Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Anı etiketine sahip yayınlar gösteriliyor

Erbaş'ın Arapça Bilgisi

Sanırım bir müftü anlatmıştı. Fransa'ya görevli olarak Türkiye'den bir müftü gider. İlçenin papazı müftü ile görüşmek ister. Haber gönderir, müftünüz Fransızca biliyorsa, papaz ziyarete gelmek ister diye. Müftümüz Fransızca bilmez denerek davet reddedilir. Bir zaman sonra papaz yine haber gönderir. Papaz efendi biraz Arapça bilir. Müftü beyle görüşme talep eder denir. Bu talebe jet hızıyla cevap verilir. Müftümüz Arapça bilmez diye.  Elhasıl kelam, papazın görüşme talebi gerçekleşmez.  Papazın aklına tercüman da gelmemiş olmalı. Belli ki arada kimse olmadan koyu bir sohbete dalacaktı. Bu görüşmenin gerçekleşmemesinde en büyük eksiklik, papazın Türkçe bilmemesi. Bunun sorumlusu da herhalde müftü değil. Papaz görüşmek için belki de Türkçe öğrendi. Üçüncü bir istekte bulundu mu, bulundu ise müftü ne gerekçe öne sürdü. Bu kısmı bilmiyoruz.  Öyle zannediyorum, Fransa'ya görevli giden müftünün hem Türkiye'den hem de Fransa'dan iki maaş birden alması ve yaban

Seçimin Ardından (1)

Mahalli seçimde sandık kurulunda görev yaptım.  Mahalli seçimler zaten zor ve meşakkatli olur. Bu mahalli seçim daha bir zor oldu.  Sabahın erken saatinde başlayan mesai geç vakte kadar sürdü. Oruç oruç gitmedi.  Üzerine kaçak güreşen, akşama kadar gevezelik yaparak kafa şişiren partili üye emekli öğretmenin iş yükümüzü almasından geçtim. İlaveten üzerimize yük oldu. Biz iş yaptık. O ise kafa ütüledi. Kendisine aşık bu öğretmen akşama kadar hep iyi okullarda çalıştığını, hiç kötü okullarda çalışmadığını anlattı durdu. Bilmediği ve anlamadığı da yoktu. Her konuya itirazı ve her şeye önerisi vardı. Çünkü çok yapmıştı zamanında bu işi başkan olarak. Varlığı külfet olan bu acınası varlığın yokluğu benim için nimet olurdu. Ama nimet kim, ben kim. Akşam iftarını suyla açıp bir tıkım ekmekle iftar edip sayım, döküm yaptık. Tutanakları hazırladık. Sandık kurullarını iftarda bir başına bırakıp arazi olan muhtar adaylarına, siyasi partilerimize bu vesileyle teşekkürü bir borç bilirim

Seçimin Ardından (2)

Sıra bu kadar uzunsa sıra aldıktan sonra sıra ne zaman gelirdi? Çok da problem edinmedim. Ayakta sıra beklerken bir şeyler okudum, yazıp çizdim. Oturup beklerken de yazarım dedim. Bir boşluğa oturayım derken baktım sınıf arkadaşım. O da seçim parası için gelmiş. Sırası da benden bir önce imiş. Lafladık. Ardından ne zaman teslim ettin dedim. 23.30'da evdeydim dedi gülerek. Hem de gevrek gevrek. Güya senden önce teslim ettim diyecektim. Ben Meram 1'de idim. Orada hiç sıra yoktu. Gelip hemen teslim ettik dedi. Meram 2 ise üç kat sıra bekledi dedi. İşte o üç katın her basamağında Ahmet Haşim'in "Ağır ağır çıkacaksın bu merdivenlerden" dizesine duçar olanlardan biri de ben idim dedi. Şükrü bu. Allah gülmek için yaratmış maşallah. Pozitif enerjisine hayran kaldım. Negatif enerjimle dengelemeye çalışsam da başarılı olamadım.  Fazla beklemeden önce onun, ardından benim numaram yandı. İyi ya çabuk geldi sıra dedim. Kimliği uzatıp seçim parası dedim. Göremediğim ekran

Hayıflanmamak Elde Değil (4)

Neyse hepsini yuttum bunların. Bahtıma yanıp yokluğa terk edilmiş bir halde yoluma devam ederken o ise Başkan olmanın şöhretiyle adından söz ettirmeye devam etti. Şimdi de Audi A8 ile gündemde. Millet topa tutuyor. Vay efendim, sen bu A8’e nasıl binersin? Hiç mi tasarruf derdin olmaz diye. Millet bu eleştirisinde de bir kez daha ters köşeye yattı. Çünkü almamıştı bu A8 Audi’yi. Kiralamıştı. Buna da mecbur kalmıştı. Çünkü 2016 yılında Başbakanlık tarafından kuruma tahsis edilen 2010 model araç sık sık arıza yaptığından, masrafa yol açtığından, işlevini tam yerine getiremediğinden ve de ömrünü tamamladığından dolayı sık il dışı programlarda kullanılmak üzere böyle bir araç kiralanmıştı. 2023 model TOGG’u ise makam hizmetlerinde kullanacaktı. Milletin ağzı yine durmadı. Vay efendim bu Audi A8’i satın alsa daha iyiydi. Kiralığı daha pahalıya geliyor. Bunun neresi tasarruf diyorlar. Şimdi de tutturmuşlar, bu aracı her il dışına gidişte mi kiralıyor yoksa yıllık mı diye. Ona göre mal

Hayıflanmamak Elde Değil (3)

Söyle, şu komutan sandığın ve tüm cumaları kıldıran eratı dediğinizi duyar gibiyim. Ali Erbaş idi efendim Ali Erbaş. Diyanet İşleri Başkanımız yani. Kendisiyle aynı tugayın aynı taburunda 58 gün dirsek çürüttük. Yani asker arkadaşıyız. Ayrılırken de askerin not defterlerine adreslerimizi yazmıştık. İl dışı programlarından vakit bulup Ankara'da bulunduğu zaman makamında kendisini ziyarete gitsem, beni tanır mı ya da sen de kimsin, hatırlamıyorum der mi, bunu bilmiyorum. Belki de ben o tanıdığın Ali Erbaş değilim, görüyorum ki sen hala öğretmensin, o günkü bıraktığım yerdesin de diyebilir. Çünkü makam insanı değiştirir derler. 58 günlük fiili askerliğimiz bitti. Herkes yoluna gitti. Gel zaman git zaman yaptığı Diyanet İşleri Başkanlığı ile adından sıkça söz ettiren Mehmet Görmez, süresi dolmadan Başkanlıktan emekliliğini isteyince, kamuoyunda kim başkan olur beklentisi oluştu. Çok geçmedi. Diyanet İşleri Başkanlığına Ali Erbaş atandı. İsmini duyar duymaz bizim Ali ne ara Prof

Hayıflanmamak Elde Değil (2)

Neyse gelelim son masa erbabına. Ben Arapça yabancı dil olur mu, bunu da biliyorum deyince, olur, niye olmasın. Dur, ben de kendime işaretleyeyim dedi. Meğer o da biliyormuş Arapça. Ona da bu aklı verdiğimden dolayı o an kendimle ne kadar gurur duysam azdır. Bilin ki anlatılmaz yaşanır. Hele ki o günün görkemli ve gücü temsil eden, herkese ayar veren askerine, Arapça dilini bildiğini söylemek de ayrı bir cesaretti. Ayrıca masada oturan bir subay olmalıydı ve subayın Arapça bilmesi de takdirimi celp etmedi değil. Böyle asker de var demek ki. Peygamber ocağı diye boşuna söylememişler dedim. Ki benim bildiğim asker, Arapçaya ihtiyaç duyunca tercüman götürürdü. Nizip'te çalışırken Nizip Müftüsü okulumuzdaki Arapça derslerine girerdi. Hoşsohbet biri idi. Bir gün bir anekdotunu anlatmıştı. Şöyle ki: O bölgede görevli komutanlar bazen Suriyeli komutanlarla görüşmeler yaparlarmış. Her Suriye'ye gittiklerinde veya Suriyeli askerler Türkiye'de geldiklerinde, Ahmet Hocamı da tercü

Hayıflanmamak Elde Değil (1)

İnsanın bahtı yaver gidecek bir defa. Olmayınca olmuyor işte. Haliyle hayıflanmamak da elde değil. Ama neye yarar. Bu vesileyle bir büyüğümü daha hatırladım. Vefat etti Allah rahmet eylesin. Büyüğümün de aynı okulda okuduğu bir arkadaşı imam olmuş. Kendi ise rençper kalmış. Demişti ki bir gün bana. Bu nasıl iş yeğenim? Şu caminin imamı ile aynı okulda okudum. Ses ise benim de sesim güzel. Bilgi ise ondan fazlam var, eksiğim yok     . O nerede, ben neredeyim demişti. O zamanlar çocuktum. Bunu pek anlamamıştım. Hatta niye böyle der diye garipsemiştim.  Gel zaman git zaman başa gelince büyüğüm yerden göğe haklıymış. Ama alacağı yokmuş dedim.  Çaresi yok ama benim hayıflanmamam da bitmiyor.  Senin neyin var derseniz, inan dokunmayın. Çünkü dokunuverseniz ağlayacağım. Ki ağlama gibi bir huyum olmamasına rağmen.  Benim de bir askerlik arkadaşım var. 1993 yılının Kasım ayında şartların zorladığı bir mecburiyetle askerde aynı tabura düştük. Kendisini akşama doğru saat 17.00 olm

Seyir Zevki Yüksek Bir Maç

Nisanın son akşamı evde misafir vardı. Yemek ve çayın ardından misafiri uğurladık. Odaya geçtim. Şöyle bir uzanayım derken oğlan televizyonu açmış. Maç izliyor. Maçın bir on dakikası geçmiş. Kimin maçı diye ekrana göz attım. Bayern Münih ile Real Madrid kulüplerinin maçı imiş. Ne maçı bu evlat dedim. Yarı final maçı baba dedi.  O değilden bakmaya başladım.  Normal şartlarda maç izlemem. Genelde Türkiye Süper Ligini skor olarak takip ederim. Kimler şampiyonluğa oynuyor, kimler de küme düşecek diye zaman zaman puan sıralamasına bakarım. Neyse bakayım biraz bu maça. Az sonra elime telefonu alır bir şeyler karalarım dedim. Ama hesabım tutmadı. İlgim olmayan bu yarı finale kaptırdım kendimi. Elime de telefonu almadım. Bir ara bizim GS'yi yenen takım değil mi bu Bayern evlat dedim. Evet baba, iki maçta da yendi bizi dedi. İlk yarıyı bitireyim bari. Sonra işime bakayım dedim. Bırakmak ne mümkün. Maçı sonuna kadar bir solukta izledim.  Bir maç bu kadar güzel olur muydu? Bir maç, bir düello

Muhtarlıkları Kaldırma Zamanı Gelmedi mi?

Mahalli seçimlerle birlikte seçimi yapılan ve seçimle iş başına gelen köy ve mahalle muhtarları üzerine geçmişte birkaç yazı yazdım. Geçmişte önemli bir görev ifa eden muhtarlığın, günümüzde devletin sırtında bir kambur olduğunu, sembolik anlamı dışında bir işlevi kalmadığını ve kaldırılması gerektiğini ifade ettim.  Başta muhtarlar olmak üzere bazıları bu görüşüme tepki gösterse de halkın çoğunluğu muhtarlığın kaldırılması gerektiğine dair görüşümü destekledi.  Yeni bir seçim arifesinde muhtar adaylarının boy boy resimlerinin paylaşıldığı bir dönemde hemen hemen halkın çoğunun muhtarlıkların kaldırılması yönündeki görüşlerini görünce, bu konuda giderek bir konsensüsün oluştuğunu görüyorum. Bu da sevindirici.  Halkın bu önerisine kulaklarını tıkayan tek devlet kaldı. Bakalım devlet bu konuda ne zaman son noktayı koyacak ve muhtarlıklar da tarihteki yerini alacak.  Bir zamanlar devletin taşra teşkilatında, devletin eli, ayağı olan nahiye ve bucaklar ve buralarda görev yapan na

Kırmızı Işık Fobimiz

Yazır'dan, Abdülhamit Caddesi üzerinden, Meram Tıp Fakültesine doğru yol alıyorsunuz. En son ışıklar olan dörtlü bir kavşağa geldiniz. Geçtiniz geçeceksiniz. Ama kırmızı ışık yandı. Işığı gören durdu. Bu durumda sen ne yapacaksın? Kaderim kaderim deyip herkes gibi duracak mısın? Unutma ki sen kırmızı ışıkta bekleyecek, kurallara uyacak adam değilsin. Ayrıca kurallar aciz insanlar içindir. Hem senin acelen var. Acelen olmasa da kurallar çiğnenmek için vardır. Bir de kırmızı ışığa boyun eğmek senin lügatinde yok. Sonra senin bu ışığa karşı alerjin var. Üstelik akıl küpü bir zekan var.  Bu durumda ne yapacaksın? Saksıyı çalıştıracaksın. Hemen yolun sağından Sarayköy istikametine giden kontrollü yolu kontrol edeceksin. Baktın ki bu yol bölünmemiş yol. Tamam, yırttın. Işıkta beklemeyeceksin. Sağ, sol sağ yapıp ışıkta hiç beklemeden yoluna devam edeceksin. Ardından ışığın yanmasını bekleyenler sendeki bu zekayı görünce sana şapka çıkaracaklar. Onlar bekleye dursun ve sendeki zeka

Siz Hangi Mahallenin Muhtarı ya da Azasısınız?

Ama işte ama işim yokken evde fırsat buldukça yürüyüşe çıkarım. Bir çay ocağı bulunca da çay içmek için otururum. Otururken bloğumu açıp bir şeyler yazmaya başlarım.  Yine rutin günlerimden birinde yürüyüşün ortasında bir çay ocağına oturdum. Yazmaya başladım.  Bir başına otururken yan masada oturanların sesi de ister istemez bana kadar ulaştı.  Ben falan mahallenin muhtarıyım dedi biri.  Öbür masada oturan da ben de falan mahallenin muhtarıyım dedi.  Bir diğeri ben iki dönem muhtarlık yaptıktan sonra bu dönem muhtar olmadım dedi. Niye dedi beriki? Biri, iki dönemdir yapıyorsun, bu dönem ben muhtar olacağım dedi. Ondan dolayı aday olmadım dedi.  Bir diğeri de muhtar olmasa da iki dönemdir muhtar azasıydım. Bu dönem beni değil, oğlumu yazdı aza olarak dedi.  Hasılı yan iki masa karşılıklı konuşmaya başladı. Konuşmaları da bahsettiğim gibi muhtarlık üzerine. İki ayrı masada iki ayrı muhtar, yanında eski aza ve bu dönemki azanın babası ile yan yan masalarda oturduk.  İki dönem yaptıktan s

Savunma ve Suç Bastırma Psikolojisi

"Kendi cenahımızdan birilerinin, savunulamayacak bazı yaptıklarını örtbas etmek adına, karşı cenahın yaptıklarını gündeme getirmek, bir savunma ve suç bastırma psikolojisidir. Biz onlara göre daha iyiyiz ya da bizim bu yaptığımızı herkes yapıyor. Eğer bu kötü bir şey ise niçin onlara bir şey demiyorsun demektir. Bu savunma psikolojisinin maalesef bir tedavisi yoktur." Yukarıdaki yazıyı yazıp yıllar öncesi sosyal medyada paylaşmıştım. Yazım, anılar bölümünde karşıma çıkınca, baktım bu yazı güncelliğini koruyor. Sosyal medyada yeniden paylaştım. Beğeni ve olumlu tepkilerin yanında şöyle bir yorum da yazıldı: "Karşı tarafa şirin görünmek için ha bire bu tarafın eksiğini, yanlışını dile getirmek de bir yanlıştır. Biz zannediyoruz ki böyle yapınca onlar yola gelecek".  Bu yorum bile yazdığım yazının doğruluğunu ispatlıyor. Tipik bir savunma refleksi. Bu kişiye “ Herkes kendi evinin önünü temizlemekle yükümlü” yazdım. Öyle ya her camianın içinde aklı selim insan

Müteferriçliğimden Kesitler (2)

Bir önceki yazımda günlük rutin yürümeye nasıl başladığımı anlatmaya çalışmıştım. Sizin için hiç önemi olmasa da günlüğümde yer alsın diye aklımda kalan yürüyüş güzergahlarımı yazmaya çalışacağım. Yürüdüğüm yerlerin mesafesini Konya dışındakiler bilmese de Konyalılar bilir. Meram Yaka-Altın Apa Barajı. Bugüne kadar mesafesi uzun en uzun  güzergah. 2 defa gidiş-geliş, bir dönüş. Her gidiş geliş süresi toplam beş saat. Meram Yaka-Takkeli Dağ. Bu yürüyüşümde 1675 m. yüksekliği olan dağa, yolundan değil, yamaçlarından çıktım. Toplam dört saat sürdü. Meram Yaka-Sarayköy (3 kez) gidiş-dönüş.  Meram Yaka-Sille (3 kez) gidiş-dönüş. Meram Yaka-Eski Sanayi Köprüsü (Koyuncu Petrol), Meram Yaka-Meram Bağları-Dutlukırı Millet Bahçesi-Antalya Çevre Yolu (3 saat), Meram Yaka-Akyokuş Tepesi (defalarca), Meram Yaka-Akyokuş-Takkeli Dağ hizası (defalarca), Meram Yaka-Tavus Baba,  Meram Yaka-Meram Dere, Meram Yaka-Adliye, Meram Yaka-Alaeddin Tepesi, Meram Yaka-Mevlana Kültür Me

Müteferriçliğimden Kesitler (1)

“Derdini, sıkıntısını gezerek atan kimse. Yürüyerek rahatlayan, dolaşarak sıkıntısından kurtulan kişiye” müteferriç denirmiş. Bu kelimeyi 2023’ün Ocak ayında duydum. Anlamını da bu vesileyle öğrenmiş oldum. Adını ve anlamını bilmeden başladığım müteferriçlik, pandeminin Türkiye’de görüldüğü günlere (2020 Mart) dayanıyor. Yürüyerek dert ve sıkıntı ne kadar atılır bilmem ama bilinçsizce başladığım bu yürümenin; göbeğimin inmesine, ayaklarımın açılmasına ve vücudumun rahatlamasına faydalı olduğuna yüzde yüz inanıyorum. Hem bedenen hem zihnen dinçleştim. Hantallıktan kurtuldum. 2020’nin ramazan ayında iftar vaktini değerlendirmek amacıyla ikindiden sonra kendimi dışarı atarak 40 dakika yürüdüm ilk başlarda. Marketlerde burnunu gösterip ağzını kapatan maskelilere, maske öyle değil, böyle takılır diyerek kurallara uygun maskemi takıp fotoğrafımı çekerek bu maskeli fotoğrafımı sosyal medyada paylaşmıştım. Paylaşımıma yorum yazanlara cevap verirken paylaştığım fotoğrafım gözüme ilişti.

Sen misin Canı Künefe Çeken? (2)

Zile bastım. Kapı açıldı. Ooo diyecekler sandım. Gördüm ki normal günlerden bir gündü gelişim ev halkı için. Belki de hangi dağda kurt öldü ya da künefesizlikten iflahımız kesildi, nasıl yiyeceğiz diye düşünüldü. Belki de şok geçirdikleri için tepki verilmedi. Künefe künefe diye tutturan oğlan dışarı çıkacakmış. Zamanını buldun der gibiydi.  Neyse oturduk yemek için. Oturunca eşofmanımda damlacıklar gördüm. Tek tük de samana benzer ince ince döküntüler. Damlacıklar yağmur damlaları, döküntüler de rüzgarın yerden savurduğu olmalı dedim ve zekama hayran kaldım. Öyle ya rüzgar eşliğinde yağmur vardı. Başka ne olacaktı. Yine de test için elimi dokundum damlacığa. Dokunduğumun yağmurla alakası yoktu. Elime bulaştı tatlı bulaşığı.  Bir kalkış kalktım oturduğum yerden. Başka yerimde var mı derken gömlekte de vardı bulaşıklar. Adeta parlıyordu gömleğimde oluşan desenler.  Sıcağı sıcağına yiyeceğim künefeyi bırakıp üzerimi değiştim ve ardından künefeyi bir beş dakikada bitirdik. Beş dak

Sen misin Canı Künefe Çeken? (1)

Aile efradım ekonomik kriz dinlemedi. Tutturdular ille de künefe diye. Ne de olsa arkalarında anaları var. Bir böyle... beş böyle. Baktım olmayacak. Künefesiz giderlerse kendimi affedemezdim. Geri kalan ömrümü de vara onlara bir künefe yedirseydim diye nedametle geçiremezdim. O zaman yapacağım tek şey, sonu pişmanlık olacak bir aile faciasına yol açmadan bu künefe meselesini halletmeliydim. Bunun için akrep beni sokmadan elim cebime gidip gelmeliydi. İyi de nasıl ve nerede yiyecektik? O değilden sordum nerede var bu künefeci diye. Neredeyse hep bir ağızdan evimize beş dakika mesafede cadde üzerindeki künefeciyi söylediler. Bilmem ne zade imiş adı da. Meşhurmuş üstelik.  Bir zaman sonra caddeye çıktım. Gör gör, buradayız dercesine künefeci gözümün önünde belirdi. Burnumun ucundaymış meğer.  Künefecinin yerini öğrenmiştim. Geriye gelmek kaldı buraya. Bir de künefe fiyatlarını öğrenmek. Benim için de en önemlisi bu idi. İçeri girip sormak olmazdı. Bunu da öğrenmek zor olmadı. Go

Çeyreğimizi Getirin!

Zamanın behrinde iki çocuğumun düğününe bir arkadaş, teşrif etmiş. Hediye olarak da her birine birer çeyrek getirmişti. Gel zaman git zaman düğün yapma sırası o arkadaştaydı. Davet etti gideceğim. Giderken de bir çeyrek değil, iki çeyrek götüreceğim. Çünkü garibimin tek çocuğu var. Piyasanın durumu malum. Çeyreğin de. Uzatmayacağım. Çünkü bu durumu “Yandığımın Resmidir” başlıklı yazımla mizahi bir tarzda yazı konusu edindim. https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2024/04/yandgmn-resmidir.html  Bu yazımın altına, yazılarımın çoğunun altına yazdığı yorumlarla yazıma katkıda bulunan ve yorumlarıyla ufkumu açan Ra55 rumuzlu takipçim, başından geçen bir anekdotunu yorum olarak yazmış. İbretlik olduğu için bu yorumunu aynen alıyorum: “ Maalesef çeyrek altın ile ilgili durumlar böyle. Sayın hocam çocuğunuza yaptığınız düğün davetiyesinin altına, NOT: Takı getirilmemesi rica olunur!" yazdırsaydınız, düğününüze takı getirmezlerdi ve siz de şimdi rahat ederdiniz. Ancak, düğünlere götürül

Yandığımın Resmidir

Düğünlerde hediyeleşmek güzeldir. Bu hediyelerin karşılığı olmasa daha güzeldir. Amma ve lakin… Ne diyeceksin, haydi ağzındaki baklayı çıkar dediğinizi duyar gibiyim.  Sormayın dertliyim.  Düğünümde kap kacak getirenlere bu devirde kap kacak demiştim ve Allah bunları bildiği gibi yapsın demiştim.  Para verenlere, bu adamlar en iyisini yapıyor. Çam sakızı çoban armağanı düğünüme katkı yaptılar. Allah hayrını versin dedim. Çeyrek getirenler oldu. Sevip saymış. Yanında bir değerim varmış deyip duygulandım. Hediye dediğin böyle olmalı dedim. Sevincim anlatılmaz. Hiç üzerinde durmayayım. Allah bunların da hayrını versin dedim. Gelmeyene gönül koydum. Allah bunların da hayrını versin dedim. Neyse geleyim sadede. Düğünde gelen para, pulları saydık. Çeyrekleri özene bezene, yüzüne baka baka kimin düğününe gelmişse, al oğlum, hediyelerin deyip verdik. Oğlanın biri, baba çeyrekler sizde kalsın. Yarın siz de bunların düğününe giderken götürürsünüz dedi. Babam, bunlar size geldi, siz