Sosyal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Eylül 2025 Salı

Dağda mı Evliyalık İstersiniz, Şehirde mi?

Açıklık ve kapalılık dendiği zaman akla kadın gelir. Haliyle tartışmanın objesi ya da öznesi hep kadındır.

Kadınların giyim ve kuşam durumunu kadınlar tartışması gerekirken, nedense bu tartışmanın tarafları da hep erkekler. Hep erkekler kadınlara ayar vermeye çalışıyor. Erkeklerin gündeminde olan giyim kuşam nedir?

Adına açıklık, çıplaklık, teşhir, müstehcenlik ya da kapalılık her ne dersek diyelim, giyim kuşam görecelidir. Kişinin yetişme tarzına, düşüncesine, fikrine, zikrine, inancına, hayat felsefesine, bölgesine ve ortamına göre farklılık gösterir. Birinin çok kapalı dediği diğerine göre açık, birinin çok açık dediği diğerine göre açık olmayabilir.

Bunun kıstası, toplumun ortak yaşam kültürü ve toplumsal normun oluşmasıdır. Bunu oluşturamayınca, giyim kuşam üzerinden tartışmayı da bitirmiyoruz. Belki de bitirmek istemiyoruz.

Evet, kadınların çoğu giyim ve kuşamı bu ülkede bir problemdir. Toplumsal norm oluşturmadığımız müddetçe bu problem devam edecek.

Problem sadece çıplak giyimde değil, sayıları az olmakla beraber kapalılık da bu ülkede problemdir. Bu iki hal de aşırılıktır bu ülkede. Aşırı çıplakları konuşurken aşırı kapalıları da ele almak lazım.

Kişiden kişiye giyim kuşamı değerlendirmek farklılık gösterse de kadının çok dekolte giyinmesi, göbek, bel ve sırtının görünmesi, göğüslerinin bir kısmının teşhir edilmesi, diz kapağının üstüne çıkacak şekilde kısa etek giyilmesi, sadece cinsiyet organlarını kapatacak şekilde şort türü kısa pantolon giyilmesi, üzerinde elbise olduğu halde elbisenin darlığından vücut azalarının görünmesi, iç çamaşırı veya yatak kıyafetiyle vücudun teşhiri gibi görüntü aşırılık iken; el, yüz ve göze varıncaya kadar vücudu tamamen kapatmak da normal değildir.

Biz erkekler oturup kalkıp kadınların giyimini konuşsak da kadınlar özellikle genç kızlar bildiğini okuyor. Çoğu moda rüzgarına kapılmış, açıldıkça açılıyor. Yeter ki stilistler her yıl yeni bir giyim piyasaya sürmüş olsun. Gönüllü müşterileri çok.

Çoğu kimsenin, kadınların bile bu tür moda esiri giyim kuşamdan rahatsız olmasına bir şey diyebiliyor mu? Anne babalar bile çocuğunun giyiminden rahatsız ama ellerinden bir şey gelmiyor. Eskisi gibi mahalle baskısı da yok. Bugün birine vücudun çıplak demeye kalksan, alacağın en hafif cevap, sen ahlak zabıtası mısın? Anam mısın, babam mısın? Sana ne, git işine diyecek. Anne babalar bile bir şey diyemiyor.

Yine rahatsız olduğumuz bu tür giyim kuşamda, toplumsal normu nasıl oluşturabiliriz üzerine kafa yoracağımız yerde, işin ucuzluğuna kaçıyoruz. Hemen kutuplaşıyoruz. Bir kesim, "Kadının örtünmesi ve kapalı olması dinin bir emri. Örtünenler Allah'ın emrini yerine getiriyor. Açık ve çıplaklar ise toplumun ahlakını bozuyor. Buna hakları yok. Bu ülke Müslüman bir ülke" derken, açık ve çıplaklığı savunanlar ise "Bu çağda bu şekil kapalılık olur mu? Hangi çağda yaşıyoruz? Sen nasıl örtünüyorsan, onun da açılıp saçılma hakkı var. Karışmayın" türünden bir şeyler söylüyor.

Açıklık ve kapalılıkta iki kutup birbirinden beslene dursun. Toplumsal barışı bozmamak adına, ortak bir yaşam kültürü ve toplumsal norm oluşturmak zorundayız. Asgari müşterekte buluşmalıyız. Topluma düşen, içimize sinse de sinmese de herkes herkesin giyimine ya da giyimsizliğine saygı göstermektir. Kendi giyim ve kuşamımızı başkasına dayatmamaktır. Aba altından sopa göstermemektir. Birbirimize giyim ve kuşam üzerinden ayar vermemek, had bildirmeye kalkmamaktır.

Burada herkes zaten istediği şekilde giyiniyor, kimse kimseye karışmıyor denebilir. Sosyal medyaya bakılırsa herkes herkesin giyimine karışıyor ve müdahale ediyor. Bu ülkenin toplumsal barışı için laik seküler insanlar veya modern hayat tarzını benimseyenler, kendilerine yakışan istediği kıyafeti giysin. Ama giydiği kıyafeti herkes giyecek diye dayatmasın. Bunun adı laikçilik ve sekülercilik olur. Aynı şekilde dindar ve mütedeyyin insanlar da dinin emri gereği istediği şekilde giyinsin. Giydiği bu kıyafeti kimseye dayatmaya kalkmasın. Bunun adı da dindarcılık ve dincilik olur. Her iki kesim de kendine baksın. Birbirine hayatı zindan etmesin.

Eee, bırakalım da herkes istediği gibi giyinsin mi diyebiliriz. Anne babanın bile aciz kaldığı giyim ya da giyimsizlikte bize ne düşer. Ancak ortam ve zamanlamaya riayet ederek hukukumuz olan kişilere bu rahatsızlığımızı dile getirebiliriz. Kişileri tanımadan, arada hukuk yokken müdahale her zaman ters teper. Olacak şeyi de yokuşa sürer.

Giyim ve kuşamda bu aşırılıkların sebepleri üzerinde de durmak zorundayız. Yoksa ortaya nem ne şekil bir ürün çıktığı zaman bunlar da böyle giyinerek çok olmaya başladı demeye başlarız.

Bence giyim kuşamda aşırılığın temelinde; ilk, orta ve lisede çocuklara tek tip, tek renk kıyafet dayatması üzerinde durmak gerek. Bu çocuklar tek tip kıyafete okul sonrası hayır diyor. İstemediği ve sevmediği formadan kurtulduktan sonra aşırı giyimle içindeki özlemi gideriyor. Okullara düzen, tertip gelsin diye her öğrenciyi aynı tip renk ve elbiseye girdirmekten ziyade, onlara okul boyunca denetimli serbestlik içerinde eğitim ve öğretim yapmalarına imkan verebilirdik. Pekala bu çocuklara "Şu şu kriterlere riayet ederek istediğiniz kıyafetle okula gelebilirsin" diyebilseydik. Buna rağmen anormal kıyafetle okula gelen öğrencilerle tek tek görüşmek suretiyle onları karşımıza alıp onları ikna etme yoluna gidebilseydik. Nedense işin kolayına kaçıp toptancılık yolunu seçtik. Kişileri birey olmaya yöneltmekten ziyade sürü psikolojisine ve toptancı anlayışa uymasını dayattık.

Açıklık ve kapalılık üzerinde ne kadar yazıp çizersek çizelim, ne kadar konuşursak konuşalım, toplum giyim kuşamda bildiğini okuyor. Kimse kimseye bir şey diyemiyor. Bugün dindar ve mütedeyyin insanların çocukları da aile yapısına ters bir giyim ve kuşamı giyer oldu. Eskidenmiş, anasına bak, kızını al sözü. Bugün anne tesettürlü, kızının göbeği açık. Herhalde bu örnek bile toplumun gidişatına dair bize bilgi verir.

Hasılı, giyim kuşam üzerinden bölünmeyelim. Kendi giyim tarzımızı başkasına dayatmayalım. Cadde ve sokaklar vücudunu teşhir edenlerle dolu deyip bir şeylerin pimini ateşlemeyelim. Ahlaki yozlaşma ve çıplaklık aldı başını gitti. Gördükçe günah işleniyor demeyelim. Bu toplum içinde kimseyi kırmadan, dökmeden yaşayalım. Dağda evliya olmayı bırakıp şehirde evliya olmanın yollarına bakalım. Unutmayalım ki şehirde evliyalığı seçmek herkesin değil, er kişinin işi. Şehirde evliya olmak her türlü kötülük ve müstehcenlikten kişinin kendisini korumak anlamına geldiği için kimsenin giyim, kuşamından etkilenmez. Dağda evliyalığı seçen ise kendi nefsine güvenemez ve kötülük işlemeye meyyaldir. Dağdaki evliyanın evliyalığı şehre kadardır. Ama şehirdekinin evliyalığı dağ, bayır, şehir her yerde sürer. Sahi dağda mı evliya olmak istersiniz, şehirde mi?

Not: Dağ ve şehir evliyası nasıl olur diye merak edenler, bu konuya dair ilgili hikayeyi sanal medyadan bulup okuyabilir. 

1 Eylül 2025 Pazartesi

Sosyal Medyanın Kazma Tipleri

Reel hayatın nabzı sosyal medyada atıyor.

Yaşadığımız hayatın bir gerçeği bu alem.

Kimler yok ki bu alemde...

Ben sosyal medyada yokum diyen bile mesajlaşmak, yazı, çizi ve fotoğraf paylaşmak için mecburen farklı mesajlaşma uygulamalarını kullanıyor.

Kimlerin sosyal medyada olduğundan, neler yazıp çizdiğinden bahsetmeyeceğim. Fikri, zikri şudur, trollük yapıyor demeyeceğim. Herkes istediğini yazsın ve paylaşsın. İstediğine yorum yazsın. Buna diyeceğim olamaz. Yalnız bir kesimi ele alarak bir hassasiyetimi dile getireceğim.

Bu kesim yol, yordam, adap usul, nezaket bilmeyen kesim. Normal hayatta çok nazik ve kibar dediğin niceleri bu alemde su koyuveriyor. Gerçek yüzü ortaya çıkıyor. Yeter ki kuyruğuna bas. Yeter ki bu tiplerin burnunun dikine gitme.

Bu tiplerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için onların görüşünden olmaman yeterli.

Doğrudur, yanlıştır, bir konuda bir görüş öne sürersin. Takipçin olan kişilere düşen, okumaları. Görüşü beğendilerse emoji bırakmaları. Katkı sunmak isterlerse yorum yazmaları. Ben şöyle düşünüyorum demeleri. Görüşünü beğenmiyorlarsa, "Bu görüşünüze katılmıyorum" demeleri ya da olumlu veya olumsuz bir yorum yazmamaları beklenen bir davranıştır.

Görmezden gelmeleri de anlaşılır.

Gel gör ki böyle davranmıyorlar. Nezaketi elden bırakıp suçlayıcı yorum yazmaya kalkıyorlar. Bundan da geçtim. "Sen" diyor. Sanırsın ki kırk yıllık dostuz. Kardeşim, beni eleştirebilirsin. Lütfen üslubuna dikkat et. Görüşüme katılmayabilirsin. Suçlayıcı yazma. Hele ki reel hayatta tanışmıyoruz. Biraz ölçülü yazabilirsin diyorsun. "Peki, bay Ramazan Yüce Bey" diyor. Güya üslubunu yumuşattım sanıyor. Aklı sıra üslup benim kırmızı çizgimdir hassasiyetinle dalga geçiyor. Hitaba bak, hizaya gel. Bay Ramazan diye hitap olur mu? İnan, mektep medrese görmemiş dağdaki çoban bile bu tiplerden daha ölçülüdür. Bu tip ise belki de okumuştur. Maalesef böyle tiplerin bağnazlığı edebin önüne geçmiş. Bu alemde ise huzur bozmak için cirit atıyor. Kalıbına yazık böylelerinin.

Gündelik hayatta iki, üç defa karşılaşıp selam, kelam, hal hatırdan ibaret hukukun varken bir bakmışsın, böyle biri yorum yazıyor. "Saçmalıyorsun", "Alakaya maydanoz olmuşsun" deyiveriyor. Ardından da "Sizden beklemezdim" diyor. Yapma kardeşim. Böyle bir üslup size yakıştı mı diyorsun. "Daha naifini bulamadım" diyor. Naiflik ve o?

Kaba ve sabalığa dair örnekleri uzatmaya gerek yok. Şu var ki böyle tiplerle bu alemde muhatap olmak için asıldan önce usulde anlaşmak gerek. Bir insanın kaleminde edep yoksa asıl konuya yani sadede girmeyeceksin. Daha doğrusu muhatap olmayacaksın.

Yapılması gereken bu aslında. Ama anlama sorunu var belli ki. Yine de kırmadan, dökmeden cevap yazıp üslubuna dikkat çekiyorsun. Olur ya anlar diyorsun. Beyzadelerim hiç oralı değil. Çünkü burunlarından kıl aldırmıyorlar. Bu itici üsluplarıyla bir Allah'ın kulunu yanlarına çekemedikleri gibi savundukları fikre zarardan başka bir şey de veremezler. Bunun farkındalar mı? Sanmıyorum. Çünkü burnu havada olan kimseler neyi, kırıp döktüklerini bilemezler. Bu tipler için asıl, usulden önce gelir. Asıl varken usule hiç ihtiyaç duymazlar. Kendilerine balta sapı görevi verdilerse insanları asıp kesecekler. Buna da dava diyecekler.

Bildiğin kazma bunlar. Kazmadan da başkası beklenmez. Yesinler bunların gittiği yolu. Aman benden ırak olsunlar. Çevremde gölge etmesinler. Hiç ihsanlarını istemem.

Bu tiplerin yanında yazıdaki görüşüme katılmayıp güzel bir üslupla eleştiri getiren ve kendi düşüncesini yazan kişiler de var bu alemde. İyi ki varlar. Değilse çekilmez bu âlem.

31 Ağustos 2025 Pazar

Kısa Süren Bir Hikaye

Ayasofya, uzun yıllar müze görevi yaptıktan sonra 2020 yılında cami olarak açıldı. İsmini hatırlar mısınız bilmem. İslam hukuku profesörü Mehmet Boynukalın da baş imam olarak atanmıştır.

Ayasofya'nın cami olarak açılmasına sevindim. Yalnız baş imama rezerv koydum. Buraya atanacak imam için biraz özen gerekli. Ufku geniş aynı zamanda Türkiye mozaiğini bilen biri olmalı. Boynukalın lisans eğitimimi Ezher'de yapmış. Mısır ve Suudi Arabistan'a eğitim gören zevatın dini anlayışı biraz farklı olur, bize uymaz. Bizdeki fakültelerden biri atanabilirdi türünden şeyler yazıp çizdim.

Boynukalın atandıktan sonra rahat durmadı. Sosyal medyayı çok kullandı. Ne kadar tartışmalı konular varsa onlarla ilgili Tweet paylaştı: "Laiklik Anayasadan çıkarılmalı" dedi. 8 Mart kadınlar günü münasebetiyle "Kadın cinayetleri üzerinden erkek düşmanlığı pompalanıyor" dedi. Dedi oğlu dedi.

Boynukalın attığı Tweetlerle tartışmanın odağı haline geldi. Toplum Boynukalın üzerinden destekleyen ve karşı çıkanlar olarak ikiye bölündü.

Daha önce adı sanı duyulmayan, binlerce akademik ünvanlıdan biri olan Boynukalın kısa zamanda sosyal medyada meşhur oldu. Yüzlerle ifade edilen takipçi sayısı milyonu geçti. Karşı çıkanlar Hocayı tu kaka yaptı. Kendi işine baksın. Siyasi konulara girmesin dedi. Destekleyenler ise "Böylesi daha önce gelmedi. Konuşup yazmalı ve paylaşmalı. Boynukalın'ın arkasındayız. Hoca yalnız değildir" türünden hashtagler açtı.

O vakit, hoca yanlış yapıyor. Bulunduğu görevde birleştirici olmalı. Asıl görevi Ayasofya üzerine Tweetler atmalı. Halkı kutuplaştırmamalı. Siyasi ve güncele dair yaptığı paylaşımlar onu oraya getiren iradeye zarar verir. Üslubu da din görevlisi üslubuna yakışmıyor, gerekirse susmalı dedim. Böyle dedim diye destekçi kesim beni topa tuttu. Amacımı ve niyetimi sorguladı. Hoca ile ilgili yazdığım eleştiri yazılarına karşı çıkan yorumlar yazdılar.

Beni topa tutanlara, bugün hocanın arkasındayız, hoca yalnız değildir diyorsunuz ya yarın siyasi irade hocayı görevden alırsa, hocanın yine arkasında olursanız, yanınızdayım. Ama hiçbiriniz kalmayacak ve hoca unutulup gidecek dedim.

Dediklerimi yine dinleyen olmadı.

Laik seküler kesimin dışında Ak Parti grup başkanvekili Özlem Zengin de "Bu işler hocanın işi değil, hoca kendi işine bakmalı" diyerek rahatsızlığını ifade etti.

Karşı kesim eleştirinin dozajını artırdıkça hoca da destekçilerden aldığı güçle Tweet üzerinden eleştiri yapanlara "pamuk tıkayıverdi".

Sonunda Mehmet Boynukalın'ı Ayasofya’ya baş imam olarak atayan irade, görev süresi dolmadan hocayı görevden aldı. Gerçi Boynukalın, "Akademiye daha fazla zaman ayırmak niyetiyle istifa ediyorum" dese de işin iç yüzü öyle değildi. Görevden alınmıştı. Hatta Erdoğan'a görev süresinin bitimine üç ay var. Süreyi bekleyebiliriz denmesine rağmen Erdoğan alınsın dediği konuşuldu.

Hasılı, Boynukalın'ın Ayasofya’ya baş imamlığı 9 ay gibi bir zamanda son buldu. Adı sanı da anılmaz oldu.

Şimdi büyük ihtimalle fakültesinde hocalığına devam ediyor olmalı.

Sosyal medyayı baş imamlığında olduğu gibi yine aktif kullanıyor mu bilmiyorum. Bir milyonu geçen takipçisi Mehmet hocayı yine takip ediyor mu, bunu da bilmiyorum.

Bildiğim bir şey varsa Mehmet Hoca gündemde yok. Tweetleriyle gündem de oluşturmuyor ve tartışmanın odağında değil. Unutuldu gitti.

Aradan yıllar yılı geçmesine rağmen Boynukalın’ı bana hatırlatan ve yazı yazmaya iten sebep, “Boynukalın yalnız değildir. Arkasındayız” diye yazıp gürleyen destekçi kesimin Boynukalın’dan hiç bahsetmemesi. Mübarek unutuldu gitti. Kısa zamanda, kısa yoldan ulaşılan şöhret de birden son buldu.

Görünen o ki bir zamanlar Boynukalın’a destek veren kesim hocayı yalnız bıraktı, hoca yalnızlara oynuyor ve hoca yokluğa terk edildi.

Siz siz olun, bir tartışmanın odağı haline geldiğinizde veya getirildiğinizde, sosyal medyada sizinle ilgili destek açıklamalarına teşekkür edin ama o destekçilere pek güvenmeyin. Aynı zamanda söz ve eylemlerinizin doğruluğunu, zamanlamasını ve ortamını da sorgulayın. Hata yapmış olabilir miyim diye kendinize soru sorun. Şöyle davransaydın, daha iyi olurdu deyin. Çünkü bugün “Yalnız değilsin, arkandayız” diyen o kesimi, başınıza bir şey geldiği zaman yanınızda bulamayabilirsiniz. O yüzden söz ve eylemlerinize dikkat etmenizde fayda var. Sonra ne oldu arkamda bana çığ gibi destek verenler diyerek hayıflanır durursunuz. Bunun en güzel örneği de Sayın Mehmet Boynukalın’dır. Sonra demedi demeyin.

Eyvah, Okullar Açılıyor!

Şimdi öğrenci de şaşkın, öğretmen de.

Çünkü okullar açılıyor.

Ne çabuk geçti o upuzun tatil öyle diyor.

Şaşkınlıkları geçti. Kara kara düşünmeye başladılar.

Çekilir mi bu uzun maraton diyorlar daha okul başlamadan. Üstelik bu sıcakta olacak şey mi okula gidip gelmek. Sabah erken kalkmak. Okul yoluna düşmek.

Halbuki öğrenci, öğretmen ne çabuk alışmıştı uzun tatile. Bitmez. Bu tatil biter mi demişlerdi.

Sayılı günler çabuk geçer dedikleri bu olsa gerek.
Ne yapsın ne etsin öğrenci ve öğretmen şimdi.

Öğrencilerin daha bir haftası var. Öğretmenlere göre şanslılar. Ama öğretmenlerin ağzını bıçak açmıyor. Çünkü bir hafta öncesinden okullu olacaklar.

Hayat ne güzel gidiyordu halbuki. Genç yaşta emekli olup bir çay ocağından diğerine akşamı yapan, günlerini gün eden emekliler gibiydi öğretmenler. Şimdi o emekliler çay ocağında çaylarını yudumlarken öğretmenler; seminer, toplantı, zümre diye koşturacak.

Bununla kalsa yine iyi. Bir dizi değişiklikle okula merhaba diyecek öğrenci ve öğretmen.

Bu öğretim yılından itibaren öğrenciler için serbest kıyafet uygulamasına son verildi. Gerçi serbest kıyafet uygulaması uygulayan okul pek yoktu.

Kıyafet uygulamasından öğretmenler de nasibini aldı. Hoş, Kılık Kıyafet Yönetmeliğine rağmen öğretmen ve devlet memurları da Yönetmeliğe uymuyordu. Bakan, yayımladığı 2025/63 sayılı genelge ile "Eğitimciye yakışır" şekilde giyinilmesi talimatını verdi.

Eğitimciye yakışır şekilde giyim kuşama ve kılık kıyafete eyvallah. Ama bunun ölçüsü ne? Bunu kim belirleyecek? Bunu da zaman gösterecek.

Nicedir pasif direniş yapan devlet memurları, bakalım buna uyum sağlayabilecek mi? Bir ölçü olmalı elbet. Eğitimciye yakışan bir kılık kıyafet ve giyim kuşam olmalı. Yalnız herkesin yakıştırdığın giyim kuşam farklı olabilir. Bana yakışan bu diyebilir. Temenni ederim ki kılık kıyafet yönünden bir gerilim yaşanmaz.

Değişiklik bununla da sınırlı değil. Okullar iletişim adresi olarak WhatsApp yerine yerli ve milli olanına geçecek.

Eğer bu yerli ve milli mesaj uygulaması kendisini yenilemediyse yandık demektir. Yazışmak mesele idi gerçekten. 

Mesaj sesi de bir garip.

Nicedir bana mesaj gelip durur. Yakında tekrar iletişimi benimle sağlayacaksın diyormuş belli ki.

Hasılı, daha sıcaklar bende bu kadar deyip gitmeden okulların açılması, eğitimciye yakışır kıyafet uygulaması, yerli ve milli olan uygulama ile mesajlaşılacak olunması çekilecek gibi değil.

Ne edelim. Başa gelen çekilir. 

Allah başka dert vermesin.

İnsan Kaynağı Plansızlığımız

Bir arkadaş aradı: "Kızım şu öğretmenlik branşından birini bitirdi. Puanı yeterli gelmediğinden atanamadı. Ücretli öğretmenlik yapmak için başvuru yaptı. Ne yapabiliriz" dedi.

Arkadaşa, kızınız başvuru yaptı ise her ilçe görevlendirme kriterlerine göre ihtiyaç oldukça sırayla çağırır. Yine de kızın bilgilerini gönder. Bir de telefonun sesini aç da kızın da dinlesin diyeceklerimi dedim.

Kıza, branşının dışında girebileceğin yakın branşları da yazman daha iyi olur. Çünkü branşında açık olmayabilir. Bir de bildiğim kadarıyla maddi sıkıntınız yok. Oturup önümüzdeki senenin sınavlarına çalış. Ücretli öğretmenlik tüm günlerini alacağı için sınava hazırlanamazsın. Yine siz bilirsiniz dedim.

Kızın ataması zordu. Çünkü branşından alım çok az. Gerçi sadece bu branşta değil, bir-iki branşın dışında atanmak çok zor. Çünkü her branşın binlerce yedeği var. Hepsi de atanmayı bekliyor. Bu da bir yıl öncesine kadar her branşın ikinci öğretimlerini devam ettirmemizin, her yere üniversite ve her üniversiteye her bölümü açmamızın bir sonucu.

Bu durum her konuda olduğu gibi insan kaynağını planlama eksikliğimizin bariz bir örneği. Ben fakülte açarım. Herkesi okutur, mezun ederim. Onlara istihdam üretmem. Herkes başının çaresine bakacak demektir. Devletin bu plansızlığı, bir anne ve babanın, ben istediğim kadar çocuk doğururum. Ama bakmak zorunda değilim anlayışından farklı değil.

Arkadaşın ve kızının ilçesinde görev yapan şube müdürüne, ilçe okullarında ücretli öğretmen ihtiyacı olup olmadığını sordum. "İhtiyaç yok. Çünkü elimizde 1000 tane norm fazlası öğretmen var. Onlar görevlendirilecek" dedi.

Şube müdürüne, 1000 norm fazlası öğretmen tüm il merkezinde mi yoksa sadece sizin ilçenizde mi dedim. "Sadece bizim ilçede" dedi.

Bir ilçede bu kadar norm fazlası öğretmenin olması beni şaşırttı. Bir ilçede 1000 ihtiyaç fazlası öğretmen varsa tüm Türkiye'deki ihtiyaç fazlası öğretmen sayısını gözümüzün önüne bir getirelim. Karşımıza korkunç sayı çıkar. Bu demektir ki Milli Eğitim Bakanlığı öğretmen ihtiyacını gidermek için her yıl öğretmen alımı yapsın. Diğer taraftan da bazı illerde yığılmış ihtiyaç fazlası öğretmenler olsun. Ne yaman çelişki bu.

Öğretmen fazlalığı olur da bu kadar olmaz. Okul ve derslik veremediğimiz öğretmenlere maaş vermeye devam ediyoruz. Yazık, ülkenin plansız insan kaynağına giden paraya. Bu da insan kaynağını yerinde kullanamadığımızın bir göstergesi.

Bir ilçede veya tüm Türkiye'de norm fazlası dediğimiz ihtiyaç fazlası öğretmen niçin oluşur? Öyle zannediyorum, eş durumu yani aile birliğinden kaynaklı olsa gerek. Nedense MEB, belli illerde eş durumundan kaynaklı ihtiyaç fazlası öğretmenlerin önüne bir türlü geçemedi.

Elbette aile birliği önemli. Eşler aynı yerde çalışmalı. Ama aynı yerde çalışacak diye ihtiyaç fazlası atama yapmanın da bir gereği yok. Atamalarda oportünist davranmanın bir sonucu. MEB eşleri birleştirmezsem, kafam ağrır düşüncesiyle ihtiyaç yok diyemiyor. Al değerlendir diye valilik emrine atamayı yapıveriyor.

Halbuki mevzuatta eşlerin birleştirilmesine dair çözüm var. Mevzuat uygulanırsa norm fazlası öğretmen diye bir şey olmaz. Diyelim ki eşlerden biri Mardin'de, diğeri Konya'da. Mevzuat der ki "Aileyi Mardin ya da Konya'da birleştireyim. İhtiyaç Konya'da ise Konya'da, Mardin'de ihtiyaç varsa Mardin'de birleştireyim. Eğer iki yerde de ihtiyaç yoksa eşleri başka bir ilde birleştireyim". Bence yerinde bir mevzuat. Ama uygulama böyle değil. Mardin'deki eş, ihtiyaç olmadığı halde Konya'ya tayin istiyor. Konya'daki eş Mardin'de kendisine ihtiyaç olduğu halde tayin istemiyor. Bu durumda eşler nasıl birleştirilecek? Bakanlık Mardin'deki eşi Konya Valiliği emrine vermek suretiyle meseleyi çözüm yoluna gidiyor. Eşler birleşti ama norm fazlası olarak.

Valilik norm fazlası öğretmenleri ne yapıyor? Bunlara il sınırları içerisinde boş olan okullara tayin istemelerini söylüyor. Öğretmen ise il merkezindeki okulları yazdığı için ataması yapılmıyor. İl Milli eğitimler bu öğretmenleri değerlendirin diye ilçe MEM'lere görevlendiriyor. İlçe MEM'ler ise doğum vb. sebeplerle boşalan yerlere geçici görevlendirme yapıyor. Olmadı, büyük okullara vererek alın bu öğretmene 15 saat ders verin diyor. Yani bir öğretmenin gidereceği ihtiyacı iki kişi gideriyor.

Norm fazlası atamalarda ihtiyaç olan yerler dolmazsa resen atama yapılacak denmesine rağmen belediye sınırları dışında ihtiyaç olduğu halde yine atama yapılamıyor. Atama yapılsa bile sendikalar devreye giriyor. Bu yüzden il merkezinde birikmiş ama ilçe, belde veya köylerde ihtiyaç olan yerlere öğretmen gönderilemiyor. Gönderilmeyen öğretmenin yerine ücretli öğretmen görevlendirmesi yapılıyor.

Hasılı, ortada göz ardı edilmemesi gereken büyük bir sorun var. Ama sorun çözülmüyor ya da çözülmez istenmiyor. Bu da insan kaynağını yerinde kullanamama ve ülkenin parasını heba etme sonucunu doğuruyor. Para kimsenin cebinden çıkmadığı için herkes bu durumdan memnun. Gel gör ki bu plansızlığın parası hepimizin cebinden çıkıyor.

Bu demek değildir ki norm fazlası öğretmenler değerlendirilmiyor. Bir şekil değerlendiriliyor. Ama branşından ama branş dışı. Yani işe kişiden ziyade kişiye iş bulunmuş oluyor.

İnsan kaynağını yerinde kullanamadığımız durumu sadece bahsettiğimden ibaret değil. İl MEM’ler kitap yazma, kitap inceleme, formatörlük vs. gibi gerekçelerle her yıl okullardan geçici öğretmen görevlendiriyor. Yerlerine başka geçici öğretmen gönderiliyor ya da okul başının çaresine bakıyor. Bunun dışında uzman ya da araştırmacı kadrosunda olan çalışanlar da var ama bilfiil çalışmıyor.

Bu ve benzer insan kaynağı plansızlığımızı göz önüne getirirsek, bunca plansızlık ve her birine harcanan maaş ve özlük haklar ile bu devlet iyi ayakta kalıyor. Bu durum yani insan kaynağı plansızlığı durumu sadece MEB’de değil, hemen hemen her kurumda şu ya da bu şekilde var.

Şu bir gerçek ki insan kaynağı planlamasında sınıfta kaldık. Tek kelimeyle yazık...

30 Ağustos 2025 Cumartesi

Doğruya Doğru, Yanlışa Yanlış

O kadar gündem içerisinde gündem olmayı ya da gündem yapmayı ya da gündemde tutmayı çok iyi beceriyoruz.

Gündem olan konuları taraf olmadan enine boyuna konuşsak, olayı anlamaya çalışsak gam yemeyeceğim. Çünkü çözüm odaklı değiliz, üzüm yemeyi zaten sevmiyoruz. Olayı kişiselleştirmede de üstümüze yok. Vur abalıya deyip çullanıyoruz. Yeter ki birini gözümüze kestirelim. Gündem olan konuyu haklı göstermek için kişilerin geçmişine gidiyoruz. Bunun, bu ilk vukuatı değil, falan tarihte şunu dedi. Bak bak, daha neler yapmış neler deyip kişinin geçmişini ortaya döküveriyoruz. Maalesef toplumu germe gibi bir misyona bilerek veya bilmeyerek alet oluyoruz.

Kapalı yazmayı bırakıp, ne demek istediğimi kısaca açayım. Malumunuz bir göz doktorunun kendisine muayeneye gelen bir kız çocuğunu çıplak diye muayene etmediği videosu Türkiye gündemine oturdu.

Video üzerinden hemen ikiye bölündük. Doktor haklı, doktor haksız. Kimi doktoru yererken kimi de destek çıkıyor. Tarafımızı tuttuk. Vuruyoruz da vuruyoruz. Ne doktor yalnız ne de kız. Her iki taraf için destek açıklaması çığ gibi. Yaptığımız en iyi şey bu zaten.

Bu konunun üzerinde çok yazıldı, çizildi. Hâlâ da yazılıp çiziliyor. Üstelik bu olay üzerinden konu başka bir yöne evirildi. "Doktora bak doktora. Çıplak diye kızı muayene etmeyen doktorun 2010 yılında cereyan eden Mavi Marmara saldırısında yaralanan İsrailli askerleri tedavi ettiği ortaya çıktı". Bu ne yaman çelişki demeye getiriliyor.

Muayene olayını bir tarafa bırakıp gündeme getirilen bu olay üzerine birkaç kelam edeyim. Doktor beyin yaralı askerleri tedavi etmesi, bence eleştirilecek bir şey değil, aksine övünülecek ve takdir edilecek insani bir şey. Çünkü doktorun görevi insanı tedavi edip onu yaşatmaktır. Hastanın düşman-dost, erkek-kadın, dinli-dinsiz ve terörist olması fark etmez. Doktorun bu yaptığı, görevinin yanında hem insani hem vicdani hem de dini yönünü göstermesi bakımından önemlidir. Yine doktorun bu yaptığı eleştiriyi değil, takdiri hak eder.

Burada "Bu doktor, düşmanımız durumundaki askeri muayene ederken kendi kızımızı çıplak diye muayene etmedi. Doktora kızgınlığımız bundan" denebilir. Konuyu tekrar kanatma niyetim yok. Yalnız şunu söyleyeyim. Doktor İsrail askerini nasıl tedavi etmişse, doktorluğunun ve meslek etiği gereği bu kızı da muayene etmeliydi. İçine sinse de sinmese de bunu yapmalıydı. Muayenenin ardından babacan bir eda ile kızın çıplaklık durumuna değinebilir, ona nasihat edebilir, kıyafetini rahatsız edici bulduğunu söyleyebilirdi. Bunu yaparken yapılan görüşmenin kayda alınmasına izin vermezdi. Yapılan konuşmayı kızın kayda aldığını görmesine rağmen doktorun niçin muayene etmediğine dair konuşmaya devam etmesi yanlıştır.

Öğrendiğime göre anne kız muayene olmak için randevu saatlerinde polikliniğe girerler. Doktor, çıplaklık halinden dolayı muayene etmeyeceğini kıza söyler. Kız muayene odasından çıkar.

Doktor annesini muayene eder.

Ardından, kız yanında bir arkadaşı ile birlikte ellerinde telefonla muayene odasına tekrar girer. Kız, doktoru konuşturarak videoya alır. Hatta videonun başı, az önce bana çıplak demiştiniz değil mi diyerek doktoru konuşturur.

Kızın ikinci gelişinde doktoru kayda alıp bunu sosyal medyaya servis edeceği çok açık olmasına rağmen doktorun konuşmaya devam etmesi olacak şey değil. Belli ki kız, az önce kendisini muayene etmeyeceğini söyleyen doktoru konuşturmak suretiyle onu sosyal medyaya düşürmek istediği anlaşılıyor. Kızın bu niyeti olmasına rağmen doktorun kamera karşısında konuşması anlaşılır gibi değil.

Sonuç olarak, doktorun İsrailli yaralı askerleri muayene etmesi doğru. Kızı çıplaklık gerekçesiyle muayene etmemesi doğru değil. Kızın, doktorun kendisini muayene etmemesini hastane yetkililerine şikayet etme gibi kısa yol varken ikinci kez doktorun yanına girerek doktoru konuşturması, bunu kayda alması bilinçli bir harekettir ve doğru değil.

Ezcümle, insanın olduğu yerde hata ve yanlışlar olur. Önemli olan hata ve yanlışlardan ders çıkarıp tekrar etmemektir. Doğruya doğru, yanlışa yanlış deyip konuyu kapatmak lazım. Bu konuyu günlerce gündemde tutmak ve kutuplaşmak doğru değil. Çünkü toplumun kutuplaşmaktan ziyade huzura ihtiyacı var. Hele bu şekil kutuplaşmak ülkeye zarar verir.

Ha doğruya doğru, yanlışa yanlış bana göredir. Size göre nasıldır bilemem. Bunu en iyi siz bilirsiniz. 

29 Ağustos 2025 Cuma

Sosyal Medyanın Gizli Gediklileri

Sabah akşam sosyal medyadalar. Görüş ve bir duruş belirten bir paylaşım yapmaz bunlar. Yapanı varsa da gezi, ziyaret, cenaze türü paylaşımlar. Bir de kendi doğum gününü kutlayanlara cevap verirler. Başkasının doğum gününü de takip ederler. Uzun ömür dileklerini iletirler.

Bu tipler niçin bir duruşu ifade eden paylaşım yapmazlar. Bazıları renk vermek istemediğinden bazıları da iki kelimeyi yan yana getirip cümle kurmaktan aciz oldukları için olsa gerek.

Bunlar sosyal medyanın göbeğinde. Tüm paylaşımları okur. Ama hiç beğeni bırakmadan ve yorum yapmadan yani iz bırakmadan çıkarlar. Sorduğun zaman ben pek takip etmiyorum derler.

Bazıları da paylaşılan yazıları okurlar. Görüşüne yakın paylaşımları okudukları gibi görüşüne katılmadığı görüşleri de okurlar. Fikrine fikirle cevap vermezler. Görüşüne katılmıyorum. Doğrusu şu demezler. Çünkü diyecek cesaretleri ve öz güvenleri yok. Ama bu tiplerin yaptığı bir şey var. Evlere şenlik. Sana bir şey yazamayan bu tipler senin paylaşımına eleştiri getiren yorumları beğenirler. Yani bu tipler sosyal medyanın göbeğinde. Senin yazına yapılacak yorumları dakikası dakikasına takip ederler. Biri buna bir cevap yazsın da beğeneyim rolünü üstlenirler.

Yazdığın yazılara medeni cesaret gösterip güzel ve seviyeli bir üslupla eleştiri getirenlere eyvallah. Takdir ederim böylelerini. İlla beni destekleyecekler diye bir şey yok. Garibime giden, senin yazına iz bırakmayıp yorumlara varıncaya kadar didik didik okumaları ve o karşı görüşe beğeni bırakmaları.

Yanlış anlaşılmasın. Kişinin kendi görüşüne uygun yorum bırakmasına bir şey demem. Beğenebilirler. Bunda bir sıkıntı yok. Sıkıntı, senin sayfanın içinde yatıp kalkıyor. Sana olumlu, olumsuz bir şey demiyor. Yazına eleştiri getirene beğeni yapıyor.

Bu ne demektir biliyor musunuz? "Arkadaş, senin görüşüne, fikrine, zikrine katılmıyorum. Her ne kadar yazına bir iz bırakmasam da sana eleştiri getirene beğeni yaparak tarafımı seçiyorum. Yani ben seni tutmuyorum" demektir. Böyle yapacağına, sizin görüşünüze katılmıyorum diyemez mi? Diyemiyor işte. En azından sana eleştiri getireni beğenerek tarafımı belli ediyorum demektir bu.

Kısaca bu kişiler senin sayfamda, senin yazınla yatıp kalksın. Sana öte git, beri gel demesin. Teşbihte hata olmasın, açlıktan yiyecek arayan fare gibi karşı eleştirilere beğeni getirerek karnını doyursun.

Pes doğrusu. Pek bir şey anlamadım. Bu kafayı, niye taşırlar? Bu kafa yapısıyla amaçları nedir, inan anlamış değilim.

Sakın bunlar birkaç kişi falan demeyin. Az değil sayıları. Ama pek görünmez gibi yaptıkları için az görünürler.

Yazık, bu hayat böyle geçer mi? Yaşadıkları bu hayata hayat denirse tabi.

Bunları kıskanıyor değilim. Çünkü bunlar senin gizli hayranların. Bakmayın karşı tarafta durduklarına. Bunların amacı yazıma karşı yorum yazanlara destek vermek. Sana da "Senin yazını beğenmedim. Bunun göstergesi de sana cevap yazanı beğeniyorum. Ben de senin karşındayım demek istiyorlar galiba.

Niyetleri neyse de canları sağ olsun böylelerinin.

Mahallenizle Aranız Nasıl?

Mahalle dendiği zaman belde, ilçe veya ildeki sınırları çizilmiş meskûn mahalle akla gelir.

Adres olarak kullanılır.

Her beş yılda yapılan mahalli seçimlerde bu mahallelere de muhtar seçilir.

Mahalle dendiği zaman aynı düşünce yapısına sahip insanlar topluluğu da akla gelir. İşte bu mahalle üzerinde duracağım.

Bu mahallenin sınırları belli değil. Ülkenin bir ucundan diğer ucuna aynı düşünce yapısına sahip insanlar olur. Haliyle birden fazla düşünce ve ideoloji olduğu için farklı farklı mahallelerin olması da doğaldır. Laik seküler mahalle; dindar, mütedeyyin, İslamcı, muhafazakar mahalle gibi.
Bu mahalleler fikir dünyası çerçevesinde ayrışır. Siyaseten, dinen farklı düşünür. Giyim kuşam yönünden de farklı giyinir.

Siyasi partilerin kaleleridir bu mahalleler. Bir mahalle hangi siyasi partiyi desteklerse o parti için o mahalle çantada kekliktir. Aday iyi olsa da olmasa da seçimi kazanması bankodur. Çünkü mahallenin başka siyasi partiye yönelmesi mümkün değil.

İki ya da daha farklı mahalle mensuplarının bir arada yaşadığı yerlerde ise seçim ortadadır. Her seçimde oyunun rengini değiştiren seçmen kitlesi o mahallede bir siyasi partinin kazanmasında etkin rol oynar.

Mahallelerin sınırı olmasa da düşünce ve inanç yönünden diğer mahallelerle kalın çizgilerle ayrılır. Geçiş yapmak çok zordur.

Bu tür mahallelerde bir mahalle mensubunun fikir veya oyunun rengini değiştirmesi ya da dini yönden farklı düşünmesi düşünülemez. Çünkü döneklik kabul edilir. Karşı mahalleye şirin görünme addedilir. O yüzden, kimse içine sinse de sinmese de içinde bulunduğu mahalleye aykırı hareket edemez. Kazara farklı düşünse, bunu ifade etse mahalle baskısına maruz kalır. "Vay efendim, nasıl böyle düşünürsün" denir. Dışlanırsın. Mahallende yalnızlara oynarsın. "Bu, yakında karşı mahalleye geçer. Demedi demeyin" derler. Karşı mahallede ne işim var? Benim mahallem burası dersin. "Bu, hâlâ niye gitmedi. Bu kafa yapısıyla burada niye duruyor" derler. Karşı mahalleye çekip gitsen, "Bak, gitti. Dönek adammış. Biz demiştik" derler.

Yazıp çizmen, farklı görüş ileri sürmen, ben bu konuda şöyle düşünüyorum, beni böyle kabul edin demen bir şey ifade etmez. Yazına da karışırlar, bir şey demene de sessiz kalmana da. Hayatı sana zindan ederler. Seni muhalif görürler. Değişti, çok değişti derler. Hasılı seni ne karşı mahalleye gönderirler ne de kendilerinden kabul ederler. İstenilmeyen kişi ilan ederler. Ne de olsa mahallenin sahibi ve kelek keseni onlar. İyi ve güzeli sadece onlar düşünür.

Anlatmak istediğim, mahallelerde sürü psikolojisi hakimdir. Birey olmaya çalışmak ya da kalkışmak bedel ister. Farklı düşünmek bedel ister. Onlara yanlış yapılıyor demek bedel ister. Bakışlarıyla seni boğarlar. Senden istenen mahallenin psikolojisine, atmosferine, dünya görüşüne ve hayat felsefesine uygun hareket etmek. Onların dümen suyuna girmek. İtiraz etmemek, eleştirmemek. Biz galiba yanlış yaptık, yapıyoruz dememek. Mahallenin düşüncesi ne ise onu savunmak.

Kısaca, mahallelerde inanç ve fikir özgürlüğü yok. Hoşgörü yok. Farklı fikre tahammül yok.

Huzur, rahat ve mutluluğun için mahallenin görüşleri dışına çıkmaman akıl sağlığın yönünden elzemdir. Durum bu iken mahallenin yaramaz çocuğu olma rolüne bürünmek hiç akıl kârı değil.

İnsan ne ondan ne de bundan ben hiçbir mahalleye ait değilim. Bu konuda mahallelerin görüşü beni tatmin etmiyor dese ya da hangi mahalleden olursa olsun bir konuda doğruya doğru, yanlışa yanlış dese mahallesiz kalır. Yani ya bizdensin ya da onlardan. Ortası yok. Ya o mahalleye giderek yanlışlara ortak olacaksın ya da kendi mahallende kalarak yalnızlara oynayacaksın. Ne mahallende kalarak kimseye yaranabilirsin ne de karşı mahalle sana kucak açar. Ben bu mahalledenim demeni de samimi bulmazlar. Yok yok. Sen o mahalledensin derler. Ne yapıp ne edip bir mahallede yer bularak o mahallenin bağnazı, kutuplaşma ve ayrışmanın figürü olacaksın. Mahallende ne pişirilirse onu yiyip onu çıkaracaksın. Sana biçilen rol bu. Yersen. Yemezsen, gerekirse acından öl. Ağlayanın bile olmaz.

Düşünün ki kendi mahallesindeki çocuğuna özgürlük vermeyen bu mahalleler, tüm ülke yönetimine sahip oldukları zaman karşı mahalleye özgürlük verir mi?

Bu tür mahalle anlayışı herhalde sadece Doğu toplumların özgü olsa gerek. 

Ülkemizdeki mahallelilik budur. Bu tür mahallenin, mahallemizin çocuğu ile bir alakası yoktur.

27 Ağustos 2025 Çarşamba

Kaporta Zihniyeti Değişmeli

Bu ülke giyim kuşam ve dış görünüşten çok çekti. Ben buna kaporta diyorum.

Toplum olarak kaportaya verdiğimiz önemi ve yaptığımız mücadeleyi bir türlü geride bırakmadık. Kaporta birinci önceliğimiz olunca doğru dürüst başka meselelere eğilemedik. Varsa yoksa kaporta.

Ülkenin geçmişi ve zaman zaman nükseden kaporta yüzünden bu toplum az gerilim yaşamadı. Az bedel ödenmedi. Mağduriyetler yaşandı.

Görünen o ki yeter bu kaporta ile uğraştığımız, sonu gelmeyen didişmelerimize son diyemiyoruz.

Bir an için ortalık duruldu. Toplumsal konsensüs sağlandı. Artık herkes birbirinin yaşam ve giyim tarzına saygı göstermek zorunda olduğunu öğrendi dediğimiz an, yine bir kaporta meselesi gündeme düşüyor.

Şu var ki iki zıt kutup birbirine galebe çalmaya çalışıyor. Bu çapda dahi bunun emarelerini bariz bir şekilde görebiliyoruz. Yeter ki savunduğumuz fikir ve zihniyet muktedir olsun. Kim tutar bizi. İçimizde biriktirdiklerimizi hemen boşaltıveriyoruz. Yani bilinçaltımız ortaya çıkıveriyor.

Ne demek istediğimi biraz daha açayım. Bu ülkenin yakın geçmişinde, dini gerekçelerle başını örtenlere hayat zindan edildi. Okullara alınmadı. Bunlara çağ dışı zihniyet, örümcek kafalı dendi. Başörtüsü laikliğe aykırı görüldü. Kamusal alan kapalılara zindan edildi. Adeta başörtüsü avına çıkıldı. Devletin askeri de yargısı da bu mücadeleye alet edildi.

Devran döndü. Başörtüsü devletin her kademesinde serbest oldu. Daha önce vebalı kabul edilen giyim kuşam adeta tercih sebebi oldu. Başörtülü-başörtüsüz birbiriyle tartışmadan ve gerilim yaşamadan yan yana yürümeye tanık olduk.

Sevindirici bir durumdu bu. Artık toplum olarak birbirimizin giyim kuşamına saygı göstermeyi öğrenmiştik. Toplumsal barış gelmişti. Teşbihte hata olmasın, kurtla kuzu bir aradaydı.

Gel gör ki durum böyle değilmiş. Görünen o ki birileri, geçmişte yaşatılan travmayı unutamamış, içine atmış. Bireysel de olsa içinde tuttuğu diline geliveriyor. Hekimin, çıplak diye hastasını muayene etmekten imtina etmesi de buna örnektir. Bireysel diyorum. Çünkü tüm doktorlar böyle değil. Yalnız bireysel olmayan bir durum var. Doktorun çıplak ve teşhirci diyerek muayene etmediği hasta olayını savunan savunana. Sosyal medyaya bakıldığı zaman doktorun bu tavrına destek veren yüz binler var. Bu da doktorun yalnız olmadığını gösterir. Öyle zannediyorum, doktora destek verenlerin kahir ekseriyeti; dindar, mütedeyyin, muhafazakar ve İslamcı kesim. Öyle zannediyorum, geçmiş başörtüsü mücadelesinde çocuğu, eşi veya bir yakını mağdur edilmiş ya da başörtüsünü savunan kişiler olmalı. Bunlar da travmayı atlatamayan belli ki.

Dün başörtüsüyle mücadele için kız çocuklarına hayatı zindan edenler ile bugün çıplak diye yine kız çocuklarını muayeneden kaçınma durumu iki farklı zihniyeti temsil eder. Bu iki zihniyet de birbirine zıt zihniyet olsalar da aynı kapıya çıkar. Çünkü kapalılığı savunan da açıklığı savunan da kaportacıdır. Dış görünüşüne göre kızları değerlendiriyor. Bakmayın, zaman zaman çok masum ve hoşgörülü olduklarına. Gücü eline geçiren, zihniyetini ortaya koyup dayatmaya yelteniyor. O yüzden bu iki zıt kutup birbirinden besleniyor. Biri olmadan, diğeri olmaz. Çünkü yaşayamaz. Haliyle bu dram, bitmeyen hikaye olarak bizden bir parça olarak devam eder gider.

Bu bitmeyen hikayede kadınlar hep nesne iken hikayenin kahramanları nedense hep erkekler. Açık veya kapalı haliyle kadın mağdur oluyorken erkekler rol alıyor veya rol çalıyor.

Burada şunu da söylemek isterim. Kapalılığı savunan zihniyet de açıklığı savunan zihniyet de yanlış yolda. Ne zaman ki giyim ve kuşamı kişilerin bireysel tercihi kabul edip içimize sinmese de hoşgörülü yaklaşıp saygı göstermeyi hayat felsefesi kabul etmedikçe bu iki zihniyetten bu ülkeye hayır yoktur.

Açıklık veya kapalılık kadının tercihidir. İsteyen istediği şekilde giyinmelidir. Erkekler bu işten elini ve eteğini çekmelidir. Giyim kuşam konusunda bana laf düşmese de açıklık veya kapalılık konusunda neyi savunduğum merak edilirse, normal ve makul kapalılık ve açıklığı uygun görürüm. Yüzü ve gözü görünmeyen kapalılığı da anadan üryan giyim kuşamı da tasvip etmiyorum. Yine de garibimize gitse de kadınların tercihine saygı göstermek bizim olmazsa olmazımız olmalı. Kadınlar da ne şekilde giyinirse giyinsin ama kendine yakışanı giyinsin. Unutmayalım ki insanlar kıyafetleriyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanır. Nice açıklar vardır, kapalıdan daha kapalı. Nice kapalılar var ki açıktan daha açık.

Biz ne zaman ki giyim, kuşam ve kaportayı bırakıp insanların fikirlerine bakarsak ülke olarak mesafe alırız. Yoksa her zaman ki gibi yaya kalmaya devam ederiz.

Lütfen, açığı da kapalısı da açığı savunan da kapalılığı savunan da bu zihniyetini kendine saklasın. Birbirimize hayatı zindan etmesin. Birbirinin hayat tarzına müdahale etmedikçe herkes istediği giyim kuşamıyla toplum içinde arzı endam etsin. Eğer bir giyim ve kuşamı tasvip etmemişsek bunun yolu o kişiyle iletişime geçip onunla güzel bir üslupla konuşmaktır. İnanın, suçlamadan konuşma yolunu seçmek bize mesafe aldırır, belki kazanabiliriz de ama şöyle olacaksın, böyle olacaksın dayatması, hazırında o kişiyi bizden uzaklaştırır. Amacımız bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Maalesef taraflarda üzüm yeme düşüncesinin olduğunu düşünmüyorum.

Son göz, doktoru tefe koymayalım. Doktoru göklere de çıkarmayalım. Lütfen taraflar savundukları zihniyetlerini gözden geçirsinler. Zihniyetlerini sorgulasınlar. Birbirimize hayatı zindan etmeyelim. Şayet zihniyetlerimizi sorgularsak, birbirimizi anlamaya çalışırsak, pekala, birlikte hoşgörü içinde yaşanabilir bir ülke bırakabiliriz bizden sonraki neslimize.

26 Ağustos 2025 Salı

Zam Sebep, Enflasyon Sonuç

2026-2027 yıllarını kapsayan zam görüşmesi anlaşmazlıkla sonuçlanmış. İş her defasında olduğu gibi Hakem Heyetine kalmış.

Hakem Heyeti de 2026 için önerilen 11+7 zam oranını aynen onamış. Ama 2027 için teklif edilen 4+4'lük zammı yetersiz bularak 5+4'e çıkarmış. Böylece 2026-2027 zam pazarlığında nihai karar verilmiş oldu.

Öncelikle 2027 yılının ilk altı ayına Hakem Heyetinin inisiyatif kullanarak 1 puan eklemesi, Heyetin memurları düşündüğünün bir göstergesi. Sağ olsunlar, var olsunlar.

Bu zammın memurlara hayırlı olmasını ve gelecek zamlarla birlikte maaşlarını güle güle harcamasını dilerim.

Sözlerimi nihayete erdirmeden bazılarına bir çift laf etmek isterim.

Gazeteden okuduğuma göre yetkili konfederasyonlar zammı beğenmeyerek toplantı masasını terk etmişler. Ayıp etmişler. Ayıp ayıp. Bu memurlar, size masayı terk edin diye mi yetki verdi. Yetmez ama evet, Allah bereket versin, hiç yoktan iyidir deyip imzalayamaz mı idiniz? 2-3 puan daha artış olsa göğe mi erecektiniz? Hep istiyorsunuz. Hiç vermiyorsunuz. İstediğinizi de alamıyorsunuz. Ama ne edersiniz ki yetki sizde. Ama devlet terbiyesi, imzalamanız yönündeydi. . Hatta hiç vermeseniz de olurdu demekti. Heyhat ki göremedim bunu. Unutmayın ki devlet yönetmek ve bütçe hazırlamak ve hesap kitap yapmak bekarların işi değil. Belli ki bekarsınız.

Ya Hakem Heyetine ne demeli? Görüşme anlaşmazlıkla sonuçlanmış. Hakem Heyetine düşen de kabul görmeyen öneriyi onaylamaktan ibaretti. Ne hakla ikinci yılın 4+4 zam oranını 5+4'e revize ederler. Verirken sanki ceplerinden veriyorlar. Kimin parasını kime veriyorsunuz? Ayıp ayıp. Sizin yaptığınız bu değişiklik memur sendikalarının yaptığı ayıptan da ayıp. Belli ki Hakem Heyeti de bekar. Bekar olunca bütçe nedir, nereden bilecekler.

Verdikleri bu bir puanlık artış aşağı doğru hızla giden enflasyonu azdırırsa bunun vebalini nasıl verecekler? Bunu düşündüklerini sanmıyorum. Halbuki memura bir puan artış bütçeye artı yük getirecek. Bu da enflasyonun azması demek. Unutmasınlar ki memura zam sebep ise enflasyon ise sonuçtur. Durum bu iken gel de Hakem Heyetine bunu anlat.

Memur olup da bu zammı beğenmeyen varsa ve enflasyonun altında yine ezileceğiz denirse, derim ki felaket tellallığı yapmayın. Ne demek beğenmemek. Nankörlüğün gereği yok. Beğenmiyorsan istifa edeceksin. Senin yerine zamsız çalışacak milyonlar var. Kimse seni orada zorla tutmuyor.

Sonra ne demek yine enflasyona ezileceğiz. Ne zaman ezildiniz ki yine ezileceğiz diyorsunuz. Unutmayın ki bugüne kadar memur enflasyona ezdirilmedi. Yine ezdirilmeyecek.

Diyelim ki zam oranı enflasyonun altında kaldı. Altı ay sonra enflasyon farkını bugüne kadar almadınız mı? Sizin bir kuruşunuz devlette kaldı mı bugüne kadar da böyle dersiniz. Dişini sıkıp altı ay sonra al. Var mı alacak, verecek. Yok. O zaman bu isyan niye? Unutmayın ki azı beğenmeyen çoğu bulamaz.

Görünen o ki bu memur sendikaları da Hakem Heyeti de zammı az gören memurlar da enflasyondan beslenmek isteyenler. Yok öyle yağma. Eski Türkiye'de kaldı sizin bu istekleriniz. 

Haydi gidin işinize.

Bir söz de insaflı esnaf kardeşlerime gelsin. Biliyorum kâr marjında hep insaflı davrandınız. İşte size bir imkan daha. 2026'da ürünlere 11+7, 2027'de de 5+4 zam yansıtın. Biliyorum bunu size hatırlatmak çok abestir. Zaten yaptığınız bir şey. 

Son olarak bir söz de devlete gelsin. Bazı ülkeler ocak ve temmuzda vergi oranlarını artırırken yaşanan enflasyona göre zam yapıyor, memura zammı ise hedeflediği üzerinden zam veriyor. Biliyorum sen böyle yapmazsın. Haydi sen de 2026 ve 2027 yıllarında hedeflediğin enflasyon oranında vergilere zam yap. Sakın o ülkeleri örnek alma. 

Not: Tam içimden gelerek yazdığım bir yazı. Böyle bir yazı için samimiyet ve içtenlik gerek. Sizde bu içtenlik yoksa beni anlamazsınız. 

25 Ağustos 2025 Pazartesi

İyi Gün Dostu Olmak

Pek yapabildiğim bir şey değil ama bu devirde sanki yapılması gereken en iyi şey iyi gün dostu olmaktır.

İyi gün dostu olmak istiyorum ama nasıl olunur bilmiyorum derseniz, çok kolay.

İki dostun arasına kara kediler girince, üçüncü dost olarak araya girmezsin. Öyle ya ne olur ne olmaz. Belki arada kalırsın. O yüzden riske girmeye gerek yok. Ne halleri varsa görsünler. Araya kırgınlık giren iki dost kendi işlerini kendi halletsin. En iyisi hiçbir şey yokmuş gibi davranmak. Her ikisiyle de iyi geçinmek. Sorunun kendinden dolayı olduğunun da önemi yok. Çünkü bu mesele onların meselesi. Zaten meseleleri mesele edinmezsen ortada mesele kalmaz. Hayatı da gül gibi yaşarsın.

Zaten senin meselen yok ki orta yerde. İkisiyle de oturur kalkarsın. Biriyle oturuyorken diğeri telefon açtığında, kim var yanında dediğinde, "Kimse yok" dersin. Öyle ya yanındakiler yok hükmündedir nazarında. Yanındakiler de eşek değil ya öbürü gelmeden kalkıp gidecektir. Burada sana düşen yanındakini kovmaktan beter etmektir.

Az önce berikiyle nasıl ki ha ha ha, hi hi hi yaptıysan biraz da öbürüyle ha ha ha, hi hi hi yaparsın. Akşamı böyle yaparsın. Kısa günün kârı. Her çiçekten bal alırsın. Burada dikkat edeceğin tek şey her çiçekten bal alırken çiçeklerin dikeni varsa eline diken batmasına dikkat etmektir. Öyle ya sen dert babası mısın? Birilerinin derdiyle dertlenerek niye kendini üzüntüye gark edeceksin. Bu dünyaya dert dinlemek, sorunu çözmek, aracılık yapmaya mı geldin? Onlar da kendisi gibi olsunlar. Kendisinin hiç başkasıyla bir derdi oluyor mu sanki. Herkesle arası iyi. Kendisine bakıp kendisini örnek alırlarsa akıllılık ederler. Öyle ya bu aklı böyle yerde kullanmayıp da ne zaman kullanacaklar?

Unutmayın ki iyi gün dostu olunca:

Hiç taşın altına elini koymazsın.

Hiç riske girmezsin.

Tehlike anında sıvışırsın.

Hiç başın ağrımaz.

Öyle ya ağrıyan başın kime, ne faydası olur.
O yüzden ne dert dinle ne dert çöz ne de çözme iradesi göster. Dert dinlersen de meraktan dinle. Hiç kılını kıpırdatma. Faydası nedir derseniz, dinlediğin derdi bir başka yerde aktarma gibi bir hünerin olur. Böyle ağzında bakla ıslanmamış olur. 

Biliyorum, yazdıklarımdan ağzınız sulandı. Ah, ben de iyi gün dostu olayım ama nasıl derseniz?

Bunun için bir defa tuzu kuru olmalısınız.

Yediğin önünde, yemediğin arkanda olacak.

Hiçbir şeyi dert edinmeyeceksiniz.

Çok ince düşünmeyeceksiniz.

İnsan sarrafı olmayacaksınız.

İnsanları anlamaya çalışmayacaksınız.

Anlayış göstermeyeceksiniz.

Kafa yormayacaksınız.

Kafa dengi insanlar bulacaksınız. Onların da senin gibi derdi olmayacak. Onlarla gezip dolaşacaksın. Nerede akşam orada sabahlayacaksın. Daha neler neler... 

Tüm bunları yapabilmek yani iyi gün dostu olmak temel felsefen olunca, eline ne geçecek demeyin. Huzurlu ve mutlu olursunuz. Zaten bu dünyaya huzur ve mutluluk için gelmedik mi? Değer mi birileri için bu huzurunu kaçırmaya?
Siz siz olun, iyi gün dostu olun. Derdi olanlardan uzak durun. Çünkü dertler bulaşıcı olabilir. Üç günlük dünyada başkasının derdini ulaştırmaya ne gerek var değil mi?

Sirke Dediğin Kükreyecek

Üzüm ya da elma veya başka bir sirke ne işe yarar, nerede kullanılır bilmem. Sanki turşu kurmada kullanılıyor gibi. Çünkü her sene turşu kurma mevsimi gelince, alınacaklar listesinin baş sırasında sirke olur. Bir de şaşıp dönüp yanlış marka almayasın diye özellikle markası yazılır.

Ne derece işe yarar, bunu diyen sirke içip de mi gelir bilmem ama biri bir ziyafete gideceği zaman akşamdan sirke içip geldim esprisi yapar. Yani mideyi boşalttım. Ziyafette çok yiyeceğim demektir. Eğer bu doğruysa belli ki sirkenin mideyi boşaltma özelliği de var.

Şu var ki ben bilmesem de sirke çoğu zaman mutfaklarda kullanılıyor, mutfakların vazgeçilmezidir.

Sirke alınacak ama hangi marka sirke olacak? Ne marka olması ne fark eder demeyin. Kadınlar için bir marka var ki o marka olmazsa olmazdır. Kadınların vazgeçemediği bu sirke çok iyi olduğundan mı bilmem. Bildiğim, kadınlar turşu muhabbeti yaparken şu marka sirkeyi kullandım demesi yeterli. Yani dilden dile, kulaktan kulağa bu sirke markası dolaşınca sirke sahibinin ayrıca reklam yapmasına, masraf etmesine, sirkem elde kalacak diye endişelenmesine gerek kalmıyor. Her mevsimde ve özellikle turşu mevsiminde bu sirke kapış kapış gidiyor.

Kazara o markayı bulamadım, onun yerine şu markayı aldım diyen hane reisinin çekeceği var. En azından ağzının tadı kaçar. Gerekirse evde sirke olduğu halde bu marka sirkeyi bulup gelecek. Bu işin hiç kaçar göçeri yok. Bunu size söylüyorum erkekler.

Bana hangi markadan bahsediyorsun demeyin. Yanı başınızdaki eşinize soruverin bir zahmet. Çünkü eşiniz bilir. Hoş, kadınlar sadece sirkenin değil, her şeyin iyisini bilir. Eskidenmiş, ben bilmem, eşim bilir dendiği. Şimdi devir değişti, kadınlar bir bilendir. Bu devirde hâlâ eşim bilir diyen kadın varsa, bilsin ki çağın ruhuna uygun yaşamıyor ya da çağa uygun davranmıyor.

Hasılı, sirke dediğin:

Bu marka olacak.

Marka aklına gelmediyse, market reyonunda fiyatı en yüksek olan sirke hangisiyse, aradığın sirke odur.

Gerçi dendiğine göre fiyatının yüksek olması değil kadınları bu sirkeye cezbeden. Sirke dediğin öyle böyle değil, kükreyecek.

Kükreyen bir isim buldun mu? İşte sana en kalite sirke.

Kükreyen bir isim olunca bir de sirke kükrüyorsa fiyatı pahalı demeyip alacaksın.

Bu sirkeye o kadar para verdikçe, zamanında niye sirkeci olmadım. Bir sirke de ben üretseydim, paraya para demezdim. Yanlış meslek seçmişim. Heyhat ki heyhat dersin.

Bu arada İstanbul'da Sirkeci diye bir semt var değil mi? Belki de zamanında sirkeler bu semtte satıldığı için semtin adı Sirkeci kalmış ya da konmuş olmalı.

Siz siz olun, eğer bir mesleğiniz yoksa sirke işine yönelin. Ama öyle böyle değil, marka sirke olsun ki yaptığınız sirke kükresin. Kükreyen meşhur sirke ile yarışsın. Tanınmak ve piyasada iş yapabilmek için kadınların kadın kadına reklam yapmasını ihmal etmeyin. İnan, yok satarsınız. Yok, sıradan bir sirkeci olacaksanız, oturun oturduğunuz yerde. 

Gerçi sadece sirke de değil, her şeyde kaliteyi yakalayan marka değeri olan şeylere imza atmak gerek. 

Not: İsmiyle müsemma böyle kalite ve aranan bir sirkeye imza attığı için firma sahibini tebrik etmek lazım. 

23 Ağustos 2025 Cumartesi

Ölmeden Tabuta Girmek

MR şeklinde yazılıyor. EMAR diye okunuyor.

Doktorların teşhis koymak için istediği tetkik. Taranan yerde ne tür hastalık varsa oranın fotoğrafını çekiyor.

Kim buldu ise insanlığa büyük hizmet etmiştir. Gönül isterdi ki bunun mucidi biz olaydık.

Neyse geleyim MR'a:

Başına gelenler bilir. Girmişsinizdir içine.

Bildiğiniz, mezara konmadan önce cenazenin içine konduğu tabut. Zaten kısaltmaya bakarsanız, mezarın ilk harfi M ile son harfi R alınmak suretiyle MR denmiş. Bu isim konurken, hastanın içine girdiği makineye bakılırsa, öyle zannediyorum, tabuttan esinlenilmiş. Yani MR'a girmişsen -ki bu bir tabuttur- senin gideceği yer mezar demektir.

Kısaca MR demek, ölmeden önce tabuta girmek demektir. Bu, ölmeden önce ölmek gibi bir şey.

Sanırım üç defa girdim. En son girdiğim ilaçlı çekimde kafam tabutun dışındaydı. Öbürlerinde ise içindeydi. İlk ikisi bildiğimiz tabutun içine girmekti anlayacağınız.

MR çekimi yaptıranlar için bildik gelse de bugüne kadar MR ile işi olmayanlara kısaca anlatmak isterim.

Nasıl ki tabuta konmadan önce cenazenin üzerinde ne varsa çıkarılırsa, yıkandıktan sonra sadece beyaz kefenden başka bir şey olmuyorsa, MR'a girmeden önce görevli, üzerinde elbisenin dışında ne varsa çıkarttırıyor. Ceplerinde ve üzerinde ne varsa boşaltıyorsun.

Tabutun içine girdikten sonra görevli ne şekil durman gerektiğini söylemişse çekim bitinceye kadar hiç hareket etmeden put gibi duruyorsun.

Aşağı yukarı bir yarım saat duruyorsun tabutun içinde.

Gaipten ses gelir gibi görevli, nefes al diyorsa nefes alıyorsun. Nefesini tut deyince tutuyorsun. Nefesini bırak deyince bırakıyorsun.

Bu sefer ki çekimde nefes al ver olmadı. Kafam dışarıda vücudum tabutun içinde iken gözlerimi yumup hayal alemine daldım. Yalnız makinenin çıkardığı sesler hayal kurmamı hep sekteye uğrattı. Kah ağlıyor kah bağırıyor kah korna sesi gibi sesler çıkarıyor kah araba çalışır gibi ses geliyor. Anlatılmaz ancak yaşanır. Sanırsın ki makine bağırdıkça, hah bir hastalığımı buldu. Sanırım buna bağırıyor diye düşünüyorsun.

Nice sonra gözlerim yumulu, ellerim başımın kenarında çekim devam ederken, sağ elimi bir tutan oldu. İster istemez irkildim. Meğer görevli daha önce kolumdan açtığı damar yoluna ilaç boşaltacakmış. Mübarek, girmeden belli bir süre sonra ilaç dökeceğim diye. Olmayan aklımı tabutun içinde almaya ne hakkın var, değil mi?

Hasılı, cihazın ismini, şeklini göz önünde bulundurursak ve çalışmasını ölünün arkasından ağlayanlara, ah ü figan edenlere benzetirsek, MR denen bu cihazın bildiğimiz tabuttan başka bir şey akla getirmediği su götürmez bir gerçek.

En iyisi öldükten sonra girmek tabuta. Diri diri girmeyi kimseye tavsiye etmem. 

Dünya Böyle Eziyet Çekmedi

Küçüklüğümden kalma özlemden midir, çayı çok severim, çok içerim. Aç olayım, tok olayım, fark etmez. Yeter ki çay olsun. Bir bardakla da yetinmem. İçtikçe içerim. Hele çay kıvamında ise deme keyfime gitsin.

Evde çay içtiğimde çaydanlığı sünnetlemek benim görevim. Son damlasını bile telef etmem. Midemde yerini alır.

Herhangi bir yerde bulunduğumda çay, kahve veya başka bir şey, ne alırsınız dendiğinde yine tercihim hep çay olur. Haliyle içim dışım çay dense yeridir.

Muayene olduğum iki doktor, şikayetlerimi dinledikten sonra şunu, bunu bırak demenin dışında, çayı da mümkün olduğu kadar azalt demelerine rağmen huylu huyundan vazgeçer mi? Diğer yasaklara riayet etmekle beraber çayı azaltmadığım gibi buldukça, susadıkça içmeye devam ediyorum.

Çayın zararı yok mu? Yaşım gereği bazı zamanlarda tuvalete fazla çıkardığı olur. Özellikle akşam içtiğim çay sonrası. Ama içtiğim su kadar değil. Yeri gelir, bir bardak su tuvalet ihtiyacımı getirirken çay öyle değil. Bir diğer zararı, dişlerimi sarartması ve dilimi sapsarı yapması.

Benim dışımda çayı seven de çok bu toplumda. Memleketin her bir köşesinde bol miktarda çay ocağının olması da bu milletin çaya olan tutkusuna bir örnektir. Yine bu kadar çay ocağının ve kafenin olması da bu milletin büyük çoğunluğunun boş ve avare olduğunun bir göstergesidir.

Çay ocaklarının dışında, kahvaltıda, öğleden sonra ve akşam, aşağı yukarı her evde çay kaynar. Gelen misafire de mutlaka çay ikram edilir. Yorgunlukta ve dinlengin zamanda çay hepimizin vazgeçilmezi.

Çay bu milletin milli içeceği dense yeridir. Belki de bu yüzden çay tüketiminde dünyada ilk sırayı kimseye vermiyoruz.

Çay üzerine daha önce birkaç yazı ele aldım. Bu yazıya başlarken niyetim çay konusuna girmek değildi. Niyetim bir marka çaydan bahsetmekti. Kısaca değineyim.

Bir sabah kahvaltısında içtiğim çay berbattı. Bu çay niye böyle, hiç olmamış dedim. Akşamında çay yine iyi değildi. Ne oldu, çay markası mı değişti dedim. Yanlışlıkla hediye gelen bir çaydan demlenilmiş olduğunu öğrendim. Keşke bu çaydan demlemeseydiniz. Oldu olacak bizim çay ile harmanlayın. Böyle bitirelim dedim. Dediğim gibi yapıldı.

Akşamında önüme çay geldi. Çay o kadar berbat ki anlatamam. Çayı bir başıma bitirdim ama gelin onu bana sorun. Zehir desem değil, acı desem değil, deminden desem değil, açık desem hiç değil. Az kaynamış hiç değil.

Çayı bitirir bitirmez ağzımın tadı gelsin diye birkaç bardak su içtim. Nafile. Çayın berbat hali ağzımın içinde duruyordu hâlâ. Yatma vakti değil ama fırçalayayım. Ağzımın tadı belki gelir dedim. Nafile. Wc'ye gideyim. İçtiğim çayı boşaltayım. Belki rahatlarım dedim. Yine olmadı. Son çare tempolu bir yürüyüş yapayım, ciğerlerim ve ayaklarım açılsın. İçim de temizlensin. Kötü çaya dair bir şey kalmasın dedim.

Üzerimi giyinip çıktım. Parkura kadar bir yirmi dakika yürüdüm. 800 metre olan parkurda 10 tur attım. O kadar hızlı yürüdüm ki daha önce 7.00 ve 7.30 dakikada biten bir turu 6.30 dakikada tamamladım. Bir güzel terledim. O kadar yürüme ve zaman zaman koşmama rağmen ağzımın içindeki kötü çay tadı bir türlü gitmedi. Belli ki kötü marka çayı telafi etsin diye bizim harmanladığımız iyi çay çayı daha da berbat etmişti.

Hasılı dün akşam içtiğim bu çay bir eziyet olup çıktı. Dünya kuruldu kurulalı, insanlık belki de böyle eziyet çekmedi.

Öyle zannediyorum, bu çayın markasını merak ettiniz. Reklamın kötüsü olmaz deyip marka ismini vermeyeceğim. Sadece üç harfli bir markette satılır, o markete özgü desem, sanırım kafi olur.

Hâlâ anlamadık derseniz, insaf derim. Çünkü üç harfli market bile anladı hangi marka çayı kastettiğimi.

Giderekten, çay markamı kötülüyor diye bu market mahkemeye başvurursa, gider paşalar gibi ifademi veririm. Hakim derse ki pişman mısın? Değilim derim. Bak bu işin şakası yok derse. Asla. Bugün olsa yine sözümün arkasındayım. Aynı şeyleri söylerim. Gerekirse gider Silivri'de yatarım. Bilin ki Silivri'nin soğuğu bu çayın bana verdiği eziyet kadar olmaz.

Sakın, bu kadar abartma. Altı üstü bir çay demeyin. Zira çeken bilir. Beni çocukluk aşkım çaydan nefret noktasına getirdi. Yetmez mi? Garibin bir çayı var zaten. Çay da içemeyeceksem ne yapar ne ederim.

Sözlerimi bitirirken bu çayı merak etti iseniz, lütfen bir telefon kadar yakınım. Buyurun gelin, çaydanlık çaydanlık çay ikram ederim size. Hatta kalan demlenmemiş çayı da hediye olarak size takdim ederim. Belki o zaman ne demek istediğimi anlarsınız. Çünkü beni ve ne çektiğimi en iyi eşekten düşen bilir.

Yine siz siz olun. Bu marka çayı ucuz diye alıyorsanız alın ve için. Ama Allah rızası için bu çayı hediye olsun diye birine götürmeyin. Hele bana asla.

22 Ağustos 2025 Cuma

Pes Doğrusu!

Çoğu zaman telefon elimden düşmez. Durmadan konuştuğumdan ya da mesaj yazdığımdan dolayı değil. Eğer yanımda biri yoksa bir şeyler yazmak için telefonu kullanırım.

Bu ortamda arayan biri olursa telefonu açıp cevap veririm. Müsait olmadığım bir ortamda arayan olursa, müsait olur olmaz hemen dönerim.

Telefonla arayan kişi önemli veya önemsiz biri olsun ya da arayan kişinin ne konuşacağı gerekli veya gereksiz olsun geri dönüş yaparım. Prensibimdir bu. 

Bugüne kadar bir Allah'ın kulu, aradım ama geri dönmedi diyemez.

Bugün bu prensibimi bozdum. Arayan bir kişiye dönüş yapmadım. Dönüş yapmayı da düşünmüyorum. Niye derseniz? Fotoğrafta da gördüğünüz gibi aynı kişi 14.14 ve 14.16'da aradı. Bir yerde bir görüş halinde olduğum için telefonu açmadım. Telefonu sessize aldım. Niyetim, bu kısa görüşme sona ersin. Bu arayana döneyim. Aynı kişi 14.17'de bir daha aradı. Bu sefer aramayı meşgule aldım. Belli ki müsait değilim. Ben istediğim kadar müsait olmayayım. Aynı kişi 14.25'de bir daha aradı. Kısaca 10 dakikada beni 4 defa aramış oldu. Bu kişinin bu yaptığı eve gelip arka arkaya evin ziline dört defa basması gibidir. 

Bu kadar kısa bir zamanda dört kez aramaya pes doğrusu. İnsanda biraz görgü olur. Sanıyor ki herkes kendisi gibi boş. Ben nasıl boş isem o da boştur diye düşünüyor olmalı.

İnsan arar da belli bir süre bekler. Belki geri dönmeyi unutmuş olabilir diye biraz aralıklı aramalı. Çünkü insan yemek yiyor olabilir. Wc ve lavaboda olabilir, önemli bir işi olabilir. Hiçbirini bir on dakika içinde halledemez. 

Bu kişi telefon aramada nazarımda mimli. Daha önce de kara listeye aldım. Yüzüne söyledim. Aradığında cevap vermediğimde müsait olmadığımdandır. Ben sana mutlaka dönerim. Bir defa araman yeterli. Allah rızası için dönüp dönüp arama dedim. Tamam dedi ise de zaten arka arkaya aramadım. Biraz bekledim diyor. Bu cevaba da pes doğrusu. Hatta kendisine, bak beni engelleme durumunda bırakma. Lütfen bu hassasiyetimi gözet dedim. Tamam dediyse de o yine bildiğini okudu bugün. 

Engelleme yapmayacağım ama ardı arkasına bu dört aramadan sonra dönüş yapmayacağım. Ayıpsa ayıp. Onun yaptığı ayıp karşısında benim yaptığım ayıp bile sayılmaz.

Ne edersiniz ki görgünün ve adabımuaşeretin mektebi yok. Yukarıda bahsettiğim gibi daha önce uyarmama rağmen bildiğini okuyor. İnanın, zırt pırt böyle rahatsız eden boş ve avare kişilerin elinden telefonu almak, onları telefonsuz bırakmak gerek.

Bu tiplerin elinde telefonu almak yeterli mi? Bunun da yeterli olacağını sanmıyorum. Çünkü böyleleri, başkasından telefon isteyerek seni yine rahatsız eder. En iyisi telefonu aldıktan sonra bunları işe sürmek gerek. Çalıştıracaksın. Başını kaşıyacak zamanları olmayacak böylelerinin. 

20 Ağustos 2025 Çarşamba

Bok Böceği

Bugün, gündelik hayatta ağzıma almadığım, yazılarımda yazılışına bile yer vermediğim bir kelimeyi yazımda çok kullanacağım. Ben yazdıkça, siz okudukça ben mahcup olacağım ama ne demek istediğimi ifade edebilmek için mecburum. Şimdiden affınıza sığınırım. Yalnız af talebinde bulunmuyorum. Dikkatinizi çekerim.

Bu suçuma ortak olarak da TDK sözlüğünü alacağım. Öyle ya TDK bile bu kelimeye yer vermişse ben niye yer vermeyeyim.

Uzatmayayım. Bok böceğinden bahsedeceğim size. Adında halavet olmayan bu böceğin faydası çokmuş. Faydalarını yer vermeyeceğim. Bu faydaları merak ediyorsanız sanal aleme başvurabilirsiniz.

Bu bok böceğini yazarken aslı var veya yok. Bir hikayeye yer vereceğim. Daha doğrusu fabla. Anlatacağım kısa fablın aslı yoksa bok böcekleri hakkını helal etsin.

Bildiğiniz gibi bok böcekleri yaptığı pislikleri yuvarlarmış. Bu pislik belki de kendi yaptığı pislik de olabilir. Belli ki bu evrende ona biçilen rol bu. Yaptığı iş boktan iş olsa da görevini yaptığı için ancak takdir ederiz. Çünkü hakkıyla yapılan her görev kutsaldır. Buraya kadar bok böceğinin yaptığına eyvallah. Sanırım bundan sonrası uydurma olsa gerek. Bok böceği pisliğini yuvarlarken "Etraf ne pis kokuyor" diye burnunu tıkarmış.

Öyle zannediyorum, bok böceği her ne kadar burnunu tıkasa da etrafı kirletenin kendi pisliği olduğunu biliyordur. İnşallah çevreyi başkası kirletiyor ve kokutuyor diye düşünmüyordur.

Bu da nereden aklına geldi. Kim kokutacak. Elbette bok böceği kokutuyor diyebilirsiniz. Böyle derken bok böceğinin etrafı kendisinin kokuttuğunu inkar ettiğini ben de sanmıyorum. Belki de hiçbir hayvan yapıp ettiğini gizleme durumunda değildir. Bu olsa olsa insana mahsus bir şey olsa gerek. İnsanın içinde elbette istisnaları vardır. Bu haltı ben işledim diye itiraf eder. Hatta döner döner özür diler.

Ama tüm insanlar böyle değil. Öyleleri var ki tıpkı bu bok böceği gibi ortalığı kirletir, etrafı kokutur. Duyarlı insanlar kokudan burnunu tıkar. Nereden ve kimden geliyor bu koku dendiği zaman "Şu kokutuyor, bu pisledi, bundan dolayı" şeklinde birileri birilerini hedef gösterir. Pisliği daha doğrusu boku başkasının üzerine yıkar. Bu, iftira olur demeyin. İçimizde bunu bal gibi yapanlar var. Buna teşne olanlar da. Bu teşne olanlar, bokun başkası tarafından yapıldığına ikna olurlar. Kokunun başkasından geldiğine dünden razılar. Hiç üzerlerine toz kondurmazlar. Etrafı sevdikleri kişilerin kokuttuğuna da inanmazlar. Çünkü meslek edinmişler bunu. Bir kısmının da bağışıklık yaptığı için burunları koku almıyor.

Beni üzen de bu tip insanların kokudan haberdar olmaması. Haberi olsa da ortamı kirletenin, hayatı yaşanmaz hale getirenin başkası olduğuna inanması.

İstiyorum ki etrafı kokutanların ve bu kokudan rahatsız olmayanların ya da kokuyu başkasının üzerine atanların tıpkı bok böceği gibi etrafı kokutanın kendileri olduğunu bilmeleri. Heyhat ki heyhat.

Çok fazla ileri gitmeden bu bok ve pisleme konusunu kapatmak istiyorum. Yalnız başımdan geçen bir anekdota kısaca yer vererek yazımı nihayete erdireyim.

Adana'da çalışırken birkaç kalem alışveriş için cadde üzerinde bir markete girdim. Evde misafir olduğu için markette hiç oyalanmadım. Alacağımı alıp ödemeyi yaptım. X-Ray cihazından çıkarken ardımdan bir kadın da cihazdan geçti.

Cihazın ötmesiyle birlikte, ne oluyor diye ardıma baktım. Başta güvenlik olmak üzere markettekilerin gözü üzerimizdeydi. Acaba cebimde markete ait bir şey olabilir mi diye kendimden endişelenmedim değil. Şu var ki yüzüm zaten kırmızı. Bu olayla birlikte utancımdan oldum kıpkırmızı.

Güvenlik görevlisi yanımıza doğru gelirken ardımdan bana değecek gibi bir hızla X-Ray cihazından geçen kadın, "Beyefendiden geliyor ses" dedi. Parmağıyla beni gösterdi. Kıpkırmızı olmaya devam. İşim ne başka.

Güvenlik, bir daha geçelim cihazdan. Ama tek tek dedi. Önce ben geçtim. Bir hızla kadın da geçti. Cihaz öttü tekrar. Kadın yine bu beyefendiden dolayı ötüyor dedi. Bu arada kadına göre beyefendi ben oluyorum.

Uzatmayayım. Güvenlik, hanımefendi! Siz benimle gelir misiniz deyip kadını içeri götürdü.

Bu anımda gördüğünüz gibi bok, sidik yok. Marketi kirleten kadının, yaptığı hırsızlığın savunulur bir tarafı yok. Yalnız marketi kirleten kendisi olmasına rağmen bu pisliği yapanın ben olduğumu hedef göstermesi beni düşündürüyor. Etrafınıza bir bakın ya da elinizi çenenize koyup bir düşünün. Etrafı kokutan kimler var? Pisleyenin kendisi olduğunu kabul etmeyen kimler var? Yaptığı pisliği başkasına sıvayan kimler var? Bu tür iftiralara teşne kimler var? Bunların sayısı ne kadar? Kimlerin burunları koku almıyor, gözleri görmüyor, idrak yoksunluğu çekiyor ve etrafın pisliğini sineye çekiyor, başkasının üzerine yıkıyor ya da buna sessiz kalıyor veya bunu savunuyor?

19 Ağustos 2025 Salı

Neyin ya da Kimin Düşmanıyım?

Geçen gün bir akrabamın yanına vardım. Selam, kelam, hal hatırdan sonra akrabam konuyu dönüp dolaştırıp bir yere getirdi:

"Bir yerde, senin daha önce konuşma arasında söylediğin bir cümleyi sarf ettim. Kim söyledi bunu dediler. Ben de senin adını verince, 'Ha o mu? O, ... düşmanı' dediler. O düşman ben oluyorum.

Evet, aynen böyle demişler. Sözüm üzerine olumlu ya da olumsuz bir şey deseler, sizin akraba yanlış söylemiş. Biz buna katılmıyoruz deseler hiç gam yemeyeceğim. Çünkü sözüme dair bir şey söylemeden hakkımdaki kanaatlerini izhar etmişler. Anlaşılan o ki akrabamın yanındakiler beni tanıyan birileri. Artık ne kadar tanıyorlarsa diye hiç merak etmiyorum. Belli ki hakkımda hüküm vermişler. Ben birilerinin düşmanıymışım. Kanaat böyle olunca onların yanında sözümün hiçbir kıymetiharbiyesi olmaz. Çok da tın.

*

Bir başka akrabam var. 80'i devirmiş. Yaşının gereği yürümekte zorlanır. Çünkü dizlerindeki sıvı bitmiş. Çok sık olmasa da zaman zaman ziyaret ederim. Selam, kelam, hal hatırdan öte pek bir şey de konuşmam. Soru sorarsa kısa ve net cevap veririm. Çayımı içer, müsaade alır, kalkarım.

Bu demek değildir ki hiç konuşmam. Bu akrabamın yanında başkaları da varken, dert edindiğim konulardan birini biri açmış, görüşümü sormuşsa, doğru ya da yanlış o konudaki görüşümü söylerim. Söylediğim sözün doğru olduğunu dayatma gibi bir niyetim hiç olmadı.

Bir, iki bu şekil görüşümü sessizce dinleyen bu akrabam, yok öyle değil deyip hiç söze karışmadı. Yanlış düşünüyorsun demedi. Sessiz sessiz dinledi.

*

Bir zaman bir çarşının üçüncü katında esnaf olan bir başka akrabam, "Senin çok yakın bir akraban geçen gün buraya yanıma geldi. Görüşlerinden dolayı dert yandı." Şu arkadaşına bir şey söyle. Ne biçim konuşur böyle" dedi. Kim bu akraba dedim ise de kim olduğunu o söylemedi, ben de üstelemedim. Ama kim olabilir beni tanıyan bu akrabam diye zaman zaman merak etmedim değil.

Aradan epey bir zaman geçtikten sonra esnaf arkadaş, "Geçti gitti. Haberi olmasın. Bir zaman ne biçim konuşuyor, nasıl böyle düşünür diye bana dert yanan akraban falan idi" dedi.

İsmini duyunca şaşırdım. Ne ara buraya, nasıl geldi. Mübarek yürümede zorlanıyor. Madem fikrimden zikrimden şikayetçi. Sana gelinceye kadar bunu bana söyleyebilirdi. Vay be! Nasıl akrabaymış böyle. Üstelik görüşüme başta o olmak üzere kimse katılmak zorunda değil. Garibime giden, o ayaklarla buraya kadar üşenmeyip nasıl geldiği ve benden dert yandığı türünden bir şey söyledim.

Verdiğim iki örnekten anlaşılacağı üzere birileri hakkımda hükmümü vermişler. Onlar nezdinde sözümün hiçbir değeri yok. Ki olabilir. Ama bunu bana söyleyecek özgüveni ve cesaretleri de yok. Fikre fikirle mücadele gibi bir çap ve kapasiteleri de yok. Tek yaptıkları, ardımdan konuşmak, beni başkasıyla çekiştirmek. Bu tip mıymıntı tiplerle işim olmaz. Çünkü ön yargı ve sabit fikirlilikleri tavan yapmış durumda. Belli ki fikir diye birilerinin şakşakçılığını yapıyorlar. O birilerinin yapıp ettiklerini, kırıp döktüklerini yazıp çizen veya ortamında konuşan beni sırf bu yüzden düşman bellemişler.

Ama bunların beni anlamasını istemiyorum. Çünkü ön yargılı trollere hiçbir şey anlatamazsın. Anlatsan da anlayacak kapasiteleri yok. Kafalarını kuma gömmüşler. Dünyayı kendi sabit fikirlerinden ibaret görüyorlar. Aslında bunlara hoşlarına giden şeyleri söylesen, onların dümen suyuna girsen, senden iyisi olmaz ve seni el üstünde tutarlar.

Bu iki örneğe bakarak düşünmeden edemiyorum. Ben mi birine, birilerine, bir şeye düşmanım, onlar mı fikrimden dolayı bana düşman olan?

Şu bilinsin ki hiç kimsenin düşmanı değilim. Asla kişiselleştirmem. Kin de gütmem. Hiç düşmanlığım yok mu? Düşmanlığım var elbet. Ama kişilerden ziyade o kişilerin yapıp ettiklerine, bir şeyi iyi yapacağına inandığım halde yapamadığı gibi kırıp dökenlere, beni hayal kırıklığına uğrattıkları için yapılan şeylere düşmanlığım daha doğrusu serzenişim olur. Bu düşmanlığım elime silah alıp onları topla tüfekle vurmak şeklinde değil. Yapılıp edileni yazı konusu edinir, yapılanı ince ince eleştiririm.

Sorarım. Ne zamandan beri bir konuda fikir serdetmek, birilerinin yapıp ettiklerini yanlış yapıyorsunuz diye eleştirmek düşmanlık oluyor?

Konuşmak ne zamandan beri düşmanlık oluyor? Unutulmasın ki ucunda mimlenme de olsa yazıp çizenden ve konuşandan zarar gelmez. Çünkü ısıracak köpek havlamaz. Ancak yere bakan yürek yakan, görüş serdetmeyenlerden zarar gelir. Görünen o ki bu tiplerin, arkandan kuyunu kazma düşmanlığı olduğu gibi sana iftira atmayı da iyi beceriyorlar.

Neuzu billah böylelerinden.

18 Ağustos 2025 Pazartesi

Kötü Gününde Yanında Olmayan Bir Dost

Oturur kalkarsın bazı insanlarla.

Gelirsin gidersin. 

Çarşı pazarda buluşursun. 

Senli benli konuşursun. 

Yeri geldi mi sırrını paylaşırsın.

O seni, sen onu iyi bilirsin. 

Dost dediğin böyle olur dersin. 

Ama öyle bir zaman gelir ki 

Ameliyat olursun, 

Çoluk çocuğun ameliyat olur, kaza geçirir, 

Birinci derece bir yakının ölür. 

Çarşı pazar beraber olduğun bu kişiyi yanında göremezsin. Hastalıkları ve kazayı önemsemez. Ya telefonla ya da çarşı pazarda buluştuğun zaman geçmiş olsun der. Cenazen olduğu zaman zaten hep il dışında olur. Oradan telefon açar. İl dışından döndükten sonra ayrıca bir taziyede bulunayım deyip evine gelmez.

Herkese mi böyle? Değil. Görürüm ki başkasının cenazesi olduğu zaman il dışında da olsa veya il dışına çıkacak olsa da bir başına da olsa dönünce ya da iş dışına çıkmadan önce taziyeye gider.

Anladım ki adamına göre davranıyor. İstediğine taziyeye gidiyor, istediğine telefonla hallediyor. 

Sanırım meselesi benimle. Kötü gününde yanında olup olmaması değil mesele. Hiç gelmemesi de değil. Denk gelir birine gelemez, denk gelir birine gelir. Aramızda bir sorun mu var? Bildiğim kadarıyla yok. Çünkü çarşı pazarda oturup kalkıyoruz. Birlikte çay içip muhabbet ediyoruz. Çarşıya çıktığı zaman neredesin diyor. Durum bu iken çok takmıyorum ama bana gelmeyip başkasına gitmesi beni düşündürüyor. 

Elbette kötü gününde yanında olan, arayıp soran, kapını çalan kimsenin ayrı bir yeri olur. Sayıp sevmiş, hatır biliyor dersin. Gönlünde ayrı bir yeri olur. Gelen de sağ olsun, gelmeyen de. 

Mesele ne o zaman derseniz, mesele, aynı oturup kalktığımızın birine farklı, diğerine farklı tarife uygulanması.

Böyle bir tarife uyguladığını veya hesap yaptığını düşünmüyorum. Olsa olsa plansızlığı olabilir. Belki de gittiğine değer verdiğindendir. Ona önem atfettiğindendir. Demek ki oturup kalksak da gönlüne girememiştim. Bahtıma yanayım. 

Başka da aklıma bir şey gelmiyor. 

16 Ağustos 2025 Cumartesi

Hepten Bedavacı Bir Fani

Bir ara 65'ini devirmiş bir fani ile teşehhüt miktarı bir yerde oturmuş oldum. Yanımda birkaç kişi daha vardı.

Birkaç konuya birden girdik. Muhteremin kafa yapısı, anlayışı pes dedirtti bana.

Konu döndü dolaştı. 65 yaşını doldurmuş insanların toplu taşıma araçlarından ve herkesin belediye umum tuvaletlerinden ücretsiz yararlanmasına geldi.

Çoğunluk, ücretsiz hizmetin olmaması yönünde görüş belirtti. Toplu taşımayla ilgili;
En azından yapılan hizmetin maliyeti alınmalı.
İndirimli olabilir.

Devlet, 65 yaşını doldurmuşların hesabına, emeklilere bayram harçlığı verdiği gibi belirlediği bir miktarı ulaşım gideri adı altında aylık yatırabilir. Otobüslere binen de herkes gibi bedelini öder. Bu yöntem aynı zamanda 65'ini doldurup otobüslere binenlerin onurunu da korur. Çünkü başta otobüs şoförleri olmak üzere çoğunluk 65'lilere bedavacı diyor. Homurtular oluyor. Bu homurtular kulaklarına gidiyor.

Günlük biniş sınırı getirilebilir.

Yolcu yoğunluğu az saatlerde otobüse binme şartı getirilebilir.

Türünden herkes kendi çapında bir öneri getirdi.
Tüm bunları yarım ağız dinleyen ise her bir öneriye eleştiri getirdi. Hiçbir öneriye katılmadı. Ücretsiz faydalanıyoruz, ücretsiz binmek hoşuma gidiyor ama ücretsiz olmamalı diyemedi. "Yarın siz de 65 yaşına dayanacaksınız. Bir zamanlar ben de sizin gibi düşünüyordum ama doğrusu ücretsiz olması, sınır getirilmemesi. Belediyelere yük olmuyoruz, belki biraz olabilir ama güzel hizmet. Gündüz saatlerinde otobüsler zaten boş gidip geliyor. Kime, ne zararımız var. Kişi hasta, sabah erken saatte hastaneye gidecekse, bilet mi basmalı. Öyle olmaz. İstediği saatte istediği kadar binmeli" dedi.

Sayın hocam, yarın 65'i bulduğumuzda biz de elbette faydalanacağız ama doğrusu, ücretin alınması dedik ise de Nuh dedi, peygamber demedi.

Bari, her 65'ini dolduran faydalanmasın. Çünkü öyle 65'ini dolduranlar var ki gayrimenkul zengini. Seni, beni, şehri satın alır. En azından geliri belli miktarın altında olanlar, mesela en düşük emekli maaşı alanlar faydalansın bile dedik. "Bu, hiç olmaz. Adil değil. Ayırt etmek de zor" dedi. Siz adaletten ziyade eşitlikçi bir görüşü savunuyorsun dedik. Dedik oğlu dedik. O ise dediğim dedik, kestiğim kestik dedi.

Ücretsiz tuvalet konusunda da maliyeti bari alınmalı önerisine de hiç katılmadı. Hiç alınmamalı, böyle gitmeli. Bu da güzel hizmet" dedi durdu.

Baktım olmayacak. Sustum. O ise kendi çaldı, kendi oynadı.

"Bak, sabah şuraya gittim, buraya gittim. Evden çıktım çıkalı hiç para ödemedim. İyi değil mi bu hizmet" dedi. Yahu bedava hizmet başka hizmetlere yüklenilerek yine bizden çıkar dedik ise de çıkmaz, niye çıksın dedi.

Düşündüm de hayatı beleşe getirmiş biriydi. Nerede beleş, orada yerleş türünden bir profil ile karşı karşıyaydım.

Adam niye savunmasın bu beleşçiliği. Evinden çıktı çıkalı bir kuruş para harcamamış. Ulaşım gideri yok, çay parası ödeme derdi yok. Susadım, şuradan bir su alayım derdi yok. Nasılsa otobüs bedava. Esnaf ziyaretinde çaylar esnaftan. Susamışsa belediyenin tatlı su çeşmeleri var. Yiyip içtiğini boşaltacak tuvaletler de bedava. Hayatı beleş olan biri bu bedavacılığı niye savunmasın.

Konuyu değiştirmek için esnaf, kaplıcada kaç gün kaldın, kaç para verdin diye bana sordu. Dört gecesine iki kişi 12 bin verdim deyince, bizim bedavacı, "Annah, o kadar para kaplıcaya verilir mi? Oraya o kadar vereceğime, üzerine bir üç daha koyar, bir umre daha yapar gelirim" demez mi? Yahu, kaplıcanın yeri ayrı, umrenin yeri ayrı dedim ise de o kendi türküsünü çığırmaya devam etti.

Cebinden para verip de kaç defa hac ve umreye gitti bilmem. Belki gitmiştir. Bildiğim, görevli olarak kaç defa gittiğidir. Bunu da Diyanet çeker. Hatta üste de para verir.

Hayatı beleş olan ve beleşçiliği bu derece savunan bu kişiye daha fazla tahammül edemedim. Müsaade alıp çıktım. Çıkarken, sana boş bir mezar lazım diyecektim ki düşündüm. Konya'da zaten mezar hizmetleri bedava. Söylemeye gerek duymadım.

Siz siz olun, beleş ya da bedava hizmetten yararlanın ama beleşi savunmayın. Tek istediğim bu.

15 Ağustos 2025 Cuma

Himayelerinde

Günümüz siyasetinde zaman zaman kullanılan “Af talebinde bulunmak” ve “... himayelerinde...” tabirlerini çok itici buluyorum.

İtici bulmam, kelime ve kavramlara değil. Kullanıldığı yer itibariyledir. Daha doğrusu kullanan kişilerin kişiliğine uygun bulmadığımdan ve onların da onurunu korumak gerektiğini düşündüğümdendir.

Bizde pek işlemese de istifa gibi bir kavram varken bunun yerine son yıllarda af talebinde bulunmak deyiminin kullanılması akıllara zarar. İkisi de aynı kapıya çıkar. Ne fark eder demeyin. Af talebinde bulunmak deyiminde, istifa eden sanki suçluymuş. İşlediği bu suçtan dolayı af diliyor anlamı çıkar. Yine af talebinde bulunmak deyiminde, istifa eden kişinin onuru geri plana itilmiş, o kişinin haysiyeti korunmuyor demektir.

Gelelim, “himayelerinde” kelimesine. Bu kelime de siyasilerin dilinde bugünlerde sıkça kullanılıyor. Bu kelimeyi de bu yazıya eklememin sebebi, parti değiştiren bir siyasinin rozet takma merasiminde yaptığı kısa konuşmasında kullandığı bu kelimenin dikkatimi çekmesi: “Sayın ...’ın himayelerinde daha fazla hizmet edeceğime bir kere daha söz veriyorum”.

“Himayelerinde” kelimesini sadece siyasiler değil, bazı üst düzey bürokratlar da kullanıyor.

Önce himaye kelimesinin anlamına yer vereyim. Arapçadan dilimize geçmiş himaye kelimesi, “koruyuculuk, kayırma ve elinden tutma” anlamlarına gelmektedir. Buna, koruyup kollama, gözetme, destek olma, destek çıkma, başkalarına göre kayırma ve torpil yapma, referans vs. diyebiliriz.

Koruyup kollama ve gözetme anlamında söylenirse eh dersin. Ama kayırma ve torpil anlamında kullanılırsa kullanıldığı yer itibariyle bu kelimenin savunulacak bir yanı olamaz.

Bu kelime, horozlanan biri için halk arasında “Seni bir himaye eden var. Arkanda kim var” şeklinde söylenir.

Himaye kelimesiyle ilk müşerref olmam, siyer okurken Hz Muhammed’in Ebu Talip’in himayesine girmesi. Amcasının vefatı sonrası Taif’ten dönerken Mekke’ye girebilmek için müşrik olmasına rağmen Mutim b. Adiy’in himayesine girmesi.

Hz Muhammed’in, davasını anlatmak, malına ve canına zarar verilmemesi için Ebu Talip ve Mutim’in himayesine girmesi doğaldır ve anlaşılır. Çünkü Arap kültüründe birinin himayesine girdikten sonra kimse ona zarar veremez. Zarar veren hamiyi (himaye edeni, himayeyi üstleneni) karşısına almış olur. Bu yüzden himaye eden güçlü bir aktör olmalı.

Hiçbir menfaat beklentisi olmadan davasını anlatmak için Hz Muhammed’in güçlü aktörlerin himayesine girmesi anlaşılır.

Himaye, hangi anlamda kullanılırsa kullanılsın, bu kelimeyi de tıpkı af talebinde bulunmak deyiminde olduğu gibi şık bulmuyorum. Çünkü bu kelime de himayesi altına giren kişinin onurunu zedeler. Her tarafa çekilebilecek ve farklı anlamlara sebebiyet verecek bu kelime yerine, “Sayın falan kişiyle bir ekip olacağız. Ekip ruhu içerisinde çalışacağız, güçlerimizi birleştirerek şehrime/ülkeme daha iyi hizmet edeceğime inanıyorum” dense özellikle bu sözü söyleyen kişinin onuru zedelenmemiş olur.

Günümüzde güçlü aktörlerle işbirliği yapmak avantajlar getirse de ne kadar aksaklıklar olsa da kanun ve kurallarıyla işleyen bir devletimiz var. Her kim olursa olsun kanunun kendisine verdiği yetkiyi kullanır. Aksi, yetki aşımı olur. İş yapmak, daha fazla hizmet etmek amacıyla illa birinin ya da birilerinin himayesine girmek gerekmez. Böyle olsa bile himayelerinde ifadesini kullanmamak gerek. Çünkü yaşadığımız devlet Arap kültürünün getirdiği bir sistem değil. O gün kaba kuvvet hakimdi. Bugün ise Anayasa, kanun ve yönetmelikler herkesi bağlar. Herkes mevzuatın verdiği yetkiyi kullanır, mevzuatın verdiği imkanlardan yararlanır.