Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Temmuz, 2021 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Köpeklerle Dansım *

Salgın nedeniyle salonlarda düğünler yapılamayınca, düğün salonları derin bir sessizliğe bürünmüştü. 1 Temmuzdan itibaren yasakların kalkmasıyla birlikte ötelenen düğünler, bir bir yapılmaya başladı. Böylece düğün salonlarının da yüzü güldü. Kurban Bayramının hemen akabinde işte böyle düğünlerden birine de ben davetliydim. Düğünün yapılacağı salon da Hatıp Caddesi üzerinde sağlı sollu salonlardan biri. Salonu pek aramadım. Çünkü km’lerce öteden, sesi sonuna kadar açılmış müzikler kulağına kadar gelince, sesin geldiği tarafa doğru yol alsan, elinle koymuş gibi salonları bulabiliyorsun. Buralarda tek yapacağın, gideceğin salon solda mı, sağda mı, iki metre ötede mi, beride mi? Bunu da sağı solu göz gezdirerek hallediyorsun. Arabayı uygun bir yere park ettikten sonra düğün salonunun bahçesine geçtik. Boş masalardan kenar ve köşede olan birine oturduk. İcabette geciktiğim düğün, ben geldikten bir 15 dakika sonra mutlu çiftin yukarıdan görünmesiyle birlikte yapılan anonsla başladı. Ge

Yalancı Bahar ve Sahici Bahar *

1994 ve 2001 ekonomik krizlerini gördüm. Krizin etkilerini derinden hissettim. Her ikisinde de hayat pahalılığı alıp başını gitmişti. Bugün aldığım bir ürünün fiyatını, ikinci gelişimde keşke aynı fiyata alabilsem derdim. Baktığım bir ürünü almak istemesem, pişman olursun, yarın aynı fiyata alamazsın, derdi esnaf. Ben böyle sıkıntı çekerken, esnaflık yapan bir tanıdığım, bu süreçte deli para kazandım dedi bir görüşmemizde.  Aynı çizgide devam eden bir siyasi görüşüm olmasına rağmen insanların çektiği sıkıntıları görünce, daha ufukta seçim yokken şunları söyledim: "Bundan sonra oyum, bugünkü aldığım bir ürünü yarın aynı fiyata alabileceğim bir ortamı sağlayacak yani hayat pahalılığını durduracak bir siyasi parti olursa, istersen ateist olsun, oyum onadır" demiştim. 2002 yılındaki seçimlere, ekonomik kriz damgasını vurdu. Seçmen ekonomik krizde dahli olan partileri sandığa gömdü. Yeni kurulmasına rağmen AK Partiyi tek başına iktidara getirdi. Ülkede siyasi istikrar sağlandı

Erkekler, Bu Görevinizi Biliyor muydunuz? *

Bir derdim var. Bunu sizinle paylaşsam mı, paylaşmasam mı diye düşünmüyor değilim. En iyisi paylaşayım gitsin. Paylaşırsam derdim azalmış olur belki. Derdimi zorlama bir bilmeceyle açayım: Marketten aldım beş poşet, dışarı götürdüm yirmi poşet. Bilin bakalım bu nedir? Dışarı bir şey götürmüyorsanız, nereden bileceksiniz. Ancak benim gibi eşekten düşenler bilir: Çöp efendim çöp. Günübirlik markete giden biri değilim. Bazen haftada bir veya on günde bir giderim. Marketin hiç sağına soluna bakmadan listede olan temel ihtiyaçlarımı alır çıkarım. Ödemeyi yapıp aldıklarımı mutfağa çekince derin bir oh çekerim. Derin oh çekmem uzun sürmüyor. Çünkü ne zaman dışarı çıksam -ki günlük çıkmasam olmaz- bunu giderken çöpe atıver ya da dışarıya poşet koydum, onu da götürüver, talimatı alırım. Poşette ne olabilir diye hep merak ederim. Fakat içini açma imkanım bugüne kadar hiç olmadı. Zira poşetin içinde bir belki de iki poşet. Ağzı da bir güzel bağlanmıştır. Deri sarar gibi desem, mesele anlaşılm

Vekilin Vekili ya da Suyunun Suyu

Bugün vekilin vekili oldum. Ne demek vekilin vekili derseniz, suyunun suyu gibi bir şey. Öyle ya, suyunun suyu olur da vekilin vekili olmaz mı? Dığdığının dığdığı anlayacağınız. İsterseniz vekilin vekili durumuma geçmeden size suyunun suyu fıkrasını bir hatırlatayım: Nasrettin Hoca’ya biri bir tavşan getirir. Hediyesiyle gelen misafiri Hoca, evinde misafir eder, izzet ve ikramda bulunur. Haftası geçtikten sonra aynı misafir tekrar gelir ve “Geçen hafta tavşan getiren köylüyüm,” der. Eve buyur eden Hoca, misafirin önüne tavşan suyundan yapılmış bir çorba koyar. Aradan birkaç gün geçtikten sonra üç köylü Hoca’nın kapısını çalar. Biz, sana tavşan getiren köylünün komşularıyız, derler. Hoca bunlara da tavşan suyundan yapılmış çorba ikram eder. Ardından birkaç gün sonra Hoca’nın kapısı yine çalınır. Gelenler “Sana geçen haftalarda tavşan getiren köylünün komşusunun komşularıyız” şeklinde kendilerini tanıtırlar. Misafirleri içeri alan Hoca, önlerine bir tas su koyar. Misafirler bu ne

Gedikliler *

Çarşıda esnaflık yapan bir arkadaşım var. Birkaç ayda bir gelip geçerken yanına uğrar, ayaküstü çaylarımızı yudumlarız. Niye ayaküstü? Çünkü dükkan o kadar küçük ki kendinden başka bir kişinin oturması çok uygun değil. Sıkışıp oturmaya kalksan bile bir müşteri geldi mi, müşteri rahat alışveriş yapsın diye dükkanı boşaltmak lazım. Çünkü esnafın velinimetidir müşteri. Üç beş kuruş kazanmak için sabahtan akşama bu tekkesini bekler. Bu dükkana her geldiğimde arkadaşımdan daha yaşlı, yaşını başını almış birini dükkanın içinde oturur görürüm. Bir gün o değilden, burada çalışan mısın, dedim. “Yok, ben çalışan değilim, buraya her gün uğrarım” dedi. Ben de hep burada oturur görünce seni burada çalışıyor sandım dedim. Sonraki bir gittiğimde arkadaşım, “Geçen geldiğinde burada mı çalışıyorsun dediğin kimse vardı ya” dedi. Evet dedim. “İşte o, her gün benim dükkana uğrar. Saatlerce oturur oturur gider. Bir gün evine tamirci gelecekmiş. ‘Bugün gelemeyeceğim’ diye telefon açtı” dedi. Ben de maşa

U Dönüşü Yönünden Siyasiler *

“Karayollarında taşıtla belli bir doğrultuda giderken U harfi biçiminde dönerek geldiği yöne gidişe” U dönüşü deniyor. Bir yola yanlış girmişsek ya da gideceğimiz yer, yolun karşısında kalmışsa bu U dönüşlerini kullanırız ve bu dönüşler gerçekten bir nimettir. Değilse git babam git. Şehir içinde çoğu kavşaklarda bu U dönüş işareti, kırmızı daire içine alınmış ve üzerinde kırmızı tek çizgi varsa bu kavşakta U dönüşü yasak demektir. Bu durumda çaresiz gideceksin. Nereye kadar? Nerede U dönüşüne izin verilmişse ta oradan dönüp geleceksin. Bu da km’lerce yol demektir. Her ne kadar U dönüşleri bir nimet olsa da bazı kavşaklar var ki buralarda U dönüşüne izin vermemek de bir nimettir. Çünkü U dönüşü yapan bir araç karşı yoldan gelen trafiği tehlikeye atabiliyor ya da araç geçişine 10 saniye izin verilmiş bir kavşakta bir aracın U dönüşü yapmaya kalkması, arkadaki araçların ikinci bir ışığa yakalanması demektir. U dönüşü yasak olmasına rağmen yasağı dinlemeyip dönmeye kalkan araçlar, çoğu zam

Uyku ve İstirahat Bir Nimettir *

Doktorluk gibi bazı meslek grupları vardır ki diğer bazı meslek gruplarına göre hem okuması hem de iş hayatına atıldıktan sonra çalışma şartları daha zor ve risklidir. Buna rağmen hem daha kolay iş bulunması hem maaşının iyi olması hem de toplumdaki statüsü yönüyle doktorluk, tercih edilen gözde mesleklerin başında gelir. Vatandaş olarak çoğu zaman hekimlerle ilgili, “Adam gibi muayene etmedi. Muayene ederken yüzüme bile bakmadı. Ağızlarından laf alınmıyor. Bir de tanıyorum üstelik. 40 yılda bir işim düştü, yanına uğradım, doğru dürüst ilgilenmedi, telefonlarıma bile cevap vermiyor. Dışarıda karşılaştım, görmezden geldi. Bir hava bir hava… Neyin havası bu? Doktor olmuşlar ama adam olamamışlar. Hiç böyle beklemiyordum. İşleri güçleri para…” şeklinde arkalarından serzenişlerde bulunuruz. Bu serzenişlerde haklılık payı var mı? Var elbet. Çünkü zaman zaman çoğumuzun başına böylesi gelir. Hiç düşündük mü, doktorların çoğunluğu niçin böyle diye. Tamam, bazı doktorlarda kibirlenme, paragö

Bu Okulları Nasıl Düzeltiriz?

 Zaman zaman bu eğitim ve öğretimi nasıl düzeltiriz diye kafa yorarım. Bir türlü sorunu bulamaz ve öneri sunamazdım. Yarın mesai başlayacak olunca yeniden aklıma geldi. Fakat yediğim kurban etinden midir bu sefer fazla düşünmedim. Düzeltmeye okul isimlerinden başlayalım fikri aklıma geldi. Çünkü düzelme isimlerden başlamalıydı. Baktım, bu fikrim yabana atılacak gibi değil. Bu önerimi yani projemi sizinle paylaşmak istiyorum: Şimdi çok programlı liseler dahil, bütün liseleri Anadolu lisesi yaptık ya. Ama görüyorum ki her okul Anadolu statüsüne çevrilmemiş. Mesela açık liseleri ele alalım. Çocuğa nerede okuyorsun diye soruyorum: Açık lise cevabı alıyorum. Haydaa...Gerçekten niye bunların önünde anadolu yok? Ne kaybederiz bunlara da Anadolu eklersek... En azından okullar arasındaki isim değişikliğinin önüne geçerdik. Diğer örgün eğitimlerde okuyan çocuklar, uzun okul isimlerini ağızlarını doldura doldura iki üç nefeste söylerken sonuna bir de Anadolu eklerken bu çocuklar da Anadolu eklese

Susmak ve Konuşmak *

Susmak mı konuşmak mı sorusu, çocuğa anneni mi çok seviyorsun yoksa babanı mı sorusu gibi yersiz bir soru olsa da sessizliği pek sevmeyen ve çok konuşan biri olarak bana susmak/dinlemek mi, konuşmak mı deseniz, susmak derim. Hatta susmanın yani dinlemenin en büyük nimetlerden biri olduğunu düşünürüm. Bundandır ki “Söz gümüş ise sükût altındır”, “Sus ki adam sansınlar”, “İki dinle, bir söyle”, “Kişi dilinin altında gizlidir, konuştuğu zaman kendini ele verir” denir. Bu sözlerle, dinleme ve susmanın önemine işaret edilir. Aslında dinleme ve konuşma organlarımıza baksak bile hangisini daha fazla kullanmamız gerektiğini anlayabiliriz. Allah iki kulak vermiş ve bu kulaklar daima açık. Ağız ise bir tane ve normal şartlarda iki dudakla kapalı. Buradan bile iki dinle, bir konuş anlamını çıkarabiliriz. Yani kulakların daima açık olsun. Konuşulanları dinle, faydalı olanları al, ötesini unut. Konuşulanlara katkı sunmak istiyorsan ya da birileri sana bir konuda görüşünü sormuşsa; yerinde, zamanı

Evlattan Babaya Penye

Bayramlığım, oğlandan penye. Bu penye giyip giyip küçülen ve babaya verilen türden değil. Yepyeni. Nasıl sevindim nasıl. Bir bilseniz. Demek ki zamanında oğlana boşuna yatırım yapmamışım. Bir zamanlar ben ona almıştım. Şimdi o bana alıyor. Aramızdaki fark, ben alırken birkaç sene giysin diye bol ve büyükçe alırdım. O ise tam vücuduma göre almış. Bir diğer fark, benim aldıklarım cepli idi. Bunun ise cebi yok. Sevincimi üzüntüye gark eden de bu zaten. Zira tişörtün ceplisi kırmızıçizgimdir. Gerçi bu devirde ceplisini ara ki bulasın. Bulursan da hapishane kaçkınlarının giydiği türden, diklemesine ve enlemesine çizgili penyeleri koyuyorlar önüne. Renk ve deseni bir görsen, ıskartaya çıkarılmış, dükkanın bir köşesine konmuş, alıcısı olmayan ve bakımsızlıktan tozlanmış penyeler. Cepsizler ise daha canlı renklerden ibaret. Bunlar tereklerin gözdesi. Al beni diyor. Anlamadığım bu renklere niçin cep koymuyorlar? Giyen bu cebin içine kimliğini, kağıt, küreğini, kalemini; sigara içenler

Rehavetin Götürüsü *

2019'un Martından beri covid-19 salgınıyla boğuştuğumuz hepimizin malumudur. Bu süreçte kurallar, normalleşme adımları çerçevesinde zaman zaman esnetilse de bu iki yılın çoğunu, yasak ve kısıtlılıklarla geçirdik. Bu yasaklar, ülkemize ve insanına pahalıya patladı. Neye mal olduğunu saymaya gerek yok. Zira hepimiz biliyoruz.  1 Temmuzdan itibaren devlet, aşağı yukarı tüm kısıtlılık ve yasakları kaldırdı. Kaldırması da gerekiyordu. Çünkü kısıtlılıktan bezmiş bir halk nefes almalıydı. Mağdur esnaf kendine gelmeliydi. Turizm de canlandırılmalıydı. Devlet tüm bunları yaparken bir taraftan da bağışıklığı artırsın diye aşılamaya hız verdi.  Peki, temmuzun son haftasında salgının seyri ne âlemde? Bildiğim kadarıyla virüs hala hayatımızın bir parçası. Ölenler olduğu gibi üçüncü aşıyı olmasına rağmen hala bu hastalığa yakalananlar da var aramızda. Üstelik Hindistan menşeli Delta varyantı da ülkemizde kol geziyor. Yani salgın benden bu kadar. Artık normalleşebilirsiniz demedi.  Durum bu

Nice Yıllara Kerem!

Sevgili Kerem, bundan tam bir yıl önce bugün yani 20 Temmuz 2020 tarihinde pazartesi sabahı dört sularında Yüce ailesinin ikinci, Atasever ailesinin ilk torunu olarak hastanede gözlerini açtın ve evlerimizi şenlendirdin. Öncelikle hoş geldin. Gelişin tüm Yüce ve Atasever ailesine hayırlı olsun.  Aslında bu yazıyı doğduğun ilk gün yazmak istemiştim. Başlığı da “Hoş geldin Kerem” koymuştum. Maalesef yazamadım. Bunu da dedenin tembelliğine ver. Bugün yarın derken nasip bugüne imiş artık. Bugün Atasever ve Yüce aileleri olarak bir araya geldik. Zira bugün hem senin hem de bizim için önemli bir gün. Çünkü bugün ilk doğum yılın. Yani şaka maka bir yılı devirdin. Gönülden hayırlı, bereketli, uzun nice yıllar dilerim. Birinci yaş yılını kutlarken bayramlaşacağız sayende. Çünkü bugün aynı zamanda Kurban Bayramı. Bu arada bayramın da mübarek olsun. Şimdi doğumuna gelmek istiyorum yeniden. Bil ki doğum telaşın daha sen doğmadan başladı. Sağlıklı doğman için annen ve baban senden hiçbir şe

Kesmece Bu!

Markette bu kocaman bir karpuza ilişti gözüm. Tın tın sesi duyuncaya kadar vurdum kendisine. Sonunda bir tın sesi duydum gibi. Güç-bela tartıya getirdim. Kg olarak bir 14 gördüm. Sonrasına bakmadım. Poşet bile dayamadı kendisini. Elime alıp kaldırmak, arabaya kadar taşımak ve sonrasında kırmadan koymak bir mesele. Bereket eve gelince oğlana taşıttım. Dikkat et, kırarsan ben de seni kırarım, dedim. Baktı ki pabuç pahalı. Kırmadan mutfağa götürdü oğlan. Şimdi ailecek düşünüyoruz: Karpuzu niçin bu kadar büyük almışım? Daha küçüğü yok muydu?  Bu karpuz, lavabonun önüne konup nasıl yıkanacak? Hangi bıçak bu karpuzu kesebilir? Kestik diyelim, geri kalanı dolaba nasıl koyacağız? Ev halkı bunları düşünedursun. Beni düşündüren de bunca meşakkatin ardından ya bu karpuz, içini yemişse... İşte bu beni bitirir: Verdiğim paraya mı acıyayım, güç bela taşıdığıma mı? İçi geçmiş karpuzun yüreğimi serpen sevindirici yanı, bereketli olmasıdır. Önüme konar konar kalkar. Bu karpuz bitinceye kadar yeni karpu

Bana Ondan Bahset Deseler...

-İlk göz ağrım oğlumun gözüyle ben- Bana onu anlat deseler, anlat anlat bitiremem herhalde… Çünkü kelimeler kifayetsiz kalır. Kendi gözünle görerek tespit etmek daha anlamlı olur. Ahlaki hasletleri tek tek saymadan hepsinin kendisinde olduğunu görürüm. Şunu söylesem yanılmam. Doğallık denince aklıma kendisi gelir. Ben kendisini tanıdığımdan beri doğaldır. Hiç yapmacıklığı olmaz, yapamaz da zaten. İnsanların en büyük sorunlarından bir tanesidir doğallık. İnsanlar fotoğraf makinesine verdikleri pozlar gibi tavır sergileyebiliyor. Kendisi neyse odur. İçi de bir dışı da birdir. Hatta fotoğraf çekiminde bile doğallık akar kendisinden. Gençliğin en güzel yıllarını sıkıntı yokluk içinde geçirmiştir. Sıkıntıyı görerek bugünlere gelmiş birisidir. İki odalı bir evde 7 kardeş olarak yaşayarak, maddi sıkıntıları görerek, açlığın ne demek olduğunu bilerek yetişen ve evin tek okuyanıdır. O dönemlerde okumak tabiri caizse iğnenin deliğinden deveyi geçirmek gibi bir şey sanırım. Bir de kişinin okuması

Koltuk Bana Pahalıya Patladı

Bir vadi dolusu altını olsa ikinci vadiyi isteyen insanoğluna ilaveten bir koltuk sevdam olduğunu sağır sultan bile bilir. İlgi alanıma girsin veya girmesin boşalan her koltuğa karşın içim kıpır kıpır olur, üzerine bir de gelin güvey olurum.  Günler ayları, aylar yılları kovaladı. Bendeki bu sevda bitmedi. Ben bir yüzümü karartarak yoluma devam ettim. Vermeyenler de iki yüzünü karartarak. Benim için işin sevindirici yanı da bu.  Tam olmayacak, demek ki bahtım kapalı demeye başladığım ahir ömrümde, önüme bir koltuk tercihi kondu. İstiyorsan buyur dendi. Uzaktı. Buna değer miydi, madem isteyecektim altı yıl önce bunu niye istemedim? İstemesem, ileride keşke istesem iyi olurmuş da diyebilirdim. Aman neyse ne? Zaten yıllardır böyle bir koltuk beklemiyor muydum. Bir şansımı deneyeyim. Hem böylece cebimi doldurmuş olurum. Olmadı, döner gelirim dedim ve istedim.  Göreve başladım, işime gidip geliyorum. Bir koltuğun sahibi oldum ama bu koltuğun maliyeti bana pahalıya patlayacak görünüyor. Nime

Maden Suyunu Nereden İçmek İstersiniz?

Akşam serinliğinde yürüyüşe çıkmak geldi içimden. Ne tarafa gideyim derken bize yol, elektrik ve su olarak dönen belediye yürüyüş parkurunda yürüyeyim dedim. Eşofman ve tişörtümü giydim. Başka da bir şey almadım. Telefonu saymıyorum. Zira o benden bir parça. Dışarı çıkacağımı gören eşim, (her ne kadar kendisi bir birey olsa da ben affınıza sığınarak eşim diyeceğim bazen de içişleri bakanı) ben de geleyim dedi. Ben tempolu ve fazla yürüyeceğim. Bana ayak uyduramazsın. Geleceksen de arkadan gel. Ben yürürken sen bankta oturursun dedim. Tam çıkacağım vakit oğlan ben de çıkacağım, seni parkura bırakayım dedi. Yok evlat, ben yürüyüşe giderken asansörle inenlerden ve yürüyüş yerine arabayla gidenlerden değilim. Sen en iyisi beni değil, anneni bırakıver dedim, evden çıktım. Hızlı hızlı parka geldim. Park tıklım tıklımdı. İnsanımız serin havayı görünce atmış kendini parka. Çay bahçesinde boş sandalye yok. Çimlere varıncaya kadar sere serpe oturulmuş. Tek tük parkurda yürüyenler var. Köpe

Boğaziçi, Niçin Olmasın!

Atanmasının üzerinden bir 6 ay geçtikten sonra Boğaziçi Rektörü görevinden alınmış. Olabilir. Ne atanırken hikmetinden sual ettim ne de alınırken. Zira bu kısımlar beni ilgilendirmez. Beni esas ilgilendiren, rektörlük makamının boş bırakılması. Yani yeni bir atama yapılmaması. Nasıl ki devlet boşluk kabul etmezse bu makam da boşluk kabul etmez. Bu boşluk beni endişelendirmekle beraber umutlandırıyor aynı zamanda. Acaba benim atamamla ilgili bir istişare yapılıyor olabilir mi umudunu hiç olmadığı kadar taşıyorum. Çünkü önceki kararlarda "Falan alındı. Yerine falan atandı" denir, konu kapanırdı. Bu durumda nasıl umutlanmam ben. Diyebilirsiniz ki rektör olarak atanmak için şartların tutmuyor, akademisyen değilsin, Prof. unvanın yok. Şart dediğiniz nedir ki sizin? Bakarsınız bir üniversite bana fahri profesörlük unvanı verir. Alın size bir unvan. Olmaz olmaz demeyin. Bakarsınız şartlar ve ortam bu şekil oluşturulur ve ben Boğaziçi Rektörü olurum. Yeter ki istensin, yeter ki benim

Çevreniz Çok Geniş Olmalı *

Avukatsınız. Aynı zamanda bir partinin il başkan yardımcılığını da bir müddet yürüttünüz. Avukatlıktaki başarınızı siyasette de vekil olarak taçlandırmak istediniz. Bir partiden milletvekili adayı oldunuz ama kazanamadınız. Olabilir. Zira seçimlerde kazanmak da var, kazanamamak da. Sonra dünyanın sonu değil bu. Zaten bir işiniz var. O işinize devam edersiniz. Hele bir de tanınmış bir avukat iseniz, paraya para demezsiniz.  Sizdeki bu meslek, başarı, kazanma durumu ve vizyon, keşke eşinizde de olsaydı. Gerçi eşiniz de müdür ama özel okul müdürlüğü onunki. Çünkü çoğu özel sektör dolgun ücret vermediği gibi iş garantisi de vermez. Ne olur ne olmaz, en iyisi devlete dayamalıydı sırtını, bir de size. Çünkü her başarılı erkeğin arkasında mutlaka bir kadın eli olur. Ama nasıl olacaktı bu? Zira devlete girmek için KPSS sınavlarına girmesi gerekecek. Mülakata çağrılacak üç/beş katı adayın arasına girecek. Yüksek puan almak için hakkaniyet ölçüsünde görev yapan komisyonun sorduğu sorulara bir