Ahlak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ahlak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Ekim 2025 Perşembe

Bakış Açımız Ne Derece Sağlıklı?

“Bir gün baltamı kaybettim. Sağa sola, öteye beriye baktım balta yok.

Bu baltayı olsa olsa şu komşum çalmıştır dedim ve adamı uzaktan yakından takip etmeye başladım. Adamın yürüyüşü, konuşması ve her davranışı, bana onun tam bir hırsız olduğunu söylüyordu.

Olay gününün gecesi sabaha kadar rahat uyuyamadım. Çalınmış baltamı nasıl ortaya çıkarabileceğimi uzun uzun düşünüp durdum. Sabahleyin sersem sersem kalktım ve baltamın ortalıkta olduğunu gördüm. Meğer küçük oğlum yerdeki baltanın üzerine bir kucak ot bırakmış, ben de onu görememişim.

Baltayı bulduğum gün o komşumu gene gördüm. Ama adamın hırsıza benzer bir tarafı yoktu. Konuşması ve yürüyüşünde de hırsızınkine benzer bir durum hissetmedim. Tam aksine, adam gayet emin ve güvenilir bir şekilde görünüyordu bana.

Ve sonra birazcık oturup muhasebe ettim. Dün gördüğüm adam ile bugün gördüğüm adam neden birbirinin tersiydi, bu farklılığa sebep neydi acaba? Biraz insafla düşününce adamın değil, asıl hırsızın ben olduğumu anladım.

Komşumun güvenirlik ve masumluğunu çalmıştım. Kendimi de ruhen kirletmiş, ruhumun saflığını çalmıştım. Uykusuz kalarak da ömrümden bir geceyi çalmıştım.
Anladım ki nasıl bakarsan öyle görürsün. Aslında gördüğün sadece sensin”. (Mehmet Cömert’in çevirilerinden)

Bu hikayeyi nasıl buldunuz bilmem. Bana ilginç geldi. Burada hırsızlığından şüphelendiği komşusunun her hareketini tam bir hırsıza benzetiyor. Hırsız olmadığı ortaya çıkınca da komşusunun hareketlerinin hırsıza benzer bir yanı olmadığını kanaatine varıyor.

Hikaye hırsızlık üzerine olsa da bu bakış açısını hayatın her alanında görebiliriz. Mesela siyaseten karşıt cephede yer alan kişiyi yerden yere vururken, bir zaman sonra yan yana yürümeye başlayınca bir bakmışsın dünkü düşman dost görülebiliyor. Dün her hareketine tepki gösterirken bugün göklere çıkarabiliyoruz.

Aslında bu hikaye, insanları değerlendirmede ne kadar sübjektif davrandığımızı ortaya koyuyor. İnsanlara bakış açımızın o an ki haletiruhiye çerçevesinde anlık değiştiğine bir örnektir. Suçlu gördüğümüz, itici bulduğumuz her insanın her hareketinden değişik anlamlar çıkarıyoruz.

Esas problemin insanlardan ziyade bizim insanlara bakış açımızın sağlıklı olmadığını gösteriyor. Adeta borsa gibi anlık iniyor, çıkıyor.
Bu demektir ki kızgın ve öfke, sakin, duygusal, alıngan, aç ve tok, duygudaşlık, karşıtlık, suçluluk, savunma, suçlu görme, yaş hali, kişiyi yakından tanıma ya da tanıyamama vb. durumlarda kişilere davranışımız, değerlendirmemiz ve tespitlerimiz değişebiliyor.

29 Ekim 2025 Çarşamba

Konya Semt Pazarları

Cuma akşamı bir arkadaşa oturmaya gittim. Arabayı park ederken saat 20.30 olmasına rağmen evin karşısında ışıkları yanan kapalı semt pazarı dikkatimi çekti.

Pazar dağılmıştı dağılmaya. Ama içi berbattı. İnanın, birileri pazar yerini bile isteye kirletmek istese bir pazar bu şekil kirletilemez. Eski savaşlar gibi burada meydan savaşı yapılsa burası yine bu derece berbat bırakılamaz.

Gördüğüm semt pazarı Özalkent semtinde cuma günleri kurulan semt pazarı.

Pazarcı esnafı, akşam giderken satılmayan çürük, çarık ne kadar çöpü varsa bulunduğu yere döküp gitmiş.

Bu semt pazarı kapalı değilken de böyleydi, açıkken de. Ne zaman bu arkadaşa gitsem, tüm pazar yeri ne kadar sebze, meyve artığıyla dolu olur.

Kapalı pazarla açık pazarın arasındaki fark, kapalıda tüm pislik içeride kalır. Açıkta ise pazarın içi, dışı sebze, meyve artığıyla dolu olur. Bir de rüzgar çıkarsa, rüzgarın etkisiyle tüm çer çöp mahalleye yayılır.

Ardından belediyenin temizlik ekibi hummalı bir çalışmayla gecenin geç vaktine kadar diğer hafta yeniden kirletilmek üzere pazar yerini bir güzel süpürür ve yıkar.

Verdiğim bu örnek sadece Özalkent'te kurulan pazarla sınırlı değil. Bu şehrin hangi mahallesinde haftanın her günü kurulan açık, kapalı ne kadar pazar varsa tüm semt pazarlarının hali pürmelali bu şekil.

Konya semt pazarlarının pazar sonrası görüntülerine dair yazdığım yazıların sayısını hatırlamıyorum. Nerede müşterinin çekildiği, pazarcı esnafının evinin yolunu tuttuğu, pazarın boşaldığı bir semt pazarını görsem, inanın içim sızlar. Şu görüntü yakışmıyor bize derim.

Bu konuyu bir zaman bir arkadaş ortamında dile getirdim. Biri, “Abi, dert edindiğin şeye bak. Problem yok. Çünkü belediyenin sırf pazar yerlerini temizleyen ekibi var. Pazar dağıldıktan sonra tüm ekipmanıyla burayı tertemiz yapıyor” dedi. Bu açıklamaya da hayıflandığımı söylemeliyim.

Doğrudur. Pazar dağıldıktan sonra gecenin geç vaktine kadar belediye ekibi hummalı bir şekilde çalışarak pazar yerini tertemiz yapıyor. Harıl harıl çalışan araba sesleri tüm mahalleden duyulur.

Bu konuda ben mi çok hassasım. İnsanımızın böyle bir derdi yok mu bilmiyorum. Belediyenin temizlik ekibi var ne demek? Bunu problem olarak görmemek ne demek?

Semt pazarları ortak kullanım yerlerinden. Buralar kullandıkça kirlenmez mi? Kirlenir elbet. Kalabalık dağıldıktan sonra da temizlik yapılması kadar doğal bir şey olamaz. Yalnız bu kirlilik bile isteye insan eliyle olmamalı bence. Kendisine yük olan her şey pazar yerine dökülmemeli. Mandalina, portakal, kavun ve karpuzun tadına bakıldıktan sonra kabuğu yere atılmamalı. Pazarcı, işe yaramayan çürük ve çarığını, ben buraya işgaliye parası verdim. İstediğim şekilde kirletirim düşüncesiyle yere saçamaz. Daha doğrusu bulunduğu yeri azami ölçüde temiz bırakmalı.

Kirlilik nasıl olur? Tartarken ya da seçerken* soğanın kabuğu dökülür, sağa sola uçar. Yeşilliğin kopan parçaları yere saçılabilir. Dışarıda yağmur, yağış vardır. Müşterinin ıslanan ayakkabı izi pazarda leke yapabilir. Kısaca istemeden kirlenme meydana gelir. Bu tür kirliliğe eyvallah.

Görünen o ki ortak kullanım alanlarını temiz kullanma kültürü bizde pek daha doğrusu hiç oluşmadı. Böyle bir kültürün oluşması için bu şehrin yönetenleri bu işe ön ayak olmalı ve gerekli tedbiri almalı.

İsterim ki şehrin valisi, büyükşehir ve ilçe belediye başkanları ve pazarcılar odası, bir semt pazarının dağıldıktan sonraki halini birlikte bir ziyaret etsin. Ardından ne yapılabilir diye bir toplantı yapsın. Bir dizi önlem, tedbir alsın. Bunu pazarcı esnafına duyursun. Her pazarcı esnafı tezgahının uygun yerinde çöp kovası bulundurun. İkram ettiğinin kabuğunu müşteri buraya atsın. Esnaf, çöpe gidecekleri koyabileceği büyük boy poşet bulundursun. Pazarcı esnafı akşam giderken ağzı bağlı bir şekilde çöp poşetini uygun yere bıraksın ya da işgal ettiği yere koysun. Akşam pazar dağıldıktan sonra belediyenin çöp arabası da bu çöpleri alsın.

İnan, çok zor değil bu sorunu çözmek. Yeter ki şehri yönetenler bu konuyu dert edinsin. Takibinin yapıldığını ve ceza uygulandığını bilen insanımız bulunduğu yeri tertemiz bırakır.

Yetkililerimizden, ilgili birimleri harekete geçirerek semt pazarlarına el atmasını bir Konyalı olarak istiyorum. Dikkate alınacağını ümit ediyorum.

*Tabii pazarcı seçtirirse. Çünkü bu şehrin bir de sebze ve meyvesini seçememe sorunu var. 

Kirletmede Büyüğümüz Küçüğümüz

2000 öncesi Adıyaman Kahta İHL’de çalışırken, bazı öğretmenler sabah ilk teneffüste çayla birlikte simit yiyerek teneffüste kahvaltısını yapardı. Nazımın geçtiği bazı arkadaşlara, niye evde yapıp gelmezsiniz derdim. Onlar da “Sabah sabah evde kahvaltı yapasımız gelmiyor” derlerdi. Ben de onlara sabah sabah hanım kalkıp kahvaltı hazırlamıyor desenize derdim. Gülüşürdük. Şu yediğiniz simitlerin susamları masanın üstüne dökülüyor. Bari altına müsvedde bir kağıt koyun derdim. Koyan olurdu. Müsvedde yok deyip koymayan da olurdu. Haliyle simidin susamları dökülürdü.

Günlerin birinde dersim boş. Öğretmenler odasında oturuyorum. Simidini yiyen gitmişti. Temizlik görevlisi geldi odaya. Gençten bir arkadaştı. İsmi de galiba Yaşar idi. “Hocam, şu masanın üstüne bakar mısın? Ne biçim bırakmış öğretmenlerimiz. Masanın üstü susam dolu” dedi.

Benim de rahatsız olduğum bir konu olmasına, daha önce susamları için altına müsvedde bir kağıt koyun dememe rağmen öğretmenleri savunma adına, Yaşar Bey! Öğretmenler böyle kirletmezse burada sana ihtiyaç kalmaz. İşsiz kalırsın dedim. “Valla hocam, varsın işsiz kalayım daha iyi. Çünkü ben bu görüntüyü öğretmenlerimize yakıştıramıyorum” dedi.

Yaşar haklıydı. Ne edersin ki alacağı yoktu. Oturduğu yeri kirli bırakan maalesef eksik olmuyor bu toplumda.

*

2010-2012 yıllarında Meram ilçesine bağlı Çomaklı Mahallesinde ilköğretim okulunda çalışıyorum. Aralık ayı idi. Malumunuz aralık ayında çoğu okullarda yerli malı haftası kutlanır. Öğretmen nezaretinde sınıflarda etkinlik yapılır. Öğrenciler evlerinden getirdikleri nevale ile felekten birkaç saat çalarlar.

Öğretmenlerden gelen talep çerçevesinde şu şu saatleri kapsayacak şekilde planlama yapabilirsiniz. Yalnız sınıfı kirletmemeye özen gösterelim dedim. Tamam hocam, o iş bizde dedi şimdilerde müdür yardımcılığı yapan bir öğretmenim.

Yerli malı etkinliğinin yapıldığı gün, ilçede yapılan bir toplantıya katılıp ardından okula geldim. Sınıf ortamını göreyim, öğrencilere afiyet olsun diyeyim diye sınıfları dolaştım. “O iş bizde” diyen öğretmenin sınıfına da girdim. Sınıf ikinci kademe öğrencisi idi. Yalnız sınıf berbattı. Çekirdekler çitlenmiş, kabuğu yerlere atılmış. Mandalina kabukları hakeza.

Çocuklar! Afiyet olsun. Keşke yiyip içtiğiniz her şeyi yere atmayıp sıraların üstüne bir şeyler serip çöpünü oraya atsaydınız, çok iyi olurdu dedim. Öğrenciler bir şey demeden, öğretmenimiz, “Problem yok Hocam. Etkinlik bitince ben öğrencilere temizletirim” dedi. Hocam, bu şekilde bıraktırmazsınız. Temizletirsiniz. Eyvallah. Bu çocuklar bizim çocuklarımız. Bu çocuklara oturup kalktığı yeri kirletmeden kullanmayı öğretmeliyiz. Bu da eğitimin bir parçası. En azından yiyip içtiklerini rastgele yere attırmamak gerek. Çünkü bu öğrenciler burada yaptıklarını yarın bir başka yerde de yaparlar. Başlarında her zaman siz olmazsınız. Pis bir şekilde bırakıp giderler. Nasılsa temizleyen var diyecekler. Çitleyip yere tükürme, bu toplumda özellikle Konya’da çok yaygın. Park ve bahçeler çekirdek kabuğuyla dolu. Bu tür etkinliklerde sınıf batmaz mı? Batar. Sıralara konmuş içecekler varken sıranın itilmesiyle birlikte içecek dökülebilir. Bir öğrencinin elinde ayran varken bir başka öğrenci elindeki ayranı görmeden arkadaşının koluna dokunabilir. Kalabalık ortamlarda bu tür şeyler olabilir. Yere dökülen bu içeceğin üzerine basmadan öğrenciye temizletilebilir. Yani kasıt olmayan kirletmeye eyvallah. Ama bile isteye nasılsa temizleyeceğiz diye yere çöp atmayı uygun bulmuyorum diyerek sınıftan ayrıldım.

Bu iki örnek biri öğretmen diğeri de öğrenci olmak üzere okullardan. Yalnız tüm ortak yerleri kullanırken temiz bırakma kültürümüz bir türlü oluşmadı. Miting sonrası miting yerleri, piknik yapılan park ve bahçeler, semt pazarları da kirli bırakılan yerlerden. Bu iki örneğin ardından niyetim Konya semt pazarlarına değinmekti. Çünkü esas facia pazar yerlerimiz. Gördüğünüz gibi yazım uzadı. Bu konuyu da bir başka yazımda ele alayım.

28 Ekim 2025 Salı

Bir Bahisimiz Eksikti

TFF Başkanı İbrahim Hacıosmanoğlu’nun yaptığı açıklamaya göre “Türkiye Profesyonel liglerinde görev yapan toplam 571 hakemden 371’inin bahis hesabı varmış. 152’si ise aktif olarak bahis oynamış.

152 hakem Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu’na (PFDK) sevk edilmiş. Listede Süper Lig’den Zorbay Küçük gibi üst klasman hakemlerinin de ismi geçiyor”.

Kamuoyunda bomba etkisi yapan bu bahis skandalını İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı 2025 Nisan ayında dosya açarak skandalı incelemeye aldığı anlaşılıyor. Savcılık en az beş yıl geriye giderek hakem, alt ve üst liglerden 3700 futbolcunun ve kulüplerin hesap hareketlerini de incelemeye başladığı belirtiliyor. MASAK raporları, HTS kayıtları ve yurt dışı bahis sitelerinden alınan kullanıcı verileri de inceleniyor. Dosyada çok sayıda gizli tanık ve itirafçı ifadesinin de yer aldığı yazılıp çiziliyor.

Görünen o ki futbol sadece sahada 90 dakika top oynamaktan ibaret değilmiş. Anlaşılan o ki futbolda büyük paralar dönüyor. Para varsa bir yerde her türlü alavere ve dalavere orada bitiyor. Paranın olmadığı en bitek bir tarlada buğday bile bitmez. Çünkü insanımızın orada işi olmaz. İnsanımız para nerede, ben orada olmayı paralo edinmiş. Çeşme akarken kesemi doldurayım diyor.

Hakemlerimiz de futbolun içinde. Çoğu kamu ya da özelde çalışan kişiler. Asıl işinin yanında ek olarak hakemlik de yapıyorlar. Görünen o ki çoğunun bahis asıl işi, hakemlik ise ikinci asıl işi, esas işleri de ek işi olmuş. Sahada futbolcu gibi biz de terliyoruz. Futbolcular kadar kazanmıyoruz. Bari bahis oynayarak köşeyi dönelim istemiş olmalılar. Nasılsa, nereden buldun, bu servetin kaynağı ne diyen yok, araştıran yok, inceleyen yok, takibe alan yok. Birileri şikayet edecek de bir şeyler olacakmış. O zamana kadar köşeyi döner, işimi yürütürüm mantığı güdülmüş. Tabiat boşluk kabul etmez. Şayet boşluk bırakılırsa, o boşluğu birileri bir şekilde işte bu şekil doldurur.

Bir de ikinci ek iş yapanlar asıl işini ihmal ederler.

Biz de her maç sonrası oturur kalkar, maç yönetiminden dolayı hakemleri yerden yere vuruyoruz. Ben de bu kadar eleştiriyi bu hakemler nasıl kaldırır diye düşünürdüm. Meğerse adamların ekmek teknesiymiş bahis. Sen istediğin kadar eleştir. Adamlar malı götürüyormuş. Adam gibi yönetseler, ekmeklerinden olacaklar. Öyle ya adamlar para musluğunu kesme uğruna niye iyi maç yönetsinler. Nasılsa yapanın yanına kâr kalıyor ve eden bulmuyor.

İşin boyut ve vahametini bilmiyorum ama bu skandal, bizde maçların kötü yönetiminin arkasında belki bu bahis lobisinin olduğunu akla getiriyor. Biz öyle bir ülkeyiz ki VAR bile bize çözüm olmadı. Çünkü her işimiz alavere dalavere.

Futbola az ilgim var. Bahisten hiç anlamam. Nasıl oynanır, ne kadar ödenir, hangi vakit oynanır, kaç tahmini tutan ne kadar kazanır bilmem. Oynama merakım hiç olmadı. Spor Toto ve Loto duyardım bir zamanlar. Belki başka adlarla da bahis oynanıyordur şimdi.

Bu bahis skandalı kamuoyunu gündemini ne kadar meşgul eder, ucu kimlere gider, kimleri vurur, bu soruşturma ile birlikte futbolumuz temizlenir mi, hakemlerimiz daha iyi maç yönetir mi bilmem. Bildiğim bir şey varsa nice skandallar kamuoyunda bomba etkisi yapar. Savcılık el koydu. Yapanlar yandı ve yansın denir. Bir müddet sonra kamuoyunun gündeminden düşer. Davalar normal seyrinde devam eder. Kaç kişinin ceza aldığı, soruşturmanın derinlemesine yapılıp yapılmadığı bile bilinmez. Çünkü başka skandallar ülke gündemine oturur. Her skandal önceki skandalları bir nevi sumen altı eder. Örnek: Yenidoğan, otel yangını, sahte diploma vs.
Olup bitenlere şaşırdığım anlaşılmasın. Ülkemde ardı arkasına patlak veren skandallara şaşırmıyorum artık. Çünkü tüm kurum, kurul ve yapılarımızla birlikte bir çürümüşlüğün, kokuşmuşluğun girdabındayız. Gördüğünüz gibi bir seyir zevki olan bir oyunu bile ağzımıza, yüzümüze bulaştırmadan oynayamıyoruz. Değil ki diğer işlerimiz düzgün olsun. Keşke sadece futbolda olsa. Bu alavere dalavere hastalığı, vücuda yayılan kanser gibidir. Vücuda girdi mi o vücut iflah etmez. Ülkeyi bir vücuda, vücudun her organını da ülkenin kurumlarına benzetirsek bir organdaki hastalık, irin ve cerahat vücudun diğer organlarını da kirletir.

Yazılarımda pozitif enerji vermediğim doğrudur. Çünkü ülkem adına hayal kırıklığı yaşıyorum. Hayal kırıklığı yaşaya yaşaya hayal kırıklığı yaşamamayı öğrendim.

Umutsuz değilim ama tüm kurum ve kuruluşlarıyla temizleneceğimize ihtimal vermiyorum. Ancak halk skandallara tepkisini gösterir, takibini yapar, hesap sorucular da “Kızım Fatıma da olsa cezasını veririm” iradesini samimiyetle ortaya koyarsa, işte o zaman bu ülkeye dair ümidim artar.

Gönül ister ki her şeyin bir miladı olsun. Bir güzel temizlenelim. Temizliğe de futbolla başlayalım. Savcılık ucu kime dokunuyorsa, nereye uzanıyorsa üzerine özenle gitsin. Hak eden cezasını alsın. Bu cezalar herkese ibret olsun. Yalnız her şeyin dijital ortamda döndüğü günümüzde, gizli tanık ve itirafçı (jurnalci) ile soruşturmanın sulandırılmasından endişe ediyorum. Unutmayalım ki gizli tanık ve jurnalcilerle ile adalet sağlanmaz. Onlarda medet de beklenmez. Nice skandallar itirafçı ve gizli tanıklarla heba edilmiştir. Yine bunlarla nice masumların canı yanmıştır. Lütfen bu sefer yoğurdu üfleyerek yiyelim.

Burada her hakem her futbolcu bu bahisin içinde olduğu anlaşılmasın. İçlerinde temizlerin olduğunu düşünüyorum.

27 Ekim 2025 Pazartesi

Nikahta Emeklilik Muhabbeti

Bugün bir nikah merasimine gittim. Salonun en arka tarafında bir kişilik yer buldum. Uzun süredir görüşmediğim birkaç ahbapla da hal hatır sorduk bu vesileyle.

Kucağında çocuğuna bakmakla görevli biri, "Emekli oldun mu" dedi. Çalışıyorum dedim. Ardından yaşımı sordu. "Yaşı bekleyecek misin?" dedi. Evet dedim.

Çocuğuna bakmaktan yorulmuş. Aynı zaman da dili şişmiş gayri. Bırakıvermedi emekli işini. Millet ön tarafta nikahını kıydı. Biz emeklilik muhabbetine devam ettik. Daha doğrusu dili şişenin dilini indirme işine yardımcı oldum.

"O zaman daha üç senen var" dedi. Öyle dedim. Bu arada matematik hesabı da kuvvetli.

"Ne zaman başlamıştın bu göreve" dedi. Şu tarih dedim.

"Aslında sizin emekli olmanız lazım. Şundan ki gençlere yol açılsın" diye. Maşallah, hem çocuğuna bakıyor hem nikah merasimini icra ediyor hem beni emekli etmeye çalışıyor hem de işsiz gençleri düşünüyor. Herkes bu kişi gibi olsa memleketin çözülmedik sorunu kalmaz. Görün de halinizden utanın, sizi kendine Müslüman tipler. 

Şu şartla emekli olurum. Yerime gelecekler ve siz, emekli olunca düşecek maaşımı, çalışırken aldığım maaşa denkleyecekseniz, hemen emekli olayım dedim. Olur, niye olmasın bile diyemedi.

Oldu olacak kabak tadı veren bu muhabbete bir nokta koyayım dedim. Aldım elime sazı: 

Bir taraftan emekli olanlar, aman emekli olma diye pişmanlığını ifade ediyor. 

SGK Genel Müdürü erken emeklilikten ve emeklilerin çokluğundan dert yanıyor, bir de emeklilerin uzun yaşadığına vurgu yapıyor. 

Diğer taraftan Çalışma Bakanı, 9 bin olan Bağkur’luların prim iş gününü 7200 güne indirme çalışması yapıyor. 

Siz de gençlere yol açsanız iyi olur diyorsunuz da sadece yaşadığımız şu şehirde değişik branşlarda 3 bin norm fazlası öğretmen var. Ben emekli oluversem, mevcut norm fazlası olanlardan biri yerime gelecek. Yani yeni gençler yine görev alamayacak. Ayrıca benim branşım bugünden itibaren mezun vermese, mevcut mezunları eritmek için 90 yıl gerekiyor. Kısaca mevcut çalışanlar tümden emekli edilse, atanma bekleyen gençler yine eritilemez. O yüzden gözüme bakıp emekli olmamı beklemeyin. Benden size ekmek yok dedim. Gülüştük. Mevzu bu şekilde kapanmış oldu.

65'i bekler miyim bilmem. Bildiğim, işime hakim olduğum müddetçe işime devam etmek. Gençler ve gençleri düşündüğünü ifade edenler hiç kusura bakmasın. Kanunen tamam, sen bundan sonra bize yaramazsın deyinceye kadar çalışma niyetim var. Elbette sağlığım elverirse.

İşin garibi gözü emekliliğimizde olanlar, hatta bunu diliyle ifade edenler, 65'ini doldurduktan sonra siyasete devam edip ülke yöneten veya ülke yönetmeye talip olanlara, yürümekte ve konuşmakta zorlananlara, yeter artık, emekli olun, gençlere ya da yeni yüzlere yer açın diyorlar mı? Dediklerini sanmıyorum. Çünkü onların gücü ancak bize yeter. 

65'i doldurduktan sonra ne yapar ne ederim bilmem. Bakarsınız, 65'i doldurduktan sonra belki siyasete atılırım. Öyle ya yapanlar benden iyi mi yapıyorlar. Üstelik siyasette yaşını başını almışsın, torun torba sahibi olmuşsun, çekil köşene denmediğine göre ben de rahat rahat siyasetimi yaparım. Bana sınıfı esirgeyenlere siyaset nasıl yapılırmış gösteririm. Görenler de biz bundan sınıfı esirgemiş, sınıfın sorumluluğunu almıştık. Eyvah, tüm ülkeyi yönetip tasarruf ve icraatlarıyla ülkenin tüm sorumluluğunu verdik.  O da kırıyor, döküyor desin. 

Sanırım ciddiyetimi anladınız. Zira şakam yok. Sınıfın sorumluluğu mu, ülkenin sorumluluğu mu? Seçin beğenin. Sonra biz ne yaptık demeyin. Çünkü son pişmanlık fayda vermez. 

26 Ekim 2025 Pazar

Salataya Ayrı Tarife

İl dışından, yıllardır görüşmediğim bir misafirim geldi. Misafirime etli ekmek ikram edeyim istedim.

Yanıma aile fertlerimi de alarak evime yakın etli ekmek ile ünlenmiş, şubeleri olan bir lokantaya gittik.

Lokanta çalışanlarının ilgisi o biçim. Bu ilgi bezdiren türden. Biri geldi biri gitti. 

O kadar gelip giden var. Önümüze menü koyan yok. Ne istersiniz diyen de yok. "Şu şu çorbalarımız var. Önden bir bamya çorbası getireyim" dedi biri. Çorba istemiyoruz. Etli ekmek yiyeceğiz. Önümüze dört tane karışık alalım dedim. "Ayran alır mısınız" dedi. Hayır dedim. Lokantacıların en sevmediği müşteri tipi yemeğin yanında ayran almaması. Yanında çanakta yoğurt ister misiniz teklifine olur dedim. Ardından "salata ister misiniz" dedi. Olur dedim. Dedim ama salata garip geldi bana. Niye soruyor, anlamadım. Çünkü salata dediğin yardımcı yemek. Her sofrada olmazsa olmaz. Adeta sofranın demirbaş. Hele  domatesin ucuz olduğu bu mevsimde. Arkasından, ardından şöyle bir tatlı alır mısınız dedi. İstemiyoruz dedim. Tabi, tüm bu cevapları misafirimin talebi çerçevesinde verdim.

Karışık, bir tahtanın üzerinde getirildi. İki kase yoğurt, bir ezme, bir salata, küçük bir tabakta yeşillik desem değil, salata desem değil. İk, üç çatallık marula benzer bir şey. Yine küçük bir tabakta 5-6 turp. Kişi başı dörde bölünmüş birer limon.

Ortada tahta üzerinde ana menü olunca yanında getirilen şeyleri masaya koymak mesele. Çünkü tahta neredeyse tüm masayı kaplıyor. Masada karşımızda iki kişi olacak şekilde dört kişiyiz. Etli ekmek, bıçak arası ve karışık dışında diğer getirilenler tahtanın ne tarafına konursa karşıdakinin onlara uzanması mümkün değil.

İçi domatesle dolu, içinde biber ve salatalık göremediğim salatayı iki tabağa böler misiniz dedim. Bölüp getirdiler. Salatanın bir tabağını karşımızdakilerin önüne koyduk. 

Daha yeni yemeye başlamışken ilave yaptıralım mı diye biri geldi. Bir yiyelim. Sonuna doğru duruma göre isteyebiliriz dedim. Daha önümüzdekileri bitirmeden teklifi yinelediler. Şunu ister misiniz, bunu ister misiniz dedi durdu yine biri. Çay alalım dedim.

Çayı içtikten sonra çayın devamını evde içelim dedim. Kalkarken oturduğum masa hizasındaki masada sipariş fişi gözüme ilişti. Fişin yanında da üç adet 0,5 milimlik pet şişe konmuş. Fişi elime alıp kasaya yöneldim. Giderken önümüze koymadıkları üç suyu da işaretlemişler. Tek tabakta gelen salataya da iki salata yazmışlar. Kasadakine tek salata geldi dedim. Büyük tabakta ise iki adettir dedi. Ödemeyi yapıp çıktım. 

İki yoğurt, iki salataya ödediğim miktara 1,5 etli ekmek daha yenir. Yoğurdu anlarım ama salatanın ayrıca işaretlenmesi gerçekten garip. İlla bedava versin, parasını almasın demiyorum. Ana menüye fiyat biçerken fiyata salata masrafı da ilave edilebilirdi. 

Çok lokanta kültürüm yok. Ancak eş, dost, misafir dolayısıyla buralara zaman zaman yolum düşer. Her Konya lokantası böyle mi yoksa bu zincir lokanta mı böyle? Şu var ki bazıları  ana menü dışında masaya konan mezeleri abartsa da çoğu lokantalarda yeşillik, meze, salata vs. şeyleri görmek mümkün değil. Ne istersen onu getirirler. 

Komşu il Adana'nın lokanta kültürü ise Konya'nın tam tersi. Bir dürüm yiyecek bile olsan, adamlar masayı yeşillikle donatıyor. 

Neyse ki biz Konyalıyız. Çevremizden hiçbir şey almaya bugüne kadar niyet etmedik, şu şeytanın bacağını kıralım düşüncemiz de yok. Kapalı havza gibi kendi kendimize yaşayıp gidiyoruz. 

Yine Konya dışında her semt pazarında sebze, meyve seçilirken biz yine seçtirmemeye devam ediyoruz. Bazı istisnalar var. Onlar da Konya'nın yüz karası. 

Hasılı tüm Türkiye yanlış yolda ise Konya ne yapsın? Ya tüm Türkiye bize uyacak ya da bu diyardan gidecek. Bir de semt pazarlarını savaştan çıkmış gibi kirli ve pis bırakmaya devam edelim. Çünkü nasılsa işgaliye veriyoruz. Belediye temizlesin. İşi ne? 

Emekliler, Ne Olur Ölün!

Birilerinin emeklilerle başı dertte. Hele biri var ki yatıyor, kalkıyor, emeklilere veryansın ediyor. Açıklama üstüne açıklama yapıyor. Her bir cümlesi problem, pot, gaf ve adeta “Şecaat arz ederken merd-i kıbtî sirkatin söyler” misali. Bir şeyi itiraf etmek için ya da tespitte bulunmak için kırıp döküyor. Her bir cümlesi ok gibi saplanıyor. Kısaca “Al sana bir Kaya. Nereye dayarsan daya” diyor.

Konuştukça batıyor. Ama battığının farkında değil. Birileri, Allah rızası için buna, konuşma demeli. Bunu kim diyecek? Otur oturduğun yerde. Haddini bil haddini demeli.

Eveleyip gevelemeyi bırakayım da beyefendinin mübarek ağzından dökülen incilere bir bakalım:

Türkiye’de prim ödeme süresi ve emeklilik yaşı AB ortalamalarına göre geride. SGK’ye ödenen primlerin ortalama süresi bizde 20 yıl. Almanya’da bu süre 45 yıl. AB ortalaması ise 40 yıl”.

“Bizde yirmi yıl prim ödedikten sonra EYT ile birlikte insanlar 48 yaşında emekli oldu. Eskiden ‘mezarda emeklilik’ deniyordu. Çünkü 50-55 yaşında ölüyorduk. Bugün 78 yıl ortalamaya gelmişiz”.

“Türkiye’de sağlık sisteminin belli bir düzeye erişmesi ve refah düzeyinin artması nedeniyle ölüm yaşı Avrupa düzeyine erişti. Ortalama yaşam süresi Batılı ülkelerde 80-82 yıl, Türkiye’de ise erkeklerde 78 yıl, kadınlarda 79 yıl". 

“EYT ile birlikte 2023 yılından beri emekli sayımız 3 milyon arttı”.

Sayın SGK Genel Müdürü gördüğünüz gibi dersine çok iyi çalışmış. Ya bu çalışkanlığından ya da kırıp dökmesinden dolayı gündemden hiç düşmüyor. Belki de daha da şöhret olayım diye çabalıyor. Ama çabası fayda verdi. Çünkü kaç gündür herkes ondan konuşuyor. Reklamın kötüsü olmaz diye ben buna derim. İnanın, para verse bu derece reklamını yapamazdı.

Şu var ki kızsak da genel müdür dertli. Derdinden olmalı ki ne dediğini bilmiyor. Bu yüzden kendisini kendisinden başkası da anlamıyor.

Erken emeklilikten, 48 yaşında emekli olmaktan, yirmi yıllık primle emekliliğin emekli sayısını artırdığını an dem vuruyor. Genel müdürün haberi vardır ama yine de hatırlatayım. 9000 prim sonrası emekliliği hak eden Bağkur’luları da 7200 prim gününe indirmek suretiyle emekli edecek bir çalışmanın olduğundan umarım haberi vardır. Yani turpun büyüğü heybede.

Genel müdür kısaca, SGK çöktü çöküyor diyor. Bu çöküntünün sebebi de ölmeyen emekliler. 50-55 yaşında ölmek varken 78-79 yaşına kadar beklemekte ne. Bu yaşa kadar bu kadar emekliyi beslemeye dağ bile dayanmaz. Tıpkı hazıra dağ dayanmadığı gibi. Öyle ya SGK bütçesinin 2/3’ü maaş ödemesine gidiyorsa, bu SGK ne yesin ne içsin.

Ne olur, emekliler! Muasır medeniyet seviyesini yakalayacağız diye uzun yaşamayın. İçinizde, değil 78 yıl, 90’ını devirenler bile var. Mübarekler, dünyaya kazık mı çakacaksınız. Ölün artık ölün de SGK rahat bir nefes alsın.

Kızsam da Genel Müdürün verdiği bilgilere güvenim tam. Yalnız kadınların ortalama ölüm yaşının erkeklerden bir fazla olduğu bilgisi bana doğru gibi gelmedi. Çünkü çoğu kadınların, kocalarını gönderdikten sonra daha uzun yıllar yaşadığına şahidim. Siz söyleyin. Gördüğüme mi inanayım, Genel Müdürün verdiği bilgiye mi?

Burada Sayın Kaya’ya bir not. Bu dediklerinin muhatabı ve sorumlusu emekliler değil. Bunu bil, başka da bir şey demem. Bir de hayır konuşmayacaksan, sus.

Son söz, 48’inde emekli olup da 70-80’ine merdiven dayamış emekli büyüklerim, size bundan sonra nice yıllara temennisinde bulunmayacağım. Allah uzun ömür versin demeyeceğim. Doğum günümüzü kutlamadığım gibi karşılaşınca, daha yaşan mı? Utan utan diyeceğim. Ne alaka demeyin. Çünkü sizin gönlünüz olsun diye koskoca Genel Müdürü karşıma alamam. Lütfen ölün. Yok, ölmeyip direneceğiz derseniz, sanırım Genel Müdürü anlamadınız. Kötü günler bizi bekliyor. Hepimizi öldüreceksin diyor kısaca. Belki de az dediğiniz bu maaşı bile veremeyeceğiz demek istiyor. Biz çalışanlar da sizden fedakarlık bekliyoruz. Ölün ki hem SGK rahat etsin hem de biz. Böyle bir zamanda siz de yardımcı olmayacaksanız, kim olsun. Ne olur, 55'i geçer geçmez ölün. Yine direnecekseniz, lütfen emekli maaşlarınızı 55'i devirir devirmez, almayacağız deyin ve SGK'ye gönderin.

Son söz dedim ama Genel Müdüre bir soru da benden olsun. Sayın Genel Müdürüm, 63 yaşındayım. Hâlâ çalışıyorum. Çalışmama rağmen 55'i doldurduğuma göre şimdiden ölmemi ister misiniz? Başka sorum yok. Cevaplandırırsanız sevinirim. Teşekkür ediyorum şimdiden. 

25 Ekim 2025 Cumartesi

Defin Sonrası Yapılan Telkin

Bu yazımda telkin konusunu masaya yatıracağım. Önce ne anlama geliyor bir bakalım.

Telkin, "Bir duyguyu, bir düşünceyi birinin belleğine sokma, ona aşılama"ya denir.

Bir diğer anlamı da şu: "Ölü gömüldükten sonra mezarın başında imam tarafından söylenen dini sözler".

Din biliminde ise buna talkın deniyor.

TDK sözlüğünde telkin kelimesinin anlamına bakarken hafifçe gülümsedim ve rahmetli babamı hatırladım. Babam, telkin yerine talkın derdi. Baba, talkın değil, telkin derdim. O ise hayır, talkın talkın derdi.

Babam, ilk defa duyduğu bazı isimler için "Hocadan duydum. Bunun talkını verilmezmiş” derdi. Mesela Kezban isminin talkını olmaz derdi. Dudu isminin talkınının verilip verilmeyeceğini de yanlış hatırlamıyorsam hocaya sormuş. ”Talkını verilirmiş” demişti.

Babamdan duyduğum talkın kelimesine din biliminde talkın dendiğini TDK sözlükten öğrenince, babam bu kelimeyi doğru kullanıyormuş. Vay be! Helal olsun dedim.

Dini telkinden bahsedeceğim. Doğrusu talkın ise de telkin demeye devam edeceğim. Gelelim meseleye.

Cenaze defnedildikten sonra cenaze yakınlarının, kabrin başında mevtanın yüzüne karşı eller bağlı bir şekilde ayakta durup, imam veya bilen birinin nezaretinde, ölüye hitaben iman esaslarının hatırlatılmasına telkin deniyor. Her definden sonra mutlaka yapılan bu tür telkin, Din İşleri Yüksek Kurulunun 12.07.2017 tarihli fetvasına göre bazı alimlerce meşru kabul edilmezken bunun yapılabileceğini söyleyen bazı alimlerin olduğunu belirtir. (bk. İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, 2/104-105; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/157)

Alimlerin bu konuda iki farklı görüş ortaya koyması, defin sonrası kabir başında telkin diye bir uygulamanın İslam’da olmadığı anlamına gelir. Yani dinde bu tür bir telkine yer yok. Öyle anlaşılıyor ki kültürümüze giren bu uygulama dini olmaktan ziyade kültürel bir merasimdir. Bir cenazenin telkininin verilmesinde veya verilmemesinde bir sakınca yok.

Defin sonrası bu şekil bir telkin gelenek haline geldiği için İslam'da bu tür bir telkin yok" deyip bu uygulamayı yapmamak dikkat ve tepki çeker. Defin eksik oldu veya telkini verilmedi şeklinde dedikodu alır, başını gider.

Defin sonrası kabir başında verilen bu tür tekine bir virgül koyup İslam’da tavsiye edilen esas telkine değinelim. Bu konuda Din İşleri Yüksek Kurulu şöyle açıklama yapmakta:

"Telkin, ölmek üzere olan kişiye kelime-i tevhidi; definden sonra ise kabri başında ölüye iman esaslarını hatırlatmaya denir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Ölmek üzere olanlara ‘lâ ilahe illallah’ demeyi telkin ediniz.” (Müslim, Cenâiz, 1, 2 [916, 917]) buyurmuştur. Ölüm döşeğindeki kişilerin sağ tarafı üzerine çevrilerek yüzü kıbleye gelecek şekilde yatırılması müstahaptır. Aklî melekeleri yerinde olup konuşma yeteneğini kaybetmemiş kişiye kelime-i tevhid telkin edilir. Telkinin amacı hastanın hayata veda ederken tevhit inancını hatırlamasına yardımcı olmaktır. Telkin sırasında “kelime-i tevhit” ve “kelime-i şehadet” söylemekle yetinilmeli; kişi, söylemeye zorlanmamalıdır. Hz. Peygamber, ölmek üzere olan kişinin yanında Yasin süresini okumayı da teşvik etmiştir. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 24).

Bu demektir ki esas telkin, ölmek üzere olan (zekerat hali) birine yanındakinin hastanın duyacağı şekilde ona baskı yapmadan kelimeyi tevhidi söylemesidir. Esas telkin bu ise de defin sonrası telkin ön plana çıkmış ve yaygınlaşmıştır.

Yaşadığımız yüzyılda zekerat halinde hastanın başında beklemek ve ona kelimeyi tevhidi telkin etmek, düşük ihtimal ya da pek az kişiye nasip olur. Çünkü hastalarımızın çoğu ya bir başına ya da hastanelerin yoğun bakımında hayata veda ediyor. Bu yönüyle esas telkinin pek uygulandığı söylenemez.

Tekrar döneyim defin sonrası kabir başında yapılan telkin konusuna.

Burada yapılan telkin metnine yer vermeyeceğim. Sadece şu kadarını söyleyeyim. Ölüye kısaca, "Ey Hatice oğlu Ramazan! Sorgu melekleri sana Rabbim kim diye sorarsa, Allah de. Dinin ne diye sorarsa, İslam de. Peygamberin kim derse Hz Muhammed de" şeklinde Arapça yardımcı olunur. Teşbihte hata olmazsa, mevtaya kopya veriliyor ya da sınav öncesi sınava girecek adaya, çıkacak sorular cevaplarıyla birlikte hatırlatılarak onun belleğine yerleştirilmeye çalışılıyor. Yani ders tekrarı diyelim buna.

Mevtanın sınavda başarılı olması adına bu tür yardıma eyvallah diyelim. Yalnız ölen Türk. Fakat telkin Arapça veriliyor. Yani mevta Arapçaya Fransız. Madem ölene yardımcı olma niyetimiz var. Niye onun anlayacağı dilden Türkçe kopya vermiyoruz? Bu, İngilizce bilmeyen birine sınav esnasında İngilizce kopya vermek gibi bir şey. Madem bir iyilik yapacağız. Bunu Türkçe yapalım. Yoksa sorgu melekleri dediğimiz Münker ve Nekir Türkçe bilmez mi ya da ömrü hayatında iki yüz, bilemedin üç yüz Türkçe kelimeyle meramını anlatan Türk kardeşimiz, ölür ölmez Türkçeye veda edip Arapça mı konuşmaya başlayacak diye düşünüyoruz. Şayet cennetin dili Arapça. Sorgu Arapça olarak yapılacak. Bu yüzden telkinler Arapça veriliyor derseniz, bilin ki cennetin dili Arapça olacak şeklinde rivayet edilen hadisin aslı astarı yoktur. Bu arada sorgu meleklerinin adlarına münker ve nekir denmesi de ayrı bir konu.

Ölüye Arapça telkinden geçtim. Telkin veren kişinin yanında saf tutmuş yakınları bari hocanın ne dediğini bilsin. Telkin vermek mubah bir eylem olduğuna göre telkinlerin Türkçe yapılmasını daha uygun bulduğumu ifade ediyorum.

Bir diğer husus, ölen kimseye, telkin örneği verirken bahsettiğim gibi niçin annesinin adıyla hitap ediliyor? Ölenin hem annesi hem de babası zikredilse ne sakıncası olur ya da babasının ismiyle anılsa, telkin yerine gelmez mi diye düşünülüyor. Eğer "Çocuk kimin döşeğinde doğmuş ise ona aittir" gereği telkin böyle verilir denirse, bu kadar şüphecilik fazla değil mi? Bir vehim ya da paranoya durumu söz konusu burada. Yani bu çocuğu bu kadın doğurdu. Anası belli. Ama bu çocuğun babası herkesin bildiği babası olmayabilir. Kısaca kadın kocasını bir başkasıyla aldatmış olabilir anlamı ortaya çıkar ki bu düşünce sağlıklı bir düşünce değildir. En azından zandır. Zannın çoğundan da sakınmak gerek. Yok, bu tedbir amaçlı denirse, bu kadar tedbir fazla değil mi?

Sonuç olarak, bu yazdıklarım benim kendi görüşüm. Sizler katılmayabilirsiniz. Saygı duyarım. Aynı saygıyı ben de bekliyorum.

Ateş Pahası

Her zaman gittiğim süt ve süt ürünleri satan markete gittim. Kaymak, süt ve peynir alacağım.

Her zaman aldığım inek tulumunun fiyatına baktım. 450 lira yazıyordu. Görevliye, bunun fiyatı 345 TL değil miydi dedim. "Evet, öyleydi. Müthiş zam geldi" dedi. Vay anasına. Daha iki, üç hafta öncesi almıştım. Gerçekten ne kadar da yüksek gelmiş zam dedim.

Bir de aldığım diğer peynir türüne baktım. Ona da zam gelmiş ama inek tulumuna gelen kadar değildi. Görevliye de buna zam makul gelmiş dedim. Görevli, "İnek tulumu masraflı ve meşakkatli. Bu peynire de gelen zam normal değil" dedi.

Kaymak nerelerde. En son aldığımda 230 idi. Bir de ona bakayım diyerek kaymağa yöneldim. Kaymak da 310 lira olmuş. Yine vay anasına dedim.

Bu kaymak ne olmuş böyle? Ne zaman bu fiyata yükseldi dedim. "Haftalık on on geliyor. Kaymak da bulamıyoruz üstelik" dedi. Kaymak bulamadığınız için mi bu fiyatlar bu kadar yüksek? Piyasaya kaymak sürülürse düşer mi dedim. "Düşmez abi. Daha da yükselir" dedi. Ben de hiç bozuntuya vermeden, desene: abi, hangi ülkede yaşıyorsun? Bu ülkede fiyatlar yükselir, düşmez dedim. Güldü.

Fiyatlar böyle astronomik olduğuna, daha önceki fiyatların yerlerinde yeller estiğine göre süt fiyatlarına epey zam gelmiş olmalı diyerek kasadaki görevliye, süt kaç lira dedim. "30 lira" dedi. Bu fiyat aynı fiyattı. Süt ne zamandır bu fiyatta. Hele şükür, yerinde sayan bir fiyat buldum dedim. Yalnız bir anormallik var. Süt fiyatlarında da artış olsaydı, kaymak ve peynire de zam gelmesi normaldi. Ama süt yerinde sayıyor olmasına rağmen sütten yapılmış mamuller havada uçuşuyor.

Elim mahkum. Mecburen aldım. Üstelik 450 liralık inek tulumunu bırakıp kilosu 600 olan koyun-keçi karışımı bir peynir aldım. Oldu olacak, atın ölümü arpadan olsun. Koyun keçi karışımı peyniri yiyince, koyun gibi uysal ya da keçi gibi inatçı olmak da var bu işin içinde.

Ödemeyi yapıp çıktım. Ama kaymak ve peynirdeki bu yükseliş aklımdan çıkmadı. Yol boyunca düşündüm durdum. Zaman zamanda düşüncemi zihnimden geçirerek kendi kendime konuştum. Felaket tellallığı yapma niyetim yok ama ne oluyoruz böyle. İkinci gelişimde fiyatların bu derece uçması hiç normal değil. Ashabı Kehf bizim bu yaşadığımız şaşkınlığı yaşamamıştır. Adamlar, kralın korkusundan sığındıkları mağarada üç yüz küsur yıl uyumuşlar. Uyanıp ne kadar uyuduk diye birbirlerine sormuşlar. Ya bir ya da yarım gün demişler. İçlerinden bir tanesini alavere için göndermişler. Daha önce görüp bildikleri şehrin tepeden tırnağa değiştiğini, ellerindeki paralarının bile geçmediğini öğrenince, öyle zannediyorum, şok üzerine şok yaşamış olmalılar. Ya yarım ya da bir günde her şey bu kadar değişir miydi? Bu şaşkınlık ve şokun ardından fazla yaşamazlar. Vefat ederler.

Biz de market ve piyasadaki fiyatları görünce şok üzerine şok yaşıyoruz. Ashabı Kehf'ten farkımız, herhalde şoklara karşı vücudumuzun dayanıklı olması, onlar gibi uzun süre uykuya dalamayışımız. Onlar bir defa işkence çekip vefat etmişler, biz her gün her ay her yıl çekiyoruz bunu. Paramız tedavülde ama ha varlığı ha yokluğu.

Güya faizler iniyor, enflasyon düşüyor. Nedense bir türlü hayat pahalılığının önüne geçilemiyor.

Hasılı, hep tüketiciye bindiren bu serbest piyasayı ben hiç anlamadım. Belki de ekonomist olmadığımdandır.

Bu yazdıklarımdan amma da ajite ettin, ağladın anlaşılmasın. Gel senin kaymak ve peynirin benden demeyin. Ki derseniz, hayır demem. Bir telefon kadar yakınım size.

Şunu da söyleyeyim. Piyasa ne kadar yükselirse de alım gücüm var. Muhtaçlığım yok. Şu var ki ederi bu olmayan anormal yükseliş zoruma gidiyor.

Allah alım gücü olmayan, fakir-fukara ve ihtiyaç sahibinin yardımcısı olsun.

22 Ekim 2025 Çarşamba

Dinsizleşmede Neredeyiz?

"Müslüman ülkeler arasında ateizmin en fazla yaygın olduğu tek ülke İran. Bizim temel felsefemiz şu: Tepeden dindarlaştırmaya kalkarsan, insanlar kökten dinsizleşir. Benim sloganı bu”. (Şaban Ali Düzgün)

Halihazırda Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı başkanı olan Şaban Ali Düzgün hocanın, “Benim sloganım bu” dediği tespitini yabana atmamak, üzerinde kafa yormak gerekir diye düşünüyorum.

Şaban Hoca’nın dinsizliğe örnek verdiği ülke hepimizin malumu. İran, bir İslam Cumhuriyeti. Ülke, Humeyni’nin 1979’da yaptığı devrimle birlikte mollalar tarafından yönetiliyor. Ülkede kadınların başörtüsü örtme zorunluluğu her ne kadar geçici olarak askıya alınsa da İslam Ceza Kanununun Hicap ve İffet yasası olan 638. Maddesinde yer alan baş örtme zorunluluğu kanunla zorunlu.

İran, kapalı bir toplum ve ülke. Ülkede ne derece İslam kanunları geçerli ne derece uygulanıyor, yöneticilerinin ne derece söz ve eylem birlikteliği söz konusu, bilinmez. Şu var ki başlar örtülecek ya da başlar açılacak şeklindeki bir kanuni düzenleme çağdışıdır.

Yine bilinen bir gerçek var ki İran sadece kendi ülkesinde İslam kanunlarını uygulayan değil, aynı zamanda rejimini de başka ülkelere ihraç etmeye çalışmıştı bir aralar.

İran halkı mevcut yönetimin yönetim anlayışından ve bazı şeyleri dayatmasından ne derece memnun? Bunu da test etme imkanımız yok. Şu var ki bir şekilde ülkemize yerleşmiş ne kadar İranlı kadın görmüşsem -belki istisnaları vardır- ama hiçbirinin başında başörtüsü yoktu. İçlerinde azımsanmayacak derecede dekolte giyineni de eksik değil. Bu demektir ki ülkesini bir şekilde terk eden, ülkesinde iken zorunluluktan kaynaklı başını örtenler, ülke dışına çıkınca başlarını açıyor. Demek ki zorla başı örtmek ya da zorla başı açmak çözüm değil. Olsa olsa pansuman ve polisiye tedbir olur. Bunun da süreklilikle bir alakası yok.

Meseleyi sadece başörtüsüne indirgemek istemiyorum. Çünkü bu konu salt başörtüsünden ibaret değil. Şu var ki adında İslam olan, İslami kanunlara göre ülkeyi yöneten bir ülkede dinsizliğin en fazla olması ve başı çekmesi manidar. Demek ki dayatma, baskı, kanuni düzenleme ya da eğitme çabası ters tepiyor. Kişiler belki de yönetenlerin bu niyetinden dolayı dinden soğuyarak çözümü dinden uzaklaşmada buluyor.

İran bizim komşumuz. Her ne kadar kapalı bir toplum olsa da “Komşuda pişen bize de düşer” misali, dini anlayışımız örtüşmese de bize ne kadar etki ettiği tartışılır.

Bir diğer husus, Şaban Hoca’nın tespiti sadece İran’ı bağlamaz. İran örneğinden hareketle “Tepeden dindarlaştırmaya” kalkışmak, dindar nesil yetiştirme çabası, pirince giderken evdeki bulgurdan olmaya, ava giderken avlanmaya benzer. Her ülkede böyle olacak diye bir kural olmasa da bu işin ters tepme riski daha yüksektir.

Kamuoyunda dillendirilen dindarlaşma niyetinin, insanımızı ve gençliği ne derece dindar yaptığı güzel bir araştırma konusu. Yalnız ülkede ateist ve deist sayısında özellikle gençler arasında yaygın olduğu da yüksek perdeden dile getiriliyor. Ülkemizde hemen hemen her konuda pek ve doğru dürüst araştırma yapılmadığından, ülkemizde dindarlaşma veya dinsizleşme oranının hangi boyutlarda olduğunu bilme imkanımız yok.

Şaban Ali Hoca’nın sloganına gelirsek, başta yöneticilerimiz olmak üzere Hoca’nın bu sloganına kulak vermesinde fayda görüyorum. Daha sonra ne ummuştuk ne bulduk demeyelim.

Burada, İran’da baskı var, bizde baskı yok. Mukayese yerinde değil denebilir. Elbette bizde baskı yok. Kılık kıyafet için herhangi bir düzenleme de yok. İsteyen açar isteyen kapanır. Kamusal alan ve kız öğrencilere uygulanan yasak da gerilerde kaldı. Ülkemizde dinsizlik de arttı iddiasında değilim. Ama kamuoyunda böyle bir izlenim olduğu da bir gerçektir. Bizde İran’daki gibi dinsizlikte bir artış yok demek de bir faraziyeden ibaret olur. Var veya yok konusunda bilgi sahibi olmak için sosyal bilimcilerin derinlemesine bir araştırma yapması kaçınılmaz görünüyor. Yine bu araştırmada dindar ya da dinsiz olmanın sebeplerini de öyle zannediyorum, kamuoyu merak eder. 

Hasılı, dinsizleşme ya da dinsizleşirmede veya dindarlıkta neredeyiz? Bunun sebepleri nelerdir? Üzerinde kafa yormaya değer. 

İyi Bir Niyet Okuyucusu T9

Bazı insanlar farklı bir anlayışa sahipler. Bir cümleden hiç kastetmediğin anlamı çıkarırlar. Ortamda bulunan hazirun dişlerini sıkar, dilini ısırır. Bu cümleden, bu anlamı çıkarmak neyin nesi diye şaşa kalırsın. Ama şaştığınla kalırsın. Yok, öyle bir kastım yok desen, yemin billah etsen dahi kâr etmez. Çünkü bu tipler öyle öyle diyerek burnunun dikine dikine giderler.

Bu tipler iyi bir niyet okuyucu aynı zamanda. İnsanın içini de okurlar. Öyle ya insanın zahir cümlesini kendince okuyan, içini niye okuyamasın. Öylesin öylesin. Güya hisleri kuvvetliymiş. Yahu ben öyle değilim, şöyle düşünmüyorum desen bile kimi kandırıyorsun, ben kaçın kurasıyım derler.

İyi bir alıngandır bunlar. En ufak bir şeyde çeker giderler. Özür dilesen bile kafi gelmez. Olmayacak, özrü ben dileyeyim desen bile sana olan bu alınganlığını hiç kaybetmeyecek şekilde aklının bir köşesine yazarlar.

Mesafe koymada da üstlerine yok bunların.

Neyse bırakayım iyi niyet okuyucusu alıngan tipleri. T9'a geleyim.

Cep telefonu marifetiyle yazı yazanlar iyi bilir. Yazıp bitirdikten sonra yazdığın metni gönder tuşuna basarak gönderiyorsun ya da geriye dönüp metne tekrar baktığında, yazdığın bazı kelimelerin değiştiğini görürsün. Allah Allah! Ben böyle bir kelime yazmadım. Bu kelime ne alaka diyorsun. Sonra anlıyorsun ki hızlı yazarken doğru yazdım dediğin kelimenin T9 vasıtasıyla otomatik olarak değiştirildiğini anlıyorsun.

Bu yönüyle T9'da iyi niyet okuyucuları gibi. Şu farkla ki yazdığın kelimeyi değiştirmede T9’un bir kastı yok. Bu yönüyle masumdur.

Ama kastetmediğin anlamları yükleyen niyet okuyucuları ise hiç mi masum değildirler. Onlarda bu ön yargı onlarda bu kapasite ve çap onlarda bu alınganlık olduğu müddetçe, bu niyet okuma onlarda devam edecek.

Giderken de mezara götürseler iyi olacak diyeceğim ama geriye bol miktarda verese bırakarak gidiyorlar. Çünkü bunlar büyük bir aile. Böyle büyük aileyle de başa çıkmak hiç mümkün değil.

T9'un bu özelliğini kapatır, işine bakarsın ama bunlar çarşı, pazar, cadde, sokak her yerde burnunun dibinde biterler. Çoğu da sosyal medyada cirit atıyor.

20 Ekim 2025 Pazartesi

Pazarlık Sünnet Değildir

Çanta, valiz türü eşya satan bir esnafa uğradım. Soluklanmak için oturmuştum ki cümbür cemaat bir aile gelince dışarı çıktım.

Karı koca ve çocuklardan mürekkep müşterinin dükkana girmesiyle çıkması bir oldu.

Dükkanın önünde çaylarımızı yudumlarken bir müşteri daha geldi. Hiç oyalanmadan arkadaş satışını yapıp yanıma geldi.

Maşallah, jet gibisin. Ne ara sattın çantayı dedim. Hafifçe gülümsedi. Bu mu? Az önce sen gelince giren bu müşterimin üçüncü gelişi bu. İlk önce geldiler. Beğendikleri çantaya 2000 lira dedim. 1800 lira olsun diye ısrar etti. Olmaz dedim. Almadan çekip gitti. Diğer esnafları dolaştıktan sonra tekrar geldi. 1900 lira olsun dedi. Yine olmaz. Kurtarır yanı bu dedim. Yine almadan çekip gitti. Üçüncü kez çocuğunu göndermiş. Kendisi daha köşede bekliyor. Çocuğu 2000 lirayı verdi. Çantayı aldı gitti dedi. Kendisi niye gelmiyor dedim. Belli ki indirim yapmadım diye bana kızdı. Çocuğunu gönderdi. Alışmışlar pazarlığa dedi.

Bugünlerde esnafın durumuna dair birkaç yazı kaleme aldım. Yazdığım yazılardan biri de arkadaşının 1250 liraya aldığı aynı ürünü aynı dükkandan birkaç gün sonra bir başka arkadaş 500 liraya aldığını ifade etmişti. Bu yazıyı, "https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2025/10/esnaflk-bu-olmasa-gerek.html" adresimde konu edinmiştim. Bu yazımın altına okuyucularımdan biri şu yorumu yazmış: “Bu farklı fiyat curcunasına bir de “Pazarlık sünnet” yapıştırmışlar. Kazıklayan kazıklayana. Geçmiş zamanlarda Konyalı bir pazarcının sözü: “Ramazanda bir MAN kamyonu almazsam bu işi yapmaya gerek” demiş.

Pazarcı belki biraz abartmıyor ama pazarcının Man özlemi bana yine bu yörede söylenen bir sözü hatırlattı: Dünyada Man, ahirette iman”.

Pazarcı bu sözü ne zaman söyledi bilmiyorum. Eğer çok eskiden söylediyse, günümüz enflasyonlu hayatta farklı fiyattan tutturabildiğine mal satıldığını göz önüne alırsak, herhalde pazarcı, Man marka kamyondan, Mercedes marka kamyona çıtayı yükselmiştir.

Çantacı arkadaşın müşterinin pazarlık ısrarını garipse de başka şehirler nasıl bilmem ama Konya’da alışverişlerde pazarlık olmazsa olmaz. Buna esnaf da hazır, müşteri de. Esnaf, dükkanına gelen müşterinin pazarlık yapacağını bildiği için fiyatı yüksek tutar, müşteri de esnafın bu yönünü bildiği için alacağı ürüne aşağıdan teklif verir. Esnaf biraz iner, müşteri de biraz çıkar. Esnafıyla, müşterisiyle bizim bu durumumuz tabir yerindeyse tencere kapak gibidir.

Hatta çoğu müşteri bir yere girip de gözü kapalı alışveriş yapmaz. En son alacağı yere gelmeden birkaç yere sorarak o malın piyasasını öğrenmeye çalışır.

Bu anlattığım her esnaf her işletme için geçerli değil. Çoğu esnaf yani mağaza sattığı ürünün üzerine fiyatını yazıp pazarlık faslını kapatmış durumda. Pazarlıklar fiyatı pek yazılı olmayan küçük esnaflarda kaldı.

Şu var ki pazarlık olur da makul indirim yapılır. Öyle esnafımız var ki fiyatı önce uçuruyor sonra yarı fiyatına indiriyor. Aslında böyle makul olanın üzerinde indirim yapan esnaftan alavere yapmamak gerek. Çünkü esnaflık bu olmasa gerek.

Pazarlıkla ilgili benim de bir anekdotum var. 90’lı yıllardı. Öğrenciyim o zaman. Ayakkabıcılık yapan bir yakınım Çumra pazarına gidecek. Arife günü olduğu için dükkandaki oğlunu ve çalışanlarını da pazara götürmeye karar vermiş ama dükkanda duracak kimse olmadığı için dükkan kapalı kalacak. Bu da olmaz deyip kara kara düşünürken beni gözüne kestirdi. “Yeğenim, dükkanı açık tut. Satış olmasa da olur” demişti. Olmaz, ben anlamam. Fiyatları da bilmem dedim. “Biz sana fiyatları yazarız. Bakar ona göre satarsın” demişti.

Ayakkabılar şimdiki gibi kutuların içinde değildi. Duvara çivi çakarak çoğu ayakkabıyı duvara asmışlardı. Bana fiyatları yazıp verdi. Paradan altı sıfır atılınca bir de paramızın değeri enflasyondan dolayı alım gücü hep düştüğünden fiyatlar aklımda kalmadı. O yüzden öylesine fiyat yazacağım. “Şuradaki ayakkabılara 200 deyip 120’ye, buradakilere 130 deyip 70’e verebilirsin” türünden bir şeyler söylemişti. Aklımda kalan ise istenen rakamla, indiğim rakam arasındaki uçurum idi.

“Pek kimse gelmez, sadece dükkanı açık tut” dense de dükkan sabahtan akşama doldu taştı. Almak için müşteri sıra bekledi. “Şu kaç lira diyene, önce o ayakkabıyı nereden aldın diye soruyordum. Sonrasında elimdeki listeye bakıp bir fiyat veriyordum. Fiyat verirken kurt esnaf yakınımın dediği en yüksek rakamı hiçbir müşteriye söylemedim. Her birine yakınımın indireceğim sınır olarak yazdığı rakamı söyledim. Müşteri pazarlığa alışkın olunca, hiçbiri o rakamda kalmadı. Hasılı, indireceğim en son sınırın altına ayakkabı sattım akşama kadar. Akşamında bir milyon lirayı uzatınca, “Yeğenim, iyi satış yapmışsın. Bu kadar beklemiyordum” deyip yüzü gülmüştü. Sattığım rakamları yakınım bilse beni çiğ çiğ yerdi. Bu da ayrı bir konu.

Sen esnaflığı bilmezsin, bu işlere girme dediğinizi duyar gibiyim. Kırıldım bak. Gördüğünüz gibi bir gün de olsa esnaflık yaptım. Haberiniz olsun.

Yazım uzadı ama birkaç cümleyle de “Pazarlık sünnettir” anlayışına değinmek isterim. Hz Muhammed’in pazarlık yaptığı bilinse de bunu sürekli yapmadığı, bu yüzden pazarlığın sünnet değil, olsa olsa mubah olabileceğini söylüyor Din İşleri Yüksek Kurulu. (Pazarlık yapmak öteden beri alışverişte uygulanagelmiştir. Ancak bu uygulamanın dürüstlük, karşılıklı rıza, hakkaniyet, güvenilir olma gibi ilkeler gözetilerek yapılması gerekir. Rasulullah (s.a.s.)’in (Ebû Dâvûd, Buyû’, 7) ve ashabının (Buhârî, Buyû’, 67, Hiyel, 14; Ebû Dâvûd, Akdiye, 20) alışverişlerde pazarlık yaptığı bilinmekle birlikte bu husus bağlayıcı bir kural haline getirilmemiştir. Bu itibarla alışverişlerde pazarlık yapmak mubahtır. Öte yandan nasıl olsa pazarlık yapılacak diye malın fiyatını fahiş olarak yüksek tutmak dinen uygun bir davranış olmadığı gibi pazarlık sünnet diyerek malın değerini çok aşağıya düşürmek için uğraşmak da uygun değildir.)

17 Ekim 2025 Cuma

Geride Kalan Tek Şey

“Eğer bir şey olmak istiyorsanız,

Doğru ve güzel insan olun.

(Çünkü) o kulvarda pek yarış yok.

Daha fazla “sevgiliye” sahip olmak sizi daha erkeksi yapmaz.

Daha fazla “erkek arkadaş” edinmek sizi daha güzel kılmaz.

Pahalı şeyler sadece ‘ucuz’ insanları çeker.

 Ve bu arada gençlik geçer.

Güzellik de öyle.

 Geride kalan tek şey karakterdir.

Kadınlar, topuklu ayakkabı ve kısa etek giyen herkes olabilir; erkekler, pahalı takım elbiseler ve ayakkabılar giyen herkes olabilir.

Ama aslında gerçek kadınlar ve gerçek erkekler, zihinlerini, ruhlarını ve karakterlerini ‘giyinenlerdir.’

Ne istediklerini bilirler ve asıl zarafetleri tavırlarında gizlidir.

Hayatınızı “ucuz” duygularla harcamayın.

Çocuklarımıza, bir arabanın başarı göstergesi olmadığını ve yürüyerek gitmenin yoksulluk anlamına gelmediğini öğretmeliyiz.” (Robert de Niro*)

*Robert de Niro, birçok filmde rol almış ABD’li bir oyuncu. En iyi erkek ve yardımcı erkek Oscar ödülü aldığı ödüllerden.

Mirasta Paylaşım Sorunumuz (3)

Bir önceki yazımda İslam'ın ortaya koyduğu miras oranlarının sorunu tam çözmediğini, medeni kanunun ortaya koyduğu eşit paylaşımın da sorunu tam çözmediğini ifade etmiştim.

Eşit paylaşım niye sorunu çözmüyor? Çünkü herkes eşit alıyor. Daha ne denebilir. Eşit paylaşımda sorun şurada ortaya çıkıyor. Daha çok dindar ve mütedeyyin olan ailelerde bu sorun ortaya çıkıyor. Ailenin erkek bireyi, "Biz Müslümanız. Allah'ın emrine göre paylaşacağız. Kızlar bir, biz iki alacağız" derken aynı erkek, kızının alacağı mirasta eşit olsun diyebiliyor ya da kız kardeşler, "Tamam, Allah'ın emri öyle. Fakat Allah rıza taksimine bir şey demiyor. Bize eşit verseniz ne olur" diyebiliyor. Bir de kişi ne kadar dindar olursa olsun, paylaşacak mal biraz varsa eşit olsun diyebiliyor ya da erkekler haklarından feragat etmeye yanaşmıyor. Kısaca dindar ve mütedeyyin aileler İslam miras paylaşımı ile medeni kanunun paylaşımı arasında ikilemde kalıyor. 

Miras paylaşımı başka ülkelerde nasıldır bilmem ama bizde hırgür, küskünlük, dargınlık ve kavga eksik olmaz.

Kardeşlerdeki tutkunluk, hasbilik ve fedakarlık da böyle zamanda ortaya çıkar. Değilse iyi günde ve maddi çıkarın olmadığı yerde kardeşler niye kavga etsin. Hatta var mı bizdeki kardeşlik gibisi bile derler.

Şu var ki kardeşlerin gerçek yüzü miras paylaşımında ortaya çıkar. "Sen çok aldın, ona fazla gitti. Sen iyi yerleri aldın. Şöyle olmazsa, eşit olmazsa imza atmam. Biz Müslümanız. İslam'a göre erkek iki kadın bir alır" türünden sözler havada uçuşur.

Paylaşım ister eşit yapılsın ister kadına bir, erkeğe iki şeklinde olsun.

Görünen o ki vereseler miras taksimini İslam'a göre yapsalar da sorun bitmiyor, Medeni Kanuna göre eşit paylaşsalar da sorun çözülmüyor.

Bu dediğim elbette her aile için değil. Çünkü nice aileler miras taksimini karşılıklı anlayış, özveri ve fedakarlık içerisinde çözebiliyor. Ama büyük çoğunluk miras taksiminde sınıfta kalıyor.

Bu sorunun çözümü sanki anne ve babanın hiç miras bırakmamasıyla çözülür. Çünkü böyle bir durumda paylaşacak bir şey olmadığı için hiçbir kardeş beklenti içerisine girmez.

Ölüm hak, miras helal olduğuna, bu mesele aileler arasında sorunu çözmeyi daha da büyüttüğüne göre görünen o ki İslam'ın miras taksimi de devletin eşit paylaşımı da sadra şifa olmuyor. Devlet eşit bölünsün demesine rağmen vereselerin rızaya uygun paylaşımına da izin veriyor. İslam da 1/2 demesine rağmen rıza taksimine ses etmiyor.

Hem İslam'ın hem de Medeni Kanunun oranları ve rıza taksimi doğrudur, yanlıştır demeyeceğim. Diyeceğim şudur ki salt oran sorunu çözmüyor. Teoride çoğunluk bu oranları kabul ederken iş mal paylaşımına gelince, kız kardeş, yok, ben 1/2 paylaşımı kabul etmiyorum. Eşit olacak eşit. Eşit olmazsa imza atmam diyebiliyor. Bunu, istisnalar hariç en Müslüman olanı da yapıyor, kültürel Müslüman olanı da. Eşit paylaşıma da erkek kardeş, niye eşit olacak? İslam şöyle taksim yapmıyor mu diyor.

Bu durumda miras paylaşırken:

İslam'a göre erkek-kız kardeşler arasında 1/2 oranı,

Medeni Kanuna göre kız ve erkeğin eşit alması öne çıkıyor. İslam'ın öngördüğünde eşitlik yok. Medeni Kanunun öngördüğünde ise eşitlik söz konusu. Bu iki oran da yukarıda bahsettiğim gibi sorunu çözmüyor. Çözülse bile kırgınlıklar ve küskünlükler alıp başını gidiyor.

Miras gibi bir paylaşımı salt oranlara indirgemekten ziyade rıza taksimi yani kardeşlerin gönlünden koparak paylaşım yapması en doğru olanı ise de işin içine mal mülk girince maalesef rıza taksimi herkes için geçerli olmuyor.

Bu durumda günümüzde paylaşım nasıl olmalı? Bunun üzerine kafa yormak istiyorum.

Sorunun çözümünde eşitlikçi anlayış ve kız erkek arasındaki eşit olmayan anlayış yerine adil paylaşım esas alınabilir. Eşit paylaşım zaten adil paylaşım diyebilirsiniz. Bence eşit paylaşım adil paylaşım değildir. Toplum yapısının ve işbölümünün değiştiği, herkesin aile bütçesine bir şekil katkı sunduğu günümüzde, yapılacak miras paylaşımları, kız olsun, erkek olsun, kardeşlerin sorumluluğu oranında olmalıdır. Bu tür paylaşımda sorumlulukları eşit olmayan iki erkek kardeş bile eşit almamalı. Kız kardeş en fazla sorumluluğu üstlenmiş ise en fazla almalıdır.

Ne demek istediğimi bir örnekle açıklayayım. Diyelim ki iki erkek kardeş olsun. Bir tanesi gurbette. Yazdan yaza gelip gidiyor. Diğeri ise anne babanın bakım başta olmak üzere her türlü sorumluluğunu üstleniyor. Baba vefat edince, gurbetteki kardeşin gelip eşit paylaşım diye dayatması doğru değil. Burada sorumluluğu üstlenen kardeş eşit paylaşalım dese bile gurbetteki kardeş, “Olur mu ağabey, anne babamın bakımında hep sen vardın. Paylaşım yaparken sen fazla alacaksın diyebilmeli. Orta yerdeki mal biraz fazla olunca böyle diyecek ve fedakarlık yapacak kardeş zor bulunur. Bu durumda bilirkişiye başvurup, bilirkişi sorumlulukları oranında bir oran paylaşımı önermelidir.

Aynı şekilde iki erkek kardeş hiç anne babasına bakmasın. Hep kız çocuğu baksın. Miras paylaşımında kız çocuğu erkek kardeşlerinden fazla pay almalı.

Kısaca, demek istediğim, miras paylaşımında kardeşlerin üstlendiği sorumluluğa göre yani adil paylaşım yapılmalı. İster kız ister erkek olsun. Ben böyle düşünüyorum.

Mirasta Paylaşım Sorunumuz (2)

Bir önceki yazımda İslam miras hukukunun bugün Müslümanların bir yumuşak karnı olduğundan, pek gün yüzüne çıkmasa da alttan alta bir kaynamanın olduğundan, miras paylaşımının, çoğu ailelerde özellikle kız çocuklarında kırgınlıklara sebebiyet verdiğinden bahsetmeye çalışmıştım.

İslam hukuku kadın ve erkek arasında miras paylaşımı yaparken 1/2 oranını belirtmesinin gerekçelerini şöyle sıralayabiliriz:

İslam, kadın erkek arasında 1/2 oranını koyarken her türlü sorumluluğu erkeğe yüklemesinden dolayı bu eşitsizliğin olduğu fıkıhçılar tarafından açıklanır: Kadına yüklenen sorumluluk ev işleri ve çocuk büyütmek. Hatta kadın çocuğunu bile emzirmek zorunda değil. Gerekirse süt anne ister. Diğer her türlü sorumluluğu erkeğe verir. Anne babanın bakımı, görüp gözetilmesi, evin her türlü ihtiyacının karşılanması erkeğin sorumluluğunda. Zaten kadın bir alırken, kocası da iki almak suretiyle yine herkes üç pay almış oluyor, böylece herkes eşit alıyor şeklinde izah yapılır.

Genelde kadın bir, erkek iki alır şeklinde bilinse de İslam miras hukukunda paylaşım, farklı farklıdır. Annenin oranı, eşin oranı bile bellidir ve her biri farklı oranlarda mirastan pay alır. Vereseler arasında erkek yoksa, bir kız varsa malın yarısını, iki ve daha fazla kız var ise mirasın 2/3'ünü alır. Mirasın geri kalanını ise ölen erkek kocanın kardeşleri kendi arasında pay eder. Erkek eş vefat ettiği takdirde, sağ kalan kadın eş eğer çocuğu yoksa mirastan 1/4 oranda pay alır. Ancak vefat eden erkek eşin çocuğu varsa, sağ kalan kadın eşin miras payı 1/8'dir. Gerisini erkeğin kardeşleri kendi aralarında pay eder.

Burada diyebiliriz ki İslam sorumluluğa göre mal paylaşımını öngörmekte.

Kendi içinde mantıklı görünen bu izahlara şöyle eleştiri getirilebilir:

Bugün kadın da erkek de çalışıyor. Her ikisinin de sorumluluğu var. Evin geçiminde kadının da katkısı var. Yine anne baba bakıma muhtaç hale geldiğinde kadın da anne babasına bakıyor. Bu durumda her türlü sorumluluk eşitse kadının erkek kardeşine göre eksik alması durumunu nasıl izah ederiz? Her türlü sorumluluğun eşit olduğu günümüzde bu şekil paylaşım ne derece adalete uygun?

Fıkıhçıların açıkladığı gibi kadın bir, erkek iki alarak durum eşitleniyor izahı da havada kalıyor. Çünkü kimi, medeni hukuka göre paylaşım yapıyor kimi de İslam hukukuna göre yapınca eşitleme olmuyor.

Bir diğer husus açıklama kadının evlenmesi üzerine. Bugün evlenmeyip bekar kalan kadınlar da var. Anne babasıyla birlikte yaşıyor. Belki de anne babanın her türlü sorumluluğunu üstleniyor.

Yine ölen kişinin birinci derece vereseler kız ise mirasın hepsini alamaması, bila veled olan kadının malın 1/4'ünü aldıktan sonra geriye kalan malın erkeğin kardeşleri arasında pay edilmesi de günümüzde izaha muhtaçtır. Ne kadar izah edilse de elinden baba malının bir kısmının alınmasına ya da çocuğu olmayan kadının kocasından kalan tüm malı alamaması günümüzde pek anlaşılamıyor.

Tanıdığım, her ikisi de dindar ve mütedeyyin iki aile var. Birinin üç kızı vardı. Babaları öldü. Amcaları ve babaanneleri de mirasa ortak oldular. Diğeri de çocuğu olmayan bir aile idi. Kocası vefat edince kocasının kardeşleri şeriata göre paylaşım yaptılar. Yalnız paylaşıma rağmen sorun bitmedi. Her iki aile de kırgın ve kızgın. Erkeğin kardeşlerinin mirasa ortak olmasını çökme olarak görmekteler.

Eskisi gibi kardeşlerin işi ortak ya da bir olsa, gelir ve giderleri tek elden giderilse ya da kardeşleri vefat edince onun yetimlerine amcalar baksa, onları görüp gözetse, dersin ki bu paylaşım normal. Ama bugün herkesin evi, barkı, işi, gücü ve kazancı ayrı. Kişinin kazandığında kardeşlerin payı yok. Birinin başına bir şey geldiğinde kolay kolay elinden tutan yok. Bu durumda paylaşım şöyle olacak. Biz buna ortağız demek çok anlaşılır gibi değil.

Burada İslam'ın miras hukukunu eleştirme gibi bir niyetim yok. Bu konuyu ele alırken İslam miras hukuku değişsin, günümüzde yeri yok iddiasında değilim. Yalnız İslam böyle emrediyor, herkesin alacağı oran ayetle ortaya konmuş. Üzerine söz söyleme hakkımız yok demek de bu sorunu çözmüyor. Elde bir sorun var. Bu sorun nasıl aşılır derdindeyim. Unutmayalım ki izah edemediğimiz ve ikna edemediğimiz doğru, doğru değildir.

Burada kimsenin böyle bir sorunu yok. Yok yere ortaya sorun çıkarıyorsun da denebilir. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi müftülüğe gelip fetva soran çokça kadının sorularından biri boşanma üzerine ise diğeri de miras üzerine olduğunu yeri gelmişken tekrar hatırlatayım. Öyle ya sorun yoksa kadınlar müftülüğe gelip niye fetva istesinler.

Bu sorunu ele alma sebebim, bugün sorun gibi duran bu konuyu nasıl aşabiliriz üzerine kafa yormak. Çünkü ayetin indiği zamanki sorumluluklar bugün değişmiş durumda. Ayet herkesin oranını belirttikten sonra "Bunlar Allah'ın sınırları" derken bu oranları alt sınır olarak ele alabilir miyiz ya da sorumluluklar değiştiğine göre oranlar da değişebilir mi üzerine kafa yormaktır. Öyle ya indiği dönemde paylaşımda adaleti esas alan miras paylaşımını, bugünün sorumluluklarını göz önüne alarak sorumluluğa göre yapabilir miyiz? Aile içindeki fertlerin üstlendiği sorumluluğa göre adil bir paylaşım ortaya koymak miras ayetini değiştirmek değil, anlamaktır bana göre. Çünkü toplum yapısı ve şartlar değişmiş ise oranları da şartlara uygun şekilde düşünmek gerek. Tek kıstas, fertlerin yüklendiği sorumluluk olmalı. Sadece kan bağı ya da erkek, kadın olmak miras paylaşımında esas olmamalı diye düşünüyorum.

Medeni kanunun belirlediği gibi kızın ve erkeğin eşit paylaşımı sorunu çözüyor mu? Bu da çözmüyor. Ama en azından eşit bir paylaşım var denebilir. 

Bu durumda sorunları almak için paylaşım nasıl olmalı? Bunu da bir başka yazımda ele almak isterim. 

16 Ekim 2025 Perşembe

Ne Hamarat Kadındı!

Soğan, patates almak için bir markete girdim. Elime bir poşet alıp soğan seçeceğim. Ama ne mümkün. İki kadın da soğan seçiyor. Seçme işini bitirmelerini bekledim. Bitirmek ne mümkün. Terekte ne kadar soğan varsa alt üst ettiler. Alıp alıp bırakıyorlar. Olmayacak böyle deyip az bir boşluk buldum. Ucundan kıyısından ben de doldurmaya başladım.

Yanımdaki kadının yanındakinin soğan seçme dışında bir başka işi daha vardı. Durmadan telefonla konuşuyordu. Benden önce ne zaman soğan işine başladı ne zaman telefonla konuşmaya başladı bilinmez. Sakin sakin konuşmasına bakılınca, bu konuşmanın epeydir devam ettiği anlaşılıyor.

O değilden yan gözle baktım. O da ne! Görüntülü görüşüyor biriyle. Karşıdaki başka bir yerde alışveriş yapıyor olmalı. Almak istediğini canlı canlı buna gösteriyor. Böyle olduğunu da konuşmadan anlıyorum. Hoş, sadece ben değil market önünde kavun, karpuz, soğan ve patates seçen herkes duyuyor. Şunu mu alayım, bunu mu diyordu. Bir gösterdiğinin fiyatını soruyor. 500 diyor karşıdaki. Fiyatı iyiymiş. Rengi de güzel. Tam olur bu dedi bizim soğan arkadaşı. Sonra öbür birini gösterdi. Onun fiyatı 700'müş. Ama onun fiyatı fazlaymış dedi bizim bu taraftaki. Karşıdaki de olsun, varsın. 500'ü veren, 700'ü de verir dedi.

Sanırım, fiyatı 700 olanda karar kıldılar. Bu sefer yıkayınca çeker mi, çekmez mi üzerine konuşmaya devam ettiler.

Sonrasında neye karar verdiler bilmiyorum. Çünkü bizimki soğanı seçti. Seçtiği soğan da iki, üç kilo anca. Oradan ayrılıp başka reyondan başka şeyler almaya yöneldi. Telefonla görüşme yine bitmedi. Giderken yine konuşmaya devam ediyorlardı.

Yanımızdan ayrılırken kimdir, necidir diye o değilden başımı kaldırıp baktım. Bildiğimiz Türk kadınlarından başkası değildi. Herkes gibi bunun da iki eli iki ayağı iki gözü, tek kafası ve on parmağı vardı. Başında örtü, üzerinde manto, gözünde gözlük, bir elinde telefon olduğunu, diğer elinde soğan poşeti olduğunu söylememe gerek yok. Çene ise durmadan çalışıyor. Bu haliyle karşıdaki bir tanıdığının alışverişini de yapıveriyor. Omuzunda da çantası var mıydı bilmiyorum. Şimdiki aklım olsaydı ve bu kadını yazı konusu edineceğimi bilseydim, çantasının da olup olmadığına da bakardım sizler için.

Belli ki görüntülü görüşme kadının alışverişini engellemiyor. Hem kendi alışverişini yapıyor hem görüntülü görüşüyor hem de karşıdakinin alışverişine yardımcı oluyor.

Şapka çıkarırım işte ben buna. On parmağında on marifet derim ben. Ne hamarat kadın böyle maşallah. Daha önce böylesini ne gördüm ne de duydum. Büyük ihtimalle tüm diğer işlerini yaparken de görüntülü telefonunu yapıyordur. Öyle ya bir başka işini engellemiyorsa niye yapmasın. Allah vermiş de vermiş buna her türlü marifeti. Bu marifeti kullanmazsa hünerlerinin hakkını vermemiş olurdu.

Bu kadını ve üzerinde sayamadığım maharetlerinin bir kısmını bizzat görünce diğer çoğu kadına hayıflandım. Keşke diğerleri de böyle olsaydı dedim. Çünkü çoğu, bir işi yaparken diğer işi ihmal eder. En azından telefonla görüntülü görüşürken bir başka iş ile uğraşmaz. Tüm eforunu görüntülü görüşmeye verir. Çoğu da görüntülü görüşürken ikisi birden konuştuğu için ne konuşacaklarını şaşırırlar. Halbuki bu anlattığım gibi bu konuda çok tecrübeliydi.

Öyle zannediyorum, bunca hünerinden dolayı bu kadının kocası çok şanslı. Eşinizde de böyle maharet varsa, bilin ki siz de yaşadınız demektir. İnanın sırtınız yere gelmez, hiçbir işiniz aksamaz. Yok, eşiniz böyle değil mi? Bahtınıza yanın. Ben mi? Sormayın. Biz bir işi yaparken diğer işi yapmayız. Tek yaptığımız işe odaklanırız. Birini bitirir, diğerine geçeriz. Ah kaderim vah kaderim!... 

15 Ekim 2025 Çarşamba

Enişteli Hayat

Aile meselesi. Yazmayayım yazmayayım diyorum ama kendimi tutamıyorum. Ne de olsa dilimin kemiği yok. Ağza geleni söylemem lazım. Hoşuma gitmese de ne edeyim ki ben buyum.

Ben ne kadar ilgi göstersem, kendisiyle görüşmek ve aile olmak için kaynaşmak istesem de eniştem bana hep mesafeli durdu.

Mesafeli dursa yine iyi. Ne zaman zorunlu bir görüşmemiz olsa ağzına geleni söyler bana. Hem de herkesin içinde. Her hakaretine hakaretle verilecek cevabım olsa da onca hakaretine rağmen susarım. Ne de olsa eniştemiz. Kızımız var o evde.

Sustuğum gibi saygıda kusur etmem. Ablamla o kadar yıldır evli. Daha evime siftahı yok. Hep ben giderim ona.

Ne zaman ki evine gitsem ya da bir yerde karşılaşsak adeta el üstünde tutarım. Ben el üstünde tutarken o bana hakareti hiç eksik etmez. Adeta üç öğün yemek gibi hakaretini sayar bana. Hakaretin bini bir lira etmese de açtı mı ağzını, sayar da sayar: Aptal der, akılsız der. Daha neler der neler... Aptal ve akılsız görmesine rağmen bana akıl vermekten de geri kalmaz. En sonunda akıllı ol der hep. Ne de olsa bende akıl yok. Bir akıl onda var.

Ben sustukça o şımarır, coştukça coşar. Susmam ona hep cesaret verir. Sanır ki haklı olduğu için susuyorum. Halbuki ablam var o evde. Benim cevap vermem, ablamın huzursuz olması demek. Ona cevap vermemem, susmam, saygıda kusur etmemem hep bundan. Ne de olsa enişte demek devlet demektir. Devlete ise karşı gelinmez, boyun eğilir.

Ne zamanki evine kabul etse hakaret yiyeceğimi bile bile koşa koşa giderim. Çünkü gitmemek olmaz, gitsem de olmaz ama ne edersin ki kızımız var, ocağına düştüm. Elim mahkum gitmeye.

Evim de uzak. Özellikle bunu ben istedim. Çünkü ne kadar uzak olursam kâr diye düşündüm.

Eniştem, nazarımda kötü olmaya kötü. Ama hakkını yemeyeyim. Her zaman kötü değil. Bazı zamanlar olur ki eniştemin keyfine diyecek olmaz. Böylesi zamanlarda bana övgünün sınırı yok. Över de över. Güya benim gibisi yokmuş. Kayın biraderlerin bir tanesiymişim. Var mı benim kayın birader gibisi? Bir kayın bin koyun edermişim.

O beni överken ben de hem yamışır hem de mayışırım. Ağzım açık dinlerim onu. Ağzım kulaklarıma varır. Hele benim kayın gibi zekisi yok demesi yok mu? Vay be! Ben neymişim de haberim yokmuş. Ramazan kıymetini bil. Geç de olsa enişten senin kıymetini anladı. Sen kendinin değerinden habersizsin derim.

Böylesi övgülerde de hiç konuşmam. Onu tasdiklemek için bile hı hı demem. Can kulağıyla eniştemi dinlerim. Çünkü ne zaman araya gitmeye kalksam, övgüler dönüverir sövgüye.

Övgü seanslarında saygıyı da ihmal etmez eniştem. En üst seviyede ağırlar beni. İzzet ve ikramını esirgemez. Hele yemek için masaya geçerken oturacağım sandalyeyi bir çekişi var ki görülmeye değer. Böylesi durumlarda dünyanın en değerli insanı görürüm kendimi. Biz ne güzel aileyiz, var mı bizim gibi böyle aile derim içimden.

Böylesi ilgi ve iltifatların ardından evin yolunu tutarken sevinçten ayaklarım yere basmaz. Adeta uçacak gibi olurum. Ama sevincim fazla uzun sürmez. Çünkü konutunda eniştemin ardından, yolda hanım alır sazı eline. Ben araba sürerken o makineli tüfek gibi sayar da sayar: Enişten seni niye övdü biliyor musun? Bu kadar övgünün altından ne çıkacak, hiçbir şey sezmedin mi? Bayram değil, seyran değil, bu akşam enişten seni niye öptü diye düşünmedin mi? Ah benim akılsız kocam ah. Ne zaman akıllanacaksın sen. Ömrün böyle öpülmekle mi geçecek der.

Ulan avrat, sus artık. Yiye başlama. Benim de mutluluğa ihtiyacım var. Kıskanma yine. Bak ne güzel övdü. Bunlar da benim hoşuma gitti. Kocam, eniştesinin yanında ilgi, iltifat ve saygı gördü diyeceğine, şu dediklerine bak diyorum.

Ama gel de bunu hanıma anlat. Ulan bu hanım beni kıskanıyor galiba diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

Hanımın çenesi sadece övgü aldığım zamanlarda açılmaz. Eniştemden hakaret yediğim zamanlarda da makineli tüfek gibi yine yolda konuşur: Vay benim akılsız kocam vay! Adam sana her türlü hakareti yaptı. Yine her zamanki gibi dilini yuttun. Eniştenin yanında kuzu kesilirsin, benim yanımda aslana dönüşürsün. Senin gücün anca bana yeter. Utanıyorum senden. Bu kaçıncı böyle. Söyler misin bana, sen hangisisin? Akıllı mısın, zeki mi, aptal mı? Adam bir görüşmende sana aptal diyor, öbüründe seni göklere çıkarıyor. Sahi hangisisin sen. Söyle de ben de ne olduğunu bileyim.

Sahi hangisiyim ben?

Sus avrat, bak senin yüzünden kaza yapacağım. Gece gece dellendirme beni. Araba sürüyorum gördüğün gibi derim.

Derim ama hanım haklıydı. Çünkü ömrüm eniştemden hakaret yemekle geçti. Ne zaman hakaret ettiyse bana hep ceza kesti. Ne zamanki övdüyse, bana hep satış yaptı. Çünkü eniştem iyi bir satıcı iyi bir tüccar. Bir malı kime, nasıl ve kaça satacağını iyi bilir. Ne zaman beni övmeye başlamışsa ben de bilirim bu övgünün ardından gelmekte olanı. Eyvah derim ama yapacak bir şey yok. İhtiyacım olmamasına rağmen övgünün ardından kayın oğlan sana şunu, şu fiyata yazdım. Bu da sana. Başkasına olmaz. Son sözüm budur. Alışveriş bitmiştir diyerek son noktayı koyar. Bu kadar övgünün ardından kestiğini yerim. Nedense ilk ve son sözü hep o söyler. Ne de olsa enişte. Bilirim, eniştenin sözünün üzerine söz söylenmez.

Hanım, bana sanki ihtiyacın mı vardı da aldın der yine yolda. Hanım, bu işleri sen anlamazsın. Elinin hamuruyla erkeğin işine karışma. Bugün ihtiyaç değilse, yarın ihtiyaç olur. Evde fazlaca olmasının ne zararı var. Sonra sen ticaretten ne anlarsın? Bu işler çarşı, pazardan incik boncuk almana benzemez. Böyle ticaret yapacaksın ki ilişkileri iyi tutacaksın. Ticareti çeşitlendireceksin.

İlla mahalle bakkalından almak zorunda değilim desem de hanım yine haklıydı. Ama ne edersin ki elim mahkum enişteye. Ne de olsa kızımız var o evde. Enişte dediğin dış kapının mandalı olsa da evin içine, dışına, ailenin her şeyine burnunu sokar. Sen de burnunu çeke çeke he dersin. Bu dünyanın kaderi bu. Daha doğrusu benim kaderim bu. Elimden başka da bir şey gelmez. Dediğim gibi hanım haklı ama alacağı yok. Çünkü hanıma gücüm yeter de enişteye gücüm yetmez. O yüzden övgüsüne de eyvallah, sövgüsüne de.

Oh be! Yazdım da rahatladım. Hanım, bu yazdıklarıma da kızacak, aile meselesini de yazmışsın diyecek ama yapılacak bir şey yok. Çünkü içime ata ata nice dertlere maruz kalacaktım. Umarım, hanım bu yazımı okumaz. Okursa, bu yaştan sonra bir de aile faciası yaşamak istemiyorum. Eniştem mi? Eniştem yazımı okur okumaya ama haberi yokmuş gibi davranmayı iyi bilir. Sadece zamanı var, zamanı gelince hesabını sorarım diye bir kenara not eder. Aman yazarsa yazsın. Canımı alacak değil ya. Kestiğini bugüne kadar yedim yine yemeye devam ederim hem de bıkmadan ve usanmadan.

Not: Yazı hayal ürünüdür. Yazının eniştelerle yakından, uzaktan bir alakası yoktur. Yazı baştan sonra ironi içermektedir. Yazıda geçen enişte, "Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü" sözünden mülhemdir. 

14 Ekim 2025 Salı

Gazze Harap Olduktan Sonra

7 Ekim 2023 tarihinde başlayan İsrail- Gazze savaşı iki yılın ardından ateşkesle sonuçlandı.

Bu zaman zarfında 20’i çocuk olmak üzere 67 binden fazla Gazzeli öldü.

170 bin yaralı var.

Gazze’nin yüzde 80’i yıkıldı, oturulamaz durumda.

Hamas’ın önemli liderleri öldürüldü.

İki yıl boyunca 2,5 milyona yakın Gazzeli açlığa ve ölüme terk edildi.

Gazzeli bombalar içerisinde yaşadı, eğer buna yaşamak denirse.

Ateşkese rağmen İsrail yine beş Gazzeliyi öldürdü.

Ateşkes maddelerine bakıyorum. Gazzelinin lehine eme yarar doğru dürüst madde yok.

Tek sevincimiz Gazzeli bir nebze de olsa nefes alacak. İsrail’in izin verdiği oranda dışarıdan gıda desteği alabilecek.

Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) özel temsilcisi, “Gazze’de kaldırılmayı bekleyen moloz miktarının 55 milyon ton olduğunu, Gazze’nin yeniden imarı için tahminen 70 milyar ABD dolarına ihtiyaç duyulacağını” açıkladı.

Kısaca iki yılın ardından Gazze yerle bir. Ateşkes devam ederse, Gazze’nin yeniden imar edileceğinin kaç yıl süreceğini düşünmek lazım.

Gazze’nin yeniden imarı da öyle zannediyorum, başka ülkeler ve yardımlarla olacak.

En çok zoruma giden de her şey Gazzelinin aleyhine. Maalesef şu an ki hali iki yıl öncesinden daha kötü. Çünkü iki yıl öncesinde en azından Gazzelinin başını sokacağı bir evi vardı.

Gazzeli hiçbir şey kazanmadığına göre iki yıldır bu savaş niye devam etti? Gazze baştan sona harap olduktan sonra ve İsrail bedel ödemeden ben bu ateşkes anlaşmasını ne yapayım?

Ateşkes anlaşmasının maddelerinden birinin, “Gazze’nin yeniden imar işini İsrail üstlenecektir” olmasını isterdim. Çünkü Gazze’yi yerle bir eden İsrail.

Üstelik İsrail Başbakanı Netenyahu’nun savaş suçu işlediğine dair Uluslararası Ceza Mahkemesinin tutuklama kararı var. Hoş, bu karar da uygulanmıyor. Bu karara istinaden İsrail, öldürdüğü her Gazzeli için tazminata mahkum edilmesi gerekirdi.

Heyhat ki heyhat... Ben de çok şey istiyorum saf saf. Öyle ya her şey güçlünün lehine olur. Garibanın bu dünyada yüzü gülmez ve söz hakkı olmaz. Dünyanın adaleti bu maalesef. Çünkü güçlülerin adaleti hakim. Onlar ne kadar adalet bahşederlerse onunla yetinmek zorunda mazlumlar. İçine tüküreyim böylesi adaletin ben.

Hava da Benim, Duyarlılık da

Bazen şöyle düşünüyorum. Paraya kıyayım. İyi bir cep telefonu alayım. Markası da İPhone olsun.

Oldu olacak, bakkal ya da markete gireyim. Bir de Marlbroo alayım. Cebime koyayım. 

Sonra çarşıya, eş dostun yanına gideyim. 

Onların yanında o değilden cep telefonunu çıkarayım. 

Gören desin ki "Ooo, hayırlı olsun. Kaça aldın". 
Onlara bir servet ödedim diyeyim. 

Bu arada havası başka oluyor. 

Bu kadar hava yeterli mi? Oldu olacak. Biraz daha hava olsun. Sonra fazla havanın ne zararı olacak? Öyle değil mi? 

Az sonra elimi yine cebe atayım. Marlboro'yı çıkarayım. Yakabilir miyim diyeyim. Olur dediler. Bu onayı aldıktan sonra içen var mı diye şöyle uzatayım. 

Hem içelim hem de efkarlanalım. Ardından "Ulan şu gavurların ne telefonunu kullanmak ne de sigarasını içmek lazım. Ama adı üzerinde gavur ama bir şeyin en iyisini yapıyorlar. Sayelerinde ciğerlerimiz bayram ediyor. 

Az sonra ziyaret ettiğim kişi ne içersiniz desin. Az önce çay içtik ya diyeyim. O da çayın dışında başka bir şey içebiliriz desin. Ne var içecek diyeyim. İstediğin her şey var. Hatta Kola bile var. İkram edebilirim desin. 

Kola'yı duyunca, yoo, o kadar da değil. Kola içmem. Çünkü Kola'yı boykot ediyorum diyeyim. 

O da bana dünyanın parasını vererek ABD'nin telefonunu alıyor ve kullanıyorsun. En pahalı sigaradan biri olan sigarasını içiyorsun. İş Kola'ya gelince, boykot ediyorum de. Bu ne yaman çelişki böyle desin. 

Ben de tarafımı da belli etmeyeyim mi diyerek taşı gediğine koyayım. Onun ağzının payını vereyim. 

Sonra da "Sen İsrail tarafını tutuyorsun" diyerek müsaade alıp çıkayım. Bir daha da Kola duyarlılığı göstermeyen bu kişiyi ziyarete gelmeyeyim. 

Ne dersiniz bilmem ama bu konuda hâlâ düşünce safhasındayım. Yapar mıyım, yapmaz mıyım? Yaparsam ne zaman yaparım bilmem. Böyle yapınca millet nasıl karşılar, bunu da bilmem. Şu var ki hava atmak kadar duyarlı olmak da var. Bu da hayatın bir cilvesi. 

Sosyal Devletin Neresindeyiz?

Avrupa’da yaşayanlarla karşılaştığım zaman sorarım. Avrupa’da dilencilik var mı, yardımlaşma oluyor mu diye. “Dilenci olmaz. Yardımlaşma da yoktur. Çünkü kişinin aldığı maaş yeterli değilse, ilgili kişi bulunduğu yerin belediyesine müracaat eder. Belediye o kişilerin kirasının bir kısmını, elektrik, telefon, doğal gaz faturasını öder. Kişilerin durumuna göre belediye ya hepsini ya da bir kısmını karşılar” cevabını kaç kişiden birden aldım.

Elbette her belediyeye müracaat edene ilgili belediye yardım etmiyordur. Mutlaka o kişinin geliri ve gideri incelenir. Aldığı maaşın yeterli olmadığı ortaya çıkarsa, faturaları üstleniyordur.

Üç haftalığına oğlan Avrupa’nın 6 ülkesini gezdi geldi. Ona da dilenci gördün mü dedim. “Görmedim. Yalnız bir iki ülkenin bazı yörelerinde gizli gizli isteyen tek tük kişiler gördüm” dedi.

Hem gurbetçilerin hem de oğlanın anlatımından, Avrupa’nın sosyal devletin gereğini yerine getirdiği kanaatine vardım. Belki bazılarınız özenti diyecek ama Avrupa’nın bu durumuna gıpta ettim.

Bu durum niye bizde olmasın dedim. Ne de olsa biz de sosyal devletiz. Bu durum Anayasa ile garanti altına alınmış. Devlet Anayasanın bu amir hükmünü ne derece yerine getiriyor bilmiyorum. Ama bu ülkenin cadde, pazar, sokak, park, bahçe, iş yeri, cuma namazı çıkışı cami önlerinde, şurada, burada hep dilenen insanlar görünce, devletin sosyal devlet gereğini tam yerine getirmediğine bir örnek olsa gerek.

Her bir yerde dilenen dilenene. Market içlerine girdi dilenenler. Kasada ödeme yapan birinin yanına gelip “Ben de şunu alsam öder misin” diyenler bile var.

Ülkenin her bir yerinde bu kadar dilenen insanın olması, öyle görünüyor ki devlet, sosyal devlet olmanın gereğini ve sorumluluğunu vatandaşa havale etmiş. Adeta “Ey ihtiyaç sahibi muhtaç vatandaşım, bu millet hayırseverdir. Geçimini sağlayamıyorsan, iste. Bu millet isteyeni geri çevirmez. Az, çok verir. Sen de işini böylece çıkarırsın” diyor. Ha bu demek değildir ki devlet hiç vermiyor. Belediye, kaymakamlık, vakıf ve dernekler aracılığıyla harçlık mesabesinde yardım yapılıyor. Ama bunun yeterli olması mümkün değil. Üstünü de dilenen kimsenin ya da insanımızın maharetine bırakıyor.

İhtiyacı olan ihtiyacı kadar dilense, buna da gam yemeyeceğim. Dilenmeye bir başlayınca, baktı ki işler iyi gidiyor. Dilenciliği meslek haline getiriyor bazıları. Nasılsa kimsin, necisin diyen yok.

Ya muhtaç olduğu halde isteyemeyen ve dilenemeyen ne yapacak? Bu durumda olan insan sayısı da az değil. İnanın, ölseler asla dilencilik yapmazlar.

Şu bir gerçek ki bu toplumda sosyal adalet dengesinde bir denge yok. Zenginimiz çok zengin. Fakirimiz de çok fakir. Zengin paraya para demezken fakir de evine ekmek götürmek ve ay sonunu getirmek için çabalayıp duruyor.

Zenginimizin hepsi olmasa da bir kısmı zekât, fitre ve sadakalarıyla tanıdığı ve bildiği fakirleri desteklemeye çalışıyor.

Kimimiz, ülkede ve akrabaları arasında ihtiyaç sahibi olduğunu ve yardımda en önce yakından başlanması gerektiğini bildiği halde zekât ve sadakasını yurtdışına, özellikle Afrika’daki fakirlere, yardım kuruluşları eliyle gönderiyor.

Evine et götüremeyen fakirimiz olduğu halde nicedir kurban bağışları belki de sudan ucuz olduğu için yine cemaat, vakıf ve dernekler aracılığıyla yurtdışına gönderiliyor.

Yine belli ortamlarda ihtiyaç sahibi birinin ihtiyacını karşılamak için birinin aracılık etmesiyle yardım toplandığı da bir vakıa.

Camilerde sergi zaten beş vakit namaz gibi sanki Allah’ın emri oldu. Cuma sonraları sergi açmak vakayıadiyeden oldu. Kah Kur’an kursu öğrencilerinin ihtiyaçlarını ve giderlerini karşılamak kah üniversitede okuyan öğrencilere burs vermek kah cami ve Kur’an kursu yapım ve onarım kah şuraya yardım gerekçesiyle aşağı yukarı her cuma sergi açılır oldu. Bir önceki başkan zamanında cuma sonrası yardım pek es geçmedi. Yeni başkanın ilk haftasında yardım toplanmadı. Bakalım yeni başkanın yardım sergisi konusunda tasarrufu ne şekilde olacak, bunu da yakın zamanda öğreniriz.

Yardım toplayan ve yardım yapan değişik isimlerde bol miktarda vakıf, dernek var. Hem yurtdışı hem yurtiçi faaliyetlerde bulunuyorlar.

Deprem vb. doğal afet olur, devlet de bir taraftan yardım toplama yoluna gider. Hoş, devlet öncülük yapmasa da deprem gibi durumlarda insanımız elinden gelen yardımı arkasına koymaz.

Maaş anlaşması sonucu hesabına üç beş kuruş promosyon anlaşması geçeceği anlaşılır. Hemen “Hocam, kullanmayacaksanız, bir ihtiyaç sahibi var. Ona verebilirsiniz” diye daha promosyonu almadan alt yapıyı oluşturan insanımız da var.

Hasılı, içimiz dışımız yardım toplamak, yardım vermek, yardıma aracılık etmek dense yeridir. Bir ülkede aynı amaca hizmet eden bu kadar yardım kuruluşunu çok sağlıklı görmüyorum. Cadde, sokak her bir yerde dilenen insanları görünce içim gidiyor. Nerede bu devlet diyorum. Oturduğun bir yerde, “Bir tanıdığım var. İhtiyaç sahibi. Zekatınızı, fitrenizi verebilirsiniz” şeklinde aracılık yapanları gördükçe aracılıklarını takdir etmekle beraber ülke insanının bu şekilde yardımla geçinmesini işitmek zoruma gidiyor.

Vali ile yaptığı bir toplantı sonrası üniversite kazanan bir öğrencisi için validen burs ve kalacak yer isteyen okul müdür yardımcısını da hatırlıyorsunuz. Vali hemen el koymuştu bu işe. Bu hareketleriyle hem vali hem de öğretmen vatandaş nezdinde takdir topladı.

Yardımlaşmak güzel. Bir ihtiyaç sahibinin ihtiyacına destek olmak güzel. Çünkü bir şey paylaştıkça güzel olur. Bu konuda vatandaşın hamiyetperverliği takdire şayan. Bir şekilde muhtaca az veya çok derman olmaya çalışıyor.

Vatandaşın yardımseverliğini takdir etmekle beraber Anayasasında sosyal devlet olan devletimiz sosyal devletin neresinde? Tüm bu yardım, dilenme, isteme ve yardımlaşma örneklerini görünce, öyle görünüyor ki sosyal devlet olan devletimiz vatandaşı kendi haline bırakmış. Ülkenin hamiyetperver insanları bunları görür, gözetir. Benim yapmam gereken sosyal devlet görevini insanımız yerine getirir demek suretiyle vatandaşı yine vatandaşına havale etmiş görünüyor. Kısaca devlet bu görevini yapmıyor, belki de yapmak istemiyor belki de yapamıyor.

Bence istemek, dilenmek, birinin ihtiyacını gidermek için birilerinin kapısını çalmak kadar zor bir şey yok. Devlet bu görevini yapmayınca birileri aracılık ediyor, birileri dilenciliğe yöneliyor. Aşağı yukarı her türlü ihtiyaç vatandaş eliyle giderilmeye çalışılıyor.

Bu tür yardımlaşma, sadaka devleti, sadaka ülkesi ve sadaka insanı olduğumuzun ve sosyal devlet olamayışımızın bir göstergesi. Ne yapıp ne edip devlet sosyal devlet olduğunu hatırlamalı ve gereği için ne yapılması gerekiyorsa alt yapıyı oluşturmalı. Vatandaş ihtiyacını devlet eliyle karşılamalı. Vatandaş eliyle birilerinin yardım ve hasenatıyla geçinen insanların onurunu da düşünmek lazım. İhtiyacı devlet eliyle karşılanan vatandaşın başı dik olur ama eş dost aracılığı ve onların yardımıyla geçimini sağlayan kişilerin boynu bükük olur, onurları zedelenir. Tabiat boşluk kabul etmez. İşte bu boşlukları devlet doldurmalı. Vatandaşını namerde muhtaç etmemeli.

Bunu tespit yani muhtaçları tespit zor olmasa gerek. Vatandaşlık numarasıyla her bir vatandaşın geliri belli. Ülkenin asgari geçim miktarı da belli. Kimin geliri asgari giderini karşılamıyorsa, bu kişi bakıma muhtaç demektir. Vatandaş devlete başvurmadan devlet vatandaşına ulaşmalı. Senin şu şu ihtiyaçlarını ben karşılayacağım demeli. Vatandaşa destek olma konusunda devlet adaleti öncelemeli, eşitliği değil. Mesela doğal gaz ve elektriğe devlet desteği veriyor. Bu desteği zengin, fakir demeden herkese veriyor. Bu olmaz. Yine okul kitaplarını ayrım yapmaksızın her öğrenciye ücretsiz veriyor. Devletin bu eşitlikçi anlayışı zulümdür. Geliri giderini karşılamayanın kitabını karşılar, diğerlerinden ücretini alır. Yine ÖTV ve KDV dediğimiz dolaylı vergi her vatandaştan aynı oranda alınıyor. Bu da zulümdür. Halbuki yardıma muhtaç, yardım alan kimsenin ödediği oranla zenginin ödediği oran aynı olmamalı.

Devletin yapacağı çok iş var. İlk önce cadde, pazarda dilencilik yapanlara el atmalı. İhtiyaç sahibi ise ihtiyaçlarını dilenmeye ihtiyaç hissetmeyecek şekilde karşılamalı. Meslek haline getirenlere yaptırım uygulamalı.

Camilerde sergi işine son noktayı koymalı. Cami, kurs vb. yerlerin her türlü ihtiyaçlarını gidermek için ödenek ayırma imkanı yok ise gerekirse, inanç, din, cami adı altında vergi koymalı. Bu vergiyi sadece Müslümanlar vermeli. Cami, kurs yapım, onarım ve diğer ihtiyaçlar bu vergi aracılığıyla karşılanmalı. Gerekirse zekât fonu adı altında Diyanet bünyesinde bir fon kurulmalı. Zekata tabi Müslümanlar bu fona zekatlarını vermeli. Verilen bu zekatları vergiden düşmeli. Bu toplanan zekât, sadaka da tek elden toplamalı ve komisyon nezaretinde yerli yerince kullanılmalı.

İsterim ki her türlü yardım kayıt altına alınmalı. Kim, nereden, ne kadar faydalanıyor belli olmalı. Devlet kurumları aracılığıyla kimlerin muhtaç olduğunu belirledikten sonra tek elden sağlıklı bir şekilde harcamalı. Her türlü yardım dijital ortama aktarılmalı. Ülkenin yardım kaynakları yerli yerince kullanılmalı.

Kısaca ülkem sadaka devleti, sadaka ülkesi olmasın. Hiçbir vatandaş yardım gelecek düşüncesiyle başkasından bir şey beklemesin. Her şeyi devlet eliyle giderilsin. Sanırım sosyal devlet denilen bu olsa gerek.

Devlete yön verenlerden sosyal devlet olmanın gerekliliği istemek vatandaş olarak hakkımız. Çok geç kaldık. Yine de nereden başlanırsa kâr diye düşünüyorum.