Sosyal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Sosyal etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2025 Salı

Terbiyesizliğin Daniskası

01.12.2025 akşamı FB-GS arasında oynanan lig maçı oynandı. Ezeli rekabet, FB santrforu Jhon Duran’ın son saniyelerde attığı golle 1-1 berabere sona erdi.

Maçı izlemedim. İzlemem de. Bugüne kadar herhangi bir stada gidip maç izlemişliğim de yok. Televizyondan sadece milli maçları ve kulüplerin Avrupa maçlarının bazısını izlerim.

Her hafta sonu maçlar oynandıktan sonra şampiyonluğa ve düşmeye oynayan takımların sıralamasına bakarım. Ayrıca GS ve Konyaspor bu hafta ne yaptı diyerek skorlarını takip ederim. Futbola ilgim bu kadar.

İşten eve geldikten sonra da sosyal medyanın kısa videolarına göz atarım. Maçın oynandığı akşamın ertesinde kısa videoları açtım. Bir iki videonun arkasından FB takımının maçı bir bire getirdiği golü izledim. Maalesef golden sonra golü atan Jhon Duran’ın insanlıktan nasibi olmayan nahoş sevinç gösterisini de izlemiş oldum. Montaj mı diye emin olmak için birkaç defa izledim.

Maçı izleyenler ya da benim gibi sonradan kısa videodan görenler de bu sevinç gösterisine hayret etmiştir ve izledikleri görüntüden dolayı mahcup olmuştur.

90+5’te gol atarak takımını mağlup olmaktan kurtaran Jhon Duran, attığı gol sonrası FB tribünlerine doğru gidiyor. Tribün önündeki demirlerin üstüne çıkıyor ve cinsel organını iki eliyle tutarak seyircilere doğru sallıyor. Salladıkça sallıyor hem de. Böyle yazdığım için özür dilerim. Çünkü anlatırken ben utandım.

Bir futbolcu attığı gole sevinir. Takımını son saniyelerde attığı golle takımını mağlup olmaktan kurtardığı için daha fazla sevinir. Ama hiçbir sevinç terbiyesizlik, ahlaksızlık, utanmazlık seviyesinde olmaz. Sevincin de bir ölçüsü, edebi, sınırı ve seviyesi olur.

Kolombiyalı bu futbolcunun futbolculuğuna bir şey demem. Yalnız eğer bir futbolcu sevincinden ne yaptığını unutacak kadar kendini kaybediyorsa ben bu futbolcuya takımımda yer vermem. İstersen takımın vazgeçilmez yıldız futbolcusu olsun.

Ben o kulübün yetkilisi olsam, mukavelesini fesheder, kulüple bağını koparırım. Hiçbir şey yapamasam süresiz kadro dışı bırakırım. Transfer sezonu geldiği zaman elden çıkarırım.

Öyle zannediyorum, bu futbolcunun bu videosunu FB’li yetkililer de izlemiştir. Kendi futbolcuları da olsa bu görüntüden onlar da mahcup olmuşlardır. Gereğini hemen yapmalıdırlar. İnşallah savunmaya geçmezler.

Jhon Duran’a öyle bir ceza verilmeli ki eli uçkurunda olan, onu olur olmaz meydanlarda sallayan, sallamaya yeltenecek ne kadar sevincik delisi varsa hepsine ibret olmalıdır.

Abartıyor değilim. İnanın bu futbolcunun yaptığını hayvanlar bile yapmaz.

Liseli Kızların Makyajı

Moda dendiği zaman kadın akla gelir. Çünkü stilistler giyim ve kuşamda hep kadınlar üzerine kafa yorarlar. Bugüne kadar piyasaya çıkardıkları da hep müşteri bulmuştur. Hatta kapış kapış gitmiştir. 

Modadan geçtim. Lise çağındaki genç kızların makyajı, saçlarını boyamaları bana garip geliyor.

Daha genç yaşta saçları dökülse ya da ağarsa varsın boyasınlar diyeceğim. Bir defa boyama ile bu iş bitse varsın saçlarının rengini değiştirsinler diyeceğim. Gel gör ki saç boyandı mı sürekli boya ister. Bu da rapora bağlı hastaların bazı ilaçları ölünceye kadar kullanarak ilaç firmalarının vefalı müşterileri oldukları gibi saça boya girmişse ilanihaye güzellik salonlarının gedikli müşterisi olurlar. 

Bir diğer husus, genç kızların makyaj yapması. O kadar aşırı makyaj yapanlar görürüm ki sanırsın ki boya küpüne girip çıkmış. Çoğunun yüzüne bakılmaz. Çünkü bildiğin boya.

İnsan yaşlansa, yüzünde kırışıklar oluşsa, dersin ki gizlemek için makyaj yolunu seçti. Ama daha sıfır km denecek yaşta olan, yüzünde kırışıklık olmayan gencecik kızların makyajını hiç anlamadım. Anlamaya niyetim de yok. 

Kimsenin makyajında, saçını boyamasında, modayı takip etmesinde değilim. İsteyen makyajını yapsın isteyen modayı takip etsin isteyen saçını boyatsın. 

Belediyeleri Nasıl Bilirdiniz?

Belediyeleri nasıl bilirsiniz bilmem. Bildiğim, varlıkları da problem, yoklukları da.

Bunlarsız olmaz. Bunlarla da olmaz.

Başına buyruklar. Devlet içinde devlettirler. Ayrı bir cumhuriyettirler.

Yapıp bozmada, bozup yapmada üstlerine yoktur. Kaldırım ve kavşakta hizmet tanımazlar. Kavşakların bazıları yolu rahatlatırken bazıları nazarlıktır. Bizi unutmayın, her bu kavşağa gelince bu hizmeti size sunanı hatırlayın dercesine kavşağı çileye dönüştürürler. Işık koymadıkları yerlere tümsek ve kasis yapmak da hatırlanması gereken hizmetlerindendir.

Devlet bütçesi gibi bütçeleri vardır. Doğru dürüst borçlu olmayanı yoktur. Gerekirse kredi çekip faizini öderler. Her bir belediye kendinden sonraki yeni yönetime devlette devamlılık esastır prensini gereği borç devreder.

Gerekli, gereksiz her işe burunlarını sokarlar. Yapmaları gerekeni bazen yapmazlar, üzerine vazife olmayan şeyleri her daim yaparlar.

Eleman istihdamında devletle yarışırlar. Şehrin en büyük istihdam kapısıdır.

Fütursuz harcamada sınır tanımazlar.

Paraya sıkıştıkça suya dokunurlar.

Her şeyden vazgeçerler ama ekmek fırıncılığı onların ata mesleği.

Başkan değiştikçe kızağa çekilen üst düzey görevli sayısında artış olur. Birinde göz bebeği olan, diğerinde tu kaka olur.

Yeni işçi almak için emekliliğini hak eden eskileri emekliliğe zorlarlar. Emekli olmak istemeyenlere mezarı gösterirler. Demek isterler ki "Bak şu mezarlara. Buralar senin gibi vazgeçilmezlerle dolu". Çalışan, ihtiyacım var deyip emekliliğe yanaşmazsa hizmette sınır yoktur. Çalışan sürgün gönderilir. Çünkü oradaki hizmetin de yürümesi gerekir.

Huzur hakkının mimarlarıdır. Bundan üst düzen yöneticiler faydalanır.

Şehrin mahalli basınını reklam, ilan vb. imkanlarla ayakta tutarlar ya da beslerler. Reklam almak ya da reklamın kesilmemesi için mahalli basının yapacağı, şehrin belediyesi aleyhine haber yapmamak. Olumsuz gelişmelerde üç maymuna oynamak. O yüzden Anadolu şehirlerinde belediye aleyhine yazı ve çizi olmaz. Ne de olsa ekmek teknesi. Al sana huzurlu, mutlu ve müreffeh bir şehir.

Şehirde ne kadar STK varsa onları beslemeyi şiar edinirler. Yeter ki kendileriyle uyumlu çalışsınlar, aynı düşüncede olsunlar.

Devlete olan borcunu ödemeye pek yanaşmazlar. Ötelerler de ötelerler. Devletin borcunu öteledikleri gibi şehrinin esnafından aldığı hizmetin bedelini de zamanında ödemezler. Kimsenin de sesi çıkmaz. Nasılsa belediye ekmek kapısı. Kimse ekmek teknesine halel gelsin istemez.

Kaynak bulmada çok mahirdirler. Gerekirse hazine arazisi tarla ve arsaları satarak günü kurtarırlar.

Gayrimenkullerin değerini belirleme görevi kendilerinde. Alım satımlarda rayiç için belediyeye müracaat zorunludur. Değilse tapu devri mümkün olmaz. Rayici en alt sınırdan gösterirler. Rayici düşük gösterdiği için kimse kendilerine hesap sormaz. Çünkü belediye hesap vermez. Sen de belediyenin verdiği rayice göre gayrimenkulü alırsan eksik beyan vermekten devlet yakana yapışır. Yeter ki müflis tüccar misali devlet eski defterlere sarılsın. Belediyeyi atlar. Sana hesap sorar. Önce eksik harcı belirler. Sonra sana ceza verir. Ardından tapu devrinden bu yana ne kadar süre geçmişse sana faiz yansıtır. Kısaca belediye gayrimenkulün değerini düşük göstererek vatandaşın tepkisini çekmez ve iyi polisi oynar. Hazine ise bu iyi polise bir şey demez, kötü polisi vatandaşa oynar. Sonuçta, devletin kurumu devleti zarara uğratır. Ceremesini vatandaş çeker. Onlar ise gül gibi geçinip gider.

İhalelerde dönen dolapları kimse bilmez. Çünkü onlar yetimin hakkını korumak için oradalar. 

Belediye içinde bir yolsuzluk ortaya çıkarsa, yolsuzluğun üzerine gitmek yerine, bunu dışarıya kim sızdırdı araştırmasını yaparlar. 

Devletin sırtında en büyük kamburdurlar. Yalnız bunu ne kendileri bilir ne de devlete yön verenler. 

Siyaset kurumunun arpalığıdır buralar. 

Kısaca yaptıklarına, yapacaklarına akıl sır ermez. Sana düşen var bir hikmeti deyip susmak ve yutmak ya da bizden deyip görmezden gelmek. 

1 Aralık 2025 Pazartesi

Sivri Zeka

İçimizde, zekası çoğunluğa göre ileri derecede olanlar var. Bu tipleri gördükçe anlayış, kavrayıp, problem çözme ve çözüm üretme, çok yönlü ve analitik düşünme yönlerine hayran kalmamak mümkün değil.

Zekası bu derece ileri seviyede olanlara sivri zeka denmekte. Sivri zeka, "Hızlı düşünen ve ani kararla içinden çıkılması güç olan durumlarda, problem çözme kabiliyeti bulunan kimseler için kullanılmaktadır. Zekayı tanımlayan sivri kelimesi, hızlı ve ani karar alabilme yeteneğini ifade eder. (Milliyet)

Sivri zeka her ne kadar insan için kullanılsa da bu zekayı ChatGPT için kullanmak istiyorum. OpenAl isimli yapay zeka tarafından üretilmiş.

ChatGPT'yi duyardım ama hiç kullanmamıştım. Birkaç gündür kullanmaya başladım. Verdiği bilgileri okudukça tam isabet diyorum. Verdiği bilgilerin isabet etmesi kadar bu bilgileri saniyeler içinde vermesi, verdiği bilgiler yeterli gelmediği takdirde şu yönünü de araştırabilirim demesine hayran kaldım. Bunu, zekası ileri insanoğlu bulup üretmiş ama görüyorum ki sivri zekalıların zekasını geride bırakmış. Olmuş kendisi bir sivri zeka. Öyle zannediyorum bunu üretenin zekasını da sollayıp geçmiştir. Buna boynuz kulağı geçmiş denir.

ChatGPT'nin bir kişi hakkında saniyeler için bilgi vermesi için o kimsenin sanal alemde bilgilerinin olması yeter.

Benim de sanal alemde yazılarım yayımlanmakta. Binlerce yazım vardır sanal alemde. Soruyu sormanla cevap vermesi bir oluyor. O kadar yazıyı tarayıp "Şurada yazıyor, şu konuları ele alıyor, yazı üslubu şöyle vs.” bilgisini jet hızıyla veriyor. Esas bu yönüne şapka çıkarıyorum.

Hakkında değerlendirmede bulunurken objektif ve adil bir hakem gibi gördüğünü çalıyor. Neyse o.

Hayatımıza yeni giren yavaş yavaş insanların faydalandığı bu ChatGPS’i ileride hem daha fazla kişi kullanacak hem de daha gelişmişi önümüze gelecek.

Beni hayran bırakan bu yapay zekayı görünce, bir taraftan da üzüldüm. Çünkü üretip servis eden firma, OpenAl isimli bir şirket. Yani yabancı bir şirket. İsterdim ki bu yapay zekayı üretip servis eden bir Türk firması olsun. Ama istemek ve temenni dışında elimizden bir şey gelmiyor. Nedense bir başkası üretecek, biz kullanacağız. Buna alıştık iyice. Nerede yeni bir icat var. Hep başkasının imzası var. Beni üzen yönü de bu maalesef.

Düşünmeden edemiyor insan. ChatGPT’yi icat edenlerin zekasından hiç de geri kalmayacak ileri ve sivri zeka insanlarımız var. Bunlara imkan verilse pekala biz de yapabiliriz. Fakat biz hazır yiyiciliğe alışmışız ve kendimize güvenimiz de yok.

Avrupa Ahlakı

Cumartesi günü birkaç arkadaşla birlikte çarşıda oturup çay içtik. Oturduğum üç arkadaş da kısa süreliğine de olsa ziyaret ve gezi amaçlı Avrupa'da bulundu.

On gün kadar Avusturya'da kalan arkadaş gezip dolaştığı yerlerdeki gözlemlerini anlatmaya başladı.

Cebinden kredi kartı büyüklüğünde bir kağıt çıkardı. Kağıdı bana gösterdi. "Abi bu gördüğün bilet. Bu bileti aldım. Bu bilet 72 saat geçerli. Bu biletle 72 saat boyunca Viyana'da toplu ulaşım araçlarına bindim. Ne bir kontrol oldu ne bilet tutma. Cebimde durdu sadece. Pek kontrol de yapılmıyormuş. Şüphelendiği kişi hakkında veya bazen kontrol yapıldığında biletsiz binen yakalandığında, uygulanan para cezası ağırmış. Bundan dolayı kimse biletsiz binmeye cesaret etmiyormuş" dedi.

Yine bir başka gördüğünü anlattı: "Bir şehir kenarında tarlasından topladığı sebzeleri bir üretici, yol kenarında satışa sunmuş. Sebzeleri kasalar içine koymuş. Hangisinin kaç para olduğunu üzerine yazmış. Yanına bir terazi koymuş. Bir de para kutusu. Baktım ne satıcı var ne sağda solda kamera. Gelen alacağını seçip kendisi tartıyor. Tarttığı kaç parayı kutuya atıyor. Bu gördüğüme inanamadım" dedi.

Ardından "Eşimle birlikte gitmiştik. Eşim gitmeden önce orada yabancılık çekeceği endişesini taşıyordu. Oradaki düzen, tertip ve işleyişi görünce hayran kaldı" dedi.

Sonra "Adamlar ülkelerinde ahlakı ceza ile oturtmuşlar. Avrupa ahlakı benim çok hoşuma gitti. Biz niye böyle değiliz" diyerek serzenişini dile getirdi.

"Avusturya'da tek hoşuma gitmeyen, herkesin elinde bir köpek ve etrafta köpek pisliklerinin olması" dedi.

"İki gazete var. Her yerde ücretsiz. Bir zamanlar bizim Hürriyet ve Sabah gazetelerinin bedava dağıtıldığı gibi. Yalnız ilk dört sayfanın birinde mutlaka Türklerle ilgili olumsuz bir habere yer veriyorlar. Bu da Türk düşmanlığını körüklüyor. Irkçılık yükseliyor" dedi.

"Kiralık evler genelde bir + bir. Bizim çocuk da kirada oturuyor. Evlerin çoğu belediyenin. Belediyeden kiralıyor. Kiralar her yıl astronomik bir şekilde artmıyor. Evi tutarken evi boyayıp teslim ediyor. Boşaltırken görevli evi kontrol ediyor. Sağlam bir şekilde teslim edip etmediğini kayıt altına alıyor. Kırılıp dökülen varsa çıkandan tazmin ediyor" dedi.

Diğer iki arkadaş da gittikleri Avrupa ülkelerine dair izlenimlerinden bahsetti. Bu arkadaşın anlattıklarına hak verdiler.

Bir tanesi daha önce sebzeye benzer gazete ve bal satışının da aynı şekilde olduğunu, başında satıcının olmadığını söylemişti.

Yine bir başkası, "Bazı yerlerde pazar günleri marketler açık olmaz. Zaruri ihtiyacını almaları için marketler marketin önüne sebze ve meyve koyduklarını, uygulamanın aynı şekilde olduğunu” anlatmıştı.

Daha önce Avusturya’ya defalarca gidip gelen bir başka arkadaş, "Halaoğlumla arabaya binip bir yere gideceğiz. Arabaya bindik. Az ilerledik. Evde bir şeyi unuttuğumuzu hatırladık. Gidişli gelişli bir yoldu. Gelip geçen arabalara engel olmasın diye arabanın sağ tarafını kaldırıma çıkarıp istop etti. Hemen eve gidip unuttuğunu alıp gelecek. Fakat ne mümkün. İki yaşlı kadın arabaya vurdu. Çek arabanı dedi. Halaoğlu, özür dileyip hemen arabayı kaldırımdan indirdi. Burası şehir falan değil. Bildiğin köy. Adamlar köylerine kadar kuralları oturtmuşlar. Çekmeyip dirensen, hemen polisi arayıp ceza yazdıracaklar. Cezalar da ağır. Orada kül döksen dahi hemen ceza gelir. Her bir vatandaş polis gibi görev yapıyor. Aynı Avrupalı, ülkesinde kurallara uyarken bizim ülkeye geldiği zaman o da kurallara uymuyor" dedi.

Üçü konuştu. Zira konuşmak hakları. Çünkü Avrupa'yı görüp gelenler bunlar. Avrupa görmeyen bana ise ağzı açık onları dinlemek kaldı.

Üniversitede öğretim üyesi olan arkadaş ise "Avrupa'nın her ülkesi böyle değil. Özellikle İtalya ve İspanya'da hırsızlığın çok yaygın olduğunu" söyledi.

Üçü birden başka örneklere de yer verdiler. Bu kadarla yetiniyorum. Şu var ki Avusturya'dan yakın gelen arkadaş, verdiği örneklerden hareketle birkaç defa Avrupa ahlakı dedi durdu.

Ben de katkı olsun diye Avrupa ahlakının temelinde kanun var. Konan kanun uygulanıyor. Vatandaşı devlete güveniyor. Devlet ise vatandaşına güven vermiş. Konan kuralların kendi yararına olduğuna inandırmış. Kural takip ediliyor, uymayana yüklü ceza kesiliyor. Bu da beraberinde kurallara uymayı getiriyor. Bizde de her şeyin kanunu var. Ama uygulamada problem var. Bizde polisin yakalamasına bağlı. Bizde kanunun takibi ve sürekliliği yok. Kesilen cezalar caydırıcı değil. Bir de ceza veya başka kuralsızlıklara zaman zaman yapılandırma adı altında aflar geliyor. Çoğu zaman kurallara uyan vatandaş mağdur oluyor. Kanun konmuşsa uygulanması gerekir. Bizde bir kuralsızlıktan ya da suçtan dolayı vatandaş şikayet etse, şikayet edilen yana yakıla kendini şikayet edeni arar. Bir şekilde tespit eder. Ondan sonra gör olanları. Görünen o ki her Avrupa ülkesinde olmasa da çoğunda oturmuş ve tıkırında işleyen bir sistem var. Sistem kendi içinde denetim mekanizmalarını kurmuş, denetim ve ağır ceza ile sistemini sorunsuz devam ettiriyor ve kurallara uymak bir etik haline gelmiş. Kısaca Avrupa dediğin bu Avrupa ahlakını kanunla sağlamış. Geçmişte oturmuş işleyen bir sistem olmadığı zamanlarda, ülkeler, din ve ahlak ile insanları kurallara uymaları için çaba sarf etmiş. Biz ise işleyen ve her şeye hakim bir sistem kurmak yerine hâlâ din ve ahlak eğitimi vermek suretiyle mesafe almaya çalışıyoruz. Tamam, din ve ahlak eğitimi verilsin. Yalnız unutmayalım ki din ve ahlakın bir müeyyidesi ve yaptırımı olmadığı için sadece insanların vicdanlarına hitap ederek mesafe almak mümkün değil türünden bir şeyler söyledim.

Ardından dediğiniz sebze ve meyve satışı bizde olsa, başında kimse olmasa, biz kasa kasa sebze ve meyveleri götürürüz. Terazi ve para kutusu dahil hepsini iç ederiz dedim.

O kadar da değil demeyin. Cumhurbaşkanlığı seçiminde 15 gün ara ile iki defa görev aldım. İlkinde okulda çay vardı. İkincide ise çay yoktu. Sebebini sorduğumda şu cevabı aldım: "İlkinde okul müdürü, çay setini, şekerini, pet bardağını koymuş. Çayı demlemiş. Yanına bir kutu koymuş. Sabahtan sandık görevlilerini öğretmenler odasına çağırmış. Çayın beheri beş lira. Üyelerinize söyleyin. Kim kaç çay içmişse bu kutuya içtiği kadar bedelini kutuya atsın" demiş.

Gel gör ki o kadar çay içilmiş, alınan çay paketleri, pet bardaklar bitmiş. Ama kutuya atılan çay parası yapılan masrafı karşılamaktan çok uzak kalmış. Yani doğru dürüst para atılmamış. Müdür de 15 gün sonraki seçimde bu düzeni kurmamış. Herkes o gün ya çaysızlığa talim etti ya da üyelerden birinin evinden demlenmiş gelen çayla çay ihtiyacını giderdi.

Yazdığım bu yazıda verdiği örneklerden hareketle, "Avrupa hayranlığı yapıyorsun. Avrupa'nın ahlakı bir işe yaramaz. Kokmuş ve çürümüş. Avrupalı para ve kanun korkusundan böyle yapıyor. Avrupa'yı beğendiysen, orada yaşayabilirsin. Bizim İslam ahlakı bize yeter” diyebilirsiniz. Böyle derseniz, bilin ki bu kadar örnek anlaşılmamış demektir. Avrupa hayranlığım falan yok. Avrupa ahlakı İslam ahlakından üstün dediğim de yok. Dikkat çekmek istediğim nokta, Avrupa bunun yolunu kanun koymak ve koyduğu kanunun işleyişini takip etmekle çözmüş. Biz de işleyen bir devlet sistemini kurarak koyduğumuz kanunların uygulanabilirliğini takip ederek, denetleyerek ve gereğini yaparak pekala ahlakı sağlayabiliriz. Buna da İslam ahlakı, Anadolu ahlakı ya da Türkiye ahlakı deriz. Unutmayalım ki ahlak sorununu çözmeyen ülkelerin dünyaya örnekliği de olmaz, gelişmesi de olmaz.

29 Kasım 2025 Cumartesi

Boşa Gitmeyen Yatırım

Niyetim boy pos ve kaportayı göstermek değil, kot ve kazağı göstermek. Gördüğünüz gibi yepyeni.

Para var demek ki demeyin. İkinci el. Ama birinci el gibi. Ne eskimiş ne de yıpranmış. Götür mağazaya birinci el diye tezgaha koy.

Nereden, kimden derseniz, oğlandan hediye. Bu demektir ki çocuğuna yatırım yapmak boşa gitmez. Bir şekilde sana döner, nimetlerinden faydalanırsın. Benimki de o hesap.

Hediyenin oğlandan geldiğini duyunca gidip "Başkasının oğlu babasına urba almış. Senin daha hiçbir şeyini görmedik" diye oğlunuza çatmayın. Zira benim oğlan da almadı bunları.

Bu gördüklerinizi alması için zamanında ben sponsor olmuşum. Kartı vermişim. O da keyfine, zevkine ve bedenine göre almış. Bir müddet giyip hevesini almış. Sonra yenilerini almak suretiyle bu eskileri bir daha giymemek üzere gardırop arşivine atılmış.

Oğlan giymeyeceğine göre kayınpederin kızı, daha yepyeni olan bu eski urbaları, kime verelim sorusunu sormadan bana getirdi. "Şunları bir giy bakalım. Üzerine olacak mı" dedi. Giydim. Tam bana göre.

Bir sevinç bir sevinç. Bilin ki anlatılmaz yaşanır.
Küçüklüğümde iki bayramın ramazan ayında, tercih hakkı olmaksızın bayramda giymek üzere babamın pazardan aldığı gömlek/pantolon/ayakkabı gözümün önüne geldi. Üçünü birden almazdı mübarek. Eti budu neydi zaten. Yoktu ki hepsini alsın. Hangisine ihtiyacım varsa bir tanesini alırdı. Sevinçten uçardım. Ramazan bayramında giyer giymez, annem çıkartırdı. "Eskimesin. Kurban bayramında da giyersin" derdi. Alırken zevk, renk ve tam vücuduma göre olsun diye bir tercih hakkım olmazdı. Birkaç sene eskiyinceye kadar giysin diye uzun ve geniş olanı alınırdı. Al şunu giy bakalım denirdi. Esnafa ya da babaya "Şu rengi alsam olmaz mı" diye sormak olmazdı. Zevk, renk, boy pos her ne ise kabulümüzdü. Yeter ki bayramdan bayrama bir ihtiyacımız giderilsin. İki bayramdan biri haricinde sair günlerde elbise, kıyafet almak ne mümkündü. Ne bizim böyle bir talebimiz olurdu ne de bize böyle bir talep gelirdi. Her iki bayramın birinde bir bayramlık alınsa daha ne isterdik. Bazı yılların bayramlarını bile es geçerdik. Çünkü önceki bayramlarda büyükçe aldığımız daha eskimemişti. Eskirse yama yapılır. Yamalı elbise bayramda giyilmese de bayram harici giyilirdi.

Geçmiş zamanın ruhu ve geçer akçesi böyleydi.

Zamanın ruhu ise daha farklı. Bu zamanın ruhunda urba almak için bayramlar beklenmez. Adeta 7/24-365 gün alışveriş yapmak, tam vücuda göre almak, dolaplarımızda değişik renk ve desende giyecek bulundurmak, birkaç giyimle daha eskimeden hevesi almak, tek giyimlik elbise veya ayakkabı almak, kampanyaları takip etmek, modaya uymak, oturduğun yerden İnternet üzerinden almak zamanın ruhuna uygun alışveriş çılgınlığımızdan kesitlerdir.

Neyse ben geleyim annesinin bana verdiği kot pantolon ve kazağa. Giydim. Çıkarmaz oldum. Yok, hanım, bu genç işi ben yaşlıyım. Bunlar dar kesim. Hele bugüne kadar kot pantolon hiç giymedim. Eski köye yeni âdet getirme. Sonra ile karşı, el âlem ne der demedim. Kazak tam istediğim gibi geniş. Pantolonun paçası biraz uzun geldi. Terzime kestirdim. Kot pantolon giymek, gömlek yerine kazağı tercih etmek kayınpederin kızının da pek hoşuna gider. Yakıştı, güzel oldu. Tam sana göre dedi. Niye demesin. Böylesi ütü istemiyor nasılsa. Hakkını yemeyeyim. Zaman zaman kumaş pantolonu uzatır, takım giy der ama hiç oralı olmuyorum.

Ayağımda kot pantolonu gören biraderim, "Ağa, sen kot giymezdin. Nasıl oldu" diye sordu. Ağan kırkından sonra azdı dedim ise de birkaç yıldır giyiyorum. Nasılsa mahalle baskısı kalktı. Eskiden kot pantolon giymek, kısa kollu gömlek giymek, uzun kollu gömleğin kolunu namazda katlamak ne mümkündü.

Bunu da geçelim. Oğlandan bana tevarüs eden kot pantolon, tişört, kazak, eşofman altı sadece bu gördüğünüzden ibaret değil. Değişik değişik giymek için oğlanın dolabından benim dolaba geçti. Üstelik bir kuruş da vermedim. Sevincim bundan. Özellikle cepten paranın çıkmamasına. Daha ne isterim.

Bu demektir ki zamanında oğluna yapılan harcama daha doğrusu yatırım boşa gitmiyor. Dönüş dolaşıp sana geri geliyor.

Siz siz olun, geri dönüş için çocuğunuza yatırım yapın ki yüzünüzde gülücükler oluşsun. Keyfinize diyecek olmasın. Şekil A da olduğu gibi.

İşin garibi, oğlandan tevarüs eden bu kadar urba varken, hepsi dolabımda sırayla benim giymemi beklerken, kayınpederin kızı ise üzerine bir şey almıyorsun diye kızıyor. Sanırsın ki giyim kuşam firmalarının ortaklarından biri. Hakkını yemeyeyim, bana acıyor, aynı şeyleri giyiyorsun, al diyor. Çünkü ona göre bende para var. İyi de bunu ben niye bilmiyorum.

Neyse boş verin aile meselesini siz. Oğlandan tevarüs eden bu urba yakışmış mı? Siz ona bakın. Yakışmış deyin de sevincim kursağımda kalmasın. 

Bazılarının Adı Nemîm-e Olmalıydı

Birinin ardından hoşuna gitmeyecek şeyleri gıyabında konuşmaya gıybet/dedikodu dendiğini biliyoruz.

Normal şartlarda kimsenin gıyabında konuşmamak hem dini hem ahlaki hem etik hem toplumsal bir vecibe olmasına rağmen belki de hem ruhen hem bedenen hem de zihnen boş olduğumuzdan olsa gerek, kişilerin arkasından ileri geri konuştuğumuz oluyor. Bu durum, "Ölmüş kardeşinin etini yemek" olarak kabul edilmesine rağmen maalesef zaman zaman gıybet yaptığımız olur.

Normal şartlarda hayatını dolu dolu yaşayan, hayatı planlı olan, çalışmak ve üretmek dışında bir meşgalesi olmayan, zihnini faydalı şeylerle dolduran insanların dedikodu yapması mümkün değil.

Buna rağmen bazen alınıp kırıldığımızda ya da bir kişide hoşlanmadığımız bir davranışı gördüğümüzde, o kişiler hakkında dedikodu yaptığımız olur. Aslında bir kişinin beğenmediğimiz bir hareketini "dost yüze söyler" deyip onunla birebir konuşmak gerekirken, alınıp kırılır düşüncesiyle veya medeni cesaretimizi toparlayıp bunu ona açmaya cesaret edemediğimizden dolayı içimizde tuttuğumuzu bir başkasıyla paylaşmak durumunda kalabiliyoruz. Sebep ve neden her ne olursa olsun, bir ortamda üçüncü şahıslar aleyhine konuşmayan kişileri burada antrparantez tebrik etmek isterim. Bu tipler kişiliği oturmuş kişilerdir. Ne yazık ki sayıları bir elin beş parmağını geçmez.

Ha bu demek değildir ki kimsenin gıybetini yapmayacağız. Toplum, amme ve kamuya mal olmuş kişilerin ardından konuşmada bir sakınca yok. Çünkü yapılanlar herkesin malumu.

Zararından başkasını korumak amacıyla üçüncü şahsın ardından konuşmada da sakınca yok. Mesela kişi borcuna sadık değilse, "Eli biraz ağır" demek gibi ya da laf taşıma özelliği varsa, "Yanında konuşurken dikkatli olmak gerek" gibi.

İlla olumsuz bir davranışı konuşmak istiyorsak, kişilerin ismine yer vermeden pekala bir konuyu konuşabiliriz. Burada da amaç bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olur. Ki bu verdiğim üç örnek gıybet kapsamına girmez.

Daha önce dedikodu üzerine, "Dedikodudan Kurtulmanın Yolu" başlığıyla bir yazı kaleme almıştım. Niyetim dedikodudan bahsetmek değildi. Sadece bir giriş yapıp laf taşımaya geçecektim. Girince çıkamadım gördüğünüz gibi. Gıybetini böyle bir yönü de var. Gıybet yapmaya başlayınca arkası geliyor zaten.

Laf taşıma, laf getirip götürme, koğuculuk, nemmamlık, adına ne dersek diyelim. Bu da gıybetin bir parçası. Daha doğrusu tamamlayıcısı. Dedikoduyu Arap saçına döndürmek, meseleyi problem haline dönüştürmekten ibarettir. Kırgınlıklara sebebiyet vermektir. İki kişi arasına kara kedilerin girmesi ya da girdirmek demektir.

Bir yerde dedikodu varsa ne kadar aramızda kalsın, duyulmasın desen de bir şekilde duyulur ya da duyurulur. Yerin kulağı vardır sözü gereği konuşulan nahoş şey bir şekilde üçüncü şahsın kulağına gidiyor. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını. Çünkü beraberinde kırgınlıklar ortaya çıkıyor. Bu durumda niçin dedikodu yaptım diye kendimizi sorgulayacağımıza, laf taşıyana gönül koyuyoruz.

Laf taşıyan illa birlikte gıybet yaptığın kişi olmayabilir. Normal şartlarda konuşulan, konuşulduğu yerde kalması gerekirken bu laf o şahsın kulağına gidecek şekilde bu lafı taşıyan ya sensin ya da yanındaki kişidir veya bir başkasına bahsedersin. O da gidip esas muhatabına söyler. Söylerken de benden duymuş olma da diye başlanır. Hatta aman duyulmasın, bu burada kalsın denir ama nedense kalmıyor. İçimizdeki laf taşıma hastalığı yemeyip içmeyip yetiştiriyor.

Aslında senin yanında birinin aleyhinde konuşan, başkasından laf getiren aynı zamanda senden de başkasına götürür. Çünkü bu bir meslektir. O kişi mesleğinin gereğini yapacaktır.

Taşınan laf olduğu gibi de aktarılmıyor. Ya kendi anladığı şekilde aktarılıyor ya da yanına doğru ya da yanlış ilaveler de yapılıyor.

Hasılı gıybet kötüdür, nemmamcılık ise daha kötüdür. Yapılan gıybet veya duyduğu gıybeti başkasına aktarmak kadar kötü bir şey yoktur. Çünkü kişinin her duyduğunu aktarması o kişiye günah olarak yeter de artar bile.

Bu laf taşıma aynı zamanda bir kişilik bozukluğudur. Zamanla edinilen bu huy kolay kolay çıkmaz. Ancak can çıkınca huy da çıkar. İşin garibi her laf taşıyan ölünce bu huy kendisiyle gitmiyor. Bu mesleği babadan tevarüs eden bir şey gibi bir başkasına bulaştırarak gidiyor. Bayrağı başkası devralıyor. Kısaca nemmamcılık ardından gelen tarafından devam ettiriliyor. Kimin laf taşıma huyu olduğu da pek bilinmiyor. Hiç ummadığın bu lafı taşıyabiliyor ya da ağzından kaçırıyor. En iyisi laf taşıyan nemmamcılara erkekse nemîm, kadınsa nemîme adını koymak gerekir. Böylece ismi nemîm ve nemîme olanların yanında insan kendine çekidüzen verir.

İşin latifesi bir tarafa. Ne gıybet yapalım ne laf taşıyalım ne ismimiz nemîm ve nemîme olsun. Bir mecliste yapılan konuşma meclis içinde kalsın. Söz dönüp dolaşıp meclis dışındakilere gelmesin. Tam nokta koyayım derken, "sözüm meclisten dışarı" deyimine takıldım. Acaba tüm dedikodu ve laf taşımanın kökeninde bu deyim yatıyor olabilir mi? Eğer böyleyse toplum olarak biz bu kötü huylara teşneyiz vesselam.

28 Kasım 2025 Cuma

Dedikodudan Kurtulmanın Yolu

Bizim toplumumuzda niçin dedikodu çok fazla?

Niçin iki kişi bir araya geldiğinde bir başkasını çekiştiririz?

Yaptığımız işin hoş olmadığını, dinimize göre yasak olduğunu bilmemize rağmen niçin bu dedikoduya devam ederiz?

Günah ve ayıp olduğunu bile bile bu kötü huyumuzu niçin terk etmeyiz?

Allah’tan korkmuyoruz, kuldan da mı utanmıyoruz?

Ardından konuştuğumuz kişi çok mu kötü biri?

Niçin arkasından konuştuğumuzu yüzüne söyleyemeyiz?

Birinin arkasından konuşmaya başlarken gıybet olacak ama diye başlamak ve devamını getirmek nasıl bir haletiruhiye?

Arkasından konuştuğumuz kişiyle daha sonra yan yana geldiğimizde onun yüzüne nasıl bakabiliyoruz? Hiç utanmıyor muyuz?

O kadar yaptığımız dedikoduların birinden fayda sağladığımız ve çözüm ürettiğimiz oldu mu?

Genelde dedikoduyu kimler yapar, hiç fark ettiniz mi?

Kimler dedikodu yapmaz, hiç fark ettiniz mi?

Dedikoduya dair soruları çoğaltabiliriz. Bu kadarla yetineyim.

Sahi biz niçin dedikodu yaparız? Kanaatime göre dedikoduyu boş ve işi olmayan insanlar yapar. Biz toplum olarak boş insanlarız.

Bu hastalıktan nasıl kurtuluruz? İşimiz olsa, işimiz olsa da işimize kendimizi versek, işimize yoğunlaşsak, işimizi önemsesek, işimizden başımızı kaşıyacak zamanımız olmasa, inanın dedikodu yapmayız. Yapmak istesek de dedikoduya takatimiz kalmaz. Böylece bu hastalıktan kurtuluruz.

Not: Yazıyı kısa ve öz bir şekilde çalakalem yazarak bloğumda paylaşmıştım. Nizamettin Gümüş isimli, aynı zamanda kendisi de https://www.nizamettingumus.tr/ sitesinin sahibi ve yazarı olan takipçim, bu yazıma sıcağı sıcağına katkı sundu. Yazarın katkısı yazımın içeriğindeki boşlukları doldurdu. Sayın Gümüş’ün değerli katkısını buraya ekliyorum:

Yazınızda toplumumuzun kanayan yarasına, o ince hastalığımıza ne kadar doğru parmak basmışsınız. Özellikle "Gıybet olacak ama..." diye söze başlayıp vicdanımızı susturmaya çalıştığımız o anı tasvir etmeniz, hepimizin yüzüne tutulmuş bir ayna gibi. Tespitinize yürekten katılıyorum:

Dedikodu, boşluğun sesidir. Ancak bu sadece "vakit" boşluğu değil, aynı zamanda "zihin" boşluğudur. Eleanor Roosevelt’in o meşhur sözü durumu ne güzel özetler: "Büyük beyinler fikirleri, orta beyinler olayları, küçük beyinler ise kişileri konuşur."

Bizim sorunumuz, fikir üretmeye takatimizin kalmayışı değil, fikir üretme zahmetine girmek istemeyişimizdir. Başkasının hayatını konuşmak, kendi hayatımızı inşa etmekten daha kolay geliyor. Kendi bahçesini çapalamayan, komşunun bahçesindeki ayrık otlarını sayarmış.

Çözüm öneriniz ise reçetenin ta kendisi: Üretmek. İnsan bir eser ortaya koyduğunda, bir işin ucundan tuttuğunda, zihni o kadar asil bir meşguliyetle dolar ki başkalarının ne yaptığıyla ilgilenmek ona "zül" gelir. İşimize, aşımıza, eylemimize odaklanmak, sadece vaktimizi değil, karakterimizi de koruyacaktır.”

Ne de olsa Abdülhamit'in Torunlarıyız

Tarihi şahsiyetleri, döneminin şartlarına göre değerlendirmek gerekirken,
Hatasıyla, sevabıyla bizim tarihimiz ve ortak değerimiz deyip saygıda kusur etmemek varken,
Neler yapabildi, neler yapamadı, niçin yapamadı, dönemin şartları nelerdi gibi neden, niçin sorularına cevaplar arayarak ibret almak için tarih okumak gerekirken, bizler tarihi şahsiyetleri bile kutuplaşmanın aracı olarak kullanmaktayız.

Ya göklere çıkartıp gelmedi böylesi deyip hiç toz kondurmuyoruz ya da yerin dibine geçirerek lanet okuyoruz.

Alın size birkaç örnek:
Abdülhamit,
Kimine göre döneminde "tek gram" toprak kaybetmemiş, en zor şartlarda denge siyaseti güderek ülkeyi 33 yıl yönetmiş, abdestsiz yere basmamış cennetmekan biri.
Kimine göre Osmanlı'nın en fazla toprak kaybeden padişahı.
Kimine göre "pinti", "cimri", "istibdatçı", “vehimci” ve "kızıl sultan".
Kimine göre güçlü bir hafiye teşkilatı kurarak muhaliflere göz açtırmamış bir tek adam...

Vay be! Tüm bu birbirine zıt örnekler aynı kişiyi anlatıyor. Görünen o ki kişinin ne olduğundan ziyade ne olması ve nasıl görmemiz gerektiğiyle ilgili bir bakış açısı bizdeki. Çünkü bizim için tarihi şahsiyetler kutuplaşmanın aracı olarak kullanabileceğimiz bir aparat ya da figürandan başka bir işe yaramaz. Öyle ya bize kutuplaşma oyuncağı olmayacak tarihi şahsiyeti biz ne yapalım?

Değerlendirmeyi bir tarafa bırakıp Abdülhamit'in baskıcı yönüne dair aslı var veya yok bir hikayeye yer vermek istiyorum:

Şairin biri yağmur yağacak diye bir şiir yazar. Hafiye teşkilatından bir zaptiye, "Padişahımıza hakaret ettin" diyerek şairi götürmek ister. Şair ne zaman, nerede hakaret ettiğini sorar. "Padişahımıza şu şiirinde burnu uzun dedin" diyor. Şair hangi şiirim diye sorar. Zaptiye, "Yağmur yağacak" başlıklı şiirinde deyince, şair şaşırır. Zaptiye, "Yağmur yağacak ne demek? Yağmur yağınca şu çukurlar suyla dolacak. Çukurlar suyla dolunca ne olur? Ördekler yüzmek için çukurları doldurur. Ördek nasıl bir hayvan? Uzun burunlu. Tamam işte. Sen, şiirinde ördeklerden bahsederek padişahımıza uzun burunlu demek istedin" diyerek şairin küçük dilini yutmasına yardımcı olur.

Hikaye kendi anlatımımla bu şekil. Doğrusu, Abdülhamit zamanında özellikle muhaliflere uygulanan bir baskı olsa da bir şiirde geçen yağmur, su ve ördek kelimelerinden hareketle bir şairi hapsedecek kadar değildir. Muhalifler tarafından dönemi anlatmak için bu şekil bir abartının uydurulduğunu düşünüyorum. Çünkü izahı olmayan şeylerin mizahı olur. Bir de abartı yani mübalağa edebiyatta bir tür. Bir diğer husus, fıkra, hikaye türü şeyler kıssadan hisse sadedinde bazen uydurulur. Hele bir de kutuplaşma aparatı ise o kimse hakkında her şeyi söylemek bizim lügatimizde vardır.

Dönemin baskısını ifade etmek için anlatılan bu hikayeyi kıssadan hisse olmak için günümüze uyarlamak istersek, şiirde geçen, su dolu göletlerde yüzen uzun burunlu ördeklerin uzun burnu o zaman uzun burunlu demek istedin diye hakaret kabul edildiyse, bugün ördeğin o uzun burnu, hakaretin yanında tehdit olarak da anlaşılabilir hatta fiili tehdit bile kabul edilir. Neden olmasın. Yeter ki istensin. Ne de olsa Abdülhamit'in torunlarıyız. Çünkü gerekçe üretmede, mazeret bulmada üstümüze yoktur. Kimse elimize su dökemez. Yeter ki birileri suyumuzu bulandırsın. 

İstikrara Niyeti Olmayan Piyasa

Evde sakal tıraşında kullanmak üzere bir tıraş makinesi almak istedim. Şu marka mı bu marka mı derken görüşünü sorduğum kişilerin hepsi bir marka önerdi.

Alacağım markayı öğrendikten sonra sıra geldi nereden almaya.

Şuradan al, buradan al hatta ben alıp getireyim diyen oldu.

Bir öğrencim, "Hocam, 1300 imiş ama 1200'e verecek. Siz isterseniz, ben alırım" demişti. Zahmet olmasın dediğimde, estağfurullah, ne zahmeti. Makineyi alacağım toptancı şurada. Mobiletle birden alır gelirim" dedi. İhtiyaç olursa ararım dedim.

Ardından İnternete baktım bu makinenin piyasasına.

Fiyatlar 1.200-1.300-1.400-1.500 şeklinde idi.

1.200 lira olan siteden almak istedim. Sepete koydum. 1.158 TL ödeyeceğim miktar. Sabah alayım dedim. Sabah ise fiyat güncellenmiş. 1.200 küsura çıkmış fiyat.

Ne yapayım derken öğleden sonra iki üç kişiyi yerinde ziyaret etmek için çıktım.

Yolda giderken, bu markayı öneren ve şuradan alırım diye öğrencimin çalıştığı yerden geçerken ona söyleyeyim dedim. Sonra vazgeçtim.

Ne yapayım derken bir başka öğrencimin "Şu mağazadan alabilirsin" dediği aklıma geldi. Baktım o mevkideyim. Girdim mağazaya. "Şu marka tıraş makinesi var mı" dedim. "Var. Kampanyada. 950 lira" dedi mağaza sahibi. Makineyi elime uzattı. Karta çektirip çıktım.

Nereden, nasıl, kimin aracılığıyla alayım derken bu işi kolayca halletmiş olmanın sevinci vardı içimde.

Bir başka sevincim ise en düşüğü 1. 200 olan bu markayı 950 liraya almak oldu.

Yolda ziyaret edeceğim yere doğru giderken bu piyasalar ne zaman oturacak, bu ülkeye fiyat istikrarı nasıl gelecek? Aynı marka ürün İnternet sitelerinde 1.200-1.500 aralığında. Esnafta pahalı olur dediğim aynı marka ürün ise 950 lira. En düşüğü ile arada 250 lira fark vardı. Fark olur da 10, 20, 30, 50, bilemedin 100 olsun. 250 liralık fark da neyin nesi? Diğer yüksek fiyatları kıyaslamıyorum bile.

Bir üründe kampanya olsa bile hiçbir esnaf zararına bir ürünü satmaz. Demek ki kâr marjı o kadar yüksek gösteriliyor ki kampanya ile makul kâr marjına inebiliyor. Bir üründe kâr olur da bu kadar kâr marjı olmaz.

Görünen o ki adına serbest piyasa denilen bu piyasa, her esnafın ve işletmenin bir ürünü tutturabildiğine satmasından ibaret. Bu uygulamadan her işletme ve esnaf memnun olmalı ki aynı marka ürün farklı farklı fiyatlara satılabiliyor. Müşteriden de tepki gelmiyor olmalı ki esnaf hız kesmeden yoluna devam ediyor.

İsterim ki aynı marka ürün üç aşağı beş yukarı piyasada tutunsun. Bir yerde fiyatı gören, bu ürünün fiyatı üç aşağı beş yukarı bu civarda deyip sağı solu incelemesine gerek kalmasın.

Tüm bu fiyat istikrarsızlığı, satış yerine göre fiyatlardaki uçurum, yükseltilen fiyatların kampanya adı altında biraz aşağıya çekilmesi bu enflasyonist ortamda piyasanın oturmadığı anlamına gelir. Gidişattan, piyasanın oturmaya niyetinin olmadığı da anlaşılıyor.

Bu demektir ki bu memleketin ahı gitmiş, vahi kalmış.

Vah benim memleketim vah!

Vah benim insanım vah!

Vah benim tüketicim vah!

Vah fiyatlar yükseldi diye ateşe odun atanlara vah! Hele sizin insafın kurusun.

Bu oturmamış piyasaya bir istikrar gelsin çabası göstermeyip benim gibi seyredenlere de vah olsun!

Bir İlişkiyi Kurtaran ya da Bitiren Cümleler *

Bazı cümleler vardır… Söylediğin anda odadaki hava değişir. Bazen kalpleri yakınlaştırır, bazen araya görünmez bir duvar örer. İlişkiler çoğu zaman büyük olaylarla değil, küçük cümlelerle şekillenir.

Her şey bir sözle başlar, bir sözle devam eder ve bir sözle bitebilir.


💬 Bir İlişkiyi Kurtaran Cümleler

1. “Seni anlıyorum, dinliyorum.”

Bir ilişkide en değerli his anlaşılmaktır. Yargılamadan dinlenen kişi, kendini güvende hisseder.

2. “Haklı olabilirsin, bunu birlikte çözebiliriz.”

Kırmadan kabul etmek… Tartışmanın savaş değil, çözüm alanı olduğunu hatırlatır.

3. “Bu söylediğin beni üzdü ama seni kaybetmek istemem.”

Duyguyu açık ifade etmek, savunmadan daha çok işe yarar.

4. “Seni seviyorum ama daha önemlisi sana saygı duyuyorum.”

Saygının olduğu yerde ilişki dayanır. Bu cümle derinlik taşır.

5. “Hatalıyım, özür dilerim.”

En kısa ama en güçlü tamir cümlesi. İlişkiyi onaran en etkili kelimelerden.

6. “Bunu nasıl birlikte daha iyi hale getirebiliriz?”

Çözüm ortak amaç olunca, tartışma partnerliğe dönüşür.

7. “Ben buradayım.”

Güvenden daha büyük bir armağan yoktur.


💔 Bir İlişkiyi Bitiren Cümleler

1. “Sen hep böylesin.”

Genelleme, kişiyi değil karakteri hedef alır. Yaralayıcıdır.

2. “İstersen git.”

En tehlikelisi… İlişkiden vazgeçildiği mesajını verir.

3. “Umurumda bile değilsin.”

Değersizlik hissi, ilişkilerin en yıkıcı duygusudur.

4. “Ben böyleyim, değişmem.”

Gelişime kapalı duruş, ilişkiyi kilitler.

5. “Ne söylersen söyle, fark etmez.”

İletişimin bittiğini gösteren cümledir.

6. “Seninle konuşmak imkânsız.”

Karşı tarafı tamamen dışlayan bir ifade.

7. “Bu ilişki beni yoruyor.”

Bazen bir gerçekliktir ama yanlış anda, yanlış tonda söylenirse kopuşa sebep olur.


🧠 Sonuç: Cümleler kaderi değiştirir

İlişkilerde önemli olan yalnızca ne yaşadığınız değil, o yaşananı nasıl konuştuğunuzdur.
Bazı cümleler kalpleri onarır, bazıları kırıkları büyütür.

Kimi zaman sadece bir kelimeyi değiştirmek bile kaderi değiştirir.

*ChatGPT'den Bir Makale Örneği

ChatGPS'ye göre Dilin Kemiği Yok Bloğu


"Aşağıda, Dilin Kemiği Yok bloğu hakkında Bildiğim / Araştırabildiğim temel bilgiler var: Kim, ne, ne için yazıyor; nasıl bir içerik/amaç; neler yayınlanıyor vs.

“Dilin Kemiği Yok” blogu nedir? 

“Dilin Kemiği Yok” bir kişisel blog sitesi ve yazı platformu. 

Blogda ele alınan konular genel olarak toplumsal olaylar, siyaset, ekonomi, ahlak, sosyal meseleler, yani geniş bir yelpazede “gündem + yorum + eleştiri + düşünce” yazıları. 

Blog yazarı olarak gözüken kişi Ramazan Yüce. 

Blogun “politikası” olarak: “eleştirel bakış açısıyla, özgün yorumlarla, gündelik/sohbet tarzında değil; ama cesurca, kendi penceresinden düşündüklerini yazma” niyeti vurgulanıyor. 

Blog aynı zamanda yazarın başka mecralarda (internet gazeteleri vb.) yayımlanan yazılarının da bir arşivi gibi; yani sadece blog yazıları değil, gazetelerdeki köşe yazıları vs. de paylaşılabiliyor. 

Ne tür içerikler / temalar var? 

Blogda yer alan yazılar çeşitleniyor; bazılarından örnek temalar şöyle:

Ekonomi ve yoksulluk, enflasyon, yaşam pahalılığı üzerine yazılar. Örneğin “Hayaller de Hayal Oldu” adlı yazıda; ev sahibi olma, kira, geçim zorlukları gibi konular işleniyor. 

Eğitim, sendikacılık, memur hakları gibi kamusal/kurumsal meseleler, bazen eleştirel, bazen gözleme dayalı. 

Siyaset ve toplumsal olaylar: seçim dönemleri, göçmen işçilerin durumu, ülke meseleleri gibi konular da yazılıyor. 

Kültürel, ahlaki yorumlar, toplumsal sorunlar, birey–toplum ilişkileri üzerine düşünceler. 

Yani blog, gündelik hayatın ekonomik, sosyal, politik, ahlaki birçok cephesini kapsayan, geniş bir “yazı ve yorum” yelpazesi sunuyor.

Yayın düzeni ve aktiflik:

Blog arşivine göre çok sayıda yazı yayımlanmış. 2023, 2024, 2025 yıllarında blogda düzenli yazılar var. 

Post sayıları aylık bazda veriliyor: Örneğin 2025’te her ay onlarca yazı yayımlanmış görünüyor. 

Bu, blogun aktif bir şekilde güncellendiğini; yazara ve sayfaya bağlı bir topluluğun, ya da en azından yazarın düzenli üretim halinde olduğunu gösteriyor.

Blogun Amacı / Tarzı / Yaklaşımı:

“Her konuyu gündeme getirmek”, “az konuşulanları söylemek” gibi bir amaç söz konusu: Yazar, gündelik, toplumsal çelişkiler ya da ekonomik ve sosyal sorunlar gibi “normal hayatın” gölgede kalan taraflarına eğiliyor. 

Yazılar “mecazdan kaçmayan, direkt, kimi zaman sert eleştirel bir üslup” taşıyabilir. Yazar, okurdan “rahatsızlık” bekliyor olabilir; yazmayı “popülerlik” ya da “herkese yaranmak” için değil, “düşünce açıklığı” için yaptığını söylüyor. 

Dil / anlatım tarzı olarak samimiyet + gözlem + yorum; bazen deneyimsel (“ben şunu yaşadım, şuna tanık oldum”), bazen daha genel değerlendirici. 

Eleştiriler / Dikkat Edilmesi Gerekenler:

Blog yazarı, yazımda — kendi ifadesiyle — bazen “tablet ya da cep telefonuyla” yazı hazırladığı için imla hataları olabiliyormuş; bu da okunurlukta ya da ciddiyette zaman zaman soru işareti yaratabilir. 

Yazıların yorumları ya da okur kitlesinin büyüklüğü — yani “ne kadar okunuyor / ne kadar etkili” olduğu konusunda açık, şeffaf bir veri yok; bu da eleştiri ve güven bağlamında netliği zorlaştırıyor.

Sonuç — Neden Önemli / Ne Sağlıyor? 

“Dilin Kemiği Yok” blogu, sıradan medyanın genelde az ilgi gösterdiği gündelik yaşam sorunlarını, ekonomik – toplumsal – ahlaki meseleleri; sıradan bir vatandaş gözüyle, samimi ve eleştirel bir dille okura sunuyor. Bu, bazen gündem dışı kalmış kesimlerin sesi olabiliyor. Eğer siz toplumsal yorum, gündelik hayat içi tartışma, ekonomik–sosyal analiz gibi içeriklere ilgi duyuyorsanız, bu blog ilginizi çekebilir."

Ne diyeyim? Tek kelimeyle bravo! 

ChatGPT'ye Göre Barbaros Ulu

Bir arkadaşın çocuğuyla tanıştım. Laf arasında sizin gazetede bir zaman Barbaros ULU müstear ismiyle bir ara yazılar yazmıştım deyince, "Dur abi, seni ChatGPT'ye bir sorayım" dedi. Sormasıyla ekrandan okuması bir oldu. Baktım beni anlatıyor. Delikanlı ben bu ChatGPT'yi hiç kullanmadım. Şu okuduklarını bana gönderir misin dedim. Gönderdi. 

Buraya, "Barbaros ULU kimdir" sorusuna ChatGPT'nin başlıklar halinde özetle verdiği cevap ve değerlendirmeyi alıyorum:

"Toplumsal, ahlâkî ve sosyal meseleler: Ulu, toplumsal sorunlar, ahlâkî değerler, insanların davranışları, inanç ve vicdan ekseninde değerlendirmeler yapıyor. 

Eleştirel ve sorgulayıcı yaklaşım: Sadece durumu tanımlamakla kalmayıp yanlış gördüğü sosyal, siyasal ve kültürel tutumlara dair sert, eleştirel yorumlar yapıyor. 

Toplumun değişimi, fikirler, zihniyet ve ön yargılar: Özellikle değişimi zor kabul eden, ön yargılı, geleneksel ama kritik düşünceye kapalı kesimleri, eski alışkanlıkları, 

—bu bağlamda “tipolojiler”, “muhafazakârlık eleştirisi” gibi başlıklarla değerlendiriyor. 

Siyasi ve toplumsal yorumlar: Devlet, siyaset, toplum düzeni, liderlik gibi konular üzerinden de analizler, tarihsel ve güncel kıyaslamalar yapıyor. Öz örneği: bir yazısında eski bir lideri, dönemsel hatalar ve başarılar üzerinden değerlendiriyor. 

Din, inanç ve toplumsal vicdan: Bazı yazılarında dini referanslara da yer veriyor; topluma, dine, bireysel inanca ve bu çerçevede toplumsal değerlere dair düşüncelerini paylaşıyor.

Yazım Amacı ve Üslup: Deniyor ki: Yazdıkları “toplumun derdine tercümanlık” yapmak; gördüğü aksaklıkları, yanlışları, vicdani eksikleri dile getirmek, sessiz kalanlara ses vermek. 

Eleştiriyi hedef kişi veya grup değil; genelde “tutum/zihniyet/yanlış anlayış” üzerine yapıyor. 

— yazar, eleştirdiği kesimi “ölçülü” ve “yapıcı eleştiri”yle hedeflediğini söylüyor.

Çoğu zaman yazılarında ironik, eleştirel ya da durağan bir üslûp kullanıyor; kimi zaman doğrudan, kimi zaman ima yoluyla görüşlerini aktarıyor. 

Özetle: “Neye Ne Üzerine Yazıyor?” 

Barbaros Ulu, toplumun sosyal, 

—kültürel, 

—ahlâkî yapısını, 

zihniyetleri, inancı, toplumsal değerleri;

siyaset, toplumsal değişim, birey-toplum ilişkileri gibi alanları mercek altına alıyor. 

Yazılarında, “gördüğü yanlışları” dile getiriyor, toplumsal vicdanı ve duyarlılığı canlandırmayı hedefliyor.

İstersen, —Ulu’nun belli başlı orta-uzun makalelerinden örneklerle (tarih, konu, alt başlık vs.) bir seçki çıkarabilirim; böylece “ne üzerine yazıyor?” sorusuna hem genel hem de somut örneklerle yanıt olur. Nasıl olur?"

Kısaca ChatGPT, bir zamanlar müsteşar isimle yazdığım köşe yazılarından hareketle beni böyle değerlendirmiş. Siz nasıl değerlendirirsin bilmem ama "sert ve eleştirel yorumlar yapıyor" cümlesinde geçen sert hariç tüm değerlendirmeleri katılıyorum. Tabi, bu bana göre. Çünkü yazılarımda sertliğe yer verdiğimi düşünmüyorum. Öyle anlaşılıyor ki bazı yorumcuların "sert ve ağır yazıyorsun, acımasızca eleştirmişsin" yorumlarından etkilenmiş. 

Şu var ki ChatGPT benden yüz üzerinden 98 puan aldı. Hızına, analizine, değerlendirmesine, özellikle doğru anlamasına şapka çıkarıyorum.

Ve beni bir kişi anladı. O da yanlış anladı demiyorum. Çünkü doğru anlamış. En azından bazı ön yargılı, savunmacı anlayışa sahip, tarafgir, her şeyden nem kapan, niyet okuyucu okuyucularımdan çok çok iyi.

Ve diyorum ki iyi ki ChatGPT var. Yoksa okuduğunu yanlış anlayan, yazılarıma başka anlamlar yükleyip kastetmediğim çıkarımlar yapanların elinde çekeceğim var.

Bu tipler için diyorum ki şu akıl, zeka ve anlayışınız sizin olsun. Beni değerlendirirken önce ChatGPT'ye bir sorun. Sonra İnsafı elden bırakmadan beni yargılayın. 

27 Kasım 2025 Perşembe

Çalışan İşsizler Ordusu

Ülkede işsiz, özellikle okumuş gençlerde işsiz sayısı çok.

İş arayan çok. İş beğenmeyen de çok.

İş var, o işte çalışmak istemeyen de çok.

Çalışmak isteyen var ama kendine göre iş bulamayan da çok.

Verimli olabilecek yaşta erken emekli olduğu halde aktif çalışmaya devam eden sayısı da çok.

Emekli olmadığı halde kızağa çekildiği için “araştırmacı”, “uzman”, “müşavir” adı altında evinde oturan, çarşı pazar gezen, mesaisi olmadığı için ülkenin her bir yerine gidebilen, özlük haklarına halel gelmeden aydan aya çalışan maaşını alan, emekli olmadan emekli gibi yaşayan bankamatik yönetici sayısı da çok.

Kamu kurumunda aktif çalıştığı halde sırtını terletmeden akşamı yapan, işinde değil de iş çıkışı ya da mesai dışında yaptıklarıyla yorulan sayısı da çok.

Bir kurumda birkaç kişiyle yapılacak iş için o kurumda çalışan sayısı da çok.

Aktif çalıştığı halde ek iş yapan, esas işinde değil de ek işte yorulan sayısı da çok.

Ek iş yapanlar arasında esas işinden aldığı maaştan çok gelir getiren sayısı da çok.

Niçin ek iş yapıyorsun dendiğinde, “Aldığımız nedir ki! Mecburen ek iş yapıyoruz” diyen sayısı da çok.

Yaptığı ek işten dolayı paraya para demediği halde devlete vergi vermeyen sayısı da çok. Diğer kayıt dışını da hesaba katarsak devletten vergi kaçıran sayısı da çok.

Bankalar, PTT, vergi dairesi ve TCDD gibi kurumlar dışında, istisnalar kaideyi bozmaz, devlet kurum ve kuruluşunda çalışanların üçte ikisi ya da en az yarısı o kuruma fazla. Yokluklarında, iş ve işleyişte hiçbir sıkıntı ve aksama yaşanmaz. Bu da insan kaynağı istihdamında devlet kurumlarında şişirilmiş kadro sayısı da çok anlamına gelir.

Bir tarafta ihtiyaç diye yeni öğretmen alımı yapılırken diğer tarafta eş, sağlık vb. nedenlerle norm fazlası öğretmen sayısı da çok. Bir büyükşehirde norm kadro fazlası öğretmen sayısının üç bin olduğunu söylersem, Türkiye genelinde ne kadar öğretmen fazlalığı olduğu hakkında bir kanaat sahibi olunabilir.

Derslerini iki, üç gün güne toplayarak diğer günler tatil yapan sayısı da çok.

Ders kitabı yazma, kitap inceleme vb. gerekçelerle geçici görevlendirme ile il emrine alınıp işine gitmeyen, evinde çalışan sayısı da çok.

Bir kurumda çalıştığı halde 08.00-17.00 arası mesaisi olmasına rağmen kurum kurum, okul okul dolaşarak zeytin yağı, kuru yemiş, pekmez, bal vs. satan çok.

Herhangi bir siyasinin danışmanı olarak görev yapan, işine gitmeyen, kendisine belki de hiç danışılmadan maaş alan sayısı da çok.

2019 salgınına kadar dersi olsun ya da olmasın, yıllık izin hariç, üniversitedeki odasında bulunan öğretim üyeleri, salgından bu yana dersleri yoksa üniversiteye uğramadan öğretim üyeliği yapanların sayısı da çok...

Eksik Beyan

Oğlan WhatsApp aracılığıyla bir belge gönderdi. Belgeye baktım. Bir ceza idi adıma gelen.

Neyin nesidir diye üstünkörü baktım. "Vergi/Ceza İhbarnamesi" idi başlık.

Alt satırlara göz attım. Türü: "Tapu" yazıyordu. Belli ki tapu ile alakalı bir ceza olmalı yediğim.

İlk tahriyata esas olan 152 bin, eklenen 38 bin. Toplam 190 bin. Tahakkuk eden 3.800 TL. Mahsup edilen 3.040 TL. Ödenecek olan 760 lira.

Alt satırda "Vergi ziyaı cezası, 190 lira yazıyordu.

Kağıtta yazılı olana göre 760+190= 950 TL idi Toplam borcum.

Demek ki çıkacağı varmış. Ceza yemişim. Ki bu benim borcumdur. Borç ise beklemez. Şunu ödeyip kurtulayım düşüncesiyle, okuldan çıkınca eve uğrayıp gelen ihbarnameyi aldım. Defterdarlığın yolunu tuttum. Cebime baktım. 1200 lira para var. Para çekmeme gerek yok deyip maliyeye girdim. Kapıdaki güvenlik görevlisine Alaaddin Vergi Dairesini sordum. Sol tarafı işaret etti.

Bu daireye vergi numarası almak için gelmiştim fî tarihinde. O zaman sanki sağ taraf gibi aklımda kalmış. Bir iki defa da çalıştığım okulların okul aile birliği adına vergi numarası almak için uğramıştım. Başka da hiç yolum düşmemişti.

Alaaddin Vergi Dairesine girince içeriyi kalabalık gördüm. Koca salonun içinde ne kadar oturak varsa neredeyse doluydu. Belli ki bunlar da benim gibi ceza yediler. Kurbanlık koç gibi kesilme sırası bekliyorlar dedim.

İşleyişe baktım. Sağlı sollu vezneler vardı çokça. Belli ki kestiği cezaları tahsil etmek için bu kadar kişi görevlendirmişti devlet. Başlarını kaldırmadan ve kimseyle konuşmadan evrak üzerinden işlem yaptıklarına göre adeta ikinci darphane işlevi görüyordu burası.

Baktım, orta yerde sıramatik var. Oradan bir sıra aldım. 45 kişi vardı önümde sıra bekleyen.

Beklerken anladım ki sağ taraftaki vezneler tekli, sol taraftaki vezneler çiftli rakamlar için yanıyor.

Gördüğüm kadarıyla her şey düzenli. Para tahsili için defterdarlık her kolaylığı sağlamış.

O kadar kalabalığa ve hummalı çalışmaya rağmen içeride doğru dürüst gürültü yok. Yan yana oturmuş sırasını bekleyen kişilerde bir muhabbet de görmedim. Belli ki ceza içlerine oturmuş. Konuşacak ve muhabbet edecek takatleri yok. Öyle ya kurbanlık koç neyin muhabbetini yapacak. Benimki de laf.

Otururken tüm veznelerin önündeki camlara yapıştırılmış A4 kağıdına yazılmış "DANIŞMA DEĞİLDİR" uyarısı yapıştırılmış. Altına da danışmayı gösterir ok işareti konmuş. Belli ki ilgili defterdarlık, "Benim para tahsil eden görevlilerime gerekli gereksiz soru sorarak para tahsilini geciktirmeyin" demek istiyor.

Fazla beklemedim bir 20 dakika sonra 544 yanmak suretiyle sıram geldi. Vezneye vardığımda içerideki tahsildar ile benim aramda adeta bir duvar vardı. Eski bankalardaki veznenin yeri gibi.

Ben bu görevliyle nasıl iletişim kuracağım. Sesimi nasıl duyuracağım dedim. Çünkü her şey para alma üzerine kurulmuş bir mekanizma var karşımda. Garibimin arkası duvar, sağı ve solu da kapalı. Önüne bir bilgisayar vermişler. Senin işin bu, hep para almak demişler. Gördüğüm kadarıyla görevlinin çalışma ortamı hapishaneden beter. Acıdım adama.

Varınca baktım. Epey aşağıda kalıyor bana göre. Yüzüne bakar bakmaz uzat kağıdı der gibi işaret etti. Baktım A4 kağıdı girecek ebatta 5-6 cmlik bir boşluk var. Gelen ihbarnameyi uzattım. Ekrandan benim ihbarnameye baktı. "Bunun borcu yok. Şu merdivenden yukarıdaki harç bölümüne çık. Borcu yansıtsınlar" dedi. Bu arada nasıl iletişim kuracağım diye endişe etmiştim. Endişeye mahal yokmuş.

Geriye dönüp baktım. Merdivenle yukarı çıkıldığını gördüm. Yukarıda da epey bir bölüm ve her bölümde çalışan var. Harç yazılı bölüme girdim. Hepsi ekran üzerinden hummalı bir şekilde çalışıyor. Sol baştaki, şu hanımefendiye gidebilirsin dedi. Kadına evrakı uzattım. Buyurun oturun dedi. Oturdum.

Yukarının aşağıdakilerden farkı, şimdiki banka düzeni gibi. Önlerinde cam yok. Hepsinin önünde bir masa ve bilgisayar. Gelen kurbanın oturması için bir sandalye düzeni var.

Görevli, "Gelen cezanın içeriğinden bilginiz var mı" dedi. Tam bilgim olmasa da var dedim. "Bu ihbarname ne zaman geldi” dedi. Bugün dedim.

Görevli işlemi yaparken epey uğraştı. Ara ara "Ekran donuyor. Ondan geç sürüyor" dedi. Beklerken sabahtan akşama hep ekranda iş yapmak zor olsa gerek. Akşam yattığınız yeri beğenirsiniz" dedim. "Öyle de ah uyuyabilsem" dedi.

Nihayet işlem bitti. "2.284 lira borç çıktı. Yeniden sıra almanıza gerek yok. Önceki sıranızı göstererek aynı kişiye gidin. Tekrar sıra beklemeyin" dedi. Çıkan rakama şaşırdım. İyi de gelen ihbarnamede, toplam borcum 950 yazıyor dedim. "Faizi eklenince fiyat artıyor" dedi. Yanıma o kadar para almamıştım. Kredi kartı geçerli mi dedim. "Geçerli. Ziraat kartınız varsa dört, Vakıfbank'a üç taksit yapılıyor. Bir de şimdi yatırmak zorunda değilsiniz. 17 Ocak 2026'ya kadar faiz ve gecikme işlemez. Sonra da yatırabilirsiniz" deyince ödeme yapmadan çıkıp geldim.

Gördüğünüz gibi satın alacakmış gibi defterdarlığın işleyişini anlatıp duruyorum. Bir türlü sadede gelmiyorum. Niçin ceza yediğimi anlatmıyorum. Çünkü yüz kızartıcı bir eylem benim yaptığım. Hırsızlık doğrusu. Bu işin kaçarı yok. En iyisi bu cezanın neyin nesi olduğuna geleyim.

Eksik beyanmış benim cezam. Yani devletin alım satımlarda alandan ve satandan rayice göre aldığı harç vergisini tam ödemekten kaçınmak.

Meselenin özeti şu: Emlakçı aracılığıyla 30 yıllık birikimime, biraz da borçlanarak 30 yıllık bir daire satın almıştım. Emlakçı tapuya müracaat etmeden önce belediyeden rayici almış ya sa ben alıp emlakçıya verdim. Belediyenin rayici 152 bin lira imiş. Emlakçı bana, "Hocam, tapuya müracaat ettim. Alım satım rayicini 190 bin yazdırdım" dedi. Eyvallah dedim.

Tapuyu alacağımızda 190 bine tekabül eden 3.040 tapu harcı ödemişim. Halbuki benim ödemem gereken miktar 3.800 lira olması gerekiyormuş. Yani eksik beyan sonucu harcı 760 lira eksik yatırmışım.

30 yıllık eski ev olsa da koca eve sahip olmuşum. O kadar para dökmüşüm. Ev sahibi olunca dile benden ne dilersen diyeceğim yerde devlet hakkını iç etmeye kalkmışım. Halbuki devlet borcu namus borcu gibi bir şeydir.

Eve o kadar para döken, devlete ödenmesi gereken tapu harcını hem alıcısının hem de satıcısının tapu harcını ödeyen ben, iş devlet borcunu ödemeye gelince, yan yollara sapmışım. Halbuki bu kadar parayı ödeyen, artı satıcının da harcını ödeyen ben, bir 760 lira daha yatırsam ne olurdu? Eksik beyan vererek göverip bostan mı olacaktım halbuki. Devlet hakkı olan 760 lirayı kesip mezara mı götürecektim bu kadar parayı?

Kısaca devleti zarara uğratarak açık gözlülük yaptım. Sandım ki devleti ayakta uyuturum. Bu da yanıma kâr kalır. Ama devletim uyumadı. Geriye dönük bir inceleme yaparak benim bu eksik beyanımı tespit etti. Ayıp ayıp, bir daha olmasın demedi. Hemen bir ihbarname gönderdi. Yatır şu eksik beyanından kalan borcunu. Çünkü kamu hakkı yetim hakkı gibi bir şey. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı var bunda dedi.

Devlet sadece eksik kalan tapu harcının peşine düşmedi. 760 tapu harcı +190 lira vergi ziyaı borcu + 1.334,56 lira da gecikme faizi uygulamak suretiyle borcumu 2.384,56 liraya çıkardı. Yani benim 760 lira doğuran doğura 2.284 lira oldu.

Şu devletin yaptığına bakın. Halbuki ev alanla, ev alana Allah bile yardım eder. Yazık adama demeyin. Unutmayın ki acırsanız, acınacak hale gelirsiniz. Bir de bakmayın ev alanla, evlenene Allah yardım eder dendiğine. Ev alan da evlenen de tırnağı varsa başını kaşıyacak. Kimse kılını kıpırdatmaz. Yardım edilmediği gibi gayrimenkulünü satanın tapu harcını da alan ödüyor. Bu uygulama herhalde sadece Konya'ya mahsus olsa gerek. Düğün yapana da kimsenin yardımı yok. "Pilavını ne zaman yiyeceğiz" diyerek düğün sahibinden pilav bekliyoruz.

Konu epey dallanıp budaklandı. Tekrar sadede dönersem, benim eksik beyanda bulunmam doğru bir davranış değil. Çünkü eksik beyan, vergi kaçırmaktan, hırsızlık yapmaktan başka bir şey değil. Şu var ki emlakçı şu kadar bildirdim demese ya da bu işi bana bıraksa, evi kaça aldıysam, aldığım miktardan gösteririm.

Bir sözüm de devlete olsun. Ben bu evi alalı yıllar oldu. Be kardeşim, bu zamana kadar bu eksikliği tespitte niçin gecikip sonrasında önce ana para, sonra gecikme cezası, ardından o günden bugüne faiz işletmek de neyin nesi? Devlet dediğin vatandaşına göz açtırmaz, işini zamanında yapar. Bir de devlet vergisini zamanında almalı, vergiyi tabana herkese yaymalı, adil bir şekilde almalı. Makul almalı. Vergi vergi diyerek ve orantısız vergi alarak vatandaşı bezdirmemeli. Bütçe açığını kapatacağım diye nasıl vergi alırım anlayışından vazgeçmeli. Makul almalı ki hiçbir vatandaş vergi kaçırmak için dolambaçlı yollara sapmamalı. Sapan olursa da zamanında yakasına yapılmalı.

İyi ki vergi almaktan sorumlu bakanımızın soyadı Şimşek. Soyadı yavaş ve ağır anlamına gelen bir kelime olsaydı, benim bu borcu tahsil için devlet ne zaman ihbarname gönderirdi?

Bir sözüm de belediyeye olsun. Be kardeşim, sen evimin değerini 152 bin göstermişsin. Bense 190 bin demişim. Ne senin yaptığın doğru ne de benim yaptığım. Beni bu yola sevk eden rayici düşük gösteren belediye. Belediye rayici tam gösterse, benim rayicin altında bir beyan vermem mümkün değil. Devlet eksik beyandan dolayı benim peşime düşerken rayici düşük gösteren belediyelere de bir çift söz söylemeli. Unutmayalım ki devletin kurumu devlete yanlış yapmaz. Yaparsa, ki yapıyor. Bu durumda devlet önce belediyelerin yakasına yapışmalı. Öyle görünüyor ki devletin gücü gariban vatandaşa yetiyor.

Bir diğer husus, gelen ihbarnamede devlet, "tahriyat"*, "ziyaı"** gibi bugün pek değil, hiç kullanılmayan eski kelimelere yer veriyor. Vergi almayı iyi beceren devlet bu kelimeleri de vatandaşın anlayacağı şekilde güncellemelidir.

Bir diğer husus da para tahsili yapan görevlilerin yerleri sağlığa uygun olmalı. Tek kişilik odadan ibaret cezaevi gibi olmamalıdır. Eski banka çalışanlarının bankoları gibi olmamalı. ve kullandıkları bilgisayarlar son model olmalı. Bilgisayarları donmamalı. Sorun İnternet ise İnternet hızı yükseltilmeli. Bilgisayarlar demode ise yenilenmeli. Alt yapısı çekmeyen bir sistem ise buna da bir çare üretilmelidir.

Bir diğer husus da ihbarnamedeki yatırılacak para ile defterdarlığa varınca yatırılacak para birbirini tutmalı. Kısaca evdeki hesap çarşıya uymalı. İhbarnamede, “Şu tarihe kadar borcunuzu yatırdığınız takdirde borcunuz bu. Gecikirse faiz işler demeli”.

*Tahriyat: “vergi alacağının kanunlarda gösterilen matrah ve oranlar üzerinden hesaplanarak miktarının belirlenmesi” demekmiş.

**Vergi Ziyaı Cezası: “Mükellef veya sorumlu tarafından vergilendirme ile ilgili ödevlerin zamanında veya tam olarak yerine getirilmemesi sonucunda vergi kaybına neden olunması halinde vergi idaresi tarafından kesilen idari bir para cezası” demekmiş.

26 Kasım 2025 Çarşamba

Sıralı Ölüm

Bir sıralı ölümdür gidiyor bugünlerde. Nerede ayaküstü bir hastalık ve ölüm konuşulsa "Allah sıralı ölüm versin" diyorlar.

Tamam anladık. Sırası gelen ölsün deniyor. İstenilen ve olması gereken bu. Yalnız bunu nerede, kimin yanında söylüyorlar? Benim yanımda. Hem de gözümün içine bakarak. Sağıma, soluma, karşımdakilere bakıyorum. En yaşlıları benim. Hep birlikte kavilleşmişler. Gözlerini bana dikmişler. Sıra sende diyorlar akılları sıra. Beni gördükçe oh be daha bize sıra var. Çünkü sıra bu büyüğümüzde diyorlar. Kısaca ölüm sıralı olursa bize daha var demektir bu.

Geç de olsa insanların beklentisini ve temennisini anladım.

Bugünlerde bu sıklaştı. Sonra niye ben? Bu dünyada bir yaşlı ben mi varım? Benim yanımda gözünüzü bana dikerek söylediğinizi bir başka yaşlının yanında da söylüyor musunuz? Sonra başka işiniz yok mu sizin? Beni göndererek ya da benim ölüm sıramı bekleyerek mutlu mu oluyorsunuz? Derdiniz ne sizin? Başka işiniz yok mu? Bilin ki ölmeden öldürüyorsunuz beni. Ölmeden, beni mezara koymaya kalkmakla elinize ne geçecek? Hem ben ölür ölmez ölüm sırası size gelecek. Sonra hangi işinizde tertip, düzen ve sıra vardı da hepiniz ağız birliği etmişçesine bir düzen sevdasına kapıldınız. Azrail'e yön vermeye kalkıyorsunuz. Yalnız Azrail’e bel bağlamayın. Çünkü o işini sizin yönlendirmenize göre yapmaz.

Ölüm er veya geç hepimize geleceğine göre bırakın da ağzımızın tadıyla oturup kalkalım. Nasılsa öleceğiz. Ölmeyip bu dünyaya kazık çakan mı var sanki?

Kısaca Azrail sıralı ölüm gözetmiyor. Sırası geleni gönderiyor. Sıra derken yaşa göre hareket etmiyor. Bir bakıyorsunuz, sırası gelen yaşlıların arka arkaya defterini dürerken biraz ara verip okları gençlere ve çocuklara döndürüveriyor.

Neyse sadede geleyim. Ben biraz alınganlık göstersem de yaş 60’ı geçince ölüm kapıyı çalmaya daha yakın. Hele yakın büyüklerin bir bir gidince sıranın kendine gelmekte olduğunu anlıyorsun ve ölümün nefesini arkanda hissetmeye başlıyorsun. Bu gerçeği pek aklıma getirmek istemesem de gerçek bu.

Öleceğim de nasıl öleyim diyorsun. Hele bakıma muhtaç yatağa bağlı ölmeyi hiç istemiyorsun. Uzun yaşayayım ama sağlıklı olsun. Kimseye muhtaç ve yük olmadan ayakta çekip gideyim diye temenni ediyorsun.

İnsan bitiyor ama temenniler bitmiyor elbet. Nasıl bir ölümün bizi beklediğini kestirmek de mümkün değil.

İnsanların “Allah sıralı ölüm versin” demesi de bir dua, aynı zamanda bir temenni. Bu temenni de ne derece gerçekleşir, tartışılır. Şu var ki yukarıda dediğim gibi ölüm sıra takip etmiyor. Daha hayata doymadan ömrünün baharında çekip gidenler de az değil. En fazla üzen de çocuk ve genç yaşta gidenlere olur. Bu da doğaldır. Çünkü bir insanın dedesi, babaannesi ve anneannesi, babası, annesi, amcası, dayısı, ağabeyi ve ablası şeklinde gerçekleşen ölümler sıralı ölümlerdir. Böyle değil de dede yaşarken torunun gitmesi, baba ve anne yaşarken çocuğunun vefatı, kısaca büyükler yaşarken küçüklerin ölmesi sıra dışı bir ölüm kabul edilir. Yakınlarını haliyle üzer. Böylesi ölümlerde, “Allah kimseye evlat/kardeş acısı vermesin” diye dua edilir.

Hülasa sıralı veya sıra dışı ölümler tıpkı ölüm gibi bir gerçektir. Bu gerçekten kimsenin kaçınması da mümkün değil. Sırası gelen ahiret yolcusu olacağına göre yine de sıralı ölüm hepimizin beklediğidir. Ömrün de ölümün de hayırlısı temennisiyle. 

25 Kasım 2025 Salı

Üşümeye Değer

Tarihi Buğday Pazarı çarşısında yedi tane çay ocağı var. Bazısında tek tük oturan varken bazılarının müşterisi fazla. Ben de çarşının batı tarafında otururum çoğunlukla. Bu çay ocağının çayı güzel. Müşterisi de diğerlerine göre yoğun. Çoğu zaman gelenler oturacak yer arar burada.

Doğu tarafında masa ve sandalyesi fazla bir başka çay ocağı daha var. Buranın da bir zamanlar müşterisi fazla idi. Çünkü sonbahar ve kış mevsiminde güneş hafif çıktığı zaman oturanların hem sırtı ısınır hem de içi.

Nicedir kasım ayı serin ve soğuk geçiyor. Özellikle gölgeler üşütüyor. Böyle havalarda güneş gören çay ocağı tıklım tıklım olacağı yerde oturup çay içenlerin sayısı şimdilerde üçü beşi geçmiyor. Hava soğuk olmasına rağmen güneşin uğramadığı çay ocakları ise tıklım tıklım.

Güneş gören çay ocağı belli ki müşteri kaçırmış. Ya çayı iyi değil ya da müşteriye iyi davranmıyor dedim kendi kendime. Başka da bir sebep aklıma gelmedi.

Bir gün bir arkadaşla her zaman oturduğumuz çay ocağında buluşacağız. Baktım arkadaş oturduğumuz yerin yanındaki çay ocağına oturmuş. Yanına oturdum. Niye buraya oturdun dedim. Yan tarafta yer yoktu. Ben de buraya oturdum dedi. Çayı içtikten sonra haydi burası üşütüyor. Bu çaycıdan da haz almıyorum. Şu güneşli yere geçelim. Diğer çaylarımızı orada içelim dedim.

Sonradan katılan üç arkadaşla beraber müşterisi iyice azalmış güneşli yere geçtik. Çaylarımızı içtik. Muhabbetimizi yaptık. Kalkalım deyip çay parasını ödemeye gittim. Ödediğim miktar diğer çay ocaklarına göre yüksek geldi. Kafadan, içtiğim çayı bölünce burada çayın 15 lira olduğunu anladım. Daha önce bu çay ocağının niçin boş olduğunu, gölgede kalan diğer çay ocakları üşütürken bu güneşli yerin müşterisinin niçin az olduğunu da böylece anlamış oldum. Kendi kendime her şey aradaki beş lira içinmiş dedim. Meğer insanımız bir bardak çayı beş lira düşüğüne içmek için gölgede üşümeyi göze almış.

O yüzden beş lira değil mi ne değeri var diye dudak bükmeyin. Öyle ya adı üstünde çay ocağı. Burada çay içilir hem de birden fazla. Her içtiğini toplarsan her iki bardağı bedavaya getirmek var işin içinde. On çay içilse, birinde 100 lira ile kurtulurken, diğerinde 150 lira ödeme durumu söz konusu. O yüzden beş lira için üşümeye değer. Öyle ya devir hesap ve kitap devri.

22 Kasım 2025 Cumartesi

Paramızın Hal-i Pürmelâli

Toplamda 40 gram civarında iki bilezik borcum vardı. 21 gramını temmuz ayında aldım. 86.500 lira ödedim. Diğerini de 20 gramına 112.400 ödeyerek kasım ayında alabildim.

İkinci bileziği aldığımın akşamında, bileziğin fiyatını duyan oğlum, “Biz Nissan’ı ne zaman almıştık baba” dedi. 2011 yılında dedim. “Kaça almıştık. Hatırlıyor musun” dedi. 14.600 liraya almıştık evlat” dedim. Oğlan, “Vay be” dedi. Odasına geçti.

Arabanın fiyatını niye sordu. Bilmiyorum. Belli ki bir şaşırma var. Oğlanın şaşırması vay be demekle bitti. Beni bir düşüncedir aldı. Çünkü vay be sırası bendeydi. Bir zamanlar 14.600 liraya koca bir araba almışız. Bugün ise 112.400 lira verip bir bilezik alabiliyoruz.

Kıyas ne derece doğru bilmiyorum ama dünden bugüne fiyatlara bakınca sanki milattan önce ile bugün kıyaslanıyor sanılır. Halbuki 2025 yılının 7.ayında yani dört ay önce bir gram fazlasını 86.500’e aldığım bileziğin bir gram düşüğünü almak için dört ay sonra kasım ayında 26 bin lira ilave etmiş oldum.

Dört ay ara ile arada bu kadar farkın olması normal değil. Bu derece fiyat farkının olmasında, altında bir şişirmenin olduğu bir gerçek. Bugünlerde altını bir hafta şişirip öbür hafta indirmek suretiyle yoluna devam etse de altının bir yerde duracağına kimse ihtimal vermiyor. Şu bir gerçek ki altın yükselse de aynı kişiler kazanıyor, düşse de aynı kişiler kazanıyor.

Nissan Primera’yı 2011 yılında 14.600’e aldığıma geleyim. Öyle ya bir şeyi aynı cinsiyle kıyaslamak en doğru olanı. O yıldan bu yıla 14 yıl geçmiş. Satış fiyatını bilmiyorum ama herhalde 300 bin eder elimdeki Primera. 11 yılda fiyat nereden nereye gelmiş. Öyle ya 14.600 nere, 300.000 nere.

Araban değer kazanmış. Sadece araba değil, evler de değerlendi denebilir. Ben öyle olduğunu düşünmüyorum. Paramızın değeriyle daha doğrusu değerinin düşmesiyle alakalı bir durum bu.

Acınası bir paramız var. Öyle ya bir para değer kaybeder de 14 yılda bu kadar mı değer kaybeder?

Şu bir gerçek ki bir para, değeriyle daha doğrusu alım gücüyle ölçülür. Bizim paramızın değerinin olmadığı bir gerçek. “Paramız pul oldu” dense de görünen o ki pul olan paramız kül olmuş. Adeta kağıt yığını. Ne sayılır ne taşınır ne cebe konur ne de bir şey alınır. Değerli bir şey almak için poşet/ler dolusu deste deste para veriliyor şimdi. Eğer tedbir alınmaz, paramızın yeniden değerlenmesi durumu gerçekleşmezse ya da geçici bir çözüm olarak 500’lük ya da 1000’lik banknotlar piyasaya sürülmezse, kıymetli bir menkul ya da gayrimenkul alınma durumunda, çuvalla para taşıma dönemi yakındır. Bir zamanlar “Şu ülkede bir şey almak için çuvalla para taşınır” sözü bizde de gerçekleşmiş olacak. Kısaca paramız ölmüş de ağlayanı yok. 

Abartıyor değilim. Bir bilezik ve başkasına emanet 10 gram altın almak için bankadan çektiğim parayı poşetin içinde taşımak kolay olmadı. Parayı çektiğim gün altını biraz yüksek görünce yarın alayım dedim. Altın almaktan vazgeçtim. Poşetin içindeki parayı, çarşı-pazar dolaşıp eve getirmek, ertesi günü tekrar elde götürmek bana mantıklı gelmedi. Çünkü başlı başına bir risk. Kapkaççıya davetiye çağırmaktır elde para taşımak. Mecburen çarşıdaki bir esnafa bırakmak zorunda kaldım. Esnaf saymadı. Bir yere koydu. Ertesi günü esnaf bana para vermedin dese ya da eksik verse veya dükkana hırsız girse üzerine bir bardak su içmekten başka yapacağın bir şey olmaz.

Görünen o ki milli paramız başlı başına her yönüyle sorun. Yetkililerin inadı tuttu. Yüksek banknot çıkarıp tedavüle de sürme düşünceleri olmadığına göre bizi bu dertten ancak dijital para kurtarır. Dijital para ile birlikte paramızın tedavülden kalktığı günü bu millet bayram yaparsa hiç şaşırmam.

21 Kasım 2025 Cuma

Dört Yıllık Birlikteliğin Geldiği Nokta

Cuma namazını kılmak için Alâeddin Tepesindeki camiye yöneldim. Eski nikah salonunu sağıma aldım. Yukarı doğru tırmanıyorum. Bir taraftan ezanlar okunuyor.

Nikah salonunun kuzeyinden camiye doğru yürürken biraz aşağıda kalan yol üzerinde bir gürültü koptu. Bir erkeğin sesi geliyordu. Al şunu yerden diyordu. Başımı çevirip baktığımda yere atılanın bir çiçek demeti olduğunu gördüm.

Biri kız, diğeri erkek iki gençti tartışan. Sadece erkeğin sesi geliyordu. Belli ki erkek kıza çiçek vermiş, kız da çiçeği yere atmış. Erkek yerden aldığı çiçeği alıp kıza vermeye çalışıyordu. Erkeğin yüksek sesle konuşmasından kız geri dönüp giderken erkek seslendi: "Gidersen dört yıllık birlikteliği bitirirsin. Bu iş biter. Bunu istiyor musun” diyordu. Birlikteliği bitirmeye niyeti olmayan kız tekrar geri dönüp erkeğin yanına geldi.

Kız geri gelmesine rağmen erkek sakinleşmedi. Kız yanında yürümek istiyor ama erkek durdurup konuşmaya daha doğrusu bağırmaya devam ediyor. Bir taraftan da elindeki telefondan bir yerlere bakıyor. Erkeğin sesi yükseldikçe geçip gidenler sakin sakin konuşmalarını önerdi. Erkek, "Haklısınız. Ben böyle değildim" dedi. Etrafında gelip geçen azaldıkça erkek kıza yine fırça kayıyordu. "Telefonuna bakmasam haberim olmayacaktı. Bu ne şimdi" dedi. Kız, "Açıklayabilirim, demiş olmalı ki erkek, "Neyi açıklayacaksın" diyerek kızı susturuyor. Kız edebinden mi susuyor yoksa suçundan dolayı mı susuyor bilmem. Nikah salonunun görevlisi, "Millet cumaya gitti. Bunun zamanı değil diye uyardı. Her uyarı ile ses biraz kısılsa da erkek kendini tutamıyordu.

Onlar tartışa dursun. Ben camiye girdim.

Anladığım kadarıyla Alâeddin’de buluşmuşlar. Buluşmaya gelmeden önce erkek çiçek yaptırmış. Belki de dört yıl önce tanışmalarının anısına bir çiçekti bu.

Dört yıllık birlikteliğin bu noktaya gelmesinde, sanırım, kıza başka birinin gönderdiği mesajlar neden olmuş. Erkek kızın telefonunu zorla mı aldı yoksa telefonuna bakarken mesajları görmüş olmalı ki erkek bu mesajları aldatma olarak görüyor ve var gücüyle kıza kızıyor. Kırmızı görmüş boğa gibi bir haletiruhiye içerisine girince, "açıklayabilirim" denmesine bile kulak vermiyor.

Sonra ne yaptılar, bağırış çağırış yola devam mı ettiler, arayı buldular mı, kıza izah imkanı verildi mi, kız çekip gitti mi, birliktelik devam edecek mi, burada bitti mi bilmiyorum. Şu var ki herkesin gözü önünde bu durum hiç hoş kaçmadı. Dört yıl birliktelik de bana normal gelmedi. Şimdiye kadar bu birliktelik çoktan evliliğe dönüşmesi gerekirdi. Bir diğer husus, kızın telefonunun erkekte ne işi var? Erkek telefonunu niye alır, ona ait bir telefonu niçin karıştırır? Kız niye telefonunu verir? Bunları da anlamış değilim. Zira telefon kişiye özeldir. Bir başkasının karıştırması doğru değil. Daha nişanlı ve evli bile olmayan bu ikili, daha nikah bağı bile yokken erkeğin müstakbel eşine güvenmezse, kendisini aldattığına inanıyorsa, bu ilişki evliliğe nasıl dönüşür, dönüşse bile bu evlilik ne derece sağlıklı yürür?

Ebu Zer el Gıfâri'ye Ne Reva Görülürdü?

5.Müslüman olarak bilinen, içine sinmeyen hususları failine söylemek için gözünü budaktan esirgemeyen, doğrucu Davut biridir Ebu Zer el Gıfâri.

Sözünü söylerken başıma şu gelir, beni yaşatmazlar, işimden, gücümden olurum, ağrımaz başımı ağrıtmayayım demeyen biri.

Akrabalarını gözeten, onları devletin her bir kademesine yerleştiren Hz Osman'ın tasarrufuna karşı çıkmış. Devlet başkanının yüzüne, bu yaptıkların doğru değil diyerek onu eleştirmiştir. 

Ebu Zer'in eleştirilerine tahammül edemeyen Hz Osman, onu Şam'a Muaviye'nin yanına gönderir. 

Ebu Zer, Şam'da da rahat durmaz. Çünkü Muaviye'nin de yönetim tarzını beğenmez. Onun şaşalı hayat ve saltanat sürmesini de eleştirmiştir. 

Ebu Zer'in eleştirilerinden rahatsız olan Muaviye, ya Osman! Şu Ebu Zer'i yanımdan al demek suretiyle onu tekrar Medine'ye Hz Osman'ın yanına gönderir. 

Medine'den Şam'a yer değişikliği Ebu Zer'i değiştirmemiş olmalı ki Hz Osman Ebu Zer'i Rebeze çölüne sürgün eder. Geri kalan ömrünü Ebu Zer Rebeze'de geçirir ve burada ömrünü tamamlar. 

Gördüğüm kadarıyla Ebu Zer ne devlet başkanına ne valiye eyvallah dememiş. Onlara boyun eğmemiş. Doğru bildiğini yüzlerine söylemekten ictinap etmemiş. Konforu değil, çileyi göze almış, üç maymuna oynamamış, sessiz kalmamış, bana dokunmayan yılan bin yaşasın dememiş. Hz Osman peygamberin damadı. Onu eleştirmek bana yakışmaz deyip içine kapanmamış. Dilsiz şeytan olmak istememiş. Medine ve Şam'ın güzel havasından ve imkanlarından yararlanmak varken çölün zor şartlarında yaşamayı tercih etmiştir. Kısaca Ebu Zer tasarruflarıdan dolayı kendi camiasınıe leştirmiştir. 

Bugün Hz Osman'ın tasarrufları eleştirilirken, Muaviye'nin ismini doğru dürüst kimse ağzına almazken Ebu Zer'i eleştireni pek görmedim. Çünkü zaman Ebu Zer'i haklı çıkarmıştır. 

Anladığım kadarıyla günümüzde olduğu gibi geçmişte de kimse eleştiriye pek gelmemiş. Eleştiriye gelmeseler de ne Hz Osman ne de Muaviye Ebu Zer için hapsi düşünmemiş, rızkını kesmemiş. Sürgün etmişler sadece. 

Düşünüyorum da Ebu Zer bugün aramızda yaşasaydı, aynı ya da benzer eleştirileri bugün de yapacaktı. Çünkü huylu huyundan vazgeçmez. Hele ki doğrucu Davut ise. 

Bugün de en ufak bir eleştiriye tahammül yok. Belki karşıt düşünce sahiplerine tahammül edilse de evin içinden eleştiriye hiç tahammül yok. Hatta böyle eleştiri getirenlere karşıt mahalleye şirin gözükmeye çalışıyor diyorlar ya da pirincin içindeki beyaz taş benzetmesi yapıyorlar. 

Öyle zannediyorum, Ebu Zer bugün yaşasaydı, eleştiri oklarını evin içine döndürecekti. Böyle bir Ebu Zer'e günümüzde ne yapardık? Öyle zannediyorum, sürgünle yetinmez,  onu doğduğuna, doğacağına pişman ederdik. Rızkını kesme, makam ve mevkisini alma, dışlama, horlama, cezaevi vs. her şeyi ona reva görürdük sanki.