30 Ekim 2025 Perşembe
Bakış Açımız Ne Derece Sağlıklı?
29 Ekim 2025 Çarşamba
Konya Semt Pazarları
Cuma akşamı bir arkadaşa oturmaya gittim. Arabayı park ederken saat 20.30 olmasına rağmen evin karşısında ışıkları yanan kapalı semt pazarı dikkatimi çekti.
Pazar dağılmıştı dağılmaya. Ama içi berbattı. İnanın, birileri pazar yerini bile isteye kirletmek istese bir pazar bu şekil kirletilemez. Eski savaşlar gibi burada meydan savaşı yapılsa burası yine bu derece berbat bırakılamaz.
Gördüğüm semt pazarı Özalkent semtinde cuma günleri kurulan semt pazarı.
Pazarcı esnafı, akşam giderken satılmayan çürük, çarık ne kadar çöpü varsa bulunduğu yere döküp gitmiş.
Bu semt pazarı kapalı değilken de böyleydi, açıkken de. Ne zaman bu arkadaşa gitsem, tüm pazar yeri ne kadar sebze, meyve artığıyla dolu olur.
Kapalı pazarla açık pazarın arasındaki fark, kapalıda tüm pislik içeride kalır. Açıkta ise pazarın içi, dışı sebze, meyve artığıyla dolu olur. Bir de rüzgar çıkarsa, rüzgarın etkisiyle tüm çer çöp mahalleye yayılır.
Ardından belediyenin temizlik ekibi hummalı bir çalışmayla gecenin geç vaktine kadar diğer hafta yeniden kirletilmek üzere pazar yerini bir güzel süpürür ve yıkar.
Verdiğim bu örnek sadece Özalkent'te kurulan pazarla sınırlı değil. Bu şehrin hangi mahallesinde haftanın her günü kurulan açık, kapalı ne kadar pazar varsa tüm semt pazarlarının hali pürmelali bu şekil.
Konya semt pazarlarının pazar sonrası görüntülerine dair yazdığım yazıların sayısını hatırlamıyorum. Nerede müşterinin çekildiği, pazarcı esnafının evinin yolunu tuttuğu, pazarın boşaldığı bir semt pazarını görsem, inanın içim sızlar. Şu görüntü yakışmıyor bize derim.
Bu konuyu bir zaman bir arkadaş ortamında dile getirdim. Biri, “Abi, dert edindiğin şeye bak. Problem yok. Çünkü belediyenin sırf pazar yerlerini temizleyen ekibi var. Pazar dağıldıktan sonra tüm ekipmanıyla burayı tertemiz yapıyor” dedi. Bu açıklamaya da hayıflandığımı söylemeliyim.
Doğrudur. Pazar dağıldıktan sonra gecenin geç vaktine kadar belediye ekibi hummalı bir şekilde çalışarak pazar yerini tertemiz yapıyor. Harıl harıl çalışan araba sesleri tüm mahalleden duyulur.
Bu konuda ben mi çok hassasım. İnsanımızın böyle bir derdi yok mu bilmiyorum. Belediyenin temizlik ekibi var ne demek? Bunu problem olarak görmemek ne demek?
Semt pazarları ortak kullanım yerlerinden. Buralar kullandıkça kirlenmez mi? Kirlenir elbet. Kalabalık dağıldıktan sonra da temizlik yapılması kadar doğal bir şey olamaz. Yalnız bu kirlilik bile isteye insan eliyle olmamalı bence. Kendisine yük olan her şey pazar yerine dökülmemeli. Mandalina, portakal, kavun ve karpuzun tadına bakıldıktan sonra kabuğu yere atılmamalı. Pazarcı, işe yaramayan çürük ve çarığını, ben buraya işgaliye parası verdim. İstediğim şekilde kirletirim düşüncesiyle yere saçamaz. Daha doğrusu bulunduğu yeri azami ölçüde temiz bırakmalı.
Kirlilik nasıl olur? Tartarken ya da seçerken* soğanın kabuğu dökülür, sağa sola uçar. Yeşilliğin kopan parçaları yere saçılabilir. Dışarıda yağmur, yağış vardır. Müşterinin ıslanan ayakkabı izi pazarda leke yapabilir. Kısaca istemeden kirlenme meydana gelir. Bu tür kirliliğe eyvallah.
Görünen o ki ortak kullanım alanlarını temiz kullanma kültürü bizde pek daha doğrusu hiç oluşmadı. Böyle bir kültürün oluşması için bu şehrin yönetenleri bu işe ön ayak olmalı ve gerekli tedbiri almalı.
İsterim ki şehrin valisi, büyükşehir ve ilçe belediye başkanları ve pazarcılar odası, bir semt pazarının dağıldıktan sonraki halini birlikte bir ziyaret etsin. Ardından ne yapılabilir diye bir toplantı yapsın. Bir dizi önlem, tedbir alsın. Bunu pazarcı esnafına duyursun. Her pazarcı esnafı tezgahının uygun yerinde çöp kovası bulundurun. İkram ettiğinin kabuğunu müşteri buraya atsın. Esnaf, çöpe gidecekleri koyabileceği büyük boy poşet bulundursun. Pazarcı esnafı akşam giderken ağzı bağlı bir şekilde çöp poşetini uygun yere bıraksın ya da işgal ettiği yere koysun. Akşam pazar dağıldıktan sonra belediyenin çöp arabası da bu çöpleri alsın.
İnan, çok zor değil bu sorunu çözmek. Yeter ki şehri yönetenler bu konuyu dert edinsin. Takibinin yapıldığını ve ceza uygulandığını bilen insanımız bulunduğu yeri tertemiz bırakır.
Yetkililerimizden, ilgili birimleri harekete geçirerek semt pazarlarına el atmasını bir Konyalı olarak istiyorum. Dikkate alınacağını ümit ediyorum.
*Tabii pazarcı seçtirirse. Çünkü bu şehrin bir de sebze ve meyvesini seçememe sorunu var.
Kirletmede Büyüğümüz Küçüğümüz
2000 öncesi Adıyaman Kahta İHL’de çalışırken, bazı öğretmenler sabah ilk teneffüste çayla birlikte simit yiyerek teneffüste kahvaltısını yapardı. Nazımın geçtiği bazı arkadaşlara, niye evde yapıp gelmezsiniz derdim. Onlar da “Sabah sabah evde kahvaltı yapasımız gelmiyor” derlerdi. Ben de onlara sabah sabah hanım kalkıp kahvaltı hazırlamıyor desenize derdim. Gülüşürdük. Şu yediğiniz simitlerin susamları masanın üstüne dökülüyor. Bari altına müsvedde bir kağıt koyun derdim. Koyan olurdu. Müsvedde yok deyip koymayan da olurdu. Haliyle simidin susamları dökülürdü.
Günlerin birinde dersim boş. Öğretmenler odasında oturuyorum. Simidini yiyen gitmişti. Temizlik görevlisi geldi odaya. Gençten bir arkadaştı. İsmi de galiba Yaşar idi. “Hocam, şu masanın üstüne bakar mısın? Ne biçim bırakmış öğretmenlerimiz. Masanın üstü susam dolu” dedi.
Benim de rahatsız olduğum bir konu olmasına, daha önce susamları için altına müsvedde bir kağıt koyun dememe rağmen öğretmenleri savunma adına, Yaşar Bey! Öğretmenler böyle kirletmezse burada sana ihtiyaç kalmaz. İşsiz kalırsın dedim. “Valla hocam, varsın işsiz kalayım daha iyi. Çünkü ben bu görüntüyü öğretmenlerimize yakıştıramıyorum” dedi.
Yaşar haklıydı. Ne edersin ki alacağı yoktu. Oturduğu yeri kirli bırakan maalesef eksik olmuyor bu toplumda.
*
2010-2012 yıllarında Meram ilçesine bağlı Çomaklı Mahallesinde ilköğretim okulunda çalışıyorum. Aralık ayı idi. Malumunuz aralık ayında çoğu okullarda yerli malı haftası kutlanır. Öğretmen nezaretinde sınıflarda etkinlik yapılır. Öğrenciler evlerinden getirdikleri nevale ile felekten birkaç saat çalarlar.
Öğretmenlerden gelen talep çerçevesinde şu şu saatleri kapsayacak şekilde planlama yapabilirsiniz. Yalnız sınıfı kirletmemeye özen gösterelim dedim. Tamam hocam, o iş bizde dedi şimdilerde müdür yardımcılığı yapan bir öğretmenim.
Yerli malı etkinliğinin yapıldığı gün, ilçede yapılan bir toplantıya katılıp ardından okula geldim. Sınıf ortamını göreyim, öğrencilere afiyet olsun diyeyim diye sınıfları dolaştım. “O iş bizde” diyen öğretmenin sınıfına da girdim. Sınıf ikinci kademe öğrencisi idi. Yalnız sınıf berbattı. Çekirdekler çitlenmiş, kabuğu yerlere atılmış. Mandalina kabukları hakeza.
Çocuklar! Afiyet olsun. Keşke yiyip içtiğiniz her şeyi yere atmayıp sıraların üstüne bir şeyler serip çöpünü oraya atsaydınız, çok iyi olurdu dedim. Öğrenciler bir şey demeden, öğretmenimiz, “Problem yok Hocam. Etkinlik bitince ben öğrencilere temizletirim” dedi. Hocam, bu şekilde bıraktırmazsınız. Temizletirsiniz. Eyvallah. Bu çocuklar bizim çocuklarımız. Bu çocuklara oturup kalktığı yeri kirletmeden kullanmayı öğretmeliyiz. Bu da eğitimin bir parçası. En azından yiyip içtiklerini rastgele yere attırmamak gerek. Çünkü bu öğrenciler burada yaptıklarını yarın bir başka yerde de yaparlar. Başlarında her zaman siz olmazsınız. Pis bir şekilde bırakıp giderler. Nasılsa temizleyen var diyecekler. Çitleyip yere tükürme, bu toplumda özellikle Konya’da çok yaygın. Park ve bahçeler çekirdek kabuğuyla dolu. Bu tür etkinliklerde sınıf batmaz mı? Batar. Sıralara konmuş içecekler varken sıranın itilmesiyle birlikte içecek dökülebilir. Bir öğrencinin elinde ayran varken bir başka öğrenci elindeki ayranı görmeden arkadaşının koluna dokunabilir. Kalabalık ortamlarda bu tür şeyler olabilir. Yere dökülen bu içeceğin üzerine basmadan öğrenciye temizletilebilir. Yani kasıt olmayan kirletmeye eyvallah. Ama bile isteye nasılsa temizleyeceğiz diye yere çöp atmayı uygun bulmuyorum diyerek sınıftan ayrıldım.
Bu iki örnek biri öğretmen diğeri de öğrenci olmak üzere okullardan. Yalnız tüm ortak yerleri kullanırken temiz bırakma kültürümüz bir türlü oluşmadı. Miting sonrası miting yerleri, piknik yapılan park ve bahçeler, semt pazarları da kirli bırakılan yerlerden. Bu iki örneğin ardından niyetim Konya semt pazarlarına değinmekti. Çünkü esas facia pazar yerlerimiz. Gördüğünüz gibi yazım uzadı. Bu konuyu da bir başka yazımda ele alayım.
28 Ekim 2025 Salı
Bir Bahisimiz Eksikti
27 Ekim 2025 Pazartesi
Nikahta Emeklilik Muhabbeti
Bugün bir nikah merasimine gittim. Salonun en arka tarafında bir kişilik yer buldum. Uzun süredir görüşmediğim birkaç ahbapla da hal hatır sorduk bu vesileyle.
Kucağında çocuğuna bakmakla görevli biri, "Emekli oldun mu" dedi. Çalışıyorum dedim. Ardından yaşımı sordu. "Yaşı bekleyecek misin?" dedi. Evet dedim.
Çocuğuna bakmaktan yorulmuş. Aynı zaman da dili şişmiş gayri. Bırakıvermedi emekli işini. Millet ön tarafta nikahını kıydı. Biz emeklilik muhabbetine devam ettik. Daha doğrusu dili şişenin dilini indirme işine yardımcı oldum.
"O zaman daha üç senen var" dedi. Öyle dedim. Bu arada matematik hesabı da kuvvetli.
"Ne zaman başlamıştın bu göreve" dedi. Şu tarih dedim.
"Aslında sizin emekli olmanız lazım. Şundan ki gençlere yol açılsın" diye. Maşallah, hem çocuğuna bakıyor hem nikah merasimini icra ediyor hem beni emekli etmeye çalışıyor hem de işsiz gençleri düşünüyor. Herkes bu kişi gibi olsa memleketin çözülmedik sorunu kalmaz. Görün de halinizden utanın, sizi kendine Müslüman tipler.
Şu şartla emekli olurum. Yerime gelecekler ve siz, emekli olunca düşecek maaşımı, çalışırken aldığım maaşa denkleyecekseniz, hemen emekli olayım dedim. Olur, niye olmasın bile diyemedi.
Oldu olacak kabak tadı veren bu muhabbete bir nokta koyayım dedim. Aldım elime sazı:
Bir taraftan emekli olanlar, aman emekli olma diye pişmanlığını ifade ediyor.
SGK Genel Müdürü erken emeklilikten ve emeklilerin çokluğundan dert yanıyor, bir de emeklilerin uzun yaşadığına vurgu yapıyor.
Diğer taraftan Çalışma Bakanı, 9 bin olan Bağkur’luların prim iş gününü 7200 güne indirme çalışması yapıyor.
Siz de gençlere yol açsanız iyi olur diyorsunuz da sadece yaşadığımız şu şehirde değişik branşlarda 3 bin norm fazlası öğretmen var. Ben emekli oluversem, mevcut norm fazlası olanlardan biri yerime gelecek. Yani yeni gençler yine görev alamayacak. Ayrıca benim branşım bugünden itibaren mezun vermese, mevcut mezunları eritmek için 90 yıl gerekiyor. Kısaca mevcut çalışanlar tümden emekli edilse, atanma bekleyen gençler yine eritilemez. O yüzden gözüme bakıp emekli olmamı beklemeyin. Benden size ekmek yok dedim. Gülüştük. Mevzu bu şekilde kapanmış oldu.
65'i bekler miyim bilmem. Bildiğim, işime hakim olduğum müddetçe işime devam etmek. Gençler ve gençleri düşündüğünü ifade edenler hiç kusura bakmasın. Kanunen tamam, sen bundan sonra bize yaramazsın deyinceye kadar çalışma niyetim var. Elbette sağlığım elverirse.
İşin garibi gözü emekliliğimizde olanlar, hatta bunu diliyle ifade edenler, 65'ini doldurduktan sonra siyasete devam edip ülke yöneten veya ülke yönetmeye talip olanlara, yürümekte ve konuşmakta zorlananlara, yeter artık, emekli olun, gençlere ya da yeni yüzlere yer açın diyorlar mı? Dediklerini sanmıyorum. Çünkü onların gücü ancak bize yeter.
65'i doldurduktan sonra ne yapar ne ederim bilmem. Bakarsınız, 65'i doldurduktan sonra belki siyasete atılırım. Öyle ya yapanlar benden iyi mi yapıyorlar. Üstelik siyasette yaşını başını almışsın, torun torba sahibi olmuşsun, çekil köşene denmediğine göre ben de rahat rahat siyasetimi yaparım. Bana sınıfı esirgeyenlere siyaset nasıl yapılırmış gösteririm. Görenler de biz bundan sınıfı esirgemiş, sınıfın sorumluluğunu almıştık. Eyvah, tüm ülkeyi yönetip tasarruf ve icraatlarıyla ülkenin tüm sorumluluğunu verdik. O da kırıyor, döküyor desin.
Sanırım ciddiyetimi anladınız. Zira şakam yok. Sınıfın sorumluluğu mu, ülkenin sorumluluğu mu? Seçin beğenin. Sonra biz ne yaptık demeyin. Çünkü son pişmanlık fayda vermez.
26 Ekim 2025 Pazar
Salataya Ayrı Tarife
Emekliler, Ne Olur Ölün!
25 Ekim 2025 Cumartesi
Defin Sonrası Yapılan Telkin
Ateş Pahası
Her zaman gittiğim süt ve süt ürünleri satan markete gittim. Kaymak, süt ve peynir alacağım.
Her zaman aldığım inek tulumunun fiyatına baktım. 450 lira yazıyordu. Görevliye, bunun fiyatı 345 TL değil miydi dedim. "Evet, öyleydi. Müthiş zam geldi" dedi. Vay anasına. Daha iki, üç hafta öncesi almıştım. Gerçekten ne kadar da yüksek gelmiş zam dedim.
Bir de aldığım diğer peynir türüne baktım. Ona da zam gelmiş ama inek tulumuna gelen kadar değildi. Görevliye de buna zam makul gelmiş dedim. Görevli, "İnek tulumu masraflı ve meşakkatli. Bu peynire de gelen zam normal değil" dedi.
Kaymak nerelerde. En son aldığımda 230 idi. Bir de ona bakayım diyerek kaymağa yöneldim. Kaymak da 310 lira olmuş. Yine vay anasına dedim.
Bu kaymak ne olmuş böyle? Ne zaman bu fiyata yükseldi dedim. "Haftalık on on geliyor. Kaymak da bulamıyoruz üstelik" dedi. Kaymak bulamadığınız için mi bu fiyatlar bu kadar yüksek? Piyasaya kaymak sürülürse düşer mi dedim. "Düşmez abi. Daha da yükselir" dedi. Ben de hiç bozuntuya vermeden, desene: abi, hangi ülkede yaşıyorsun? Bu ülkede fiyatlar yükselir, düşmez dedim. Güldü.
Fiyatlar böyle astronomik olduğuna, daha önceki fiyatların yerlerinde yeller estiğine göre süt fiyatlarına epey zam gelmiş olmalı diyerek kasadaki görevliye, süt kaç lira dedim. "30 lira" dedi. Bu fiyat aynı fiyattı. Süt ne zamandır bu fiyatta. Hele şükür, yerinde sayan bir fiyat buldum dedim. Yalnız bir anormallik var. Süt fiyatlarında da artış olsaydı, kaymak ve peynire de zam gelmesi normaldi. Ama süt yerinde sayıyor olmasına rağmen sütten yapılmış mamuller havada uçuşuyor.
Elim mahkum. Mecburen aldım. Üstelik 450 liralık inek tulumunu bırakıp kilosu 600 olan koyun-keçi karışımı bir peynir aldım. Oldu olacak, atın ölümü arpadan olsun. Koyun keçi karışımı peyniri yiyince, koyun gibi uysal ya da keçi gibi inatçı olmak da var bu işin içinde.
Ödemeyi yapıp çıktım. Ama kaymak ve peynirdeki bu yükseliş aklımdan çıkmadı. Yol boyunca düşündüm durdum. Zaman zamanda düşüncemi zihnimden geçirerek kendi kendime konuştum. Felaket tellallığı yapma niyetim yok ama ne oluyoruz böyle. İkinci gelişimde fiyatların bu derece uçması hiç normal değil. Ashabı Kehf bizim bu yaşadığımız şaşkınlığı yaşamamıştır. Adamlar, kralın korkusundan sığındıkları mağarada üç yüz küsur yıl uyumuşlar. Uyanıp ne kadar uyuduk diye birbirlerine sormuşlar. Ya bir ya da yarım gün demişler. İçlerinden bir tanesini alavere için göndermişler. Daha önce görüp bildikleri şehrin tepeden tırnağa değiştiğini, ellerindeki paralarının bile geçmediğini öğrenince, öyle zannediyorum, şok üzerine şok yaşamış olmalılar. Ya yarım ya da bir günde her şey bu kadar değişir miydi? Bu şaşkınlık ve şokun ardından fazla yaşamazlar. Vefat ederler.
Biz de market ve piyasadaki fiyatları görünce şok üzerine şok yaşıyoruz. Ashabı Kehf'ten farkımız, herhalde şoklara karşı vücudumuzun dayanıklı olması, onlar gibi uzun süre uykuya dalamayışımız. Onlar bir defa işkence çekip vefat etmişler, biz her gün her ay her yıl çekiyoruz bunu. Paramız tedavülde ama ha varlığı ha yokluğu.
Güya faizler iniyor, enflasyon düşüyor. Nedense bir türlü hayat pahalılığının önüne geçilemiyor.
Hasılı, hep tüketiciye bindiren bu serbest piyasayı ben hiç anlamadım. Belki de ekonomist olmadığımdandır.
Bu yazdıklarımdan amma da ajite ettin, ağladın anlaşılmasın. Gel senin kaymak ve peynirin benden demeyin. Ki derseniz, hayır demem. Bir telefon kadar yakınım size.
Şunu da söyleyeyim. Piyasa ne kadar yükselirse de alım gücüm var. Muhtaçlığım yok. Şu var ki ederi bu olmayan anormal yükseliş zoruma gidiyor.
Allah alım gücü olmayan, fakir-fukara ve ihtiyaç sahibinin yardımcısı olsun.
22 Ekim 2025 Çarşamba
Dinsizleşmede Neredeyiz?
"Müslüman ülkeler arasında ateizmin en fazla yaygın olduğu tek ülke İran. Bizim temel felsefemiz şu: Tepeden dindarlaştırmaya kalkarsan, insanlar kökten dinsizleşir. Benim sloganı bu”. (Şaban Ali Düzgün)
Halihazırda Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı başkanı olan Şaban Ali Düzgün hocanın, “Benim sloganım bu” dediği tespitini yabana atmamak, üzerinde kafa yormak gerekir diye düşünüyorum.
Şaban Hoca’nın dinsizliğe örnek verdiği ülke hepimizin malumu. İran, bir İslam Cumhuriyeti. Ülke, Humeyni’nin 1979’da yaptığı devrimle birlikte mollalar tarafından yönetiliyor. Ülkede kadınların başörtüsü örtme zorunluluğu her ne kadar geçici olarak askıya alınsa da İslam Ceza Kanununun Hicap ve İffet yasası olan 638. Maddesinde yer alan baş örtme zorunluluğu kanunla zorunlu.
İran, kapalı bir toplum ve ülke. Ülkede ne derece İslam kanunları geçerli ne derece uygulanıyor, yöneticilerinin ne derece söz ve eylem birlikteliği söz konusu, bilinmez. Şu var ki başlar örtülecek ya da başlar açılacak şeklindeki bir kanuni düzenleme çağdışıdır.
Yine bilinen bir gerçek var ki İran sadece kendi ülkesinde İslam kanunlarını uygulayan değil, aynı zamanda rejimini de başka ülkelere ihraç etmeye çalışmıştı bir aralar.
İran halkı mevcut yönetimin yönetim anlayışından ve bazı şeyleri dayatmasından ne derece memnun? Bunu da test etme imkanımız yok. Şu var ki bir şekilde ülkemize yerleşmiş ne kadar İranlı kadın görmüşsem -belki istisnaları vardır- ama hiçbirinin başında başörtüsü yoktu. İçlerinde azımsanmayacak derecede dekolte giyineni de eksik değil. Bu demektir ki ülkesini bir şekilde terk eden, ülkesinde iken zorunluluktan kaynaklı başını örtenler, ülke dışına çıkınca başlarını açıyor. Demek ki zorla başı örtmek ya da zorla başı açmak çözüm değil. Olsa olsa pansuman ve polisiye tedbir olur. Bunun da süreklilikle bir alakası yok.
Meseleyi sadece başörtüsüne indirgemek istemiyorum. Çünkü bu konu salt başörtüsünden ibaret değil. Şu var ki adında İslam olan, İslami kanunlara göre ülkeyi yöneten bir ülkede dinsizliğin en fazla olması ve başı çekmesi manidar. Demek ki dayatma, baskı, kanuni düzenleme ya da eğitme çabası ters tepiyor. Kişiler belki de yönetenlerin bu niyetinden dolayı dinden soğuyarak çözümü dinden uzaklaşmada buluyor.
İran bizim komşumuz. Her ne kadar kapalı bir toplum olsa da “Komşuda pişen bize de düşer” misali, dini anlayışımız örtüşmese de bize ne kadar etki ettiği tartışılır.
Bir diğer husus, Şaban Hoca’nın tespiti sadece İran’ı bağlamaz. İran örneğinden hareketle “Tepeden dindarlaştırmaya” kalkışmak, dindar nesil yetiştirme çabası, pirince giderken evdeki bulgurdan olmaya, ava giderken avlanmaya benzer. Her ülkede böyle olacak diye bir kural olmasa da bu işin ters tepme riski daha yüksektir.
Kamuoyunda dillendirilen dindarlaşma niyetinin, insanımızı ve gençliği ne derece dindar yaptığı güzel bir araştırma konusu. Yalnız ülkede ateist ve deist sayısında özellikle gençler arasında yaygın olduğu da yüksek perdeden dile getiriliyor. Ülkemizde hemen hemen her konuda pek ve doğru dürüst araştırma yapılmadığından, ülkemizde dindarlaşma veya dinsizleşme oranının hangi boyutlarda olduğunu bilme imkanımız yok.
Şaban Ali Hoca’nın sloganına gelirsek, başta yöneticilerimiz olmak üzere Hoca’nın bu sloganına kulak vermesinde fayda görüyorum. Daha sonra ne ummuştuk ne bulduk demeyelim.
Burada, İran’da baskı var, bizde baskı yok. Mukayese yerinde değil denebilir. Elbette bizde baskı yok. Kılık kıyafet için herhangi bir düzenleme de yok. İsteyen açar isteyen kapanır. Kamusal alan ve kız öğrencilere uygulanan yasak da gerilerde kaldı. Ülkemizde dinsizlik de arttı iddiasında değilim. Ama kamuoyunda böyle bir izlenim olduğu da bir gerçektir. Bizde İran’daki gibi dinsizlikte bir artış yok demek de bir faraziyeden ibaret olur. Var veya yok konusunda bilgi sahibi olmak için sosyal bilimcilerin derinlemesine bir araştırma yapması kaçınılmaz görünüyor. Yine bu araştırmada dindar ya da dinsiz olmanın sebeplerini de öyle zannediyorum, kamuoyu merak eder.
Hasılı, dinsizleşme ya da dinsizleşirmede veya dindarlıkta neredeyiz? Bunun sebepleri nelerdir? Üzerinde kafa yormaya değer.
İyi Bir Niyet Okuyucusu T9
Bazı insanlar farklı bir anlayışa sahipler. Bir cümleden hiç kastetmediğin anlamı çıkarırlar. Ortamda bulunan hazirun dişlerini sıkar, dilini ısırır. Bu cümleden, bu anlamı çıkarmak neyin nesi diye şaşa kalırsın. Ama şaştığınla kalırsın. Yok, öyle bir kastım yok desen, yemin billah etsen dahi kâr etmez. Çünkü bu tipler öyle öyle diyerek burnunun dikine dikine giderler.
Bu tipler iyi bir niyet okuyucu aynı zamanda. İnsanın içini de okurlar. Öyle ya insanın zahir cümlesini kendince okuyan, içini niye okuyamasın. Öylesin öylesin. Güya hisleri kuvvetliymiş. Yahu ben öyle değilim, şöyle düşünmüyorum desen bile kimi kandırıyorsun, ben kaçın kurasıyım derler.
İyi bir alıngandır bunlar. En ufak bir şeyde çeker giderler. Özür dilesen bile kafi gelmez. Olmayacak, özrü ben dileyeyim desen bile sana olan bu alınganlığını hiç kaybetmeyecek şekilde aklının bir köşesine yazarlar.
Mesafe koymada da üstlerine yok bunların.
Neyse bırakayım iyi niyet okuyucusu alıngan tipleri. T9'a geleyim.
Cep telefonu marifetiyle yazı yazanlar iyi bilir. Yazıp bitirdikten sonra yazdığın metni gönder tuşuna basarak gönderiyorsun ya da geriye dönüp metne tekrar baktığında, yazdığın bazı kelimelerin değiştiğini görürsün. Allah Allah! Ben böyle bir kelime yazmadım. Bu kelime ne alaka diyorsun. Sonra anlıyorsun ki hızlı yazarken doğru yazdım dediğin kelimenin T9 vasıtasıyla otomatik olarak değiştirildiğini anlıyorsun.
Bu yönüyle T9'da iyi niyet okuyucuları gibi. Şu farkla ki yazdığın kelimeyi değiştirmede T9’un bir kastı yok. Bu yönüyle masumdur.
Ama kastetmediğin anlamları yükleyen niyet okuyucuları ise hiç mi masum değildirler. Onlarda bu ön yargı onlarda bu kapasite ve çap onlarda bu alınganlık olduğu müddetçe, bu niyet okuma onlarda devam edecek.
Giderken de mezara götürseler iyi olacak diyeceğim ama geriye bol miktarda verese bırakarak gidiyorlar. Çünkü bunlar büyük bir aile. Böyle büyük aileyle de başa çıkmak hiç mümkün değil.
T9'un bu özelliğini kapatır, işine bakarsın ama bunlar çarşı, pazar, cadde, sokak her yerde burnunun dibinde biterler. Çoğu da sosyal medyada cirit atıyor.
20 Ekim 2025 Pazartesi
Pazarlık Sünnet Değildir
Çanta, valiz türü eşya satan bir esnafa uğradım. Soluklanmak için oturmuştum ki cümbür cemaat bir aile gelince dışarı çıktım.
Karı koca ve çocuklardan mürekkep müşterinin dükkana girmesiyle çıkması bir oldu.
Dükkanın önünde çaylarımızı yudumlarken bir müşteri daha geldi. Hiç oyalanmadan arkadaş satışını yapıp yanıma geldi.
Maşallah, jet gibisin. Ne ara sattın çantayı dedim. Hafifçe gülümsedi. Bu mu? Az önce sen gelince giren bu müşterimin üçüncü gelişi bu. İlk önce geldiler. Beğendikleri çantaya 2000 lira dedim. 1800 lira olsun diye ısrar etti. Olmaz dedim. Almadan çekip gitti. Diğer esnafları dolaştıktan sonra tekrar geldi. 1900 lira olsun dedi. Yine olmaz. Kurtarır yanı bu dedim. Yine almadan çekip gitti. Üçüncü kez çocuğunu göndermiş. Kendisi daha köşede bekliyor. Çocuğu 2000 lirayı verdi. Çantayı aldı gitti dedi. Kendisi niye gelmiyor dedim. Belli ki indirim yapmadım diye bana kızdı. Çocuğunu gönderdi. Alışmışlar pazarlığa dedi.
Bugünlerde esnafın durumuna dair birkaç yazı kaleme aldım. Yazdığım yazılardan biri de arkadaşının 1250 liraya aldığı aynı ürünü aynı dükkandan birkaç gün sonra bir başka arkadaş 500 liraya aldığını ifade etmişti. Bu yazıyı, "https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2025/10/esnaflk-bu-olmasa-gerek.html" adresimde konu edinmiştim. Bu yazımın altına okuyucularımdan biri şu yorumu yazmış: “Bu farklı fiyat curcunasına bir de “Pazarlık sünnet” yapıştırmışlar. Kazıklayan kazıklayana. Geçmiş zamanlarda Konyalı bir pazarcının sözü: “Ramazanda bir MAN kamyonu almazsam bu işi yapmaya gerek” demiş.
Pazarcı belki biraz abartmıyor ama pazarcının Man özlemi bana yine bu yörede söylenen bir sözü hatırlattı: Dünyada Man, ahirette iman”.
Pazarcı bu sözü ne zaman söyledi bilmiyorum. Eğer çok eskiden söylediyse, günümüz enflasyonlu hayatta farklı fiyattan tutturabildiğine mal satıldığını göz önüne alırsak, herhalde pazarcı, Man marka kamyondan, Mercedes marka kamyona çıtayı yükselmiştir.
Çantacı arkadaşın müşterinin pazarlık ısrarını garipse de başka şehirler nasıl bilmem ama Konya’da alışverişlerde pazarlık olmazsa olmaz. Buna esnaf da hazır, müşteri de. Esnaf, dükkanına gelen müşterinin pazarlık yapacağını bildiği için fiyatı yüksek tutar, müşteri de esnafın bu yönünü bildiği için alacağı ürüne aşağıdan teklif verir. Esnaf biraz iner, müşteri de biraz çıkar. Esnafıyla, müşterisiyle bizim bu durumumuz tabir yerindeyse tencere kapak gibidir.
Hatta çoğu müşteri bir yere girip de gözü kapalı alışveriş yapmaz. En son alacağı yere gelmeden birkaç yere sorarak o malın piyasasını öğrenmeye çalışır.
Bu anlattığım her esnaf her işletme için geçerli değil. Çoğu esnaf yani mağaza sattığı ürünün üzerine fiyatını yazıp pazarlık faslını kapatmış durumda. Pazarlıklar fiyatı pek yazılı olmayan küçük esnaflarda kaldı.
Şu var ki pazarlık olur da makul indirim yapılır. Öyle esnafımız var ki fiyatı önce uçuruyor sonra yarı fiyatına indiriyor. Aslında böyle makul olanın üzerinde indirim yapan esnaftan alavere yapmamak gerek. Çünkü esnaflık bu olmasa gerek.
Pazarlıkla ilgili benim de bir anekdotum var. 90’lı yıllardı. Öğrenciyim o zaman. Ayakkabıcılık yapan bir yakınım Çumra pazarına gidecek. Arife günü olduğu için dükkandaki oğlunu ve çalışanlarını da pazara götürmeye karar vermiş ama dükkanda duracak kimse olmadığı için dükkan kapalı kalacak. Bu da olmaz deyip kara kara düşünürken beni gözüne kestirdi. “Yeğenim, dükkanı açık tut. Satış olmasa da olur” demişti. Olmaz, ben anlamam. Fiyatları da bilmem dedim. “Biz sana fiyatları yazarız. Bakar ona göre satarsın” demişti.
Ayakkabılar şimdiki gibi kutuların içinde değildi. Duvara çivi çakarak çoğu ayakkabıyı duvara asmışlardı. Bana fiyatları yazıp verdi. Paradan altı sıfır atılınca bir de paramızın değeri enflasyondan dolayı alım gücü hep düştüğünden fiyatlar aklımda kalmadı. O yüzden öylesine fiyat yazacağım. “Şuradaki ayakkabılara 200 deyip 120’ye, buradakilere 130 deyip 70’e verebilirsin” türünden bir şeyler söylemişti. Aklımda kalan ise istenen rakamla, indiğim rakam arasındaki uçurum idi.
“Pek kimse gelmez, sadece dükkanı açık tut” dense de dükkan sabahtan akşama doldu taştı. Almak için müşteri sıra bekledi. “Şu kaç lira diyene, önce o ayakkabıyı nereden aldın diye soruyordum. Sonrasında elimdeki listeye bakıp bir fiyat veriyordum. Fiyat verirken kurt esnaf yakınımın dediği en yüksek rakamı hiçbir müşteriye söylemedim. Her birine yakınımın indireceğim sınır olarak yazdığı rakamı söyledim. Müşteri pazarlığa alışkın olunca, hiçbiri o rakamda kalmadı. Hasılı, indireceğim en son sınırın altına ayakkabı sattım akşama kadar. Akşamında bir milyon lirayı uzatınca, “Yeğenim, iyi satış yapmışsın. Bu kadar beklemiyordum” deyip yüzü gülmüştü. Sattığım rakamları yakınım bilse beni çiğ çiğ yerdi. Bu da ayrı bir konu.
Sen esnaflığı bilmezsin, bu işlere girme dediğinizi duyar gibiyim. Kırıldım bak. Gördüğünüz gibi bir gün de olsa esnaflık yaptım. Haberiniz olsun.
Yazım uzadı ama birkaç cümleyle de “Pazarlık sünnettir” anlayışına değinmek isterim. Hz Muhammed’in pazarlık yaptığı bilinse de bunu sürekli yapmadığı, bu yüzden pazarlığın sünnet değil, olsa olsa mubah olabileceğini söylüyor Din İşleri Yüksek Kurulu. (Pazarlık yapmak öteden beri alışverişte uygulanagelmiştir. Ancak bu uygulamanın dürüstlük, karşılıklı rıza, hakkaniyet, güvenilir olma gibi ilkeler gözetilerek yapılması gerekir. Rasulullah (s.a.s.)’in (Ebû Dâvûd, Buyû’, 7) ve ashabının (Buhârî, Buyû’, 67, Hiyel, 14; Ebû Dâvûd, Akdiye, 20) alışverişlerde pazarlık yaptığı bilinmekle birlikte bu husus bağlayıcı bir kural haline getirilmemiştir. Bu itibarla alışverişlerde pazarlık yapmak mubahtır. Öte yandan nasıl olsa pazarlık yapılacak diye malın fiyatını fahiş olarak yüksek tutmak dinen uygun bir davranış olmadığı gibi pazarlık sünnet diyerek malın değerini çok aşağıya düşürmek için uğraşmak da uygun değildir.)
17 Ekim 2025 Cuma
Geride Kalan Tek Şey
“Eğer bir şey olmak istiyorsanız,
Doğru ve güzel insan olun.
(Çünkü) o kulvarda pek yarış yok.
Daha fazla “sevgiliye” sahip olmak sizi daha erkeksi yapmaz.
Daha fazla “erkek arkadaş” edinmek sizi daha güzel kılmaz.
Pahalı şeyler sadece ‘ucuz’ insanları çeker.
Ve bu arada gençlik geçer.
Güzellik de öyle.
Geride kalan tek şey karakterdir.
Kadınlar, topuklu ayakkabı ve kısa etek giyen herkes olabilir; erkekler, pahalı takım elbiseler ve ayakkabılar giyen herkes olabilir.
Ama aslında gerçek kadınlar ve gerçek erkekler, zihinlerini, ruhlarını ve karakterlerini ‘giyinenlerdir.’
Ne istediklerini bilirler ve asıl zarafetleri tavırlarında gizlidir.
Hayatınızı “ucuz” duygularla harcamayın.
Çocuklarımıza, bir arabanın başarı göstergesi olmadığını ve yürüyerek gitmenin yoksulluk anlamına gelmediğini öğretmeliyiz.” (Robert de Niro*)
*Robert de Niro, birçok filmde rol almış ABD’li bir oyuncu. En iyi erkek ve yardımcı erkek Oscar ödülü aldığı ödüllerden.
Mirasta Paylaşım Sorunumuz (3)
Bir önceki yazımda İslam'ın ortaya koyduğu miras oranlarının sorunu tam çözmediğini, medeni kanunun ortaya koyduğu eşit paylaşımın da sorunu tam çözmediğini ifade etmiştim.
Eşit paylaşım niye sorunu çözmüyor? Çünkü herkes eşit alıyor. Daha ne denebilir. Eşit paylaşımda sorun şurada ortaya çıkıyor. Daha çok dindar ve mütedeyyin olan ailelerde bu sorun ortaya çıkıyor. Ailenin erkek bireyi, "Biz Müslümanız. Allah'ın emrine göre paylaşacağız. Kızlar bir, biz iki alacağız" derken aynı erkek, kızının alacağı mirasta eşit olsun diyebiliyor ya da kız kardeşler, "Tamam, Allah'ın emri öyle. Fakat Allah rıza taksimine bir şey demiyor. Bize eşit verseniz ne olur" diyebiliyor. Bir de kişi ne kadar dindar olursa olsun, paylaşacak mal biraz varsa eşit olsun diyebiliyor ya da erkekler haklarından feragat etmeye yanaşmıyor. Kısaca dindar ve mütedeyyin aileler İslam miras paylaşımı ile medeni kanunun paylaşımı arasında ikilemde kalıyor.
Miras paylaşımı başka ülkelerde nasıldır bilmem ama bizde hırgür, küskünlük, dargınlık ve kavga eksik olmaz.
Kardeşlerdeki tutkunluk, hasbilik ve fedakarlık da böyle zamanda ortaya çıkar. Değilse iyi günde ve maddi çıkarın olmadığı yerde kardeşler niye kavga etsin. Hatta var mı bizdeki kardeşlik gibisi bile derler.
Şu var ki kardeşlerin gerçek yüzü miras paylaşımında ortaya çıkar. "Sen çok aldın, ona fazla gitti. Sen iyi yerleri aldın. Şöyle olmazsa, eşit olmazsa imza atmam. Biz Müslümanız. İslam'a göre erkek iki kadın bir alır" türünden sözler havada uçuşur.
Paylaşım ister eşit yapılsın ister kadına bir, erkeğe iki şeklinde olsun.
Görünen o ki vereseler miras taksimini İslam'a göre yapsalar da sorun bitmiyor, Medeni Kanuna göre eşit paylaşsalar da sorun çözülmüyor.
Bu dediğim elbette her aile için değil. Çünkü nice aileler miras taksimini karşılıklı anlayış, özveri ve fedakarlık içerisinde çözebiliyor. Ama büyük çoğunluk miras taksiminde sınıfta kalıyor.
Bu sorunun çözümü sanki anne ve babanın hiç miras bırakmamasıyla çözülür. Çünkü böyle bir durumda paylaşacak bir şey olmadığı için hiçbir kardeş beklenti içerisine girmez.
Ölüm hak, miras helal olduğuna, bu mesele aileler arasında sorunu çözmeyi daha da büyüttüğüne göre görünen o ki İslam'ın miras taksimi de devletin eşit paylaşımı da sadra şifa olmuyor. Devlet eşit bölünsün demesine rağmen vereselerin rızaya uygun paylaşımına da izin veriyor. İslam da 1/2 demesine rağmen rıza taksimine ses etmiyor.
Hem İslam'ın hem de Medeni Kanunun oranları ve rıza taksimi doğrudur, yanlıştır demeyeceğim. Diyeceğim şudur ki salt oran sorunu çözmüyor. Teoride çoğunluk bu oranları kabul ederken iş mal paylaşımına gelince, kız kardeş, yok, ben 1/2 paylaşımı kabul etmiyorum. Eşit olacak eşit. Eşit olmazsa imza atmam diyebiliyor. Bunu, istisnalar hariç en Müslüman olanı da yapıyor, kültürel Müslüman olanı da. Eşit paylaşıma da erkek kardeş, niye eşit olacak? İslam şöyle taksim yapmıyor mu diyor.
Bu durumda miras paylaşırken:
İslam'a göre erkek-kız kardeşler arasında 1/2 oranı,
Medeni Kanuna göre kız ve erkeğin eşit alması öne çıkıyor. İslam'ın öngördüğünde eşitlik yok. Medeni Kanunun öngördüğünde ise eşitlik söz konusu. Bu iki oran da yukarıda bahsettiğim gibi sorunu çözmüyor. Çözülse bile kırgınlıklar ve küskünlükler alıp başını gidiyor.
Miras gibi bir paylaşımı salt oranlara indirgemekten ziyade rıza taksimi yani kardeşlerin gönlünden koparak paylaşım yapması en doğru olanı ise de işin içine mal mülk girince maalesef rıza taksimi herkes için geçerli olmuyor.
Bu durumda günümüzde paylaşım nasıl olmalı? Bunun üzerine kafa yormak istiyorum.
Sorunun çözümünde eşitlikçi anlayış ve kız erkek arasındaki eşit olmayan anlayış yerine adil paylaşım esas alınabilir. Eşit paylaşım zaten adil paylaşım diyebilirsiniz. Bence eşit paylaşım adil paylaşım değildir. Toplum yapısının ve işbölümünün değiştiği, herkesin aile bütçesine bir şekil katkı sunduğu günümüzde, yapılacak miras paylaşımları, kız olsun, erkek olsun, kardeşlerin sorumluluğu oranında olmalıdır. Bu tür paylaşımda sorumlulukları eşit olmayan iki erkek kardeş bile eşit almamalı. Kız kardeş en fazla sorumluluğu üstlenmiş ise en fazla almalıdır.
Ne demek istediğimi bir örnekle açıklayayım. Diyelim ki iki erkek kardeş olsun. Bir tanesi gurbette. Yazdan yaza gelip gidiyor. Diğeri ise anne babanın bakım başta olmak üzere her türlü sorumluluğunu üstleniyor. Baba vefat edince, gurbetteki kardeşin gelip eşit paylaşım diye dayatması doğru değil. Burada sorumluluğu üstlenen kardeş eşit paylaşalım dese bile gurbetteki kardeş, “Olur mu ağabey, anne babamın bakımında hep sen vardın. Paylaşım yaparken sen fazla alacaksın diyebilmeli. Orta yerdeki mal biraz fazla olunca böyle diyecek ve fedakarlık yapacak kardeş zor bulunur. Bu durumda bilirkişiye başvurup, bilirkişi sorumlulukları oranında bir oran paylaşımı önermelidir.
Aynı şekilde iki erkek kardeş hiç anne babasına bakmasın. Hep kız çocuğu baksın. Miras paylaşımında kız çocuğu erkek kardeşlerinden fazla pay almalı.
Kısaca, demek istediğim, miras paylaşımında kardeşlerin üstlendiği sorumluluğa göre yani adil paylaşım yapılmalı. İster kız ister erkek olsun. Ben böyle düşünüyorum.
Mirasta Paylaşım Sorunumuz (2)
Bir önceki yazımda İslam miras hukukunun bugün Müslümanların bir yumuşak karnı olduğundan, pek gün yüzüne çıkmasa da alttan alta bir kaynamanın olduğundan, miras paylaşımının, çoğu ailelerde özellikle kız çocuklarında kırgınlıklara sebebiyet verdiğinden bahsetmeye çalışmıştım.
İslam hukuku kadın ve erkek arasında miras paylaşımı yaparken 1/2 oranını belirtmesinin gerekçelerini şöyle sıralayabiliriz:
İslam, kadın erkek arasında 1/2 oranını koyarken her türlü sorumluluğu erkeğe yüklemesinden dolayı bu eşitsizliğin olduğu fıkıhçılar tarafından açıklanır: Kadına yüklenen sorumluluk ev işleri ve çocuk büyütmek. Hatta kadın çocuğunu bile emzirmek zorunda değil. Gerekirse süt anne ister. Diğer her türlü sorumluluğu erkeğe verir. Anne babanın bakımı, görüp gözetilmesi, evin her türlü ihtiyacının karşılanması erkeğin sorumluluğunda. Zaten kadın bir alırken, kocası da iki almak suretiyle yine herkes üç pay almış oluyor, böylece herkes eşit alıyor şeklinde izah yapılır.
Genelde kadın bir, erkek iki alır şeklinde bilinse de İslam miras hukukunda paylaşım, farklı farklıdır. Annenin oranı, eşin oranı bile bellidir ve her biri farklı oranlarda mirastan pay alır. Vereseler arasında erkek yoksa, bir kız varsa malın yarısını, iki ve daha fazla kız var ise mirasın 2/3'ünü alır. Mirasın geri kalanını ise ölen erkek kocanın kardeşleri kendi arasında pay eder. Erkek eş vefat ettiği takdirde, sağ kalan kadın eş eğer çocuğu yoksa mirastan 1/4 oranda pay alır. Ancak vefat eden erkek eşin çocuğu varsa, sağ kalan kadın eşin miras payı 1/8'dir. Gerisini erkeğin kardeşleri kendi aralarında pay eder.
Burada diyebiliriz ki İslam sorumluluğa göre mal paylaşımını öngörmekte.
Kendi içinde mantıklı görünen bu izahlara şöyle eleştiri getirilebilir:
Bugün kadın da erkek de çalışıyor. Her ikisinin de sorumluluğu var. Evin geçiminde kadının da katkısı var. Yine anne baba bakıma muhtaç hale geldiğinde kadın da anne babasına bakıyor. Bu durumda her türlü sorumluluk eşitse kadının erkek kardeşine göre eksik alması durumunu nasıl izah ederiz? Her türlü sorumluluğun eşit olduğu günümüzde bu şekil paylaşım ne derece adalete uygun?
Fıkıhçıların açıkladığı gibi kadın bir, erkek iki alarak durum eşitleniyor izahı da havada kalıyor. Çünkü kimi, medeni hukuka göre paylaşım yapıyor kimi de İslam hukukuna göre yapınca eşitleme olmuyor.
Bir diğer husus açıklama kadının evlenmesi üzerine. Bugün evlenmeyip bekar kalan kadınlar da var. Anne babasıyla birlikte yaşıyor. Belki de anne babanın her türlü sorumluluğunu üstleniyor.
Yine ölen kişinin birinci derece vereseler kız ise mirasın hepsini alamaması, bila veled olan kadının malın 1/4'ünü aldıktan sonra geriye kalan malın erkeğin kardeşleri arasında pay edilmesi de günümüzde izaha muhtaçtır. Ne kadar izah edilse de elinden baba malının bir kısmının alınmasına ya da çocuğu olmayan kadının kocasından kalan tüm malı alamaması günümüzde pek anlaşılamıyor.
Tanıdığım, her ikisi de dindar ve mütedeyyin iki aile var. Birinin üç kızı vardı. Babaları öldü. Amcaları ve babaanneleri de mirasa ortak oldular. Diğeri de çocuğu olmayan bir aile idi. Kocası vefat edince kocasının kardeşleri şeriata göre paylaşım yaptılar. Yalnız paylaşıma rağmen sorun bitmedi. Her iki aile de kırgın ve kızgın. Erkeğin kardeşlerinin mirasa ortak olmasını çökme olarak görmekteler.
Eskisi gibi kardeşlerin işi ortak ya da bir olsa, gelir ve giderleri tek elden giderilse ya da kardeşleri vefat edince onun yetimlerine amcalar baksa, onları görüp gözetse, dersin ki bu paylaşım normal. Ama bugün herkesin evi, barkı, işi, gücü ve kazancı ayrı. Kişinin kazandığında kardeşlerin payı yok. Birinin başına bir şey geldiğinde kolay kolay elinden tutan yok. Bu durumda paylaşım şöyle olacak. Biz buna ortağız demek çok anlaşılır gibi değil.
Burada İslam'ın miras hukukunu eleştirme gibi bir niyetim yok. Bu konuyu ele alırken İslam miras hukuku değişsin, günümüzde yeri yok iddiasında değilim. Yalnız İslam böyle emrediyor, herkesin alacağı oran ayetle ortaya konmuş. Üzerine söz söyleme hakkımız yok demek de bu sorunu çözmüyor. Elde bir sorun var. Bu sorun nasıl aşılır derdindeyim. Unutmayalım ki izah edemediğimiz ve ikna edemediğimiz doğru, doğru değildir.
Burada kimsenin böyle bir sorunu yok. Yok yere ortaya sorun çıkarıyorsun da denebilir. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi müftülüğe gelip fetva soran çokça kadının sorularından biri boşanma üzerine ise diğeri de miras üzerine olduğunu yeri gelmişken tekrar hatırlatayım. Öyle ya sorun yoksa kadınlar müftülüğe gelip niye fetva istesinler.
Bu sorunu ele alma sebebim, bugün sorun gibi duran bu konuyu nasıl aşabiliriz üzerine kafa yormak. Çünkü ayetin indiği zamanki sorumluluklar bugün değişmiş durumda. Ayet herkesin oranını belirttikten sonra "Bunlar Allah'ın sınırları" derken bu oranları alt sınır olarak ele alabilir miyiz ya da sorumluluklar değiştiğine göre oranlar da değişebilir mi üzerine kafa yormaktır. Öyle ya indiği dönemde paylaşımda adaleti esas alan miras paylaşımını, bugünün sorumluluklarını göz önüne alarak sorumluluğa göre yapabilir miyiz? Aile içindeki fertlerin üstlendiği sorumluluğa göre adil bir paylaşım ortaya koymak miras ayetini değiştirmek değil, anlamaktır bana göre. Çünkü toplum yapısı ve şartlar değişmiş ise oranları da şartlara uygun şekilde düşünmek gerek. Tek kıstas, fertlerin yüklendiği sorumluluk olmalı. Sadece kan bağı ya da erkek, kadın olmak miras paylaşımında esas olmamalı diye düşünüyorum.
Medeni kanunun belirlediği gibi kızın ve erkeğin eşit paylaşımı sorunu çözüyor mu? Bu da çözmüyor. Ama en azından eşit bir paylaşım var denebilir.
Bu durumda sorunları almak için paylaşım nasıl olmalı? Bunu da bir başka yazımda ele almak isterim.
16 Ekim 2025 Perşembe
Ne Hamarat Kadındı!
Soğan, patates almak için bir markete girdim. Elime bir poşet alıp soğan seçeceğim. Ama ne mümkün. İki kadın da soğan seçiyor. Seçme işini bitirmelerini bekledim. Bitirmek ne mümkün. Terekte ne kadar soğan varsa alt üst ettiler. Alıp alıp bırakıyorlar. Olmayacak böyle deyip az bir boşluk buldum. Ucundan kıyısından ben de doldurmaya başladım.
Yanımdaki kadının yanındakinin soğan seçme dışında bir başka işi daha vardı. Durmadan telefonla konuşuyordu. Benden önce ne zaman soğan işine başladı ne zaman telefonla konuşmaya başladı bilinmez. Sakin sakin konuşmasına bakılınca, bu konuşmanın epeydir devam ettiği anlaşılıyor.
O değilden yan gözle baktım. O da ne! Görüntülü görüşüyor biriyle. Karşıdaki başka bir yerde alışveriş yapıyor olmalı. Almak istediğini canlı canlı buna gösteriyor. Böyle olduğunu da konuşmadan anlıyorum. Hoş, sadece ben değil market önünde kavun, karpuz, soğan ve patates seçen herkes duyuyor. Şunu mu alayım, bunu mu diyordu. Bir gösterdiğinin fiyatını soruyor. 500 diyor karşıdaki. Fiyatı iyiymiş. Rengi de güzel. Tam olur bu dedi bizim soğan arkadaşı. Sonra öbür birini gösterdi. Onun fiyatı 700'müş. Ama onun fiyatı fazlaymış dedi bizim bu taraftaki. Karşıdaki de olsun, varsın. 500'ü veren, 700'ü de verir dedi.
Sanırım, fiyatı 700 olanda karar kıldılar. Bu sefer yıkayınca çeker mi, çekmez mi üzerine konuşmaya devam ettiler.
Sonrasında neye karar verdiler bilmiyorum. Çünkü bizimki soğanı seçti. Seçtiği soğan da iki, üç kilo anca. Oradan ayrılıp başka reyondan başka şeyler almaya yöneldi. Telefonla görüşme yine bitmedi. Giderken yine konuşmaya devam ediyorlardı.
Yanımızdan ayrılırken kimdir, necidir diye o değilden başımı kaldırıp baktım. Bildiğimiz Türk kadınlarından başkası değildi. Herkes gibi bunun da iki eli iki ayağı iki gözü, tek kafası ve on parmağı vardı. Başında örtü, üzerinde manto, gözünde gözlük, bir elinde telefon olduğunu, diğer elinde soğan poşeti olduğunu söylememe gerek yok. Çene ise durmadan çalışıyor. Bu haliyle karşıdaki bir tanıdığının alışverişini de yapıveriyor. Omuzunda da çantası var mıydı bilmiyorum. Şimdiki aklım olsaydı ve bu kadını yazı konusu edineceğimi bilseydim, çantasının da olup olmadığına da bakardım sizler için.
Belli ki görüntülü görüşme kadının alışverişini engellemiyor. Hem kendi alışverişini yapıyor hem görüntülü görüşüyor hem de karşıdakinin alışverişine yardımcı oluyor.
Şapka çıkarırım işte ben buna. On parmağında on marifet derim ben. Ne hamarat kadın böyle maşallah. Daha önce böylesini ne gördüm ne de duydum. Büyük ihtimalle tüm diğer işlerini yaparken de görüntülü telefonunu yapıyordur. Öyle ya bir başka işini engellemiyorsa niye yapmasın. Allah vermiş de vermiş buna her türlü marifeti. Bu marifeti kullanmazsa hünerlerinin hakkını vermemiş olurdu.
Bu kadını ve üzerinde sayamadığım maharetlerinin bir kısmını bizzat görünce diğer çoğu kadına hayıflandım. Keşke diğerleri de böyle olsaydı dedim. Çünkü çoğu, bir işi yaparken diğer işi ihmal eder. En azından telefonla görüntülü görüşürken bir başka iş ile uğraşmaz. Tüm eforunu görüntülü görüşmeye verir. Çoğu da görüntülü görüşürken ikisi birden konuştuğu için ne konuşacaklarını şaşırırlar. Halbuki bu anlattığım gibi bu konuda çok tecrübeliydi.
Öyle zannediyorum, bunca hünerinden dolayı bu kadının kocası çok şanslı. Eşinizde de böyle maharet varsa, bilin ki siz de yaşadınız demektir. İnanın sırtınız yere gelmez, hiçbir işiniz aksamaz. Yok, eşiniz böyle değil mi? Bahtınıza yanın. Ben mi? Sormayın. Biz bir işi yaparken diğer işi yapmayız. Tek yaptığımız işe odaklanırız. Birini bitirir, diğerine geçeriz. Ah kaderim vah kaderim!...
15 Ekim 2025 Çarşamba
Enişteli Hayat
14 Ekim 2025 Salı
Gazze Harap Olduktan Sonra
7 Ekim 2023 tarihinde başlayan İsrail- Gazze savaşı iki yılın ardından ateşkesle sonuçlandı.
Bu zaman zarfında 20’i çocuk olmak üzere 67 binden fazla Gazzeli öldü.
170 bin yaralı var.
Gazze’nin yüzde 80’i yıkıldı, oturulamaz durumda.
Hamas’ın önemli liderleri öldürüldü.
İki yıl boyunca 2,5 milyona yakın Gazzeli açlığa ve ölüme terk edildi.
Gazzeli bombalar içerisinde yaşadı, eğer buna yaşamak denirse.
Ateşkese rağmen İsrail yine beş Gazzeliyi öldürdü.
Ateşkes maddelerine bakıyorum. Gazzelinin lehine eme yarar doğru dürüst madde yok.
Tek sevincimiz Gazzeli bir nebze de olsa nefes alacak. İsrail’in izin verdiği oranda dışarıdan gıda desteği alabilecek.
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) özel temsilcisi, “Gazze’de kaldırılmayı bekleyen moloz miktarının 55 milyon ton olduğunu, Gazze’nin yeniden imarı için tahminen 70 milyar ABD dolarına ihtiyaç duyulacağını” açıkladı.
Kısaca iki yılın ardından Gazze yerle bir. Ateşkes devam ederse, Gazze’nin yeniden imar edileceğinin kaç yıl süreceğini düşünmek lazım.
Gazze’nin yeniden imarı da öyle zannediyorum, başka ülkeler ve yardımlarla olacak.
En çok zoruma giden de her şey Gazzelinin aleyhine. Maalesef şu an ki hali iki yıl öncesinden daha kötü. Çünkü iki yıl öncesinde en azından Gazzelinin başını sokacağı bir evi vardı.
Gazzeli hiçbir şey kazanmadığına göre iki yıldır bu savaş niye devam etti? Gazze baştan sona harap olduktan sonra ve İsrail bedel ödemeden ben bu ateşkes anlaşmasını ne yapayım?
Ateşkes anlaşmasının maddelerinden birinin, “Gazze’nin yeniden imar işini İsrail üstlenecektir” olmasını isterdim. Çünkü Gazze’yi yerle bir eden İsrail.
Üstelik İsrail Başbakanı Netenyahu’nun savaş suçu işlediğine dair Uluslararası Ceza Mahkemesinin tutuklama kararı var. Hoş, bu karar da uygulanmıyor. Bu karara istinaden İsrail, öldürdüğü her Gazzeli için tazminata mahkum edilmesi gerekirdi.
Heyhat ki heyhat... Ben de çok şey istiyorum saf saf. Öyle ya her şey güçlünün lehine olur. Garibanın bu dünyada yüzü gülmez ve söz hakkı olmaz. Dünyanın adaleti bu maalesef. Çünkü güçlülerin adaleti hakim. Onlar ne kadar adalet bahşederlerse onunla yetinmek zorunda mazlumlar. İçine tüküreyim böylesi adaletin ben.
