki yine ezileceğiz diyorsunuz. Unutmayın ki bugüne kadar memur enflasyona ezdirilmedi. Yine ezdirilmeyecek.

Diyelim ki zam oranı enflasyonun altında kaldı. Altı ay sonra enflasyon farkını bugüne kadar almadınız mı? Sizin bir kuruşunuz devlette kaldı mı bugüne kadar da böyle dersiniz. Dişini sıkıp altı ay sonra al. Var mı alacak, verecek. Yok. O zaman bu isyan niye? Unutmayın ki azı beğenmeyen çoğu bulamaz.

Görünen o ki bu memur sendikaları da Hakem Heyeti de zammı az gören memurlar da enflasyondan beslenmek isteyenler. Yok öyle yağma. Eski Türkiye'de kaldı sizin bu istekleriniz. 

Haydi gidin işinize.

Bir söz de insaflı esnaf kardeşlerime gelsin. Biliyorum kâr marjında hep insaflı davrandınız. İşte size bir imkan daha. 2026'da ürünlere 11+7, 2027'de de 5+4 zam yansıtın. Biliyorum bunu size hatırlatmak çok abestir. Zaten yaptığınız bir şey. 

Son olarak bir söz de devlete gelsin. Bazı ülkeler ocak ve temmuzda vergi oranlarını artırırken yaşanan enflasyona göre zam yapıyor, memura zammı ise hedeflediği üzerinden zam veriyor. Biliyorum sen böyle yapmazsın. Haydi sen de 2026 ve 2027 yıllarında hedeflediğin enflasyon oranında vergilere zam yap. Sakın o ülkeleri örnek alma. 

Not: Tam içimden gelerek yazdığım bir yazı. Böyle bir yazı için samimiyet ve içtenlik gerek. Sizde bu içtenlik yoksa beni anlamazsınız. 

20 Ağustos 2025 Çarşamba

Bok Böceği

Bugün, gündelik hayatta ağzıma almadığım, yazılarımda yazılışına bile yer vermediğim bir kelimeyi yazımda çok kullanacağım. Ben yazdıkça, siz okudukça ben mahcup olacağım ama ne demek istediğimi ifade edebilmek için mecburum. Şimdiden affınıza sığınırım. Yalnız af talebinde bulunmuyorum. Dikkatinizi çekerim.

Bu suçuma ortak olarak da TDK sözlüğünü alacağım. Öyle ya TDK bile bu kelimeye yer vermişse ben niye yer vermeyeyim.

Uzatmayayım. Bok böceğinden bahsedeceğim size. Adında halavet olmayan bu böceğin faydası çokmuş. Faydalarını yer vermeyeceğim. Bu faydaları merak ediyorsanız sanal aleme başvurabilirsiniz.

Bu bok böceğini yazarken aslı var veya yok. Bir hikayeye yer vereceğim. Daha doğrusu fabla. Anlatacağım kısa fablın aslı yoksa bok böcekleri hakkını helal etsin.

Bildiğiniz gibi bok böcekleri yaptığı pislikleri yuvarlarmış. Bu pislik belki de kendi yaptığı pislik de olabilir. Belli ki bu evrende ona biçilen rol bu. Yaptığı iş boktan iş olsa da görevini yaptığı için ancak takdir ederiz. Çünkü hakkıyla yapılan her görev kutsaldır. Buraya kadar bok böceğinin yaptığına eyvallah. Sanırım bundan sonrası uydurma olsa gerek. Bok böceği pisliğini yuvarlarken "Etraf ne pis kokuyor" diye burnunu tıkarmış.

Öyle zannediyorum, bok böceği her ne kadar burnunu tıkasa da etrafı kirletenin kendi pisliği olduğunu biliyordur. İnşallah çevreyi başkası kirletiyor ve kokutuyor diye düşünmüyordur.

Bu da nereden aklına geldi. Kim kokutacak. Elbette bok böceği kokutuyor diyebilirsiniz. Böyle derken bok böceğinin etrafı kendisinin kokuttuğunu inkar ettiğini ben de sanmıyorum. Belki de hiçbir hayvan yapıp ettiğini gizleme durumunda değildir. Bu olsa olsa insana mahsus bir şey olsa gerek. İnsanın içinde elbette istisnaları vardır. Bu haltı ben işledim diye itiraf eder. Hatta döner döner özür diler.

Ama tüm insanlar böyle değil. Öyleleri var ki tıpkı bu bok böceği gibi ortalığı kirletir, etrafı kokutur. Duyarlı insanlar kokudan burnunu tıkar. Nereden ve kimden geliyor bu koku dendiği zaman "Şu kokutuyor, bu pisledi, bundan dolayı" şeklinde birileri birilerini hedef gösterir. Pisliği daha doğrusu boku başkasının üzerine yıkar. Bu, iftira olur demeyin. İçimizde bunu bal gibi yapanlar var. Buna teşne olanlar da. Bu teşne olanlar, bokun başkası tarafından yapıldığına ikna olurlar. Kokunun başkasından geldiğine dünden razılar. Hiç üzerlerine toz kondurmazlar. Etrafı sevdikleri kişilerin kokuttuğuna da inanmazlar. Çünkü meslek edinmişler bunu. Bir kısmının da bağışıklık yaptığı için burunları koku almıyor.

Beni üzen de bu tip insanların kokudan haberdar olmaması. Haberi olsa da ortamı kirletenin, hayatı yaşanmaz hale getirenin başkası olduğuna inanması.

İstiyorum ki etrafı kokutanların ve bu kokudan rahatsız olmayanların ya da kokuyu başkasının üzerine atanların tıpkı bok böceği gibi etrafı kokutanın kendileri olduğunu bilmeleri. Heyhat ki heyhat.

Çok fazla ileri gitmeden bu bok ve pisleme konusunu kapatmak istiyorum. Yalnız başımdan geçen bir anekdota kısaca yer vererek yazımı nihayete erdireyim.

Adana'da çalışırken birkaç kalem alışveriş için cadde üzerinde bir markete girdim. Evde misafir olduğu için markette hiç oyalanmadım. Alacağımı alıp ödemeyi yaptım. X-Ray cihazından çıkarken ardımdan bir kadın da cihazdan geçti.

Cihazın ötmesiyle birlikte, ne oluyor diye ardıma baktım. Başta güvenlik olmak üzere markettekilerin gözü üzerimizdeydi. Acaba cebimde markete ait bir şey olabilir mi diye kendimden endişelenmedim değil. Şu var ki yüzüm zaten kırmızı. Bu olayla birlikte utancımdan oldum kıpkırmızı.

Güvenlik görevlisi yanımıza doğru gelirken ardımdan bana değecek gibi bir hızla X-Ray cihazından geçen kadın, "Beyefendiden geliyor ses" dedi. Parmağıyla beni gösterdi. Kıpkırmızı olmaya devam. İşim ne başka.

Güvenlik, bir daha geçelim cihazdan. Ama tek tek dedi. Önce ben geçtim. Bir hızla kadın da geçti. Cihaz öttü tekrar. Kadın yine bu beyefendiden dolayı ötüyor dedi. Bu arada kadına göre beyefendi ben oluyorum.

Uzatmayayım. Güvenlik, hanımefendi! Siz benimle gelir misiniz deyip kadını içeri götürdü.

Bu anımda gördüğünüz gibi bok, sidik yok. Marketi kirleten kadının, yaptığı hırsızlığın savunulur bir tarafı yok. Yalnız marketi kirleten kendisi olmasına rağmen bu pisliği yapanın ben olduğumu hedef göstermesi beni düşündürüyor. Etrafınıza bir bakın ya da elinizi çenenize koyup bir düşünün. Etrafı kokutan kimler var? Pisleyenin kendisi olduğunu kabul etmeyen kimler var? Yaptığı pisliği başkasına sıvayan kimler var? Bu tür iftiralara teşne kimler var? Bunların sayısı ne kadar? Kimlerin burunları koku almıyor, gözleri görmüyor, idrak yoksunluğu çekiyor ve etrafın pisliğini sineye çekiyor, başkasının üzerine yıkıyor ya da buna sessiz kalıyor veya bunu savunuyor?

19 Ağustos 2025 Salı

Neyin ya da Kimin Düşmanıyım?

Geçen gün bir akrabamın yanına vardım. Selam, kelam, hal hatırdan sonra akrabam konuyu dönüp dolaştırıp bir yere getirdi:

"Bir yerde, senin daha önce konuşma arasında söylediğin bir cümleyi sarf ettim. Kim söyledi bunu dediler. Ben de senin adını verince, 'Ha o mu? O, ... düşmanı' dediler. O düşman ben oluyorum.

Evet, aynen böyle demişler. Sözüm üzerine olumlu ya da olumsuz bir şey deseler, sizin akraba yanlış söylemiş. Biz buna katılmıyoruz deseler hiç gam yemeyeceğim. Çünkü sözüme dair bir şey söylemeden hakkımdaki kanaatlerini izhar etmişler. Anlaşılan o ki akrabamın yanındakiler beni tanıyan birileri. Artık ne kadar tanıyorlarsa diye hiç merak etmiyorum. Belli ki hakkımda hüküm vermişler. Ben birilerinin düşmanıymışım. Kanaat böyle olunca onların yanında sözümün hiçbir kıymetiharbiyesi olmaz. Çok da tın.

*

Bir başka akrabam var. 80'i devirmiş. Yaşının gereği yürümekte zorlanır. Çünkü dizlerindeki sıvı bitmiş. Çok sık olmasa da zaman zaman ziyaret ederim. Selam, kelam, hal hatırdan öte pek bir şey de konuşmam. Soru sorarsa kısa ve net cevap veririm. Çayımı içer, müsaade alır, kalkarım.

Bu demek değildir ki hiç konuşmam. Bu akrabamın yanında başkaları da varken, dert edindiğim konulardan birini biri açmış, görüşümü sormuşsa, doğru ya da yanlış o konudaki görüşümü söylerim. Söylediğim sözün doğru olduğunu dayatma gibi bir niyetim hiç olmadı.

Bir, iki bu şekil görüşümü sessizce dinleyen bu akrabam, yok öyle değil deyip hiç söze karışmadı. Yanlış düşünüyorsun demedi. Sessiz sessiz dinledi.

*

Bir zaman bir çarşının üçüncü katında esnaf olan bir başka akrabam, "Senin çok yakın bir akraban geçen gün buraya yanıma geldi. Görüşlerinden dolayı dert yandı." Şu arkadaşına bir şey söyle. Ne biçim konuşur böyle" dedi. Kim bu akraba dedim ise de kim olduğunu o söylemedi, ben de üstelemedim. Ama kim olabilir beni tanıyan bu akrabam diye zaman zaman merak etmedim değil.

Aradan epey bir zaman geçtikten sonra esnaf arkadaş, "Geçti gitti. Haberi olmasın. Bir zaman ne biçim konuşuyor, nasıl böyle düşünür diye bana dert yanan akraban falan idi" dedi.

İsmini duyunca şaşırdım. Ne ara buraya, nasıl geldi. Mübarek yürümede zorlanıyor. Madem fikrimden zikrimden şikayetçi. Sana gelinceye kadar bunu bana söyleyebilirdi. Vay be! Nasıl akrabaymış böyle. Üstelik görüşüme başta o olmak üzere kimse katılmak zorunda değil. Garibime giden, o ayaklarla buraya kadar üşenmeyip nasıl geldiği ve benden dert yandığı türünden bir şey söyledim.

Verdiğim iki örnekten anlaşılacağı üzere birileri hakkımda hükmümü vermişler. Onlar nezdinde sözümün hiçbir değeri yok. Ki olabilir. Ama bunu bana söyleyecek özgüveni ve cesaretleri de yok. Fikre fikirle mücadele gibi bir çap ve kapasiteleri de yok. Tek yaptıkları, ardımdan konuşmak, beni başkasıyla çekiştirmek. Bu tip mıymıntı tiplerle işim olmaz. Çünkü ön yargı ve sabit fikirlilikleri tavan yapmış durumda. Belli ki fikir diye birilerinin şakşakçılığını yapıyorlar. O birilerinin yapıp ettiklerini, kırıp döktüklerini yazıp çizen veya ortamında konuşan beni sırf bu yüzden düşman bellemişler.

Ama bunların beni anlamasını istemiyorum. Çünkü ön yargılı trollere hiçbir şey anlatamazsın. Anlatsan da anlayacak kapasiteleri yok. Kafalarını kuma gömmüşler. Dünyayı kendi sabit fikirlerinden ibaret görüyorlar. Aslında bunlara hoşlarına giden şeyleri söylesen, onların dümen suyuna girsen, senden iyisi olmaz ve seni el üstünde tutarlar.

Bu iki örneğe bakarak düşünmeden edemiyorum. Ben mi birine, birilerine, bir şeye düşmanım, onlar mı fikrimden dolayı bana düşman olan?

Şu bilinsin ki hiç kimsenin düşmanı değilim. Asla kişiselleştirmem. Kin de gütmem. Hiç düşmanlığım yok mu? Düşmanlığım var elbet. Ama kişilerden ziyade o kişilerin yapıp ettiklerine, bir şeyi iyi yapacağına inandığım halde yapamadığı gibi kırıp dökenlere, beni hayal kırıklığına uğrattıkları için yapılan şeylere düşmanlığım daha doğrusu serzenişim olur. Bu düşmanlığım elime silah alıp onları topla tüfekle vurmak şeklinde değil. Yapılıp edileni yazı konusu edinir, yapılanı ince ince eleştiririm.

Sorarım. Ne zamandan beri bir konuda fikir serdetmek, birilerinin yapıp ettiklerini yanlış yapıyorsunuz diye eleştirmek düşmanlık oluyor?

Konuşmak ne zamandan beri düşmanlık oluyor? Unutulmasın ki ucunda mimlenme de olsa yazıp çizenden ve konuşandan zarar gelmez. Çünkü ısıracak köpek havlamaz. Ancak yere bakan yürek yakan, görüş serdetmeyenlerden zarar gelir. Görünen o ki bu tiplerin, arkandan kuyunu kazma düşmanlığı olduğu gibi sana iftira atmayı da iyi beceriyorlar.

Neuzu billah böylelerinden.

16 Ağustos 2025 Cumartesi

Hepten Bedavacı Bir Fani

Bir ara 65'ini devirmiş bir fani ile teşehhüt miktarı bir yerde oturmuş oldum. Yanımda birkaç kişi daha vardı.

Birkaç konuya birden girdik. Muhteremin kafa yapısı, anlayışı pes dedirtti bana.

Konu döndü dolaştı. 65 yaşını doldurmuş insanların toplu taşıma araçlarından ve herkesin belediye umum tuvaletlerinden ücretsiz yararlanmasına geldi.

Çoğunluk, ücretsiz hizmetin olmaması yönünde görüş belirtti. Toplu taşımayla ilgili;
En azından yapılan hizmetin maliyeti alınmalı.
İndirimli olabilir.

Devlet, 65 yaşını doldurmuşların hesabına, emeklilere bayram harçlığı verdiği gibi belirlediği bir miktarı ulaşım gideri adı altında aylık yatırabilir. Otobüslere binen de herkes gibi bedelini öder. Bu yöntem aynı zamanda 65'ini doldurup otobüslere binenlerin onurunu da korur. Çünkü başta otobüs şoförleri olmak üzere çoğunluk 65'lilere bedavacı diyor. Homurtular oluyor. Bu homurtular kulaklarına gidiyor.

Günlük biniş sınırı getirilebilir.

Yolcu yoğunluğu az saatlerde otobüse binme şartı getirilebilir.

Türünden herkes kendi çapında bir öneri getirdi.
Tüm bunları yarım ağız dinleyen ise her bir öneriye eleştiri getirdi. Hiçbir öneriye katılmadı. Ücretsiz faydalanıyoruz, ücretsiz binmek hoşuma gidiyor ama ücretsiz olmamalı diyemedi. "Yarın siz de 65 yaşına dayanacaksınız. Bir zamanlar ben de sizin gibi düşünüyordum ama doğrusu ücretsiz olması, sınır getirilmemesi. Belediyelere yük olmuyoruz, belki biraz olabilir ama güzel hizmet. Gündüz saatlerinde otobüsler zaten boş gidip geliyor. Kime, ne zararımız var. Kişi hasta, sabah erken saatte hastaneye gidecekse, bilet mi basmalı. Öyle olmaz. İstediği saatte istediği kadar binmeli" dedi.

Sayın hocam, yarın 65'i bulduğumuzda biz de elbette faydalanacağız ama doğrusu, ücretin alınması dedik ise de Nuh dedi, peygamber demedi.

Bari, her 65'ini dolduran faydalanmasın. Çünkü öyle 65'ini dolduranlar var ki gayrimenkul zengini. Seni, beni, şehri satın alır. En azından geliri belli miktarın altında olanlar, mesela en düşük emekli maaşı alanlar faydalansın bile dedik. "Bu, hiç olmaz. Adil değil. Ayırt etmek de zor" dedi. Siz adaletten ziyade eşitlikçi bir görüşü savunuyorsun dedik. Dedik oğlu dedik. O ise dediğim dedik, kestiğim kestik dedi.

Ücretsiz tuvalet konusunda da maliyeti bari alınmalı önerisine de hiç katılmadı. Hiç alınmamalı, böyle gitmeli. Bu da güzel hizmet" dedi durdu.

Baktım olmayacak. Sustum. O ise kendi çaldı, kendi oynadı.

"Bak, sabah şuraya gittim, buraya gittim. Evden çıktım çıkalı hiç para ödemedim. İyi değil mi bu hizmet" dedi. Yahu bedava hizmet başka hizmetlere yüklenilerek yine bizden çıkar dedik ise de çıkmaz, niye çıksın dedi.

Düşündüm de hayatı beleşe getirmiş biriydi. Nerede beleş, orada yerleş türünden bir profil ile karşı karşıyaydım.

Adam niye savunmasın bu beleşçiliği. Evinden çıktı çıkalı bir kuruş para harcamamış. Ulaşım gideri yok, çay parası ödeme derdi yok. Susadım, şuradan bir su alayım derdi yok. Nasılsa otobüs bedava. Esnaf ziyaretinde çaylar esnaftan. Susamışsa belediyenin tatlı su çeşmeleri var. Yiyip içtiğini boşaltacak tuvaletler de bedava. Hayatı beleş olan biri bu bedavacılığı niye savunmasın.

Konuyu değiştirmek için esnaf, kaplıcada kaç gün kaldın, kaç para verdin diye bana sordu. Dört gecesine iki kişi 12 bin verdim deyince, bizim bedavacı, "Annah, o kadar para kaplıcaya verilir mi? Oraya o kadar vereceğime, üzerine bir üç daha koyar, bir umre daha yapar gelirim" demez mi? Yahu, kaplıcanın yeri ayrı, umrenin yeri ayrı dedim ise de o kendi türküsünü çığırmaya devam etti.

Cebinden para verip de kaç defa hac ve umreye gitti bilmem. Belki gitmiştir. Bildiğim, görevli olarak kaç defa gittiğidir. Bunu da Diyanet çeker. Hatta üste de para verir.

Hayatı beleş olan ve beleşçiliği bu derece savunan bu kişiye daha fazla tahammül edemedim. Müsaade alıp çıktım. Çıkarken, sana boş bir mezar lazım diyecektim ki düşündüm. Konya'da zaten mezar hizmetleri bedava. Söylemeye gerek duymadım.

Siz siz olun, beleş ya da bedava hizmetten yararlanın ama beleşi savunmayın. Tek istediğim bu.

15 Ağustos 2025 Cuma

Himayelerinde

Günümüz siyasetinde zaman zaman kullanılan “Af talebinde bulunmak” ve “... himayelerinde...” tabirlerini çok itici buluyorum.

İtici bulmam, kelime ve kavramlara değil. Kullanıldığı yer itibariyledir. Daha doğrusu kullanan kişilerin kişiliğine uygun bulmadığımdan ve onların da onurunu korumak gerektiğini düşündüğümdendir.

Bizde pek işlemese de istifa gibi bir kavram varken bunun yerine son yıllarda af talebinde bulunmak deyiminin kullanılması akıllara zarar. İkisi de aynı kapıya çıkar. Ne fark eder demeyin. Af talebinde bulunmak deyiminde, istifa eden sanki suçluymuş. İşlediği bu suçtan dolayı af diliyor anlamı çıkar. Yine af talebinde bulunmak deyiminde, istifa eden kişinin onuru geri plana itilmiş, o kişinin haysiyeti korunmuyor demektir.

Gelelim, “himayelerinde” kelimesine. Bu kelime de siyasilerin dilinde bugünlerde sıkça kullanılıyor. Bu kelimeyi de bu yazıya eklememin sebebi, parti değiştiren bir siyasinin rozet takma merasiminde yaptığı kısa konuşmasında kullandığı bu kelimenin dikkatimi çekmesi: “Sayın ...’ın himayelerinde daha fazla hizmet edeceğime bir kere daha söz veriyorum”.

“Himayelerinde” kelimesini sadece siyasiler değil, bazı üst düzey bürokratlar da kullanıyor.

Önce himaye kelimesinin anlamına yer vereyim. Arapçadan dilimize geçmiş himaye kelimesi, “koruyuculuk, kayırma ve elinden tutma” anlamlarına gelmektedir. Buna, koruyup kollama, gözetme, destek olma, destek çıkma, başkalarına göre kayırma ve torpil yapma, referans vs. diyebiliriz.

Koruyup kollama ve gözetme anlamında söylenirse eh dersin. Ama kayırma ve torpil anlamında kullanılırsa kullanıldığı yer itibariyle bu kelimenin savunulacak bir yanı olamaz.

Bu kelime, horozlanan biri için halk arasında “Seni bir himaye eden var. Arkanda kim var” şeklinde söylenir.

Himaye kelimesiyle ilk müşerref olmam, siyer okurken Hz Muhammed’in Ebu Talip’in himayesine girmesi. Amcasının vefatı sonrası Taif’ten dönerken Mekke’ye girebilmek için müşrik olmasına rağmen Mutim b. Adiy’in himayesine girmesi.

Hz Muhammed’in, davasını anlatmak, malına ve canına zarar verilmemesi için Ebu Talip ve Mutim’in himayesine girmesi doğaldır ve anlaşılır. Çünkü Arap kültüründe birinin himayesine girdikten sonra kimse ona zarar veremez. Zarar veren hamiyi (himaye edeni, himayeyi üstleneni) karşısına almış olur. Bu yüzden himaye eden güçlü bir aktör olmalı.

Hiçbir menfaat beklentisi olmadan davasını anlatmak için Hz Muhammed’in güçlü aktörlerin himayesine girmesi anlaşılır.

Himaye, hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, bu kelimeyi de tıpkı af talebinde bulunmak deyiminde olduğu gibi şık bulmuyorum. Çünkü bu kelime de himayesi altına giren kişinin onurunu zedeler. Her tarafa çekilebilecek ve farklı anlamlara sebebiyet verecek bu kelime yerine, “Sayın falan kişiyle bir ekip olacağız. Ekip ruhu içerisinde çalışacağız, güçlerimizi birleştirerek şehrime/ülkeme daha iyi hizmet edeceğime inanıyorum” dense özellikle bu sözü söyleyen kişinin onuru zedelenmemiş olur.

Günümüzde güçlü aktörlerle işbirliği yapmak avantajlar getirse de ne kadar aksaklıklar olsa da kanun ve kurallarıyla işleyen bir devletimiz var. Her kim olursa olsun kanunun kendisine verdiği yetkiyi kullanır. Aksi, yetki aşımı olur. İş yapmak, daha fazla hizmet etmek amacıyla illa birinin ya da birilerinin himayesine girmek gerekmez. Böyle olsa bile himayelerinde ifadesini kullanmamak gerek. Çünkü yaşadığımız devlet Arap kültürünün getirdiği bir sistem değil. O gün kaba kuvvet hakimdi. Bugün ise Anayasa, kanun ve yönetmelikler herkesi bağlar. Herkes mevzuatın verdiği yetkiyi kullanır, mevzuatın verdiği imkanlardan yararlanır.

14 Ağustos 2025 Perşembe

Tarihi Buğday Pazarı'nda Tarih Kokmuyor

Bir yazımda, Avusturya'ya gitmek için başvuru yapan çifte, Avusturya hükümetinin; "Niçin gelmek istediklerini, geçimlerini nasıl sağlayacaklarını, düşündükleri iş yeri için o bölgede aynı işi yapan şu kadar firma olduğunu, bu bölgede o iş yerini açmaya izin veremeyeceklerini, bu iş yerini ancak falan bölgede açabileceklerini, iş yerini açtıktan şu kadar zaman sonra bu kadar kazanç elde ettiklerini belgelemelerini, aksi takdirde oturum izni vermeyeceği" türünden sorup soruşturduğunu, şartlar yerine getirildikten sonra Avusturya hükümetinin çifti ülkelerine kabul ettiğini yazı konusu edinmiş, bizde niçin böyle oturmuş bir devlet düzeninin olmadığına dikkat çekmeye çalışmıştım.

O yazımda açılacak iş yerinin yerine bile Avusturya hükümetinin müdahale ettiği, bunun o bölgedeki aynı işi yapan firmaları korumaya yönelik olduğu da dikkat çeken husustu. Bizde ise iş yeri planlaması yapılmamakta. İsteyen herkes istediği her yerde ve aynı bölgede aynı işi yapabildiği ise hepimizin malumu.

Avusturya ve ülkemizi bırakıp Konya'ya geleyim. Sizi Tarihi Buğday Pazarı çarşısına götüreyim. Burasını Konya'da yaşayanlar bilir. Nicedir atıl durumda olan bu yer bir zamanlar Eski Buğday Pazarı diye bilinirdi.

Bu tarihi çarşı restore edildi. Daha doğrusu aslına uygun yeniden yapıldı. Halkın ve esnafın hizmetine sunuldu. Atıl durumda iken in cin top oynayan bu çarşı, şimdilerde insan yoğunluğu bakımından hareketli. Çarşının hareketliliği, esnafın müşteri çekmesinden kaynaklanmıyor. Çarşı içinde bulunan 7-8 tane çay ocağına geliyor insanımız.

Çay ocakları küçük olmasına rağmen çarşının avlusuna konan masa ve sandalyeler, sabahtan akşama eşiyle, dostuyla muhabbet edip vakit geçirecek ve çay içecek kişilere ev sahipliği yapıyor.

Bu kadar çay ocağını görünce, bu çarşıya Tarihi Buğday Pazarı demekten ziyade "Çay Ocakları Çarşısı" ismini vermek daha uygun düşer.

Hepsinin az veya çok müşterisi olsa da bir çarşı içinde yan yana ve karşılıklı bu kadar çay ocağı plansızlığımızın bir göstergesi. Avlusunda bu kadar oturmuş erkeği gören kadın müşterinin de bu çarşıya gelip küçük esnaftan alışveriş yapması pek mümkün görünmüyor. Zaten çay ocakları dışında burada dükkan açan esnaf adeta sinek avlıyor. Çünkü diğer esnaf da pek farklı bir şey satmıyor. Haliyle çarşı müşteri çekmiyor. Sadece çay satıyor.

Aslına uygun yapılan, zaman zaman oturup çay içtiğim ve vakit geçirdiğim bu çarşının, adına uygun tarihi bir çarşı olmasını isterdim. En azından tarihi hatırlatan, tarih kokan bir çarşı planlanabilirdi. Bu çarşıda ne olabilir ya da neler satılabilirdi? Pekala çarşıdaki kaç dükkanın hangi işi yapabileceği planlaması yapılabilirdi.

Mesela, bu tarihi çarşıda, yok olmaya yüz tutmuş ve can çekişen mesleklere yer verilebilirdi. Kalaycılık, bakıcılık gibi. Sanat değeri olan el sanatları gibi. Antika halı gibi. Yine bu çarşıda, adına uygun olarak ata tohumu satan esnaflara yer açılabilirdi. Aynı şekilde antika eşya satan esnaf da düşünülebilirdi.

Bir çarşıda elbette çay ocağı, wc, küçük bir mescit olsun. Ama bu çarşıyı çarşı yapacak, müşteriyi buraya çekecek satış çeşitliliği olmalı. Adına Tarihi Buğday Pazarı denmişse, bu çarşı buram buram tarih kokmalıydı. Bu çarşı da diğerlerinden farklı olmayacaksa, isteyen istediği şeyi satacaksa, o zaman bu çarşının başındaki Tarihi ibaresini kaldırmak gerek.

Devletin Boşuna Günahını Almışım!

21.07.2025 tarihinde Afyonkarahisar, Sultandağı mevkiinden geçmiştim. 

Bölünmüş yolun hakkı 110 km imiş. Bu hakkı kullanarak yol alıyorken hız limitinin 70 km yazılı levhayı görmüştüm. Frene basıp yavaşlayarak geçtim.

22.07.2025 günü e posta adresime e-Devlet Kapısı'ndan bir bildirim geldi. "Aracınıza ceza düzenlenmiştir" şeklinde.

Hız ihlalini kaçla ihlal ettiğime dair başka da kayıt kürek yoktu. Sadece asgari hız limitinden ceza düzenlendiğine dair 51/2-a ceza maddesi yazıyordu. Oldu olacak, 15 gün önce erken yatırma indiriminden yararlanayım deyip beyan ile cezamı ödedim. 

2167 lira olan cezamı erken ödeyerek 1625,25 TL ödemiş oldum. 

Ödedim ama ödemenin acısıyla mıdır, çenem durmadı. "Olmaz böyle. 110 ile giderken hız sınırını 70'e indirerek EDES uygulaması yapmakta neymiş. Bu yoldan gelip geçen herkes ceza yer. Belli ki devlet bütçeyi düzeltmek için bu yola bel bağlamış. Böyle devlet olur mu?" türünden homurdandım durdum. 

Cezanın acısı geçmiş ve homurdanmayı bırakmıştım ki çarşıdan eve girerken posta kutusunda resmi bir evrak gördüm. Evrak ceza evrakı idi. Görevli memur da zile basmadan imza ve tebliğ tarihini attıktan sonra apartmana koyup gitmiş. 

Ödemesi yapıldığı için evrakı açma gereksinimi duymadım. Alıp eve koydum. Sonra acaba kaçla geçmişim diye merak edip evrakı açtım. 

Evrakı açınca birbiri içine girdirilmiş üç evrak çıktı. Evraklara göz gezdirdim. Gördükçe hayranlığım arttı devlete. O kadar özene bezene ve şeffaf hazırlanmış ki itiraza ve homurdanmaya mahal bırakmamış.

Üç evrak:

Trafik kural ihlali tespit formu,

Trafik idari para cezası karar tutanağı, 

Trafik idari para cezası karar tutanağı tebliğatı.

A4 kağıdından ibaret trafik kural ihlal tespit formunda yok yoktu: 

İhlalin tarihi: 21.07.2025

Saat, dakika ve saniyesi: 12.25.01

Kontrol hız limiti: 80

Kontrol mesafesi: 1261

Araç hızı: 92

Ölçüm aleti: EDS

İhlal yeri:

Ceza maddesi: 52/2-a

Araç bilgileri: 2000 model beyaz Nissan otomobil

Tespit eden, döküm zamanı ve döküm yerine de yer vermiş. 

Tüm bunlar yetmemiş. Aracımın iki tane fotoğrafına yer vermiş. Üç adet plakanın fotoğrafına. Yanımda önde oturan eşimin camı da karartılmış. 

Kısaca bir adet A4 kağıdına neler sığdırmış neler. Homurdanma. Dertlenme. Şikayette bulunma. İşte yaptığının belgesi. Halep orada ise arşın burada diyor. Bu hizmetimizi de unutma diyor. 

Diğer iki kağıtta da (karar ve tebliğ) tutanağında da yok yoktu. 

Tüm bu hizmetleri görünce devlet benim için seferber olmuş deyip mahcup oldum. Radarı görmüyorsun, al bari bunları gör, hepsi saati saatine belgeli demeye getiriyor. 

İnanın, devletin bir ceza için bu kadar efor sarf etmesini, hepsini kaydetmesini, e Devlet aracılığıyla duyurmasını, üzerine her şeyin tutanağını tutup adresime göndermesini düşününce, aldığı bu ceza az bile dedim. Çünkü aldığım cezanın verilen hizmetin yanında esemesi okunmaz.

Kısaca devlet beni mahcup etti. Boşu boşuna devletin günahını almışım.

Not: Bu ceza yazısı yediğim trafik cezasına dair kaçıncı yazı. Yani belki de 20 yılda yediğim ilk ceza. Aynı cezaya işaret eden yazılarıma bakarak bu adam durmadan trafik cezası yiyor diye düşünmeyin. Hiç olmadığı kadar trafik kurallarına uyuyorum. Zaten elim mahkum. 

12 Ağustos 2025 Salı

e-Devlet Kapısı Beni Korkutuyor

Bugünlerde e-Devlet Kapısı'dan e posta adresime bir bildirim gelse, mesajı açarken korkuyorum. Çünkü ne zaman açtım ise aracıma düzenlenen trafik cezası ile karşılaştım.

Bu arada e-Devlet Kapısı'nın hızına da hayran kaldım. Ne zaman radara yakalansam ya da EDES hız sınırını aşsam, daha aracımı park etmeden e postama ceza düşüyor.

Bugünlerde iki defa ceza yedim. Biri hemen, diğeri ise bir gün gecikmeli geldi. Bu bir gün gecikme de gecikme sayılmaz.

Bir de bana yıllar yılı hantal bir devletimiz var diye devleti kötülediler durdular. Devlet kendini o kadar geliştirmiş ki gördüğüm kadarıyla hantallığından eser kalmamış. Çünkü e-Devlet’in hızı demek, devletin hızı demektir.

Devletin işleyiş hızı her alanda mı böyle bilmiyorum ama ceza hızı müthiş. Mesaj hemen geldiğine göre acı haber tez yayılır sözü e-devlet için söylenmiş olmalı.

Maşallah ne hız limitinden ödün veriyor ne radar koymaktan vazgeçiyor ne insafa geliyor ne de cezayı geciktiriyor.

Durum bu iken arabaya binmekten, mesaj kutuma gelen e-Devlet bildiriminden endişelenmeyeyim de ne yapayım?

Aha e-Devlet Kapısı'dan bir mesaj daha. Arabaya da binmedim, yine ne cezası diyerek korka korka mesaj kutuma gittim. Endişem yersizmiş. Çünkü gelen mesaj, e-Devlet Kapısı'ndaki yenilikleri yani hizmetleri haber veriyordu. Şükür be! Bu sefer ucuz atlattım dedim. Kafamdaki e-Devlet Kapısı ön yargısı da gitmiş oldu. Çünkü bana göre e-Devlet Kapısı demek yeni ceza yedin demekti. Artık yeni bir trafik cezasına kadar e-Devlet Kapısı'ndan gelen mesajın yeni bir hizmet duyurusu olabileceğini iyi niyetle düşüneceğim. Bu iyi niyetim yeni bir trafik cezası daha yiyinceye kadar devam edecek.

Devletin trafik cezalarını tebliğdeki hızının sahte diplomalarda da kendini göstermesini bekliyorum. Kim sahte bir diplomaya ya da belgeye yeltenirse, o kişinin e posta adresine, “Yaptığın iş ve aldığın belge sahtedir. Herhangi bir yerde kullanamazsın. Adli soruşturma saklı olmak kaydıyla yaptığınız bu sahtecilikten dolayı adınıza şu kadar para cezası düzenlenmiştir. İki hafta içinde bu cezayı ödediğiniz takdirde % 25 indiriminden yararlanabilirsin” türünden bir mesaj göndermelidir. Bu ceza tebliğini de e-Devlet Kapısı aracılığıyla yapmalıdır. Yani alavere ve dalavereye yelteneni suçüstü yakalamalıdır. Sadece şikayet üzere hareket etmemelidir. Hiçbir şey yapanın yanına kâr kalmamalı.

Devlet, araçlara ceza yazma ve bunu tebliğ etmedeki hızını diğer alanlarda göstermezse, ben buna yine hantal devlet demeye devam ederim.
Bir diğer husus, ekonomiyi düzeltme konusunda trafik cezalarına bel bağlayan devlet, eğer basında yazılıp çizildiği gibi ise sahte diploma alanlara ve düzenleyenlere de zamanında ceza yazsaydı, inanın devlet şu ana kadar hem temizlenir hem de ekonomik yönden belini doğrulturdu. Çünkü görünen o ki bu sektörde çok para dönüyor. Hepsi de kayıt dışı. Devlet bunu da vergilendirmeli ki her şey kayıt içi olsun. Çünkü vergilendirilmemiş kazanç kutsal değildir.

e-Devlet, iyilerin güvenilir kapısı, kötülerin korkulu rüyası olsun. 

Haset Etmenin Gereği Yok

Sınava müracaat şartlarını zorlaştırırsanız,

Sınav ücretini yüklü miktarda alırsanız,

Parası var, yok demeden sınava müracaat için süre belirlerseniz,

Sınav başlamadan önce kapıları kapatırsanız,

Sınav salonuna girerken adayları tepeden tırnağa kontrol ederseniz, adayın kolye, küpesine ve saatine varıncaya kadar çıkarırsanız,

Sınav salonunda biri başkan, diğer gözetmen ile sınav boyunca izlerseniz,

Sınav sorularını zorlaştırırsanız,

Adayın sağa, sola bakmasını engellerseniz,

Sınavda kopya çekmesine izin vermezseniz,

Adayları her yönüyle sıktıkça sıkarsanız,

Adayın istediği fakülteye girmesine zorluk üstüne zorluk çıkarırsanız,

Adayın düşündüğü, aklından geçirdiği hatta aklından bile geçirmediği her yolu tıkarsanız ve adeta nefes aldırmazsanız,

Diploma olmadan ve emsal adaylarla yarışmadan şu işe giremezsin derseniz,

İş başvurusu yaptığı her bir yer, şu diploma olmadan olmaz derseniz... 

Söyleyin, bu aday ne yapsın? İstediği yerde nasıl çalışsın?

Mecburen gidip bir diploma olacak. Ha asıl ha sahte, ne fark eder. Gidip alacak bir yerden. İstedikleri diplomanın hediyesini de bulup buluşturup verecek.

Böyle zorluklarda bizim insanımız yardımseverdir. Mutlaka bir yolunu bulur, o boşluktan girer. Yeni sektörler ortaya çıkar.

Bu sektöre müracaat eden de hediyesini vermek suretiyle diplomasına kavuşacak.

Diplomayla birlikte önü açılacak. İstediği işe girecek.

İşe girince ev bark sahibi olacak, çoluk çocuğa karışacak.

Bence büyütmeyin bu sahte diploma işini. Çok görmeyin insanımızdan bunu. Bırakın bir diploma sahibi olsunlar. Ama gerçek ama sahte. Ne fark eder. Zaten sahtesi gerçeği gibi hazırlanıyorsa, şikayet olmadan sahteliği tespit edilemiyorsa, bunun için kıyamet koparmanın ne alemi var. Lütfen biraz insaflı olun. Biz niçin okuduk, dirsek çürüttük, biz de sahtesini alaydık hazımsızlığı göstermeyin. Hasettir sizin bu yaptığınız. Bırakın, işini çıkaran çıkarsın. Uzanamadığınız peynire bayat demeyi bırakın. Çok gülünç oluyorsunuz çok...

Not: Hiç olmadığı kadar ciddi olduğum yazılarımdan biri ile karşı karşıyasınız. Bilesiniz ki işte bu ciddiyetime hep hayran olmuşumdur. 

Küçük İlçe Belediyelerinin Hizmetleri

Sosyal medya üzerinden vefat ve taziye mesajı yayımlamak.

Haftada kaç semt pazarı kuruluyorsa, belediye hoparlöründen pazar duası yaptırmak.

Pazar esnafını tezgahın başında ziyaret etmek. Her biri ile tokalaşmak ve hayırlı ve bol kazançlar dilemek.

Vakit ve cuma namazlarını ilçeye bağlı köy, mahalle ve ilçe merkezi camilerinde kılmak. Cami cemaatinden önce namazdan çıkmak. Caminin önünde durarak cami cemaati ile tek tek tokalaşmak. Cemaate düşen, mahalle camimize hoş geldin demek, başkanın da hoş bulduk, Allah kabul etsin deyip, hal hatır sorması.

Ara ara mahallede bulunan çay bahçesine giderek hemşerileriyle çay içmek.

Senede en az bir defa değişen kaymakama hoş geldine gitmek.

Senede en az bir bazen iki defa değişen kaymakama veda yemeği vermek.

Öğretmenler gününde öğretmenlere yemek ikram etmek.

İlçe milli eğitim ve kaymakamlığın düzenlediği yarışmalarda ilk üçe giren öğrencilere, üzerinde belediye başkanlarının isminin yazılı olduğu hediyeler almak. İkinciye hediyesini vermek.

Belirli gün ve haftalarda, milli bayramlarda, çelenk sunma programlarında protokolde yerini almak. Ses düzenini kurmak ve ayarlamak.

Kaymakamla arası iyiyse birlikte, değilse bir başına okulları ziyaret ederek öğrencilere hediyeler vermek.

Namaz vakitleri dahil her bir hizmeti yerine getirmek için makam aracını kullanmak. Bundandır ki 7/24 yanında koruma ve makam şoförü bulundurmak.

Hasta ve kurum ziyareti yapmak. Bunu fotoğraf karesiyle ölümsüzleştirmek.

Yaşlılar haftasında yaşlıları ziyaret etmek. Onlara başımızın tacısın, Allah sağlık ve uzun ömürler versin duası etmek. 

Hemşerilerin düğün merasimlerine katılmak. Bir düğünden diğer düğüne katılarak bu mutlu günlerinde onların sevincine ortak olmak.

Anlaşamadığın daire amirlerinin ayağını kaydırmak. Yerlerine söz verdiğin kişilerin atanmasını sağlamak.

İlçene bağlı olduğun büyükşehir ve bakanlıklar tarafından yapılan ve bağışlanan her bir hizmet için teşekkür paylaşımı yapmak.

Hayatın boyunca hiç olmadığı kadar kişiyle tokalaşmak, sarılmak, onlara hal hatır sormak ve hep gülücükler dağıtmak.

Özel arabana binmediğin kadar binmek, özel aracınla her yere gitmediğin yere gitmek, makam aracını her bir yere sürmek.

Tüm bu hizmetleri ve daha fazlasını tek tek fotoğraflatmak ve videoya aldırmak.

Sosyal medyayı iyi ve aktif kullanmak.

Yapılan her bir hizmeti ölümsüzleştirmek için her birini sosyal medyada paylaşmak...

Gördüğünüz gibi küçük de olsa ilçe belediyeciliği ve bu ilçelerde belediye başkanlığı zor. Çünkü bunun için vizyon gerek, efor için güç ve takat gerek. Öyle ya bu kadar hizmete, hizmetten hizmete koşmaya hangi birimizin vücudu dayanır. Şayet belediye başkanlığı düşünüyorsanız, bu yazdıklarımı dikkate almanızda fayda var. Sonra bana zamanında kimse bir şey demedi deyip pişmanlık duymayın. Aha yazdım.

9 Ağustos 2025 Cumartesi

Muhtar Azasının İmza Gücü

Tapuda işim vardı. İntikal için başvuruda bulundum. "Mesaj gelecek, mesajın ardından gelebilirsin. İlla mesajda belirtilen saat ve günde gelmen gerekmez. İncelemelerde eksiklik ve yanlışlık tespit edilirse ilgili arkadaş size dönüş yapar" dedi tapu müdürü.

4-5 gün sonra tapudan mesaj geldi. Ardından ilgili personel aradı: "Hocam, bugün geleceksen, intikalden önce düzeltme yaptırman gerekecek. Bizden alacağın ilmühaberi iki aza, muhtar ve kaymakamlığa imzalatacaksın. Sonrasında intikal tapularını vereceğiz" dedi.

12.20 gibi öğle arasına girmeden tapuya vardım. Daha önceden hazırlanan ilmühaberi aldım.

Mesai başlamadan öğle arası imza işini tamamlayayım dedim.

Azalar kim bilmem. Önce muhtarın iş yerine geldim. Muhtar yokmuş. Telefonunu verdiler. Aradım. Benim çıraklık öğrencilerinden bazılarının yaptığı gibi "Beni tanıdın mı" diye sormadım. Önce kendimi tanıttım. Bir imzanız gerekiyor. Nerede bulabilirim dedim. "Hocam 14.00'de Kaymakamlıkta toplantıda olacağım. 13.30 gibi gelirim" dedi. Şunlar şunlar aza. Onlardan ikisine imza attırabilirsin dedi.

İsimlerini hafızama aldığım bir azaya yöneldim. Arabasıyla eve doğru gidiyormuş. İşaret edip durdurdum. Selam, kelam ve hal hatırdan sonra şu ilmühabere imzan gerekiyor. İmzalayabilir misin dedim. Ne dedi bir tahmin edin bakalım. "Abi, muhtar imzalamadan ben imza atmam. Muhtar da ben imzalamadan imza atmayın diye sıkı sıkıya tembihledi." demez mi. Neye uğradığımı şaşırdım. Alt tarafı tapunun özene bezene incelediği ve hazır hale getirdiği ilmühabere imza atarak formalite yerine gelecek. Üstelik azayı tanırım. Hukukumuz var. Ailecek tanışırız. Oldu, teşekkür ederim dedim ama ayakta dona kaldım. Pekala muhtarı arayıp böyle bir evrak geldi. İmzalayalım mı diye sorabilirdi. 

Sonra kenara çekilip bir akrabamın yanına gelip çömeldim. Bir düşüncedir aldı beni. Muhtar mı büyük, aza mı dedim kendi kendime. Benim bildiğim en üst amir imzayı en son atar. Üyeler ise önceden. Azanın bu kafa yapısına göre muhtar da "Kaymakamlık imzalamadan ben bu ilmühaberi imzalamam" demesi gerekir. Benim bildiğim usul, adap, görgü ve prosedür böyledir. Ama bizimki anlaşılan ne olur ne olmaz diyerek imza atmaktan çekiniyor. Kazara imzadan dolayı başına bir şey gelse, muhtar imzaladı, ben de imzaladım diyecek.

İlmühaberi imzalamak için başka aza kim var derken yakınım dedi ki şu karşıdaki de aza. Ona imzalattır dedi. Orada bulunan iki kişi de aza dedi. Girdim dükkanına. Aza mısın dedim. "Evet" dedi. O zaman şuraya bir imzanı alayım dedim. "Getir imzalayayım" deyip imzaladı. Ardından az önce bulamadığım diğer azanın da geldiğini öğrendim. İkinci aza olarak da o imza attı. Sağ olsun, muhtar imzalamadan atmam demedi. Demek ki aza var, aza var. Biri risk almazken diğeri risk alabiliyor.

Azalarla imza işi bittikten sonra muhtarla buluşmak için kaymakamlığa gittim. Sağ olsun, aradı. "Hocam, ben kaymakamlığa girdim" diye. Yanında imzasını da kaşesini de getirmiş.

Muhtar toplantıya geçerken ben de en son imza için kaymakamlık yazı işleri müdürlüğüne geçtim. Yazı işleri müdürüne ilmühaberi vermeden önce görevli memur aza isimlerini ve imzalarını kontrol etti. Sonra kalkıp yazı işleri müdürünün odasına geçerek ilmühaber ile ilgili bilgi verdikten sonra geri geldi. "Azalardan şu isimli olan kişi yedek aza. Bunun imzası olmaz. Asıl azalardan birinin imzası gerekir. İlmühaberi yenilemeniz gerekir" deyince nevrim döndü. Bu kişiye aza mısın diye de sordum. Azayım dedi bana. Mübarek, yedek isen niye imza atıyorsun. Başka asıl bir üyeye imza attırsam olmaz mı? Çünkü muhtar toplantıya girdi. İlçe dışından geldim dedim ise de olmaz dendi.

Asıl aza da yedek aza da öğlen öğlen başıma iş açtı. Asıl olan önce muhtar imzalasın, sonra ben dedi. Yedek olan da ben yedeğim, asıl varken ben imzalayamam demedi. Sorumluluktan kaçan asıl üyenin de imza atmak için atılan yedek muhtar azasının da alacağı olsun.

Üzüldüğüm taraf aza ve muhtara imzalatarak öğle arası ilmühaber işini bitirdim derken işe sil baştan yeniden başlamam gerekiyor.

Şu var ki bu devirde muhtarlığa ne gerek var. Kaldırılmalı derdim. Hele muhtar azalarının irapta mahalli yok, etkisi yok, yetkisi yok, işi ve işlevi de yok derdim. Sadece seçimlerde alt alta yazılmış muhtar azalarına pusulasında görürdüm isimlerini. Bu isimler de sayım, döküm ve tutanak tutarken seçim sandığında görevli kişilerin iş yükünü artırmaktan, daha doğrusu çileden çıkarmaktan başka da bir işlevi yoktu nazarımda. Çünkü Cumhurbaşkanlığı, Büyükşehir, ilçe belediye başkanlıkları ve belediye meclis seçim iş ve işlemleri zaten epey zaman alıyor. Sandık görevlileri takatten kesildikten sonra muhtar ve aza iş ve işlemleri çekilmez oluyor. Neyse, bu da ayrı bir konu. Yalnız muhtar atmadan imza atmam diyen aza, iyi ki devletin üst düzey sorumlu bir makamında değil. Çünkü imza atmayacak devleti kilitlerdi. Aman ırak olsun devletten böyleleri.

Belki de bu imza atmayan, sen muhtarlıklara gereksiz görüyorsun ama ilmühaberlerde bizim imzamız gerekli. Yarın işin düşer, tıpış tıpış ayağımıza gelirsin. O zaman Hanya'yı, Konya'ya gösteririz sana dedi.

Neyse bırakayım bu işi. Kendi işime döneyim.

Hemen tapuya çıkarak aynı ilmühaberin imzasız çıktısını istedim. Tekrar mahalleye giderek biri aynı diğer farklı iki muhtar azasına evrakı imzalatıp kaymakamlığa geri döndüm. Muhtarın bulunduğu kata gelerek toplantının bitmesini bekledim. Bir 45 dakika bekledikten sonra muhtar toplantıdan çıktı. Durumu izah edip evrakı yeniden imzalatıp onaylattım.

Kaymakamlık yazı işleri müdürlüğüne giderek evrakı tekrar uzattım. Koca kütüğü açarak isim ve imzaları tekrar kontrol etti. "İmzaları azaların kendisi attı değil mi" dedi. Başka kim atacak dedim. Ardından yazı işleri müdürüne evrakı götürerek imzalar benziyor dedi. O da imzalayıp ilmühaberi verdi.

Tapuya çıkıp gerekli yerleri imzaladım. Yatırılması gerek iki ayrı harcı yatırdım. Müdür tapuları imzalayarak verdi.

Müdüre, 1750 metre karelik bir tarlanın tapusu yok dedim. "O tapu başkasına ait. Düzeltme de bundan dolayı idi. Onun üzerine aktardık. Çünkü isimler dışında annenin yaşı, anne ve baba adı tutmuyor" dedi. Canınız sağ olsun deyip çıktım.

Meğer benim git gel, azaları bul, onları bekle, ilmühaberi yenile yaptığım iş, 1750 metre karelik bir arazinin üzerimizden gitmesi içinmiş. Üzerine bir o kadar da yorulduğum yanıma kâr kaldı. Bunu da bana yaptırdılar. Tüm bu işlemlere 12.20'de başlamıştım. 16.30'da bitirdim.
Tarla üzerimizden gittikten sonra kaymakamlık binasından inip 17.00'deki otobüse binmek için karşı yola geçtim. O kadar koşuşturmanın ardından mıdır, eldeki arazinin gitmesinden midir bir iyi susamışım. Markete girerek soğuk bir su aldım. Bir içişte bitirdim. Artık hararetimi ne kadar aldıysa. Çünkü bunun üzerine soğuk su iyi giderdi.

Otobüse bindikten sonra biraderi aradım. Eldeki tarla da gitti. Falan akrabanın üzerine tapuladılar. Yalnız burayı hala biz ekiyoruz. Numarası varsa bir sorar mısın dedim. O da sormuş. "Bizim hiç arazimiz yok. Orası sizin. Ne zaman isterseniz, gelip imzayı atarım" demiş. Tapuda az önce elden çıkan tarla bu şekilde geri gelmiş, hararetim de dinmiş oldu.

Hasılı, tapuda işin mi var, veraset işin mi var. İşin var demek. Gidip gidip geleceksin. Keşke iş intikalden ibaret olsa. Daha bu işin paylaşımı var, tapu harcı var, üzerine ine alma var. Uğraştığıma değse bari.