Anı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mart 2025 Pazar

Bir Bankadan Öte Her Şey (2)

Bu banka ülkemizde ne kadardır faaliyette bilmiyorum. Böyle bir banka olduğunu da maaş hesabı açtıracağımda öğrenmiş oldum. Adı, sanı duyulmamış bu bankayı da kurumum nereden buldu demişliğim bile var. 

Gel gör ki benim bu hayretim bir önyargıdan ibaretmiş. Çalışmadan bilinemezmiş işletme ve insanlar. 

9 aydır bu banka ile çalışıyorum. Bankaya ilk defa hesap açtırmak için gittim. Bir de bir şubesine gittim. Hesap açtırırken banka ile ilgili kanaatim olumlu idi. Sonra merkez şubesine gittiğimde işleyişinden pek memnun kalmadım. 

Bankayı daha çok gönderdiği mesajlarla tanıyorum. Günlük birkaç defa mesaj gönderir. Gönderilen mesajlar da bugüne kadar çalıştığım onca bankanın mesajından çok farklı idi. Bunu daha önce "Bir Bankadan Öte Her Şey" başlıklı yazımda (https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2024/10/bankadan-ote-her-sey.html) değinmiştim. 

Beni yeniden bu yazıyı yazmaya sevk eden ise bankanın gönderdiği farklı mesajlar. Böyle mesajları daha önce ne gördüm ne de duydum. Gelen mesajlardan anladım ki bankam kendini daha da geliştirmiş ve emsallerine fark atmış. Beni benden fazla düşünüyor. Gönderilen mesajları birkaç kişiye gösterdim. Onlar da şaşırdılar. 

Resimdeki mesaj her şeyi anlatıyor, başka söze gerek olmasa da yine de duygularımı ifade etmek isterim. 

Resim formatında koyduğum mesaj maaşımı aldığım bankanın mesajı. Oğluma bir ay önce gönderdiğim harçlığın günü gelir gelmez, "Fehmi Yüce'ye henüz para göndermedik. Ödemenizi sizin için hazırladım" mesajı gönderiyor. Pes doğrusu mu diyeyim. Helal olsun mu diyeyim bilemedim. Görünen o ki oğlumun arkasında banka var. Bu banka olduğu müddetçe oğlumun sırtı yere gelmez. Adeta "Çocuğu harçlıksız bırakma" diyor. 

Bununla kalsa iyi. İzleyen günlerde başka mesajları da geldi. Bu sefer ay başında gönderdiğim tüm EFT'leri yazıp göndermiş. 

Bu banka olduğu müddetçe para benden çıkacak olsa da benim de sırtım yere gelmez. Olur ya unutursam diye hatırlatıyor ve beni benden fazla düşünüyor. 

Hele "Maaşınız yattı. Sizi rahatsız etmemek için geç vakitte haber vermedim" demesi de takdire şayan. Gördüğünüz gibi gece gece mesaj göndermiyor. Bu da bankanız görgü kurallarına da önem göstermesi dikkatlerden kaçmıyor.

Hasılı, bankam bir bankadan öte her şey. İşin garibi geç de olsa bulduğum, daha önce görmediğim, her geçen gün iyice ısındığım, görgü ve nezaket timsali bu banka ile iki ay sonra belki de yollarımız ayrılacak. Çünkü mayıs ayında kurumun anlaşması sona eriyormuş. Kurum aynı banka ile anlaşır mı bekleyip göreceğiz. Çünkü ne kadar memnun olsam da kurumların ilk ve tek kriteri hangi bankanın ne kadar promosyon vermesi üzerine. Bir başka banka mevcut bankadan fazla verirse, o bankaya gideceğiz.

Eğer bu banka en yüksek promosyonu vermez de başka bankaya gidersek, bilin ki en fazla üzülen ben olacağım. Öyle ya bir bankadan öte her şey olan bu banka bırakılır da gidilir mi? 

14 Mart 2025 Cuma

Pide Kuyruğunda Bir Beyefendi

Bugün hem yürüyüş yapayım hem de Konya'nın en meşhur fırınından pide alayım diye evden çıktım.

Yolu yarıladım. Vakit daralıyor. Şimdi ta o fırına kim gidecek diye vazgeçip geri döndüm. Çünkü hem mesafe uzun hem de pide kuyruğu varsa iftara yetişmek zordu benim için.

İyi de her zamanki pide aldığım fırından da uzaklaşmıştım.

Sonra her ne ise meşhur fırına gideyim. İftara yetişirim ya da yetişemem. Bahtıma artık deyip tekrar geri döndüm.

Fırını ileriden görünce fırının önünde pek kimse yoktu. İyi ya pek beklemeyeceğim dedim.

Fırına yaklaştıkça her zamanki sıranın fırına paralel olduğunu gördüm. Üstelik upuzun bir sıraydı.

Sıraya geçeyim mi, geçmeyeyim mi diye düşündüm. Çünkü benden sonra kim gelecekti pide almaya?

Yine de sıranın en arkasına durdum. İyi ki durmuşum. Benden sonra 8-10 kişi daha sıraya girdi.

Sıranın ilerleyişini bir süzdüm. Fena değildi ilerleme.

Önümdeki, “kontağı arabadan alıp geleyim” dedi. Elbette dedim. Belli ki sıra beklemem. Ekmeğimi alırım diye arabasını yan tarafa koymuş. Kontağı almaya ve arabayı kilitlemeye gerek görmemiş.

Önümdeki, arabasından kontağı alıp gelirken benden 10 kişinin önünde bir tanıdığı ona seslendi. Selamlaştılar. "Neredesin" dedi. "Şuradayım" diye beni gösterdi. "Kaç pide alacaksın. Ben alayım" dedi. "Olmaz. Sıramı beklerim" deyip önüme durdu.

İnsanımızın görmeye pek alışık olmadığım bu davranışı hoşuma gitti. Hem benden izin aldı hem de daha fazla sıra beklememek için önde bir tanıdığının teklifi olmasına rağmen bunu kabul etmeyip sırasını beklemesi, normalde olması gereken bir davranış olmasına rağmen genelde bu tür yerlerde işimizi çıkarma yoluna gittiğimiz için beyefendinin tavrı istenen ve özlenen bir davranıştı.

Pide sırasında gördüğüm bu davranış çok basit bir davranış aslında. Yalnız öyle insanlar görürüm ki öndeki tanıdığının yanına giderek ona pidesini aldırmış ve sıra beklememiştir.

Helal olsun insanımıza. Bu güzel ve şık davranışın hayatın her alanında özellikle trafikte de olmasını diliyorum. Çünkü özellikle iftar saati evine yetişmek için kavşaklarda çoğu sürücünün ölümüne araç sürdüğü, göz açıklığı yapıp başkasının önüne geçtiği, barut fıçısı olduğu, çoğu zaman kazaya sebebiyet verdiği, hatta kaldırıma çıkarak sıra bekleyenlerin önüne geçtiği bir vakıa.

Fırında pide sırası bekleyen bu insanımızın güzel davranışına değinmişken yaya geçitlerinde eskiye oranla sürücülerin arabasını durdurarak kaldırımda bekleyen yayaların geçmesine izin vermesi de insanımızın güzel davranışlarından. Özellikle Anıt Meydanında Amber Reis Caminin önündeki yoldan Konya Lisesine doğru geçen yayalara sürücülerin bir nezaket örneği gösterdiği bir gerçek. Bu hareketin her bir yaya geçidinde yaygınlaşmasını, bunun bir kültür haline gelmesini temenni ediyorum.

Bir Sorumsuzluk Örneği

Yakınımın evinin önünde belediye yol ve tretuvar çalışması yaptı.

Çalışma birkaç ay sürdü. Bu çalışma dolayısıyla yakınımın evine gitmek için arabayı bir önceki sokakta bırakmak zorunda kaldım.

Belediye asfalttan eser kalmayan yolu iyice kazıdı. Yol kenarlarına küçücük kaldırım yaptı. Sonra güzel bir sıcak asfalt döktü.

Öyle güzel asfalt döşenmişti ki bakmaya doyamazsın. Bir asfalt ve kaldırım sokağı güzelleştirdi. Mahallede toz, toprak ve çamurdan eser kalmadı.

Asfalt döşendikten sonra yakınımın evine iki, üç defa daha gittim.

Son gidişimde o güzelim asfaltın içine edildiğini gördüm. Sanırım karşı evden biri su ya da doğal gaz almış olmalı. Suyu almak için de özene bezene, evladiyelik yapılan asfaltı kazdırmış. Suyu aldıktan sonra asfalt boyu iyice doldurulmadığı için çirkin bir görüntü ortaya çıkmış. Arabayla geçmek için iyice yavaşlamak gerekiyor. Görmeden hızlı girsen arabayı hoplatırsın.

Şimdi yakınımın evine gittikçe akşam karanlığında o çukura girip girip çıkıyorum. Haliyle bu güzelim asfaltın içine eden mahalle sakinini hayırla anmadan geçemiyorum.

Belediye bu kazılan asfaltı yama yapar. Ama ne zaman yapar? Yapılan bu yama da bilirim asfalt hizasında olmayacak. Ya çukur olacak ta da asfalttan yüksek olacak. Buraya geldikçe araba yine hoplayacak. Hoş, hiçbiri olmasa da bu yama hep dikkat çekecek ve gözü tırmalayacak.

Mübarek! Elbette şu ya da doğal gaza ihtiyacın varsa alacaksın. Ama bunu zamanında yapacaksın. Bunun için de elinde fırsat vardı. Belediye bugünden yarına bir çırpıda bu asfaltı yapmadı. Aylarca sürdü bu çalışma. Bu zaman diliminde ben de bu vesileyle şu ihtiyacımı gidereyim diyebilirdin.

Görünen o ki bu mahalle sakini ağustos böceği gibi beklemiş. Belediye bin bir emekle asfaltı döktükten sonra ihtiyacı aklına gelmiş ve güzelim asfaltı bozarak imzasını atmış.

Belediyenin yerinde olsaydım, bu sıfır asfaltı kazdırmazdım. Yol çalışması yapmadan önce veya yol çalışması yapılacağında mahalle sakinlerine duyuru yapardım:

Sayın mahalle sakinleri! Sokağınıza asfalt döşenecek. Su ve doğal gaz alacaksanız, bu ihtiyacınızı şu tarihe kadar yapınız. Bu tarihten sonra asfaltın bozulmasına şu kadar yıl izin verilmeyecektir. Bu zaman zarfında yol kazılırsa ve asfalt bozulursa, sokağa dökülen asfaltın bedeli o mahalle sakininden alınır derdim.

Bu benim gördüğüm sadece bir sokağa dökülen asfaltın bozulması örneği değil. Bu şekil ne asfaltlar bozuluyor. Sıfır asfalt yamalı bohça haline geliyor.

Bu yamalı görüntü, plansızlığımızın bir göstergesi. Belediyede de plan olacak, vatandaşta da.

12 Mart 2025 Çarşamba

Bebek Katilinden, Kurucu Öndere

Ortaokulda çalışırken bir 7.sınıfın dersine giriyorum.

Bir gün o sınıfın dersine gireceğimde, kapıda bir anne vardı. İkinci kişi giremeyecek şekilde kapıyı kaplamıştı.

Çekilir mi diye bekledim. Nafile.

Hanımefendi, müsaade eder misin dedim. Lütfedip kenara çekildi. Çekilirken kızımın yanına gelmeyeceksin gibi bir şeyler söyledi anne.

Sınıfa girdim. Her zamanki şen şakrak sınıftan eser yoktu. Bir fırtına estiği belliydi.

Ağlayanlar, sızlayanlar...

İki kız öğrencinin etrafında kümelenmişti arkadaşları. Onları teskin etmeye çalışıyorlardı. Öğrenciler barut fıçısı gibi oldukları için teskin olacak durumda değillerdi.

Az sonra rehber öğretmen aralarına kara kediler giren iki öğrenciyi çağırdı. Nice sonra sınıfa geldiler. Ama ağlama sızlama devam ediyordu. Görünen o ki rehber öğretmen de bunların derdine derman olamamıştı.

Sınıfa girmelerinin ve yerlerine oturmalarının ardından fazla geçmedi ki lavabo için izin istedi biri. İzin verdim. O geldi, diğeri izin istedi. Ona da izin verdim.

Az sonra rehber öğretmenle görüşmek için izin istedi biri. Haydi git dedim.

Dersim oldu izin verme dersi. Kah nöbetçi öğrenci geliyor kah rehber öğretmen. Benim sınıfın kapısı oldu bir mahkeme kapısı.

Nedir mesele dedim bu öğrenciler derste yok iken.

Başladı biri anlatmaya. "Öğretmenim, bu iki arkadaş, falan ilkokuldan bu okula geldiler. Bu okulda ayrı sınıfa verilmişler. Yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen bu iki öğrenci aynı sınıfta olacağız ısrarı ile okul bunları bu sınıfta birleştirdi. Aynı sırada oturdular, teneffüsleri bile birlikteydi hep. Biz onsuz yapamayız, biz birbirimizi çok seviyoruz, hiç ayrılmayacağız diyorlardı. Bunların arası açıldı. Şimdi de birbirlerini görmek istemiyorlar. Sınıf değişikliği istiyorlar. Aynı sınıfta okumak istemiyorlar." türünden bir şeyler söyledi. Aralarındaki sorunu da şu buna şunu, bu buna bunu yaptı gibi bir şeyler söyledi.

Rehber öğretmeninin kaçıncı görüşmesinden de bir sonuç çıkmamış. Barışmamış iki öğrenci de. Yine ağlaya sızlaya sınıfa geldiler.

Sonunda, kızım, sizin derdiniz ne dedim. Burunlarını çeke çeke bir şeyler söylemeye kalktılar. Susun, dinlemek istemiyorum. Dersimi de günümüzü de zehir ettiniz. İşimiz yok da sizin bu eften püften sorununuzla mı uğraşacağız şeklinde sert çıktım. Sesimi yükselttim.

Sınıf da o ikisi de susuktu.

Az sonra gelin ikiniz de tahtaya dedim.

Nazlana nazlana tahtaya çıktılar.

Haklıyım, haksız demeden birbirinizden özür dileyin sınıfın huzurunda. Ardından sarılacaksınız dedim.

Pek tınmadılar beni. Başları öne eğik durdular.

Bana bakın. Ben rehber öğretmene benzemem, annenize hiç benzemem. Hemen özür dileyip sarılmazsanız elimden çekeceğiniz var. Sinirlenirsem fena olacak. Sizi kimse elimden alamaz. Bu saatte sizin kaprisinizi çekemem dedim.

Bendeki gürlemeyi gören iki öğrenci, ağızlarının içiyle birbirinden özür dilediler.

Olmadı. Tane tane özür dileyeceksiniz dedim.
Bunu da yaptılar.

Sınıftan da özür diyen dedim. Sınıfa da özür dilediler.

Şimdi sarılım bakalım birbirinize dedim.

Sarıldılar. Öyle sarıldılar ki ayırabilene aşk olsun. Epey bir sürdü bu sarılma faslı.

Aferin size. Tebrik ediyorum sınıfın huzurunda. Yalnız bu barışmanız bu kadarla kalmayacak. Şimdi yan yana oturacaksınız. Akşama kadar tüm teneffüslerde sizi yan yana göreceğim. Haydi bir arada olmayın da göreyim. Kızlar, sizler de bunları takip edeceksiniz. Ayrı gezerlerse haberim olacak dedim. Tamam dediler.

Akşama kadar tüm teneffüslerde gözlemledim bunları. Kah yan yana kah kol kola idiler. Ayrılmaz ikili oldular.

Arkadaşlarına dedim ki kızlar, ben bu işten bir şey anlamadım. Az önce sınıf değiştiriyorlardı, birbirlerinden nefret ediyorlardı. Şimdi ise daha olayın sıcaklığı gitmeden kumrular gibi oldular. Ama sonuç tatlıya bağlandı ya önemli olan da bu dedim. Ne diyeyim, Allah muhabbetlerini daim eylesin. 

İki çocuk arasında cereyan eden, işin içine aile ve rehber öğretmenin de girdiği bu problemde ve problemin çözümünde baştan sona bir ifrat ve tefrit durumu söz konusuydu. Zaten tüm çektiğimiz de bu iki yönlü aşırılıklar değil mi?

Yıllar önce başımdan geçen bu anekdot, dün birinin yıllar yılı bebek katili, terörist başı dediği kimseye, bugün "PKK'nin kurucu önderi" demesiyle aklıma geldi. Ne diyeyim. Bana bu anekdotu yazmama sebep olduğu için Sayın büyüğümüze çok teşekkür ediyorum. Bir de Allah muhabbetlerini artırsın diyeyim.

Bu arada kurucu Önder derken hep Türkiye Cumhuriyeti kurucu önderi Atatürk aklımıza gelirdi. Bundan sonra ikinci bir kurucu önderimiz daha oldu. 

8 Mart 2025 Cumartesi

Keşke Her Ay Şubat Gibi Kısa Çekse!

Aşağıdaki yazıyı 08.03.2022 yılında sosyal medyada paylaşmışım. Yazı, senesinde önüme düşünce, bloğumda yerini alsın istedim:

Yorgun argın işten geldim. Gözüme doğal gaz faturası ilişti. 

Oyalanmadan miktarına baktım. 710 lira okudum. 

Yanlış görmüş olabilirim diye bir daha baktım.

Bedelden emin olunca içimi bir sevinç kapladı. Çünkü beklediğimden ve geçen aydan düşüktü miktar. 

Bir düşüncedir aldı beni. 

Acaba neden düşük geldi?

1. Bu ay acaba tasarruf etmiş olabilir miyiz dedim. Mümkün değil. Zira itibarımdan ne ödün veririm ne de tasarruf ederim.

2. Cemre bereketi olabilir mi dedim. Değil. Çünkü cemreler de bereketli geçen kıştan yana tavır aldı.

3. Acaba devlet yüzde 18 olan KDV'yi bana söylemeden sıfırlayarak sürpriz yapmış olabilir mi dedim. İhbarnameye yeniden baktım. Gazı bedava veririm ama yüzde 18'den vazgeçmem dercesine KDV oranı yine 18 idi.

4. Kombi bana acıyıp insafa geldi de yavaş mı döndü bu ay diye hiç düşünmedim. Zira insanda kalmayan insaf kombide niye olsun dedim.

5. Tüm bunlar değilse o zaman ne derken, aklıma acaba Enerya ayı doldurmadan bu ay erken mi okudu dedim ve jeton düştü. Tabi ya. Bu ay şubat ayıydı ve şubat 28 çekmişti.

Hasılı, doğal gazın bu ay beklediğimden düşük gelmesi, şubat ayından kaynaklı olduğunu sonunda buldum. Ama bu buluş, yorgunluğumun üzerine beni daha yordu. Çünkü zihin yorgunluğu beden yorgunluğundan daha ağırdır. Ama tüm yorgunluk böyle olsun ve keşke her ay şubat gibi az çeksin. Ben yorulmaya razıyım dedim. 08.03.2022

Not: Bu yazının üzerinden üç yıl geçmiş. Doğru dürüst görmediğimiz kışın doğal gaz faturası 3000-3500 TL dolaylarında. Nereden baksak, beş katı artmış doğal gaz masrafı. Bu miktarın içinde mutfak ve sıcak su faturası dahil değil. 

Hep Bir B Planı Olmalı İnsanın

İki sene önce yeni bir eve taşındım. Dış kapı girişimiz şifreli. Kapıyı açmak için anahtara da gerek yok. Şifreyi girince kapı açılıyor.

Böyle bir teknoloji varsa ne gerek vardı dış kapı anahtarını cepte taşımaya. Yok yere cepte kalabalık yapıyor aynı zamanda. Ağırlığından cebini delmesi de cabası.

Bir de elini cebine atacaksın. Anahtarı bulacaksın. Anahtar deliğine anahtarı girdirmek için eğileceksin. Deliği bulacaksın. Uzun iş.

Havası da bir başka oluyor şifre ile açınca.

Bu durumda anahtara gerek yok. Attım evin zula bir yerine dış kapı anahtarını. Sadece iç kapıyı açmak için tek anahtarı koydum cebime.

Bir ara şifreyle açmak, iyi, hoş, güzel. Havası da bir başka ama ya bir gün elektrikler kesilirse ne olacak. Mutlaka bir B planım olmalı dedim. İşte o zaman dışarıda kalırım. Bu durumda nasılsa elimizde cep telefonu var. Evde olan birine telefon açıp kapıyı açtırırım dedim. Ardından ya evde kimse yoksa dedim. O zaman komşulardan birinin gelip girmesini beklerim. Nasılsa giren çıkan eksik olmaz.

Ardı arkasına aklıma gelen sorulara kendimce bir B planı bulup rahatladım. Dışarıda kalacak değilim ya. Bir şekilde girerim eve. Bu kadar ince düşünmeye gerek yok dedim. Dedim ama ya her zaman girip çıkan komşulardan biri gelmezse bu durumda ne yapacağım dedim. Ardından aman neyse ne. Bu kadar ince düşünmek akla ziyan. Bu cep telefonu nelere kadir dedim.

Herhangi bir tedbir almadan şifre ile eve girmeye devam ettim. Şifrenin kolaylığını gördükçe ha şu iç kapıdan da şifreli girsem, yok mu böyle bir teknoloji dedim ara ara.

Gel zaman git zaman okuldan çıkıp eve doğru adımlamaya başladım. Yolda yürürken akşamdan şarj ettiğim telefon “şarjın yirmiye düştü” uyarısı verdi. Hem yürüyeyim hem de kısa videolar dinleyeyim istedim. Dakikada bir şarj gitse yirmi dakikada eve varırım dedim.

Video dinleye dinleye eve yaklaşırken şarjın on kaldı, beş kaldı uyarılarına kulak asmadım. Nasılsa iki, üç dakikalık mesafem kalmıştı.

Maalesef bu hesabım tutmadı. Eve gelmeden telefonum kapandı.

Derken sitenin kapısına geldim. Şifreyi girdim. İşe yaramadı. Çünkü elektrikler kesikmiş.

Telefona davrandım. Şarjımın bittiği aklıma geldi.

Komşulardan girip çıkan olur diye beklemeye koyuldum. Dakikalarca bekledim. Ne içeriden çıkan oldu ne de dışarıdan giren. Bizim han kapısı oldu ıpıssız bir yer.

Sokağa çıkıp kenarda beklemeye başladım. Nafile.

Bahçeye dolaştım. Evdekilere duyurmak için cama taş atayım diye. Taş da bulamadım. Bulsam da attığım taşın camı kırma ihtimali yüksekti. Zira bu konuda kendime ve bileğimin gücüne güveniyorum. Sonra da kış günü camcı ara artık.

Sokak da ıssızdı hiç olmadığı kadar.

Az sonra bir kız çocuğu geldi yan bloka. Onun da anahtarı yokmuş. Giremedi evine. Evde kimse de yokmuş. Telefonla ailesini arayınca bundan haberim oldu. Karşı komşu ile konuşurken "Annemgil geliyormuş bereket" dedi.

Kızım, şu telefonla evi bir arasam diye içimden geçirdim. İyi de kızımızı tanımıyorum. Haliyle cesaret edemedim.

8 saat dersin ardından üzerime yorgunluk da çökmeye başladı.

Sonunda ilk defa gördüğüm komşu kızından yardım istemeye karar verdim. Ne de olsa halden anlardı. Çünkü o da benim gibi eşekten düşmüş biri idi.

Kızım, telefonumun şarjı bitti. Telefonundan eşimi arayabilir miyim dedim. "Tabi amca, buyur" diyerek telefonunu uzattı. Ben numara söyleyeyim de siz yazın dedim. Söylediğim rakamları yazıp telefonu uzattı. Eşimle görüşüp teşekkür edip kusura bakmayın dedim. Sağ olsun, est. amca dedi.

Hasılı, komşu komşunun külüne muhtaç misali, komşu kızı sayesinde dış kapıyı açtırdım. O sevap kazanırken ben de muradıma erdim.

Bir daha mı, eve girmeden şarjımı yolda bonkörce harcamayacağım.

Koyduğum zula yer aklıma gelirse ilk işim dış kapının anahtarını da iç kapı anahtarının yanına ekleyeceğim. Varsın cebimde ağırlık yapsın. Böylesi günlerde dışarıda kalmaktan iyidir.

Bu arada benim şifre ile girme havam da sönüverdi. Çünkü bu hava elektrik var olduğu müddetçe geçerliymiş.

Siz siz olun, eğer dış kapınız şifre ile açılıyorsa pek güvenmeyin. Yanınıza mutlaka anahtarını da alın ki bu B planı sizi dışarıda bırakmasın.

5 Mart 2025 Çarşamba

Azrail Buralarda Dolaşıyor

İlçemde dün bir, bugün üç kişi vefat etti.

Arka arkaya bu vefat haberlerini alınca amcaoğlum Tevfik Abi aklıma geldi.

Benden iki yaş büyük Tevfik Abi, hatır bilir, hatır almayı da.

Bir cenaze olduğunda ekmek teknesini kapatır, uzak yakın demez, o cenazeye mutlaka katılır.

Vefalı biri. Mübarek günlerde ve haftada bir büyüklerini arar, hal ve hatırlarını sorar. Onların hayır dualarını alır.

Hayatın tüm sıkıntılarına rağmen espri yapmayı da ihmal etmez. Espriden de anlar.

Ortamını bulduğunda konuşmayı da sever, dinlemeyi de.

Biraz hızlı konuşur ama ne dediğini anlarız.

İbadetlerini elinden geldiği kadar yapar.

Tek korkusu ramazan orucu. Günler gelmeden ramazanın korkusunu içinde hisseder. Bu oruçtan kurtulmanın yolu yok mu diye her ramazan öncesi arar. Hafızım, tutmasak olmaz mı der gülerek. Ağa! Tek çaresi var. Bir doktor bulacaksın. O doktor sana oruç tutma diyecek. Sen de tutmayacaksın diyecek. Sen de tutmayacaksın. Başka da yolu yok derim. Birlikte güleriz.

Bu ramazan aramadı. Sanırım unuttu ya da nasılsa bundan kurtuluş yok. Sağa sola telefon açmama gerek yok. Naçar tutacağım demiş olmalı. Hoş, esprisine söyler. Her türlü zorluğuna rağmen orucunu da geçirmez.

Yalnız oruç oruç markete gittiğinde ihtiyaç veya değil, şunu da ver, bunu da ver diyerek ellerinde poşet evin yolunu tuttuğu söylenir. Bunu kendisine sorduğumda, doğru, öyle yaparım der. 

Karşılaştığım zaman benim bir zamanlar anlattığım şu oruç fıkrasını anlatır:

Yaşlı biri uzun günlerde oruç tutuyormuş. Evde otura otura bir türlü vakit geçirememiş. Gözü hep güneşte imiş ama görünen o ki güneş kendini tepeye sabitlemiş. Batma gibi bir düşüncesi yok.

Biraz vakit geçsin diye evden çıkıp baraja doğru giderken yol kenarında bir ağacın altında nevalesini çıkarmış, yemek yiyen birini görür.

Elinde baston adamın yanına varır. "Utanmıyor musun oruç tutmamaya" demiş tanımadığı adama. Adam da "Ben Hristiyan’ım" demiş. Yaşlı amca, "O zaman dininin kıymetini bil" demiş. Yoluna revan olmuş.

Beni gördüğünde bu fıkrayı anlatır. Anlatırken de fıkrayı ilk defa duymuş gibi katıla katıla güler.

Amcaoğlum, çocukluk, gençlik ve yaşlılık halinin çoğunu ilçede geçirdikten sonra Konya merkeze taşındı. Selçuklu, Yazır'da oturur. Ben de Meram Yaka'da oturuyordum bir zamanlar. Birkaç defa “hafızım, gelip gitmiyoruz, görüşemiyoruz. Niye gelmiyorsun” dedi. Haklıydı. Mahcup da oldum ama hiç bozuntuya vermeden, ağa! Sen ta Yazır'dasın, ben de Yaka'dayım. Oturduğumuz yerin mesafesi bir şehir mesafesi gibi. Gidip gelmek zor. En iyisi sen ölürsen seni Yazır’a, ben ölürsem beni de bu tarafta bir mezara defnetsinler dedim. Birlikte gülüştük.

Onu hatırlamamın sebebi, bugün ilçemizde üç kişinin aynı gün ölmesi. Böyle peşi sıra ölen olduğunda, beni görür görmez "Hafızım, ortalıkta pek dolaşma. Bugünlerde Azrail bizim buralarda dolaşıyor. Bak, şu gitti, bu gitti, bir haftada kaç kişi birden öldü, haberin olsun derdi.

Kulakları çınlasın.

3 Mart 2025 Pazartesi

Dilencinin Böylesi

Kışın güneşli günlerinde çarşıya çıktığımız zaman çay içmek için Tarihi Buğday Pazarı'nın geniş alanını tercih ederiz. Bu alanın içinde çok sayıda çay ocağı var.

Küçücük çay ocaklarının önü bomboş ve büyük alan olduğu için açık alana bol miktarda masa ve sandalye atılıyor. Arkadaşlarıyla buluşanlar da güneşli havada bu çay ocaklarının önünde çayını yudumluyor. Bu şekil sanırım 6-7 çay ocağı var.

Ramazana iki gün kala yine bu mekanda arkadaşlarla buluştuk. Çayımızı içiyoruz. Bir taraftan da güneşimizi alıyoruz.

Sırtım dönük çayımı yudumlarken aynı zamanda muhabbet ederken, bir kadının sesini duydum:

"Çay içenler! Ramazana şurada ne kaldı. İki yüz liraya ihtiyacım var. Niye vermiyorsunuz? Böyle bir günde de yardım yapmayacaksınız da ne zaman yapacaksınız? İstediğim iki yüz lira. Vereceğiniz iki yüz lira sizi öldürmez, beni de ondurmaz. Bunu da biliyorsunuz. Bunun için hesap kitap bilmeye gerek yok" dedi yüksek sesle.

Sonra benzeri cümleleri diğer çay ocaklarının önünde söyledi.

Her bir çay ocağının önünde insanların arasına girmeden kenarda yine 200 lira istemeye devam etti.

Ardından tekrar bizim oturduğumuz yere geldi. Tekrar aynı cümleler.

Kimdir bu, böylesi yardım istemeyi ilk defa gördüm diye sırtımı dönüp baktım. Gençten başörtülü bir kadındı yardım isteyen.

Kadın ezberlediği cümleleri sayarken yan masada oturan birkaç kişi, "Bu kadın sürekli buralarda. Hep iki yüz istiyor. Alışkanlık haline getirdi" dedi. Belli ki bu kişiler ve bu kadın bu çay ocağının sürekli müdavimlerinden.

Ara ara bu çay ocağına gelsem de zaman zaman masamıza gelerek diğer masaları dolaşarak yardım isteyenleri gördüm de kalabalık arasına girmeden kenarda herkese sesini duyurarak avazı çıktığı kadar yardım isteyeni ilk defa gördüm.

Herkes tanımış ki yüzün üzerinde çay içenden bir tanesi çıkarıp 200 lira vermedi.

İki defa bize yakın haykırışından şuna 200 lira vereyim diye içimden geçirdim. Yan masadakiler buranın müdavimi deyince, belli ki alışkanlık haline getiren biri deyip vermekten vazgeçtim.

Ne kadar ihtiyaç sahibi idi bilmiyorum. Bir kişi iki yüz vermese de koca Buğday Pazarının içindeki masaların her biri bir çay parası 10 lira verse, kadına kaç iki yüz birden toplanırdı.

Toplum olarak yardım isteyeni pek geri çevirme adetimiz yoktur. Az veya çok verilir. Yalnız kimseden tık çıkmaması yardımın kötüye kullanıldığının bir göstergesi. Sadece bu çay ocağı değil, hangi çay ocağına oturursan, masana kaç kişi birden yardım istemeye gelen oluyor.

Üzücü bir durumla karşı karşıyayız. Dilenecek kadar bu toplum ihtiyaç sahibi mi yoksa dilencilik bir meslek olarak mı icra ediliyor?

2 Mart 2025 Pazar

Kulağıma Küpe Olsun!

Yazıp paylaştığım yazıları cep telefonu vasıtasıyla çalakalem yazıyorum.

Yazılarımı okuyanlar çok seri yazı ürettiğimi söylerler.

Yazdığım yazıların çoğunu yine cep telefonumdaki Word’a aktararak sayfa düzenlemesi yapıyorum. Yazıyı üstünkörü okuyorum. Altı kırmızı çizgili kelimelerdeki yanlış yazılımları düzeltiyorum. Ardından bloğa yapıştırarak paylaşıyorum.

Yazılardan bir kısmını gazeteye göndermek üzere e posta adresindeki taslaklara kaydediyorum. Bir kısmını da sosyal medyada paylaşıyorum.

Paylaşırken yazımdaki yanlışlar gözüme çarpıyor. Vay be nasıl böyle yanlış yazmışım diyorum.

Bazen de dikkatli okuyucularım, şu paragraftaki falan kelimenin yazımı yanlış diye sağ olsun özelden uyarıyorlar.

Böyle uyarılarla veya gözüme çarpan yanlışları gördükçe düzeltiyorum.

Yanlışların çoğu da T9'un azizliğinden. Bana yazmışım. T9 ise baba diye düzeltmiş. Ne yazıyorum ve şeklini alıyor. Üstünkörü okurken de kelimenin altında kırmızı çizgi olmayınca doğru yazdım sanıyorum.

Daha görmediğim ne tür yanlışlarım vardır, kim bilir.

Bu demektir ki çalakalem yazıp bir çırpıda paylaşmak doğru değil. Yazım bittikten sonra paylaşmadan önce dönüp dönüp ciddi ciddi okumam gerekiyor. Maalesef en büyük eksikliğim bu.

Yazıp çizenler boşuna yazdığınız yazıyı birkaç defa okuyun demiyormuş. Demek ki gözden kaçan yanlış yazımlar oluyor.

Yazılarımdaki yanlış yazılımları söyleyenlere buradan çok teşekkür ediyorum. İyi ki varlar. Dost dosta böyle günde lazım olur.

Bu demektir ki yazıyı bir çırpıda yazıp paylaşmak iş değil. Dönüp dönüp okumak gerekiyor. İşte o zaman hem yazım yanlışları hem de cümle düşüklükleri daha net ortaya çıkıyor.

Bundan sonra seri yazmayı, çabuk yazı üretmeyi yeniden düşünmem gerekiyor. Paylaşmadan önce tekrar tekrar okumayı düşünüyorum. Bu tür yazım yanlışlarım kulağıma küpe olsun.

Bakalım bu sözümü ne kadar yerine getireceğim.

Yalnız ne kadar dikkatli olursam olayım, bazılarını düzeltme imkanım olsa da yine bazı yanlış yazımları gözümden kaçacaktır. Okuyucularımın hoşgörüsüne sığınıyorum. Okurlarken gözlerine çarpan yazım ve imla yanlışlarım olursa "rmznyc@hotmail.com" veya "ycrmzn@gmail.com" aracılığıyla bildirirlerse çok memnun olacağımı buradan ifade ediyorum. 

25 Şubat 2025 Salı

Panjurun mu Var, Derdin Var

Tüm mesele evin pencerelerini panjur yaptırmaktan ibaret değil. Çünkü kullanmaya bağlı olarak panjurun ipi zamanla deforme olabiliyor, makarnanın ipi kopma noktasına gelebiliyor.

Mutfağın ve diğer bir odanın makara ipi koptu kopacak.

Koparsa işimiz var. Başımıza daha büyük iş açacağız demektir.

İyi de kime yaptıracağız bu panjur işini. Tanıdığımız bir panjurcu da yok. Birkaç arkadaşa sordum, tanıdık panjurcu var mı diye. Hiçbiri yardımcı olmadı bana. Öyle ya evinde panjuru olmayanın tanıdık panjurcusu olur muydu hiç.

Sadece bir esnaf, senin akraban falan bu işi yapıyor. Sağda solda başkasını niye aran. Numarası yoksa al vereyim dedi. Kalsın, ihtiyaç olursa isterim dedim. Akrabayı aramadım. Çünkü akraba ile pazarlık yapmazsın. Yap dersin. İş bitince ne vereceğim dediğinde, istediği fiyatı vermek zorundasın. Fiyatı yüksek çekerse işin ucunda akrabadan olmak da vardı.

Oğlanlara sordum. Bereket onların tanıdık panjurcusu varmış. Hele bir tanesinin iki tane birden varmış. Bir diğeri de birine yakın iş yaptırmış.

Büyük oğlan değişecek iki pencerenin panjur makarasının fotoğrafını çekerek WhatsApp aracılığıyla teklif aldı büyük oğlan.

Bir tanesi üç bine, ikincisi iki bine yaparım dedi. Üçüncü telefon açtığı cevap verinceye kadar 2 bin lira teklifi verene gel yap dedim. Sonradan dönüş yapan üçüncüsü bin beş yüz liraya yaparım demiş.

Her üç teklifin verdiği fiyat yüksekti. Çünkü toru topu iki tane pencere panjurunun ipi değişecek. Demek ki bu işin piyasası bu.

Yalnız bir gariplik vardı orta yerde. Çünkü en uygun teklifi verenle en yüksek teklifi veren arasında yüzde yüz fark vardı. Olacak şey değildi. Çünkü fiyat farkı olur da arada bu kadar uçurum olmaz. Öyle görünüyor ki bu işin oturmuş bir piyasası yok. Millet tutturabildiğine fiyat veriyor.

En son 1500 lira fiyatı verenin teklifi en makul olanı. Yalnız 2000 vereni aradığım için sonradan arayıp kalsın diyemedim.

Pazar günü 11.00-11.30 arası anlaştık.

Zamanında gelmedi. Herhalde gelmeyecek. Varsın gelmesin. Ben de en düşük teklifi vereni ararım dedim.

13.00 sularında geliyorum diye telefon açtı. Gelme de diyemedim. Bekliyorum dedim.

İki saate yakın uğraştı usta. Oğluyla geldi. Sadece ip ve makarasının değişmesinden ibaret değilmiş bu iş. Aşağı yukarı panjurun tüm aksamını indirdi. İnce bir iş yaptığı. Ben ve oğlum da destek verdik bu işe.

Eli de yönetmiş ustanın. Ne yaptığını biliyor. Güzelce de yaptı. Ellerine sağlık.

İş bittikten sonra balkon kapısının üst tarafında hafif açıklık vardı. Orayı da gösterdim. Bir çırpıda yaptı.

İşin ardından kapıdan borcumuz var mı dedim. Yok dedi. Anlaştığımız iki bin lirayı takdim ettim. Demlediğim çayın yanına atıştırmalık bir şeyler koydum.

Çayı içip kalktılar.

Seyyar çalışıyormuş. Kartını uzattı. Var bizde dedim. Kartta yazdığına göre anlamadığı yok. Birçok işi yapıyor. Demek ki yetenekli ve eli yönet biri. Bir mesleği olan böyle eli yönet kişilerin piyasadan ekmek yememesi mümkün değil.

Tekrar panjurla gelirsem, cebime sıkışan iki bin lira tamirciye gitti. Nereden bakarsan bir ev temizliği parası. Değişen bu makara ne kadar gidecek, bunu da zaman gösterecek. Yalnız bir makara, üçlü panjuru kaldırmak zorunda olduğu için ip kullana kullana yine deforme olacak. Panjuru yapan usta ben olsaydım, üç panjuru bir makaraya bağlamazdım.

Yazıyı yazarken değişen makaranın fiyatına İnternetten baktım. Beheri 180 lira yazıyor. Tamircinin aldığı 2000 liranın 360 lirası malzeme parası. Gerisi işçilik.

Giden iki bin liradan geçtim. Piyasanın oturmamışlığı beni üzdü. Öyle ya fiyat 1500 ila 3000 arası değişiyor. Bu da bizdeki ahlak sorununun derinliğini gösteriyor.

Hasılı panjurun mu var, derdin var vesselam.

24 Şubat 2025 Pazartesi

Mütemadiyen Reisim

1988 yılında evlendim. Evde iki kişi olduk. Haliyle iki kişi olunca karı koca olsak da içimizden biri reis olmalıydı. Başkan gibi bir şey.

Seçimle reis seçilmedim. Teamül gereği aile reisi oldum. Çünkü erkek egemen bir toplumda yaşadığım için hep hanımın dediği olsa da doğal olarak reis kabul edildim.

İki kişiyken 89'da üç, 91'de beş, 2002'de 6 kişi olduk. Çekirdek aile olsak da büyük aile sayılırız.

Hanede sayı arttıkça yine benim aile reisliğim değişmedi. Eşim ve çocuklarımdan bir tanesi çıkıp da yapamıyorsun. Aile reisliğine talibim demedi. Sağ olsunlar. Zaten görevimi yapınca niye rakip çıksın karşına değil mi?

Normalde hakları var ama sayarlar ve severler. Özellikle sevince bu sevginin karşısında kim durabilir. Çiğ tavuk bile yerler benim için.

Bir hakkı teslim edeyim. Çoğu zaman kırıp döksem de umulmaz yaralar açsam da telafisi mümkün olmayan zararlar versem de yine karşıma hiçbiri dikilmedi. Evimizin direği reisimizin bir bildiği var dendi. Bu anlayış içerisindeki hane halkımı, ekmeğini kısıp aç bıraksam, yine de şükrü eksik etmediler. Hep iyi ki varsın. Sen olmasan biz ne yapardık bir başına düşüncesindeler. Hoşuma gidiyor elbette bu anlayış.

Böyle giderse, benim aile reisliği mezara kadar gideceğe benziyor. Çünkü yerimde kimsenin gözü yok. Kazara biri karşıma çıkıp ben reis olacağım dese, ailemin diğer fertleri nankör deyip çiğ çiğ yer onu.

Reisliğim, bir makam bir mevki bir koltuk değilse de bana sonsuz imkanlar sunmasa da aile reisliği hoşuma gidiyor. 88'den bu yana bir istikrar abidesi olarak aile reisliğim devam ediyor.

Benim için bir getirisi olmasa da mezara kadar her daim baş olmam hoşuma gitse de zaman zaman patladığım, aslan gibi kükrediğim, ardından zikzak çizdiğim, U dönüşü yaptığım, yediğim büyük lokmayı yuttuğum oluyor. Şöyle ki; hanımın bazı isteklerine aniden parlıyorum. Olmaz. Bu can bu tende olduğu müddetçe o istediğin bu eve girmeyecek diyorum. Ciddiyet ve kararlılığımı gören hanım, suspus oluyor. Yuttu galiba diyorum. Öyle ya bu haykırış karşısında kim ne diyebilir? İyi, hep böyle davranayım diyorum. Ertesi gün sofraya pırasa, ıspanak türünden yemek konunca, esas hapı yutanın ben olduğumu anlıyorum. Zaman geçmeden tamam sensin deyip istediğini yerine getiriyorum. Bana biraz pahalıya patlıyor ama olsun. Zaten giden para onların parası. Bu da uyum sahibi olduğuma bir örnek. Yok efendim, ben prensip sahibiyim. Sözümden dönmem demek siyaset bilmemek demektir. Geçim ehli olmanın, reisliğimde tutunmamın yolu budur. Değilse hayatım zindan olur, aile reisliğim de tartışmaya açılır. Neme lazım.

Aile reisliğimin 37.yılında düşünmeye başladım. Kendi kendime dedim ki Ramazan! İyi, hoş, güzel de seçimsiz, sandıksız olmaz bu işler. Bundan sonra her dört yılda bir, aile efradının oy vereceği, reisliğimin resmen tescil edileceği seçimli olağan kongre yapayım diyorum. Aile bireyleri de ecellerine susamadıysa demokrasinin gereği olarak elbette karşıma aday olarak çıkabilirler. Gerçi her ne yaparsam yapayım, sağ olsunlar, saygıda kusur etmediler ve karşıma aday olarak çıkmadılar.

Hiç aday çıkmasa da tüm aile fertlerinin oyları çantada keklik olsa da bundan sonra her dört yılda bir, seçimi sevdim. Böylece genç demokrasimizin yerleşmesine de katkı sunmuş oluruz. Seçimle aile reisi seçilince, sandığın evet dediğine kim ne diyebilir? Sandığın karşısına çıkabilir? Çünkü aile reisliğim için sandık her şeydir. Eğer aile reisi iseniz, sizler de seçimli kurultay yapabilirsiniz. Unutmayın ki demokrasi, evde ve ailede başlar.

Bu arada zaten aile reisisin. Karşında zaten aday yok. Boşu boşuna niye sandık koyacaksın. Ölünceye kadar reisisin desinler bitsin diyebilirsiniz. Buna cevabım, evet ölünceye kadar reis olsam da tek aday olarak sandıktan çıkmanın zevki bir başka. Ancak yaşayan bilir bunu.

23 Şubat 2025 Pazar

Yazılarımdan Kime Ne?

2015 yılından beri bu blogta çalakalem yazmaktayım.

Yazarken; ortam, sessizlik, masa, bilgisayar arayan biri değilim.

Kah otobüs kah dolmuşta giderken kah bir çay ocağında bir başıma çayımı yudumlarken kah evde uzun otururken başlarım yazmaya.

Yazarken de nasıl giriş yapayım, gelişme ve sonuç nasıl olsun diye bir planım olmaz.

Yazacağım konuda görüşümü serdederken sap gibi ortada kalır mıyım demem. İçimden geldiği gibi yazarım. Birileri beni kara listeye alırmış, beni dışlarmış demem. Çok da tın.

Bazen sayfayı doldurmada zorlanırım bazen de yazı uzar gider.

Tüm bunları cep telefonu marifetiyle yaparım.

Hemen hemen her konuda bazı konularda defalarca yazmışlığım ve kendimi tekrar etmişliğim var.

Bu yazımla birlikte 2015 yılının ikinci yarısından itibaren bugüne, 5181 olmuş bloğumda yazdığım yazı.

Bunları ne zaman yazıyorum? Yazı için ayrı bir vakit ayırmıyorum. İstirahat için ayırdığım vakitten feragat ederek yazıyorum.

Görevime de devam ediyorum. Yazı için görevimi aksatmam, ötelemem mümkün değil. Birini yaparken diğerini yıkmam. Her birinin yeri ve zamanı ayrı. Eğer bir tercihte bulunmam gerekirse, önceliğim her daim asli görevimdir. Yazdığım yazılar benim tali görevimdir.

Hem işimi yaparken hem de yazılarımı yazarken eşim ve dostuma da zaman ayırıyorum. Yürüyüşümü de yapıyorum. Evime de zaman ayırıyorum. Ataya da hizmet ediyorum.

Bir günde bazen hiç bazen 1 bazen 2 bazen 3-4-5-6 yazı yazdığım olur. Bir günde yazdığım fazla yazı, o günkü yürüyüşümü biraz engeller. Hepsi bu kadar. Günlük yürüyüşüm de 8-9 bin adımdan aşağı olmaz.

Yazdığım bu yazılardan dolayı herhangi bir ücret kazanmıyorum. Çünkü hobi olarak yapıyorum bunu. Yazdığım yazılardan seçtiklerimi gazete köşesinde yayınlansın diye hatır için gazeteye gönderiyorum.

Üç gün gazeteye gönderdiklerimi, diğer dört günde de blogta seçtiklerimi sosyal medyada ve durumumda paylaşıyorum.

Paylaşımlarımdan bazısı beğeni alırken bazıları almaz.

Paylaşımlarım beğeni alsa da almasa da blogtaki yazılarım okunsa da okunmasa da yazmaya devam ediyorum. Çünkü gündeme dair veya gündem dışı yazdığım bu yazılar içimi döktüğüm sayfalardır.

Yazılarımda mizah, hiciv ve üstü kapalılık eksik olmaz. Hafif hafif dokundururum. Yazılarımın çoğunda anılara yer verir, yazdığım yazıyla bağlantı kurarım.

Dokundurduğum yazılar bazılarının daha doğrusu büyük çoğunluğun pek hoşuna gitmese de yazmaya devam ediyorum.

Zaman zaman bu kadar yazı yazmak yerine, çoluk çocuğuna ve işine zaman ayır diyen de eksik olmaz. Gıyabımda konuşan da oluyormuş. İyi de hiçbirini ihmal etmeden yazmamın ne sakıncası var ne zararı var? Kimsenin vazifesi değil.

Eleştirili yazı yazınca, eline ne geçiyor, bir şeyler değişiyor mu diyen de eksik olmaz. Tek kelimeyle sana ne?

İyi şeyler oluyor, onları da gör ve yaz diyen de eksik olmaz. Akıl vereceğine, onu da sen yaz. 

19 Şubat 2025 Çarşamba

Erkeğin Temizliği ile Kadının Temizliği

Koridordayım. Koridor güzelce yıkanmış. Bu yıkamadan koridorda bulunan iki sandalye ve masa da nasibini almış. Daha doğrusu üzerine su tutulmuş.

Sandalye ve masalar bir temiz bezle silinip kurulanmadığı için sandalyenin otura otura içine çöken kısmında biriken su, kuruduktan sonra lekeli kalmış.

Pek sandalyede oturmadığım için oturma ihtiyacı hissetmedim. Sandalyedeki toz lekesini de görmedim. Bir meslektaşım gösterdi. Göstermekle de kalmadı. "Erkeklerin temizliği böyle olur, temizlikleri de bir işe yarasa" dedi.

Alt kata inerek görevliye sandalyeleri bir kez daha silmesini istedim.

Silinmiş ama daha önce oluşan toz lekesi tam çıkmamış.
*
Fi tarihinde bir okulda yaz dönemi idarecilik yaptım. Okulda yaz dönemi Kur'an öğrenmek isteyen öğrenciler için kurs vardı.

İdareci ve personeli tanımaya çalışıyorum. Bir kadın dolaşıyor orta yerde. Kimsin diye sordum. Hizmetliyim dedi. Kadrolu musun dedim. Hayır dedi. Okul aile birliği aracılığıyla çalıştırılıyorum dedi. İyi de okul dönemi olsa ihtiyaç vardır. Olurdu. Yalnız yaz dönemi birlik aracılığıyla çalışman olmamış. Kaç paraya çalışıyorsun dedim. Söylediği miktarı hatırlamıyorum. Sigorta yapıldı mı dedim. Hayır. Sizden önceki müdürle sigortasız bu fiyata anlaştık dedi. Ben bu işe sıcak bakmıyorum. Daha sonra tekrar bu konuyu konuşuruz dedim.

Müdür yardımcısına, şurada oturan bir genç erkek var. Bu kim dedim. Okulun kadrolu hizmetlisi dedi. Bu kadrolu hizmetli varken ve yaz dönemi hizmetli ihtiyacını görebilirken bu kadının birlik üzerinden çalıştırılmasının hikmetini sordum. "O hizmetli, çocuk yuvasından yetişmiş, yurt çocuğu. İş yapmaz dedi. İyi dedim.

Sabahtan akşama boş boş oturan hizmetliyi çağırdım. Tanıştım. Sağdan soldan biraz konuştum.

Ardından, sen varken bu kadının yaz dönemi çalışması doğru mu dedim. "Doğru değil" dedi. Bu kadının sigortası yok. Okulun imkanları belli. Fazla iş yükü yok. Sen yapamaz mısın birkaç sınıf, koridor ve tuvalet temizliğini dedim. "Ben yaparım yapmaya ama ben iyi temizleyemem. Kadınlar daha iyi yapar" dedi. Elbette temizliği kadınlar daha iyi yapar. Erkeklerinki çok iyi olmayabilir. Ama olduğu kadar dedim. "O zaman olur, yaparım" dedi.

Az sonra kadını çağırdım. Her ne kadar benden önceki müdürle anlaşmış isen de benim gönlüm sigortasız çalışmana razı değil. Bunun riski de var. Okulun bütçesi de çok iyi değil. Ayrıca çalışanımız var. O varken sizin çalışmanız çok uygun değil. Okulun menfaatini düşünmem lazım. Bugüne kadar çalıştığını ödesem nasıl olur? Bana gönül koymazsın umarım dedim. "Siz bilirsiniz. Gönül koymam" dedi.

Yedi gün çalışmış. Anlaşılan maaşın yedi günlüğünü ödemek suretiyle kadın işi bırakmış, birlikten de para çıkmamış oldu.

Çalışmaz. Çünkü bu yurt çocuğu dedikleri genç hizmetli, her gün okulu erkenden açtı. Temizliği de yaptı. Okulun ufak tefek tadilatı için cumartesi, pazar günleri okulu açmak istediğimizde, "Hocam, ben gelir açarım. Ustanın işi bitinceye kadar da yanında beklerim" dedi. Dediğini de yaptı çocuk.

Başka bir gün kısa faslı bir konuşma arasında "Hocam, ben buraya falan ilçeden geldim. O okulda iş yapmadım. Buraya nakil geldim. Sizden önceki müdürü sevdim. Çalışmaya başladım. Sizi de sevdim. Çalışıyorum" dedi. Ayrılıncaya kadar hem mesaiye riayetinden hem de temizliğinden memnun kaldım.

Bu iki anekdotun ardından şimdi geleyim sadede. İlk anekdotta meslektaşımın "Erkeklerin temizliği de temizlik olsa, bir işe yarasa" sözüne.

Erkeklere göre kadınların temizliği daha iyidir. Genel kanaat ve görüntü böyle. Şu var ki her kadın böyle değil. Çünkü kadınlar içerisinde paspal olanlar, sayıları az olsa da var. Tıpkı erkeklerin büyük çoğunluğunun temizlik konusunda özensiz olduğu gibi. Şu hakkı da teslim edeyim. Öyle erkek hizmetlilerle çalıştım ki temizliği kadından daha iyi yaptığını gördüm.

Kadın ve erkeğin temizliği konusunda ilaveten şunu söyleyebilirim. Kaba temizlikte erkekler daha iyiyken ince temizlikte kadınlar daha iyidir.

Eskiden kadının yaptığı, erkeğin yaptığı işleri sınırları belli idi. Hatta kamuya eleman alımında bile şartlar arasında erkek olmak ya da kadın olmak var idi. Son yıllarda bu şartlar kalktığı gibi erkeğin kabul edilen işlerini kadınların, kadının kabul edilen işlerin de erkekler tarafından yapıldığı bir gerçek.

Günümüzde her ne kadar herkes her işi yapsa da bir hakkı teslim etmek gerek. Erkeğin temizliği başka kadınınki başka. Daha doğrusu iki cinsiyet arasında temizlik konusunda anlayış farkı var: Kadınlar daha özenli ve titiz iken erkekler özensizdir. Erkeklerin bu özensiz olmasında kadınların temizliğini anlamaması, gereksiz ve abartı olduğunu düşünmesidir.

Tamam erkeklerin temizliği bir işe yaramasa da kadınların temizliği de bezdiren türdendir. O kadar titiz olmaya gerek yok. Çünkü çoğu kadının temizlik konusunda hastalık derecesinde temizlik hastası olduğu aşikar.

Böyle temizlik hastası kadınları görünce, varsın keşke paspal olsaydı diyorsun. Çünkü bu temizlik hastalığı hayatı zindan eden türden. Muhatabına hayatı zindan etmeye değer mi? Eğer böyle olacaksa varsın erkeğin temizliği gibi olsun temizlik.

15 Şubat 2025 Cumartesi

Kabartma Tozunun Başıma Açtığı İş

Gözüme masada alınacaklar listesi ilişti. Daha doğrusu çarptı. 10-15 kalem vardı. Alışveriş olur da çarpmaz mı değil mi?

Akşam alırım. Nasılsa akşam 22.30 sularında işim vardı. O zamana kadar marketler kapanmadan alışverişimi yapar, oradan gitmek istediğim yere geçerim. Markette işim erken biter, 10.30'a biraz zamanım kalır ama gerekirse bir çay ocağı bulur, orada oyalanır, vakit geçiririm dedim.

Akşam 8'i geçerekten evden çıkıp markete geldim.

Markete girmeden bir market arabası buldum. Az portakal alayım dedim. Seçmeye başladım. Ben portakalı seçerken, baktım, başkası benim tezgaha yanaştırdığım market arabasına seçtiği narları koyuyor. O koyduğun narları alırım dedim. "Al" dedi. Şakam yok, alırım dedim. Yine "Tamam, al" dedi. Baktım, bu araba benim. Kendine bir araba bul demek istediğimi anlamadı. Bir uyum örneği göstererek gidip kendime bir araba daha alıp geldim. Portakalı seçip içeri girdim.

Şu reyon, bu reyon, şu marka ürün, bu marka ürün derken markası belli alacaklarımı aldım. Listede olmayan birkaç kalem daha aldım. Sıvı el sabununun hangi markasını, ne tür kokulusunu almak için biraz oyalandım. En fazla da banyo için kireç çözücü almaya vakit ayırdım. Bunun için sonradan terapist olduklarını öğrendiğim yanımdan geçen iki kız çocuğundan yardım aldım. Çünkü hangisinin ne işe yaradığını en iyi kadınlar bilir. Sağ olsunlar üşenmeyip şunu al, bunu al, şunun üzerinde şu yazıyor diye epey yardımcı oldular. Epey bir uğraştan sonra kireç çözücüyü de aldım.

Geriye ne kaldı diye listeye tekrar göz attım. Tüm alınacakları fazlaca almışım. Market arabasını da baya doldurmuşum. Başka ne alabilirim diye reyonlara girerek göz ucuyla baktım. Eve başka alınacak var mı diye mesaj yazdım. Hazır bekliyorlarmış. Şunu da al, bunu da al, bir de kabartma tozu siparişi aldım.

Kabartma tozu dışındaki ilave siparişleri de aldım. Kasaya yakın uygun bir yere arabayı koyup marketin öbür ucundaki sote yerden kabartma tozu almaya gittim. Birden fazla marka vardı. Şunu mu alayım, bunu mu alayım kararını veremedim. En iyisi eve sorayım dedim. Fotoğrafını gönderdim. Sen böyle her alacağının fotosunu çekip gönderiyor musun demeyin. Yarın kabarmazsa, "Aldığın marka iyi değilmiş. Bak kek kabarmadı. Bir daha bu markayı alma" sözünü daha doğrusu azarını işitmektense sormak iyidir. Tavsiye ederim.

Nihayet seçenekler arasında kabartma tozunun en iyi kabartanını emir-demir ilişkisine riayet ederek seçtim. Bir on dakikamı aldı ama olsun.

Hemen market arabasını koyduğum yere geldim. Yerinde yoktu. Acaba koyduğum yeri yanlış mı hatırlıyorum deyip tüm reyonları dolaştım. Benim market arabası uçmuştu sanki. Şuraya koymuş olabilir miyim, yok buraya mı derken sayısını unuttum turumun. Baktığım reyon koridorlarına bir daha bir daha baktım. Kapanmaya yakın olduğu için içerideki müşteriler de seyrekleşmeye başladı. Acaba biri yanlışlıkla kasaya götürmüş olabilir mi deyip kasa önlerine baktım. Birkaç görevliye arabamı bulamıyorum dedim. Görmedik dediler. Herhalde bir tanıdık, benim arabayı sakladı. Benimle oyun oynuyor dedim. Ha şimdi getirir, getirirse de kızayım tanıdığıma. Şakanın sırası değil diyeyim dedim. Yine de bir umut reyonların her birini bir kez daha dolaştım. Görünen o ki şaka maka yoktu. Benim arayıp seçip beğendiğim onca alışveriş listem yoktu. Belli ki bir çalışan, biri aldığını ödemeden bırakıp gitti diye benim alışveriş arabamı boşaltmış olmalı.

En iyisi yeni bir pazar arabası bulup aldıklarımı yeniden almak deyip alışverişe baştan başladım. Bu sefer neyi, nereden alacağıma tecrübeliyim. Her birini elimle koymuş gibi gidip aldım. Çünkü aldıklarımı boşaltan iğreti koymuş. Arabayı bir hızla yeniden doldurdum. Ödeme için kasaya yanaştım. Kasadaki kızımıza, marketin sorumlusu ile görüşebilir miyim dedim. "Ne için?" dedi. Durumu izah ettim. "Beyefendi, burada bu durum çok oluyor. Sahipsiz arabaları elemanlar boşaltır" dedi. Kızım, siz yine de sorumlunuzu çağırın, görüşeceğim dedim. Israrım üzerine marketin sorumlusuna telefon açtı. Biri geldi. "Buyur, sorumlu benim" dedi. Durum böyle böyle dedim. O da "Burada böyle arabayı doldurup bırakıp gidenler oluyor. Elemanlar da boşaltıyor. Biz nelerle karşılaşıyoruz burada" dedi. Kardeşim, sahipsiz arabadan bahsediyorsun. Arabayı bırakıp arka tarafa kabartma tozu almaya gittim. Elemanın ne kadar hızlıymış böyle. Çağır şu elemanını tanıyayım bir. Böyle hızlı ve pratik eleman kolay kolay bulunmaz" dedim. "O arkadaş adına ben özür dilerim. Kusura bakmayın" dedi. Dedim, o arkadaşla tanışmadan gitmeyeceğim.

Bu arada aldıklarım kasadan tek tek geçti. 1300 lira tutmuş hepsi.

Arabayla dışarı çıkıp moralim bozuk beklemeye başladım. Beklediğimi gören sorumlu yanıma geldi. Haydi şu arkadaşı çağır, bir tanışayım dedim. İçeri girip o arkadaşı getirdi. Arabayı boşaltan görevli, "Abi, özür dilerim. Boşaltmadan önce birkaç defa seslendim. Kimse sahiplenmeyince boşalttım" dedi. Be kardeşim, ta arka tarafa sesin nasıl gelsin. Bir on dakika geçti diye emek emek doldurduğum bu araba boşaltılır mı, akşam akşam yordun beni. Bu kadar kısa zamanda boşaltacağınızı hiç hesaba katmadım. Bu arada hızın için seni tebrik ederim ama o hızla, çoğu ürünü yanlış yere koymuşsun. Bir de ben o kadar yana yakıla reyon reyon dolaşırken seni kaç defa gördüm. Üzerinde görevli elbisesi yoktu. Abi, ne ararsın diye niye bir şey demedin dedim. "Doğrudur" dedi. Hem sorumlunun hem arabamı iç eden çalışanın efendilikleri ve samimiyetleri hem de "Biz burada ne arabalar boşalttık, nelerle karşılaştık" demeleri sinirimi geçirdi. Yumuşadım. Arabayı bulamayınca, koyduğum yeri bulamadım, galiba beynim sulanmaya başladı demeye başlamıştım dedim. Gülüştük. Çalışan, "Abi sizin için ne yapabilirim" dedi. Hiçbir şey yapmana gerek yok. İçimdekini boşaltıp rahatladım dedim. "Araban nerede? Oraya kadar götürüvereyim" dedi. Olmaz dedim ise de arabayı aldı, sürmeye başladı. Arabanın yanına varınca, aldıklarımı da poşetledi. Bu esnada kimsin, necisin, nerelisin türünden lafladık. Daha doğrusu o sordu, ben cevapladım.

Vedalaşıp ayrılırken marketin iki ötesi esnafta çalışan biri "Ramazan Hocam" diyerek yanıma geldi. Halimi hatırımı sordu. Karanlık olunca yüz hattından çıkaramadım. Adını sordum. "Hocam, hatırlamazsın falan okuldan A sınıfındandım" dedi. Soyadını söyle dedim. Söyleyince şimdi hatırladım seni dedim.

Velhasılıkelam kelam, hiç yaşamadığım bir alışveriş anım oldu. Gerilimi yüksek bir alışverişti. Aynı zamanda yorucu idi.

Senin başına gelen pişmiş tavuğun başına gelmez demeyin. Her şeyde bir hayır var demek lazım. Aynı zamanda faydası da oldu bu sıra dışı alışverişin:

Alışverişim erken bitecekti. 22.30'da gideceğim yer için erken olacaktı. O vakti bekleyecektim. Baktım, saat 22.20 olmuş. Böylece gerilimi yüksek olsa da vakti geçirmişim.

Gündüzünde 6 bin adım atıp yürüyüşüm eksik kalmıştı. Marketin içinde bir 2000 depar daha atıp 8 bini bulmuş yürüyüşüm.

Marketin sorumlusu ve arabamı boşaltan görevliyi tanıdım. Saf Anadolu insanı idi ikisi de.
Yıllardır görmediğim bir öğrencimle bu vesileyle karşılaştım.

İkinci kez alışverişim hız ve gerilimden ibaret olunca, gündüzü ve gecesi bugünlerde ayaz olan Konya'nın soğuğu bana vız geldi. Çünkü ısınıverdim. Üşürseniz, hız ve gerilim sizi ısıtır, unutmayın. Burada tecrübe konuşuyor.

Sinir patlamasının ardından sinirlendiğin insanlarla kızıp bağırmadan, hakaret etmeden medeni bir şekilde konuşup içini dökünce rahatlıyorsun.

Yorulunca eve gelip bir güzel uyku çekiyorsun. Uyuyamıyorum diyenlere şiddetle öneririm. Vücudunuzu yoracaksınız. Yattığınız yeri beğenirsiniz.

Bundan sonra market alışverişlerinde ben nereye gidersem market arabasının da benimle beraber gitmesi gerektiğini bu tecrübeyle öğrenmiş oldum. Efendim, arabayı dolaştırmayayım. Aldıklarım şurada dursun. Ben gidip şu alacağımı alıp geleyim demek yok. Bu tecrübe de yabana atılmamalı.

Arabamı boşaltan görevli, market arabasını arabanın yanına kadar götürdü. Poşetleyip arabama yerleştirdi. Hangi market çalışanı yapar bunu? Mesela siz alışveriş yaptığınız zaman çalışan, aldıklarınızı arabanıza yerleştirdi mi hiç?

Hasılı bu alışveriş bana 1300'e patladı ama çok şey kazandırdı. Market arabam boşaltıldıktan sonra listeye ve ilave siparişlere bakmadan hepsini gözüm kapalı almışım. Bir tek portakal almayı unutmuşum. Bunu da ödemeyi yapıp çıkarken hatırladım. Bu kadar da olsun. Zaten listede ve ilave siparişte yoktu. Bu da alışverişimin nazar boncuğu olsun.

Bir diğeri de aldığım sıvı el sabunlarından bir tanesinin kapağı açılmış. Aka aka arabanın bagajı güzelce sabunlanmış. O sabunu silinceye kadar kaç bez bitirdim. Ama arabamın bagajından uzun süre sabun kokusu gelecek. Sabun kokusunu severseniz, beklerim.

Bu arada alacağını alıp da ödeme yapmadan ve aldığını boşaltmadan marketin içinde bırakıp gidenler neyin kafasını taşıyor, hiç anlamış değilim. Mübarek, alacaklarından vazgeçti isen aldıklarını yerine koy, arabayı boşalt, çık git. Babanızın hamalı mı var burada? Ki zaman zaman ben de vazgeçersem, gidip yerine koyuyorum. 

7 Şubat 2025 Cuma

Namaz ve Mesai

Fi tarihinde bir kurumdan aradılar. Bir imzan gerekiyor. Şu bölüme gelebilir misin dediler. Olur uğrayayım dedim.
Öğleden sonra imzamı atmak için o kuruma uğradım. Girişte bir tanıdığım denk geldi. Hayırdır dedi. Şu bölüme gideceğim. İmzam lazımmış dedim. O bölüme şu arkadaş bakıyor. Gel yanına girelim. Hem tanışırsın hem de çayını içeriz dedi. Olur dedim. Birlikte girdik.
İçeri girdikten sonra o bölümün sorumlusunu görünce onun da tanıdığım olduğunu gördüm.
Çayımızı söyledi. Hal hatır, sağdan soldan lafladık. Sizi daha fazla tutmayayım. Ben bölümünüze gidip oradan evrakı imzalayayım dedim. “Dur hocam, imzalayacağın evrakı buraya getirteyim, oraya kadar zahmet etme” dedi.
Bölümünü dahili hattan aradı. Cevap veren olmadı. Bunu birkaç defa denedi. Açan olmadı. İlgili elemanlarını sırayla cep numaralarından aradı. Cevap veren olmadı. Az sonra tekrar denedi, yine cevap veren yok. En son o bölümde çalışan engelli bir çalışanını cepten aradı. "X hanım, arkadaşlar nerede" diye sordu. "Hocam, kimse yok. Hepsi namaz için camiye gittiler" cevabını aldı. “Allah Allah, hepsi mi gider” diye mırıldandı ama başka da elinden gelen bir şey yoktu.
İkindi namazını camide cemaatle kılmak için camiye giden bölüm çalışanlarının namazdan gelmesini mecburen bekledik. Onlar cemaatle namazlarını kılmak suretiyle 25-27 derece daha fazla sevap kazanırlarken biz ilave lafladık. Haliyle sevaptan faydalanamadık.
*
Bir ara yaz dönemi bir okul müdürünü okulunda ziyaret ettik birkaç arkadaş. Saat 16.30 sularında müdürün yardımcısını, yanında iki yardımcı olduğu halde diğer çalışanlarla beraber okuldan çıkarlarken gördüm. Müdüre, bunlar nereye gidiyor dedim. O esnada okula 300 metre mesafedeki bir camiden ezan sesi yükselmeye başladı. “Belli değil mi nereye gittikleri, namaza” dedi. Namaz kaçmıyor ya. Niye beşten sonra kılıyorlar dedim. Müdür sessiz kaldı.
Namazdan sonra geri okula dönmediler. Çünkü mesai 17.00’de bittiği için oradan evlerine dağıldılar.
Size iki tane örnek verdim. Siz bu durumu nasıl görürsünüz bilmiyorum. Ama ben bu durumları garipsediğimi söylemeliyim. Neden derseniz, ister kurum ister okul olsun burada çalışanlar sabah 08.00 ila 17.00 arası öğle arası hariç kurum ve okulu beklemek zorundalar. İş olsun veya olmasın. Görevleri bu. Namaz kaçacak değil. Üstelik her iki karşılaştığım durum yaz dönemindeydi. Bu dönemler gündüzün uzun olduğu, akşam ezanının 20.00’yi geçtiği günler. Pekala namazlarını mesai bitimi 17.00’den sonra kılabilirler. Hatta birden fazla kişi oldukları için mesai bitimi camiye geçip cemaatle namaz kılabilirler. Oradan evlerine dağılabilirler. İlla ezan okununca ben cemaatle kılacağım diye kurum ya da okul boşaltılıp camiye gidilmez.
Kimsenin kıldığı namazında falan değilim. Namazlarını kılsınlar ama bunu mesaiden sonra yapsınlar. Bir şeyi yapacağız diye diğer şeyi ihmal etmemek ve yıkmamak lazım. Bu yapılan düpedüz zamandan çalmak ve zaman hırsızlığı demektir. Bu idareci ve memurların öncelikli görevi mesaiyi tam tamamlamaktır. Kimseyi bekletmek zorunda değiller.
Ha kıldıkları namaz cuma namazı olsa eyvallah diyeceğim. Çünkü mesaiye denk gelse dahi kimsenin cumaya gitmesinde bir sakınca yok. Mesai bırakılır, camiye gidilir.
Yine mevsim kış mevsimi olur. Haliyle kışın gündüzleri kısa olur. İkindi namazı her halükarda mesai içinde kılınması gerekir. Çünkü mesaiden sonraya kalsa akşam ezanı okunmuş olur. Bunu da kurumda veya okulda uygun bir yerde veya odasında kılar. Buna da kimsenin diyeceği bir şey olamaz.
Unutmayalım ki namaza ve cemaatle kıldığımız namaza verdiğimiz önemi mesaiye de vermek lazım. Cemaatle namazın hükmü sünneti müekkede ise mesaiye riayet farz olmalı.
Yazımı bir fıkra ile tamamlayayım ki kıssadan hisse alalım. Bir Fransız bir İngiliz bir Türk çocuğu, kendi aralarında kimin babası daha hızlı konuşması yapar. O benimki, diğeri benimki, öbürü benimki babından.
Fransız, “Benimki daha hızlı. Çünkü 100 metreyi 10 saniyede koşar” der.
İngiliz, “Benimki daha hızlı. Silahı ateşler. Mermi hedefine varmadan diğer eliyle yakalar” der.
Türk, “Sizin babalarınızın hızı da hız mı? Esas benim babam daha hızlı. Benim babam devlet hastanesinde çalışır. Mesai beşte biter. Ama babam üçte evde olur” der.

4 Şubat 2025 Salı

Çay Parası

Bakanlık müfettişleri rehberlik ve denetim, inceleme ve soruşturma için gruplar halinde tüm Türkiye’ye dağılırlar.

Ankara’dan bölgelerine gittikleri zaman okulları denetlerler. Bu denetimleri de iki, üç hafta falan sürer.

Konya’nın bir ilçesinin büyük bir beldesindeki endüstri meslek lisesine de denetim için bakanlık müfettişleri gelir.

Müfettişler çalışma odası olarak okul müdürünün odasını kullanırlar.

İncelenecek evrakları okul müdüründen isterler.

Okul müdürü, çay, kahve ne içersiniz diye sorar.

Derler ki “bizim prensibimizdir. Biz teftişe gittiğimiz kurumdan yemeyiz, içmeyiz”.

“Siz bilirsiniz” der okul müdürü.

Onlar hummalı bir şekilde çalışırken, okul müdürü ara sıra hizmetlisinden çay ister ve yanlarında içer.

Bir böyle iki böyle. Müdür içiyor ama kendileri çay içmiyor. Çünkü prensipleri bu.

Yalnız bu okuldaki teftiş bir hafta sürecek. Beş gün boyunca çaysız ne yapacaklar?

İçlerinden bir tanesi, “Müdür bey, çayı kendi başına içiyor. Bize söylemiyor” diyerek okul müdürüne laf dokundurur.

Müdür de “Efendim, içmeyiz dediniz. Bu durumda ne yapabilirim, siz söyleyin” şeklinde cevap verir.

“Çay içeriz ama parasını vermek şartıyla” derler.

Okul müdürü de tamam der. Çaylarını söyler. Çayları getiren hizmetliye, “Gidinceye kadar müfettişler istedikçe çay getireceksin. Kaç çay içtiklerini yazacaksın. Giderken içtikleri çayın parasını verecekler. Tamam mı” diye tembihler.

Bu tembihi koridora çıkıp tekrar söyler. Çünkü anlattığına göre hizmetlisinin kafası biraz kalınmış. Bir lafı hadi deyince birden anlamazmış.

Müfettişler denetimi bitirip öğretmenlerle toplantı yaparlar.

Ardından ayrılmak için bahçeye inerler. Okul müdürü de uğurlamak için onlara refakat eder.

Müfettişler arabaya binip tam giderlerken, müfettişlere çay getiren hizmetli, durun diye bağırır ve koşarak yanlarına gelir.

Hizmetlinin koşarak geldiğini gören müfettişler bekler.

Hizmetli, “Hani siz çay parasını vereceğidiniz. Vermeden nere gidiyoruz? Şu kadar çay borcunuz var” der.

Hizmetlinin bu yaptığına hepsi hem güler hem şaşırır. Başmüfettiş hiç bozuntuya vermeden, “Müdür bey, bu hizmetlinin kıymetini bil” der ve çay borçlarını kuruşu kuruşuna ödeyip ayrılırlar.

2 Şubat 2025 Pazar

Nihayet Bana İş Çıktı (3)

F bloğa doğru giderken kemerimi de bir taraftan belime geçirdim. Tam 10.32'de öyle dakik değil, böyle dakik olunur dercesine duruşmanın yapıldığı salonun önüne geldim.

Diğer şahit oradaydı. Maşallah benden dakik. Erkenden gelmiş oraya. Ne de hevesliymiş şahitliğe. Sayesinde, duruşma salonunun hangi blokta, kaçıncı katta ve hangi numaralı salonda olduğunu gelmeden öğrenmiştim. Elimle koyduğum gibi buldum. O olmasaydı, epey bir arayıp soracaktım.

Duruşma salonunun önünde bizden başka birkaç kişi daha vardı. Tanımıyorduk onları. Şahitliğine geldiğimiz kişiler de yoktu. Belki de onları önceki duruşmalara çağırdılar. O zaman ifade verdiler. Bir de şahitleri dinleyelim demiş olmalı hakim.

Avukatlar girip çıkıyordu bol bol salona. Kiminin avukat elbisesi elinde dürülü kimi ise üzerine giymişti. Genelde erkekler giymiş, kadın avukatlar ise ellerinde dürülü girip çıkıyorlar. Bu arada kadın avukatların ökçeli ayakkabılarının altında çakılı olan nal ta ileriden ben geliyorum diyordu. Gözle görülmeyen bir yerden, önce nal sesini duyuyorduk ve az sonra kadın avukat geliyordu. Belli ki kendileri rahatsız olmuyorlar, başkasını rahatsız ediyoruz diye de düşünmüyorlar. Bence rahatsız edici bu tür ayakkabı özellikle avukatlara yasak olmalı.

Diğer şahit, kimler geldi diye ara ara çıkan mübaşire benim de geldiğimi söyleyerek ismimin karşısına artı koydurdu. Ne zaman çağırırsınız diye sordu. Az sonra dedi.

10.33 olan duruşmadaki şahitlik 11.00'de mübaşirin ismimi okumasıyla başladı.

Mübaşir önde ben arkada girdik duruşma salonuna. Kapının girişinde mübaşir geç dedi. İyi de nereye geçecektim. Kapının solunda iki kişinin oturacağı bir yer vardı. Sağda bir avukat oturuyordu. Ortada, önünde bilgisayar olan biri vardı. Galiba zabıt katibi olmalı. Onun önünde iki kişilik bir oturma yeri var. Yukarıda hakim, biraz mesafeli sağında savcı vardı. Olsa olsa şuraya geçmeliyim diye zabıt katibinin önündeki boşluğa yöneldim.

Hayır oraya değil, buraya dedi hakim. Zabıt katibi ile avukatın arasından bir kişinin geçebileceği bir yer varmış. Oradan geçip hakime biraz daha yakınlaştım. Nihayet yerimi buldum.

Ne bilirdim yerimin burası olduğunu? Çünkü ilk şahitliğim.

Hakimi, savcısı, zabıt katibi, avukatı oturuyor. Bense ayaktayım. Zanlı veya sanık olsam gam yemeyeceğim ayakta durmaya. Kendimi sakıncalı piyade gibi gördüm. Halbuki şahidim.

Daha önce mübaşir tarafından alınan kimliğimle kimlik kontrolü yapıldı.

Hakim söylediklerimi tekrarla dedi. "Gördüklerimi doğru söyleyeceğime, namusum ve vicdanım üzerine yemin ederim" cümlesini söyledi. Ben de tekrarladım.

Namusu anladım da vicdan ne? Ne zamandan beri vicdan üzerine de yemin edilir oldu? Sonra bana niye yemin ettiriliyor? Niye yalan söyleyeyim sonra? Şahitlik yapacak var dendi de ben gönüllü mü oldum?

Ardından kavganın oluşunu, niçin bu olayda bulunduğumuz, kavgada ilk yumruğu atanın kim olduğunu sordu. Öbürü de vurdu mu? Orada bulunan falan falan isimli kişiler de kavgaya karıştı mı? Birbirlerine hakaret ve tehdit yaptılar mı türünden sorular sordu. Bildiklerimi aktardım. Söylediklerimi tekrarlayarak zabıt katibine yazdırdı. "Avukat bey, soracağınız var mı” dedi. O da ”yok” dedi.” Çıkabilirsin” dedi.

Benden sonra diğer şahidi çağırdı. Onun çıkmasını bekledim. O da bir beş dakika kadar içeride durdu. Şahitliğimiz bittikten sonra çıkışa kadar beraber geldik. O yoluna gitti, ben de yoluma.

İlk şahitliğim de olsa artık şahitlikte tecrübe kazandım. Bu tecrübemi de yabana atmayın. En azından duruşma salonunda nerede duracağımı ve nasıl yemin edeceğimi biliyorum. Sizin de şahide ihtiyacınız olursa bilin ki size bir telefon kadar yakınım.

Şahitliğim erken bitti. Dışarı çıktım. Hava da güzeldi. Adliye yakınındaki bir okula giderek müdür ziyareti yaptım. Sonra ver elini çarşı merkezi.

Çarşıda biraz oyalanıp evime geldim.

Az dinlendikten sonra akşam oturması için evden çıktım. Dedim yine yürüyeyim.

Şahitlik işim kısa sürünce kendimi verdim yürümeye.

23 bin adım atmışım o gün.

Nihayet Bana İş Çıktı (2)

Bu şahitlik nereden çıktı?
Fi tarihinde küçük bir trafik kazası olduktan sonra kaza mahalline gelmiştim. Biri öndeki aracın çamurluğuna hafifçe tıklamış. Bu küçük kaza için kaportacıya gitmeye ve tutanak tutmaya bile gerek yok.
Kaza mahalline vardığımda, ortam sessiz olmasına rağmen soğuk bir ortam vardı. Taraflardaki gerginlik yüzlerinden okunuyordu. Sanırım biz gelmeden önce biraz hırgür yapılmış. Bunun için hırgüre gerek var mı? Yok ama onu gel sen bizim insanımıza anlat. Pireyi deve yapmada üstümüze yok. Bir de kendimize iş çıkaracağız.
Biz vardıktan sonra gerginlik kavgaya döndü. Birbirlerine vurdular da vurdular. Araladık, tekrar girdiler.
Beraberinde hakaretler yapıldı, tehditler savruldu.
Biri ambulansla hastaneye kaldırıldı. Hafif tıklanan araba da öyle tıklanmaz böyle tıklanır dercesine kavgadan nasibini aldı. Arabanın ne farları kaldı ne de aynaları. Ortam adeta savaş alanına döndü.
Bu kaza ve kavganın ardından belki de iki yıldan fazla zaman geçti.
Şikayetçi olmuşlar. Arabulucu da aralarını bulamamış olmalı ki beni ve kaza mahallinde olan diğer arkadaşı şahit yazdırmışlar.
Duruşma günü geldi çattı. Duruşma saati de 10.33 idi. Niçin 10.30 ya da 11.00 değildi? Bu da merakımı celp etti. Sanırım mahkeme çok dakik, dakikası gelir gelmez bizi duruşma salonuna alacaklar dedim.
9.30'da evden çıkıp Anıt'a kadar yürüdüm. Oradan Adliye'ye giden bir otobüse bindim.
10.25'de C kapısından giriş yaptım. Ama içeri girmem ne mümkün. Ne kadar emniyet tedbiri varsa abartılı bir şekilde vardı: X-ray cihazı, eşyaların kontrolden geçtiği cihaz, sayamadığım görevliler. Öyle zannediyorum, kamera da vardır.
X-ray cihazından geçmeden önce ceplerimde ne varsa bir kaba boşalttım. Belimdeki kemeri dahi çıkarıp kaba koydum. Kap cihazın içine gönderilince ben de X-ray cihazından geçtim.
Cihazdan geçtikten sonra cebimden çıkarıp koyduğum eşyalarım da geçti. Alelacele cebime doldurdum. Bu arada ceplerde de yok yokmuş maşallah. Ne bulmuşsam atmışım.
Adliyeye girişteki bu güvenlik tedbirleri, adliyede işi olanlar için sıkıntı mı sıkıntı. Çünkü her girişlerinde tepeden tırnağa kontrolden geçmek gerek. Bu kadar güvenlik tedbiri abartı olsa da gerekli. Yalnız bu güvenlik kontrolü niçin sadece adliyede var da diğer kurumlara girerken yok. Mesela okullarda öğretmen ve idareciler, hastanelerde başta doktorlar olmak üzere sağlık çalışanları zaman zaman şiddete hatta cinayete kurban gidebiliyor. Buralara cebinde silah ve bıçak ile girilebiliyor. Çünkü girişlerde kontrol yok. Hastanelerin bazı girişlerinde X-ray cihazı olsa da bu cihazdan geçmeden geçip gidenler de olabiliyor. Özel güvenlik de bir şey demiyor. Hasılı adliyedekilerin güvenliği önemli de diğer kurumların güvenliği önemli değil mi? (Devam edecek) 

31 Ocak 2025 Cuma

Nihayet Bana İş Çıktı (1)

Bugünlerde pek bir işim yok. Hoş, hiçbir zaman dopdolu geçen bir hayatım ve işim olmadı. Hep bir işim olsun arayışı içinde geçirdim ömrümü desem yeridir.
Nihayet bir iş çıktı. Şahit olduğum bir kavga adliyelik olmuş. Taraflardan biri de beni şahit olarak yazdırmış. Sağ olsun, var olsun.
Mahkemenin tebligatını görünce haliyle bir sevindim bir sevindim. Çünkü nihayet bir iş çıkmış, beklediğime değmişti.
Ne de olsa şahit olarak ilk defa hakim karşısına çıkacaktım. Hakim, savcı, avukat, adliye katibini görecektim. Adalet dağıtan mekanizmanın işleyişini görecektim.
Dört gözle mahkeme gününü iple çekmeye başladım. Derken efendim, tebligatın altındaki ihtar başlığıyla yazılan yazı dikkatimi çekti. Daha mahkemeye gitmeden ihtarı yiyince haliyle üzüldüm. Çünkü ihtar aba altında sopa
gösteriyordu: Belli gün ve saatte duruşma yerinde hazır olmadığınız ve mazerette bildirmediğiniz takdirde CMK 44 maddesi gereğince zorla getirileceğiniz ayrıca gelmediğinizden dolayı sebep olduğunuz mahkeme masraflarının kamu alacaklarının tahsili usulüne göre tarafınıza ödettirileceği ihtar olunur". Bu uyarının yazım ve imla yanlışlarını bir tarafa bırakıyorum. Belli ki bu ihtarı yazan kimsenin virgülle arası pek yok. Daha doğrusu hiç yok.
İhtarı yiyince üzüldüğümü ifade etmek isterim. Çünkü ne zamandır işsizlikten sıkılmış biri iken, hazır bir iş çıkmışken, koşa koşa gideceğim bir iş olduğu halde böyle bir ihtar inanın zoruna gitti.
Neymiş de gitmezsem, zorla götürülecekmişim ve mahkeme masraflarını ödeyecekmişim. Olacak şey değil. Gören de kavgayı yapan sanki benim. Hakareti yapan sanki benim. Yaralayan sanki benim. Tehdit eden sanki benim. Mahkemeyi işgal eden de sanki benim.
Halbuki kavgayı yapan başkası, tehdit ve hakaret eden başkası, yaralayan da başkası. Daha mahkemeye gitmeden ihtar da bana. Tek suçum tüm bu ortama şahitlik yapmak. Gel de kaderim kaderim deme.
Bunu böyle diyecekleri yerde, "Adaletin doğru tesisi ve tarafların mağdur olmaması bakımından şahitliğinize ihtiyaç duyulmuştur. Gelmediğiniz takdirde yanlış karar verilme ihtimalinden dolayı vicdan azabı çekmemeniz için belirtilen gün ve saatte mahkeme salonuna gelmenizi rica ediyoruz", dense daha iyi ve daha şık olmaz mıydı. Öyle ya rica gibi şık bir kelimemiz varken ihtar neyimize. Ayrıca üstün ricası emirdir zaten.
Yoktan yediğim bu ihtar moralimi bozdu, canım sıkıldı. Acaba gitmesem mi bile diyemedim. Çünkü işin ucunda şahitliğe gitmediğim takdirde iki polis nezaretinde evimden elime kelepçe takılıp götürülmek de var.
Komşular elimde kelepçe ile evden götürülüşümü görünce, tüh sana, yine ne yaptı memur bey, belliydi bunun böyle yapacağı diyecekler. Sanki daha önce bir şey yapmışım gibi.
Şahitliğe gelmedi teyze dediklerinde, demek yurttaşlık görevini yapmaktan kaçındı ha tüh sana tüh sana! Ne biçim vatandaşsın derlerse, bir daha komşuların yüzüne nasıl bakacaktım? Bir de polisler evimi gündüz gözüyle değil de sabah 06.00 sularında kuşatırsa, site sakinleri, sitemizde bir terörist mi besliyormuşuz da diyebilir.
Böyle bir durumda bu sitede kalma durumum da olmazdı. Mecburen evi satılığa çıkarıp mahalleyi terk etmem gerekecekti. Bir şahitlik yoktan başıma iş açacaktı.
Bereket, bunların hiçbirine ihtiyaç kalmadan, komşuların haberi olmadan, eve polis gelmeden belirtilen gün ve saatte şahitliğe gitmek için evden çıktım.
Yaptığım şahitliğe ve mahkeme ortamına da bir başka yazımda değinmek isterim.

Niçin Dışa Yansımıyor?

Tanıdığım biri var. Her gördüğümde masasının üzerinde deste deste kitaplar bulunur. Bunlar ne dediğimizde, okuyorum, bunlar okunacak der.

Gelen gidenin de dikkatini çeker bu kitaplar. Hatta bu tanıdığım masasının üzerindeki kitaplarla yetinmez. İnternet üzerinden kitap siparişi de verir.

Masanın üzerindeki kitaplar bir başkasının da dikkatini çeker. Okuyor mu bunları diye sordu bana. Bunu daha önce ben de sordum. Okuduğunu, kitap okumayı sevdiğini söyledi üstelik dedim. İyi de madem bu kadar kitap okuyor. Peki, dışarıya niye bir şey sızmıyor, niye bir şey yok dedi.

Yine bir başka tanıdığım var. Ne zaman görüşsek, kitap okuyorum durmadan. Şimdi de şu kitabı okuyorum der. Bu arkadaş da okuduğu kitapla orantılı değil. Okur gibi mi yapıyor, burasını bilmem. Bildiğim bir şey varsa okunan kitaplar beyninden süzülüp gelmiyor. Yani dibine bile ışık vermiyor.

Öyle ya okunan kitap kişide bilgi, birikim ve donanıma dönüşmesi gerekiyor. Kişinin konuşmasına yansıması gerekir. Satıcılığı olmasa bile gören, iyi bilgisi var ama satıcılığı yok demesi lazım.

Tamam satıcılık ayrı bir sanat. Ama niye bunca okunan kitap kelime hazinesini geliştiriyor? Niçin bir fikre bir görüşe dönüşmüyor? Niçin insanlara yol göstermiyor? Niçin okuduklarından bir hisse çıkarıp üç beş atıfta bulunamıyor? Niçin okunandan akılda bir şey kalmıyor?

Belki de okumadığı halde caka satmak amacıyla okur gibi yapıyor. Bir zamanlar bir gün okuruz diye rafların ciltli kitaplarla süslendiği gibi. Ya okuyor ama okurken beyin ve zihin gezintiye çıkıyor ya da akılda bir şeyler kalsa bile bunu kimseyle paylaşmıyor.

Bu iki örnekten bir başka konuya gelmek istiyorum. Ne zaman Müslümanlardan dert yansan, Müslümanlarda ahlak sorunu var desen, hemen birileri iyi bir dinimiz var. Suç İslam'ın değil şeklinde savunmaya geçiyor.

Elbette İslam mükemmel bir din. Buna diyecek bir şey yok. Burada denecek şey bu mükemmel din niçin bu dine inananların çoğuna sirayet etmiyor? Bu din niçin yaşantıya dönüşmüyor?

Öyle ya bir küpte bal olsa yağ olsa ya kokusuyla ya da küpün dışına sızmasıyla kendini belli eder.
Sahi bu mükemmel ve son din müntesiplerinin kahir ekseriyetine, kokusuyla ve dışa sızmasıyla dahi olsa niçin renk vermiyor? Niçin inançla amel bir uyum içinde olmuyor?

Mesela kötülüklerden arındıran namaz onca kılınan namaza rağmen kişiyi niye arındırmıyor?
Tutulan oruç niçin kişinin nefsini terbiye etmiyor?

Verilen zekât niçin mal hırsından geri bırakmıyor?

O kadar ayet ve hadis bilgisine rağmen niçin adaletsizlik, sahtekarlık vs. yaygın?

Sahi bu mükemmel din niçin hayatımıza yansımıyor?