Sosyal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Haziran 2025 Pazartesi

Yoluma Gurbet Düştü

Daha önce ("Tüm Yönleriyle Kuşburnu Diyarı TİPİLİ KÖYÜ", "Müderris Ahmet Feyzi Efendi", "Hacı Feyzullah Efendi ve Mehmet Necati Efendi" ve "Tortum’un Manevi Mimarları") başlıklı dört kitap yazan Eğitimci-Yazar Ali AKBULUT Hocam, 40 yıl boyunca yazıp biriktirdiği şiirlerinden seçme yaparak "Yoluma Gurbet Düştü" başlıklı kitabıyla beşinci kitabına imzasını attı. Böylece eğitimci yazarlığının yanına şairliğini de konuşturmuş oldu. 

"Kırk Yılın Şiirlerinden Seçkiler" alt başlıklı bu şiir kitabında, 5233 mısradan oluşan 111 şiirine yer vermiş. Şiirlerini içeriğine göre tasnif etmek suretiyle her birine alt başlıklar vermiş: "Öğretici, eleştiri, Daussıla, Bazı şahsiyetler, Şehir-şehit, dünya-ölüm, Ders beyitler, Kainatın fahrı'na, Alemlerin Rabbi'ne" şeklinde. Kitabın sonunda 750 kelimeden ibaret lügatçeye de yer vermiş. 

Gördüğüm kadarıyla şairimiz yine her zamanki ciddiyetini, içtenliğini, nezaketini ve hassasiyetini ortaya koymuş. Lazım olan ne varsa hepsini düşünüp kitabında yer vermiş. Boşuna ben kendisine Zenbilli Ali Efendi, Ayaklı kütüphane demiyormuşum. Kolay değil çünkü tüm bunları yapmak. Azmettiğini yapan, tuttuğunu koparan Ali Hocam için plan, program çerçevesinde bunları yapmak daha kolaydır. Çünkü plan, düzen, tertip, azim denince benim aklıma Ali Hocam gelir. İbadet niyetiyle yapar bunu. Onun için abitlik, zahitlik, bilgi ve birikim denince akan sular durur. Tek kelimeyle eline, emeğine, zihnine sağlık Ali Hocamın. 

Her ne kadar kolay desek de yazmak zordur. Hele şiir yazmak bir o kadar zordur. Çünkü bunun için bilgi, birikim, kelime dağarcığı, sanat, duygu, ilham, sabır, dertlenme, dert edinme ve bu dertleri kaleme dökmek gerekir. Yine yazılan şiirleri seçmek, konularına göre şiirleri tasnif etmek, her birine alt başlıklar vermek, kitabın sonuna da şiirlerinde geçen kelimeleri anlamak için lügatçeye yer vermek her kişinin harcı değildir. Bunu düşünse düşünse Ali AKBULUT Hocam düşünür.

Erzurum'da yaşayan Ali Hocamın şiir kitabından, taziyem dolayısıyla başsağlığı dilekleri için aradığında haberdar oldum. Bu vesileyle kısa süreliğine telefonla muhabbet ettik. Başta rahmetli anneme olmak üzere bol bol samimi ve içten dua, dilek ve temennilerini iletti şahsıma ve evladı ıyalime. 

Önceki kitaplarını daha önce kargo ile göndermişti. Bu son kitabını da imzalayıp gönderdi.  Sağ olsun, var olsun. Daha nice kitaplar yazmasını bekleriz Ali Hocamdan. Bilgisinin zekatının hakkını bu şekilde veriyor Hocam. Allah sağlık, huzur ve bereketli ömürler versin inşallah, samimiyetinden şüphe etmediğim Ali Hocama. İlgi, alakası, iltifatı ve nezaketi için teşekkür ediyorum. 

"Yoluma Gurbet Düştü" başlığını koyarken Şair, "Malum olduğu üzere insanoğlu, kaderi ilahinin çizdiği yol üzere yürüyen ve bu yolda çektiği ızdıraplarla, çeşitli çilelere müptela olan bir gurbetçidir. Bu gerçeği vurgulamak için kitaba bu başlık uygun görülmüştür" der ön sözünde. Kısaca acısıyla, tatlısıyla gutbetteyiz diyor Ali Hocam. Bu başlık bana bir baba dostunu hatırlattı. O da rahmetli oldu birkaç yıl önce. Her görüştüğümüzde, "Anamızdan doğduğumuz andan itibaren ahirete yolculuk yapıyoruz" derdi cümle aralarında.

Öyle ya hayatımız, doğmak, büyümek ve ölmekten ibarettir. Gurbet hayatının hakkını verenlerden olmak dileklerimle. 

1 Haziran 2025 Pazar

Bardağa Dolu Tarafından Bakınca Ben

Felaket tellalıyım dense yeridir. Felaket bir enflasyon var, hayat pahalılığı belimizi büküyor, faiz oranları yüksek. Paramızın alım gücü yok. Adeta pul oldu, döviz kurları karşısında eridi gitti dedim durdum. Ekonominin gidişatından dolayı hep endişe taşıdım.

Dediğimle kaldım. Kendimi yedim bitirdim ama hiç faydası olmadı. Çünkü saydıklarımda olumlu yönde bir gelişme olmadı.

Ne olacak böyle? Yok mu bunun çözümü? Ben bu felaket tellallığını ne zaman bırakacağım derken imdadıma bugünkü yaptığım alışverişler çıktı.

Bir bardak çay içtim. Çay parasını vermek için çay ocağına yönelirken elimi cebime attım. Hiç bozuk para yoktu. Mecburen en büyük paramız 200 lirayı uzattım, bir çay alır mısın dedim.

Derken de utana sıkıla dedim bunu. Çünkü çaycının, "İçtiğin bir çay. Vereceğin 10 lira. Uzattığın paraya bak. Ben bunu nasıl bozacağım. Bozuk yok. Bana bozuk para ver" diyecek sandım. Korktuğum gibi olmadı. Parayı aldı. Yüzünü buruşturmadı. Önündeki kasayı açıp bana 190 lira uzattı.

Oradan pazara uğradım. Ayrı ayrı tezgahlardan domates, kayısı, soğan, elma aldım. Test için yine her birine 200 uzattım. Hiçbiri bozuk yok mu diye tepki göstermedi. Hepsi alışverişin üstünü verdi.

Kayısı aldığım pazarcı ile alışveriş üstünü hallettikten sonra iki yüz lira versem, ellilik verir misin dedim. "Bir tane ellilik var elimde. Sonra ne yapacaksın elliyi. 50 lira bayram harçlığı vermenin zamanı geçti. Torunlara en büyüğünden ver" dedi. Torunlara değil, başkası için dedim. "Olsun, elli devri geçti" dedi.

Sair günlerde dolmuşa biniyorum. Uzatıyorum bir kişi diye en büyük parayı. Dolmuşçu da tek kelime etmeden para üstünü veriyor.

Ekmek alıyorum. Ona da 200 uzatıyorum zaman zaman. O da parayı bozup veriyor. Marketleri zaten söylemeye gerek yok.

Halbuki bir zamanlar böyle miydi? En büyük paramız 100 lira iken parayı bozdurmak mesele idi.

Fi tarihinde böyle uzatmıştım Manisa’da bir bakkala en büyük parayı. İstediğimi bozuk para yok diye vermemişti. Para kalsın istediğimi ver, geçerken alırım demiştim. Olmaz demişti. İstediğimi ver, yan tarafta kalıyorum biliyorsun. Dönüşte vereyim dedim. Veresiye olmaz demişti. Sanki ondan veresiye isteyen vardı.

Bir zaman dolmuşa binmiştim de yanımdaki genç yüz lira uzatmıştı şoföre. Bozuk ver kardeşim. Sabah sabah bu parayı nasıl bozayım demişti. Genç de toplu taşıma işi yapıyorsun. Bozuk para bulundurmak ve parayı bozmak zorundasın demişti. Ardından şoförle genç arasında bir gerginlik yaşandığında şahit olmuştum.

Çoğu zaman da bu yüz lirayı bozdurmak için birkaç esnaf dolaşmak gerekirdi.

Şimdi öyle mi? En büyük parayı bayram harçlığı diye çocuklar beğenmiyor. Esnafın hiçbiri bozuk yok demiyor. İşin birden görülüyor ve oyalanmıyorsun.

Hülasa en büyük para da olsa şimdi hiçbir yerde para bozdurmak sorun olmuyor. İşe bu yönüyle bakınca ekonomiye dair söylediklerimden utandım. Meğer hep bardağın dolu tarafına bakmışım. Halbuki bir de bozuk para sorunu kalmaması yönüyle baksaymışım, ekonomiyi bu kadar dert edinmeyecek ve endişe duymayacakmışım.

Siz siz olun. Şayet ekonominin gidişatını benim gibi dert ediniyorsanız, boşa kürek çekmiş olursunuz. Lütfen bardağın boş tarafına değil, bir de dolu tarafından bakın derim size.

30 Mayıs 2025 Cuma

Safi Problem

İnsanoğlu bir muammadır. Çöz çözebilirsen. Havuz probleminden beterdir insanı çözmek. Belki de beş bilinmeyenli denklem gibidir. Uğraş didin onu tanımak için.

Gerçi normal şartlarda özünde her bir insan iyidir. İyilik bir sorun ortaya çıkıncaya kadar devam eder. Sorunlar ortaya çıktıkça insanların ne olduğunu anlamaya başlarsın. Yine de insanın iyisi var, kötüsü var, iyi olmak isteyip de iyi olamayanı var... 

Toplumda bir de psikolojik hastalar vardır ama bu tip hastalar, bakınca sağlam ve normal bir insan gibi bir davranış sergileyebiliyor ise de bazı hal, hareket, söz ve eylemlerinden, abuk sabuk konuşmasından, lafın nereye gittiğini bilmediğini görünce tedavi görmesi gerektiğini anlarsın ama gel de bunu ona anlat. Çünkü hasta olduğunu kabul etmez. Ben deli miyim der. Ardından dünyanın lafını sayar sana.

Bu tip birinin bir yeri ağrısa doktora götürür, tedavi ettirirsin.

Hastalığının ne olduğunu bilirse bir çözüm üretirsin.

Bu psikolojik hastalığına yıllardır edindiği kendinden ayrılmaz bir parça olan huyu da eklenince, olur çekilmez bir insan. Ne huzur bulur ne de huzur verir.

Konuştuğu lafın ne anlama geldiğini bilmeden ve akıl süzgecinden geçirmeden boş teneke gibi sabahtan akşama konuşur.

Konuşmasında mantık yoktur. Haliyle hastanın yanında, düğün evinde, cenaze vs. yerlerde nasıl davranacağını kestiremez. Çünkü akıl ve mantık olmayınca denge problemi de ortaya çıkar. Duyguları aklın önüne geçer.

Bulunduğu ortamda mutlaka bir iz bırakır. İz diyorsam safi problem. Söylediği ve taşıdığı sözlerden dolayı eşi dostu birbirine kırdırır. En azından soğuk rüzgarlar estirir. Pamuktan ibaret bağları koparır.

Her yaptığı sorun olmasına rağmen ben ne yapıyorum, konuştukça batıyorum, en iyisi susmak demek suretiyle kendini sorgulama da yok. Yoluna doludizgin devam eder. Eseriyle gurur duyuyor olmalı ki burnundan kıl aldırmadan sütten çıkmış ak kaşık gibi davranmayı da iyi becerir.

Ardından konuştuğu insanları görünce hiçbir şey olmamış gibi davranması, konuşmaktan kaçınması, asık suratıyla sessizliğe bürünmesi de bir başka yönü.

Nasıl bir huy nasıl bir haletiruhiye nasıl bir hastalık bilinmez. Amacı, niyeti nedir zaten bilinmez. İç dünyasını zaten bilemezsin. İçinde ne kavgalar veriyor, bunu da bilemezsin. Bilinen bir şey varsa konuştukça batıyor.

Tanıyorum sandığın ama zamanla iç yüzünü daha iyi tanıdığın bu profilin senin için tam bir hayal kırıklığı olduğunu öğrendiğin zaman iş işten geçmiş oluyor.

Bu tip profil düzelir mi? Düzelmesini temenni ederim ama çok zor. Çünkü huylu huyundan vazgeçmez. Ne diyelim, Allah yardımcısı olsun.

29 Mayıs 2025 Perşembe

Dedikoducu Bir Profil

İnsanların arasını açmada üstüne yoktur.

Konuşurken lafın nereye gideceğini, sonucun nasıl olacağını düşünemez.

Dost mu, düşman mı demez kime ne konuşacağını kestiremez. İçinde biriktirdiği ne varsa boşaltır.

Duyduğunu aktarmada bir beis görmez. Bir ayıbı örteyim demez. Kulağım iyi duymaz dese de sağır duymaz uydurur misali güzel bir senaryo yazar.

İkili oynamaya bayılır. Bakmayın üzüntülü bir profil çizdiğine. Yaşam kaynağı ne de olsa. Şu var ki ne yüzü güldü ne de başkasının yüzünü güldürdü. 

Yakınını üzdü, düşmanına maskara oldu. 

Söylediğim ya da söyleyeceğim kırgınlık ve küskünlüğe sebebiyet verecek demez. Söylediğinin gerçek olduğunu ispatlamak için gerekirse birilerinin ölüsünü öper.

Söylediğinin tepki çektiği kulağına gelince, böyle söylemekle yanlış yaptım, ona karşı mahcup oldum, özür dileyip gönül alayım demez, bunu kim söyledi diye onun peşine düşer.

Her dediğim, her aktardığım kırgınlığa sebebiyet veriyor, hatalarımla yüzleşmem lazım demez. Son surat yoluna devam eder. Çünkü meslek edinmiştir. Yarım yamalak duyduğunu aktarmazsa mesleğine ihanet etmiş olur. Ekmek teknesi ne de olsa.

Kendini temize çıkarmak istedikçe batıyor ama battığının farkında değil.

Seven ve sayanlarının yanında itibarı düştükçe, onları hayal kırıklığına uğrattıkça, ne yapıyorum, kendime geleyim diye bir derdi hiç olmadı.

Niye derdi olsun. Çünkü kendine göre aktardıkları doğru, söyledikleri de gerçek. Kendisi değil, başkası utansın. Gerekirse dünya varsın.

Bu profilde, cahil cesareti var mı? Var.

Sapla samanı karıştırma var mı? Var.

Algılama sorunu var mı? Var.

Olaylar arasında yanlış bağlantı kurma var mı? Var.

Yüzüne karşı melaike rolüne bürünüp ardından kuyunu kazma var mı? Var.

Seni görünce dur yemiş bülbüle dönme var mı? Var.

Sevip sayanlarının yanında az buçuk değeri varsa sıfırlamak için elinden geleni ardına koymadığına cümle alem şahit mi? Şahit.

Huzur kaçırma ve huzur bozmada kimse eline su dökebilir mi? Dökemez.

Konuştuklarının arasında ekmek kırıntısı kadar faydaya haiz bir cümlesi olur mu? Olmaz. Çünkü tencere kapak misali muhteşem ikili olarak birbirlerini bulmuşlar. Bakmayın Filistin İsrail gibi olduklarına.

Hasılı bu profili tanıyamamışım. Benim için bir hayal kırıklığı oldu. Ben de kendimi insan sarrafı sanırdım. Demek ki daha çok ekmek fırını yemem gerekirmiş.

Bu şekil huzur bozan ve huzur kaçıran, hayatı dedikodu olan bu tipler bana ırak, Allah’a yakın olsun.

28 Mayıs 2025 Çarşamba

Bu Branş Her Yerde Olmak Zorunda mı?

Rehber öğretmenlerine yönelik bir seminere, online katılan bir rehber öğretmenin şöyle bir serzenişte bulunduğuna şahit oldum: "Branşı din kültürü imiş. Bize bilişim, bilgisayar üzerine seminer veriyor" dedi. Karşısında oturan bir bilişim öğretmenine, "Niye siz bu seminerleri vermiyorsunuz" diye sordu. Bilişim öğretmeni, "Bu iş bu branşa kaldı ise yandık" şeklinde cevap verdi.

Tüm bu konuşmayı ayakta dinleyen ben, branşıma sataşma var. Biz her yerdeyiz. Bu işlere ilk olarak okullarda bilgisayar laboratuvarından sorumlu formatör olarak başladık. Müdür yardımcısı olduk. Müdür başyardımcısı, müdürlük, ilçe ve il milli eğitim müdürlüğü geldi ardından. Benim gibi işe yaramayanları ve idarecilik istemeyenleri de aranıza öğretmen olarak gönderiyorlar dedim. Yanlarından ayrıldım.

Meslektaşlarım kusura bakmasın. Rehberlik ve bilişim öğretmeni serzenişlerinde haklıydı. Çünkü bizim branş sakinleri her yerde, her türlü seminerde, her çeşit koltuktalar. Diğer branşlar gibi okullarda idarecilik üstlenmeleri, şube müdürü ya da milli eğitim müdürü olmalarını çok dikkat çekmeyecek şekilde normal görürüm. Ama çoğunluğunun bu branş mensuplarından olması dikkat çekiyor.

Yine bu branş sahipleri, milli eğitim ve müftülüklerin dışında her türlü koltuktalar. Bir ara deprem önlemede de sorumlu birinin bu meslekten olduğu yazıldı çizildi. Aile sosyal politikalar müdürlüğünden tutun da her yerde bu branş sahipleri kısaca.

Bu branş sahipleri görevlerinden çok iyi anlıyor ve görevlerini çok iyi yapıyor da olabilir. Yalnız çoğu makamlarda bu branşta olan kimselerin kamuoyu nezdinde çok garip karşılandığı bir gerçek.

Kimsenin koltuk sahibi olmasında gözüm yok. İsteyen kişi ve branş sahibi istediği makamda görev yapsın. Ama görev alan bu branş sahipleri de içini doldurabileceği, altından kalkabileceği yakışan koltuklara talip olsalar fena olmaz. Mesela teknik ve donanım gerektiren bilişim formatörlüğünde, bilişim öğretmenleri varken görev almamalılar. Deprem görevinde hakeza.

Birileri bu branş sahiplerini bir göreve layık görse bile bu meslek erbabı, elinin tersiyle itebilmeli. Koyunun olduğu yerde keçiye Abdurrahman Çelebi derler misali Abdurrahman Çelebi olamam. Bu işin bir yakışanı var diyebilmeli.

Bir zamanlar buna dikkat edilirdi. Üçlü koalisyon zamanında memlekete gelmek için müdürlük sınavına girmiştim. En yüksek puanı almıştım. Bu puanla memleketimde bir ilçenin bir lise müdürlüğüne müracaat etmiştim. Bu müracaat sonrası iki arkadaş, gel şununla tanıştıralım diye işin bir sorumlusunun yanına beni götürmüşlerdi. O kişi, "Puanın çok iyi. Tüm şartların tutuyor. Tek dezavantajın branşın. Çünkü bakan, bu branş sahiplerinin idareciliğine pek sıcak bakmıyor" demişti. O zamanlar koalisyon gitmiş, tek başına iktidar gelmişti. Zamanın Bakan'ı da Hüseyin Çelik idi. (Müdürlüğe müracaat edenler arasından yazılı puanı en yüksek olan üç ya da altı aday arasından birini bakanlık atıyordu o yönetmeliğe göre.)

Yine o dönemde din kültürü olarak okul müdürlüğü yapan bir arkadaş merkez ilçe milli eğitim müdürlüğüne teklif edilmiş ama zamanın Bakan'ı branşından dolayı atamayı geri çevirmişti.

Bir başka örnek daha aklıma geldi. Aynı branştan bir arkadaşın öğretmenevine müdürlük teklifini vali yardımcısı, "Camiye müzik öğretmeni yakışmazsa, öğretmenevine de bir ilahiyatçı yakışık almaz" demek suretiyle arkadaşın müdürlüğünü bir süre engellemişti. Sonunda ısrar üzerine bu branş sahibi öğretmenevine müdürü olarak atandı. Bu arkadaş çok da iyi çalıştı. Öğretmenevine tüm eforunu sarf etti. Borç batağı içindeki kurumu kâr yapan kuruma dönüştürdü. Kendisinden sonraki yönetime yüklü miktarda para bırakmıştı.

Tekrar sadede gelirsem, kurum ve kuruluşlara yönetici atamada branşlar bazında bir kontenjan olmasa da din kültürü branşına sahip kişilerin olur olmaz her yerde mantar biter gibi idarecilik yapması, atamada tercih nedeni olması, dediğim gibi toplumda çok dikkat çekiyor. Birileri atamak isteyebilir. Bence bu branş sahipleri her koltuk görevine teşne olmamalı. Yönetimlerde bu branşın dikkat çekmeyecek şekilde olması bu branşın itibarını da koruyacaktır.

Ezcümle, bu branş sahipleri analarından idareci doğmadı. Unutmayalım ki makamlar kişiye itibar elbisesi giydirmiyor.

27 Mayıs 2025 Salı

İtinayla Bakıcı Bulunur

Ne yazayım ne yazayım derken başımdan geçen bir anekdot aklıma geldi.

Bir ilköğretimde çalışıyorum. Öğretmenlerin hepsi genç. Kimi evli kimi bekar.

Kadın öğretmenlerin çoğunun eşini de tanırız. Türkçe öğretmeninin eşini de bu vesileyle tanımış oldum.

Zaman zaman eşiyle birlikte odama gelir. Eşiyle birlikte yan yana oturur. Birbirlerinin omzuna başlarını koyarlardı. Genç evliler kumrular gibiydi.

Gariplik bununla sınırlı değildi. Kocanın şekli şemaili de farklıydı. Kaşlarını yaptırmış, gözlerine de sürme sürerdi. Garip bir duruşu, hal ve hareketleri vardı.

Bana dini konularda sorular sorardı. Bir defasında fıkha ilgim var. Fetevayı Hindiyye'yi okuyorum" demişti. (2010 yılında Hintli alimlerin 1920'li yıllarda yazdığı fıkıh kitabını okumak bana garip geldi. Ne edersin ki kafaya koymuş okumayı.)

Bir müddet sonra bir çocukları oldu.

Bir duydum ki boşanmaya kalkmışlar. Çocuğunuz var. İyi düşünün. Çabuk karar vermeyin dedim ise de öğretmen boşanmaya kararlıydı. "İşi yok. Evlendik evleneli paramı yiyor" derdi.

Biraz nasihat edeyim diye kocasıyla Alaeddin Tepesindeki çay ocağında oturduk.

Öğretmen kafaya koymuş olmalı ki boşanmak için mahkemeye verdi. Anlaşmalı olarak tek celsede boşandılar.

Gel zaman git zaman öğretmen bir sabah telefon açtı, okula gelemeyeceğim, çocuğuma bakacak kimse yok diye. Hoca hanım, bildiğim kadarıyla bakıcınız vardı dedim. "Bakıcım yine var. Yalnız eski eşim evin anahtarını vermedi. Ben yokken eve gelip çocuğumu kaçırmasından korkuyorum" dedi. Hocam, dersler boş geçmesin. Çocuğu da okula getir dedim.

Bir saat sonra çocuk arabasıyla birlikte öğretmen odama geldi. Hocam, çocuğu buraya bırak. Siz derse gidin dedim.

Hoca hanım derse gittikten sonra cami imamını aradım. Hocam, bize üç dört aylığına bakıcı lazım. Sabahtan ders bitinceye kadar bakacak. Ya bakıcı bul ya da sen bak dedim aramızdaki muhabbete dayanarak. İmam, hocam biz bakarız dedi.

Okula yakındı imamın evi. Hoca hanım her sabah çocuğunu imamın evine bıraktı. Emzirme vakti gelince imamın evine giderek çocuğunu emzirdi. Ders bitimi çocuğunu alıp evine gitti.

Okullar kapanıncaya kadar bu durum böyle devam etti.

İmama, hocam, bu iş parayla falan bakılmaz. Sağ olun, kaç ay işimizi gördünüz. Öğretmenim sizi gönüllesin. Düşündüğünüz bir rakam var mı dedim. İmam, "Hocam, biz çocuğa torun niyetine baktık. Torun niyetine sevdik. Para istemiyoruz. Bizim hayrımız olsun" dedi.

İmamı takdir ettim. Çünkü her adam yapmaz bunu.

Öğretmeni de takdir ettim. Bir gelip bir gelmezlik yapmadı. Derslerimiz de boş geçmedi.

26 Mayıs 2025 Pazartesi

Hangi Tür Kardeşlik İstersiniz?

Kardeşler aynı evde doğup büyüyen, aynı evde iyi kötü günleri geçen, zaman zaman aralarında anlaşamazlarsa da evde birbirini kırıp geçirseler de dıştan bir tehlike geldiği zaman birbirlerini korurlar. İyi günde, kötü günde sıkıntı, darlık ve bollukta sırt sırta veren bu tür kardeşler için kardeşe derman yetmez, kardeşin olsun da varsın topraktan olsun, kardeş gibisi var mı deriz.

Bunun yanında kardeşin kardeşe yaptığını el yapmaz, olmaz olsun böyle kardeş, böyle kardeşim olacağına olmasaydı daha iyiydi dendiği de olur.

Kardeşliğin nasıl bir şey olduğu iyi mi, kötü mü, hayal kırıklığı mı olduğu da sıkıntı ve darlık anında ortaya çıkar. Mesela miras paylaşımında ya da bakıma muhtaç anne babaya bakma zamanı her şey ayan beyan ortaya çıkar.

Miras paylaşımında sen iyi yerleri aldın, bana kötü yerler düştü gibi durumlar ortaya çıkınca küslükler de baş gösterir.

Miras paylaşımında anne babanın bir kardeş lehine mal vermesi, paylaşımın erkekle kadına eşit taksimi ya da erkeğe iki, kadına bir pay verilmesi, kırgınlık ve küskünlüklere sebebiyet verebiliyor.

Aynı şekilde anne ya da babadan birinin bakımı da kardeşler arasında sorun olabiliyor. Sen baktın, ben bakmadım, anne babama şöyle davrandın, anne babaya erkek çocuğu bakar, hayır kızlar da bakacak. Olur mu öyle şey. Bizde anne babaya oğlan bakar. Sen az baktın, ben çok baktım. Bakardın bakmazdın gibi durumlar baş gösterebiliyor.

Hasılı küçüklükte ve evlenmeden önce tadına doyum olmaz kardeşlik miras ve bakıma muhtaç anne ya da babaya bakma zamanı çekilmez ve anlaşılmaz bir hal alıyor. Kardeşler arasına kara kediler giriyor.

Oturup konuşsalar, herkes içindekini dökse, herkes birbirine içten pazarlık yapmadan birbirine karşı net olsa, sorunların ve anlaşmazlıkların çözümünde iletişim yolunu açık tutsa, gel kardeşim şu meseleyi konuşalım dese, birbirinin yüzüne gülüp arkadan konuşmasa, birbirlerinin gıybetini yapmasa, laf taşımasa, mahcup olacağı sözleri söylemese, sorunların çözümünde kendine doğru yontmasa, birbirlerine karşı fedakar ve hasbi olsalar, kaçak güreşmeseler, olay ve problemleri sıcağı sıcağına çözme iradesi gösterseler, kardeşler arasında ortaya çıkan sorunlar çözüldüğü gibi kırgınlık ve dargınlığa da sebebiyet vermez.

Gerçek ve hasbi kardeşlikte, kardeşi aleyhinde başkasının yanında konuşmak tek kelimeyle ayıptır. Kardeşini başkasına satmaktır bu. Ki bunun hiç faydası da yoktur. Hazırında kardeşini bir başkasının yanında kötüleyerek aile içinde kalması ve aile içinde çözülmesi gereken bir sorunu büyütmektir. Dostunu düşmanını bilmemek; neyi, nerede konuştuğunu bilmemek demektir. Kısaca kardeşliği bitirmektir. Tüm bunlar ve daha fazlası insana ben kardeşimi ya da kardeşlerimi tanıyamamışım dedirtir. Kişiyi hayal kırıklığına uğratır. Kimsenin de insanı gele kardeşini hayal kırıklığına uğratmaya hakkı yoktur.

Sözümü fazla uzatmadan kardeşler ve aile arasındaki barış ve huzur ortamını bozan, birbirine açık ve net olmadan işi düşmanlığa kadar götürenler için şu anekdota burada yer vermede fayda görüyorum: Adama, düşmanı var mı demişler? Hayır, yok deyince, kardeşin de mi yok demiş.

O kadar da değil, kardeş kardeşe düşman olur mu demeyin. Hem öyle böyle değil, kardeşin kardeşe ettiğini düşman yapmaz. Bu düşmanlık ilanihaye devam eder. Tarih ise kardeş kavgalarıyla doludur.

Kırgınlık, dargınlık ve düşmanlığa varan kardeşliğin yanında birbirine kenetlenen, kardeşinin derdini dert bilen, iyi günde ve kötü günde hep yanında gören kardeşlikler de vardır. Böyle kardeşliğe ancak gıpta edilir ve şapka çıkarılır.

Pamuk ipliğine bağlı kardeşlikler ise çabuk kopar. Bu da kimsenin istediği bir kardeşlik türü değildir. Böyle kardeşlik istenmese de çevremizde ganimet gibidir böyle kardeşlik. Bu tür kardeşlikler ise anne babanın vefatının ardından biter gider. Kardeşler birbirine karşı yabancılaşır.

Allah herkese hasbi ve anlayışlı kardeşlikler versin. 

0850 Numaralı Hatlar

Cebimin istenmeyenlerinin başında 0850 numaralı hatlar gelir. Günde birkaç defa ararlar. Kimdir, necidir, ne yaparlar, amaçları rahatsız etmenin dışında nedir, pek anlamış değilim.

Kimi çaldırıp kapatıyor kimi defalarca uzun uzadıya çaldırıyor.

Bu numaraları güya kurumsal firmalar kullanıyormuş.

Bu kadar arama maliyetinin altından nasıl kalkarlar diye düşünürdüm. Gördüm ki bu hatlar ücretsiz tahsis ediliyormuş.

Ücretsiz tahsisten ki bu hatları engelleye engelleye bitiremedim.

Bu şekil herkesi araya araya bugüne kadar kaç kişiden kaç kuruş elde ettiler, bilmiyorum ama rahatsız etmenin dışında bir kazanç elde ettiklerini sanmıyorum.

Anlamadığım, olur olmaz, tanıdık tanımadık herkesi rahatsız eden bu hatları güya kurumsal firmalar kullanıyor. Bu yaptıkları kurumsal bir firmaya yakışmaz. Çünkü kurumsal denince, kurallarıyla marka olmuş, kurumsallaşmış yerler akla gelir. Bu yaptıklarıyla kurumsal adını da ayaklar altına aldıkları su götürmez bir gerçektir.

Olur olmaz insanları rahatsız eden bu 0850 numaralı hatların hiçbirini açmıyorum. Belki de bu yüzden görüşme yapmam gereken, ihtiyacım olan firmayı da engellemek suretiyle bazı imkanları kaçırıyor olabilirim.

Merak ettiğim, herkesin muzdarip olduğu bu numaralara devletin ilgili kurumu niye el koyup bir planlama yapmaz? Devlet niçin pazarlamacı, reklamcı, çoğu da sahtekar olan bu hat sahiplerine bir düzenleme getirmez? Çok mu zor devletin bunları hale yola koyması? Yoksa devletin bu kurumsal firmalara gücü yetmiyor da vatandaşa ne haliniz varsa görün mü diyor?

Devletin ne yapıp ne edip insanımızı olur olmaz rahatsız eden ve vatandaşa güven vermeyen bu hat sahiplerine bir düzenleme getirmeli. Önüne gelen kişi ve kurumlara bu hat verilmemeli.

Hep Pişmanlık Niye Olmasın!

Yaşım 60'ı geçmiş. İşimin bitmesi demek olan 70'e doğru gidiyorum. Bir taraftan da zorunlu emekli yaşım gelmediği için çalışmaya devam ediyorum.

Her ne kadar görevime devam etme gibi bir derdim olmasa da kanuni olarak yaş 65 oldu mu adım Abbas olmasa da yolcu olacağım.

Yerim doldurulabilir mi? Kendimi bulunmaz Hint kumaşı olarak gören biri için zor diyorum. Şu var ki bu zorluğu yenmek için kimsenin zorluk ve sıkıntı çekmesine de gönlüm Rıza göstermez.

Fakat bunun için birileri de taşın altına elini koyup bir şeyler yapmalı.

Ne yapmalı? Benim bir ihtiyaç olduğumu, bunun hayatın bir gerçeği olduğunu söylemesi gerekir. Yaşın 65 olsa bile, çalışmanın önünde kanuni engel olsa dahi bu yoldan cayma hakkın yok, ölmem var, dönmek yok demeli. Hatta mevzuat değişikliği yapılması için öncülük yapmalı. Böyle deyip böyle yapmalı ki ben de önümü göreyim. Değilse bu yaştan sonra ne yapar ne ederim.

Gerçi ne yapar ne ederim desem de benlik problem yok. Sadece ağız alışkanlığı bu. Yokluğum ülkeye zarar. İşin içine memleket giriyorsa gerisi zaten teferruat olur benim için.

Söylemeyeyim diyordum ama söyleyeceğim artık. Aslında benim gibi yokluğu sıkıntı olanlar için yaş ve mevzuat engeli olmamalı, süre ya da dönem sınırı olmamalı. İstediğimiz yerde istediğimiz kadar kalmalıyız. Bu konuda ülkenin tek yapacağı, benim gibi bulunmaz Hint kumaşlarının önümdeki engeli kaldırmak için özel mevzuat çıkarılmalı. Bir kez daha şeklinde değil, görevi ölünceye kadar devam eder denmeli. Övünmek gibi olmasın ama benim gibiler her zaman gelmez. O yüzden mevcudun kıymetini bilmeli, nankörlük yapılmamalı.

Ondan sonra görün hizmeti. Çünkü ülke hizmete doyar.Ayrıca yaptıklarım da yapacaklarımın teminatıdır.

Demedi demeyin. İsterseniz deneyin. Denemekle sonra ne kaybedeceksiniz? Belki pişmanlık duyarsınız ama dünyanın sonu değil. Üstelik bu, sizin kaçıncı pişmanlığınız. Ha bir defa daha pişman olsanız siz pişmanlık sıralamasında ben de ömür boyu olmak suretiyle yeni rekorlara imza atmış oluruz. Ayrıca bugüne kadar pişmanlıktan kim ölmüş ki siz öleceksiniz. 

23 Mayıs 2025 Cuma

O Başlar Örtülecek

Fi tarihinde bir İHL'de yaz dönemi teşehhüt miktarı kadar müdürlük yaptım.

TEOG sonucuna göre sınavla öğrenci alan bir okuldu o zamanlar çalıştığım bu okul.

Sonuçlar açıklanmış, kazanan öğrencilerin kaydı otomatik yapılmıştı.

Bir gün okulu kazanan bir kız çocuğu annesiyle okula geldi. Kız ve annesi benimle görüşmek istemiş.

Bahçede iken yanıma geldiler.

Okulu kazanan kız çocuğunda biraz tedirginlik gözlemledim. Anne, bilgi almak için merak ettiği birkaç soru sordu. Ben de cevap verdim.

Yanı başımızda bizi sessizce dinleyen müstakbel öğrenci, "Bir soru da ben sorabilir miyim" dedi. Buyur kızım, elbette dedim.

"Okulda başı örtmek zorunlu mu" dedi. Kızım, zorunluluk diye bir şey yok. İsteğe bağlı dedim.

Bu cevabımdan cesaret bularak "Şimdi ben başı açık okula gelebilirim. Kimse bana bir şey demez değil mi" dedi.

Elbette dedim.

"Okulunuzda başı açık kız öğrenci var mı" dedi.

Var ama azınlıkta. Çoğunluğu başı örtülü. Baskı olmadan, kimse bir şey demeden kendi isteğinle zamanla başını örteceğini düşünüyorum dedim.

Kız, "Ben örtmem" dese sorduğu sorulara verdiğim cevaplar kızı rahatlattı.

Rahatını bozan annesi idi. Çünkü kız başörtüsüne dair her soru sorduğunda annesi, "Örteceksin örteceksin. Mecbursun”, dedi durdu.

Sonrasında anne kız ayrıldılar.

Ortaokulu yeni bitirmiş, yeni liseli olmuş çiçeği burnundaki bu lise namzedi kızın başı açık, annesinin ise kapalıydı.

Belli ki imam hatibe gidersem, başımı örtecekler. Ben başımı örtmek istemiyorum endişesiyle İHL'yi tercih etmek istemedi. Ailesi zorla tercih yaptırdı.

*

Bir hafta on gün sonra yeni öğretim yılı başladı. Okuldan tayinim çıktığı için müdür başyardımcısına, açılış töreninde konuşma yapmasını söyledim. Kendim de öğrencilerin arkasındaki velilerin arasına geçtim.

Müdür başyardımcısı, yeni eğitim ve öğretime dair kısa bir konuşma yaptı. Okulun kurallarını hatırlattı. Bazı bilgiler verdi. Ardından "Başı açık kız öğrenciler görüyorum. O Başlar örtülecek. Başı açık kız öğrenci istemiyorum bu okulda" dedi. Dedi ama başımdan kaynar sular döküldü. İçimden yapma hocam dedim. Çünkü yardımcının bu açıklaması hiç pedagojik değildi. Zorla güzellik olmazdı.

11 yıl öncesi başımdan geçen bu anekdotu bana hatırlatan ve yazıya döktüren ise 20.05.2025 tarihli Anadolu'da Bugün gazetesinde çıkan bir haber.

Habere göre "Hafızlık ve yabancı dil ağırlıklı öğrenci kabul eden bir proje İHO, ilkokul dördüncü sınıfta okuyan öğrenciler için seçme sınavı yapar. Okulunda okumayı hak eden öğrencilerin asıl ve yedek listesi belli olur. Okul müdürü asıl ve yedek listede ismi olan öğrencilerin velileriyle bir bilgilendirme toplantısı yapar. Müdür toplantıda, 'Başı açık öğrencilerin kaydını yapmayacağını' söyler. Okulun sınavını kazanan öğrencilerden bir tanesi de 10 yaşındaki bir kız çocuğu. İddiaya göre okul müdürü başı açık olduğu için kızın kaydını yapmaz. Şikayet üzerine milli eğitim müdürlüğü hakkında inceleme başlatır".

İddianın içeriği bu şekilde. Adı üzerinde iddia. Bu iddianın gerçek olup olmadığı yapılan inceleme sonucunda belli olur. Yalnız 2014 yılında bizzat yaşadığım anekdot gözümün önüne gelince, bu iddia doğrudur ya da aslı yoktur diyemiyorum. Çünkü her müdür ya da okul yönetimi aynı şekilde olmasa da imam hatip okullarının çoğu yöneticileri bu şekil baskıcı düşünceye sahip. İstiyorlar ki isteyerek veya zorla bu başlar örtülecek. Halbuki böyle düşünmek yerine, okula, başı açığı da gelsin, başı örtülü olan da. Zaten bu okullarda okuyan çoğu kız öğrencinin başı örtülü olur. Az sayıda başı açık olanların önemli bir kısmı da zamanla örtünür. Belki de örtmeyen birkaç öğrenci kalır. Varsın bu çocuklar da başı açık mezun olsun. Mezun öğrenci de "Bu okulu başı açık bitirdim. Allah var. Kimse bana baskı yapmadı" deyip belki sonra örtünür. Halbuki baskı ya da mahalle baskısıyla örtünen çocuğun okul dışında veya mezun olduktan sonra başını açması kuvvetle muhtemel. Çünkü istemeyerek örtünmüştür.

Sözümü fazla uzatmadan, ister başlar açılacak densin, ister başlar örtülecek densin. Bu iki zıt görüş de baskıcı zihniyeti temsil eder. Aralarında zıtlık dışında bir fark yoktur. Aynı amaca hizmet eder. İnsanın zihnine ve beynine bakmaktan ziyade kaportaya bakan zihniyettir. Bu zihniyetin ise pedagojik olmadığı, nefret ve tiksinmeyi barındırdığı maalesef bir gerçek.

21 Mayıs 2025 Çarşamba

Ciddiyet Hayranları

Bugünlerde, hayatı çok ciddiye alan, ciddiyetleri yüzlerine vurmuş, yüzleri pek gülmeyen, ciddi ciddi konuşan, konuşmaları arasında esprinin 'e'sinden eser olmayan insanlarla teşriki mesai yapıyorum.

Espri yapmadıkları gibi yapılan espri de pek ilgilerini çekmiyor.

Halbuki ne kadar sıkıntı ve dert olsa da bu hayatın içinde espri ve mizah mutlaka olmalıdır.

Neyi dert edindiklerini de pek çözemedim.

Üzüldüm hallerine. Belki onlar da benim halime üzülüyorlardır.

Görüyorum ki onlar beni, ben de onları anlamıyorum. Aynı dünyada iki ayrı dünyalı gibi aynı havayı teneffüs edip gidiyoruz.

Ne gündem var gündemlerinde ne ağlama ne sızlama ne de dertlenme. Muhabbet zaten yok. Gülüp eğlenmeyi ara ki bulasın.

Bir değil, beş değil böylesi. Çoğunluğu böyle. Böyle olmayan da öne çıkmamak için kendi kabuğuna çekilmiş. Topa girmiyorlar. Ya çok dolular. Muhatap boş. Konuşmaya değmez diye düşünüyorlar ya da rutin hayatın dışında hiçbir şey düşünmeyecek kadar boşlar. Belki de konuş konuş boş diye düşünüyor olmalılar. Belki de konuşursam, ağzımdan bir şey kaçırırsam, ağzımın tadı kaçar diye korkuyor olabilirler.

Yaptığın ya da yapmaya çalıştığın espri bile ciddiye alınıyor, ciddi ciddi cevaplar veriliyorsa var ötesini sen düşün.

Espri, mizah, tersinden okuma, zeka kokan hazır cevap olmasa bu sıkıntılı hayatın sıkıntıları daha da bir katlanır. İnsanlar üzerine daha fazla yük almış olur.

Acaba gördüğüm bu insanlar hayattan bezmiş olabilir mi?

Hayattan ve insanlardan hiç beklentileri yok mu?

Bir şeylere kafa yorma, görüş belirtme diye bir dertleri niye olmaz?

Çok dolular da muhabbete, hal hatır sormaya vakitleri mi yok?

Çok dertleri var da çözümsüz diye açmaktan mı çekiniyorlar?

Muhabbet ettiğim sayısı bana yeter, ötesine gerek yok diye mi düşünüyorlar?

Bu kadar resmiyeti sevme ve ciddiyete hayran olma niye? 

Sebep her ne ise bu hayatı bu kadar ciddiye almaya gerek var mı? Gülme, eğlenme, havadan sudan konuşma da olmayacaksa, espriye yer olmayacaksa, sıcak bir muhabbet ortamı olmayacaksa, herkes sessizliğe bürünüyorsa, böyle tekdüze ve düz kontak bir hayat çekilir mi? Bu hayatın zevki olur mu?

Asırlık Bir Profil

Resmi yaşı 1939 olsa da gerçek yaşının kaç olduğunu kendisi de bilmiyor. Resmi yaşları aynı olan halasının oğluna göre "Yaşımızın aynı olduğuna bakmayın. Biz küçükken ablamın arkasına düşerdik. Bizden 4-5 yaş büyük" dedi bir oturmamızda. Öyle görünüyor ki yaşı 90'ı geçkin. Bir asra doğru gidiyor.

Okutmamış annesi babası. Babasını bilmem ama annesi de okur yazar değildi.

Bozkır'ın köyünden evlilik yoluyla Çumra'nın beldesine, tuvaleti dışarıda tek odalı bir eve gelin gelmiş. Kaç yaşında evlendiğini kendisi de bilmiyor.

Yaşayan yedi çocukları olmuş. Zannedersem üç tanesi de küçükken vefat etmiş.

Bir taraftan ardı arkasına çocuk büyütmüş. Ev işlerini yapmış. At arabasıyla çiftçilik yapan kocasına ekin harmanda yardım etmiş. Başkasına yevmiyeli işe gitmiş. Dağdan sırtında odun getirmiş.

Ekmek yaparken yakacak olarak kullanmak için harmandan saman toplamış. Bağlardan gilime toplayıp sırtlayıp getirmiş. Yine ekili dikili olmayan mera diyebileceğimiz yerlerden kurumuş şapla otu, imizoku (bu da kökü olan ince uzun, yapraklı bir ot. Sözlüklerde rastlayamadım bu kelimeye.) toplar getirirdi.

Ömrü, uzak bağlardan ve dağlardan yakacak toplayarak sırtında getirmekle geçmiş. Üzerine, bir oda ve ara yerden ibaret evde yedi çocuk büyütmüş. Evin önüne şebeke suyu gelinceye kadar beldenin tek çeşmesinden su taşımış. Oturduğu evin içinde ne mutfak ne lavabo ne banyo var.

Ömrünün tamamını beş vakit namaz kılarak son yıllarını da namaz öncesi ve sonrası yatarak geçiren kocası, son yıllarda yatağa mahkum olur. Yedi çocuğun ardından yatalak kocasına da bakar tek odanın yanına yapılan ikinci odada. Bir defa olsun, bıktım, bakamıyorum dediğine şahit olan yok.

Eşi 2007'de vefat ettikten sonra oğulları yanına alır. Onlarla birlikte kalır. Ağırlıklı olarak en küçük çocuğunun evinde yaşar. Zaman zaman da kızlarının yanında. 

Yaş ilerledikçe vücudundaki kireçlenme, kemik erimesi, bel eğriliği, tansiyon, şeker, nefes alma gibi hastalıklar ortaya çıkar. Hastalıklar baş gösterinceye kadar şuram ağrıdı, şu derdim var demedi.

Ağzında bir tane dişi yok. Çürüyen, sızlayanı çektirmek bazılarını da kendisi çıkarmak suretiyle dişsiz kaldı. Kim akıl verdi ise ben diş yaptırmayacağım dedi. Yaptırmadı. Çünkü akıl veren yaptırdığı dişlerinden memnun kalmamış. Ömrümün kırk senesini dişsiz geçirdi. Yemekleri damakları yardımıyla yedi. Hepsini çiğneyemediği için gevmeden yuttu.

Hareketsizlik ve gevmeden yutma kiloya verdi. Aşırı kilosu var.

Diz, ayak ve dizlerinde ağrı eksik olmaz. Yoğurt sürer gibi ağrı kesici merhem sürer vücuduna.

Ağır vücudunu ayaklar çekmez oldu. Yürümede zorlanmaya başladı. Kaç defa düşmüşlüğü vardır. Düşerken çok teknik düşüyor olmalı ki birçok ihtiyarın başına gelen kalça kemiği kırığı başına gelmedi.

Gözler de eskisi gibi görmüyor. Doktor sarı nokta teşhisi koydu.

Şeker, tansiyon ve göğüs hapları raporlu. İlaveten göz merhemi, ağrı kesici, kas gevşetici, B12 vitamin hapı, bir de vücuduna sürdüğü ağrı kesici merhemi eksik etmedi. Okur yazar olmamasına rağmen hangi ilacı ne zaman kullanacağını kimseye sormadan kullandı. Hangi ilaçtan kaç tane kaldığını da günler öncesinden söylerdi. Yine paranın renginden kaç lira olduğunu bilirdi.

Herkesin yediğini yemezdi. Et ve et ürünleri, tereyağı ile yapılan yemekleri ağzına sürmezdi. Kokusundan bilirdi. Kokusu sinen bu tür yemekleri de yemezdi. 

İlerlemiş yaşına ve hastalıklarına rağmen oruç tutmaktan geri durmadı.

Ramazanın ortasında nefes darlığı şikayetiyle hastaneye kaldırıldı. Enfeksiyonu yüksek çıktı. Normal oda derken birkaç gün de yoğun bakımda kaldı. Sonra tekrar normal odaya alındı. Kalkamaz olduğu için hastanede bez bağlanmaya başlandı. Bayramı hastanede geçirdi.

Bayram sonrası oksijen makinesi ile birlikte taburcu oldu. Bir ay boyunca kızının evinde kaldı. Artık eskisi gibi değildi. Kendi işini kendi yapamaz oldu. Ayağa kalkamadığı için yine bez bağlanmaya devam etti.

Bir ayın ardından bir başka kızının evine geçti. Orada iken yapılan tahlil sonucunda enfeksiyon vücudunu yine kaplamıştı.

Ambulansla hastaneye kaldırıldı. Hastanede yapılan tahlil ve tetkikler sonucunda yoğun bakıma alındı. Akciğerlerine giden iki damardan büyük olanının tıkalı olduğu tespit edildi. Damarı açacak ilaç verildi. Yoğun bakımda iken kalbi durdu. Kalp masajı yapıldı. Entübe edildi. Enfeksiyona ilaveten zatürre olduğu, böbreklerinde sorun olduğu belirtildi. Damar yollarında sıkıntı tespit edildi. Kalp ritminin düzenli olmaması gerekçesiyle kalbi kuvvetlendirecek ilaç verildi.

Öğle arası yapılan ziyaretlerde makineye bağlandığı, ağzında tüp olduğu görüldü. Ziyaretine gelenleri tanıdığı gibi elleriyle ve ağzıyla hep bir şeyler söylemeye çalıştı. Ama ağzında tüp olduğu için konuştuğu anlaşılmıyordu.

Kalbi düzenli çalışmadığı için bir hafta boyunca uyutuldu.

Görünen o ki organları iflas etmek üzere.

Dile kolay. Bir asra yakın ömür kısaca böyle geçti. Bu yaşına rağmen hafızası çok güçlü. Kolay kolay unutmaz.

Nasılsın dediğin zaman her yerim ağrıyor. Sağlam tek yerim çenem derdi. Çok konuşurdu. Konuşurken bir ihtiyaç için odadan çıksan, dönüşte kaldığı yerden devam ederdi. Bağırarak konuşmaz. Konuştuğu dinlenilsin veya dinlenilmesin. Yeter ki odada biri olsun. Arka arkaya ekleyerek geçmişi anlatırdı.

Geçmişi anlatarak rahatlardı. Gördüğünü, duyduğunu fotokopi makinesi gibi alma ve aktarma özelliğine sahip idi.

Uyuduğu ile uyandığı bir olurdu. Kulağım duymaz dese de ufacık tıpırtıdan haberdardı.

Hastalık ile cebelleşmesine rağmen başka hastaların durumunu da sormadan geçmezdi.

Onun kadar hafızası güçlü ve zeki birini görmedim desem abartı olmaz.

Ömrü gelip gidiyor ama ömrü koşturarak, bedenen çalışarak geçirmiş. Doğru dürüst rahat yüzü görmemiş. Hep maddi sıkıntı çekmiş. Çoğu gibi insanca bir yaşam sürmemiş.

Hastalık başa bela olup yatağa mahkum olunca ben böyle mi olacaktım derdi.

Ne edersin ki dünya böyle. Kimin, yarınının ne olacağını kimse bilemez. Ama Allah kimseye eziyet, açlık, yokluk ve koşuşturmaktan ibaret hayat vermesin.

22 Mayıs 2025 Perşembe günü öğle vakti kalbi yine durdu. 

Ertesi gün (cuma) sabah saatlerinde kalbi benden bu kadar dedi ve gözlerini yumdu. Böylece acıları dindi. 

Anamdı kısaca bu anlatmaya çalıştığım. Hakkı ödenmez bilirim. Allah merhametiyle muamele etsin.

23 Mayıs günü Cuma namazı sonrası kılınan cenaze namazına müteakiben defnettik anamı. Bu vesileyle cenazesine katılan, taziyemize teşrif eden, telefonla arayarak acımıza ortak olan herkese çok teşekkür ediyorum. Allah hepsinden razı olsun. 

Konjonktüre Teslim

Küçüklüğümden beri yokluktan mıdır bilinmez, çaya karşı aşırı bir özlemim var. Çay varsa başka bir şey aramam. Bir çaydanlık çay olsa yeter bu kadar demem. Bir çaydanlık çayı bir başıma bitiririm.

Gündüz işte içtiğim çayın haddi hesabı yok. Akşam ise bir başına da olsam, gündüz çok içtim demem. Mutlaka çayımı koyar, içerim.

Herhalde benim kadar çay içen yoktur. Bu yönümle çaykolik biriyim desem yeridir. Gerçi benim dışında çay içen insanımız da çoktur. Bundandır ki çay içiminde dünya sıralamasında 3,16 kg ile dünyada birinci sıradayız. Adeta sudan çok çay içiyoruz. Bize en yakın ülke olarak İrlanda'ya 1 kilo fark atıyoruz.

Markete her gidişimde listede yazılı ihtiyaç listesine göre alışverişimi yaparken listede çay olmasa da marketlerin çay reyonuna uğrar, çay alırım. Evde her şey ihtiyaç kadar varken çay paketleri fazlaca olur. Nasılsa miadı geçmez, kokmaz, bozulmaz.

Geçen gün önüme Türkiye'de en fazla çay içen 20 ilin sıralaması geldi. Ben çok içtiğime göre Konya ilk sırada olur diye merakla listeyi açtım. Nedense ilk 20 şehir arasında Konya yoktu. Demek ki özgül ağırlığım yokmuş. Ben de kendi kendime gelin güvey oluyormuşum da haberim yokmuş.

Çay konusunu açmamın sebebi, bir hassasiyeti dile getirmekti. Gördüğünüz gibi konu çay içmeye gitti.

Çay içiyordum ama HDP ne zamanki partisinin adını DEM diye değiştirince, vatanını seven bir vatandaş olarak ağzıma dem demeyi almaz oldum. Halbuki çay demek dem demekti. Hanıma, çay demlendi mi bile diyemez oldum. Bunun yerine bina yıkılması ya da depremde evin çökmesi anlamına gelse de "Hanım, çay çöktü mü" demeye başladım. Bazen alışkanlık gereği "Çay demlendi mi" der demez sağıma soluma baktım. Acaba bir duyan oldu mu diye. Her ne kadar evde yabancı yoksa da yerin kulağı var diye bir şey var değil mi? Ondan sonra da birileri “terör sevici, iyi demlenmeler, maşallah, iyi demleniyorsun” desin. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Çekemezdim bunu. Hele terörist muamelesi görmeyi bu yaşımda kaldıramazdım.

Bu çekincem ya da hassasiyetim bugünlerde kalmadı. Artık ağzımı doldura doldura ve göğsümü gere gere "Hanım, çay demlendi mi" diye yüksek sesle seslenebiliyorum. Ne değişti demeyin. Dün bir DEM'li televizyona çıkamaz, çıkmak istese de hiçbir kanal onları ekrana çıkarmaya cesaret edemezdi. Hiçbir siyasi onlarla kolay kolay görüşemezdi. Kimse onlarla ittifak yapmaya yeltenemezdi bile. Çünkü vebalı idiler. Terörle aralarına mesafe koymamışlardı. Herkes onlara yok muamelesi yapıyordu.

Artık her ne değişti ise şimdi her kanalda bir DEM'li vekili konuşmacı olarak yerini almış görüyorum. Her bir siyasi onlarla görüşmek için can atmaya başladı. Kimse DEM'lilerle görüştüğü için terörist, terör sevici damgası yemiyor artık.

Anlaşılan konjonktür değişti. Birileri düğmeye bastı. DEM'lisi de demsizi de iyilik ve barış havarisi kesildi.

Benim neyim eksik bundan. Konjonktür neyi gerektiriyorsa onu yaparım. Dün DEM'liler kötü denmişse kötülerim. Bugün DEM'liler göründüğü kadar kötü değilmiş, hatta Sünni imişler denmişse, ben de onları iyi görürüm. Çünkü konjonktüre teslim olmada huzur ve mutluluk vardır. Dün dündür, bugün de bugün der, yoluma devam ederim. Size de tavsiye ederim. Konjonktür neyi gerektiriyorsa onu yapın ki hiç başınız ağrımasın. Başınız ağrımadığı gibi uyumlu ve uysal biri olursunuz. Hatta milliyetçi ve vatansever bile olursunuz. Bunun için tek yapacağınız, tekrar ediyorum, konjonktüre teslim olacaksınız. Yok, ben konjonktüre teslim olmam diyorsanız, başınız ağrır. Demedi demeyin. Üç günlük dünya için başınızı ağrıtmaya gerek var mı?

Bu arada çay ocağına gidip “Çaycı! Bir tane demli çay bile diyemiyordum. Şimdi artık kim tutar beni. “Çaycı, gönder oradan bir demli çay. İmamın abdest suyu gibi olmasın!”

Burada Erzurumlu Naim Hocayı da anmadan geçemeyeceğim. Gülme garantili vaazlarıyla  meşhur bir Hoca. Bir vaazında maçlarda futbolcular avret mahalline dikkat etmiyor. Hepsi cıbıldak. Maça gitmek caiz değil demiş. 

Gel zaman git zaman Erzurum valisi, halkın Erzurumsporun maçlarına ilgisizliğinden dem yanmış. Halkı stada nasıl çekeriz demiş. Yanındakiler, halk Naim Hocayı sever. Onun dediğini yapar. Yeter ki vaazında bu konuya değinsin derler. 

Valinin ricası Naim Hocaya ulaştırılır. 

Naim Hoca ertesi hafta vaaz kürsüsüne çıkar. Her zamanki gibi cemaati tıklım tıklım. 

Vaazını yaptıktan sonra "Cemaati Müslimin! Geçen haftaki vaazımda maça gitmek caiz değil demiştim. Validen emir geldi. Ulu'l emre itaat farz. Bundan sonra Erzurumsporun maçlarına gideceğiz" der. 

Erzurumsporun maçına seyirciler gider. Valinin davetlisi olarak Naim Hoca da protokoldeki yerini alır. 

Maç başlayınca, yanındakine Erzurumspor hangisi diye sorar. Mavi-beyaz olduğunu öğrenince, Erzurumspor her ceza sahası içinde gol kaçırdıkça, yanındakinin dizine elini vurarak, ah olmadı, olmadı der. Hoca maça kendini kaptırdıkça yanındakinin dizi de şaplaktan nasibi alır. 

Vali bir sonraki Erzurumspor maçı geldiğinde, yardımcılarına "Hocayı maça çağırın. Mutlaka gelsin. Yalnız onunla benim aramda bir koltuk boş bırakılsın" talimatını verir. 

20 Mayıs 2025 Salı

Suriye'nin Biz Neresindeyiz?

“Suriye hükümet kaynaklarınca yapılan açıklamada, Suriye’nin Kara ve Deniz Limanları Kurumu ile Fransız denizcilik şirketi CMA CGM arasında, Cumhurbaşkanı Ahmed Şara’nın huzurunda bir yatırım anlaşması imzaladığını bildirdi.

Suriye Limanlar İdaresi ile Fransız şirketi CMA CGM arasında imzalanan sözleşmenin en önemli maddeleri:

Sözleşme 30 yıl sürecek; anlaşma, 230 milyon avro maliyetle Lazkiye Limanı’nın geliştirilmesi ve işletilmesini kapsıyor.

İlk yıl şirket 30 milyon avro ödeyecek, takip eden dört yılda ise 200 milyon avro daha ödenecek.

Rıhtım 1,5 kilometre uzunluğunda ve 17 metre derinliğinde olacak.

Yeni ekipmanlar sayesinde limana büyük gemiler girebilecek ve yapılan gelişmelerle çok sayıda konteynerin kabulü mümkün olacak.

Sözleşmeden doğan avantajlar, altyapı hazırlıkları ve limanın yeniden yapılandırılmasının ardından beş yıl içinde yürürlüğe girecek.

Yeni Suriye hükümeti, tamamen farklı detaylara sahip olan eski sözleşmeyi iptal etti".

Yazıyı Halil Ülker'den aldım. Yazısının sonuna not olarak şunları ilave etmiş Halil Ülker.

"Not: Para basım işini Rusya kabul etmedi, Avrupa'da matbaa arıyorlar.

Petrolü ABD-PKK ittifakı çıkartıyor.

Hava limanları için Kuveyt-Katar-Mısır arasında gidip geliyorlar.

Deniz limanları ve doğal olarak deniz ticaretini Fransızlara devrediyorlar.

Biz de Emevi Camiinin halılarının bir kısmını yeniliyoruz.

Evet sanırım Suriye’de biz ne dersek o oluyor".

Halil Bey bu yazısına bir de Emevi Camiinde namaz kıldık eklese, daha iyi olurmuş.

Nereden bakarsak bakalım. İlginç, garip bir o kadar manidar ve her yönüyle üzücü bir anlaşma.

Güya Suriye'yi biz fethetmiştik. Adına fetih hutbesi bile okuttuk. Ta neredeki Fransa gelmiş, yanı başımızdaki Suriye ile liman anlaşması yapıyor. Diğer anlaşmalarda da başka ülkeler var, biz yine yokuz.

Öyle görünüyor ki bizim Suriye'deki varlığımız her konuda olduğu gibi hamasetten öteye geçmiyor. Şayet hamasetten öteye geçmiş olsaydı, bugün Suriye ile bu anlaşmayı Fransa değil, biz yapmış olurduk. Görünen o ki bize Emevi Camiinde namaz kılmanın ötesinde bir amorti bile yok. Hakkını yemeyelim. Bir de Trump’tan bol bol övgü alıyoruz.

Belki de hiç kazancımız olmadığından olsa gerek, haberlerde eskisi gibi Suriye pek gündemde yok. İlerleyen yıllarda en uzun sınırlı komşumuz Suriye adı altında, temenni etmem ama belki de İsrail olur, belki de Suriye askeri görünümlü YPG/PYD olur.

Başarıda Aidiyet Duygusunun Rolü

Galatasaray'ın iki bin yılında aldığı UEFA kupasında, takımda oyuncu olarak görev yapan Romanyalı Hagi ve Popescu, Galatasaray'ın 5.yıldızı alacağı 25.şampiyonluk maçı için 25 yılın ardından İstanbul'a gelip eski takımlarına destek oldular.

GS yönetimi davet etmiş, onlar da kalkıp gelmişler. Bu, olsa olsa bir aidiyet duygusudur. Bir yerde aidiyet duygusu varsa orada bir kültür oluşmuş demektir.

GS, aidiyet duygusu ve kurum kültürünü oturtmuş bir kulüp olarak birçok kulüp ve kuruma örnektir. GS bu yönüyle bir okuldur.

Aidiyet duygusu ve kurum kültürüne verebileceğim tek örnek iki Romen futbolcu değil. Aynı zamanda GS yönetiminde de bir kurum kültürü var. Kulübe başkan olan eski ve yeni yöneticilerin sırt sırta vermesi, birbirleriyle kanlı bıçaklı olmaması, maçlarda yan yana oturmaları, GS'nin başarısı için kenetlenmeleri, kulüpte ikiliğin olmaması, eski ve yeni yöneticilerin dışarıda birbirini eleştirmemesi buna bir örnektir.

Yine takıma bir yıllığına kiralık gelen Osimen'in kırk yıllık bu takımın futbolcusu gibi aidiyet hissetmesi de verebileceğim örnektir.

Belki de Galatasaray'ı başarıya götüren bu aidiyet duygusu ve kurum kültürüdür. Her ne kadar yapı vs. gibi bahanelerle GS'nin başarısı gölgelenmek istense de GS'nin UEFA ve Süper kupayı alması, 25.şampiyonluğa ulaşması ve beşinci yıldızı takması tesadüf değil. Bu başarıda takım ve kulüpteki aidiyet duygusunun payı büyüktür.

GS'de olan bu aidiyet duygusu ve oturmuş kurum kültürü niçin başka kulüplerde ve başka kurumlarda yok?

Kurum kültürü ve aidiyet duygusunun olması gereken yerlerden bir tanesi de okullardır. Maalesef çoğu okulumuzda bu kültür olmadığı için mezun olan öğrenci ya da o okulda görev yapıp ayrılan öğretmen o okula dair bir şey hissetmiyor. Çünkü okula geldiği zaman birlikte çalıştığı yönetici gitmiş, arkadaşları ayrılmış olabiliyor. Okulunu ziyarete geldiği zaman kimse sahiplenmediği için kişi kendini yabancı hissedebiliyor. Bu, bir nevi okulun hafızasının kalmaması demektir.

Okullarda kurum kültürünü yerleştirmek için Milli Eğitim Bakanlığı çaba gösterse de bu konuda çok başarılı olduğu söylenemez.

Sadece okullar ve futbol kulüpleri değil, birden fazla insanın olduğu her yerde mutlaka aidiyet duygusunun ve kurum kültürünün oluşturulmasında yarar görüyorum. Bir yerde bu dediğim varsa orada ekip ruhu vardır, hasbilik vardır. İnsan böyle yerde kendini evinde gibi hisseder. Bunların olduğu yerde huzur, barış ve mutluluk olur. Başarı da bunların arkasından gelir.

Düşmanla Ayakta Kalmak

Bir zamanlar bu ülke, laik-seküler ve mürteci diye kutuplaştırıldı. Siyasette ve basında sürekli irtica korkusu pompalandı. Başörtüsü siyasi simge kabul edildi. Başörtülülere okullar ve kamusal alan dar edildi. Seçimlere bu gerilimle gidildi. Birkaç dönem seçimler bu atmosferde yapıldı.

Bir ara kutuplaştırmanın adresi Ergenekon Terör Örgütü (ETÖ) idi. Televizyonlar günlerce Ergenekon'dan bahsetti. Çoğu kimse Ergenekoncu diye içeri atıldı.

Bu süreçte asker darbe yapacak korkusu pompalandı. Yapılan operasyonlarla birçok üst düzey subay Ergenekoncu diye tutuklandı.

Ergenekoncu diye içeri alınanların davaları uzun süre devam etti. Çoğu yargılanıp mahkumiyet aldı. Konuşan askerler susturuldu. Askeri vesayet geriletildi. Seçimler bu atmosferde yapıldı.

Bu süreçte başta Zaman gazetesi olmak üzere gazetelerde çarşaf çarşaf isimler ve ne yaptıkları yayımlandı. Silahların nerelere gömüldüğü işlendi. Darbe hazırlık safhalarına yer verildi. STV ise hem haberlerinde hem tartışma programlarında Ergenekon'u işledi.

Sonra bir sabah kalktık ki "Kandırıldık. Kahraman ordumuza kumpas kurulmuş" dendi. Ergenekonla mücadele bitti. Yıllarını Ergenekon yargılamasına veren mahkeme, "Ergenekon diye bir örgütün varlığı tespit edilememiştir" demek suretiyle yargılamaya son noktayı koydu. Bu davadan mahkumiyet alanlar yeniden yargılanmak suretiyle beraat ettiler. İçeride yatanlar belki de devletten tazminat aldılar. Suçsuz yere yatmışlarsa tazminat almak haklarıdır.

Ergenekon diye bir örgütün olmadığı anlaşılınca, bir zamanlar Ergenokon operasyonlarını devlet adına yapan "Hizmet Hareketi" 17-25 Aralık operasyonunu başlattı. Zaman ve Taraf gazetelerde ve STV'de "Yolsuzluk var" konusu işlendi. Tapeler havada uçuştu. Üç bakanın adı yolsuzlukla anıldı. Hele bir bakanın hediye dediği pahalı saat çok konuşuldu. Üç bakan Yüce Divana gitmekten oy çokluğuyla kurtuldu. Ülke, "Yolsuzluk var/yolsuzluk yok, hükümete yargı darbesi var" diye ikiye bölündü. O süreçte 17-25 Aralık, "17-25 haftası" olarak anıldı.

17-25 Aralık öncesi bu ülke 2013 yılında "Gezi olaylarına/Gezi kalkışmasına şahit oldu. Taksim merkezli sokak hareketleri büyükşehirlere sıçradı. Güç bela sokağa hakim olundu. Çok kişi tutuklanıp yargılandı. Uzun bir yargılamanın ardından çoğu berat etti. Bildiğim kadarıyla bir kişi var Gezi olaylarından mahkumiyet alan.

15 Temmuz 2016 yılında bir zamanlar "Hizmet Hareketi/Paralel Devlet Yapılanması diye bilinen örgüt darbeye kalkıştı. TBMM bombalandı. Asker askerle, polis polisle karşı karşıya geldi. 251 insanımızın vefatıyla sonuçlandı bu darbe teşebbüsü.

1970'lerden beri Türkiye'yi uğraştıran terör örgütü PKK'yi söylemeye gerek yok.

Yine 1938 ile 1950 yılları arasında ülkeyi yöneten zihniyeti de burada eklemek lazım.

Alevilik-Sünnilik, Türk-Kürt konusu da bir zamanlar epey gündemimizde kaldı.

Yakın bir zamanda ülkede yabancılar meselesi patlak verirse sürpriz olmaz.

Kısaca bu ülkede ezeli ve ebedi düşmanlar eksik değil. Gücü ele geçirmek veya bir güç olmak ya da gücü elde tutmak isteyenler düşmanla yaşarlar. Bir yerde düşman varsa orada kutuplaştırma eksik olmaz. Kutuplaşılan bir yerde oylar banko olur. Çünkü korku siyaseti hakim olur. Korkan da birilerinin şemsiyesi altına sığınır.

Bu korkulan düşmandan birileri daima ekmek yer. Korkutulan düşman Ergenekon, Gezi, FETÖ gibi konjonktürel olabilir ya da 1938-1950 dönemi zihniyeti ve PKK olabilir. Her ne kadar PKK şimdi tehdit olmaktan çıkmak üzere ise de terör örgütü üzerinden birileri çok ekmek yedi. Şu var ki 1938-1950 dönemi ekmek yemek isteyenler için bitek bir tarla. Bu dönemde yapılanları sürekli gündemde tutmak suretiyle birileri ekmek yemeye devam etmekte.

Bugün Ergenekon ve Gezi tehdidi kalmadı. Ama FETÖ tehdidi devam ediyor. Bu tehdit ne zamana kadar devam eder? Bir başka tehdit ortaya çıkıncaya kadar devam eder.

Kısaca bu ülkede düşman bulmak, birilerini düşman göstermek suretiyle birileri korku pompalar. Bu pompalanan korku onları ayakta tutar. Düşman yoksa yaşama şansları yoktur. Hiç düşman kalmasa mutlaka bir düşman bulunur.

Mourinho ve Melih Gökçek

Büyük umutlarla FB'nin teknik direktörlüğüne getirilen Mourinho, başta Fenerbahçeliler olmak üzere tüm ülke için tam bir hayal kırıklığı oldu.

Sorumlu olduğu takımını çalıştırıp işiyle uğraşacağı ve şampiyon olacağı yerde, tüm bir yılını saha dışı olaylara, özellikle rakip olarak gördüğü GS'ye harcadı. Yattı GS, kalktı GS, yattı Okan Buruk, kalktı Okan Buruk.

Ligin bitmesine üç kala oynadığı Eyüpspor maçı sonrası düzenlediği basın toplantısında, maça dair bir şeyler söylemek yerine, GS'nin, Kayserispor maçının son dakikalarında kazandığı penaltıyı Muslera'ya attırmasını "Nasıl biri olduklarını gösteriyor" diyor. Başaramadık diyeceği yerde "Türkiye liginin nasıl bir lig olduğunu tüm dünyaya göstererek başarılı olduğunu" söylüyor. Gören de FB'nin teknik direktöründen ziyade FB'nin basın işlerinden sorumlu görevlisi sanır.

Herzeleri bununla sınırlı değil. GS teknik direktörü Okan Buruk'un burnunu sıkması, onu maymuna benzetmesi, bu ligin sonucu baştan belliydi demesi yabana atılır herzeleri değil.

Sorulan sorulara ciddiyetsiz cevaplar vermesi, soruyu uzatana tepki olarak uyuma moduna geçmesi, futbolcu seçimini masa üstüne saçtığı paralarla belirlediğini, geceyi gece kulüplerinde geçirdiğini söylemesi ciddiyetten uzak olduğuna bir örnektir.

Aldığı o kadar yenilgi sonrası bir defa olsun, hata bendeydi demediği gibi benim kalitem belli demesi ilginç.

Sanıyor ki geçmişte aldığım 26 kupa kalitemi gösteriyor. Adım yeter. Ayrıca takıma taktik vermeme gerek yok. Ceketimi koysam kafi diye düşünüyor.

Fenerbahçe yönetimi 11 yıldır şampiyon olamama üzüntüsünü bir tarafa bırakıp kendi elleriyle kucağında buldukları bu problemden kurtulmanın yoluna bakmalı.

Takımın başına geçtiği ilk andan itibaren sığındığı mazeretlere bakılırsa, burada suçlu Mourinho'dan ziyade "Bu ülkede yapı var. Ben olduğum müddetçe şampiyon yapmazlar" diyen yönetim burada suçludur. Yönetimin bir diğer suçu da her konuşması itici ve problem olan, gerilimi artıran bu kişiye karşı yönetimin ne yapıyorsun, kendinde misin dememesi. Aksine her söz ve eylemini desteklemesidir.

Bu adamın teknik direktörlükle bir alakası yok. Bu kadar kupayı nasıl aldığı bir muamma. Öyle zannediyorum, rakiplerini tahrik ederek, onları gererek hata yapmasını sağlamış olmalı. Bu ülkede de aynı yol ve yöntemi izledi ama ters tepti.

Bir de her başarısız sonucun ardından "Buranın kültürü bu. Benim kültürüm böyle değil demesi" hiç yenilir yutulur bir şey değil. Güya bu adam başarısız olacak ama ona kimse bir şey demeyecek. Çatır çatır maaşını almaya devam edecek. Beğenilmiyorsa yüklü tazminatını alıp gününü gün edecek. Gören de o kadar kulüpten hiç kovulmadı sanır. Halbuki kaç kulüp bununla yollarını ayırmış. Hepsinden yüklü tazminat almış. Belli ki buraya da tazminat almak için gelmiş. Bir gerçek var ki başarısız her teknik direktör dünyanın her bir yerinden gönderilir. Bu konuda her ülke her kulüp ortak bir kültüre sahip. Durum bu iken bu adam neyin kafasını taşıyor böyle?

Fenerbahçeli değilim ama ülkenin bu köklü kulübü Fenerbahçe böyle bir teknik direktörün elinde oyuncak olacak bir kulüp değil. Kulübe daha fazla zarar vermeden FB bu teknik direktör müsveddesinden bir an evvel kurtulmalı.

Keşke teknik direktör müsveddesi olsa daha iyi. Bu adam güç zehirlenmesi yaşıyor. Tam bir kibir budalası. Gerilim ve tazminattan besleniyor. Dini, imanı başarısızlığa kılıf bulmak. Tam bir egoist ve bencilin teki. İticilikte üstüne yok. Burnundan kıl aldırmıyor. Herkesi küçümsüyor. Başarısızlığın altında ezilirken kendine toz kondurmuyor. İçi fesat ve haset dolu bu kişinin önce insan olmaya ihtiyacı var. Belki de tedavi olması gerek. Çünkü hasta bir insan profilini andırıyor.

Konuşması hal ve hareketleri muhatabı çıldırtırken bu gerilimden beslenen kendisi rahat bu kişi, işin garibi, daha gepegenç duruyor. Hiç yaşını göstermiyor. Belli ki minyon tip. Bu itici, minyon tipiyle bizde bir zamanlar Ankara Büyükşehir Belediye başkanlığı yapan Melih Gökçek Bey'e ne kadar benziyor.

Ne alaka demeyin.Kulvarları farklı olsa da ikisinin kişilikleri birbirine çok benzer. Katılır veya katılmazsınız. 

19 Mayıs 2025 Pazartesi

TOKİ'den Evin mi Var?

TOKİ'den evin çıksa bir türlü, çıkmasa bir türlü. Çıksa bir dert, çıkmasa bir dert.

TOKi'ye başvurup da çıkmayan, "Şansıma küseyim. Zaten bende şans ne gezer" deyip üzülür. Bu üzüntü de uzun süreli olmaz. Zaten ya çıkarsa diye girmişti. Hepsi bu kadar.

TOKi'den evi çıkanın sevincine diyecek olmaz. Peşinatı bir çırpıda bulur, buluşturup, yatırır. Geri kalan ödemesi de kolay nasılsa. Taksitle çünkü. Taksitler ise 20 yıla yayılmış. Belirlenen taksit de fazla değil. Taksitler de eve oturduktan sonra başlıyor. Kira öder gibi ev sahibi olacaksın diyeceğim ama ödenen meblağ kira fiyatlarından çok çok düşük.

Banka aracılığı ile ödenen taksitler de çok şeffaf. Toplam borcun, hangi ay kaç lira ödeyeceğin ve ödediğin miktar kuruşu kuruşuna yazılı. Hepsini bankadan izleyebiliyorsun.

Banka senin DASK'ını, konut sigortanı, poliçe vs.'yi de takip ediyor. Yeter ki hesabında para bulunsun.

Hesabından ödeme almadan önce şu tarihte hesabınızda para bulundurun. Şu şu ödemeler alınacaktır mesajı gönderiyor. Ama ne kadar olduğunu belirtmiyor.

Ara ara para istiyor. Hesaba para aktarıyorsun. Ama ne ara ne kadar kesinti yaptığını bilmek bir muamma. Hesabında para bulamazsa, “Hesabınızda para olmadığı için poliçe kesilmemiştir” türünden mesaj gönderiyor banka. Mesela Nisan 15'te biri 379 TL, diğeri 846,39 TL olmak üzere iki ayrı ödeme almış. Numaraları farklı poliçe ikisi de.

Bir daha epey bir para istemez diyorsun. Ama bir ay sonra Mayıs 16'da 507 TL daha ödeme alıyor. Ne diyeyim, hikmetinden sual olmaz.

Ben geleyim aylık taksitlere. Her ay ödüyorsun. Toplam defaten ödeyeceğin miktar azalacağı yerde artıyor. Hem de astronomik. Bir buçuk yıl böyle ödedim. Benim toplam borç azalmadığı gibi katlandı. Ödediğim de cabası. Artık nasıl bir faiz ya da güncelleme yapılıyorsa ne akıl erer buna ne de sır.

Her altı ayda da taksitlere zam yapılıyor.

Olmayacak böyle. Defaten yatırıp kurtulayım şu taksitten ve her gün her ay artan borçtan diyorsun.

Bulup buluşturup borcu kapatıyorsun. Tapuyu alıyorsun. Şükür, kurtuldum diyorsun.

Ama şükretmekle kalıyorsun. Tapuyu üzerine aldıktan sonra da ilgili banka peşini bırakmıyor. Durmadan "Hesabınızda para bulundurun" mesajı gönderiyor. Ne zaman para bulursa konut sigortası mı, poliçe mi, DASK mı artık ne ise kesmeye devam ediyor.

Hasılı kaybetmezsem buldum TOKİ’yi bir de anlaşmalı bankayı. Herhalde bu poliçeler benden alınmaya devam edecek.

Değinmek istediğim bir husus da TOKİ yönetimi. Bu yönetim de site görevini yerine getiriyor. Aylık site aidatını verdikleri hesaba gönderiyorsun.

Site aidatını da altı ayda bir mi güncelliyorlar, yılda mı çok anlamış değilim. Belirlenen aidat da küsuratlı. Yanlış hatırlamıyorsam, ilk aidat 407 lira idi. Sonra 669 TL’ye çıktı. Şimdi de 997 lira. İyi de niçin 410 değil, 670 değil, 1000 değil. Gören de masraflar kuruşu kuruşuna hesap ediliyor diye düşünür. Ümit ediyorum ki öyledir.

Yalnız garibime giden, site yönetimi önce güncel aidat miktarını gönderiyor. Aidatlar bu kadar olmuştur diyor. Ardından akşamında daire sahiplerinin katılımıyla toplantı düzenliyor. Toplantıya katılım oluyor mu, oluyorsa da hangi gündem konuşuluyor bilmem. Herhalde güncellenen aidat miktarı oylatılıyor olsa gerek. İyi de benim bildiğim, yönetim önce toplantı düzenler. Toplantıda aidat miktarını artırmamız gerek der. Anladığım kadarıyla yapılan toplantı formaliteyi yerine getirmek için olsa gerek. Öyle zannediyorum, aylık aidat miktarını site yönetimi de belirlemiyor. Toplu Konut İdaresi merkezden belirleyip illerdeki TOKİ yönetimlerine gönderiyor.

Aidatlar her ne şekilde belirleniyorsa, anladıysam harap olayım.

Bir de TOKİ’de oturanlar ağırlıklı olarak dar gelirli insanların oturduğu yerler. Site yönetiminin ya da TOKİ idaresinin belirleyip güncellendiği bu aidatlar birçok siteye göre yüksek. Zannedersem, masrafı artıran da sitenin temizlik görevlilerinin maaşı olsa gerek. Çünkü bu devirde apartman ve sitelerde görevli çalıştırmak ancak cep yakar. Site yönetiminin ya da Toplu Konut İdaresinin, aidatları aşağıya çekecek tedbirler almasında ve asgari görevli çalıştırmasında yarar görüyorum.

Şu hakkı da teslim edeyim. TOKİ'nin muhasebesi kuruşu kuruşuna tahsil ettiğini tutuyor. Eksik ya da fazla yatıranını miktarını da her ayın son gününde mesaj olarak gönderiyor. Mesaj yoluyla bilgilendirmeyi iyi yapıyor. Milli bayramlar ve dini bayramların kutlamasını da hiç ihmal etmiyor. 

Zorunlu Trafik Sigortası

Bugüne kadar iki arabam oldu. İlk arabamı 1999 yılında alıp 2005 yılında satmıştım.

İkinci arabamı altı yılın ardından 2011 yılında aldım. Hala bu aracı kullanıyorum.

İlk arabamın arka sağ çamurluğuna biri vurmuştu. Çamurluğu kendi imkanlarımla yaptırdım.

İkinci ve halen kullanmakta olduğum arabama ise 14 yıldır kaç defa birileri vurdu. Park halinde iken vurup kaçanlar oldu. Hepsini resmiyete gitmeden gidip kaportacıya yaptırdım. Arka arkaya gelen bir aracın vurmasıyla sadece bir tutanak tutuldu. Tutanağı işleme koymadan kendi imkanlarımla yaptırdım. Park halinde iken sol ön çamurluğa vurup kaçanın vurduğu yeri yaptırmadım. Nazarlık olarak bekletiyorum. Bir defasında ambulansa yol açmak niyetiyle öndeki araca arkadan hafifçe vurdum. Tutanağa ihtiyaç duymadan bir kaportacıya giderek sürücünün arka çamurluğunu yaptırarak masrafı cebimden ödedim.

Anlatmak istediğim, bugüne kadar vurup çarpma ve trafik kazasından kaynaklı masraflar için zorunlu trafik sigortasından bir kuruş yararlanmadım.

Zorunlu trafik sigortası yaptırmıyor muyum? Yaptırmaz olur muyum. Hem de sektirmeden gününde yaptırıyorum. Üstelik yaptırdığım sadece zorunlu trafik sigortası değil. İMM poliçesi ve yol yardım poliçesini de tavsiye ediyor sigortacı. Ben de tavsiyeye dayanamayıp yaptırıyorum.

Son birkaç yıldır trafik sigortasına ödediğim paralar da yenilir yutulur ve hazmedilir türden değil. Yüklü ve anormal poliçeye rağmen pek taksit de yapılmıyor.

Trafik sigortası ve İMM'den yararlanmadığım gibi yol yardımından da yararlanmadım.

Kısaca yararlanmadığım sigortaya her yıl yüklü ödeme yapıyorum.

Resmiyete girmiş kaza olmadığı için kaza yapan emsallerime göre belki daha düşük ödüyorum.

Kaza yapıp resmiyete sokanlar ise daha fazla trafik poliçesini para ödüyor.

Tamam, kaza yapıp poliçesinden ve kaskosundan faydalanan yeni sigorta ve kaskoda fazla ödeme yapsın ama benim gibi sigortadan hiç yararlanmayanlar için bir şeylerin düşünülmesi gerekir. Sadece zorunlu trafik sigortası yaptırırken biraz düşüğe yapmak yeterli olmasa gerek.

Ne yapılabilir? Pekala her yıl ödenen sigorta toplamından, üç beş yılda bir belli bir yüzdesini güncel sigorta bedeli üzerinden araç sahibine geri ödeme yapılabilir. Geri ödeme düşünülmese bile yeni sigorta vakti geldiğinde, "Sigorta bedeli bu kadar. Şu kadarını hesabınızda biriken paradan karşılıyoruz. Sizin ödeyeceğiniz miktar sadece bu kadar" denebilir. Bu yol ve yöntem trafik kazalarını önlemede bir teşvik olabilir. Sürücüler trafikte daha özenli ve titiz davranabilir.

Kısaca kaza yapan ile yapmayan arasında fark olmalı. Trafik sigortasında toptancı anlayış doğru değil. Niçin kaza yapmayanın sigortası kaza yapanın kaza masrafına kullanılsın. Bu konuda adil bir düzenleme yapılmalı.

Yine her yıl kallavi bir şekilde artan zorunlu trafik sigortası da makul bir seviyede tutulmalı. Her yıl katlanan bu anormal artış makul bir seviyede tutulmalı. Her yıl bu şekilde arttığına göre belli ki ödenen trafik sigortası yeterli değil. Yeterli değil diye bu kadar bindirmenin bir alemi yok. Sigorta artışlarında da makul bir orta yol bulunmalı.

17 Mayıs 2025 Cumartesi

Diline Fransız Biz

Hangi millet hangi kıta hangi ırktan olursa olsun, hepsinin kendi dili dışında, başka bir yabancı dili özellikle İngilizceyi konuştuğu bir gerçek. Bunun tek istisnası bizim ülkemiz.

İngilizceyi öğrenmek için bu ülke çok çaba sarf etti. Anadolu liseleri yabancı dil ağırlıklı idi. Hepsi hazırlık+üç yıl eğitim yaptı. Hazırlık sınıfında bir yıl boyunca İngilizce okutuldu. Yabancı dil ağırlıklı süper liseler açıldı. Sonradan liselerin dört yıla çıkarılması ile birlikte çoğu liselerde yabancı dil hazırlık sınıflar kaldırılsa da İngilizce dersi ilkokul ikinci sınıftan itibaren tüm öğrencilere okutulmaya başlandı. Şimdi ilkokul ikinci sınıftan, lise son sınıfa kadar her okulda İngilizce dersleri okunuyor. Üniversitede hakeza. Yine yabancı dilini geliştirmek için özel ders alanlar ve dershaneye gidenlerimiz de eksik değil.

Gel gör ki bu kadar eğitim ve çabaya rağmen özel gayret gösteren pek az kişinin dışında bu ülke insanının kahir ekseriyeti, dert ve meramını anlatacak kadar bir İngilizce bilmiyor.

Burada şu gerçeğin altını çizeyim. Gramer konusunda bu ülke insanı İngilizlere taş çıkartır. Bizim İngilizce gramer ve tensleri (zamanları) bildiğimiz kadar İngilizler tensleri bilmez.

Ama bir gerçek var ki biz o kadar İngilizce eğitimine rağmen İngilizceye Fransızız.

2011 yılından beri ülkemizde olan Suriyelilerin çoluk çocuk ve yaşlısının çoğu Türkçe biliyor ve konuşuyor. Biz hiçbirimiz, imam hatip eğitimi ve ilahiyat okuyanların çoğu dahil Arapça konuşamayız.

İçimizde Türkçe konuşan Suriyeliler çok mu zeki? Sanmıyorum. Başka kıta ve ülkelerin insanı bizden çok mu zeki? Zannetmiyorum.

Sınavlarda yüksek puanlar alarak sınıf geçtiğimiz İngilizce ve Arapça konuşamayışımızın temelinde, kendi dilimizi çok iyi bilmediğimiz gerçeğinin olduğunu düşünüyorum. Biz kendi dilimizi iyi bilsek, bir başka dili öğrenip konuşmamızın önünde bir engel yok. Bunda, tıpkı Arapça ve İngilizcede zamanlara sarf ettiğimiz gibi Türkçe öğrenmede de ögelere ağırlık vermemizin payı olsa da esas sebebin kendi dilimizi iyi bilmeyişimiz olduğu bir gerçek.

Yalnız bu gerçeğin altını dolduramıyordum. Nihayet bu gerçeğin altını dolduran bir konuşma dinledim. "Paylaşılan bir veriye göre kendi ana dilini, kendi ülkesinde en az kelimeyle konuşan insan topluluğu imişiz".

Paylaşılan bu verinin ne derece bilimsel olduğunu bilmemekle beraber, bu veri, niçin bir başka yabancı dili öğrenemeyişimizin aynı zamanda bir cevabıdır. Çünkü kendi dilini iyi bilmeyen bir başka dili öğrenemez. Biz kendi dilimizi bilmiyoruz ki bir başka dili öğrenelim. Biz kendi dilimizi bilmiyoruz ki birbirimizle anlaşabilelim.

Veri gerçekten çarpıcı, bir o kadar da bizim için üzücü. Ne demek kendi dilini kendi ülkesinde en az kelimeyle ifade etmek. Bu ayıp bize yeter de artar bile. Türk Dil Kurumunun hazırladığı Türkçe sözlüğe baksak, orada yazılı çoğu sözcükleri ne kullanırız ne de anlamını biliriz.

Kısaca, günlük hayatta kullandığımız kelime bilgisi 200-300 kelimeyi geçmez. Tüm meramımızı bu kadar kelimeyle ifade ediyoruz.

Belki de şiddet ve kavgaya meyilli, tartışmalarda sesimizin yükselmesi de kelime hazinemizin kıtlığı ile alakalıdır. Çünkü şiddet ve sesin yükselmesi, sözün bittiği anlamına gelir. Kendimizi ifade edebilsek, muhatabımızı ikna edebilsek, meramımızı güzel bir şekilde anlatabilsek, niye sesimizi yükseltelim, niye şiddete başvuralım.