16 Aralık 2025 Salı
İHL'lere Yapılan Kötülük
15 Aralık 2025 Pazartesi
Hüviyetlerdeki Çip
Nüfus cüzdanımı, cüzdanımın en güvenli yerinde taşırım. Yanında da ehliyetim olur.
Eskisi gibi nüfus cüzdanı ve fotokopisi de pek istenmediği için kolay kolay cüzdanımdan hüviyetim çıkmaz.
Yanlış hatırlamıyorsam son yıllarda ev İnterneti, GSM değiştirirken ve bankalar istiyor nüfus cüzdanını.
Çoğu yerde TC numaramızı söylememiz yeterli.
Pek kullanmadığım için yepyeni.
*
Para çekmek için bankaya girdim. Sıramatikten sıra alır almaz, sıramın yandığını gördüm. Veznedeki görevliyi bekletmeyeyim diyerek yürüdüm. Bir taraftan da elimi arka cebime atarak nüfus cüzdanımı çıkardım, görevli isteyince hemen uzatayım diye.
Cüzdanımı çıkarırken önüme bir şey düştüğünü hissettim. Aynı zamanda bir ses işittim. Bu nedir diye iki ayağımın önüne baktım. Düşen nüfus cüzdanının arka kısmında yer alan çip idi.
Çipi elime alarak banka görevlisinin yanına gittim. Nüfus cüzdanımı uzatarak hesabımdaki parayı çekeceğimi söyledim. Bir de bu çip düştü dedim.
"Şimdilik ben bantlayıvereyim" dedi. Çipsiz sorun olur mu dedim. "Bazı bankalarda sorun olabilir" dedi. Geçici olarak çipi bantla yapıştırdı. Bir taraftan da çekeceğim miktarı hazır etti.
Nüfuz cüzdanının çipi düşer miymiş. Benden başka başına gelen var mı, varsa ne yapmışlar diye İnternete girdim. Çipi düşen düşene. Belli ki yeni hüviyetlerin çipi sorun.
Kuvvetli yapıştırıcı ile yapıştırsam olur mu diye birkaç kişiye sordum. Olmaz dediler. Nüfusta çalışan tanıştığım bir görevliye sordum. "Yenilemeniz gerekiyor. Bir fotoğraf ve 185 lira kart yenileme ücretini yatırın. Gelin yardımcı olalım" dedi.
Oğlana, nüfus cüzdanımı yenileteceğim. Haydi seninkini de değiştirelim dedim. Olur dedi.
Oğlanın çipi yerinde. Yalnız ilk yeni nüfus cüzdanı çıkardığımızda kimliğimizi veren görevli, sağ olsun, oğlanın fotoğrafını tam oturtmamış. Kafayı ikiye bölmüş. Oğlan yıllardır kafası yarım kimlik kullandı. Mecburen oğlanınkini de yeniledik.
185+185= 370 lira kimlik yenileme ücretini yatırdık.
Kimlik yenileme ücreti olan 185 liranın günümüzde çok bir ehemmiyeti yok. İşin parasında değilim. Yalnız bir kimlik yenileme ücreti bana yüksek geldi.
Ben kimliği kırsam, buruştursam, hor kullansam, sonra da değiştirmeye kalksam devlet 185 yerine varsın, 1500 alsın.
Bir diğer husus, zamanında bana verilen bu nüfuz cüzdanı 10 yıl geçerli. Sadece benim değil, çoğu kimsenin çipinde bu şekilde sorun olduğuna göre yani bu sorun kimliğin kendisinden kaynaklandığına göre bu şekil çip kaynaklı çip yenilemede yenileme ücretinin talep edilmemesi gerekir. Benim kullanımımdan kaynaklı olursa ücret alınmalı. Kimliğin kendisinden kaynaklı olursa ücretsiz olmalı.
13 Aralık 2025 Cumartesi
İngilizlerin İçimize Soktuğu Saplantı
Şimdi ben size sorsam, “İngilizlerin içimize soktuğu saplantı nedir” desem bilir misiniz? Bilmezsiniz. Nereden bileceksiniz. Haliyle cehaletiniz ortaya çıkacak.
Eğer her olumsuzluğu dış güçlere bağlayanlardan iseniz, şunlar, bunlar, onlar diye sayar durursunuz.
Şimdilik dış güçler fobisini ya da savunma refleksini bir tarafa bırakalım. İngilizlerin içimize soktuğu saplantı cehaletinize gelelim.
Öncelikle cahil dediğime kızmayın. Zira ben de her konuda olduğu gibi bu konuda da cahil idim. Ta ki yaşlı amcayı görünceye kadar. Siz de benim karşılaştığım amcayı görseydiniz, bu saplantının ne olduğunu benimle birlikte öğrenirdiniz ve bu yaşımda yeni bir şey öğrendim. Demek ki öğrenmenin yaşı yok dedikleri böyle bir şey olsa gerek derdiniz.
Bir arkadaşla buluşmak için Fatih Çarşısının Yeraltı Sarraflar Çarşısının karşısındaki kapıdan çıktım. Arkadaşın gelmesini beklemeye koyuldum. Buluşma saatine üç dört dakika var. Beklerken fırsatı değerlendireyim dedim. Elimi cebime attım. Şu malum zıkkımdan bir tane çıkardım. Ardından da çakmağı. Tam yakacaktım ki 80’ini devirmiş bastonlu bir amca, bastonu kaldırarak, “Tek yapacağın şu elindekini atmak ve bir daha ağzına almamak. Yap bunu” dedi. İnşallah dedim. Ardından, “Bu, İngilizlerin içimize soktuğu saplantı” dedi. Tamam dedim. Sonra bastonunu tak tuk vurarak başını sallaya sallaya yürümeye devam etti. Bir taraftan da söylene söylene gitti. Sonra gözden kayboldu.
Yaşına göre daha hızlı yürüyen bu amcanın, belli ki çoğumuzun kötü alışkanlığı olan bu zıkkıma karşı bir düşmanlığı var. Hem bununla mücadele ediyor hem de bu zıkkımı içimize sokan İngiliz’e karşı bir tavır sergiliyor ve insanımızı uyarıyor.
Belki de bu uyarıyı kendine misyon edinmiş olmalı ki kışın bu soğuğunda evinde oturmuyor. Çarşı pazar dolaşarak hem yürüyüşünü yaparak sağlıklı ve dinç kalmayı sağlıyor hem de insanımızı uyarıyor.
Merak edip sigara ülkemize ne zaman girmiş, hangi ülke vasıtasıyla biz bu illete bulaşmışız diye Google’a yazdım. Gördüğüm bilgiye şaşırdım. Çünkü Wikipedia’ya göre sigarayı biz İngilizlerden değil de İngilizler ilk defa Kırım Savaşında (1853-1856) sigarayı Osmanlı askerlerinden görerek sigarayla ilk defa o zaman tanışmışlar.
Bu bilgi doğru ise görünen o ki her şeyde dış güçler parmağı aramak bizde yeni moda değil, eskiden beri süregelen bir can simidi. Herhalde bu can simidi bizim yaşam kaynağımız.
Hasılı, sigara, İngilizlerin içimize soktuğu bir saplantı değilmiş. Bizim onlara soktuğumuz bir saplantı imiş. Hep onlardan bize bir saplantı gelecek değil ya. Gördüğünüz gibi bir saplantı da bizden onlara gitmiş. Elleme, oh olsun İngilizlere...
Şimdi ben o amcayı tekrar görsem, amca! Bu meret, İngilizlerin içimize soktuğu bir saplantı değilmiş. Esas bizim onlara soktuğumuz bir saplantı imiş. Haberin olsun desem, “Yeğenim, sen onu benim külahıma anlat. Bu anlayış bile İngilizlerin bize soktuğu bir saplantı. Siz nereden bileceksiniz” der mi? Bence der.
Vergide Katmerli Dönem
İnternete Eski Usul Erişim
Ev, bina ve sitende TÜRKSAT kutusu varsa abonelik kolay.
Vatandaşın çoğu TÜRKSAT İnternetinden faydalanmak istiyor. Fakat TÜRKSAT’ın her bina ve mahallede alt yapısı yok. Bence bu imkan ve hizmetten tüm mahalle ve binalar faydalanmalı. TÜRKSAT bu konuda niye yavaş hareket ediyor, bunu anlamış değilim. Herhalde imkan meselesi ya da İnternet işiyle uğraşan diğer firmalar da bu alanda ekmek yesin düşüncesi içerisinde olmalı.
Oturduğum dairenin içinde TÜRKSAT alt yapısı olunca, yıllardır abonesi olduğum ev İnternet aboneliğimi sonlandırarak TÜRKSAT’a geçtim.
Abone olmanın ardından fazla vakit geçmeden ve diğer İnternet aboneliğimi kestirmeden, evime İnternet bağlamak için geleceklerini haber verdiler. Müsait olup olmadığımı sordular. Müsaidiz dedim.
Aradıklarında, ilacımın raporunu yeniletmek için hastanede idim. Sanırım ilk benden başlamış olmalılar ki ben eve haber vermeden ve eve gelmeden görevli eve gelip işe başlamış.
Oğlan aradı. Kablo tavandan mı geçsin, tabandan mı diye. Ben de tavandan olsun dedim.
Eve geldiğim zaman iş bitmiş, İnternetimizi bağlanmış gördüm.
Hız dediğin böyle olmalı. Bu yönüyle TÜRKSAT bir teşekkürü hak ediyor. TÜRKSAT'ın bu hızını takdir ettim.
Yalnız evde bahar temizliği gibi elde süpürge ev temizliğine kalkıldığını gördüm. Kayınbiraderin ablasının yüzünden düşen bin parça. Çünkü yoktan iş çıkmıştı ona. “Evin her yeri kablo oldu bir bak” dedi.
Bir baktım. Kapının yanından bir delik açılmış. Koridordan içeri girdirilen kablo kah tavan kah kapı eşiği kah tabandan geçirilecek İnternetin bağlanacağı odaya kadar kablo uzatılmış. Kablo oynamasın diye de belirli aralıklarla köprü yapılmış. Her köprü de vida ile monte edilmiş. Bir zaman sonra bu abonelikten de vazgeçip bir başkasına geçersem, o kabloları sökersem kablonun geçtiği her yerde vida deliği görünüp duracak.
TÜRKSAT görevlisinin tavandan mı, tabandan mı geçsin dediğinde, tavandan olsun dediğimde, ben de sanmıştım ki ev ve koridorun içinde kablo görünmeyecek şekilde çatıdan geçen boruya bağlanacak ve odalarda bulunan İnternet prizine bağlantı yapılacak. Heyhat ki heyhat. Tavan derken ben çatı anlamışım. Eleman ise dairenin tavanını kastetmiş. 2008’de başka evdeyken abone olduğum TÜRKSAT yine aynı yöntemi uygulamıştı. Görünen o ki yıllar geçse de TÜRKSAT bu huyundan vazgeçmiyor.
Evdeki bu çirkin kablo yığınını görünce, elektriğin evimize ilk çekildiği 1980 öncesi gözümün önüne geldi. Monter lakaplı belediyede çalışan hemşerimiz bir akşam gelip siyah kabloyla evin içine kablo çekmiş, tıpkı TÜRKSAT usulü duvara monte ederek elektriğimizi açmıştı. Bu görüntüsüyle görüyorum ki TÜRKSAT 80 öncesi gibi çalışıyor. Halbuki 80’den bu yana 45 yıl geçmiş. Bence TÜRKSAT evin içinden kablo çekmeden eve İnternet bağlamanın bir başka yolunu bulmalı. Çünkü görevli, sağı solu kırmadan işinin ehli biri olsa bile eve iş çıkarıyor ve kablonun görüntüsü de hoş durmuyor. Elektrik ve su borularının bile sıvanın altında kaldığı günümüzde, TÜRKSAT’ın görünür vaziyette İnternet bağlamayı tercih etmesi bana çok banal geliyor.
Ne yapabilir? Bugün çoğu binalar yeni. Her binanın her odasında elektrik, telefon ve İnternet prizi var. Öyle zannediyorum çoğu evlerdeki bu prizler süs olsun diye yapılmamıştır. TÜRKSAT İnternet erişimini sağlamak için bu prizlerden yararlanmalı. TÜRKSAT kendi kablosunu bu prizler aracılığıyla ulaştıracak ve bağlantıyı sağlayacak şekilde kendisini yenilemeli.
Bu yolu izlemek de kolay değil, biliyorum. Çünkü zamanında binanın kablolarını döşeyen eleman kendi kafasına göre öyle bir döşemiştir ki sonradan bir başkasının bu kabloyu tespit etmesi çok zor. Haliyle çoğu evlerdeki internet prizi süs görevi görüyor. Bundandır ki sonraki gelen işin kolayına kaçıyor. Yine de ne kadar zor olursa olsun TÜRKSAT veya diğer İnternet sağlayıcıları evin her yerine seyyar kablo çekmek suretiyle eski usul eve İnternet bağlama işini bir tarafa bırakmalı. Ne olur işimizi doğru, düzgün ve güzel yapalım. Çünkü görüntü hiç hoş değil. Aynı zamanda koridor ve odalar içinde uzatılan kablonun uzunluğu, taahhüt edilen İnternet hızını da düşürüyor.
TÜRKSAT yetkililerine duyurulur.
12 Aralık 2025 Cuma
Üstüme İyilik Sağlık!
Cuma namazını Alaaddin Camiinde kılayım diye evden çıktım.
Güzergahım, İstasyon, Millet Bahçesi, Anıt, Zafer, Alaaddin Tepesi.
Millet Bahçesinin karşı kadırımından cumaya yetişmek için yürürken 13-14 yaş aralığında bir çocuk, "Dayı, Şuradan bana iki Tuborg alır mısın" dedi. Yanlış mı duydum diye ne alacağım diye sordum. "Tuborg dayı Tuborg" dedi.
Şaşkınlığımı anlayan çocuk, "Abi, yanlış anlama. Kendime almayacağım. Yaşım küçük olunca bana vermediler. Başkasına alacağım" dedi.
Bak delikanlı, o dediğini bugüne kadar ne elime aldım ne ondan bir yudum aldım ne de böyle içki satan bir yere girdim. Ne olur, beni buna alet etme dedim. Çocuk da üstelemedi. Ne olacak dayı, alacağın iki bira demedi.
Yoluma devam ettim.
Geriye dönüp baktım. Kaldırımın kenarında çocuk beklemeye devam etti. Belli ki pes etmedi. O bira mutlaka bir şekilde alınacak. Herhalde uygun birinden bira alıvermesini isteyecek. Ben olmadıysam, bir başkası bu işi halledecek.
Yolda giderken acaba çocuğun isteğini yerine getiriversem miydi dedim. Yok ya bu iş bana göre değil dedim kendi kendime.
Bugüne kadar bir şey isteyenler oldu. Genelde para istendi. Bazen market çıkışı, şundan alıver diye de oldu ama Tuborg alıver diyene ilk defa rastladım. Demek ki göreceğim varmış. Üstüne iyilik sağlık!
Çocuk arkadaşıyla kendisi mi içecek ya da baba, git iki Tuborg al gel mi dedi bilmiyorum.
Eğer çocuk bu yaşta biraya alıştı ise vay haline. Ama çocuğun utangaç ve efendi bir duruşu vardı. Beni buna alet etme der demez üstelemeden kenarda beklemeye koyuldu.
Belki de baba içki müptelası. İçmek için akşamı da beklemiyor. Güpedüz alması için çocuğunu içki almaya gönderdi. Bir şekilde al, almadan eve gelme dedi.
Eğer çocuğunu bu yaşta içki almaya gönderiyor, kendi emellerine çocuğunu alet ediyorsa yazık o babaya. Vah o çocuğa.
Bir baba, yaşı kaç olursa olsun, çocuğunu içki almaya göndermemeli. Gidip kendisi almalı.
Benim sigara içme alışkanlığım var. Sigaram kalmasa, çocuklardan biri bakkala gidecek olsa bile bugüne kadar hiçbirine "Oğlum, gelirken baba da şu sigaradan al demedim. Oğlan ekmek almaya gitmiştir. Ardından ben de çıkıp kendi sigaramı kendim aldım.
Aşağı yukarı günlük geçtiğim Millet Bahçesinin karşısında içki bayii nerede var, hiç dikkatimi çekmedi. Çocuk şuradan bira alıver dediğine göre belli ki her zaman gelip geçtiğim bu caddede içki bayii var. İşin garibi içkiyi ağzıma sürmediğim gibi sigara alacağım zaman bile tekel bayisine gidip de sigara almayı tercih etmedim.
Tekel bayii de hoşuma gitti. Belli ki çocuğa, "Yaşın tutmuyor. Sana veremem" dedi. Eğer böyleyse bayiyi tebrik etmek lazım. Yalnız bildiğim kadarıyla her bayi aynı duyarlılıkta değil. Çünkü 18'ini doldurmamış çocukların hepsinde sigara paketi olduğuna göre çocukların çoğu bu paketi bakkal, market veya büfelerden alıyor. Çünkü bildiğim kadarıyla 18 yaş altına içki satışı yasak olduğu gibi sigara satışı da yasak. Belli ki bu yasak satıcılar tarafından tarafından çiğneniyor.
Camiye doğru yaklaşırken, yılbaşı yakın. İster misin bu haftanın hutbesi içki üzerine olsun. Çünkü her aralık ayında Diyanet bir hutbeyi içki ve kumara ayırır. Şayet çocuğun isteğini yerine getirmiş olsaydım, sonra da camiye girip hocanın hutbede, "Bugün sözüm meclisten içeri. İçinizde, küçük çocuklara içki alanlar bile var. Yapmayın, etmeyin" der mi der. Ondan sonra da bana, bu hoca keramet sahibi demek düşer. Bunu da düşünmedim değil.
Neyse korktuğum gibi olmadı. Zira hutbenin konusu içki üzerine değildi.
7 Aralık 2025 Pazar
Şemsiyem de Şemsiyem
Kayınpederin kızı, "dün soğan almadın mı" dedi. Yok almadım. Bugün markete gideriz diye almamıştım dedim. "İyi de ben şimdi yemek yapıyorum. Soğansız mı olsun" dedi.
İyi ki yemek yapmayacağım o zaman demedi. Öyle ya soğan da soğan. Değilse sen bilirsin deseydi, pazar pazar çekilmezdi açlık.
Her zaman son dakika golü yemek yapan kayınpederin kızının bugün erkenden yemek yapası geldi. Vardır bir hayır.
Soğansız yemek nasıl olurdu. Ya bir de yemekte tat ve lezzet olmazsa. Mazeret de hazır. "Soğansız yemek böyle olur. Bunu bulduğuna şükret" der miydi derdi.
Zaten önüne gelen haline şükret diyor. Hiç, paran, pulun var mı diyen yok.
Yağmur da yağıyor. Üstelik duracak gibi değil. Olmazsa yarı ıslanıp şu markete gidip geleyim dedim.
Üzerime yağmur geçirmez oğlandan geçme montu geçirdim.
Ne olur ne olmaz deyip 2000 öncesine ait evladiyelik şemsiyemi de aldım.
Almakla iyi yapmışım. Öyle böyle değil, baya yağıyor. Şunu söyleyeyim ardı arkasına üç gündür ince ince yağan bu yağmur sanki bu sene eski kışlardan bir kış göreceğimizin habercisi gibi. İnşallah böyle olur.
Soğan ve elma alayım dedim. İki markete baktım. Birinde soğan 9 lira idi, diğerinde 8.99 lira. Haliyle 8.99'u tercih ettim.
Elmadan vazgeçip soğanın yanına üzüm aldım.
Giderken yağan yağmur, dönüşte de hız kesmeden yağmaya devam etti.
Eve gelip aldıklarımı koydum. Şemşiyeden şıpır şıpır su akıyor.
Şemsiyeden su damlaması ne anlama gelir? Hayır mı şer mi bilmem ama bizim kırmızı çizgimiz.
Kayınpederin kızı şemsiyenin suyu aksın ve kurusun diye yer ararken dur şuraya koyayım diye dairenin girişindeki çöp kovasının üzerine koydum.
Çocukların anası "Bir şey olmaz mı" dedi. Olmaz, ne olsun dedim. İçeri girdim.
Aradan birkaç saat geçti. Yağmur hafif çisentiye bıraktı. Hava kararmadan alışverişi yapıp geleyim diye çıktım. Arabayla gidecek olsam da şemsiyeyi de almalıyım dedim ama benim şemsiyenin yerinde yeller esiyordu.
Gelinlerin annesine sordum, şemsiyeyi aldın mı diye. "Hayır, ben almadım" dedi.
Az önce oğlan yağmur yağarken spora gitmişti. O almış olabilir mi dedim. Arayıp oğluna sordu. Almamış. O zaman az önce senin diğer oğlun gelmişti. O almış olabilir mi dedim. Onu da aradı. O da almamış.
Çocukların anası, annelerinin iki çocuğu da almadığına göre bu şemsiye nere giderdi. Komşular almaz. Apartmana giren çıkan olmaz.
Adeta tutuştum. Zaten canım sıkkındı. Çünkü pazardan başlar bendeki pazartesi sendromu. Öyle ya yarın okul vardı. Üzerine bir de şemsiye eklenirse katmerli bir üzüntü çökerdi üzerime.
Nitekim öyle oldu.
Hıncımı soğandan almalıyım. Öyle ya pazar pazar şu soğanın başıma açtığı işe bak. Ha dün alıverseydim olmaz mıydı. Bir de şemsiye bulunmazsa, bundan sonraki geriye kalan ömrüm bilin ki benim için çok yavan geçecek. Zira ağzımın hiç tadı olmayacak. Bu şemsiyeyi çok kullanmasam da 2000 öncesine ait bir şemsiye idi. Manevi değeri önemli değil de maddi değeri önemliydi benim için. Çünkü az paraya almamıştım o zaman.
İyi de uçmuş muydu bu şemsiye?
Can havliyle kışlık sporları geçirip dışarı attım kendimi. Hava soğuk, yağmur hafif çiselemesine rağmen adeta içim yanıyordu. Ne soğuk söndürürdü bunu ne de yağmur damlacıkları. Az sonra yapacağım yüklü alışveriş de tüm bunun üzerine benzinle ateşe gitmek gibi olacaktı.
Bu durumda moralin bozuk yarın okula gitme bari deseler bile sönmezdi bu ateş. Sonra okula gitmemek de çözüm olmazdı. Çünkü nereden bakarsan 27-28 yıllık şemsiye. Vay be çeyrek asrı devirmiş. Ben geldim gidiyorum o ise hala yepyeni ve işlevini harfiyen yerine getiriyor. Bir daha böyle şemsiye bulabilir miydim. Buldum diyelim, böyle bir şemsiye şimdilerde kaç para idi. Haydi bulup aldım diyelim. Kasım ayında enflasyon 0,87 çıkmıştı. Benim yeni şemsiyeyi almak demek, inişin inişine geçmiş enflasyonun inişini yavaşatabilirdi. Çünkü her alışveriş enflasyonu körüklerdi.
Ben böyle bir haletiruhiye içerisinde abuk sabuk düşünceler içerisinde apartman kapısını açınca, karşımda kapı önünü süpüren site görevlisini gördüm. Sevindim görünce. Çünkü şemsiyeyi soracağım bir kişi daha bulmuştum. Kolay gelsin. Yukarıda şemsiye gördün mü dedim. "Evet, gördüm. Attım çöpe" dedi. Abi, benim evladiyelik şemsiye o. Islanınca suyu aksın diye çöp kutusunun üzerine koymuştum. dedim. "Çöpün üzerine konunca çöpe gidecek diye aldım. Arka taraftaki çöp kutusunun içine koydum. İyi ki bugün oğlan ve hanım yoktu. Onlar olsaydı, esas çöpe giderdi. Bulunamazdı" dedi.
Hemen arka tarafa geçti. Benim şemsiyeyi getirdi. Kaybolup gitti dediğim şemsiyeme dair tüm umutları bitirdiğim anda, şemsiyem geri geldi. Bir sevinç bir sevinç. Anlatılmaz yaşanır.
Bundan sonra kim tutar beni. Markete gidip gördüğümü market arabasına attım. Dolaştım marketin içinde. Gerçi bu market arabasıyla altın ve gümüş de taşınıyormuş ama benimkisi gıda taşımak.
Yaptığım alışveriş 3.049,13 TL tutmuş. Bir iç geçirdim ama şemsiyenin üzüntüsü kadar değildi. 3.049'u anladım da şu 13 ne? Bu küsurat nereden oluştu? Yoksa adliye soygununun 13 Kasım olduğuna bir telmih mi vardı?
Aman neyse ne? Evladiyelik şemsiyem çöpten de olsa geri geldi ya. Bundan iyisi can sağlığı.
Bu da benim kulağıma küpe olsun. Bir daha çöpün üzerine atılmayacak bir eşya koyar mıyım? Tövbe tövbe.
Tavıra Tavır
Tanımam etmem. Kimdir, necidir bilmem. Sosyal medyadan arkadaşlık göndermiş. Baktım ortak arkadaşlar var. Kabul ettim.
Sonrasında yüz yüze tanıştık. Pek yakınımda imiş.
Gündeme dair yazdığım yazılara yorumlar yazdı. Kimdir bu diye baktığımda, şu ortak arkadaşların arkadaşı dedim.
Yorum yazıyor ama yorumdan başka her şeye benziyor. Tepeden bakıyor, Buyurgan davranıyor, ayıplıyor, başka mahalleye şirin gözükmekle itham ediyor. Kısaca itici yorumlarına ve yazdığı yorumlardaki üslubunu çok itici buldum. Cevabi yazılarımda özellikle üsluba dikkat çektim. Yazımı ve içeriğini beğenmeyebilirsiniz. Yorum yazmak zorunda değilsiniz. Yorum yazacaksanız da üsluba dikkat etmesinizi, çünkü bu suçlayıcı üslubun faydasının olmayacağını ifade ettim.
Gel gör ki kaba kuvvet üsluba devam etti. En son yorumuna cevap yazdım. Böyle üsluba bir daha cevap vermeyeceğim. Bu size son yorumum dedim. Oymuş bir daha cevap yazmadı. Hele şükür dedim.
Şimdi karşılaşıyoruz. Ne selam var ne sabah. Beni görünce başını eğip geçip gidiyor. Selam verip hal hatır sordum. İyiyim dedikten sonra geçip gittim.
Sonrasında soğukluğu devam etti. Belli ki küs. Benim ona küsüp gönül koyacağım yerde o bana küs. Daha doğrusu tavırlı.
Belli ki selam vermeye, hal hatır sormaya gönlü el vermiyor. Gerçi gönlü el vermiyorsa yine eh diyeceğim. Adam basbayağı tavırlı. Belli ki inancının gereğini yapıyor. Aklı sıra "Allah için buğzedecek, Allah için sevecek". Felsefesi bu olunca niye selam versin değil mi? Çünkü ben onun dini anlayışına ve siyasi görüşüne yabancıyım. Yani dinen ve siyaseten onun gibi düşünmüyorum. Bu da benimle selamı sabahı kesmek için yeter de artar bile. Çünkü bir doğru onun kafasındaki şablon. Ona göre ya bizdensin ya da karşı mahalleden. Ortası yok. Kendi görüşünde bir yamukluk olmadığına göre yamukluk bende, sapıklık bende. Öyle ya böyle birine selam verip niye günaha girecek? Adam dört dörtlük Müslüman. Müslümanca davranıyor. Benimkisi ise ona göre yoldan çıkmadır. Belki de mürtedim ona göre.
Bana tavır alacak ki daha fazla sevap kazanacak. Onun bu davranışı beni ondan uzaklaştırırmış. Çok da tın. Çünkü ne kadar kişiyi cehenneme gönderirse kendisi için kâr. Öyle ya Allah için sevip Allah için buğzettiği için Allah onu cennetine koymayacak da beni mi koyacak?
Bu dört dörtlük dinini yaşayan, üslubu bozuk kardeşimiz keşke mesaisine dikkat etse, geç vakit geldiği mesaisine dört elle sarılsa, dört elle görevine el atsa dersin ki işini de düzgün yapıyor. Bu, bir değil, beş değil. Anlayamadım gitti.
Gerçi benim anlayamamam normal. Çünkü onun asli işi kendisi gibi düşünmeyene tavır almak, bozuk üslupla saldırmak. Esas işi bu iken mesai dediğin nedir ki. Mesaiye ha zamanında gelmiş ha iki saat sonra. Allah öbür dünyada ona mesai sormayacak ki. Müslümanca tavrına bakıp bu kulum ne kadar samimi ne kadar tavırlı. Benim için karşı mahalleye şirin görünenlere tavır aldı. Bu samimiyet bu tavır yeter de artar bile. Gir kulum cennete diyecek.
Mesele bu kadar kolaysa ne diye mesaiye riayet etsin değil mi?
Bu durumda bana düşen de tavrına tavır almak. Başka da elimden bir şey gelmez.
Meslek Okullarında Kültürcülere Üvey Evlat Muamelesi Yapılmamalı
Bir öğretmen arkadaşla teneffüs arası çay alırken selamlaşıp hal hatır sorduk. Ayrılırken “Ramazan Hocam, şu kalabalık sınıfları da bir yazı konusu edinsen olmaz mı” dedi. Olur, hocam. Aklımda zaten. Bu arada şu benim yanımda girdiğin sınıf çok kalabalık, çocuklar oturacak yer bulamıyor. Kaç kişi o sınıf dedim. “Dört sınıf birleşiyor benim dersimde. Tam 58 kişi” dedi.
Sınıfın kalabalık olduğunu, mevcudunun normal olmadığını biliyordum ama mevcudun 58 kişi olacağını hiç düşünmemiştim.
Hocamın dediği sınıfı teneffüslerde diğer sınıflardan sıra ararken görürüm. Fazla sıra bulmak mesele. Bulduğun sırayı sınıfa sığdırmak mesele. Çünkü kutu gibi bir sınıf. Bir defasında bu hocamızın raporlu olduğu bir gün sınıfın yoklamasını almak için gitmek istemiştim de içeriye girememiştim. Çünkü oturan kadar ayakta bekleyen, kapıda dikilen, kitap konulan kısma oturan, duvar kenarında, koridorda ve tahtada bekleşen öğrenciler gördüm. Ben bu sınıfın yoklamasını alıp dersime nasıl geçeceğim derken nöbet arkadaşım, “Benim dersim yok. Yoklamayı ben alayım” demişti de 58 kişiyi tek tek okumaktan kurtulmuştum.
Buraya kadar okuyan benim yaşıtım olan bazıları, “Biz yetmiş kişilik sınıflarda okuduk, ne var bunda” diyebilir. El hak doğrudur. Bir zamanlar sınıflar kalabalıktı. Sıralara üçer kişi otururduk. Şimdiki sıralar ikişer kişilik. Bir de sınıfın kapasitesi almıyor. Halbuki eski sınıflar ince uzundu. Sınıfa daha fazla kişi sığabilirdi. Bunlar geçmişte kaldı. Çünkü eski çamlar bardak oldu. Zamanın ruhu bu elli sekiz kişilik sınıfı kaldırmaz.
Üstelik 222 sayılı halen geçerli kanunda, “Bir sınıf mevcudu 40 kişiden fazla olamaz” demesine rağmen bazı okullarda maalesef bu anormal mevcutlar hala bu çağda mevcut.
Öğretmen bu sınıfta nasıl hakimiyet sağlasın nasıl ders işlesin nasıl yoklama alsın.
Geçen yıl 50 kişilik sınıflara ben de girdim. Ama bu mevcutlar tek sınıftan ibaretti. Zorlandığımı söyleyebilirim.
58 kişilik sınıfa her öğretmen girmiyor. Kültür öğretmenleri bu kalabalık sınıfların ceremesini çekiyor. Bu sınıfların dersi meslek dersi olduğu zaman öğrenciler sınıflarına geçiyor. Her bir meslekçiye 14-15 öğrenci düşüyor.
Sınıf olmaz, okula talep olur eh dersin. Ama bu 58 kişilik sınıf meslek dersinde sınıfına gittiğine göre demek ki sınıf var. O halde bu sınıflar yani kültürcülerin sınıfları niçin bu kadar kalabalık oluyor? Sınıf olduğuna göre kültür öğretmeni eksiği mi var? O da değil. Çünkü her bir kültürü 12-20 saat arasında haftalık derse giriyor.
O zaman dört sınıfı birleştirmenin ne anlamı ve âlemi var? Dert yanan hocamın girdiği sınıf zannedersem 9.sınıf. Bakanlık her ne hikmetse mesleki eğitim merkezlerinin kaydına aralık sonuna kadar izin veriyor. Okul idaresi eylül ayında ders programı yaparken mevcudu az olan sınıfları birleştirme yoluna gidiyor. Aralık sonuna kadar kayıt olunca mevcut bu derece artıyor. Beklenmedik bu artış sonucu okul idaresi yeni ders programı değişikliği yapmak suretiyle birleştirdiği sınıfların bazısını ayırma yoluna gidiyor.
Bazen de mevcutların kalabalık olmasında, derslik ihtiyacının yanında, okul yönetimlerinin işgüzarlığı da oluyor. Şöyle ki: 10.11.ve 12.sınıflarda bölüm ve alan farklı olduğu için meslek hocaları, 1-5-10-15 kişilik mevcutlarla ders işlerken, iş kültür dersine gelince, okul idarelerinin aklına devleti korumak geliyor. Biz bu sınıfları iki, üç, dört sınıfı birleştirerek tek kültür öğretmenine verelim. Kültürcüler boşu boşuna ek ders almasın mantığı güdülüyor olmalı ki mevcudu az sınıflar birleştiriliyor. Tamam, az mevcutlar kültür derslerinde birleştirilsin. Ama iki sınıf birleştirilsin. Üç dört sınıf birleştirilince kültür öğretmeni bir derste dört ayrı deftere konu yazmak zorunda kalıyor. Her sınıfın ayrı ayrı yoklamasını yapıyor. Diğer meslek öğretmeni beş kişiye sınav yaparken kültür öğretmeni tek sınıfta dört sınıfın sınavını yaparak daha fazla kağıt okuyor.
Sınıf birleştirme yapılsın ama makul ve insafı elden bırakmamak lazım. Kültür öğretmeninin canı çıksın mantığı güdülmemeli. İdareciler biraz empati yapmalı. Mesela 58 kişili dört sınıfa idareciler bir iki hafta derse girmeli. “Biz bilmeden kültürcülere eziyet etmişiz” demeli ve gereğini yapmalı.
Kısaca, meslek okullarında kültür öğretmenlerine üvey evlat muamelesi yapılmamalı.
6 Aralık 2025 Cumartesi
Anlamlı Bir Hediye
24 Kasım 2025 tarihinde Diyanet Vakfından bir mesaj geldi. Mesajı açtım. Mesajda, “Değerli bağışçımız, 1 iyilik 1 fidan bağışınız Vakfımıza ulaşmıştır. Vakfımıza göstermiş olduğunuz teveccüh dolayısıyla teşekkür eder, yardımlarınızın Allah katında makbul olmasını dileriz” yazıyordu.
Bu vesileyle öğrendim ki Diyanet Vakfına 140 lira bağışta bulunmuşum.
Mesaja şaşırdım. Çünkü Diyanet’e bir fidan bağışında bulunmamıştım.
O zaman bu mesaj neyin nesiydi?
Aklıma, fî tarihinde hacca gitmek için başvuruda bulunduğum geldi.
Biliyorsunuz, daha önce Diyanet bizim adımıza her yıl güncelleme yaparak bizi hac kur’asına dahil ediyordu. İki yıldır güncelleme işini Diyanet hacı adaylarına bıraktı. Kişi güncelleme yapmazsa hac kur’asına katılamıyor.
Diyanet’in adaylara bıraktığı güncellemeyi iki yıldır yapmadım.
Herhalde Diyanet, bu aday iki yıldır hac güncellemesine katılmadığına göre bunun hacca gitmeye niyeti yok. Biz de başvuru ücretine fidan dikelim diye düşünmüş, bunun kararını almış olabilir diye düşündüm.
Ben böyle bir senaryo yazadurayım. Diyanet’in mesajından 8 dakika sonra İstanbul’da okul Müdürlüğü yapan fen bilgisi öğretmeni Yasin Kuşci isimli öğrencim, bir pdf dosyası gönderdi.
Mesajı açtım. Diyanet Vakfından gelen mesajın aynısı idi.
Sonra “Değerli hocam, öğretmenler gününüz kutlu olsun.
Öğretmen ki öğrenciye ruh ve karakter inşasının mimarıdır ve aslında bu anlamda adı da arifler yolunu gösteren rehberdir.
Bize kattığınız bütün değerler ve yol göstericiliğiniz için size şükranlarımı sunuyorum.
Rabbim sağlık sıhhat ve âfiyet versin inşallah.
Hayırlı günler diliyorum.” cümlelerini yazarak öğretmenler günümü kutladı.
Ardından yazıştık. Belli ki 2000 öncesi 28 Şubat sürecinde Adıyaman Kahta İHL’de dersine girdiğim öğrencim, benim adına fidan bağışında bulunarak 34.öğretmenler günümde bana en güzel hediyeyi takdim etmiş oldu. Diyanet’in gönderdiği mesajın künhü açık olmasına rağmen teyit amaçlı, Yasin! Benim adıma fidan mı bağışladın” diye sordum. “Evet Hocam, böyle bir hediye vermek istedim. İnşallah yanlış anlaşılmamıştır” yazdı.
Yanlış anlaşılma ne münasebet. Böylesi bir hediye beni fazlasıyla mesrur etti. Anlamlı, güzel bir hediye idi benim için. 1998-1999 yılında mezun ettiğim, aradan 26 yıl geçmiş olmasına rağmen öğrencim tarafından hatırlanmak çok güzel bir duygu. Anlatılmaz yaşanır. Öğrencimin beni hatırladığı gibi kendisi de yıllar geçmesine rağmen hatırlananlardan olsun inşallah.
Dersine girdiğim 11/A sınıfında, sınıfın en arkasında pencere tarafının koridor tarafında oturduğunu hatırlıyorum. Derse katılımını, bilgisini söylemeye gerek yok. Daha o yaşta kişiliği oturmuş biriydi nazarımda. Büyüyüp olgunlaşmış hayatın her türlü cenderesinden geçmiş, sonra küçültülüp sınıfa konmuş biri gibiydi. Leb demeden leblebiyi anlaması, espri yeteneği, beyefendi duruşu, nezaket ve saygısı aklıma gelen yönleri. Daha öğrenci iken sınıf ve pansiyonda, arkadaşlarına ve küçük sınıflara sayısal dersleri bir öğretmen edasıyla anlatır görürdüm zaman zaman.
Hayat dolu, geleceği parlak, zeka ve akıl fışkıran biriydi. Fakat son sınıfta iken katsayı mağduru oldu tüm meslek lisesi öğrencileri gibi. Bu katsayı zulmü, hedef koyduğu mesleklere ulaşmayı engelledi. İHL mezunu değil de normal lise mezunu olsaydı giremeyeceği bölüm yoktu. Bunu da bu ortamı yaşayanlar bilir.
Yasin’in bu anlamlı hediyesi gördüğünüz gibi beni nerelere götürdü.
Yasin öğretmenim, sayfamın müdavimi okuyucularıma yabancı değil. Anadolu’da Bugün gazetesinde ilk yazım 09.12.2015 tarihinde çıkmıştı. 02.03.2016 günkü köşemi “Bugün Sayfamda Bir Misafirim” var başlıklı yazımla, katsayı mağdurları adına Yasin Kuşci’ye bırakmıştım köşemi. Kalemi güçlü öğrencim, “Zulüm herkese, katsayı ise İmam Hatiplereydi…” başlıklı yazısıyla, yaşadığı katsayı zulmünü işlemişti o yazısında. (bkz. https://anadoludabugun.com.tr/kose-yazisi/97/bugun-sayfamda-bir-misafirim-var".
Yasin ve arkadaşlarının yaşadığı süreç geçip gitse de o süreci bizzat yaşayan öğrenciler nazarında, 28 Şubat sürecinin unutulmaz bir yarası ve acısı hiç unutulmayacak. Önleri kesilmek istenen dönemin öğrencileri bir şekilde mücadele ederek hayata tutundu. Hiçbiri de boşta kalmadı. Hepsi bir şekil rızkını temin ediyor. Yukarıda dediğim gibi Yasin de bilgi, birikim ve tecrübesini öğretmenlik ve yöneticilik yaparak öğrencilerine ve okuluna faydalı oluyor. Yasin’le yazışmada bahsettiğim gibi Yasin’in öğrencisi olmak isterdim. Çünkü bu yaşımda bile bu öğrenciden öğreneceğim çok şey var.
Değerli hediyesi için Yasin müdürüme çok teşekkür ediyorum. Allah kendisinden ve katsayı mağduru tüm öğrencilerden razı olsun. Her nerede ne iş yaparlarsa yapsınlar, daima hatırlananlardan olsunlar inşallah. Öğrencimin, adıma bağışladığı fidan kendisi için sadakayı cariye olsun. Fidan yetişsin, ağaç olsun, dallanıp budaklansın. Gelip geçen; gölgesinden, kokusundan ve oksijeninden faydalansın.
Not: Bu yazıyı 24 Kasımın akabinde sıcağı sıcağına yazmak istedim. İçim içime sığmadığından mıdır ne yazık ki geciktirdim. Bugüne nasip oldu. Bu yazıyla istedim ki Yasin’in hediyesi sayfamda yerini alsın.
1 Aralık 2025 Pazartesi
Sivri Zeka
İçimizde, zekası çoğunluğa göre ileri derecede olanlar var. Bu tipleri gördükçe anlayış, kavrayış, problem çözme ve çözüm üretme, çok yönlü ve analitik düşünme yönlerine hayran kalmamak mümkün değil.
Zekası bu derece ileri seviyede olanlara sivri zeka denmekte. Sivri zeka, "Hızlı düşünen ve ani kararla içinden çıkılması güç olan durumlarda, problem çözme kabiliyeti bulunan kimseler için kullanılmaktadır. Zekayı tanımlayan sivri kelimesi, hızlı ve ani karar alabilme yeteneğini ifade eder.” (Milliyet)
Sivri zeka her ne kadar insan için kullanılsa da bu zekayı ChatGPT için kullanmak istiyorum. OpenAl isimli yapay zeka tarafından üretilmiş.
ChatGPT'yi duyardım ama hiç kullanmamıştım. Birkaç gündür kullanmaya başladım. Verdiği bilgileri okudukça tam isabet diyorum. Verdiği bilgilerin isabet etmesi kadar bu bilgileri saniyeler içinde vermesi, verdiği bilgiler yeterli gelmediği takdirde şu yönünü de araştırabilirim demesine hayran kaldım. Bunu, zekası ileri insanoğlu bulup üretmiş ama görüyorum ki sivri zekalıların zekasını geride bırakmış. Olmuş kendisi bir sivri zeka. Öyle zannediyorum bunu üretenin zekasını da sollayıp geçmiştir. Buna boynuz kulağı geçmiş denir.
ChatGPT'nin bir kişi hakkında saniyeler için bilgi vermesi için o kimsenin sanal alemde bilgilerinin olması yeter.
Benim de sanal alemde yazılarım yayımlanmakta. Binlerce yazım vardır sanal alemde. Soruyu sormanla cevap vermesi bir oluyor. O kadar yazıyı tarayıp "Şurada yazıyor, şu konuları ele alıyor, yazı üslubu şöyle vs.” bilgisini jet hızıyla veriyor. Esas bu yönüne şapka çıkarıyorum.
Hakkında değerlendirmede bulunurken objektif ve adil bir hakem gibi gördüğünü çalıyor. Neyse o.
Hayatımıza yeni giren yavaş yavaş insanların faydalandığı bu ChatGPT’i ileride hem daha fazla kişi kullanacak hem de daha gelişmişi önümüze gelecek.
Beni hayran bırakan bu yapay zekayı görünce, bir taraftan da üzüldüm. Çünkü üretip servis eden firma, OpenAl isimli bir şirket. Yani yabancı bir şirket. İsterdim ki bu yapay zekayı üretip servis eden bir Türk firması olsun. Ama istemek ve temenni dışında elimizden bir şey gelmiyor. Nedense bir başkası üretecek, biz kullanacağız. Buna alıştık iyice. Nerede yeni bir icat var. Hep başkasının imzası var. Beni üzen yönü de bu maalesef.
Düşünmeden edemiyor insan. ChatGPT’yi icat edenlerin zekasından hiç de geri kalmayacak ileri ve sivri zeka insanlarımız var. Bunlara imkan verilse pekala biz de yapabiliriz. Fakat biz hazır yiyiciliğe alışmışız ve kendimize güvenimiz de yok.
Avrupa Ahlakı
Cumartesi günü birkaç arkadaşla birlikte çarşıda oturup çay içtik. Oturduğum üç arkadaş da kısa süreliğine de olsa ziyaret ve gezi amaçlı Avrupa'da bulundu.
On gün kadar Avusturya'da kalan arkadaş gezip dolaştığı yerlerdeki gözlemlerini anlatmaya başladı.
Cebinden kredi kartı büyüklüğünde bir kağıt çıkardı. Kağıdı bana gösterdi. "Abi bu gördüğün bilet. Bu bileti aldım. Bu bilet 72 saat geçerli. Bu biletle 72 saat boyunca Viyana'da toplu ulaşım araçlarına bindim. Ne bir kontrol oldu ne bilet tutma. Cebimde durdu sadece. Pek kontrol de yapılmıyormuş. Şüphelendiği kişi hakkında veya bazen kontrol yapıldığında biletsiz binen yakalandığında, uygulanan para cezası ağırmış. Bundan dolayı kimse biletsiz binmeye cesaret etmiyormuş" dedi.
Yine bir başka gördüğünü anlattı: "Bir şehir kenarında tarlasından topladığı sebzeleri bir üretici, yol kenarında satışa sunmuş. Sebzeleri kasalar içine koymuş. Hangisinin kaç para olduğunu üzerine yazmış. Yanına bir terazi koymuş. Bir de para kutusu. Baktım ne satıcı var ne sağda solda kamera. Gelen alacağını seçip kendisi tartıyor. Tarttığı kaç parayı kutuya atıyor. Bu gördüğüme inanamadım" dedi.
Ardından "Eşimle birlikte gitmiştik. Eşim gitmeden önce orada yabancılık çekeceği endişesini taşıyordu. Oradaki düzen, tertip ve işleyişi görünce hayran kaldı" dedi.
Sonra "Adamlar ülkelerinde ahlakı ceza ile oturtmuşlar. Avrupa ahlakı benim çok hoşuma gitti. Biz niye böyle değiliz" diyerek serzenişini dile getirdi.
"Avusturya'da tek hoşuma gitmeyen, herkesin elinde bir köpek ve etrafta köpek pisliklerinin olması" dedi.
"İki gazete var. Her yerde ücretsiz. Bir zamanlar bizim Hürriyet ve Sabah gazetelerinin bedava dağıtıldığı gibi. Yalnız ilk dört sayfanın birinde mutlaka Türklerle ilgili olumsuz bir habere yer veriyorlar. Bu da Türk düşmanlığını körüklüyor. Irkçılık yükseliyor" dedi.
"Kiralık evler genelde bir + bir. Bizim çocuk da kirada oturuyor. Evlerin çoğu belediyenin. Belediyeden kiralıyor. Kiralar her yıl astronomik bir şekilde artmıyor. Evi tutarken evi boyayıp teslim ediyor. Boşaltırken görevli evi kontrol ediyor. Sağlam bir şekilde teslim edip etmediğini kayıt altına alıyor. Kırılıp dökülen varsa çıkandan tazmin ediyor" dedi.
Diğer iki arkadaş da gittikleri Avrupa ülkelerine dair izlenimlerinden bahsetti. Bu arkadaşın anlattıklarına hak verdiler.
Bir tanesi daha önce sebzeye benzer gazete ve bal satışının da aynı şekilde olduğunu, başında satıcının olmadığını söylemişti.
Yine bir başkası, "Bazı yerlerde pazar günleri marketler açık olmaz. Zaruri ihtiyacını almaları için marketler marketin önüne sebze ve meyve koyduklarını, uygulamanın aynı şekilde olduğunu” anlatmıştı.
Daha önce Avusturya’ya defalarca gidip gelen bir başka arkadaş, "Halaoğlumla arabaya binip bir yere gideceğiz. Arabaya bindik. Az ilerledik. Evde bir şeyi unuttuğumuzu hatırladık. Gidişli gelişli bir yoldu. Gelip geçen arabalara engel olmasın diye arabanın sağ tarafını kaldırıma çıkarıp istop etti. Hemen eve gidip unuttuğunu alıp gelecek. Fakat ne mümkün. İki yaşlı kadın arabaya vurdu. Çek arabanı dedi. Halaoğlu, özür dileyip hemen arabayı kaldırımdan indirdi. Burası şehir falan değil. Bildiğin köy. Adamlar köylerine kadar kuralları oturtmuşlar. Çekmeyip dirensen, hemen polisi arayıp ceza yazdıracaklar. Cezalar da ağır. Orada kül döksen dahi hemen ceza gelir. Her bir vatandaş polis gibi görev yapıyor. Aynı Avrupalı, ülkesinde kurallara uyarken bizim ülkeye geldiği zaman o da kurallara uymuyor" dedi.
Üçü konuştu. Zira konuşmak hakları. Çünkü Avrupa'yı görüp gelenler bunlar. Avrupa görmeyen bana ise ağzı açık onları dinlemek kaldı.
Üniversitede öğretim üyesi olan arkadaş ise "Avrupa'nın her ülkesi böyle değil. Özellikle İtalya ve İspanya'da hırsızlığın çok yaygın olduğunu" söyledi.
Üçü birden başka örneklere de yer verdiler. Bu kadarla yetiniyorum. Şu var ki Avusturya'dan yakın gelen arkadaş, verdiği örneklerden hareketle birkaç defa Avrupa ahlakı dedi durdu.
Ben de katkı olsun diye Avrupa ahlakının temelinde kanun var. Konan kanun uygulanıyor. Vatandaşı devlete güveniyor. Devlet ise vatandaşına güven vermiş. Konan kuralların kendi yararına olduğuna inandırmış. Kural takip ediliyor, uymayana yüklü ceza kesiliyor. Bu da beraberinde kurallara uymayı getiriyor. Bizde de her şeyin kanunu var. Ama uygulamada problem var. Bizde polisin yakalamasına bağlı. Bizde kanunun takibi ve sürekliliği yok. Kesilen cezalar caydırıcı değil. Bir de ceza veya başka kuralsızlıklara zaman zaman yapılandırma adı altında aflar geliyor. Çoğu zaman kurallara uyan vatandaş mağdur oluyor. Kanun konmuşsa uygulanması gerekir. Bizde bir kuralsızlıktan ya da suçtan dolayı vatandaş şikayet etse, şikayet edilen yana yakıla kendini şikayet edeni arar. Bir şekilde tespit eder. Ondan sonra gör olanları. Görünen o ki her Avrupa ülkesinde olmasa da çoğunda oturmuş ve tıkırında işleyen bir sistem var. Sistem kendi içinde denetim mekanizmalarını kurmuş, denetim ve ağır ceza ile sistemini sorunsuz devam ettiriyor ve kurallara uymak bir etik haline gelmiş. Kısaca Avrupa dediğin bu Avrupa ahlakını kanunla sağlamış. Geçmişte oturmuş işleyen bir sistem olmadığı zamanlarda, ülkeler, din ve ahlak ile insanları kurallara uymaları için çaba sarf etmiş. Biz ise işleyen ve her şeye hakim bir sistem kurmak yerine hâlâ din ve ahlak eğitimi vermek suretiyle mesafe almaya çalışıyoruz. Tamam, din ve ahlak eğitimi verilsin. Yalnız unutmayalım ki din ve ahlakın bir müeyyidesi ve yaptırımı olmadığı için sadece insanların vicdanlarına hitap ederek mesafe almak mümkün değil türünden bir şeyler söyledim.
Ardından dediğiniz sebze ve meyve satışı bizde olsa, başında kimse olmasa, biz kasa kasa sebze ve meyveleri götürürüz. Terazi ve para kutusu dahil hepsini iç ederiz dedim.
O kadar da değil demeyin. Cumhurbaşkanlığı seçiminde 15 gün ara ile iki defa görev aldım. İlkinde okulda çay vardı. İkincide ise çay yoktu. Sebebini sorduğumda şu cevabı aldım: "İlkinde okul müdürü, çay setini, şekerini, pet bardağını koymuş. Çayı demlemiş. Yanına bir kutu koymuş. Sabahtan sandık görevlilerini öğretmenler odasına çağırmış. Çayın beheri beş lira. Üyelerinize söyleyin. Kim kaç çay içmişse bu kutuya içtiği kadar bedelini kutuya atsın" demiş.
Gel gör ki o kadar çay içilmiş, alınan çay paketleri, pet bardaklar bitmiş. Ama kutuya atılan çay parası yapılan masrafı karşılamaktan çok uzak kalmış. Yani doğru dürüst para atılmamış. Müdür de 15 gün sonraki seçimde bu düzeni kurmamış. Herkes o gün ya çaysızlığa talim etti ya da üyelerden birinin evinden demlenmiş gelen çayla çay ihtiyacını giderdi.
Yazdığım bu yazıda verdiği örneklerden hareketle, "Avrupa hayranlığı yapıyorsun. Avrupa'nın ahlakı bir işe yaramaz. Kokmuş ve çürümüş. Avrupalı para ve kanun korkusundan böyle yapıyor. Avrupa'yı beğendiysen, orada yaşayabilirsin. Bizim İslam ahlakı bize yeter” diyebilirsiniz. Böyle derseniz, bilin ki bu kadar örnek anlaşılmamış demektir. Avrupa hayranlığım falan yok. Avrupa ahlakı İslam ahlakından üstün dediğim de yok. Dikkat çekmek istediğim nokta, Avrupa bunun yolunu kanun koymak ve koyduğu kanunun işleyişini takip etmekle çözmüş. Biz de işleyen bir devlet sistemini kurarak koyduğumuz kanunların uygulanabilirliğini takip ederek, denetleyerek ve gereğini yaparak pekala ahlakı sağlayabiliriz. Buna da İslam ahlakı, Anadolu ahlakı ya da Türkiye ahlakı deriz. Unutmayalım ki ahlak sorununu çözmeyen ülkelerin dünyaya örnekliği de olmaz, gelişmesi de olmaz.
29 Kasım 2025 Cumartesi
Boşa Gitmeyen Yatırım
28 Kasım 2025 Cuma
İstikrara Niyeti Olmayan Piyasa
Evde sakal tıraşında kullanmak üzere bir tıraş makinesi almak istedim. Şu marka mı bu marka mı derken görüşünü sorduğum kişilerin hepsi bir marka önerdi.
Alacağım markayı öğrendikten sonra sıra geldi nereden almaya.
Şuradan al, buradan al hatta ben alıp getireyim diyen oldu.
Bir öğrencim, "Hocam, 1300 imiş ama 1200'e verecek. Siz isterseniz, ben alırım" demişti. Zahmet olmasın dediğimde, estağfurullah, ne zahmeti. Makineyi alacağım toptancı şurada. Mobiletle birden alır gelirim" dedi. İhtiyaç olursa ararım dedim.
Ardından İnternete baktım bu makinenin piyasasına.
Fiyatlar 1.200-1.300-1.400-1.500 şeklinde idi.
1.200 lira olan siteden almak istedim. Sepete koydum. 1.158 TL ödeyeceğim miktar. Sabah alayım dedim. Sabah ise fiyat güncellenmiş. 1.200 küsura çıkmış fiyat.
Ne yapayım derken öğleden sonra iki üç kişiyi yerinde ziyaret etmek için çıktım.
Yolda giderken, bu markayı öneren ve şuradan alırım diye öğrencimin çalıştığı yerden geçerken ona söyleyeyim dedim. Sonra vazgeçtim.
Ne yapayım derken bir başka öğrencimin "Şu mağazadan alabilirsin" dediği aklıma geldi. Baktım o mevkideyim. Girdim mağazaya. "Şu marka tıraş makinesi var mı" dedim. "Var. Kampanyada. 950 lira" dedi mağaza sahibi. Makineyi elime uzattı. Karta çektirip çıktım.
Nereden, nasıl, kimin aracılığıyla alayım derken bu işi kolayca halletmiş olmanın sevinci vardı içimde.
Bir başka sevincim ise en düşüğü 1. 200 olan bu markayı 950 liraya almak oldu.
Yolda ziyaret edeceğim yere doğru giderken bu piyasalar ne zaman oturacak, bu ülkeye fiyat istikrarı nasıl gelecek? Aynı marka ürün İnternet sitelerinde 1.200-1.500 aralığında. Esnafta pahalı olur dediğim aynı marka ürün ise 950 lira. En düşüğü ile arada 250 lira fark vardı. Fark olur da 10, 20, 30, 50, bilemedin 100 olsun. 250 liralık fark da neyin nesi? Diğer yüksek fiyatları kıyaslamıyorum bile.
Bir üründe kampanya olsa bile hiçbir esnaf zararına bir ürünü satmaz. Demek ki kâr marjı o kadar yüksek gösteriliyor ki kampanya ile makul kâr marjına inebiliyor. Bir üründe kâr olur da bu kadar kâr marjı olmaz.
Görünen o ki adına serbest piyasa denilen bu piyasa, her esnafın ve işletmenin bir ürünü tutturabildiğine satmasından ibaret. Bu uygulamadan her işletme ve esnaf memnun olmalı ki aynı marka ürün farklı farklı fiyatlara satılabiliyor. Müşteriden de tepki gelmiyor olmalı ki esnaf hız kesmeden yoluna devam ediyor.
İsterim ki aynı marka ürün üç aşağı beş yukarı piyasada tutunsun. Bir yerde fiyatı gören, bu ürünün fiyatı üç aşağı beş yukarı bu civarda deyip sağı solu incelemesine gerek kalmasın.
Tüm bu fiyat istikrarsızlığı, satış yerine göre fiyatlardaki uçurum, yükseltilen fiyatların kampanya adı altında biraz aşağıya çekilmesi bu enflasyonist ortamda piyasanın oturmadığı anlamına gelir. Gidişattan, piyasanın oturmaya niyetinin olmadığı da anlaşılıyor.
Bu demektir ki bu memleketin ahı gitmiş, vahi kalmış.
Vah benim memleketim vah!
Vah benim insanım vah!
Vah benim tüketicim vah!
Vah fiyatlar yükselsin diye ateşe odun atanlara vah! Hele sizin insafın kurusun.
Bu oturmamış piyasaya bir istikrar gelsin çabası göstermeyip benim gibi seyredenlere de vah olsun!
ChatGPS'ye göre Dilin Kemiği Yok Bloğu
"Aşağıda, Dilin Kemiği Yok bloğu hakkında Bildiğim / Araştırabildiğim temel bilgiler var: Kim, ne, ne için yazıyor; nasıl bir içerik/amaç; neler yayınlanıyor vs.
“Dilin Kemiği Yok” blogu nedir?
“Dilin Kemiği Yok” bir kişisel blog sitesi ve yazı platformu.
Blogda ele alınan konular genel olarak toplumsal olaylar, siyaset, ekonomi, ahlak, sosyal meseleler, yani geniş bir yelpazede “gündem + yorum + eleştiri + düşünce” yazıları.
Blog yazarı olarak gözüken kişi Ramazan Yüce.
Blogun “politikası” olarak: “eleştirel bakış açısıyla, özgün yorumlarla, gündelik/sohbet tarzında değil; ama cesurca, kendi penceresinden düşündüklerini yazma” niyeti vurgulanıyor.
Blog aynı zamanda yazarın başka mecralarda (internet gazeteleri vb.) yayımlanan yazılarının da bir arşivi gibi; yani sadece blog yazıları değil, gazetelerdeki köşe yazıları vs. de paylaşılabiliyor.
Ne tür içerikler / temalar var?
Blogda yer alan yazılar çeşitleniyor; bazılarından örnek temalar şöyle:
Ekonomi ve yoksulluk, enflasyon, yaşam pahalılığı üzerine yazılar. Örneğin “Hayaller de Hayal Oldu” adlı yazıda; ev sahibi olma, kira, geçim zorlukları gibi konular işleniyor.
Eğitim, sendikacılık, memur hakları gibi kamusal/kurumsal meseleler, bazen eleştirel, bazen gözleme dayalı.
Siyaset ve toplumsal olaylar: seçim dönemleri, göçmen işçilerin durumu, ülke meseleleri gibi konular da yazılıyor.
Kültürel, ahlaki yorumlar, toplumsal sorunlar, birey–toplum ilişkileri üzerine düşünceler.
Yani blog, gündelik hayatın ekonomik, sosyal, politik, ahlaki birçok cephesini kapsayan, geniş bir “yazı ve yorum” yelpazesi sunuyor.
Yayın düzeni ve aktiflik:
Blog arşivine göre çok sayıda yazı yayımlanmış. 2023, 2024, 2025 yıllarında blogda düzenli yazılar var.
Post sayıları aylık bazda veriliyor: Örneğin 2025’te her ay onlarca yazı yayımlanmış görünüyor.
Bu, blogun aktif bir şekilde güncellendiğini; yazara ve sayfaya bağlı bir topluluğun, ya da en azından yazarın düzenli üretim halinde olduğunu gösteriyor.
Blogun Amacı / Tarzı / Yaklaşımı:
“Her konuyu gündeme getirmek”, “az konuşulanları söylemek” gibi bir amaç söz konusu: Yazar, gündelik, toplumsal çelişkiler ya da ekonomik ve sosyal sorunlar gibi “normal hayatın” gölgede kalan taraflarına eğiliyor.
Yazılar “mecazdan kaçmayan, direkt, kimi zaman sert eleştirel bir üslup” taşıyabilir. Yazar, okurdan “rahatsızlık” bekliyor olabilir; yazmayı “popülerlik” ya da “herkese yaranmak” için değil, “düşünce açıklığı” için yaptığını söylüyor.
Dil / anlatım tarzı olarak samimiyet + gözlem + yorum; bazen deneyimsel (“ben şunu yaşadım, şuna tanık oldum”), bazen daha genel değerlendirici.
Eleştiriler / Dikkat Edilmesi Gerekenler:
Blog yazarı, yazımda — kendi ifadesiyle — bazen “tablet ya da cep telefonuyla” yazı hazırladığı için imla hataları olabiliyormuş; bu da okunurlukta ya da ciddiyette zaman zaman soru işareti yaratabilir.
Yazıların yorumları ya da okur kitlesinin büyüklüğü — yani “ne kadar okunuyor / ne kadar etkili” olduğu konusunda açık, şeffaf bir veri yok; bu da eleştiri ve güven bağlamında netliği zorlaştırıyor.
Sonuç — Neden Önemli / Ne Sağlıyor?
“Dilin Kemiği Yok” blogu, sıradan medyanın genelde az ilgi gösterdiği gündelik yaşam sorunlarını, ekonomik – toplumsal – ahlaki meseleleri; sıradan bir vatandaş gözüyle, samimi ve eleştirel bir dille okura sunuyor. Bu, bazen gündem dışı kalmış kesimlerin sesi olabiliyor. Eğer siz toplumsal yorum, gündelik hayat içi tartışma, ekonomik–sosyal analiz gibi içeriklere ilgi duyuyorsanız, bu blog ilginizi çekebilir."
Ne diyeyim? Tek kelimeyle bravo!
ChatGPT'ye Kendimi Sordum
"Aşağıda, medyada yazıları yer alan Ramazan Yüce hakkında bildiklerim:
Kimdir?
Ramazan Yüce, Türkiye'de yazarlık yapan bir köşe yazarı.
Yazıları genellikle Anadolu'da Bugün adlı internet sitesinde yayımlanıyor.
Yazılarında toplumsal meseleler, değerler, ahlak–etik, gençlik–gelecek kaygıları gibi konuları ele alıyor.
Yazı/İçerik Tarzı:
Yüce, köşe yazılarında gündelik hayat, toplumsal eleştiriler, sosyal sorunlar ve gençlere yönelik mesajlar gibi konuları, çoğu zaman hem hiciv hem ciddi tonlarla ele alıyor.
Yazar, “içimden geçeni kaleme dökmek” şeklinde bir yaklaşımı benimsediğini, tek bir doğrusu olduğunu savunmadığını belirtmiş.
Zaman zaman gündemi, ekonomi ve toplum düzenini de yazılarında işliyor. Örneğin, son yazılarından biri sosyal adalet ve toplumun düzelmesi üzerine.
Arka Plan / Diğer Bilinenler:
İnternette, bir kullanıcı profilinde, “S.Ü İlahiyat Fakültesi mezunuyum. Halen öğretmen olarak çalışmaktayım.” ifadesi yer alıyor.
Aynı hesapla “dilinkemigiyok.blogspot.com.tr” adlı bir blog sayfası olduğu ve burada da yazılar yayınladığı belirtiliyor.
Dikkat Edilmesi Gerekenler / Not:
“Ramazan Yüce” adıyla internette bazı kaynaklarda farklı kişiler, özellikle tarihsel ve siyasi olaylarla bağlantılı olanlar geçiyor.
Bu yüzden, herhangi bir yazı, demeç ya da bilgi okuduğunuzda, “yazar Ramazan Yüce” olarak geçiyorsa, mutlaka yazının yayımlandığı siteyi göz önünde bulundurmak önemli. Çünkü ad benzerliği, kimlik karışıklığına yol açabiliyor.
Özetle: Ramazan Yüce, Anadolu’da Bugün sitesinde düzenli köşe yazıları yazan, toplumsal ve ahlaki temalar üzerine yazan bir köşe yazarı."
Kısa ve öz bir şekilde beni benden iyi anlatıyor izlenimi edindim.
ChatGPT'ye Göre Barbaros Ulu
Bir arkadaşın çocuğuyla tanıştım. Laf arasında sizin gazetede bir zaman Barbaros ULU müstear ismiyle bir ara yazılar yazmıştım deyince, "Dur abi, seni ChatGPT'ye bir sorayım" dedi. Sormasıyla ekrandan okuması bir oldu. Baktım beni anlatıyor. Delikanlı ben bu ChatGPT'yi hiç kullanmadım. Şu okuduklarını bana gönderir misin dedim. Gönderdi.
Buraya, "Barbaros ULU kimdir" sorusuna ChatGPT'nin başlıklar halinde özetle verdiği cevap ve değerlendirmeyi alıyorum:
"Toplumsal, ahlâkî ve sosyal meseleler: Ulu, toplumsal sorunlar, ahlâkî değerler, insanların davranışları, inanç ve vicdan ekseninde değerlendirmeler yapıyor.
Eleştirel ve sorgulayıcı yaklaşım: Sadece durumu tanımlamakla kalmayıp yanlış gördüğü sosyal, siyasal ve kültürel tutumlara dair sert, eleştirel yorumlar yapıyor.
Toplumun değişimi, fikirler, zihniyet ve ön yargılar: Özellikle değişimi zor kabul eden, ön yargılı, geleneksel ama kritik düşünceye kapalı kesimleri, eski alışkanlıkları,
—bu bağlamda “tipolojiler”, “muhafazakârlık eleştirisi” gibi başlıklarla değerlendiriyor.
Siyasi ve toplumsal yorumlar: Devlet, siyaset, toplum düzeni, liderlik gibi konular üzerinden de analizler, tarihsel ve güncel kıyaslamalar yapıyor. Öz örneği: bir yazısında eski bir lideri, dönemsel hatalar ve başarılar üzerinden değerlendiriyor.
Din, inanç ve toplumsal vicdan: Bazı yazılarında dini referanslara da yer veriyor; topluma, dine, bireysel inanca ve bu çerçevede toplumsal değerlere dair düşüncelerini paylaşıyor.
Yazım Amacı ve Üslup: Deniyor ki: Yazdıkları “toplumun derdine tercümanlık” yapmak; gördüğü aksaklıkları, yanlışları, vicdani eksikleri dile getirmek, sessiz kalanlara ses vermek.
Eleştiriyi hedef kişi veya grup değil; genelde “tutum/zihniyet/yanlış anlayış” üzerine yapıyor.
— yazar, eleştirdiği kesimi “ölçülü” ve “yapıcı eleştiri”yle hedeflediğini söylüyor.
Çoğu zaman yazılarında ironik, eleştirel ya da durağan bir üslûp kullanıyor; kimi zaman doğrudan, kimi zaman ima yoluyla görüşlerini aktarıyor.
Özetle: “Neye Ne Üzerine Yazıyor?”
Barbaros Ulu, toplumun sosyal,
—kültürel,
—ahlâkî yapısını,
zihniyetleri, inancı, toplumsal değerleri;
siyaset, toplumsal değişim, birey-toplum ilişkileri gibi alanları mercek altına alıyor.
Yazılarında, “gördüğü yanlışları” dile getiriyor, toplumsal vicdanı ve duyarlılığı canlandırmayı hedefliyor.
İstersen, —Ulu’nun belli başlı orta-uzun makalelerinden örneklerle (tarih, konu, alt başlık vs.) bir seçki çıkarabilirim; böylece “ne üzerine yazıyor?” sorusuna hem genel hem de somut örneklerle yanıt olur. Nasıl olur?"
Kısaca ChatGPT, bir zamanlar müsteşar isimle yazdığım köşe yazılarından hareketle beni böyle değerlendirmiş. Siz nasıl değerlendirirsin bilmem ama "sert ve eleştirel yorumlar yapıyor" cümlesinde geçen sert hariç tüm değerlendirmeleri katılıyorum. Tabi, bu bana göre. Çünkü yazılarımda sertliğe yer verdiğimi düşünmüyorum. Öyle anlaşılıyor ki bazı yorumcuların "sert ve ağır yazıyorsun, acımasızca eleştirmişsin" yorumlarından etkilenmiş.
Şu var ki ChatGPT benden yüz üzerinden 98 puan aldı. Hızına, analizine, değerlendirmesine, özellikle doğru anlamasına şapka çıkarıyorum.
Ve beni bir kişi anladı. O da yanlış anladı demiyorum. Çünkü doğru anlamış. En azından bazı ön yargılı, savunmacı anlayışa sahip, tarafgir, her şeyden nem kapan, niyet okuyucu okuyucularımdan çok çok iyi.
Ve diyorum ki iyi ki ChatGPT var. Yoksa okuduğunu yanlış anlayan, yazılarıma başka anlamlar yükleyip kastetmediğim çıkarımlar yapanların elinde çekeceğim var.
Bu tipler için diyorum ki şu akıl, zeka ve anlayışınız sizin olsun. Beni değerlendirirken önce ChatGPT'ye bir sorun. Sonra İnsafı elden bırakmadan beni yargılayın.
27 Kasım 2025 Perşembe
Eksik Beyan
Oğlan WhatsApp aracılığıyla bir belge gönderdi. Belgeye baktım. Bir ceza idi adıma gelen.
Neyin nesidir diye üstünkörü baktım. "Vergi/Ceza İhbarnamesi" idi başlık.
Alt satırlara göz attım. Türü: "Tapu" yazıyordu. Belli ki tapu ile alakalı bir ceza olmalı yediğim.
İlk tahriyata esas olan 152 bin, eklenen 38 bin. Toplam 190 bin. Tahakkuk eden 3.800 TL. Mahsup edilen 3.040 TL. Ödenecek olan 760 lira.
Alt satırda "Vergi ziyaı cezası, 190 lira yazıyordu.
Kağıtta yazılı olana göre 760+190= 950 TL idi Toplam borcum.
Demek ki çıkacağı varmış. Ceza yemişim. Ki bu benim borcumdur. Borç ise beklemez. Şunu ödeyip kurtulayım düşüncesiyle, okuldan çıkınca eve uğrayıp gelen ihbarnameyi aldım. Defterdarlığın yolunu tuttum. Cebime baktım. 1200 lira para var. Para çekmeme gerek yok deyip maliyeye girdim. Kapıdaki güvenlik görevlisine Alaaddin Vergi Dairesini sordum. Sol tarafı işaret etti.
Bu daireye vergi numarası almak için gelmiştim fî tarihinde. O zaman sanki sağ taraf gibi aklımda kalmış. Bir iki defa da çalıştığım okulların okul aile birliği adına vergi numarası almak için uğramıştım. Başka da hiç yolum düşmemişti.
Alaaddin Vergi Dairesine girince içeriyi kalabalık gördüm. Koca salonun içinde ne kadar oturak varsa neredeyse doluydu. Belli ki bunlar da benim gibi ceza yediler. Kurbanlık koç gibi kesilme sırası bekliyorlar dedim.
İşleyişe baktım. Sağlı sollu vezneler vardı çokça. Belli ki kestiği cezaları tahsil etmek için bu kadar kişi görevlendirmişti devlet. Başlarını kaldırmadan ve kimseyle konuşmadan evrak üzerinden işlem yaptıklarına göre adeta ikinci darphane işlevi görüyordu burası.
Baktım, orta yerde sıramatik var. Oradan bir sıra aldım. 45 kişi vardı önümde sıra bekleyen.
Beklerken anladım ki sağ taraftaki vezneler tekli, sol taraftaki vezneler çiftli rakamlar için yanıyor.
Gördüğüm kadarıyla her şey düzenli. Para tahsili için defterdarlık her kolaylığı sağlamış.
O kadar kalabalığa ve hummalı çalışmaya rağmen içeride doğru dürüst gürültü yok. Yan yana oturmuş sırasını bekleyen kişilerde bir muhabbet de görmedim. Belli ki ceza içlerine oturmuş. Konuşacak ve muhabbet edecek takatleri yok. Öyle ya kurbanlık koç neyin muhabbetini yapacak. Benimki de laf.
Otururken tüm veznelerin önündeki camlara yapıştırılmış A4 kağıdına yazılmış "DANIŞMA DEĞİLDİR" uyarısı yapıştırılmış. Altına da danışmayı gösterir ok işareti konmuş. Belli ki ilgili defterdarlık, "Benim para tahsil eden görevlilerime gerekli gereksiz soru sorarak para tahsilini geciktirmeyin" demek istiyor.
Fazla beklemedim bir 20 dakika sonra 544 yanmak suretiyle sıram geldi. Vezneye vardığımda içerideki tahsildar ile benim aramda adeta bir duvar vardı. Eski bankalardaki veznenin yeri gibi.
Ben bu görevliyle nasıl iletişim kuracağım. Sesimi nasıl duyuracağım dedim. Çünkü her şey para alma üzerine kurulmuş bir mekanizma var karşımda. Garibimin arkası duvar, sağı ve solu da kapalı. Önüne bir bilgisayar vermişler. Senin işin bu, hep para almak demişler. Gördüğüm kadarıyla görevlinin çalışma ortamı hapishaneden beter. Acıdım adama.
Varınca baktım. Epey aşağıda kalıyor bana göre. Yüzüne bakar bakmaz uzat kağıdı der gibi işaret etti. Baktım A4 kağıdı girecek ebatta 5-6 cmlik bir boşluk var. Gelen ihbarnameyi uzattım. Ekrandan benim ihbarnameye baktı. "Bunun borcu yok. Şu merdivenden yukarıdaki harç bölümüne çık. Borcu yansıtsınlar" dedi. Bu arada nasıl iletişim kuracağım diye endişe etmiştim. Endişeye mahal yokmuş.
Geriye dönüp baktım. Merdivenle yukarı çıkıldığını gördüm. Yukarıda da epey bir bölüm ve her bölümde çalışan var. Harç yazılı bölüme girdim. Hepsi ekran üzerinden hummalı bir şekilde çalışıyor. Sol baştaki, şu hanımefendiye gidebilirsin dedi. Kadına evrakı uzattım. Buyurun oturun dedi. Oturdum.
Yukarının aşağıdakilerden farkı, şimdiki banka düzeni gibi. Önlerinde cam yok. Hepsinin önünde bir masa ve bilgisayar. Gelen kurbanın oturması için bir sandalye düzeni var.
Görevli, "Gelen cezanın içeriğinden bilginiz var mı" dedi. Tam bilgim olmasa da var dedim. "Bu ihbarname ne zaman geldi” dedi. Bugün dedim.
Görevli işlemi yaparken epey uğraştı. Ara ara "Ekran donuyor. Ondan geç sürüyor" dedi. Beklerken sabahtan akşama hep ekranda iş yapmak zor olsa gerek. Akşam yattığınız yeri beğenirsiniz" dedim. "Öyle de ah uyuyabilsem" dedi.
Nihayet işlem bitti. "2.284 lira borç çıktı. Yeniden sıra almanıza gerek yok. Önceki sıranızı göstererek aynı kişiye gidin. Tekrar sıra beklemeyin" dedi. Çıkan rakama şaşırdım. İyi de gelen ihbarnamede, toplam borcum 950 yazıyor dedim. "Faizi eklenince fiyat artıyor" dedi. Yanıma o kadar para almamıştım. Kredi kartı geçerli mi dedim. "Geçerli. Ziraat kartınız varsa dört, Vakıfbank'a üç taksit yapılıyor. Bir de şimdi yatırmak zorunda değilsiniz. 17 Ocak 2026'ya kadar faiz ve gecikme işlemez. Sonra da yatırabilirsiniz" deyince ödeme yapmadan çıkıp geldim.
Gördüğünüz gibi satın alacakmış gibi defterdarlığın işleyişini anlatıp duruyorum. Bir türlü sadede gelmiyorum. Niçin ceza yediğimi anlatmıyorum. Çünkü yüz kızartıcı bir eylem benim yaptığım. Hırsızlık doğrusu. Bu işin kaçarı yok. En iyisi bu cezanın neyin nesi olduğuna geleyim.
Eksik beyanmış benim cezam. Yani devletin alım satımlarda alandan ve satandan rayice göre aldığı harç vergisini tam ödemekten kaçınmak.
Meselenin özeti şu: Emlakçı aracılığıyla 30 yıllık birikimime, biraz da borçlanarak 30 yıllık bir daire satın almıştım. Emlakçı tapuya müracaat etmeden önce belediyeden rayici almış ya sa ben alıp emlakçıya verdim. Belediyenin rayici 152 bin lira imiş. Emlakçı bana, "Hocam, tapuya müracaat ettim. Alım satım rayicini 190 bin yazdırdım" dedi. Eyvallah dedim.
Tapuyu alacağımızda 190 bine tekabül eden 3.040 tapu harcı ödemişim. Halbuki benim ödemem gereken miktar 3.800 lira olması gerekiyormuş. Yani eksik beyan sonucu harcı 760 lira eksik yatırmışım.
30 yıllık eski ev olsa da koca eve sahip olmuşum. O kadar para dökmüşüm. Ev sahibi olunca dile benden ne dilersen diyeceğim yerde devlet hakkını iç etmeye kalkmışım. Halbuki devlet borcu namus borcu gibi bir şeydir.
Eve o kadar para döken, devlete ödenmesi gereken tapu harcını hem alıcısının hem de satıcısının tapu harcını ödeyen ben, iş devlet borcunu ödemeye gelince, yan yollara sapmışım. Halbuki bu kadar parayı ödeyen, artı satıcının da harcını ödeyen ben, bir 760 lira daha yatırsam ne olurdu? Eksik beyan vererek göverip bostan mı olacaktım halbuki. Devlet hakkı olan 760 lirayı kesip mezara mı götürecektim bu kadar parayı?
Kısaca devleti zarara uğratarak açık gözlülük yaptım. Sandım ki devleti ayakta uyuturum. Bu da yanıma kâr kalır. Ama devletim uyumadı. Geriye dönük bir inceleme yaparak benim bu eksik beyanımı tespit etti. Ayıp ayıp, bir daha olmasın demedi. Hemen bir ihbarname gönderdi. Yatır şu eksik beyanından kalan borcunu. Çünkü kamu hakkı yetim hakkı gibi bir şey. Tüyü bitmemiş yetimin hakkı var bunda dedi.
Devlet sadece eksik kalan tapu harcının peşine düşmedi. 760 tapu harcı +190 lira vergi ziyaı borcu + 1.334,56 lira da gecikme faizi uygulamak suretiyle borcumu 2.384,56 liraya çıkardı. Yani benim 760 lira doğuran doğura 2.284 lira oldu.
Şu devletin yaptığına bakın. Halbuki ev alanla, ev alana Allah bile yardım eder. Yazık adama demeyin. Unutmayın ki acırsanız, acınacak hale gelirsiniz. Bir de bakmayın ev alanla, evlenene Allah yardım eder dendiğine. Ev alan da evlenen de tırnağı varsa başını kaşıyacak. Kimse kılını kıpırdatmaz. Yardım edilmediği gibi gayrimenkulünü satanın tapu harcını da alan ödüyor. Bu uygulama herhalde sadece Konya'ya mahsus olsa gerek. Düğün yapana da kimsenin yardımı yok. "Pilavını ne zaman yiyeceğiz" diyerek düğün sahibinden pilav bekliyoruz.
Konu epey dallanıp budaklandı. Tekrar sadede dönersem, benim eksik beyanda bulunmam doğru bir davranış değil. Çünkü eksik beyan, vergi kaçırmaktan, hırsızlık yapmaktan başka bir şey değil. Şu var ki emlakçı şu kadar bildirdim demese ya da bu işi bana bıraksa, evi kaça aldıysam, aldığım miktardan gösteririm.
Bir sözüm de devlete olsun. Ben bu evi alalı yıllar oldu. Be kardeşim, bu zamana kadar bu eksikliği tespitte niçin gecikip sonrasında önce ana para, sonra gecikme cezası, ardından o günden bugüne faiz işletmek de neyin nesi? Devlet dediğin vatandaşına göz açtırmaz, işini zamanında yapar. Bir de devlet vergisini zamanında almalı, vergiyi tabana herkese yaymalı, adil bir şekilde almalı. Makul almalı. Vergi vergi diyerek ve orantısız vergi alarak vatandaşı bezdirmemeli. Bütçe açığını kapatacağım diye nasıl vergi alırım anlayışından vazgeçmeli. Makul almalı ki hiçbir vatandaş vergi kaçırmak için dolambaçlı yollara sapmamalı. Sapan olursa da zamanında yakasına yapılmalı.
İyi ki vergi almaktan sorumlu bakanımızın soyadı Şimşek. Soyadı yavaş ve ağır anlamına gelen bir kelime olsaydı, benim bu borcu tahsil için devlet ne zaman ihbarname gönderirdi?
Bir sözüm de belediyeye olsun. Be kardeşim, sen evimin değerini 152 bin göstermişsin. Bense 190 bin demişim. Ne senin yaptığın doğru ne de benim yaptığım. Beni bu yola sevk eden rayici düşük gösteren belediye. Belediye rayici tam gösterse, benim rayicin altında bir beyan vermem mümkün değil. Devlet eksik beyandan dolayı benim peşime düşerken rayici düşük gösteren belediyelere de bir çift söz söylemeli. Unutmayalım ki devletin kurumu devlete yanlış yapmaz. Yaparsa, ki yapıyor. Bu durumda devlet önce belediyelerin yakasına yapışmalı. Öyle görünüyor ki devletin gücü gariban vatandaşa yetiyor.
Bir diğer husus, gelen ihbarnamede devlet, "tahriyat"*, "ziyaı"** gibi bugün pek değil, hiç kullanılmayan eski kelimelere yer veriyor. Vergi almayı iyi beceren devlet bu kelimeleri de vatandaşın anlayacağı şekilde güncellemelidir.
Bir diğer husus da para tahsili yapan görevlilerin yerleri sağlığa uygun olmalı. Tek kişilik odadan ibaret cezaevi gibi olmamalıdır. Eski banka çalışanlarının bankoları gibi olmamalı. ve kullandıkları bilgisayarlar son model olmalı. Bilgisayarları donmamalı. Sorun İnternet ise İnternet hızı yükseltilmeli. Bilgisayarlar demode ise yenilenmeli. Alt yapısı çekmeyen bir sistem ise buna da bir çare üretilmelidir.
Bir diğer husus da ihbarnamedeki yatırılacak para ile defterdarlığa varınca yatırılacak para birbirini tutmalı. Kısaca evdeki hesap çarşıya uymalı. İhbarnamede, “Şu tarihe kadar borcunuzu yatırdığınız takdirde borcunuz bu. Gecikirse faiz işler demeli”.
*Tahriyat: “vergi alacağının kanunlarda gösterilen matrah ve oranlar üzerinden hesaplanarak miktarının belirlenmesi” demekmiş.
**Vergi Ziyaı Cezası: “Mükellef veya sorumlu tarafından vergilendirme ile ilgili ödevlerin zamanında veya tam olarak yerine getirilmemesi sonucunda vergi kaybına neden olunması halinde vergi idaresi tarafından kesilen idari bir para cezası” demekmiş.


