Ahlak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahlak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

6 Eylül 2025 Cumartesi

Gerçek Sosyal Devletin İlk Harcı Niye Olmasın!

Erzincan Valisi ile bir öğretmen arasında cereyan eden bir konuşmanın çekilmiş bir videosu, bugünlerde İnternette gezinirken sıkça karşımıza çıkıyor.

Vali toplantıdan giderken öğretmen, öğrencisinin durumunu valiye aktarıyor: Öğrencisi, İstanbul hukuku kazanmış, babası üç ay yoğun bakımda kalmış. Öğrencisi için validen yurt ve burs talep ediyor. Belli ki ihtiyaç sahibi bir aile.

Vali, hemen öğrenciyi aratıp öğrenci ile görüşüyor. Yurt ve diğer ihtiyaçlarını karşılayacağını, akşam da evlerine ziyarete geleceğini söylüyor.

İsteğinin çözüldüğünü gören öğretmen gözyaşlarına hakim olamıyor. Bu durumdan Vali de nasibini alıp etkileniyor. Vali ve öğretmen karşılıklı birbirlerine teşekkür ediyorlar.

Vali ayrılırken öğretmenin valilik makamına getirilmesi ve kendisine başarı belgesi verilmesi talimatını veriyor.

Başka videolarda Valinin hukuk fakültesini kazanan, ismi Yunus Emre olan öğrenciyi evinde ziyaret ettiği yine dolaşımda.

Bir başka videoda valilik makamında Vali tarafından Kübra öğretmene başarı belgesi takdimi yer alıyor.

Üç videoda da insanı duygulandıran görüntüler var. İnsanlık ölmemiş dedirtiyor insana. Öğretmenin medeni cesareti ve öğrencisi için talepte bulunması, Vali'nin ilgilenip hemen ihtiyacı gidermesi, duyarlılığından dolayı öğretmenin belge ile ödüllendirilmesi, Vali ve öğretmenin samimi ve içten görüntüleri, ihtiyacın jet hızıyla karşılanması, özlenen Türkiye'de bir kesit olarak hafızalarda yerini alacak.

Buraya kadar anlattıklarımı videolarını hepiniz, en azından büyük bir çoğunluk izlemiştir. Öyle zannediyorum, izleyen herkes etkilenmiştir. İnsanımızı etkileyen bu tür videoların sanal alemde sıkça karşımıza çıkmasını temenni ediyorum. Vali ve öğretmenin duyarlılığının diğer mülki amir ve öğretmenlerde de artarak devam etmesi en büyük dileğim.

Yazımın bundan sonraki kısmında bu konuda birkaç kelam etmek isterim.

Vali ile Kübra öğretmenin videosu spontane gelişmiş bir sahne gibi gözüküyor. Umarım böyledir. Çünkü böylesi çok doğal olur. Bu talep öğretmen tarafından Vali'ye daha önce iletilmiş, Vali de tamam, hallederiz demiş. Yalnız bu davranışın örnek olması bakımından spontane gelişmiş gibi video çekimi de yapılmış olabilir. Vali ile öğretmenin bir caddede konuşması, öğretmenin Vali'yi durdurup bir talepte bulunması çok abartılacak bir durum değilse de söz konusu olan bizim ülkemiz ise yolda Vali'yi durdurmak ve talepte bulunmak kolay değil. Korumaları izin vermez bir defa. İzin verseler bile Vali ve korumalarının izni olmadan Vali'nin konuşma ve görüşmesini herhangi birinin videoya alması mümkün değil. Diyelim ki öğretmen Vali'nin az önceki toplantıda yaptığı konuşmayı samimi buldu. Vali'nin öğretmen menşeli olduğunu bildiği için bizim halimizi en iyi Vali bilir dedi. Belki de iki yıldır Erzincan Vali’si olarak görev yapan Sayın Vali'nin çalışma şekli böyle candandır. Tüm bunlardan hareketle öğretmen medeni cesaretini toplayıp toplantı çıkışı, giderken Vali'den böyle bir istekte bulundu. Burada video çekimi kimin aklına geldi? Böyle her istekte bulunan vatandaşın videosu alınıyor mu? Bu tür soruları akla getiriyor.

Neyse görüşme kendiliğinden veya planlı. Bu vesileyle ihtiyaç sahibi bir öğrencinin okuma hayatı kolaylaştırılmış oldu.

Kübra öğretmenin hassasiyeti, Sayın Vali'nin de bu hassasiyete kulak vermesiyle, çiçeği burnunda hukuk okuyacak Yunus Emre, okul hayatı boyunca kalacak yer sıkıntısı çekmeyecek, bu süre zarfında maddi sorun da yaşamayacak. Bu yönüyle Yunus Emre çok şanslı. Peki, diğer Yunus Emre'ler ne olacak? Çünkü bu ülkede adı Yunus Emre veya başka isimde olan, Yunus Emre gibi sıkıntıda olan yüzlerce, belki de binlerce üniversiteli var. Bu tip ihtiyaç sahibi öğrencilerin Kübra öğretmenleri olmayabilir. Her Vali de Erzincan Valisi gibi olmayabilir. Bir insana talih kuşunun konması ya da onun elinden tutulması için illa bir aracı mı gerekli? Her yerde Kübra Öğretmen ve Hamza Bey mi olacak? Bu da mümkün olmadığına göre diğer Yunus Emre'lerin elinden kim tutacak? Onlara kimler kol kanat gerecek?

Vali ve öğretmen arasında cereyan eden örnek davranışı sulandırma gibi bir niyetim yok. Öküz altında buzağı da aramıyorum. Yalnız gönlüm şunu istiyor: Lise veya üniversite okuyacak ama maddi sıkıntısı yeterli olmayan öğrencilerimiz için Kübra öğretmenlerin aracılık etmesine hiç gerek yok. Devlet öyle bir sistem ve mekanizma kurmalı ki muhtaç durumdaki öğrenci ve vatandaşı devletin kendisi bulsun. Üniversite sonuçları açıklandığı zaman devlet, "Sayın Yunus Emre, kazandığınız fakülte için sizi tebrik ediyoruz. Okul hayatınız boyunca iaşe ve ibate gibi ihtiyaçlarınız devlet tarafından karşılanacaktır" mesajı göndersin. Devlet sıcak yüzünü böyle göstersin. Çünkü gerçek anlamda sosyal devlet olmak budur. Bu da zor değil. Yeter ki istensin. İstenirse devlet tüm Yunus Emre’lere kol kanat gerer. Bu konuda ülke olarak çok gecikmiş olsak da ümit ediyorum ki bu sahne, gerçek sosyal devletin temelini atan ilk harç olur ve arkası gelir. 

Not: Tekne kazıntı oğlum, 2002 Adana doğumlu. Doğumda yardımcı olan ebe, kucağına almış, koridora kadar gelerek çocuğumu bana göstermişti. Göstermekle kalmadı: “Salavatlarla doğumu yaptırdık. Adını da Yunus Emre koyduk” demişti. Ama ben o ismi vermedim, başka bir isim koydum. Şimdi düşünüyordum da oğlumun adı Yunus Emre olsaydı, Erzincanlı Yunus Emre gibi şanslı olabilirdi. Ebe çok ileri görüşlü imiş. Ama burnunun ucunu görmeyen ben ayağıma kadar gelen talihi böyle tepmişim. Vah talihim vah!

5 Eylül 2025 Cuma

Kayınvalideye Bakmanın Hükmü

Uzun süredir görüşmediğim Avrupa’da yaşayan bir gurbetçi ile teşehhüt miktarı oturup çay içtik.

Şuradan, buradan derken biraz lafladık. Belli ki dertli imiş.

Annesi yaşlı. Bakıma muhtaç hale gelmiş. Yatağa bağlı yaşıyormuş.

Bir ara karı koca bakıcı bulup öyle idare etmişler.

Böyle olmayacak diye yaşadıkları yere götürmüş.

Kız kardeşine, “Annem bakıma muhtaç bakar mısın diye sormuş. “Bakamam” cevabını almış. “Bakman karşılığında şu kadar para verelim” deyince, o zaman bakarım demiş.

Hazıra dağ dayanmaz. Birikmiş para da suyunu çekmeye başlamış.

Erkek kardeşine, “Gün gün sırayla bakalım. Abinle bir görüş haber ver” demiş.

Dönüş olmayınca küçük erkek kardeşine konuyu kendisi açmış, “Anneme sırayla bakacağız. Tamam mı” demiş.

Kardeşi epey bir düşünmüş. Sonunda ağzındaki baklayı çıkarmış: "Abi, araştırdım. Sordum soruşturdum. Gelinin kayınvalideye bakması farzı ayn değilmiş" deyince, ağabeyi şaşırmış ve eklemiş: "Oğlum, namaz kılman, oruç tutma, dini vecibelerini yerine getirmiyorsun. Farz nedir de bilmezsin. Ne ara farzı ayını öğrendin? Sen bu kadar dindar mıydın" demiş.

Bu üzücü anekdotta en ilginci kardeşin farzı ayın değilmiş demesi. Ağlanacak hale gülmekten kendimi zor tuttum. Öyle ya farz değilse, gelin niye müstehap ya da mubah olanla uğraşsın.

Kardeşin biri böyle yan çizince, bir bakıcı ayarlamak için babasına, üzerindeki dükkanı atmasından başka çare kalmadığını söylemiş.

Rakam aklımda yanlış kalmadıysa, bin avro karşılığında bir bakıcı tutmuşlar.

Gurbetçinin içini döktüğü bu duruma ne denir bilmem ama olsa olsa aile dramı denebilir dedim. Bu durumda olan aile sayısının da az olduğunu düşünmüyorum. Yeter ki anne babadan biri ya da ikisi bakıma muhtaç hale gelsin.

Bu hal kardeşlerin arasında soğuk rüzgarların esmesine sebebiyet veriyor. Bakardın, bakmazdın, bakıcı bulalım, şöyle olsun, böyle olsun, benim işim var, ben hastayım, sen şu kadar baktın, ben bu kadar baktım tartışmaları sürüp gidiyor.

Bakıcı bulalım dense, anne baba razı olmuyor. Ben sizi boşuna mı büyüttüm. Beni bakıcı eline mi bırakacaksınız demek suretiyle bakıcıya rıza göstermiyor.

Anne babayı zor kötek bakıcıya ikna etsen, bakıcı parası az uz ile olmuyor. Haydi para ver, bakıcı tutacağız desen kardeşlerden biri param yok deyip yan çizebiliyor.

Gurbetçinin babasının bakıcı için satılacak yeri varmış. Ya satılacak emvali olmayanlar ne yapsın?

Pek dillendirilmese de muhtaç anne ve babaya bakım ileride bu toplumun başını çok ağrıtacağa benziyor.

Bu sorun nasıl aşılır bilmem. Ama şu var ki büyük insana bakmak hem bakan için hem de bakılan için zor bir durum.

Bakıma muhtaç anne baba için en zor olan da evlatları tarafından kendilerinin yük olarak görüldüğünü anne babanın hissetmesi. Bu durum ölmekten beter bir durum olsa gerek.

Konu buradan açılmışken bir yıldır muhtaç durumdaki kayınvalidesine bakan bir arkadaşın anlattıkları da üzücü.

“Annesi de olsa hanım bıkıp usandı. Kayınbirader, ‘Hanım istemiyor’ diye evine almıyor. Diğer kızına gitmek istedi. O kızı ‘bakamam’ dedi. Bir de o kızının çocukları teyzelerini arayarak ‘o kadın anneme gelmeyecek’ demişler.

O kadın dedikleri de anneanneleri. Vay be!

Haydi bir tane daha anlatayım. Bir öğretmen, evinde hem abisine hem de annesine yıllarca bakıyor. Her ikisi de yatalak. Diğer kardeşleri bakmamış. Her ikisi vefat ettikten sonra diğer kardeşleri mahkemeye başvurarak, ‘Abimiz, şu kadar yıl annemizin evinde oturdu. Oturduğu süre boyunca ev kirasını ödemesini istiyoruz’ davası açmışlar.

Bir aile faciası da bu. Bu hikayede abi ve anneye bakan kişi diğer bakmayan kardeşler tarafından takdir edileceği yerde kardeşler kira derdine düşmüşler.

İnanın, bakıma muhtaç anne babanın dramlarına yer versem, sayfalar yetmez. En iyisi bu kadarla yetineyim.

İffetin Tarafları

Açıklık, çıplaklık ve müstehcenlik üzerine bu kaçıncı yazım, sayısını bilmiyorum. Temcit pilavı gibi aynı konuda yazıp duruyorsun deseniz de bıkıp usanmadan bu konuyu irdelemeye devam edeceğim. Gerçi bu tür yazılarımda giyim kuşamdan bahsetsem de her yazının ana fikri ve vermek istediği mesaj farklı farklıdır.

Gerçi hep erkeklerin gündemde tuttuğu ve tartışmaktan geri durmadığı bu konuda yani giyim kuşam konusunda kadınların pek görüş öne sürmedikleri, sürüyorlarsa da çok öne çıkmadığı da bir gerçek.

Garibime giden, öznesi kadın olan bu giyim kuşamı niçin kadınlar değil de hep erkekler konuşur niçin kadın ve kızlara had bildiririz niçin giyim kuşamı yüzünden kadınları tu kaka yapıyoruz?

Gören de biz erkekleri yunmuş, yıkanmış sanır. Bence kadınlardan önce biz erkekler kendimize bakmalıyız. Biz düzgün ve dürüst isek doğru yoldayız demektir. Doğru yolda olanı ise kimse hele hiçbir sapık zarar veremez. Görünen o ki biz kendimize güvenmiyoruz, kendimize bakmıyoruz, kadınlara düzgün giyinin, iyi olun diyoruz.

Ne demek istediğimi Maide 105'e bakarak daha iyi anlayalım: "Ey iman edenler, siz kendinize bakın, siz doğru yolda bulunursanız, sapıtmış olanlar asla size zarar veremez". Sanırım bu ayet meali ne demek istediğimi en güzel şekilde açıklıyor. Çünkü ayet açık ve izaha gerek yok. Ayet, başkasını hedef göstermeyi bırak, kendine bak kendine diyor. Daha ne desin anlamamız için.

Ayete yer verdim. Ayetlerle devam edeyim.

"Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır." (Nur süresi 30.ayet meali).

"Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, ellerinin altında bulunanlar, erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz." (Nur süresi 31.ayet meali).

Peş peşe yer verilen bu iki ayette hem erkeğe hem de kadına, gözlerini harama dikmemeleri, haramdan sakınmaları, iffetlerini korumaları istenmekte. Daha doğrusu emredilmekte. Bu demektir ki namus ve iffet dendiği zaman sadece kadın akla gelmiyor. Erkeğe de namus ve iffet gerekiyor. Ayette uyarı ilk önce erkeğe olduğuna göre öncelikle namus ve iffetini koruması gerekenin, karşıt cinse dik dik bakmanın erkeğe yasak olduğunu söylüyor.

Erkeğe gözünü, iffetini ve namusunu koru dedikten sonra ikinci sırada kadına söz söyleniyor. Erkeğe söylenen uyarıların aynısı kadına da yapılıyor. Bu demektir ki kadından önce erkeği yola ve hizaya getirmeye çalışılıyor. Bu, kızım sana söylüyorum, oğlum sen dinle demek gibi bir şey. Erkek düzelirse, haramdan korunursa kadın da korunur anlamını bile çıkarabiliriz.

Ardından, kadınlara görünen kısımlar hariç kimlerin yanında ziynetlerini göstermesinler uyarısı yapılıyor. Erkekten farklı olarak başörtülerini yakalarının üzerine kadar örtsünler diyor.

Görünen kısımlar derken tam net sınır çizmiyor. Alimler; el, yüz ve ayak hariç yani açık, diğer taraflar tesettürlü olacak açıklamasına yer vermişlerdir. Alimlerin bu açıklaması bir yorumdur. Belki de görünen kısım denilen yerleri örf belirler desek de bizimki de bir yorum olur.

Burada antrparantez şunu da söylemek isterim. Ayet görünen kısımlar derken kadının bazı organlarının görünebileceğinden bahsetmesine rağmen yüzünü ve gözünü kapatanlara ne demeli? Açıklık ve açıklığı eleştirirken bu tür tepeden tırnağa kapalılığı da eleştirmek lazım. Çünkü sorun aşırılıksa, bu da aşırılıktır. Güvenlik açısından da kadının yüzünün ve gözünün açık olmasında fayda var.

Kadınlardan bahseden 31. ayetin sonu, müzekker siga kullanılmak suretiyle hem erkeklere hem de kadınlara ortak hitap ediyor. Tövbe edin ki kurtuluşa eresiniz diyor. Yani giyim kuşamda, karşıt cinslerin birbirine dik dik bakmak suretiyle günaha girmeleri muhtemel. Yaptığınız bu taciz dolayısıyla işlediğiniz günahı itiraf edin ve tövbe edin. Dinin tasvip ve tavsiye ettiği tövbe ise nasuh tövbedir. Yani bir daha tekrarlanmayacak şekilde yapılan bir tövbedir. Her edilen tövbe ise aynı zamanda yapılan suç, hata ve yanlış olduğundan dolayı bir pişmanlıktır.

Hasılı, ey erkek milleti! Biz kendimize bakalım. Önce kendimiz sütten çıkmış ak kaşık olalım. Ondan sonra bir başkasına sözümüz olsun. Eğer söz ve eylem birlikteliği içinde biz bunu yapar ve kendimizde uygularsak, açık açıklığa dair ne tepki verirsek, kadınlar buna tepki göstermezler. Erkekler adam gibi adam olarak yaşıyorlar. Biz de kendimize çekidüzen verelim derler. En azından bir özeleştiri yaparlar.

Bu kadarla yetineyim. Sanırım maksat ve meramımı anlatabildim.

4 Eylül 2025 Perşembe

Evlerimizin Tehlike Saçan Ağaçları

Vatandaş olarak apartman dairesinde otursak bile binanın bahçesine ağaç dikme alışkanlığımız var. Yeter ki toprak bulmuş olalım, yeter ki küçük de olsa ekecek bir yer bulalım.

İyi de yapıyoruz. Böyle de olması lazım. Çünkü yeşillik güzeldir. İnsanın içini açar. Faydası saymakla bitmez. Keşke her yıl kampanya ile diktiğimiz ağaçları da bahçemizdeki ağaçlar gibi büyütüp yetiştirebilsek, çok iyi yapmış oluruz. Çöllrlme tehlikesi yaşayan ülkemiz yemyeşil olur.

Biz gelelim apartmanın ihata duvarına paralel diktiğimiz ağaçlara. Bu ağaçlar bir müddet sonra dal budak salıyor. Binanın ihata duvarından kaldırıma sarkıyor. Buradan itibaren bu ağaçlar tehlike saçmaya devam ediyor. Çünkü istisnalar hariç bu ağaçların bakımını daha doğrusu budamasını yapmıyoruz. Ağacın dalları yere yakın şekil alabiliyor.

Bu ağaçların yere yakın dallarından kaldırımdan geçen insanlar geçemiyor. Geçerken kafasını eğmek ya da eğilerek geçmek zorunda kalıyor. Dikkatli olanlar böyle yapıyor. Ya dikkatsiz olup yanındaki ile koyu muhabbete dalıp yürüyenler ne yapsın? Farkına varmadan ağacın dalına kafayı vuruyor. Kafasını vursa yine iyi. Çünkü kafayı vuran pekala kaşını, gözünü de yaralayabiliyor. Gelip geçen araçların tehlikesinden kaçıp güvenli yer diyerek sığındığı kaldırımdan bu şekil gazi olabiliyor.

Apartmanın bahçesinde ağacı olup dalları yola sarkan hane sahiplerinin zaman zaman ihata duvarlarının paralelinde olan kaldırımdan geçmeleri çok iyi olacak. Eğer kaşını gözünü yaralamadan geçebiliyorlarsa, varsın ağacı bu şekilde bıraksınlar. Yok, eğilmek zorunda kalıyorlarsa lütfen ağacın yere yakın dallarını budasınlar.

Belediyeler caddelerdeki ağaçların bu tehlikesini göz önüne alarak mevsiminde buduyor. Aynı şeyi hane sahiplerinin de yapması gerekir.

Konu, yola sarkan ağaçların tehlikesinden açılmışken, kaldırımların amacı dışında kullanılmaması gerektiğine de dikkat çekmek istiyorum. Çünkü kaldırımları sadece yayalar kullanması gerekirken, kaldırımlardan bisikletliler, binbinciler, motosiklet binicileri de geçiyor. Tekeri olan bu binit sürücülerinin kaldırımda işi yok. Aynı şekilde aracını kaldırıma park edenler de var. Kaldırıma tezgah açan esnaf var. Elektrik ve telefon direği ve yönlendirme levhaları da eksik değil. Kaldırımlar bu şekil işgal altında ise yani amacı dışında kullanılıyorsa, yayalar güvenli bir şekilde bu kaldırımları nasıl kullanabilsin.

İmamın İşgüzarlığı

Fırsat buldukça çarşıya yürür. Yapılacak işim varsa yapar. Ardından Tarihi Buğday Pazarına giderek çarşının içinde bulunan çokça çay ocaklarından birine oturur, çayımı yudumlarım.

Çarşının alışveriş yönünden müşterisi pek yoğun olmamakla beraber buradaki çay ocaklarının özellikle öğle ve ikindi vakitlerinde oturup sohbet edecek ve çayını içecek çokça müşterileri var.

Yaz gününün aşırı sıcaklarında çarşının Batı yönündeki çay ocaklarında oturmaya değer. Çünkü hem esinti oluyor, insanlar biraz nefes alıyor, gölgede oturmak ve çayları yudumlamanın yeri bir başka.

Çarşının sessizliğini bozan, çay ocağında aynı masada buluşan birkaç kişinin konuşmaları.

Bugünlerde sessizliği bozan bir başka durum daha söz konusu. Camiden gelen mikrofon sesi. Öyle bir ses ki akıllara ziyan.

Camiden namaz vakti gelen bu ses bugünlerde zuhur etti. Mikrofon yanlışlıkla açık bırakılmış değil. Çünkü bu durum bir değil, beş değil. İmam ne düşündü bilinmez ama namaz kılınırken mikrofonu dışarıya da veriyor.

Dışarıya verilen bu ses okunan ezandan ibaret değil. Ezanla birlikte çay ocağındaki muhabbeti kesip camiye giden sayısı da eksik değil. Ama büyük çoğunluk çay içmeye devam ediyor. Ezana icabet etmiyor.

Tıpkı ezan sesi gibi mikrofon dışarıya veriliyor. Müezzinin kameti, imamın safları sık ve düzgün tutunuz uyarısı, namaz komutları, tesbihat, ardından okunan aşırı şerif, anlamı, imamın okuduğu ayetleri tefsiri tüm çarşı esnafı ya da çarşı içinde oturanlar ve gelip gelenler tarafından duyuluyor.

Belli ki imam ya da cemaatten bazıları, namaz vakti sadece içeriye verilmesi gereken sesi dışarıya da açalım ki tüm çarşıdakiler dinlesin. Olur ki duyup camiye gidelim diyen çıkar diye düşünmüş olmalı.

Kimin düşüncesi ise doğru değil. O sesin sadece cami içine hitap etmesi gerek. Ki cami küçük. Ayrıca mikrofona bile gerek yok. Pekala imam ve müezzinin sesini cemaat mikrofonsuz duyar. Böyle küçük camilerde mikrofon gürültü yığınından başka bir şey değil.

Diyelim ki mikrofon kullanılacak. Ezan dışında bu mikrofon cami içine hitap etmeli. İşgüzarlığa, eski köye yeni âdet getirmeye gerek yok. Ezanla birlikte cemaate iştirak eden eder. Etmeyen de etmez. Kişinin cemaate iştirak etmemesi, namaz kılmadığı anlamına hiç gelmez. Kişi o anda müsait değildir, sonra kılacak olabilir. İbadetimizi yapacağız diye sesi cümle aleme duyurmanın bir âlemi yok.

Merak ediyorum, bu işgüzarlık imama mı ait yoksa müftülüğe mi? Gerçi müftülüğe ait olsa her mahalledeki mikrofon sesi tüm evlerde duyulur. Hikmetinden sual olmaz ama imamın bu işgüzarlığının hiç savunulacak bir tarafı yok. Bu ne demektir biliyor musunuz? Hey dışarıda lak lak yapanlar! Bakın biz namaz kılıyoruz. Haydi camiye gelin. Gelmeyecekseniz, kalkın gidin demektir.

İnsanımızın Kalitesi

İnsanın giyim kuşamı, kılık kıyafeti, fikri zikri, görüşü, düşüncesi ve inancı onun kalitesini göstermez. Çünkü bunlar insanın kalitesini ortaya koymak için yeterli değildir.

Hiçbir şey yokken insanın kalitesi de ortaya çıkmaz.

İnsanın kalitesi:

Söz ve eylem bütünlüğüyle,

Farklı fikre tahammülüyle,

İşini düzgün ve en iyi yapmasıyla,

İnsanları inançlı-inançsız, dinli-dinsiz, bizden-sizden ayrımı yapmamasıyla,

Açılacaksın, saçılacaksın, kapanacaksın dememesiyle,

Nasıl böyle düşünürsün diye ayıplamamasıyla,

Kimseye baskı uygulamamasıyla,

Herkese hoşgörülü bakmasıyla,

Güzel, nazik ve kibar bir üslubu kullanmasıyla,

Huzuru, başkasının huzurunu bozmamada aramayla,

Kalp kırmamaya özen göstermesiyle,

Kimseyi dışlamamasıyla,

Kimseye ayar vermemeye çalışmasıyla,

Kutuplaşmanın tarafı olmamasıyla,

Kimsenin trolü olmamasıyla,

Fikri, zikri, inancı ve görüşü ne olursa olsun inandığını hayatında uygulamasıyla, fikir ve zikrini başkasına dayatmamasıyla,

Ömrünü insan kazanmaya adamasıyla,

En kızgın ve morali bozuk olduğu anlarda bile ağzını bozmamasıyla

Günlük kısır çekişmelerden uzak kalmasıyla,

Sözünün eri olmasıyla,

Farklı görüş ve giyime had bildirmemesiyle,

İnsanları anlamaya çalışmasıyla,

Etrafına güven vermesiyle,

Olduğu gibi davranmasıyla,

Nabza göre şerbet vermemesiyle,

Algılara teslim olmamasıyla,

Hiçbir şeyin fanatiği olmamasıyla,

Aklını kiraya vermemesiyle,

Yangına körükle gitmemesiyle,

Sürüyü değil, bireyi öncelemesiyle,

Görüşü ne olursa olsun, mağdur edilen zıt görüşe destek vermesiyle,

Düşüncesini veya hayat tarzını başkasına dayatmamasıyla,

Kendisini ve kendi görüşünü dünyanın merkezi görmemesiyle,

Eleştiriyi sevdiklerine ve yakınlarına doğrultmasıyla,

Soğukkanlılığı ve sağduyulu olmayı hayat felsefesi haline getirmesiyle,

İçindeki kavgayı, etrafına sirayet ettirmemesiyle,

Saygıyı genel prensip edinmesiyle,

İnsanları olduğu gibi kabul etmesiyle...

Ortaya çıkar. İnsanın kalitesi ortaya çıkarsa onun bulunduğu yerde huzur hakim olur. Tersi, gerilimdir. Huzur ortamını bozmaya yöneliktir.

Burada seçim yapmak gerek. Kaliteli insan mı olmak isteriz, kalitesizliğe talip olup huzur mu bozmak isteriz?

Anne Babaların Evlatlarıyla İmtihanı

Toplum açıklık ya da kapalılık üzerinden kutuplaşa dursun. Bizler de bu kutuplaşmanın bir eseri olarak giyim şöyle olsun veya olmasın diyelim.

Şimdi bol keseden atmayı ve başkasına ayar vermeyi bırakıp arkamıza yaslanıp bir düşünelim.

Diyelim ki dindar, mütedeyyin ve de İslamcı bir kişiyiz. Evlenip çoluk çocuk sahibi olduk. Kızımız ya da kızlarımız oldu. Dinini, diyanetini öğrensin diye küçük yaştan itibaren onlara din eğitimi aldırdık. Yetmedi, ilave olarak nasıl olmaları ya da nasıl giyinmeleri gerektiğine dair nasihat ve telkinlerde bulunduk. Giyim kuşama dair çarşı pazardaki kötü örnekleri bir bir sıraladık. Maazallah çok açık giyiniyorlar. Bunların nasıl anne ve babası varsa çarşı pazara böyle gönderiyorlar deyip ayıpladık. Evlerden ırak dedik.

Kızınız istediğiniz şekilde hem ailenize hem de inancınıza göre giyiniyor, ibadetlerini de yerine getiriyor. Var mı sorun? Yok. Çünkü tam istediğiniz gibi kızınız.

Günler, aylar ve yıllar böyle giderken bir baktınız ki kızınız kara kara düşünüyor, eskisi gibi değil, ters ters cevaplar veriyor. Anlayacağınız kızınız isyanlara oynuyor.

Annesine, neyi var bu kızın diyorsun. "Ne olacak, tutturdu açılacağım diye. Üstelik sadece başörtüsünü çıkarmakla kalmıyor, dekolte giyinecekmiş" deyiveriyor.

Hiç beklemediğin bu istek karşısında başına kaynar sular dökülmüş oldu. Kızıp köpürsen de nafile. Nasihat etmeye kalkıyorsun, ayet, hadis okuyorsun. Nafile. Çünkü kızın karnı tok bunlara. Açılacağım da açılacağım diyor. Tehdit ediyorsun. Yine olmuyor. Konu komşu ne der, biz mazbut bir aileyiz diyerek damardan girmeye çalışıyorsun. Kızınız, bana ne, komşulardan ve akrabalardan. Ben bir bireyim. Dilediğimi yaparım. İsteseniz de istemeseniz de bunu yapacağım diyor. Yani Nuh diyor peygamber demiyor. Kızım, bunu ben değil, Allah istiyor. Allah'ın emrine karşı mı geleceksin diyorsun. Allah'ın emri ise emri. Sanki herkes Allah'ın emrine itaat ediyor. Bu toplumda herkes Müslüman, çoğu türlü türlü kötülük yapıp günaha giriyor. O kadar kişi açılıp açılıyor. Bir günah da benim olsun. Ne yapayım. Gelmeyin üstüme deyip odasına kapanıyor, sizinle konuşmuyor, sofraya gelmiyor.

Tüm bu olup bitenlere bir anlam veremiyorsun. Kızın gibi yemeden içmeden kesiliyorsun. Ben nerede hata yaptım da başıma bu geldi. Ağır bir imtihanla karşı karşıyayım diyorsun. İçine kapanıp ağzını bıçak açmıyor. Kara kara düşünüyorsun.

Son çare, açıl da bir göreyim. Gösteririm sana gününü, eve kapatır kimselere göstermem diyorsun. Nafile. Kızınız çok kararlı. Gemileri yakmış. Dediğini yapacak.

Evde kaçan huzuruna mı yanarsın, kızının bu haline mi yanarsın. Halbuki mutlu ve huzurlu bir aile idiniz daha düne kadar.

Sonunda kızınız hastalanıp yataklara düştü. Doktor doktor dolaştınız. Doktorlar bu kızın hastalığı psikolojik. Derin bir travma ve ikilem yaşıyor. Bu çocuğu bir psikiyatriye götürün dediler.

Her geçen gün iyice hırçınlaşan kızınıza psikiyatri doktoru sakinleştirici ilaçlar verdi. Kızınız sakinleşti ama ilacın etkisi geçince yine kırıp döküyor ve isyanlara oynuyor.

Sonunda bir yol ayrımında olduğunu anlıyorsun. Ya kızın gittikçe hastalıklara duçar olacak ya da açılıp saçılacak. Senin için iki ölümden birini seçeceksin. Ya bundan sonra geri kalan ömrünü doktor doktor dolaşarak geçireceksin ya da kızının açılıp açılmasına izin vereceksin.

Son çare, kızımın sağlığı daha önce gelir deyip istemeye istemeye açılmasına izin veriyorsun. Açıl ama gözüme görünme. Gittiğim yere gelme. Konu, komşu ve akraba görmesin diyorsun.

Ayrı ayrı takılıyorken hep böyle gidecek değil ya. Anne-kız, düğün derneğe, çarşı pazara birlikte çıkmaya başlıyor. Anne yani eşin tepeden tırnağa örtülü, kızın ise açılıp saçılmış. İkili öyle bir görüntü veriyor ki anaya bak, kızını al atasözü işlevini böylece yitirmiş oluyor.

Zamanla bu durumu ister istemez kabul edeceksin. Zira elin mahkum. Kızın ne de olsa. Atsan atılmaz, satsan satılmaz.

Aynı durum laik, seküler ve çağdaş düşünce ve giyim tarzını benimseyen aileler için de geçerli. Kız çocuğu, anne babası itiraz etmesine rağmen pekala kapanmayı seçebiliyor. Bu aile içinde de fırtınalar kopabiliyor.

Kısaca her ailenin, her anne babanın imtihanı farklıdır. Kimi bu süreci kolay atlatır kimi zor. Kimi bu süreci yaşar kimi yaşamaz. Bu işler öyle bekara avrat boşamak kolay misali mangalda kül bırakmamaya, esip gürlemeye benzemez. O yüzden herkes kendisini nasıl bir imtihanın beklediğini bin düşünüp bir konuşsun. Herkes karşıt düşünceye ayar vermeyi bıraksın. Kendine baksın. Zira ayıpladığımız başımıza gelebilir.

Anne babalar olarak, çocuklarımıza ve topluma açılacaksın ya da saçılacaksın söylemini bir tarafa bırakalım. Yani kişileri özellikle kadınları açık, saçık, müstehcen tasnifinden vazgeçelim. İnsanları dış görünümüne göre değerlendirme ön yargısından ve zihniyetinden kurtulalım. Açık da bu toplumun bir meyvesi, kapalı da. Bugün aşırı açıklık ve aşırı kapalılık kutuplaşmanın bir sonucudur. Bu aşırılıkları su akar, kaynağını bulur deyip zamana bırakalım. İnanın, zaman her şeyin ilacıdır. Bir zaman gelecek ki aşırı açığı da aşırı kapalısı da makul giyime geçerek normalleşecektir. Yeter ki biz onlara zaman tanıyalım. Unutmayın ki bugün açık ve saçık dediğimiz çocuklar, bizim ileriye attığımız oklardır. Attığımız ok bizim ok. İyi atmadık diye kendimize kızacağımıza, çocuklarımıza kızıyoruz.

Bu süreçte bize düşen, giyim kuşamdan ziyade çocuklarımızın topluma faydalı bir birey olmasını sağlamaktır. İyi, güzel ahlaklı olmalarını istemektir. Kötü ve kötülüklere karşı kendilerini koruyarak bu hayatta nasıl ayakta kalmalarını yaşatarak öğretmektir. Ötesi, bize, çevremize ve çocuklarımıza hayatı zindan etmektir.

Not: Benim kız çocuğum yok. Her kız çocuğu böyledir demiyorum. Çarşı pazarda bazen annesinin giyimiyle kızının giyimi arasında dağlar kadar fark gördüğümü söylemeliyim. Bundan esinlenerek böyle faraziye bir yazı kaleme aldım. Yoksa hangi evde ne fırtınalar kopuyor bilmem. Belki de hiç fırtına kopmuyordur.

3 Eylül 2025 Çarşamba

Yorgun Yöneticiler

Baştan söyleyeyim. Öyle yöneticiler var ki herkesle diyaloğu olan, her gelene zaman ayıran, ilgi gösteren, ufku geniş, etrafına pozitif enerji veren, yönettiği kuruma katma değer üreten, yokluğu eksiklik, varlığı motive olan, yararlı işlerle göz dolduran, kurumunun eksikliğini gören, bu eksikliğin nasıl giderileceğini bilen, çözüm üreten, büyük-küçük tehlikelerde taşın altına elini koyan, vizyon ve misyon sahibi kişilerdir bunlar. Koltuğa yapışıp kalmazlar, gücünü de koltuktan almazlar. Bu tiplerin belki de tek eksiklikleri mevzuatın istediği evrakların eksik olmasıdır. Çünkü bu tipler yöneticiliği evrak memurluğu cinsinden yapmayanlardır. 

Bu tipler işle evi birbirine karıştırmaz. Evde yorulup işyerinde dinlenmez. Tüm ömrünü yöneticiliğini yaptığı işe hasretmez. Yorulduğu zaman biraz kafa dinlendirmem lazım deyip hakkı olan yıllık izninin hepsini en azından bir kısmını kullanır. İzin boyunca tekkesini terk ederek bir güzel kafa dinlendirir. İzne giderken şu kadar ücretim kesilecek demez. Bilir ki hayatta her şey ve tek şey sadece para değil. Dinlenip tatil yapmak da yemek ve içmek gibidir. Yeme, içme vücut için ihtiyaç ise izin kullanmak da ruhun gıdasıdır. Ruh gıdasını alacak ki dönüşte dinç kafa ile işe kendini verebilsin. 

Böyleleriyle karşılaştığın zaman iyi ki böyleleri var. Ufkumu açıyor dersin. 

Ama gel gör ki tüm yöneticiler böyle değil. Yöneticilerin çoğu yorgun yöneticidir. Evden işe, işten eve gidip gidip gelirler. 365 gün böyleler. Kolay kolay izin almazlar, yıllık izin kullanmazlar. Çoğu tüm maaşını yatırım amaçlı harcar, geçimini ise ekders ile yapar. Kazara bir gün izin kullanmak isteseler dünyaları başlarına yıkılır. 

Aldığı maaş ve ekders bana fazlasıyla yeter demezler. Okulunda hafta sonu kurs açılırsa, bundan öğretmen faydalansın demez. Kendi de alır. Okulu pansiyonlu ise dünyanın ekdersini alıyorum, bundan öğretmenler faydalansın demez. Ayda mevzuata göre ne kadar girmesi gerekiyorsa girer. Okulunda hafta sonu sınav varsa bina sorumlusudur. Kendi okulunda yoksa başka okulları yazar. Hiç sınav yoksa MTSK sınavında görev alır. Yani bu tipler 7/24-365 gün okul ile evliler. Sabah akşam para basarlar. Bu evlilikten o kadar memnunlar ki eşe dosta kolay kolay zaman ayıramazlar. Okulu bir de pansiyonlu ise işi kebaptır. Yeme, içme işlerini de pansiyondan giderir. Hakkıdır zira. 

Sabah mesaisi ile birlikte koltuğa bir otururlar, önlerine bilgisayarı bir açarlar. Çalışırlar da çalışırlar. Gözlerini ekrandan alamazlar. Bu şekil çalışırken top atılsa haberleri olmaz. Odalarına gelip başlarına dikilsen seni görmezler. Görseler de bir angarya için geldi deyip ilgi göstermezler. Okul yıkılsa şunlara bir bakayım demezler. Bilgisayarın yaydığı radyasyonla mayışır da mayışırlar. Ancak, tuvalet ve yemek onları masadan kaldırır.

Okulla evli olup gecesini gündüzünü, hafta sonunu ve yaz tatilini okula adayan bu tipler yorgun savaşçıdan mütevellit yorgun yöneticilerdir. Yorgun oldukları için ayağa kalkacak takatleri olmaz. Hep masabaşı iş yaptıkları için göbek de kısa zamanda kendini gösterir. 

Okulunda bir sorun olsa nöbetçi öğretmenler baksın, çocukla sınıf öğretmeni ilgilensin. Veli aranacaksa öğretmen arasın. Öyle ya bu işleri de idareci yapacaksa, yani öğrenci ile muhatap olacaksa ne diye koltuğa geçti, öyle değil mi? 

Ömürlerini masabaşı iş yani evrak memurluğu yapmak suretiyle koltuğunda oturarak iş yapınca haliyle bir ufuk oluşmuyor ki etrafına ufuk ve ışık olsun. Gelene zaman ayırsın, selam verenin selamını alsın, sorunlu öğrencinin sorununu çözmek için zaman ayırsın. Sınıfta yoklama fişi kaybolmuş, öğrenci numarasını karalamış, hiç problem değil. Hiçbir şeyi dert edinmeyince yani hiçbir şeyi mesele edinmeyince ortada mesele de kalmıyor elbet. Bu rahatlık göbeğe veriyor. Çıkan göbek de tesadüfi olmuyor. 

İdareciliği evrak memurluğundan ibaret gören bu tip yöneticileri zaman zaman gözlemlerim. Ama yazı konusu edinmemiştim. Bugün bu yazıya beni sevk eden ise gördüğüm bir okul. 

Uzun tatilin bittiği, öğretmenlerin seminer için geldiği gün bir okuldaydım. Bir ara öğretmen WC'ini kullanmak istedim. WC yazısını görünce daldım içeri. Girdiğim öğretmen WC olduğu için bakımlı ve temiz olur dedim. Bir de okullar iki-üç aydır tatilde. Okul yöneticileri yaz boyunca kırık dökük, pis, leke varsa temizletir dedim. Çünkü yöneticinin görevi okullar açılmadan okulu eğitim ve öğretime hazır hale getirmektir. 

Bu psikoloji ile WC'ye girdim. Üç tane kabin var. Kabinin birinde eşya dolu. İkincisine hortum atılmış. Geriye tek kabin kalmış. Buraya gireyim bari dedim. Okul kapandığı andan itibaren tuvalet taşı tek damla su görmemiş. Neyse girdik artık dedim. Kapıyı kilitledim. Tam çıkacağım. Kapıyı aç da göreyim. Tüm gücümle asıldım. Nafile. Kapı bana mısın demedi. Çare olarak bir arkadaşa telefon ettim. Geldi. Kapıdan uzak dur dedi. Ayağıyla hızlıca kapıya vurarak kapı açıldı. Böylece WC'de kapalı kalmaktan kurtulmuş oldum. 

Üzüldüm bu büyük okulun durumuna. Öğretmen WC'si böyle ise varın öğrenci tuvaletini gözünüzün önüne bir getirin. 

Var gör bu okulun yöneticileri yaz boyunca izin de kullanmadılar. Okula gelip yatmışlar. Şu kapı pencereye bir bakalım dememişler. 

Okulun ilk iş günü bu tip yorgun savaşçı yöneticilerle bu eğitim ve öğretim biter mi? Sorduğum soruya bak. Bugüne kadar bitti. Bundan sonra niye bitmesin. Yöneticilerini masabaşında hep çalışır gören öğrenci ve öğretmen öyle zannediyorum, ne çalışıyor deyip takdir ediyordur. WC'ye bakmaya nasıl zamanları olsun değil mi? 

Transfer Çalımı

Efendim, rakip kulüp, yazdan beri transferle uğraşıyor. İyi futbolcular aldılar. Hala da transfere doymadılar. Bazı ünlü futbolcuların peşindeler. Transfere harcamadık para bırakmadılar. Biz niye duruyoruz? Yoksa rekabetten mi vaz geçtik? Futbolcu transfer edecek paramız mı yok?

Paramız var. Transfer için de acele etmiyoruz. Rekabetten de vazgeçmedik. Futbolcu alacağız. Hiç merak etme.

Ya biz harekete geçinceye kadar rakibimiz tüm iyi futbolcuları alırsa.

Alamaz. Çünkü bu işler öyle ilerlemiyor.

Pek anlamadım ama bir defa da biz rakibimizden önce iyi futbolcular transfer edebilsek. Sahi, niye bekliyoruz?

Futbolcu seçmek önemli ve zor bir iş. Bunun için çok yorulmaya gerek yok.

Yorulmadan olur mu bu iş?

Biz taktik gereği böyle ağır davranıyoruz.

Nasıl?

Rakibimiz o kadar emek sarf ediyor. Dünyayı tarıyor. Nokta atış futbolcu arıyor ve belirliyor. O belirledikten sonra o futbolcu ve kulübüyle pazarlığa giriyor. Futbolcunun o kulübe transferle adı geçiyor. Gazeteler oldu olacak yazıyor.

Transfer dediğin zaten böyle olmuyor mu?

Dinle dinle. İşte biz bu arada devreye giriyoruz. Rakibimizin talip olduğu futbolcuya biz de talip oluyoruz.

O zaman iş işten geçmiş olmuyor mu?

Hayır. Rakibimiz ne veriyorsa iki fazlasını veriyoruz diyoruz. Parayı gören kulüp ve futbolcu bize dönüveriyor. Bir bakmışsın o futbolcu bize transfer olmuş. Öyle ya parayı veren düdüğü çalar.

Ama bu yaptığınız doğru mu?

Boş ver doğruyu. Buna transfer çalımı denir. Biz de çalımı böyle atıyoruz. Kaç futbolcuyu böyle aldık. Üstelik hiç yorulmadan yaptık bunu. Rakip bulup buluşturuyor. Biz de parayı bastırıp alıyoruz. Daha başkasını da yapıyoruz. Rakibimizden yurtdışına giden futbolcuya da yüksek transfer ücreti vererek alıyoruz. Nasıl beğendin mi bu çalımı?

Doğrusunu istersen, ben bu tür transfer çalımını pek şık bulmadım. Niye dersen, Anadolu'da bir söz var. Bir kızı bin kişi ister, bir kişi alır diye. İstenen kıza başkası da talip olur ama olmayacak dedikten sonra başkası talip olur. Ahlak, etik, toplumun örfü böyledir. Yani kız isteme bitmeden bir başkası kıza talip olmaz. Ayıp karşılanır. Elbette transfer olacak futbolcuya çoğu kimse talip olur. Ama talip olan, olmaz cevabı aldıktan sonra başkası talip olursa bence daha şık daha doğru davranış olur.

Tek Kazanan Mourinho Oldu

Her yıl şampiyonluğa oynayan ama nasibine hep ikincilik çıkan FB şampiyonluk hasretini gideremedi.

Bu hasret 11 sezondur devam ediyor.

Yönetim her sezon kolları sıvıyor. Bu sezon olacak diyor. Para harcamaktan kaçınmıyor. Önce teknik direktörü değiştiriyor. Ardından teknik heyetin istediği futbolcuları transfer ediyor. Bu sezon şampiyona uygun bir takım kurduk. Bu sefer olacak diyor.

Yönetim istikrarı olan kulübün pek teknik direktör ve futbolcu istikrarı yok. Kulübü zenginler yönetir. Bu yönüyle kulübe zenginler kulübü dense yanlış olmaz.

İstikrar abidesi yönetim öyle bir takım kuracağız ki ülke futbolundaki yapı ve sistemi de yıkacağız. Ayrıca şampiyonluk sözü vermemize gerek kalmayacak dedi.

Kulüp başkanı kolları sıvadı. Bir seçim öncesi dünyaca ünlü bir teknik direktörle anlaştı. Başkan bununla da kalmadı. Teknik direktörün istediği her futbolcuyu aldı. Bununla özlenen şampiyonluk gelecekti. Çünkü adam değişik kulüplerde almadık kupa bırakmamış. Adeta silmiş süpürmüş. Gerçi teknik direktörleri kupa ve şampiyonlukların yanında aldığı tazminatlarla da meşhurdu ama olsun. Buraya nasılsa şampiyonluk yaşatmak için geliyordu.

Takımı ve baştaki teknik direktörü gören eski FB kaptanı bir öngörüde bulundu. Sezonun en erken şampiyonluğuna hazır olun. GS teknik direktörü Okan’ı donunda sallar. Herkesle kedinin fare ile oynadığı gibi oynar dedi.

Dünyaca ünlü teknik direktör ve istenen futbolcular alındığına göre işte şimdi özlenen başarı gelecekti.

Lig başladı. FB şampiyonlar ligine gidemedi. Ardından Avrupa ligine de havlu attı. Tamamen lige yöneldi. Ligde de işler istenildiği gibi gitmedi.

Şampiyonluğu getirecek teknik direktör dağ fare doğurur misali fos çıkmıştı. Şampiyon olmak için takımını maçlara hazırlayacağı yerde maç dışı olaylarla adından hep söz ettirdi. Yaptığı açıklamalar, bulduğu mazeretler, maçlarda takımı nasıl oluşturduğu, rakip teknik direktöre fiziki saldırısı kulübü tarafından desteklendi.

Destek gördükçe şımardı.

Sonunda şampiyonluk parolasıyla lige başlayan takım, şampiyonun 11 puan gerisinde ligi tamamladı. Teknik direktör özeleştiri yapacağı yerde, “şampiyon sezon başında belliydi” dedi.
Büyük umutlarla yüksek transfer ücreti ile transfer edilen, bir dediği iki edilmeyen bu teknik direktörle olmayacağı belleklere yerleşti. Gönderilmesi ve bir yılın daha kaybedilmemesi gerekiyor ama yüklü tazminat kulübü düşündürdü de düşündürdü.

Aradaki güven ortamı ve başarıya güven kaybolmasına rağmen gitti gidiyor denilen teknik direktör kaldı. Yeni sezona bismillah derken takım şampiyonlar ligine yine gidemedi.

Sonunda kulüp, teknik direktör tarafından oklar kendine çevrilince yeni sezonun ilk üç haftasında teknik direktörle yolları ayırdı.

Uzatmayayım. Fenerbahçe’de işler istenildiği gibi gitmedi. Konan hiçbir hedef gerçekleşmedi. Kaybeden FB kulübü oldu. Kazananı ise Mourinho oldu. Çünkü tazminatını alıp gitti. Kulüpte hedefi gerçekleşen tek kişi yine Mourinho oldu. Çünkü geldiği andan itibaren kovulmak için elinden geleni ardına koymadı. Kulüp hocayı kovmada biraz geç kaldı ama kulübün gelmiş geçmiş kazananı Mourinho oldu. Diğer kulüplerden aldığı tazminata, FB’den aldığı tazminatı da ekledi. Çekti gitti.

2 Eylül 2025 Salı

Dağda mı Evliyalık İstersiniz, Şehirde mi?

Açıklık ve kapalılık dendiği zaman akla kadın gelir. Haliyle tartışmanın objesi ya da öznesi hep kadındır.

Kadınların giyim ve kuşam durumunu kadınlar tartışması gerekirken, nedense bu tartışmanın tarafları da hep erkekler. Hep erkekler kadınlara ayar vermeye çalışıyor. Erkeklerin gündeminde olan giyim kuşam nedir?

Adına açıklık, çıplaklık, teşhir, müstehcenlik ya da kapalılık her ne dersek diyelim, giyim kuşam görecelidir. Kişinin yetişme tarzına, düşüncesine, fikrine, zikrine, inancına, hayat felsefesine, bölgesine ve ortamına göre farklılık gösterir. Birinin çok kapalı dediği diğerine göre açık, birinin çok açık dediği diğerine göre açık olmayabilir.

Bunun kıstası, toplumun ortak yaşam kültürü ve toplumsal normun oluşmasıdır. Bunu oluşturamayınca, giyim kuşam üzerinden tartışmayı da bitirmiyoruz. Belki de bitirmek istemiyoruz.

Evet, kadınların çoğu giyim ve kuşamı bu ülkede bir problemdir. Toplumsal norm oluşturmadığımız müddetçe bu problem devam edecek.

Problem sadece çıplak giyimde değil, sayıları az olmakla beraber kapalılık da bu ülkede problemdir. Bu iki hal de aşırılıktır bu ülkede. Aşırı çıplakları konuşurken aşırı kapalıları da ele almak lazım.

Kişiden kişiye giyim kuşamı değerlendirmek farklılık gösterse de kadının çok dekolte giyinmesi, göbek, bel ve sırtının görünmesi, göğüslerinin bir kısmının teşhir edilmesi, diz kapağının üstüne çıkacak şekilde kısa etek giyilmesi, sadece cinsiyet organlarını kapatacak şekilde şort türü kısa pantolon giyilmesi, üzerinde elbise olduğu halde elbisenin darlığından vücut azalarının görünmesi, iç çamaşırı veya yatak kıyafetiyle vücudun teşhiri gibi görüntü aşırılık iken; el, yüz ve göze varıncaya kadar vücudu tamamen kapatmak da normal değildir.

Biz erkekler oturup kalkıp kadınların giyimini konuşsak da kadınlar özellikle genç kızlar bildiğini okuyor. Çoğu moda rüzgarına kapılmış, açıldıkça açılıyor. Yeter ki stilistler her yıl yeni bir giyim piyasaya sürmüş olsun. Gönüllü müşterileri çok.

Çoğu kimsenin, kadınların bile bu tür moda esiri giyim kuşamdan rahatsız olmasına bir şey diyebiliyor mu? Anne babalar bile çocuğunun giyiminden rahatsız ama ellerinden bir şey gelmiyor. Eskisi gibi mahalle baskısı da yok. Bugün birine vücudun çıplak demeye kalksan, alacağın en hafif cevap, sen ahlak zabıtası mısın? Anam mısın, babam mısın? Sana ne, git işine diyecek. Anne babalar bile bir şey diyemiyor.

Yine rahatsız olduğumuz bu tür giyim kuşamda, toplumsal normu nasıl oluşturabiliriz üzerine kafa yoracağımız yerde, işin ucuzluğuna kaçıyoruz. Hemen kutuplaşıyoruz. Bir kesim, "Kadının örtünmesi ve kapalı olması dinin bir emri. Örtünenler Allah'ın emrini yerine getiriyor. Açık ve çıplaklar ise toplumun ahlakını bozuyor. Buna hakları yok. Bu ülke Müslüman bir ülke" derken, açık ve çıplaklığı savunanlar ise "Bu çağda bu şekil kapalılık olur mu? Hangi çağda yaşıyoruz? Sen nasıl örtünüyorsan, onun da açılıp saçılma hakkı var. Karışmayın" türünden bir şeyler söylüyor.

Açıklık ve kapalılıkta iki kutup birbirinden beslene dursun. Toplumsal barışı bozmamak adına, ortak bir yaşam kültürü ve toplumsal norm oluşturmak zorundayız. Asgari müşterekte buluşmalıyız. Topluma düşen, içimize sinse de sinmese de herkes herkesin giyimine ya da giyimsizliğine saygı göstermektir. Kendi giyim ve kuşamımızı başkasına dayatmamaktır. Aba altından sopa göstermemektir. Birbirimize giyim ve kuşam üzerinden ayar vermemek, had bildirmeye kalkmamaktır.

Burada herkes zaten istediği şekilde giyiniyor, kimse kimseye karışmıyor denebilir. Sosyal medyaya bakılırsa herkes herkesin giyimine karışıyor ve müdahale ediyor. Bu ülkenin toplumsal barışı için laik seküler insanlar veya modern hayat tarzını benimseyenler, kendilerine yakışan istediği kıyafeti giysin. Ama giydiği kıyafeti herkes giyecek diye dayatmasın. Bunun adı laikçilik ve sekülercilik olur. Aynı şekilde dindar ve mütedeyyin insanlar da dinin emri gereği istediği şekilde giyinsin. Giydiği bu kıyafeti kimseye dayatmaya kalkmasın. Bunun adı da dindarcılık ve dincilik olur. Her iki kesim de kendine baksın. Birbirine hayatı zindan etmesin.

Eee, bırakalım da herkes istediği gibi giyinsin mi diyebiliriz. Anne babanın bile aciz kaldığı giyim ya da giyimsizlikte bize ne düşer. Ancak ortam ve zamanlamaya riayet ederek hukukumuz olan kişilere bu rahatsızlığımızı dile getirebiliriz. Kişileri tanımadan, arada hukuk yokken müdahale her zaman ters teper. Olacak şeyi de yokuşa sürer.

Giyim ve kuşamda bu aşırılıkların sebepleri üzerinde de durmak zorundayız. Yoksa ortaya nem ne şekil bir ürün çıktığı zaman bunlar da böyle giyinerek çok olmaya başladı demeye başlarız.

Bence giyim kuşamda aşırılığın temelinde; ilk, orta ve lisede çocuklara tek tip, tek renk kıyafet dayatması üzerinde durmak gerek. Bu çocuklar tek tip kıyafete okul sonrası hayır diyor. İstemediği ve sevmediği formadan kurtulduktan sonra aşırı giyimle içindeki özlemi gideriyor. Okullara düzen, tertip gelsin diye her öğrenciyi aynı tip renk ve elbiseye girdirmekten ziyade, onlara okul boyunca denetimli serbestlik içerinde eğitim ve öğretim yapmalarına imkan verebilirdik. Pekala bu çocuklara "Şu şu kriterlere riayet ederek istediğiniz kıyafetle okula gelebilirsin" diyebilseydik. Buna rağmen anormal kıyafetle okula gelen öğrencilerle tek tek görüşmek suretiyle onları karşımıza alıp onları ikna etme yoluna gidebilseydik. Nedense işin kolayına kaçıp toptancılık yolunu seçtik. Kişileri birey olmaya yöneltmekten ziyade sürü psikolojisine ve toptancı anlayışa uymasını dayattık.

Açıklık ve kapalılık üzerinde ne kadar yazıp çizersek çizelim, ne kadar konuşursak konuşalım, toplum giyim kuşamda bildiğini okuyor. Kimse kimseye bir şey diyemiyor. Bugün dindar ve mütedeyyin insanların çocukları da aile yapısına ters bir giyim ve kuşamı giyer oldu. Eskidenmiş, anasına bak, kızını al sözü. Bugün anne tesettürlü, kızının göbeği açık. Herhalde bu örnek bile toplumun gidişatına dair bize bilgi verir.

Hasılı, giyim kuşam üzerinden bölünmeyelim. Kendi giyim tarzımızı başkasına dayatmayalım. Cadde ve sokaklar vücudunu teşhir edenlerle dolu deyip bir şeylerin pimini ateşlemeyelim. Ahlaki yozlaşma ve çıplaklık aldı başını gitti. Gördükçe günah işleniyor demeyelim. Bu toplum içinde kimseyi kırmadan, dökmeden yaşayalım. Dağda evliya olmayı bırakıp şehirde evliya olmanın yollarına bakalım. Unutmayalım ki şehirde evliyalığı seçmek herkesin değil, er kişinin işi. Şehirde evliya olmak her türlü kötülük ve müstehcenlikten kişinin kendisini korumak anlamına geldiği için kimsenin giyim, kuşamından etkilenmez. Dağda evliyalığı seçen ise kendi nefsine güvenemez ve kötülük işlemeye meyyaldir. Dağdaki evliyanın evliyalığı şehre kadardır. Ama şehirdekinin evliyalığı dağ, bayır, şehir her yerde sürer. Sahi dağda mı evliya olmak istersiniz, şehirde mi?

Not: Dağ ve şehir evliyası nasıl olur diye merak edenler, bu konuya dair ilgili hikayeyi sanal medyadan bulup okuyabilir. 

1 Eylül 2025 Pazartesi

Sosyal Medyanın Kazma Tipleri

Reel hayatın nabzı sosyal medyada atıyor.

Yaşadığımız hayatın bir gerçeği bu alem.

Kimler yok ki bu alemde...

Ben sosyal medyada yokum diyen bile mesajlaşmak, yazı, çizi ve fotoğraf paylaşmak için mecburen farklı mesajlaşma uygulamalarını kullanıyor.

Kimlerin sosyal medyada olduğundan, neler yazıp çizdiğinden bahsetmeyeceğim. Fikri, zikri şudur, trollük yapıyor demeyeceğim. Herkes istediğini yazsın ve paylaşsın. İstediğine yorum yazsın. Buna diyeceğim olamaz. Yalnız bir kesimi ele alarak bir hassasiyetimi dile getireceğim.

Bu kesim yol, yordam, adap usul, nezaket bilmeyen kesim. Normal hayatta çok nazik ve kibar dediğin niceleri bu alemde su koyuveriyor. Gerçek yüzü ortaya çıkıyor. Yeter ki kuyruğuna bas. Yeter ki bu tiplerin burnunun dikine gitme.

Bu tiplerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için onların görüşünden olmaman yeterli.

Doğrudur, yanlıştır, bir konuda bir görüş öne sürersin. Takipçin olan kişilere düşen, okumaları. Görüşü beğendilerse emoji bırakmaları. Katkı sunmak isterlerse yorum yazmaları. Ben şöyle düşünüyorum demeleri. Görüşünü beğenmiyorlarsa, "Bu görüşünüze katılmıyorum" demeleri ya da olumlu veya olumsuz bir yorum yazmamaları beklenen bir davranıştır.

Görmezden gelmeleri de anlaşılır.

Gel gör ki böyle davranmıyorlar. Nezaketi elden bırakıp suçlayıcı yorum yazmaya kalkıyorlar. Bundan da geçtim. "Sen" diyor. Sanırsın ki kırk yıllık dostuz. Kardeşim, beni eleştirebilirsin. Lütfen üslubuna dikkat et. Görüşüme katılmayabilirsin. Suçlayıcı yazma. Hele ki reel hayatta tanışmıyoruz. Biraz ölçülü yazabilirsin diyorsun. "Peki, bay Ramazan Yüce Bey" diyor. Güya üslubunu yumuşattım sanıyor. Aklı sıra üslup benim kırmızı çizgimdir hassasiyetinle dalga geçiyor. Hitaba bak, hizaya gel. Bay Ramazan diye hitap olur mu? İnan, mektep medrese görmemiş dağdaki çoban bile bu tiplerden daha ölçülüdür. Bu tip ise belki de okumuştur. Maalesef böyle tiplerin bağnazlığı edebin önüne geçmiş. Bu alemde ise huzur bozmak için cirit atıyor. Kalıbına yazık böylelerinin.

Gündelik hayatta iki, üç defa karşılaşıp selam, kelam, hal hatırdan ibaret hukukun varken bir bakmışsın, böyle biri yorum yazıyor. "Saçmalıyorsun", "Alakaya maydanoz olmuşsun" deyiveriyor. Ardından da "Sizden beklemezdim" diyor. Yapma kardeşim. Böyle bir üslup size yakıştı mı diyorsun. "Daha naifini bulamadım" diyor. Naiflik ve o?

Kaba ve sabalığa dair örnekleri uzatmaya gerek yok. Şu var ki böyle tiplerle bu alemde muhatap olmak için asıldan önce usulde anlaşmak gerek. Bir insanın kaleminde edep yoksa asıl konuya yani sadede girmeyeceksin. Daha doğrusu muhatap olmayacaksın.

Yapılması gereken bu aslında. Ama anlama sorunu var belli ki. Yine de kırmadan, dökmeden cevap yazıp üslubuna dikkat çekiyorsun. Olur ya anlar diyorsun. Beyzadelerim hiç oralı değil. Çünkü burunlarından kıl aldırmıyorlar. Bu itici üsluplarıyla bir Allah'ın kulunu yanlarına çekemedikleri gibi savundukları fikre zarardan başka bir şey de veremezler. Bunun farkındalar mı? Sanmıyorum. Çünkü burnu havada olan kimseler neyi, kırıp döktüklerini bilemezler. Bu tipler için asıl, usulden önce gelir. Asıl varken usule hiç ihtiyaç duymazlar. Kendilerine balta sapı görevi verdilerse insanları asıp kesecekler. Buna da dava diyecekler.

Bildiğin kazma bunlar. Kazmadan da başkası beklenmez. Yesinler bunların gittiği yolu. Aman benden ırak olsunlar. Çevremde gölge etmesinler. Hiç ihsanlarını istemem.

Bu tiplerin yanında yazıdaki görüşüme katılmayıp güzel bir üslupla eleştiri getiren ve kendi düşüncesini yazan kişiler de var bu alemde. İyi ki varlar. Değilse çekilmez bu âlem.

31 Ağustos 2025 Pazar

Kısa Süren Bir Hikaye

Ayasofya, uzun yıllar müze görevi yaptıktan sonra 2020 yılında cami olarak açıldı. İsmini hatırlar mısınız bilmem. İslam hukuku profesörü Mehmet Boynukalın da baş imam olarak atanmıştır.

Ayasofya'nın cami olarak açılmasına sevindim. Yalnız baş imama rezerv koydum. Buraya atanacak imam için biraz özen gerekli. Ufku geniş aynı zamanda Türkiye mozaiğini bilen biri olmalı. Boynukalın lisans eğitimimi Ezher'de yapmış. Mısır ve Suudi Arabistan'a eğitim gören zevatın dini anlayışı biraz farklı olur, bize uymaz. Bizdeki fakültelerden biri atanabilirdi türünden şeyler yazıp çizdim.

Boynukalın atandıktan sonra rahat durmadı. Sosyal medyayı çok kullandı. Ne kadar tartışmalı konular varsa onlarla ilgili Tweet paylaştı: "Laiklik Anayasadan çıkarılmalı" dedi. 8 Mart kadınlar günü münasebetiyle "Kadın cinayetleri üzerinden erkek düşmanlığı pompalanıyor" dedi. Dedi oğlu dedi.

Boynukalın attığı Tweetlerle tartışmanın odağı haline geldi. Toplum Boynukalın üzerinden destekleyen ve karşı çıkanlar olarak ikiye bölündü.

Daha önce adı sanı duyulmayan, binlerce akademik ünvanlıdan biri olan Boynukalın kısa zamanda sosyal medyada meşhur oldu. Yüzlerle ifade edilen takipçi sayısı milyonu geçti. Karşı çıkanlar Hocayı tu kaka yaptı. Kendi işine baksın. Siyasi konulara girmesin dedi. Destekleyenler ise "Böylesi daha önce gelmedi. Konuşup yazmalı ve paylaşmalı. Boynukalın'ın arkasındayız. Hoca yalnız değildir" türünden hashtagler açtı.

O vakit, hoca yanlış yapıyor. Bulunduğu görevde birleştirici olmalı. Asıl görevi Ayasofya üzerine Tweetler atmalı. Halkı kutuplaştırmamalı. Siyasi ve güncele dair yaptığı paylaşımlar onu oraya getiren iradeye zarar verir. Üslubu da din görevlisi üslubuna yakışmıyor, gerekirse susmalı dedim. Böyle dedim diye destekçi kesim beni topa tuttu. Amacımı ve niyetimi sorguladı. Hoca ile ilgili yazdığım eleştiri yazılarına karşı çıkan yorumlar yazdılar.

Beni topa tutanlara, bugün hocanın arkasındayız, hoca yalnız değildir diyorsunuz ya yarın siyasi irade hocayı görevden alırsa, hocanın yine arkasında olursanız, yanınızdayım. Ama hiçbiriniz kalmayacak ve hoca unutulup gidecek dedim.

Dediklerimi yine dinleyen olmadı.

Laik seküler kesimin dışında Ak Parti grup başkanvekili Özlem Zengin de "Bu işler hocanın işi değil, hoca kendi işine bakmalı" diyerek rahatsızlığını ifade etti.

Karşı kesim eleştirinin dozajını artırdıkça hoca da destekçilerden aldığı güçle Tweet üzerinden eleştiri yapanlara "pamuk tıkayıverdi".

Sonunda Mehmet Boynukalın'ı Ayasofya’ya baş imam olarak atayan irade, görev süresi dolmadan hocayı görevden aldı. Gerçi Boynukalın, "Akademiye daha fazla zaman ayırmak niyetiyle istifa ediyorum" dese de işin iç yüzü öyle değildi. Görevden alınmıştı. Hatta Erdoğan'a görev süresinin bitimine üç ay var. Süreyi bekleyebiliriz denmesine rağmen Erdoğan alınsın dediği konuşuldu.

Hasılı, Boynukalın'ın Ayasofya’ya baş imamlığı 9 ay gibi bir zamanda son buldu. Adı sanı da anılmaz oldu.

Şimdi büyük ihtimalle fakültesinde hocalığına devam ediyor olmalı.

Sosyal medyayı baş imamlığında olduğu gibi yine aktif kullanıyor mu bilmiyorum. Bir milyonu geçen takipçisi Mehmet hocayı yine takip ediyor mu, bunu da bilmiyorum.

Bildiğim bir şey varsa Mehmet Hoca gündemde yok. Tweetleriyle gündem de oluşturmuyor ve tartışmanın odağında değil. Unutuldu gitti.

Aradan yıllar yılı geçmesine rağmen Boynukalın’ı bana hatırlatan ve yazı yazmaya iten sebep, “Boynukalın yalnız değildir. Arkasındayız” diye yazıp gürleyen destekçi kesimin Boynukalın’dan hiç bahsetmemesi. Mübarek unutuldu gitti. Kısa zamanda, kısa yoldan ulaşılan şöhret de birden son buldu.

Görünen o ki bir zamanlar Boynukalın’a destek veren kesim hocayı yalnız bıraktı, hoca yalnızlara oynuyor ve hoca yokluğa terk edildi.

Siz siz olun, bir tartışmanın odağı haline geldiğinizde veya getirildiğinizde, sosyal medyada sizinle ilgili destek açıklamalarına teşekkür edin ama o destekçilere pek güvenmeyin. Aynı zamanda söz ve eylemlerinizin doğruluğunu, zamanlamasını ve ortamını da sorgulayın. Hata yapmış olabilir miyim diye kendinize soru sorun. Şöyle davransaydın, daha iyi olurdu deyin. Çünkü bugün “Yalnız değilsin, arkandayız” diyen o kesimi, başınıza bir şey geldiği zaman yanınızda bulamayabilirsiniz. O yüzden söz ve eylemlerinize dikkat etmenizde fayda var. Sonra ne oldu arkamda bana çığ gibi destek verenler diyerek hayıflanır durursunuz. Bunun en güzel örneği de Sayın Mehmet Boynukalın’dır. Sonra demedi demeyin.

İnsan Kaynağı Plansızlığımız

Bir arkadaş aradı: "Kızım şu öğretmenlik branşından birini bitirdi. Puanı yeterli gelmediğinden atanamadı. Ücretli öğretmenlik yapmak için başvuru yaptı. Ne yapabiliriz" dedi.

Arkadaşa, kızınız başvuru yaptı ise her ilçe görevlendirme kriterlerine göre ihtiyaç oldukça sırayla çağırır. Yine de kızın bilgilerini gönder. Bir de telefonun sesini aç da kızın da dinlesin diyeceklerimi dedim.

Kıza, branşının dışında girebileceğin yakın branşları da yazman daha iyi olur. Çünkü branşında açık olmayabilir. Bir de bildiğim kadarıyla maddi sıkıntınız yok. Oturup önümüzdeki senenin sınavlarına çalış. Ücretli öğretmenlik tüm günlerini alacağı için sınava hazırlanamazsın. Yine siz bilirsiniz dedim.

Kızın ataması zordu. Çünkü branşından alım çok az. Gerçi sadece bu branşta değil, bir-iki branşın dışında atanmak çok zor. Çünkü her branşın binlerce yedeği var. Hepsi de atanmayı bekliyor. Bu da bir yıl öncesine kadar her branşın ikinci öğretimlerini devam ettirmemizin, her yere üniversite ve her üniversiteye her bölümü açmamızın bir sonucu.

Bu durum her konuda olduğu gibi insan kaynağını planlama eksikliğimizin bariz bir örneği. Ben fakülte açarım. Herkesi okutur, mezun ederim. Onlara istihdam üretmem. Herkes başının çaresine bakacak demektir. Devletin bu plansızlığı, bir anne ve babanın, ben istediğim kadar çocuk doğururum. Ama bakmak zorunda değilim anlayışından farklı değil.

Arkadaşın ve kızının ilçesinde görev yapan şube müdürüne, ilçe okullarında ücretli öğretmen ihtiyacı olup olmadığını sordum. "İhtiyaç yok. Çünkü elimizde 1000 tane norm fazlası öğretmen var. Onlar görevlendirilecek" dedi.

Şube müdürüne, 1000 norm fazlası öğretmen tüm il merkezinde mi yoksa sadece sizin ilçenizde mi dedim. "Sadece bizim ilçede" dedi.

Bir ilçede bu kadar norm fazlası öğretmenin olması beni şaşırttı. Bir ilçede 1000 ihtiyaç fazlası öğretmen varsa tüm Türkiye'deki ihtiyaç fazlası öğretmen sayısını gözümüzün önüne bir getirelim. Karşımıza korkunç sayı çıkar. Bu demektir ki Milli Eğitim Bakanlığı öğretmen ihtiyacını gidermek için her yıl öğretmen alımı yapsın. Diğer taraftan da bazı illerde yığılmış ihtiyaç fazlası öğretmenler olsun. Ne yaman çelişki bu.

Öğretmen fazlalığı olur da bu kadar olmaz. Okul ve derslik veremediğimiz öğretmenlere maaş vermeye devam ediyoruz. Yazık, ülkenin plansız insan kaynağına giden paraya. Bu da insan kaynağını yerinde kullanamadığımızın bir göstergesi.

Bir ilçede veya tüm Türkiye'de norm fazlası dediğimiz ihtiyaç fazlası öğretmen niçin oluşur? Öyle zannediyorum, eş durumu yani aile birliğinden kaynaklı olsa gerek. Nedense MEB, belli illerde eş durumundan kaynaklı ihtiyaç fazlası öğretmenlerin önüne bir türlü geçemedi.

Elbette aile birliği önemli. Eşler aynı yerde çalışmalı. Ama aynı yerde çalışacak diye ihtiyaç fazlası atama yapmanın da bir gereği yok. Atamalarda oportünist davranmanın bir sonucu. MEB eşleri birleştirmezsem, kafam ağrır düşüncesiyle ihtiyaç yok diyemiyor. Al değerlendir diye valilik emrine atamayı yapıveriyor.

Halbuki mevzuatta eşlerin birleştirilmesine dair çözüm var. Mevzuat uygulanırsa norm fazlası öğretmen diye bir şey olmaz. Diyelim ki eşlerden biri Mardin'de, diğeri Konya'da. Mevzuat der ki "Aileyi Mardin ya da Konya'da birleştireyim. İhtiyaç Konya'da ise Konya'da, Mardin'de ihtiyaç varsa Mardin'de birleştireyim. Eğer iki yerde de ihtiyaç yoksa eşleri başka bir ilde birleştireyim". Bence yerinde bir mevzuat. Ama uygulama böyle değil. Mardin'deki eş, ihtiyaç olmadığı halde Konya'ya tayin istiyor. Konya'daki eş Mardin'de kendisine ihtiyaç olduğu halde tayin istemiyor. Bu durumda eşler nasıl birleştirilecek? Bakanlık Mardin'deki eşi Konya Valiliği emrine vermek suretiyle meseleyi çözüm yoluna gidiyor. Eşler birleşti ama norm fazlası olarak.

Valilik norm fazlası öğretmenleri ne yapıyor? Bunlara il sınırları içerisinde boş olan okullara tayin istemelerini söylüyor. Öğretmen ise il merkezindeki okulları yazdığı için ataması yapılmıyor. İl Milli eğitimler bu öğretmenleri değerlendirin diye ilçe MEM'lere görevlendiriyor. İlçe MEM'ler ise doğum vb. sebeplerle boşalan yerlere geçici görevlendirme yapıyor. Olmadı, büyük okullara vererek alın bu öğretmene 15 saat ders verin diyor. Yani bir öğretmenin gidereceği ihtiyacı iki kişi gideriyor.

Norm fazlası atamalarda ihtiyaç olan yerler dolmazsa resen atama yapılacak denmesine rağmen belediye sınırları dışında ihtiyaç olduğu halde yine atama yapılamıyor. Atama yapılsa bile sendikalar devreye giriyor. Bu yüzden il merkezinde birikmiş ama ilçe, belde veya köylerde ihtiyaç olan yerlere öğretmen gönderilemiyor. Gönderilmeyen öğretmenin yerine ücretli öğretmen görevlendirmesi yapılıyor.

Hasılı, ortada göz ardı edilmemesi gereken büyük bir sorun var. Ama sorun çözülmüyor ya da çözülmez istenmiyor. Bu da insan kaynağını yerinde kullanamama ve ülkenin parasını heba etme sonucunu doğuruyor. Para kimsenin cebinden çıkmadığı için herkes bu durumdan memnun. Gel gör ki bu plansızlığın parası hepimizin cebinden çıkıyor.

Bu demek değildir ki norm fazlası öğretmenler değerlendirilmiyor. Bir şekil değerlendiriliyor. Ama branşından ama branş dışı. Yani işe kişiden ziyade kişiye iş bulunmuş oluyor.

İnsan kaynağını yerinde kullanamadığımız durumu sadece bahsettiğimden ibaret değil. İl MEM’ler kitap yazma, kitap inceleme, formatörlük vs. gibi gerekçelerle her yıl okullardan geçici öğretmen görevlendiriyor. Yerlerine başka geçici öğretmen gönderiliyor ya da okul başının çaresine bakıyor. Bunun dışında uzman ya da araştırmacı kadrosunda olan çalışanlar da var ama bilfiil çalışmıyor.

Bu ve benzer insan kaynağı plansızlığımızı göz önüne getirirsek, bunca plansızlık ve her birine harcanan maaş ve özlük haklar ile bu devlet iyi ayakta kalıyor. Bu durum yani insan kaynağı plansızlığı durumu sadece MEB’de değil, hemen hemen her kurumda şu ya da bu şekilde var.

Şu bir gerçek ki insan kaynağı planlamasında sınıfta kaldık. Tek kelimeyle yazık...

30 Ağustos 2025 Cumartesi

Doğruya Doğru, Yanlışa Yanlış

O kadar gündem içerisinde gündem olmayı ya da gündem yapmayı ya da gündemde tutmayı çok iyi beceriyoruz.

Gündem olan konuları taraf olmadan enine boyuna konuşsak, olayı anlamaya çalışsak gam yemeyeceğim. Çünkü çözüm odaklı değiliz, üzüm yemeyi zaten sevmiyoruz. Olayı kişiselleştirmede de üstümüze yok. Vur abalıya deyip çullanıyoruz. Yeter ki birini gözümüze kestirelim. Gündem olan konuyu haklı göstermek için kişilerin geçmişine gidiyoruz. Bunun, bu ilk vukuatı değil, falan tarihte şunu dedi. Bak bak, daha neler yapmış neler deyip kişinin geçmişini ortaya döküveriyoruz. Maalesef toplumu germe gibi bir misyona bilerek veya bilmeyerek alet oluyoruz.

Kapalı yazmayı bırakıp, ne demek istediğimi kısaca açayım. Malumunuz bir göz doktorunun kendisine muayeneye gelen bir kız çocuğunu çıplak diye muayene etmediği videosu Türkiye gündemine oturdu.

Video üzerinden hemen ikiye bölündük. Doktor haklı, doktor haksız. Kimi doktoru yererken kimi de destek çıkıyor. Tarafımızı tuttuk. Vuruyoruz da vuruyoruz. Ne doktor yalnız ne de kız. Her iki taraf için destek açıklaması çığ gibi. Yaptığımız en iyi şey bu zaten.

Bu konunun üzerinde çok yazıldı, çizildi. Hâlâ da yazılıp çiziliyor. Üstelik bu olay üzerinden konu başka bir yöne evirildi. "Doktora bak doktora. Çıplak diye kızı muayene etmeyen doktorun 2010 yılında cereyan eden Mavi Marmara saldırısında yaralanan İsrailli askerleri tedavi ettiği ortaya çıktı". Bu ne yaman çelişki demeye getiriliyor.

Muayene olayını bir tarafa bırakıp gündeme getirilen bu olay üzerine birkaç kelam edeyim. Doktor beyin yaralı askerleri tedavi etmesi, bence eleştirilecek bir şey değil, aksine övünülecek ve takdir edilecek insani bir şey. Çünkü doktorun görevi insanı tedavi edip onu yaşatmaktır. Hastanın düşman-dost, erkek-kadın, dinli-dinsiz ve terörist olması fark etmez. Doktorun bu yaptığı, görevinin yanında hem insani hem vicdani hem de dini yönünü göstermesi bakımından önemlidir. Yine doktorun bu yaptığı eleştiriyi değil, takdiri hak eder.

Burada "Bu doktor, düşmanımız durumundaki askeri muayene ederken kendi kızımızı çıplak diye muayene etmedi. Doktora kızgınlığımız bundan" denebilir. Konuyu tekrar kanatma niyetim yok. Yalnız şunu söyleyeyim. Doktor İsrail askerini nasıl tedavi etmişse, doktorluğunun ve meslek etiği gereği bu kızı da muayene etmeliydi. İçine sinse de sinmese de bunu yapmalıydı. Muayenenin ardından babacan bir eda ile kızın çıplaklık durumuna değinebilir, ona nasihat edebilir, kıyafetini rahatsız edici bulduğunu söyleyebilirdi. Bunu yaparken yapılan görüşmenin kayda alınmasına izin vermezdi. Yapılan konuşmayı kızın kayda aldığını görmesine rağmen doktorun niçin muayene etmediğine dair konuşmaya devam etmesi yanlıştır.

Öğrendiğime göre anne kız muayene olmak için randevu saatlerinde polikliniğe girerler. Doktor, çıplaklık halinden dolayı muayene etmeyeceğini kıza söyler. Kız muayene odasından çıkar.

Doktor annesini muayene eder.

Ardından, kız yanında bir arkadaşı ile birlikte ellerinde telefonla muayene odasına tekrar girer. Kız, doktoru konuşturarak videoya alır. Hatta videonun başı, az önce bana çıplak demiştiniz değil mi diyerek doktoru konuşturur.

Kızın ikinci gelişinde doktoru kayda alıp bunu sosyal medyaya servis edeceği çok açık olmasına rağmen doktorun konuşmaya devam etmesi olacak şey değil. Belli ki kız, az önce kendisini muayene etmeyeceğini söyleyen doktoru konuşturmak suretiyle onu sosyal medyaya düşürmek istediği anlaşılıyor. Kızın bu niyeti olmasına rağmen doktorun kamera karşısında konuşması anlaşılır gibi değil.

Sonuç olarak, doktorun İsrailli yaralı askerleri muayene etmesi doğru. Kızı çıplaklık gerekçesiyle muayene etmemesi doğru değil. Kızın, doktorun kendisini muayene etmemesini hastane yetkililerine şikayet etme gibi kısa yol varken ikinci kez doktorun yanına girerek doktoru konuşturması, bunu kayda alması bilinçli bir harekettir ve doğru değil.

Ezcümle, insanın olduğu yerde hata ve yanlışlar olur. Önemli olan hata ve yanlışlardan ders çıkarıp tekrar etmemektir. Doğruya doğru, yanlışa yanlış deyip konuyu kapatmak lazım. Bu konuyu günlerce gündemde tutmak ve kutuplaşmak doğru değil. Çünkü toplumun kutuplaşmaktan ziyade huzura ihtiyacı var. Hele bu şekil kutuplaşmak ülkeye zarar verir.

Ha doğruya doğru, yanlışa yanlış bana göredir. Size göre nasıldır bilemem. Bunu en iyi siz bilirsiniz. 

29 Ağustos 2025 Cuma

Sosyal Medyanın Gizli Gediklileri

Sabah akşam sosyal medyadalar. Görüş ve bir duruş belirten bir paylaşım yapmaz bunlar. Yapanı varsa da gezi, ziyaret, cenaze türü paylaşımlar. Bir de kendi doğum gününü kutlayanlara cevap verirler. Başkasının doğum gününü de takip ederler. Uzun ömür dileklerini iletirler.

Bu tipler niçin bir duruşu ifade eden paylaşım yapmazlar. Bazıları renk vermek istemediğinden bazıları da iki kelimeyi yan yana getirip cümle kurmaktan aciz oldukları için olsa gerek.

Bunlar sosyal medyanın göbeğinde. Tüm paylaşımları okur. Ama hiç beğeni bırakmadan ve yorum yapmadan yani iz bırakmadan çıkarlar. Sorduğun zaman ben pek takip etmiyorum derler.

Bazıları da paylaşılan yazıları okurlar. Görüşüne yakın paylaşımları okudukları gibi görüşüne katılmadığı görüşleri de okurlar. Fikrine fikirle cevap vermezler. Görüşüne katılmıyorum. Doğrusu şu demezler. Çünkü diyecek cesaretleri ve öz güvenleri yok. Ama bu tiplerin yaptığı bir şey var. Evlere şenlik. Sana bir şey yazamayan bu tipler senin paylaşımına eleştiri getiren yorumları beğenirler. Yani bu tipler sosyal medyanın göbeğinde. Senin yazına yapılacak yorumları dakikası dakikasına takip ederler. Biri buna bir cevap yazsın da beğeneyim rolünü üstlenirler.

Yazdığın yazılara medeni cesaret gösterip güzel ve seviyeli bir üslupla eleştiri getirenlere eyvallah. Takdir ederim böylelerini. İlla beni destekleyecekler diye bir şey yok. Garibime giden, senin yazına iz bırakmayıp yorumlara varıncaya kadar didik didik okumaları ve o karşı görüşe beğeni bırakmaları.

Yanlış anlaşılmasın. Kişinin kendi görüşüne uygun yorum bırakmasına bir şey demem. Beğenebilirler. Bunda bir sıkıntı yok. Sıkıntı, senin sayfanın içinde yatıp kalkıyor. Sana olumlu, olumsuz bir şey demiyor. Yazına eleştiri getirene beğeni yapıyor.

Bu ne demektir biliyor musunuz? "Arkadaş, senin görüşüne, fikrine, zikrine katılmıyorum. Her ne kadar yazına bir iz bırakmasam da sana eleştiri getirene beğeni yaparak tarafımı seçiyorum. Yani ben seni tutmuyorum" demektir. Böyle yapacağına, sizin görüşünüze katılmıyorum diyemez mi? Diyemiyor işte. En azından sana eleştiri getireni beğenerek tarafımı belli ediyorum demektir bu.

Kısaca bu kişiler senin sayfamda, senin yazınla yatıp kalksın. Sana öte git, beri gel demesin. Teşbihte hata olmasın, açlıktan yiyecek arayan fare gibi karşı eleştirilere beğeni getirerek karnını doyursun.

Pes doğrusu. Pek bir şey anlamadım. Bu kafayı, niye taşırlar? Bu kafa yapısıyla amaçları nedir, inan anlamış değilim.

Sakın bunlar birkaç kişi falan demeyin. Az değil sayıları. Ama pek görünmez gibi yaptıkları için az görünürler.

Yazık, bu hayat böyle geçer mi? Yaşadıkları bu hayata hayat denirse tabi.

Bunları kıskanıyor değilim. Çünkü bunlar senin gizli hayranların. Bakmayın karşı tarafta durduklarına. Bunların amacı yazıma karşı yorum yazanlara destek vermek. Sana da "Senin yazını beğenmedim. Bunun göstergesi de sana cevap yazanı beğeniyorum. Ben de senin karşındayım demek istiyorlar galiba.

Niyetleri neyse de canları sağ olsun böylelerinin.

Mahallenizle Aranız Nasıl?

Mahalle dendiği zaman belde, ilçe veya ildeki sınırları çizilmiş meskûn mahalle akla gelir.

Adres olarak kullanılır.

Her beş yılda yapılan mahalli seçimlerde bu mahallelere de muhtar seçilir.

Mahalle dendiği zaman aynı düşünce yapısına sahip insanlar topluluğu da akla gelir. İşte bu mahalle üzerinde duracağım.

Bu mahallenin sınırları belli değil. Ülkenin bir ucundan diğer ucuna aynı düşünce yapısına sahip insanlar olur. Haliyle birden fazla düşünce ve ideoloji olduğu için farklı farklı mahallelerin olması da doğaldır. Laik seküler mahalle; dindar, mütedeyyin, İslamcı, muhafazakar mahalle gibi.
Bu mahalleler fikir dünyası çerçevesinde ayrışır. Siyaseten, dinen farklı düşünür. Giyim kuşam yönünden de farklı giyinir.

Siyasi partilerin kaleleridir bu mahalleler. Bir mahalle hangi siyasi partiyi desteklerse o parti için o mahalle çantada kekliktir. Aday iyi olsa da olmasa da seçimi kazanması bankodur. Çünkü mahallenin başka siyasi partiye yönelmesi mümkün değil.

İki ya da daha farklı mahalle mensuplarının bir arada yaşadığı yerlerde ise seçim ortadadır. Her seçimde oyunun rengini değiştiren seçmen kitlesi o mahallede bir siyasi partinin kazanmasında etkin rol oynar.

Mahallelerin sınırı olmasa da düşünce ve inanç yönünden diğer mahallelerle kalın çizgilerle ayrılır. Geçiş yapmak çok zordur.

Bu tür mahallelerde bir mahalle mensubunun fikir veya oyunun rengini değiştirmesi ya da dini yönden farklı düşünmesi düşünülemez. Çünkü döneklik kabul edilir. Karşı mahalleye şirin görünme addedilir. O yüzden, kimse içine sinse de sinmese de içinde bulunduğu mahalleye aykırı hareket edemez. Kazara farklı düşünse, bunu ifade etse mahalle baskısına maruz kalır. "Vay efendim, nasıl böyle düşünürsün" denir. Dışlanırsın. Mahallende yalnızlara oynarsın. "Bu, yakında karşı mahalleye geçer. Demedi demeyin" derler. Karşı mahallede ne işim var? Benim mahallem burası dersin. "Bu, hâlâ niye gitmedi. Bu kafa yapısıyla burada niye duruyor" derler. Karşı mahalleye çekip gitsen, "Bak, gitti. Dönek adammış. Biz demiştik" derler.

Yazıp çizmen, farklı görüş ileri sürmen, ben bu konuda şöyle düşünüyorum, beni böyle kabul edin demen bir şey ifade etmez. Yazına da karışırlar, bir şey demene de sessiz kalmana da. Hayatı sana zindan ederler. Seni muhalif görürler. Değişti, çok değişti derler. Hasılı seni ne karşı mahalleye gönderirler ne de kendilerinden kabul ederler. İstenilmeyen kişi ilan ederler. Ne de olsa mahallenin sahibi ve kelek keseni onlar. İyi ve güzeli sadece onlar düşünür.

Anlatmak istediğim, mahallelerde sürü psikolojisi hakimdir. Birey olmaya çalışmak ya da kalkışmak bedel ister. Farklı düşünmek bedel ister. Onlara yanlış yapılıyor demek bedel ister. Bakışlarıyla seni boğarlar. Senden istenen mahallenin psikolojisine, atmosferine, dünya görüşüne ve hayat felsefesine uygun hareket etmek. Onların dümen suyuna girmek. İtiraz etmemek, eleştirmemek. Biz galiba yanlış yaptık, yapıyoruz dememek. Mahallenin düşüncesi ne ise onu savunmak.

Kısaca, mahallelerde inanç ve fikir özgürlüğü yok. Hoşgörü yok. Farklı fikre tahammül yok.

Huzur, rahat ve mutluluğun için mahallenin görüşleri dışına çıkmaman akıl sağlığın yönünden elzemdir. Durum bu iken mahallenin yaramaz çocuğu olma rolüne bürünmek hiç akıl kârı değil.

İnsan ne ondan ne de bundan ben hiçbir mahalleye ait değilim. Bu konuda mahallelerin görüşü beni tatmin etmiyor dese ya da hangi mahalleden olursa olsun bir konuda doğruya doğru, yanlışa yanlış dese mahallesiz kalır. Yani ya bizdensin ya da onlardan. Ortası yok. Ya o mahalleye giderek yanlışlara ortak olacaksın ya da kendi mahallende kalarak yalnızlara oynayacaksın. Ne mahallende kalarak kimseye yaranabilirsin ne de karşı mahalle sana kucak açar. Ben bu mahalledenim demeni de samimi bulmazlar. Yok yok. Sen o mahalledensin derler. Ne yapıp ne edip bir mahallede yer bularak o mahallenin bağnazı, kutuplaşma ve ayrışmanın figürü olacaksın. Mahallende ne pişirilirse onu yiyip onu çıkaracaksın. Sana biçilen rol bu. Yersen. Yemezsen, gerekirse acından öl. Ağlayanın bile olmaz.

Düşünün ki kendi mahallesindeki çocuğuna özgürlük vermeyen bu mahalleler, tüm ülke yönetimine sahip oldukları zaman karşı mahalleye özgürlük verir mi?

Bu tür mahalle anlayışı herhalde sadece Doğu toplumların özgü olsa gerek. 

Ülkemizdeki mahallelilik budur. Bu tür mahallenin, mahallemizin çocuğu ile bir alakası yoktur.

27 Ağustos 2025 Çarşamba

Kaporta Zihniyeti Değişmeli

Bu ülke giyim kuşam ve dış görünüşten çok çekti. Ben buna kaporta diyorum.

Toplum olarak kaportaya verdiğimiz önemi ve yaptığımız mücadeleyi bir türlü geride bırakmadık. Kaporta birinci önceliğimiz olunca doğru dürüst başka meselelere eğilemedik. Varsa yoksa kaporta.

Ülkenin geçmişi ve zaman zaman nükseden kaporta yüzünden bu toplum az gerilim yaşamadı. Az bedel ödenmedi. Mağduriyetler yaşandı.

Görünen o ki yeter bu kaporta ile uğraştığımız, sonu gelmeyen didişmelerimize son diyemiyoruz.

Bir an için ortalık duruldu. Toplumsal konsensüs sağlandı. Artık herkes birbirinin yaşam ve giyim tarzına saygı göstermek zorunda olduğunu öğrendi dediğimiz an, yine bir kaporta meselesi gündeme düşüyor.

Şu var ki iki zıt kutup birbirine galebe çalmaya çalışıyor. Bu çapda dahi bunun emarelerini bariz bir şekilde görebiliyoruz. Yeter ki savunduğumuz fikir ve zihniyet muktedir olsun. Kim tutar bizi. İçimizde biriktirdiklerimizi hemen boşaltıveriyoruz. Yani bilinçaltımız ortaya çıkıveriyor.

Ne demek istediğimi biraz daha açayım. Bu ülkenin yakın geçmişinde, dini gerekçelerle başını örtenlere hayat zindan edildi. Okullara alınmadı. Bunlara çağ dışı zihniyet, örümcek kafalı dendi. Başörtüsü laikliğe aykırı görüldü. Kamusal alan kapalılara zindan edildi. Adeta başörtüsü avına çıkıldı. Devletin askeri de yargısı da bu mücadeleye alet edildi.

Devran döndü. Başörtüsü devletin her kademesinde serbest oldu. Daha önce vebalı kabul edilen giyim kuşam adeta tercih sebebi oldu. Başörtülü-başörtüsüz birbiriyle tartışmadan ve gerilim yaşamadan yan yana yürümeye tanık olduk.

Sevindirici bir durumdu bu. Artık toplum olarak birbirimizin giyim kuşamına saygı göstermeyi öğrenmiştik. Toplumsal barış gelmişti. Teşbihte hata olmasın, kurtla kuzu bir aradaydı.

Gel gör ki durum böyle değilmiş. Görünen o ki birileri, geçmişte yaşatılan travmayı unutamamış, içine atmış. Bireysel de olsa içinde tuttuğu diline geliveriyor. Hekimin, çıplak diye hastasını muayene etmekten imtina etmesi de buna örnektir. Bireysel diyorum. Çünkü tüm doktorlar böyle değil. Yalnız bireysel olmayan bir durum var. Doktorun çıplak ve teşhirci diyerek muayene etmediği hasta olayını savunan savunana. Sosyal medyaya bakıldığı zaman doktorun bu tavrına destek veren yüz binler var. Bu da doktorun yalnız olmadığını gösterir. Öyle zannediyorum, doktora destek verenlerin kahir ekseriyeti; dindar, mütedeyyin, muhafazakar ve İslamcı kesim. Öyle zannediyorum, geçmiş başörtüsü mücadelesinde çocuğu, eşi veya bir yakını mağdur edilmiş ya da başörtüsünü savunan kişiler olmalı. Bunlar da travmayı atlatamayan belli ki.

Dün başörtüsüyle mücadele için kız çocuklarına hayatı zindan edenler ile bugün çıplak diye yine kız çocuklarını muayeneden kaçınma durumu iki farklı zihniyeti temsil eder. Bu iki zihniyet de birbirine zıt zihniyet olsalar da aynı kapıya çıkar. Çünkü kapalılığı savunan da açıklığı savunan da kaportacıdır. Dış görünüşüne göre kızları değerlendiriyor. Bakmayın, zaman zaman çok masum ve hoşgörülü olduklarına. Gücü eline geçiren, zihniyetini ortaya koyup dayatmaya yelteniyor. O yüzden bu iki zıt kutup birbirinden besleniyor. Biri olmadan, diğeri olmaz. Çünkü yaşayamaz. Haliyle bu dram, bitmeyen hikaye olarak bizden bir parça olarak devam eder gider.

Bu bitmeyen hikayede kadınlar hep nesne iken hikayenin kahramanları nedense hep erkekler. Açık veya kapalı haliyle kadın mağdur oluyorken erkekler rol alıyor veya rol çalıyor.

Burada şunu da söylemek isterim. Kapalılığı savunan zihniyet de açıklığı savunan zihniyet de yanlış yolda. Ne zaman ki giyim ve kuşamı kişilerin bireysel tercihi kabul edip içimize sinmese de hoşgörülü yaklaşıp saygı göstermeyi hayat felsefesi kabul etmedikçe bu iki zihniyetten bu ülkeye hayır yoktur.

Açıklık veya kapalılık kadının tercihidir. İsteyen istediği şekilde giyinmelidir. Erkekler bu işten elini ve eteğini çekmelidir. Giyim kuşam konusunda bana laf düşmese de açıklık veya kapalılık konusunda neyi savunduğum merak edilirse, normal ve makul kapalılık ve açıklığı uygun görürüm. Yüzü ve gözü görünmeyen kapalılığı da anadan üryan giyim kuşamı da tasvip etmiyorum. Yine de garibimize gitse de kadınların tercihine saygı göstermek bizim olmazsa olmazımız olmalı. Kadınlar da ne şekilde giyinirse giyinsin ama kendine yakışanı giyinsin. Unutmayalım ki insanlar kıyafetleriyle karşılanır, fikirleriyle uğurlanır. Nice açıklar vardır, kapalıdan daha kapalı. Nice kapalılar var ki açıktan daha açık.

Biz ne zaman ki giyim, kuşam ve kaportayı bırakıp insanların fikirlerine bakarsak ülke olarak mesafe alırız. Yoksa her zaman ki gibi yaya kalmaya devam ederiz.

Lütfen, açığı da kapalısı da açığı savunan da kapalılığı savunan da bu zihniyetini kendine saklasın. Birbirimize hayatı zindan etmesin. Birbirinin hayat tarzına müdahale etmedikçe herkes istediği giyim kuşamıyla toplum içinde arzı endam etsin. Eğer bir giyim ve kuşamı tasvip etmemişsek bunun yolu o kişiyle iletişime geçip onunla güzel bir üslupla konuşmaktır. İnanın, suçlamadan konuşma yolunu seçmek bize mesafe aldırır, belki kazanabiliriz de ama şöyle olacaksın, böyle olacaksın dayatması, hazırında o kişiyi bizden uzaklaştırır. Amacımız bağcıyı dövmek değil, üzüm yemek olmalı. Maalesef taraflarda üzüm yeme düşüncesinin olduğunu düşünmüyorum.

Son göz, doktoru tefe koymayalım. Doktoru göklere de çıkarmayalım. Lütfen taraflar savundukları zihniyetlerini gözden geçirsinler. Zihniyetlerini sorgulasınlar. Birbirimize hayatı zindan etmeyelim. Şayet zihniyetlerimizi sorgularsak, birbirimizi anlamaya çalışırsak, pekala, birlikte hoşgörü içinde yaşanabilir bir ülke bırakabiliriz bizden sonraki neslimize.

26 Ağustos 2025 Salı

Zam Sebep, Enflasyon Sonuç

2026-2027 yıllarını kapsayan zam görüşmesi anlaşmazlıkla sonuçlanmış. İş her defasında olduğu gibi Hakem Heyetine kalmış.

Hakem Heyeti de 2026 için önerilen 11+7 zam oranını aynen onamış. Ama 2027 için teklif edilen 4+4'lük zammı yetersiz bularak 5+4'e çıkarmış. Böylece 2026-2027 zam pazarlığında nihai karar verilmiş oldu.

Öncelikle 2027 yılının ilk altı ayına Hakem Heyetinin inisiyatif kullanarak 1 puan eklemesi, Heyetin memurları düşündüğünün bir göstergesi. Sağ olsunlar, var olsunlar.

Bu zammın memurlara hayırlı olmasını ve gelecek zamlarla birlikte maaşlarını güle güle harcamasını dilerim.

Sözlerimi nihayete erdirmeden bazılarına bir çift laf etmek isterim.

Gazeteden okuduğuma göre yetkili konfederasyonlar zammı beğenmeyerek toplantı masasını terk etmişler. Ayıp etmişler. Ayıp ayıp. Bu memurlar, size masayı terk edin diye mi yetki verdi. Yetmez ama evet, Allah bereket versin, hiç yoktan iyidir deyip imzalayamaz mı idiniz? 2-3 puan daha artış olsa göğe mi erecektiniz? Hep istiyorsunuz. Hiç vermiyorsunuz. İstediğinizi de alamıyorsunuz. Ama ne edersiniz ki yetki sizde. Ama devlet terbiyesi, imzalamanız yönündeydi. . Hatta hiç vermeseniz de olurdu demekti. Heyhat ki göremedim bunu. Unutmayın ki devlet yönetmek ve bütçe hazırlamak ve hesap kitap yapmak bekarların işi değil. Belli ki bekarsınız.

Ya Hakem Heyetine ne demeli? Görüşme anlaşmazlıkla sonuçlanmış. Hakem Heyetine düşen de kabul görmeyen öneriyi onaylamaktan ibaretti. Ne hakla ikinci yılın 4+4 zam oranını 5+4'e revize ederler. Verirken sanki ceplerinden veriyorlar. Kimin parasını kime veriyorsunuz? Ayıp ayıp. Sizin yaptığınız bu değişiklik memur sendikalarının yaptığı ayıptan da ayıp. Belli ki Hakem Heyeti de bekar. Bekar olunca bütçe nedir, nereden bilecekler.

Verdikleri bu bir puanlık artış aşağı doğru hızla giden enflasyonu azdırırsa bunun vebalini nasıl verecekler? Bunu düşündüklerini sanmıyorum. Halbuki memura bir puan artış bütçeye artı yük getirecek. Bu da enflasyonun azması demek. Unutmasınlar ki memura zam sebep ise enflasyon ise sonuçtur. Durum bu iken gel de Hakem Heyetine bunu anlat.

Memur olup da bu zammı beğenmeyen varsa ve enflasyonun altında yine ezileceğiz denirse, derim ki felaket tellallığı yapmayın. Ne demek beğenmemek. Nankörlüğün gereği yok. Beğenmiyorsan istifa edeceksin. Senin yerine zamsız çalışacak milyonlar var. Kimse seni orada zorla tutmuyor.

Sonra ne demek yine enflasyona ezileceğiz. Ne zaman ezildiniz ki yine ezileceğiz diyorsunuz. Unutmayın ki bugüne kadar memur enflasyona ezdirilmedi. Yine ezdirilmeyecek.

Diyelim ki zam oranı enflasyonun altında kaldı. Altı ay sonra enflasyon farkını bugüne kadar almadınız mı? Sizin bir kuruşunuz devlette kaldı mı bugüne kadar da böyle dersiniz. Dişini sıkıp altı ay sonra al. Var mı alacak, verecek. Yok. O zaman bu isyan niye? Unutmayın ki azı beğenmeyen çoğu bulamaz.

Görünen o ki bu memur sendikaları da Hakem Heyeti de zammı az gören memurlar da enflasyondan beslenmek isteyenler. Yok öyle yağma. Eski Türkiye'de kaldı sizin bu istekleriniz. 

Haydi gidin işinize.

Bir söz de insaflı esnaf kardeşlerime gelsin. Biliyorum kâr marjında hep insaflı davrandınız. İşte size bir imkan daha. 2026'da ürünlere 11+7, 2027'de de 5+4 zam yansıtın. Biliyorum bunu size hatırlatmak çok abestir. Zaten yaptığınız bir şey. 

Son olarak bir söz de devlete gelsin. Bazı ülkeler ocak ve temmuzda vergi oranlarını artırırken yaşanan enflasyona göre zam yapıyor, memura zammı ise hedeflediği üzerinden zam veriyor. Biliyorum sen böyle yapmazsın. Haydi sen de 2026 ve 2027 yıllarında hedeflediğin enflasyon oranında vergilere zam yap. Sakın o ülkeleri örnek alma. 

Not: Tam içimden gelerek yazdığım bir yazı. Böyle bir yazı için samimiyet ve içtenlik gerek. Sizde bu içtenlik yoksa beni anlamazsınız. 

25 Ağustos 2025 Pazartesi

İyi Gün Dostu Olmak

Pek yapabildiğim bir şey değil ama bu devirde sanki yapılması gereken en iyi şey iyi gün dostu olmaktır.

İyi gün dostu olmak istiyorum ama nasıl olunur bilmiyorum derseniz, çok kolay.

İki dostun arasına kara kediler girince, üçüncü dost olarak araya girmezsin. Öyle ya ne olur ne olmaz. Belki arada kalırsın. O yüzden riske girmeye gerek yok. Ne halleri varsa görsünler. Araya kırgınlık giren iki dost kendi işlerini kendi halletsin. En iyisi hiçbir şey yokmuş gibi davranmak. Her ikisiyle de iyi geçinmek. Sorunun kendinden dolayı olduğunun da önemi yok. Çünkü bu mesele onların meselesi. Zaten meseleleri mesele edinmezsen ortada mesele kalmaz. Hayatı da gül gibi yaşarsın.

Zaten senin meselen yok ki orta yerde. İkisiyle de oturur kalkarsın. Biriyle oturuyorken diğeri telefon açtığında, kim var yanında dediğinde, "Kimse yok" dersin. Öyle ya yanındakiler yok hükmündedir nazarında. Yanındakiler de eşek değil ya öbürü gelmeden kalkıp gidecektir. Burada sana düşen yanındakini kovmaktan beter etmektir.

Az önce berikiyle nasıl ki ha ha ha, hi hi hi yaptıysan biraz da öbürüyle ha ha ha, hi hi hi yaparsın. Akşamı böyle yaparsın. Kısa günün kârı. Her çiçekten bal alırsın. Burada dikkat edeceğin tek şey her çiçekten bal alırken çiçeklerin dikeni varsa eline diken batmasına dikkat etmektir. Öyle ya sen dert babası mısın? Birilerinin derdiyle dertlenerek niye kendini üzüntüye gark edeceksin. Bu dünyaya dert dinlemek, sorunu çözmek, aracılık yapmaya mı geldin? Onlar da kendisi gibi olsunlar. Kendisinin hiç başkasıyla bir derdi oluyor mu sanki. Herkesle arası iyi. Kendisine bakıp kendisini örnek alırlarsa akıllılık ederler. Öyle ya bu aklı böyle yerde kullanmayıp da ne zaman kullanacaklar?

Unutmayın ki iyi gün dostu olunca:

Hiç taşın altına elini koymazsın.

Hiç riske girmezsin.

Tehlike anında sıvışırsın.

Hiç başın ağrımaz.

Öyle ya ağrıyan başın kime, ne faydası olur.
O yüzden ne dert dinle ne dert çöz ne de çözme iradesi göster. Dert dinlersen de meraktan dinle. Hiç kılını kıpırdatma. Faydası nedir derseniz, dinlediğin derdi bir başka yerde aktarma gibi bir hünerin olur. Böyle ağzında bakla ıslanmamış olur. 

Biliyorum, yazdıklarımdan ağzınız sulandı. Ah, ben de iyi gün dostu olayım ama nasıl derseniz?

Bunun için bir defa tuzu kuru olmalısınız.

Yediğin önünde, yemediğin arkanda olacak.

Hiçbir şeyi dert edinmeyeceksiniz.

Çok ince düşünmeyeceksiniz.

İnsan sarrafı olmayacaksınız.

İnsanları anlamaya çalışmayacaksınız.

Anlayış göstermeyeceksiniz.

Kafa yormayacaksınız.

Kafa dengi insanlar bulacaksınız. Onların da senin gibi derdi olmayacak. Onlarla gezip dolaşacaksın. Nerede akşam orada sabahlayacaksın. Daha neler neler... 

Tüm bunları yapabilmek yani iyi gün dostu olmak temel felsefen olunca, eline ne geçecek demeyin. Huzurlu ve mutlu olursunuz. Zaten bu dünyaya huzur ve mutluluk için gelmedik mi? Değer mi birileri için bu huzurunu kaçırmaya?
Siz siz olun, iyi gün dostu olun. Derdi olanlardan uzak durun. Çünkü dertler bulaşıcı olabilir. Üç günlük dünyada başkasının derdini ulaştırmaya ne gerek var değil mi?