Anı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Eylül 2025 Salı

Cadde Meram

Bir arkadaş bir ara Cadde Meram'ı niye yazı konusu edinmiyorsun? Bir de burayı yaz dedi. Nasip, belki bir gün yazarım dedim.

Yazayım yazmasına da Cadde Meram hakkında ne yazacaktım. Hakkında olumlu mu yazmalıydım, olumsuz mu? Arkadaşa, bura hakkında ne düşünüyorsun da demedim.

Bu isteğin üzerinden epey geçti. Bugüne kadar kalem oynatmadım. Bugün nasip oldu.

Cadde Meram'ın yerini bilmeyenler için kısaca bilgi vereyim:

Meram Yeniyol yolundan Meram bağlarına doğru giderken, Konya'nın Battıçıktı diye nam salmış ilk yapılan alt geçidi geçtikten sonra ilk ışıkları geçince cadde üzerinde yapılmış AVM'ye Cadde Meram deniyor.

Bu mevki sadece bu alışveriş merkezinden ibaret değil. Cadde önlü, arkalı, yan yana ağırlıklı olarak kafelerden oluşuyor.

Bir iki defa öğün savmak bahanesiyle bu çarşıya girmişliğim var. Karnımı doyurup çıktım. Çarşıda ne var, hangi sektörler var diye alıcı gözle bakmadım. Evimin yakınlığı dolayısıyla karın doyurmak bahanesiyle gittiğim lokanta da kapandığı için başka da gitmedim.

Çarşının içine girmesem de yürüyüş yapmak için akşamları önünden, Çarşamba pazarı dönüşü zaman zaman Cadde Meram'ın arka sokağından geçerim. Elimde pazar arabasıyla geçebilirsem tabi. Çünkü cadde ya da sokak sağlı sollu park edilmiş araçlarla dolu. Yolun geniş kaldırımı da yok. Mecburen tek taraflı bir aracın geçtiği yoldan yürümek zorundasın. Arkadan araç geldikçe sağa sola çekilmek ya da beklemek gerekiyor.

Bir zamanların tenha ve sessiz bilinen bu mevkii, Cadde Meram'la birlikte hem araç hem de insan yönünden çok hareketli. Bu bölgede sabahtan akşama ve geç vakte kadar ne insan ne de araç yoğunluğu eksiliyor. Haliyle gürültü de eksik olmuyor.

Bir zamanlar ailelerin oturduğu bu bölgede ikamet etmek bir hayli zor olsa gerek. Çünkü cadde önlü, arkalı genelde hizmet sektörüne dönük işletmelerle dolu. Bu muhitte oturan birinin, aracına park yeri bulması kolay değil. Çünkü buralar başka yerden gelen müşterilerin park edilmiş araçlarıyla dolu. Bir müşteri aracını çekse, oraya hemen bir başkası park ediyor. Park ederken trafik duruyor, parktan çıkarken trafik duruyor.

Cadde Meram’a gelmek için Meram Yeniyol'u kullananlar ise ışıktan kalkar kalkmaz sağa dönmek için yolun trafiğini zaman zaman kilitliyor. İki şeritli akan trafik tek şeride düşüyor. Sadece sağa dönenler değil, arka taraftan ana caddeye çıkanlar da trafiği aksatıyor.

Cadde Meram'daki insan yoğunluğunu görünce, görünen o ki bu bölgedeki işletmeler bir ihtiyacı gideriyor.

Yalnız bir ihtiyacı gidermek için sessiz sakin ve havası temiz bir muhiti çarşı merkezine döndürmek de doğru değil. Pekala bu ihtiyacın giderilmesi için meskûn mahallin dışında başka bir yer düşünülebilirdi. Mesela bunun için eski Meram son durak bölgesi daha uygun olurdu. Çünkü burada bol miktarda kafe var. Üstelik meskûn mahal yok.

Hasılı Cadde Meram, 41 Evler diye bilinen mevkiinin dokusunu bozdu. Öyle zannediyorum, bu bölgede oturanların ağzının tadını kaçırdı. İşinden evine dinlenmek için gelen, ev yerine çarşıya gelir oldu. Bol miktarda girip çıkan her araç bol miktarda egzoz dumanı bırakıyor. Mahalleli de oksijen ve temiz hava yerine egzoz soluyor. Hizmet sektöründe pişen yemeklerin kokusu da mahalleye yayılıyor.

Cadde Meram çevresinde oturanlara, sabırlar temenni etmekten başka elimden bir şey gelmiyor.

10 Eylül 2025 Çarşamba

Allah'ım Yardımcın Olsun!

Bir ara bir sıkıntım oldu. Bu sıkıntı bana özel bir sıkıntı. Şu kadarını söyleyeyim. Maddi bir sıkıntı değil. Bir mağduriyet durumu.

Amacım torpil bulmak değil. Yakın bulduğum eşe dosta durumumu izah ediyorum. En azından sebebini işleyelim.

Hem bayram ziyareti hem de başımdaki belayı kısaca izah etmek istedim. İstedim ki derdimi anlatayım. O da bu işin çözümü için tanıdık üst düzey birilerini arasın. Ne de olsa arkadaşız.

Bayramlaşmanın ardından kısaca mevzuyu açtım. Durumu izah ettim. Beni sessizce dinleyen bu arkadaşım, "Allah yardımcın olsun abi" dedi. Amin dedikten sonra ziyaretin kısası makbul deyip ayrıldım.

Aradan yıllar yıllar geçti. Mağduriyetim gitmedi ama soğumaya yüz tuttu. Hayırlısı deyip yoluma devam ettim. Ne de olsa dünyanın sonu değil. Hayat bir şekilde devam ediyor.

Bu süreçte unutamadıklarımdan bir enstantane de "Allah yardımcın olsun abi" duası oldu. Nasıl unutabilirim ki.

Burada başka ne diyebilir ki diyebilirsiniz. Dua elbette etsin. Buna amenna. Yalnız ondan şunu beklerdim. "Abi, Allah yardımcın olsun. Senin bu işle ilgilenecek bir iki kişi tanıyorum. Ona telefon edip kısaca durumu izah edeyim. İlgilenir veya ilgilenmez. Çözer veya çözmez buna bir şey diyemem" dese, tanıdıklarına telefon etmese bile gönlümde ayrı bir yeri olurdu. Sağ olsun, benim için yüzünü ekşitti. Bir başkasını aradı. Ama olmadı derdim. Bu iyiliğini de hiç unutmazdım.
Şunu da deseydi, bunu da unutmazdım. "Ah abi, inan tanıdığım yok ya da var ama onlara bu konuyu açacak kadar samimiyetim yok" dese benim için bir anlam ifade ederdi.

İsterdim ki taşın altına bir şekil elini koysun. Ama hiç oralı olmadı. Kafasını yukarıya kaldırıp gözlerini yumarak Allah yardımcın olsun demekle yetindi.

Siz ne dersiniz bilmem ama hiç ilgilenmeden ya da şöyle böyle yap yolu göstermeden sadece "Allah yardımcın olsun" duası bana çok basit geldi. Bu basitlik duayı küçümsediğimden, bu işin duayla alakası yok dediğimden değil. Dua elbette edilir. Önce sebebini işlemek gerek.

Hiç yol göstermeden, kafa yormadan böyle bir dua, "Allah versin. Benden fayda yok demekten başka bir şey değil. Belki de işin en kolayı ve kolaya kaçmaktan ibarettir. Çünkü sebebini işlemeden yapılan dua kuru bir duadan ibarettir.
Benim ise böyle dostlara ve böyle kuru dualara karnım tok.

Sonra öğrendim ki bu arkadaş sadece bana değil, herkese dua ediyormuş. Bir arkadaş da bu kişinin de bulunduğu bir ortamda başına gelen badireyi anlatmış. Arkadaş derdimi anlattıktan sonra aramızda kalsın demiş ve o mesele orada kalmış. Büyük ihtimalle Allah yardımcın olsun demiştir ona da. Sorunu çözmek için elini kıpırdatmamış. Gerçi Allah yardımcın olsun duası varken niye kıpırdatsın değil mi?

Ama ben onun gibi yapmadım. Arkadaş bana derdini açar açmaz harekete geçtim. Taraflarla görüştüm. Görüşmediğim kimse kalmadı. Arada mekik dokudum.

Meseleyi çözebildim mi? Çözemedim. Ama içim rahat. En azından meselenin çözülüp rayına girmesi için elimden geleni yaptım. Sebebi işledim. Önemli olan bir konuda emek sarf etmek değil mi? Takdir edilmesi gereken de bu. 

Kaba Saba Bir Profil

Tanımam etmem.

Bir arkadaşın ismini vermesiyle tanışmış oldum.

Bir iki defa karşılaştım. Selamlaştık. Hal hatır sorduk.

Yine bir defasında otururken gördüm. Bir başınaydı. Bir telefonu kapatıp diğerine açıyordu. Belli ki çok yoğun. Üstelik her işini telefonla halledecek kadar da yetenekli. Telefonla konuşurken de hem meramını kelamı kibar ile anlatması hem de nazik bir üslup kullanması dikkatimi çekti. Ne kadar da nazik dedim içimden. Gıpta ettim doğrusu.

Bir defasında da menzilime iki yüz metre kala yolda durup arabasına aldı.

Tüm hukukumuz bundan ibaret.

Başka ne huyunu bilirim ne suyunu ne fikrini ne de zikrini. Çünkü ne oturmuşluğum var ne kalmışlığım ne yedik ne de içtik.

Kibar ve nazik konuşan bu kişinin foyası bir yazıma bağlı imiş. Gösteren Allah gösterdi. Düşünüyorum da iyi ki öyle bir yazı yazmışım diyorum. Değilse bu profili nasıl tanıyacaktım. İlk izlenimim olan nazik ve kibar biri olarak kalacaktı. Keşke öyle kalsaydı, en azından yanımda hep bir değeri olurdu.

Foyasını daha doğrusu gerçek yüzünü ortaya çıkaran yazıma, ismini çıkaramadığım biri yorum yazmış. Bu kimdi kimdi diye düşünürken profiline girmek aklıma geldi. Anladım ki bu kişi bir çay içimi kadar bile oturmadığım, muhabbet etmediğim bir kişi.

Yorumunda saydırmış da saydırmış. Suçum ise yazımın vermek istediği mesaj onun düşündüğü gibi değilmiş. Benim zıddıma düşünüyormuş. Neymiş de saçmalamışım. Resmen alakaya maydanoz olmuşum. Benden beklemezmiş. Karşı mahalleye şirin gözükmek istiyormuşum.

Benim nazik, kibar ve beyefendi sandığım kişi bana karşı böyle aslan kesiliverdi. Öyle ya davasının yılmaz savunucusu idi ne de olsa. Bana hakaret ederek davasına hizmet edecek ve sureti haktan görünecekti.

Ne yazmıştın derseniz? Yazımda Türkiye’de karpuz gibi ikiye bölünmüş iki fanatik mahalleden bahsettim. Her ikisi de aşırı dedim. Ben ikisinden de değilim. Bu iki grup birbirinden besleniyor, gücü ele geçiren baskıcı olup çıkıyor. Onlar geçmişte bunu yaptı, biz yapmayalım. Toplumsal barışı bozmayalım türünden bir şeyler yazmıştım.

Buymuş benim saçmalığım. Önce saçma nedir, ona bakalım. TDK’ye göre saçma, “yersiz bulunan, akla ve mantığa uymayan, gereksiz, düşünülmeden söylenen, saçma sapan, abuk subuk, abifik gubidik, pestenkerani, vahi, absürt”.

Gördüğünüz gibi bir saçma yazıyla nelere imza atmışım. TDK de saymış da saymış.

Bu kardeşimiz uzunca olan bu saçma yazıma nasıl sabretmiş? Merak ettim doğrusu. Öyle ya baktı ki yazı saçma. Bırakıver okumayı. Sonra saçma yazıya yorum yaparak niye önemli vaktini heba ediyorsun böyle.

Bir defa kendi içinde mantık bulunan, bir duruşu ortaya koyan, mesaj veren bir yazı saçma olmaz. Çünkü tıpkı insan gibi yazının da bir duruşu var. Bu duruşa herkes katılacak diye bir şey yok. Ama görüşüme uymuyor diye yazıyı saçma görmek, bu yazıyı yazanı da saçmalamışsın diye yaftalamak bir akıl tutulmasıdır. Bazen saçmalık kişinin beyninde olabilir de aynayı bana doğru yönettiği için kişi kendi saçmalığını göremez. Saçmalığını görse zaten insan evladı olur.

Aslında bu kişinin yaptığı çoğu kimsenin gözünü kör eden fanatiklikten başka bir şey değil. Dese ki ben fanatiğim. Eyvallah derim.

Beyefendi zannettiğim kişinin kendisine daha nazik bir üslup kullanarak uzun uzadıya cevap yazdım. Yazımı izah ettim. Ardından saçmalama ve alakaya maydanoz ifadeleri şık olmamış dedim. Ne yazsa beğenirsiniz? Daha naifini bulamadım dedi. Yine de kusura bakmayacakmışım. Ben de kendisine naif ifaden bu ise naif olmayan halini düşünmek bile istemiyorum yazdım.

Emrin olur beyzadem. Sende bu herze oldukça paçandan daha ne naiflikler dökülür. Sadece bekleyip göreceğiz.

Sonrasında burnundan kıl aldırmayan bu kaba saba tiple üç beş defa karşılaştım. Baktım ne yüzüme bakıyor ne de selam veriyor.

Acaba utancından mı dedim. Benimki de laf. Adam utanacak ne yaptı ki. Utanacak biri varsa benim ben. Sonunda merhaba dedim. O da lütfedip merhaba dedi. Hepsi bu.

İşin garibi koca bir sene de üç beş defa gördüğüm bu profil bu sene burnumda ekşidi. Allah’ın iki günü görüyorum uzaktan. Belli ki davasının gereği bana küs ya da mesafeli. Ben de üslubundan dolayı kendisine. Neyse, benden ırak olsun da kime yakın olursa olsun bu sosyal medya mücahidi, kaba saba kişi.

6 Eylül 2025 Cumartesi

Gerçek Sosyal Devletin İlk Harcı Niye Olmasın!

Erzincan Valisi ile bir öğretmen arasında cereyan eden bir konuşmanın çekilmiş bir videosu, bugünlerde İnternette gezinirken sıkça karşımıza çıkıyor.

Vali toplantıdan giderken öğretmen, öğrencisinin durumunu valiye aktarıyor: Öğrencisi, İstanbul hukuku kazanmış, babası üç ay yoğun bakımda kalmış. Öğrencisi için validen yurt ve burs talep ediyor. Belli ki ihtiyaç sahibi bir aile.

Vali, hemen öğrenciyi aratıp öğrenci ile görüşüyor. Yurt ve diğer ihtiyaçlarını karşılayacağını, akşam da evlerine ziyarete geleceğini söylüyor.

İsteğinin çözüldüğünü gören öğretmen gözyaşlarına hakim olamıyor. Bu durumdan Vali de nasibini alıp etkileniyor. Vali ve öğretmen karşılıklı birbirlerine teşekkür ediyorlar.

Vali ayrılırken öğretmenin valilik makamına getirilmesi ve kendisine başarı belgesi verilmesi talimatını veriyor.

Başka videolarda Valinin hukuk fakültesini kazanan, ismi Yunus Emre olan öğrenciyi evinde ziyaret ettiği yine dolaşımda.

Bir başka videoda valilik makamında Vali tarafından Kübra öğretmene başarı belgesi takdimi yer alıyor.

Üç videoda da insanı duygulandıran görüntüler var. İnsanlık ölmemiş dedirtiyor insana. Öğretmenin medeni cesareti ve öğrencisi için talepte bulunması, Vali'nin ilgilenip hemen ihtiyacı gidermesi, duyarlılığından dolayı öğretmenin belge ile ödüllendirilmesi, Vali ve öğretmenin samimi ve içten görüntüleri, ihtiyacın jet hızıyla karşılanması, özlenen Türkiye'de bir kesit olarak hafızalarda yerini alacak.

Buraya kadar anlattıklarımı videolarını hepiniz, en azından büyük bir çoğunluk izlemiştir. Öyle zannediyorum, izleyen herkes etkilenmiştir. İnsanımızı etkileyen bu tür videoların sanal alemde sıkça karşımıza çıkmasını temenni ediyorum. Vali ve öğretmenin duyarlılığının diğer mülki amir ve öğretmenlerde de artarak devam etmesi en büyük dileğim.

Yazımın bundan sonraki kısmında bu konuda birkaç kelam etmek isterim.

Vali ile Kübra öğretmenin videosu spontane gelişmiş bir sahne gibi gözüküyor. Umarım böyledir. Çünkü böylesi çok doğal olur. Bu talep öğretmen tarafından Vali'ye daha önce iletilmiş, Vali de tamam, hallederiz demiş. Yalnız bu davranışın örnek olması bakımından spontane gelişmiş gibi video çekimi de yapılmış olabilir. Vali ile öğretmenin bir caddede konuşması, öğretmenin Vali'yi durdurup bir talepte bulunması çok abartılacak bir durum değilse de söz konusu olan bizim ülkemiz ise yolda Vali'yi durdurmak ve talepte bulunmak kolay değil. Korumaları izin vermez bir defa. İzin verseler bile Vali ve korumalarının izni olmadan Vali'nin konuşma ve görüşmesini herhangi birinin videoya alması mümkün değil. Diyelim ki öğretmen Vali'nin az önceki toplantıda yaptığı konuşmayı samimi buldu. Vali'nin öğretmen menşeli olduğunu bildiği için bizim halimizi en iyi Vali bilir dedi. Belki de iki yıldır Erzincan Vali’si olarak görev yapan Sayın Vali'nin çalışma şekli böyle candandır. Tüm bunlardan hareketle öğretmen medeni cesaretini toplayıp toplantı çıkışı, giderken Vali'den böyle bir istekte bulundu. Burada video çekimi kimin aklına geldi? Böyle her istekte bulunan vatandaşın videosu alınıyor mu? Bu tür soruları akla getiriyor.

Neyse görüşme kendiliğinden veya planlı. Bu vesileyle ihtiyaç sahibi bir öğrencinin okuma hayatı kolaylaştırılmış oldu.

Kübra öğretmenin hassasiyeti, Sayın Vali'nin de bu hassasiyete kulak vermesiyle, çiçeği burnunda hukuk okuyacak Yunus Emre, okul hayatı boyunca kalacak yer sıkıntısı çekmeyecek, bu süre zarfında maddi sorun da yaşamayacak. Bu yönüyle Yunus Emre çok şanslı. Peki, diğer Yunus Emre'ler ne olacak? Çünkü bu ülkede adı Yunus Emre veya başka isimde olan, Yunus Emre gibi sıkıntıda olan yüzlerce, belki de binlerce üniversiteli var. Bu tip ihtiyaç sahibi öğrencilerin Kübra öğretmenleri olmayabilir. Her Vali de Erzincan Valisi gibi olmayabilir. Bir insana talih kuşunun konması ya da onun elinden tutulması için illa bir aracı mı gerekli? Her yerde Kübra Öğretmen ve Hamza Bey mi olacak? Bu da mümkün olmadığına göre diğer Yunus Emre'lerin elinden kim tutacak? Onlara kimler kol kanat gerecek?

Vali ve öğretmen arasında cereyan eden örnek davranışı sulandırma gibi bir niyetim yok. Öküz altında buzağı da aramıyorum. Yalnız gönlüm şunu istiyor: Lise veya üniversite okuyacak ama maddi sıkıntısı yeterli olmayan öğrencilerimiz için Kübra öğretmenlerin aracılık etmesine hiç gerek yok. Devlet öyle bir sistem ve mekanizma kurmalı ki muhtaç durumdaki öğrenci ve vatandaşı devletin kendisi bulsun. Üniversite sonuçları açıklandığı zaman devlet, "Sayın Yunus Emre, kazandığınız fakülte için sizi tebrik ediyoruz. Okul hayatınız boyunca iaşe ve ibate gibi ihtiyaçlarınız devlet tarafından karşılanacaktır" mesajı göndersin. Devlet sıcak yüzünü böyle göstersin. Çünkü gerçek anlamda sosyal devlet olmak budur. Bu da zor değil. Yeter ki istensin. İstenirse devlet tüm Yunus Emre’lere kol kanat gerer. Bu konuda ülke olarak çok gecikmiş olsak da ümit ediyorum ki bu sahne, gerçek sosyal devletin temelini atan ilk harç olur ve arkası gelir. 

Not: Tekne kazıntı oğlum, 2002 Adana doğumlu. Doğumda yardımcı olan ebe, kucağına almış, koridora kadar gelerek çocuğumu bana göstermişti. Göstermekle kalmadı: “Salavatlarla doğumu yaptırdık. Adını da Yunus Emre koyduk” demişti. Ama ben o ismi vermedim, başka bir isim koydum. Şimdi düşünüyordum da oğlumun adı Yunus Emre olsaydı, Erzincanlı Yunus Emre gibi şanslı olabilirdi. Ebe çok ileri görüşlü imiş. Ama burnunun ucunu görmeyen ben ayağıma kadar gelen talihi böyle tepmişim. Vah talihim vah!

5 Eylül 2025 Cuma

Kayınvalideye Bakmanın Hükmü

Uzun süredir görüşmediğim Avrupa’da yaşayan bir gurbetçi ile teşehhüt miktarı oturup çay içtik.

Şuradan, buradan derken biraz lafladık. Belli ki dertli imiş.

Annesi yaşlı. Bakıma muhtaç hale gelmiş. Yatağa bağlı yaşıyormuş.

Bir ara karı koca bakıcı bulup öyle idare etmişler.

Böyle olmayacak diye yaşadıkları yere götürmüş.

Kız kardeşine, “Annem bakıma muhtaç bakar mısın diye sormuş. “Bakamam” cevabını almış. “Bakman karşılığında şu kadar para verelim” deyince, o zaman bakarım demiş.

Hazıra dağ dayanmaz. Birikmiş para da suyunu çekmeye başlamış.

Erkek kardeşine, “Gün gün sırayla bakalım. Abinle bir görüş haber ver” demiş.

Dönüş olmayınca küçük erkek kardeşine konuyu kendisi açmış, “Anneme sırayla bakacağız. Tamam mı” demiş.

Kardeşi epey bir düşünmüş. Sonunda ağzındaki baklayı çıkarmış: "Abi, araştırdım. Sordum soruşturdum. Gelinin kayınvalideye bakması farzı ayn değilmiş" deyince, ağabeyi şaşırmış ve eklemiş: "Oğlum, namaz kılman, oruç tutma, dini vecibelerini yerine getirmiyorsun. Farz nedir de bilmezsin. Ne ara farzı ayını öğrendin? Sen bu kadar dindar mıydın" demiş.

Bu üzücü anekdotta en ilginci kardeşin farzı ayın değilmiş demesi. Ağlanacak hale gülmekten kendimi zor tuttum. Öyle ya farz değilse, gelin niye müstehap ya da mubah olanla uğraşsın.

Kardeşin biri böyle yan çizince, bir bakıcı ayarlamak için babasına, üzerindeki dükkanı satmasından başka çare kalmadığını söylemiş.

Rakam aklımda yanlış kalmadıysa, bin avro karşılığında bir bakıcı tutmuşlar.

Gurbetçinin içini döktüğü bu duruma ne denir bilmem ama olsa olsa aile dramı denebilir dedim. Bu durumda olan aile sayısının da az olduğunu düşünmüyorum. Yeter ki anne babadan biri ya da ikisi bakıma muhtaç hale gelsin.

Bu hal kardeşlerin arasında soğuk rüzgarların esmesine sebebiyet veriyor. Bakardın, bakmazdın, bakıcı bulalım, şöyle olsun, böyle olsun, benim işim var, ben hastayım, sen şu kadar baktın, ben bu kadar baktım tartışmaları sürüp gidiyor.

Bakıcı bulalım dense, anne baba razı olmuyor. Ben sizi boşuna mı büyüttüm. Beni bakıcı eline mi bırakacaksınız demek suretiyle bakıcıya rıza göstermiyor.

Anne babayı zor kötek bakıcıya ikna etsen, bakıcı parası az uz ile olmuyor. Haydi para ver, bakıcı tutacağız desen kardeşlerden biri param yok deyip yan çizebiliyor.

Gurbetçinin babasının bakıcı için satılacak yeri varmış. Ya satılacak emvali olmayanlar ne yapsın?

Pek dillendirilmese de muhtaç anne ve babaya bakım ileride bu toplumun başını çok ağrıtacağa benziyor.

Bu sorun nasıl aşılır bilmem. Ama şu var ki büyük insana bakmak hem bakan için hem de bakılan için zor bir durum.

Bakıma muhtaç anne baba için en zor olan da evlatları tarafından kendilerinin yük olarak görüldüğünü anne babanın hissetmesi. Bu durum ölmekten beter bir durum olsa gerek.

Konu buradan açılmışken bir yıldır muhtaç durumdaki kayınvalidesine bakan bir arkadaşın anlattıkları da üzücü.

“Annesi de olsa hanım bıkıp usandı. Kayınbirader, ‘Hanım istemiyor’ diye evine almıyor. Diğer kızına gitmek istedi. O kızı ‘bakamam’ dedi. Bir de o kızının çocukları teyzelerini arayarak ‘o kadın anneme gelmeyecek’ demişler.

O kadın dedikleri de anneanneleri. Vay be!

Haydi bir tane daha anlatayım. Bir öğretmen, evinde hem abisine hem de annesine yıllarca bakıyor. Her ikisi de yatalak. Diğer kardeşleri bakmamış. Her ikisi vefat ettikten sonra diğer kardeşleri mahkemeye başvurarak, ‘Abimiz, şu kadar yıl annemizin evinde oturdu. Oturduğu süre boyunca ev kirasını ödemesini istiyoruz’ davası açmışlar.

Bir aile faciası da bu. Bu hikayede abi ve anneye bakan kişi diğer bakmayan kardeşler tarafından takdir edileceği yerde kardeşler kira derdine düşmüşler.

İnanın, bakıma muhtaç anne babanın dramlarına yer versem, sayfalar yetmez. En iyisi bu kadarla yetineyim.

3 Eylül 2025 Çarşamba

Yorgun Yöneticiler

Baştan söyleyeyim. Öyle yöneticiler var ki herkesle diyaloğu olan, her gelene zaman ayıran, ilgi gösteren, ufku geniş, etrafına pozitif enerji veren, yönettiği kuruma katma değer üreten, yokluğu eksiklik, varlığı motive olan, yararlı işlerle göz dolduran, kurumunun eksikliğini gören, bu eksikliğin nasıl giderileceğini bilen, çözüm üreten, büyük-küçük tehlikelerde taşın altına elini koyan, vizyon ve misyon sahibi kişilerdir bunlar. Koltuğa yapışıp kalmazlar, gücünü de koltuktan almazlar. Bu tiplerin belki de tek eksiklikleri mevzuatın istediği evrakların eksik olmasıdır. Çünkü bu tipler yöneticiliği evrak memurluğu cinsinden yapmayanlardır. 

Bu tipler işle evi birbirine karıştırmaz. Evde yorulup işyerinde dinlenmez. Tüm ömrünü yöneticiliğini yaptığı işe hasretmez. Yorulduğu zaman biraz kafa dinlendirmem lazım deyip hakkı olan yıllık izninin hepsini en azından bir kısmını kullanır. İzin boyunca tekkesini terk ederek bir güzel kafa dinlendirir. İzne giderken şu kadar ücretim kesilecek demez. Bilir ki hayatta her şey ve tek şey sadece para değil. Dinlenip tatil yapmak da yemek ve içmek gibidir. Yeme, içme vücut için ihtiyaç ise izin kullanmak da ruhun gıdasıdır. Ruh gıdasını alacak ki dönüşte dinç kafa ile işe kendini verebilsin. 

Böyleleriyle karşılaştığın zaman iyi ki böyleleri var. Ufkumu açıyor dersin. 

Ama gel gör ki tüm yöneticiler böyle değil. Yöneticilerin çoğu yorgun yöneticidir. Evden işe, işten eve gidip gidip gelirler. 365 gün böyleler. Kolay kolay izin almazlar, yıllık izin kullanmazlar. Çoğu tüm maaşını yatırım amaçlı harcar, geçimini ise ekders ile yapar. Kazara bir gün izin kullanmak isteseler dünyaları başlarına yıkılır. 

Aldığı maaş ve ekders bana fazlasıyla yeter demezler. Okulunda hafta sonu kurs açılırsa, bundan öğretmen faydalansın demez. Kendi de alır. Okulu pansiyonlu ise dünyanın ekdersini alıyorum, bundan öğretmenler faydalansın demez. Ayda mevzuata göre ne kadar girmesi gerekiyorsa girer. Okulunda hafta sonu sınav varsa bina sorumlusudur. Kendi okulunda yoksa başka okulları yazar. Hiç sınav yoksa MTSK sınavında görev alır. Yani bu tipler 7/24-365 gün okul ile evliler. Sabah akşam para basarlar. Bu evlilikten o kadar memnunlar ki eşe dosta kolay kolay zaman ayıramazlar. Okulu bir de pansiyonlu ise işi kebaptır. Yeme, içme işlerini de pansiyondan giderir. Hakkıdır zira. 

Sabah mesaisi ile birlikte koltuğa bir otururlar, önlerine bilgisayarı bir açarlar. Çalışırlar da çalışırlar. Gözlerini ekrandan alamazlar. Bu şekil çalışırken top atılsa haberleri olmaz. Odalarına gelip başlarına dikilsen seni görmezler. Görseler de bir angarya için geldi deyip ilgi göstermezler. Okul yıkılsa şunlara bir bakayım demezler. Bilgisayarın yaydığı radyasyonla mayışır da mayışırlar. Ancak, tuvalet ve yemek onları masadan kaldırır.

Okulla evli olup gecesini gündüzünü, hafta sonunu ve yaz tatilini okula adayan bu tipler yorgun savaşçıdan mütevellit yorgun yöneticilerdir. Yorgun oldukları için ayağa kalkacak takatleri olmaz. Hep masabaşı iş yaptıkları için göbek de kısa zamanda kendini gösterir. 

Okulunda bir sorun olsa nöbetçi öğretmenler baksın, çocukla sınıf öğretmeni ilgilensin. Veli aranacaksa öğretmen arasın. Öyle ya bu işleri de idareci yapacaksa, yani öğrenci ile muhatap olacaksa ne diye koltuğa geçti, öyle değil mi? 

Ömürlerini masabaşı iş yani evrak memurluğu yapmak suretiyle koltuğunda oturarak iş yapınca haliyle bir ufuk oluşmuyor ki etrafına ufuk ve ışık olsun. Gelene zaman ayırsın, selam verenin selamını alsın, sorunlu öğrencinin sorununu çözmek için zaman ayırsın. Sınıfta yoklama fişi kaybolmuş, öğrenci numarasını karalamış, hiç problem değil. Hiçbir şeyi dert edinmeyince yani hiçbir şeyi mesele edinmeyince ortada mesele de kalmıyor elbet. Bu rahatlık göbeğe veriyor. Çıkan göbek de tesadüfi olmuyor. 

İdareciliği evrak memurluğundan ibaret gören bu tip yöneticileri zaman zaman gözlemlerim. Ama yazı konusu edinmemiştim. Bugün bu yazıya beni sevk eden ise gördüğüm bir okul. 

Uzun tatilin bittiği, öğretmenlerin seminer için geldiği gün bir okuldaydım. Bir ara öğretmen WC'ini kullanmak istedim. WC yazısını görünce daldım içeri. Girdiğim öğretmen WC olduğu için bakımlı ve temiz olur dedim. Bir de okullar iki-üç aydır tatilde. Okul yöneticileri yaz boyunca kırık dökük, pis, leke varsa temizletir dedim. Çünkü yöneticinin görevi okullar açılmadan okulu eğitim ve öğretime hazır hale getirmektir. 

Bu psikoloji ile WC'ye girdim. Üç tane kabin var. Kabinin birinde eşya dolu. İkincisine hortum atılmış. Geriye tek kabin kalmış. Buraya gireyim bari dedim. Okul kapandığı andan itibaren tuvalet taşı tek damla su görmemiş. Neyse girdik artık dedim. Kapıyı kilitledim. Tam çıkacağım. Kapıyı aç da göreyim. Tüm gücümle asıldım. Nafile. Kapı bana mısın demedi. Çare olarak bir arkadaşa telefon ettim. Geldi. Kapıdan uzak dur dedi. Ayağıyla hızlıca kapıya vurarak kapı açıldı. Böylece WC'de kapalı kalmaktan kurtulmuş oldum. 

Üzüldüm bu büyük okulun durumuna. Öğretmen WC'si böyle ise varın öğrenci tuvaletini gözünüzün önüne bir getirin. 

Var gör bu okulun yöneticileri yaz boyunca izin de kullanmadılar. Okula gelip yatmışlar. Şu kapı pencereye bir bakalım dememişler. 

Okulun ilk iş günü bu tip yorgun savaşçı yöneticilerle bu eğitim ve öğretim biter mi? Sorduğum soruya bak. Bugüne kadar bitti. Bundan sonra niye bitmesin. Yöneticilerini masabaşında hep çalışır gören öğrenci ve öğretmen öyle zannediyorum, ne çalışıyor deyip takdir ediyordur. WC'ye bakmaya nasıl zamanları olsun değil mi? 

R'nin Zorluğu

Çarşıya geliyorum. Kaldırımda yürüyorum. Bir resmi dairenin önünde bir başkasını bekleyen bir kadın gördüm. Telefonla konuşuyordu. Birine bulunduğu yeri tarif ediyordu. O tanıdığına yer tarif ede dursun. Ben yoluma devam ettim.

Yalnız kadının "geliyo musun", yürüyo musun" telaffuzları dikkatimi çekti.

Çoğu kadının sonu "r" ile biten kelimelerdeki ya da sonu "r" ile biten hecelerdeki "r" harfini konuşurken bypass ettikleri bilinen bir gerçek.

Belki zorluğundan belki başka bir sebeple, çoğu kadın "r" harfini çıkarma sorununu kendi içinde çözmüş. Sonu "r" ile biten kelimelerdeki "r" yi söylemeyerek ya da tutarak meramını anlatıyor. Bence iyi de yapıyorlar.

Buraya kadar yazdığımı okuyanlardan, kimi muzipliğinden kimi de bilinçaltını ortaya koymak suretiyle "Ben kadınların" r" harfini çıkarıp çıkarmadığına hiç dikkat etmedim. Sen iyi dikkatlisin" bile diyebilir. Muzipliğe eyvallah ama ben hiç farkına varmadım diyenleri anlamak zor. Hemen en yakın bir kulak burun boğaz uzmanına kulaklarını göstermelerinde fayda var.

Kadınlar "r" harfini niçin yutuyorlar? Değişik konuşma olsun diye mi? Sanmıyorum. Öyle zannediyorum, "r" harfini telaffuz etmenin zorluğundan olsa gerek.

Bu harf, telaffuz etmenin zorluğunun yanında telaffuzu kulak da tırmalıyor ve rahatsız ediyor. Muhatap o kadar kelime söylüyor. O kadar kelimelerin içindeki "r" ler ben buradayım diye sırıtıyor. 

Herkese mi öyle ama bana göre "r" harfini çıkarmak zor mu zor.

"R" harfini çıkarma zorluğu yaşayanlardan biri de benim. Konuşurken "r" yı yutmuyorum. Başta, ortada ve sonda çıkarıyorum ama buna çıkarma denirse tabi. Bana sonu "r" ile biten bir kelimeyi söyle dense, bu harfi çıkarmaktansa saatlerce yürümeyi yeğlerim. Çünkü bana bu harfi çıkarmak Çin işkencesi gibi geliyor.

Bunu da nereden biliyorum? Telefonumun sonu bir ile biter. Bir yerde iletişim numaram istense, son rakamı telaffuz etmede zorlanırım. Muhatabım da tam anlayamadığı için tekrar tekrar sorar. Ben de tekrar tekrar söylerim.

Şu ele aldığın ve sorun gördüğüne bak demeyin. Bunu en iyi çeken bilir. Bilin ki yemeden, içmeden zor. Hatta deveye hendek atlatmak da zor.

Bu "r" harfini çıkarmanın zorluğuna geç vardım. Zamanında farkına varsaydım, ilk ve tek hat alacağımda hangi numarayı istiyorsun dediklerinde, hiç sonu bir ile biten bir numarayı seçer miydim?

Hasılı, pişmanım. Telefon numaramı değiştirme gibi bir düşüncem yok. Ama bir gün değiştirirsem, lütfen karşılaştığımızda telefon numaranı niye değiştirdin demeyin. Bilin ki sebep sonu bir ile yani "r" ile biten harften dolayıdır.

Siz siz olun, çocuğunuza yeni bir hat alacaksanız, lütfen sonu "r" ile biten bir rakamı tercih etmeyin. Gerekirse çocuğunuz telefonsuz kalsın ama sakın buna he demeyin. Bu uyarım "r" çıkarmada zorlanıyorsanız tabi.

Mübarek, “r” harfi de kelimeler içinde bolca kullanılıyor. Yemeğin tuzu gibi her yerde var. Benim ismimin baş harfi de “r” ile başlıyor. Ramazanda doğmuşum. Vermişler “r” ile başlayan bu ismi. Bu ismi verirken bu çocuk ileride bu harfi çıkarmada zorlanır dememişler. En büyük yükü daha doğarken yüklemişler sırtıma.

Ecdat, zamanında Ramazan derken başına İramazan diyerek "r" nin başına boşuna "i" eklememiş. O gariplerim de demek ki zamanında çok çekti bu harften. Onlar bu şekil çözmüş bu sorunu. Gördüğünüz gibi ben hâlâ çözebilmiş değilim. 

Ne yapıp ne edeyim şimdi ben? Acaba diyorum, kadınlar gibi “r” leri yutsam mı diyorum. Ah becerebilsem, inan yakışıp yakışmadığına bakmayacağım. Hepsinden geçtim. Sonu bir ile biten numaramı söylerken “r” yi yutarak “bi” desem, muhatabım ne der bana. Bu arada bir derken “r” yi yutan kadın görmedim. Hepsi de şimdiki zaman eki “yor” un, “r”sini yutuyor.

İşim zor anlayacağınız. Kaderiim kaderim! Başka da bir şey demem. 

1 Eylül 2025 Pazartesi

Sosyal Medyanın Kazma Tipleri

Reel hayatın nabzı sosyal medyada atıyor.

Yaşadığımız hayatın bir gerçeği bu alem.

Kimler yok ki bu alemde...

Ben sosyal medyada yokum diyen bile mesajlaşmak, yazı, çizi ve fotoğraf paylaşmak için mecburen farklı mesajlaşma uygulamalarını kullanıyor.

Kimlerin sosyal medyada olduğundan, neler yazıp çizdiğinden bahsetmeyeceğim. Fikri, zikri şudur, trollük yapıyor demeyeceğim. Herkes istediğini yazsın ve paylaşsın. İstediğine yorum yazsın. Buna diyeceğim olamaz. Yalnız bir kesimi ele alarak bir hassasiyetimi dile getireceğim.

Bu kesim yol, yordam, adap usul, nezaket bilmeyen kesim. Normal hayatta çok nazik ve kibar dediğin niceleri bu alemde su koyuveriyor. Gerçek yüzü ortaya çıkıyor. Yeter ki kuyruğuna bas. Yeter ki bu tiplerin burnunun dikine gitme.

Bu tiplerin gerçek yüzünü ortaya çıkarmak için onların görüşünden olmaman yeterli.

Doğrudur, yanlıştır, bir konuda bir görüş öne sürersin. Takipçin olan kişilere düşen, okumaları. Görüşü beğendilerse emoji bırakmaları. Katkı sunmak isterlerse yorum yazmaları. Ben şöyle düşünüyorum demeleri. Görüşünü beğenmiyorlarsa, "Bu görüşünüze katılmıyorum" demeleri ya da olumlu veya olumsuz bir yorum yazmamaları beklenen bir davranıştır.

Görmezden gelmeleri de anlaşılır.

Gel gör ki böyle davranmıyorlar. Nezaketi elden bırakıp suçlayıcı yorum yazmaya kalkıyorlar. Bundan da geçtim. "Sen" diyor. Sanırsın ki kırk yıllık dostuz. Kardeşim, beni eleştirebilirsin. Lütfen üslubuna dikkat et. Görüşüme katılmayabilirsin. Suçlayıcı yazma. Hele ki reel hayatta tanışmıyoruz. Biraz ölçülü yazabilirsin diyorsun. "Peki, bay Ramazan Yüce Bey" diyor. Güya üslubunu yumuşattım sanıyor. Aklı sıra üslup benim kırmızı çizgimdir hassasiyetinle dalga geçiyor. Hitaba bak, hizaya gel. Bay Ramazan diye hitap olur mu? İnan, mektep medrese görmemiş dağdaki çoban bile bu tiplerden daha ölçülüdür. Bu tip ise belki de okumuştur. Maalesef böyle tiplerin bağnazlığı edebin önüne geçmiş. Bu alemde ise huzur bozmak için cirit atıyor. Kalıbına yazık böylelerinin.

Gündelik hayatta iki, üç defa karşılaşıp selam, kelam, hal hatırdan ibaret hukukun varken bir bakmışsın, böyle biri yorum yazıyor. "Saçmalıyorsun", "Alakaya maydanoz olmuşsun" deyiveriyor. Ardından da "Sizden beklemezdim" diyor. Yapma kardeşim. Böyle bir üslup size yakıştı mı diyorsun. "Daha naifini bulamadım" diyor. Naiflik ve o?

Kaba ve sabalığa dair örnekleri uzatmaya gerek yok. Şu var ki böyle tiplerle bu alemde muhatap olmak için asıldan önce usulde anlaşmak gerek. Bir insanın kaleminde edep yoksa asıl konuya yani sadede girmeyeceksin. Daha doğrusu muhatap olmayacaksın.

Yapılması gereken bu aslında. Ama anlama sorunu var belli ki. Yine de kırmadan, dökmeden cevap yazıp üslubuna dikkat çekiyorsun. Olur ya anlar diyorsun. Beyzadelerim hiç oralı değil. Çünkü burunlarından kıl aldırmıyorlar. Bu itici üsluplarıyla bir Allah'ın kulunu yanlarına çekemedikleri gibi savundukları fikre zarardan başka bir şey de veremezler. Bunun farkındalar mı? Sanmıyorum. Çünkü burnu havada olan kimseler neyi, kırıp döktüklerini bilemezler. Bu tipler için asıl, usulden önce gelir. Asıl varken usule hiç ihtiyaç duymazlar. Kendilerine balta sapı görevi verdilerse insanları asıp kesecekler. Buna da dava diyecekler.

Bildiğin kazma bunlar. Kazmadan da başkası beklenmez. Yesinler bunların gittiği yolu. Aman benden ırak olsunlar. Çevremde gölge etmesinler. Hiç ihsanlarını istemem.

Bu tiplerin yanında yazıdaki görüşüme katılmayıp güzel bir üslupla eleştiri getiren ve kendi düşüncesini yazan kişiler de var bu alemde. İyi ki varlar. Değilse çekilmez bu âlem.

31 Ağustos 2025 Pazar

Kısa Süren Bir Hikaye

Ayasofya, uzun yıllar müze görevi yaptıktan sonra 2020 yılında cami olarak açıldı. İsmini hatırlar mısınız bilmem. İslam hukuku profesörü Mehmet Boynukalın da baş imam olarak atanmıştır.

Ayasofya'nın cami olarak açılmasına sevindim. Yalnız baş imama rezerv koydum. Buraya atanacak imam için biraz özen gerekli. Ufku geniş aynı zamanda Türkiye mozaiğini bilen biri olmalı. Boynukalın lisans eğitimimi Ezher'de yapmış. Mısır ve Suudi Arabistan'a eğitim gören zevatın dini anlayışı biraz farklı olur, bize uymaz. Bizdeki fakültelerden biri atanabilirdi türünden şeyler yazıp çizdim.

Boynukalın atandıktan sonra rahat durmadı. Sosyal medyayı çok kullandı. Ne kadar tartışmalı konular varsa onlarla ilgili Tweet paylaştı: "Laiklik Anayasadan çıkarılmalı" dedi. 8 Mart kadınlar günü münasebetiyle "Kadın cinayetleri üzerinden erkek düşmanlığı pompalanıyor" dedi. Dedi oğlu dedi.

Boynukalın attığı Tweetlerle tartışmanın odağı haline geldi. Toplum Boynukalın üzerinden destekleyen ve karşı çıkanlar olarak ikiye bölündü.

Daha önce adı sanı duyulmayan, binlerce akademik ünvanlıdan biri olan Boynukalın kısa zamanda sosyal medyada meşhur oldu. Yüzlerle ifade edilen takipçi sayısı milyonu geçti. Karşı çıkanlar Hocayı tu kaka yaptı. Kendi işine baksın. Siyasi konulara girmesin dedi. Destekleyenler ise "Böylesi daha önce gelmedi. Konuşup yazmalı ve paylaşmalı. Boynukalın'ın arkasındayız. Hoca yalnız değildir" türünden hashtagler açtı.

O vakit, hoca yanlış yapıyor. Bulunduğu görevde birleştirici olmalı. Asıl görevi Ayasofya üzerine Tweetler atmalı. Halkı kutuplaştırmamalı. Siyasi ve güncele dair yaptığı paylaşımlar onu oraya getiren iradeye zarar verir. Üslubu da din görevlisi üslubuna yakışmıyor, gerekirse susmalı dedim. Böyle dedim diye destekçi kesim beni topa tuttu. Amacımı ve niyetimi sorguladı. Hoca ile ilgili yazdığım eleştiri yazılarına karşı çıkan yorumlar yazdılar.

Beni topa tutanlara, bugün hocanın arkasındayız, hoca yalnız değildir diyorsunuz ya yarın siyasi irade hocayı görevden alırsa, hocanın yine arkasında olursanız, yanınızdayım. Ama hiçbiriniz kalmayacak ve hoca unutulup gidecek dedim.

Dediklerimi yine dinleyen olmadı.

Laik seküler kesimin dışında Ak Parti grup başkanvekili Özlem Zengin de "Bu işler hocanın işi değil, hoca kendi işine bakmalı" diyerek rahatsızlığını ifade etti.

Karşı kesim eleştirinin dozajını artırdıkça hoca da destekçilerden aldığı güçle Tweet üzerinden eleştiri yapanlara "pamuk tıkayıverdi".

Sonunda Mehmet Boynukalın'ı Ayasofya’ya baş imam olarak atayan irade, görev süresi dolmadan hocayı görevden aldı. Gerçi Boynukalın, "Akademiye daha fazla zaman ayırmak niyetiyle istifa ediyorum" dese de işin iç yüzü öyle değildi. Görevden alınmıştı. Hatta Erdoğan'a görev süresinin bitimine üç ay var. Süreyi bekleyebiliriz denmesine rağmen Erdoğan alınsın dediği konuşuldu.

Hasılı, Boynukalın'ın Ayasofya’ya baş imamlığı 9 ay gibi bir zamanda son buldu. Adı sanı da anılmaz oldu.

Şimdi büyük ihtimalle fakültesinde hocalığına devam ediyor olmalı.

Sosyal medyayı baş imamlığında olduğu gibi yine aktif kullanıyor mu bilmiyorum. Bir milyonu geçen takipçisi Mehmet hocayı yine takip ediyor mu, bunu da bilmiyorum.

Bildiğim bir şey varsa Mehmet Hoca gündemde yok. Tweetleriyle gündem de oluşturmuyor ve tartışmanın odağında değil. Unutuldu gitti.

Aradan yıllar yılı geçmesine rağmen Boynukalın’ı bana hatırlatan ve yazı yazmaya iten sebep, “Boynukalın yalnız değildir. Arkasındayız” diye yazıp gürleyen destekçi kesimin Boynukalın’dan hiç bahsetmemesi. Mübarek unutuldu gitti. Kısa zamanda, kısa yoldan ulaşılan şöhret de birden son buldu.

Görünen o ki bir zamanlar Boynukalın’a destek veren kesim hocayı yalnız bıraktı, hoca yalnızlara oynuyor ve hoca yokluğa terk edildi.

Siz siz olun, bir tartışmanın odağı haline geldiğinizde veya getirildiğinizde, sosyal medyada sizinle ilgili destek açıklamalarına teşekkür edin ama o destekçilere pek güvenmeyin. Aynı zamanda söz ve eylemlerinizin doğruluğunu, zamanlamasını ve ortamını da sorgulayın. Hata yapmış olabilir miyim diye kendinize soru sorun. Şöyle davransaydın, daha iyi olurdu deyin. Çünkü bugün “Yalnız değilsin, arkandayız” diyen o kesimi, başınıza bir şey geldiği zaman yanınızda bulamayabilirsiniz. O yüzden söz ve eylemlerinize dikkat etmenizde fayda var. Sonra ne oldu arkamda bana çığ gibi destek verenler diyerek hayıflanır durursunuz. Bunun en güzel örneği de Sayın Mehmet Boynukalın’dır. Sonra demedi demeyin.

İnsan Kaynağı Plansızlığımız

Bir arkadaş aradı: "Kızım şu öğretmenlik branşından birini bitirdi. Puanı yeterli gelmediğinden atanamadı. Ücretli öğretmenlik yapmak için başvuru yaptı. Ne yapabiliriz" dedi.

Arkadaşa, kızınız başvuru yaptı ise her ilçe görevlendirme kriterlerine göre ihtiyaç oldukça sırayla çağırır. Yine de kızın bilgilerini gönder. Bir de telefonun sesini aç da kızın da dinlesin diyeceklerimi dedim.

Kıza, branşının dışında girebileceğin yakın branşları da yazman daha iyi olur. Çünkü branşında açık olmayabilir. Bir de bildiğim kadarıyla maddi sıkıntınız yok. Oturup önümüzdeki senenin sınavlarına çalış. Ücretli öğretmenlik tüm günlerini alacağı için sınava hazırlanamazsın. Yine siz bilirsiniz dedim.

Kızın ataması zordu. Çünkü branşından alım çok az. Gerçi sadece bu branşta değil, bir-iki branşın dışında atanmak çok zor. Çünkü her branşın binlerce yedeği var. Hepsi de atanmayı bekliyor. Bu da bir yıl öncesine kadar her branşın ikinci öğretimlerini devam ettirmemizin, her yere üniversite ve her üniversiteye her bölümü açmamızın bir sonucu.

Bu durum her konuda olduğu gibi insan kaynağını planlama eksikliğimizin bariz bir örneği. Ben fakülte açarım. Herkesi okutur, mezun ederim. Onlara istihdam üretmem. Herkes başının çaresine bakacak demektir. Devletin bu plansızlığı, bir anne ve babanın, ben istediğim kadar çocuk doğururum. Ama bakmak zorunda değilim anlayışından farklı değil.

Arkadaşın ve kızının ilçesinde görev yapan şube müdürüne, ilçe okullarında ücretli öğretmen ihtiyacı olup olmadığını sordum. "İhtiyaç yok. Çünkü elimizde 1000 tane norm fazlası öğretmen var. Onlar görevlendirilecek" dedi.

Şube müdürüne, 1000 norm fazlası öğretmen tüm il merkezinde mi yoksa sadece sizin ilçenizde mi dedim. "Sadece bizim ilçede" dedi.

Bir ilçede bu kadar norm fazlası öğretmenin olması beni şaşırttı. Bir ilçede 1000 ihtiyaç fazlası öğretmen varsa tüm Türkiye'deki ihtiyaç fazlası öğretmen sayısını gözümüzün önüne bir getirelim. Karşımıza korkunç sayı çıkar. Bu demektir ki Milli Eğitim Bakanlığı öğretmen ihtiyacını gidermek için her yıl öğretmen alımı yapsın. Diğer taraftan da bazı illerde yığılmış ihtiyaç fazlası öğretmenler olsun. Ne yaman çelişki bu.

Öğretmen fazlalığı olur da bu kadar olmaz. Okul ve derslik veremediğimiz öğretmenlere maaş vermeye devam ediyoruz. Yazık, ülkenin plansız insan kaynağına giden paraya. Bu da insan kaynağını yerinde kullanamadığımızın bir göstergesi.

Bir ilçede veya tüm Türkiye'de norm fazlası dediğimiz ihtiyaç fazlası öğretmen niçin oluşur? Öyle zannediyorum, eş durumu yani aile birliğinden kaynaklı olsa gerek. Nedense MEB, belli illerde eş durumundan kaynaklı ihtiyaç fazlası öğretmenlerin önüne bir türlü geçemedi.

Elbette aile birliği önemli. Eşler aynı yerde çalışmalı. Ama aynı yerde çalışacak diye ihtiyaç fazlası atama yapmanın da bir gereği yok. Atamalarda oportünist davranmanın bir sonucu. MEB eşleri birleştirmezsem, kafam ağrır düşüncesiyle ihtiyaç yok diyemiyor. Al değerlendir diye valilik emrine atamayı yapıveriyor.

Halbuki mevzuatta eşlerin birleştirilmesine dair çözüm var. Mevzuat uygulanırsa norm fazlası öğretmen diye bir şey olmaz. Diyelim ki eşlerden biri Mardin'de, diğeri Konya'da. Mevzuat der ki "Aileyi Mardin ya da Konya'da birleştireyim. İhtiyaç Konya'da ise Konya'da, Mardin'de ihtiyaç varsa Mardin'de birleştireyim. Eğer iki yerde de ihtiyaç yoksa eşleri başka bir ilde birleştireyim". Bence yerinde bir mevzuat. Ama uygulama böyle değil. Mardin'deki eş, ihtiyaç olmadığı halde Konya'ya tayin istiyor. Konya'daki eş Mardin'de kendisine ihtiyaç olduğu halde tayin istemiyor. Bu durumda eşler nasıl birleştirilecek? Bakanlık Mardin'deki eşi Konya Valiliği emrine vermek suretiyle meseleyi çözüm yoluna gidiyor. Eşler birleşti ama norm fazlası olarak.

Valilik norm fazlası öğretmenleri ne yapıyor? Bunlara il sınırları içerisinde boş olan okullara tayin istemelerini söylüyor. Öğretmen ise il merkezindeki okulları yazdığı için ataması yapılmıyor. İl Milli eğitimler bu öğretmenleri değerlendirin diye ilçe MEM'lere görevlendiriyor. İlçe MEM'ler ise doğum vb. sebeplerle boşalan yerlere geçici görevlendirme yapıyor. Olmadı, büyük okullara vererek alın bu öğretmene 15 saat ders verin diyor. Yani bir öğretmenin gidereceği ihtiyacı iki kişi gideriyor.

Norm fazlası atamalarda ihtiyaç olan yerler dolmazsa resen atama yapılacak denmesine rağmen belediye sınırları dışında ihtiyaç olduğu halde yine atama yapılamıyor. Atama yapılsa bile sendikalar devreye giriyor. Bu yüzden il merkezinde birikmiş ama ilçe, belde veya köylerde ihtiyaç olan yerlere öğretmen gönderilemiyor. Gönderilmeyen öğretmenin yerine ücretli öğretmen görevlendirmesi yapılıyor.

Hasılı, ortada göz ardı edilmemesi gereken büyük bir sorun var. Ama sorun çözülmüyor ya da çözülmez istenmiyor. Bu da insan kaynağını yerinde kullanamama ve ülkenin parasını heba etme sonucunu doğuruyor. Para kimsenin cebinden çıkmadığı için herkes bu durumdan memnun. Gel gör ki bu plansızlığın parası hepimizin cebinden çıkıyor.

Bu demek değildir ki norm fazlası öğretmenler değerlendirilmiyor. Bir şekil değerlendiriliyor. Ama branşından ama branş dışı. Yani işe kişiden ziyade kişiye iş bulunmuş oluyor.

İnsan kaynağını yerinde kullanamadığımız durumu sadece bahsettiğimden ibaret değil. İl MEM’ler kitap yazma, kitap inceleme, formatörlük vs. gibi gerekçelerle her yıl okullardan geçici öğretmen görevlendiriyor. Yerlerine başka geçici öğretmen gönderiliyor ya da okul başının çaresine bakıyor. Bunun dışında uzman ya da araştırmacı kadrosunda olan çalışanlar da var ama bilfiil çalışmıyor.

Bu ve benzer insan kaynağı plansızlığımızı göz önüne getirirsek, bunca plansızlık ve her birine harcanan maaş ve özlük haklar ile bu devlet iyi ayakta kalıyor. Bu durum yani insan kaynağı plansızlığı durumu sadece MEB’de değil, hemen hemen her kurumda şu ya da bu şekilde var.

Şu bir gerçek ki insan kaynağı planlamasında sınıfta kaldık. Tek kelimeyle yazık...

23 Ağustos 2025 Cumartesi

Ölmeden Tabuta Girmek

MR şeklinde yazılıyor. EMAR diye okunuyor.

Doktorların teşhis koymak için istediği tetkik. Taranan yerde ne tür hastalık varsa oranın fotoğrafını çekiyor.

Kim buldu ise insanlığa büyük hizmet etmiştir. Gönül isterdi ki bunun mucidi biz olaydık.

Neyse geleyim MR'a:

Başına gelenler bilir. Girmişsinizdir içine.

Bildiğiniz, mezara konmadan önce cenazenin içine konduğu tabut. Zaten kısaltmaya bakarsanız, mezarın ilk harfi M ile son harfi R alınmak suretiyle MR denmiş. Bu isim konurken, hastanın içine girdiği makineye bakılırsa, öyle zannediyorum, tabuttan esinlenilmiş. Yani MR'a girmişsen -ki bu bir tabuttur- senin gideceği yer mezar demektir.

Kısaca MR demek, ölmeden önce tabuta girmek demektir. Bu, ölmeden önce ölmek gibi bir şey.

Sanırım üç defa girdim. En son girdiğim ilaçlı çekimde kafam tabutun dışındaydı. Öbürlerinde ise içindeydi. İlk ikisi bildiğimiz tabutun içine girmekti anlayacağınız.

MR çekimi yaptıranlar için bildik gelse de bugüne kadar MR ile işi olmayanlara kısaca anlatmak isterim.

Nasıl ki tabuta konmadan önce cenazenin üzerinde ne varsa çıkarılırsa, yıkandıktan sonra sadece beyaz kefenden başka bir şey olmuyorsa, MR'a girmeden önce görevli, üzerinde elbisenin dışında ne varsa çıkarttırıyor. Ceplerinde ve üzerinde ne varsa boşaltıyorsun.

Tabutun içine girdikten sonra görevli ne şekil durman gerektiğini söylemişse çekim bitinceye kadar hiç hareket etmeden put gibi duruyorsun.

Aşağı yukarı bir yarım saat duruyorsun tabutun içinde.

Gaipten ses gelir gibi görevli, nefes al diyorsa nefes alıyorsun. Nefesini tut deyince tutuyorsun. Nefesini bırak deyince bırakıyorsun.

Bu sefer ki çekimde nefes al ver olmadı. Kafam dışarıda vücudum tabutun içinde iken gözlerimi yumup hayal alemine daldım. Yalnız makinenin çıkardığı sesler hayal kurmamı hep sekteye uğrattı. Kah ağlıyor kah bağırıyor kah korna sesi gibi sesler çıkarıyor kah araba çalışır gibi ses geliyor. Anlatılmaz ancak yaşanır. Sanırsın ki makine bağırdıkça, hah bir hastalığımı buldu. Sanırım buna bağırıyor diye düşünüyorsun.

Nice sonra gözlerim yumulu, ellerim başımın kenarında çekim devam ederken, sağ elimi bir tutan oldu. İster istemez irkildim. Meğer görevli daha önce kolumdan açtığı damar yoluna ilaç boşaltacakmış. Mübarek, girmeden belli bir süre sonra ilaç dökeceğim diye. Olmayan aklımı tabutun içinde almaya ne hakkın var, değil mi?

Hasılı, cihazın ismini, şeklini göz önünde bulundurursak ve çalışmasını ölünün arkasından ağlayanlara, ah ü figan edenlere benzetirsek, MR denen bu cihazın bildiğimiz tabuttan başka bir şey akla getirmediği su götürmez bir gerçek.

En iyisi öldükten sonra girmek tabuta. Diri diri girmeyi kimseye tavsiye etmem. 

Dünya Böyle Eziyet Çekmedi

Küçüklüğümden kalma özlemden midir, çayı çok severim, çok içerim. Aç olayım, tok olayım, fark etmez. Yeter ki çay olsun. Bir bardakla da yetinmem. İçtikçe içerim. Hele çay kıvamında ise deme keyfime gitsin.

Evde çay içtiğimde çaydanlığı sünnetlemek benim görevim. Son damlasını bile telef etmem. Midemde yerini alır.

Herhangi bir yerde bulunduğumda çay, kahve veya başka bir şey, ne alırsınız dendiğinde yine tercihim hep çay olur. Haliyle içim dışım çay dense yeridir.

Muayene olduğum iki doktor, şikayetlerimi dinledikten sonra şunu, bunu bırak demenin dışında, çayı da mümkün olduğu kadar azalt demelerine rağmen huylu huyundan vazgeçer mi? Diğer yasaklara riayet etmekle beraber çayı azaltmadığım gibi buldukça, susadıkça içmeye devam ediyorum.

Çayın zararı yok mu? Yaşım gereği bazı zamanlarda tuvalete fazla çıkardığı olur. Özellikle akşam içtiğim çay sonrası. Ama içtiğim su kadar değil. Yeri gelir, bir bardak su tuvalet ihtiyacımı getirirken çay öyle değil. Bir diğer zararı, dişlerimi sarartması ve dilimi sapsarı yapması.

Benim dışımda çayı seven de çok bu toplumda. Memleketin her bir köşesinde bol miktarda çay ocağının olması da bu milletin çaya olan tutkusuna bir örnektir. Yine bu kadar çay ocağının ve kafenin olması da bu milletin büyük çoğunluğunun boş ve avare olduğunun bir göstergesidir.

Çay ocaklarının dışında, kahvaltıda, öğleden sonra ve akşam, aşağı yukarı her evde çay kaynar. Gelen misafire de mutlaka çay ikram edilir. Yorgunlukta ve dinlengin zamanda çay hepimizin vazgeçilmezi.

Çay bu milletin milli içeceği dense yeridir. Belki de bu yüzden çay tüketiminde dünyada ilk sırayı kimseye vermiyoruz.

Çay üzerine daha önce birkaç yazı ele aldım. Bu yazıya başlarken niyetim çay konusuna girmek değildi. Niyetim bir marka çaydan bahsetmekti. Kısaca değineyim.

Bir sabah kahvaltısında içtiğim çay berbattı. Bu çay niye böyle, hiç olmamış dedim. Akşamında çay yine iyi değildi. Ne oldu, çay markası mı değişti dedim. Yanlışlıkla hediye gelen bir çaydan demlenilmiş olduğunu öğrendim. Keşke bu çaydan demlemeseydiniz. Oldu olacak bizim çay ile harmanlayın. Böyle bitirelim dedim. Dediğim gibi yapıldı.

Akşamında önüme çay geldi. Çay o kadar berbat ki anlatamam. Çayı bir başıma bitirdim ama gelin onu bana sorun. Zehir desem değil, acı desem değil, deminden desem değil, açık desem hiç değil. Az kaynamış hiç değil.

Çayı bitirir bitirmez ağzımın tadı gelsin diye birkaç bardak su içtim. Nafile. Çayın berbat hali ağzımın içinde duruyordu hâlâ. Yatma vakti değil ama fırçalayayım. Ağzımın tadı belki gelir dedim. Nafile. Wc'ye gideyim. İçtiğim çayı boşaltayım. Belki rahatlarım dedim. Yine olmadı. Son çare tempolu bir yürüyüş yapayım, ciğerlerim ve ayaklarım açılsın. İçim de temizlensin. Kötü çaya dair bir şey kalmasın dedim.

Üzerimi giyinip çıktım. Parkura kadar bir yirmi dakika yürüdüm. 800 metre olan parkurda 10 tur attım. O kadar hızlı yürüdüm ki daha önce 7.00 ve 7.30 dakikada biten bir turu 6.30 dakikada tamamladım. Bir güzel terledim. O kadar yürüme ve zaman zaman koşmama rağmen ağzımın içindeki kötü çay tadı bir türlü gitmedi. Belli ki kötü marka çayı telafi etsin diye bizim harmanladığımız iyi çay çayı daha da berbat etmişti.

Hasılı dün akşam içtiğim bu çay bir eziyet olup çıktı. Dünya kuruldu kurulalı, insanlık belki de böyle eziyet çekmedi.

Öyle zannediyorum, bu çayın markasını merak ettiniz. Reklamın kötüsü olmaz deyip marka ismini vermeyeceğim. Sadece üç harfli bir markette satılır, o markete özgü desem, sanırım kafi olur.

Hâlâ anlamadık derseniz, insaf derim. Çünkü üç harfli market bile anladı hangi marka çayı kastettiğimi.

Giderekten, çay markamı kötülüyor diye bu market mahkemeye başvurursa, gider paşalar gibi ifademi veririm. Hakim derse ki pişman mısın? Değilim derim. Bak bu işin şakası yok derse. Asla. Bugün olsa yine sözümün arkasındayım. Aynı şeyleri söylerim. Gerekirse gider Silivri'de yatarım. Bilin ki Silivri'nin soğuğu bu çayın bana verdiği eziyet kadar olmaz.

Sakın, bu kadar abartma. Altı üstü bir çay demeyin. Zira çeken bilir. Beni çocukluk aşkım çaydan nefret noktasına getirdi. Yetmez mi? Garibin bir çayı var zaten. Çay da içemeyeceksem ne yapar ne ederim.

Sözlerimi bitirirken bu çayı merak etti iseniz, lütfen bir telefon kadar yakınım. Buyurun gelin, çaydanlık çaydanlık çay ikram ederim size. Hatta kalan demlenmemiş çayı da hediye olarak size takdim ederim. Belki o zaman ne demek istediğimi anlarsınız. Çünkü beni ve ne çektiğimi en iyi eşekten düşen bilir.

Yine siz siz olun. Bu marka çayı ucuz diye alıyorsanız alın ve için. Ama Allah rızası için bu çayı hediye olsun diye birine götürmeyin. Hele bana asla.

22 Ağustos 2025 Cuma

Pes Doğrusu!

Çoğu zaman telefon elimden düşmez. Durmadan konuştuğumdan ya da mesaj yazdığımdan dolayı değil. Eğer yanımda biri yoksa bir şeyler yazmak için telefonu kullanırım.

Bu ortamda arayan biri olursa telefonu açıp cevap veririm. Müsait olmadığım bir ortamda arayan olursa, müsait olur olmaz hemen dönerim.

Telefonla arayan kişi önemli veya önemsiz biri olsun ya da arayan kişinin ne konuşacağı gerekli veya gereksiz olsun geri dönüş yaparım. Prensibimdir bu. 

Bugüne kadar bir Allah'ın kulu, aradım ama geri dönmedi diyemez.

Bugün bu prensibimi bozdum. Arayan bir kişiye dönüş yapmadım. Dönüş yapmayı da düşünmüyorum. Niye derseniz? Fotoğrafta da gördüğünüz gibi aynı kişi 14.14 ve 14.16'da aradı. Bir yerde bir görüş halinde olduğum için telefonu açmadım. Telefonu sessize aldım. Niyetim, bu kısa görüşme sona ersin. Bu arayana döneyim. Aynı kişi 14.17'de bir daha aradı. Bu sefer aramayı meşgule aldım. Belli ki müsait değilim. Ben istediğim kadar müsait olmayayım. Aynı kişi 14.25'de bir daha aradı. Kısaca 10 dakikada beni 4 defa aramış oldu. Bu kişinin bu yaptığı eve gelip arka arkaya evin ziline dört defa basması gibidir. 

Bu kadar kısa bir zamanda dört kez aramaya pes doğrusu. İnsanda biraz görgü olur. Sanıyor ki herkes kendisi gibi boş. Ben nasıl boş isem o da boştur diye düşünüyor olmalı.

İnsan arar da belli bir süre bekler. Belki geri dönmeyi unutmuş olabilir diye biraz aralıklı aramalı. Çünkü insan yemek yiyor olabilir. Wc ve lavaboda olabilir, önemli bir işi olabilir. Hiçbirini bir on dakika içinde halledemez. 

Bu kişi telefon aramada nazarımda mimli. Daha önce de kara listeye aldım. Yüzüne söyledim. Aradığında cevap vermediğimde müsait olmadığımdandır. Ben sana mutlaka dönerim. Bir defa araman yeterli. Allah rızası için dönüp dönüp arama dedim. Tamam dedi ise de zaten arka arkaya aramadım. Biraz bekledim diyor. Bu cevaba da pes doğrusu. Hatta kendisine, bak beni engelleme durumunda bırakma. Lütfen bu hassasiyetimi gözet dedim. Tamam dediyse de o yine bildiğini okudu bugün. 

Engelleme yapmayacağım ama ardı arkasına bu dört aramadan sonra dönüş yapmayacağım. Ayıpsa ayıp. Onun yaptığı ayıp karşısında benim yaptığım ayıp bile sayılmaz.

Ne edersiniz ki görgünün ve adabımuaşeretin mektebi yok. Yukarıda bahsettiğim gibi daha önce uyarmama rağmen bildiğini okuyor. İnanın, zırt pırt böyle rahatsız eden boş ve avare kişilerin elinden telefonu almak, onları telefonsuz bırakmak gerek.

Bu tiplerin elinde telefonu almak yeterli mi? Bunun da yeterli olacağını sanmıyorum. Çünkü böyleleri, başkasından telefon isteyerek seni yine rahatsız eder. En iyisi telefonu aldıktan sonra bunları işe sürmek gerek. Çalıştıracaksın. Başını kaşıyacak zamanları olmayacak böylelerinin. 

20 Ağustos 2025 Çarşamba

Bok Böceği

Bugün, gündelik hayatta ağzıma almadığım, yazılarımda yazılışına bile yer vermediğim bir kelimeyi yazımda çok kullanacağım. Ben yazdıkça, siz okudukça ben mahcup olacağım ama ne demek istediğimi ifade edebilmek için mecburum. Şimdiden affınıza sığınırım. Yalnız af talebinde bulunmuyorum. Dikkatinizi çekerim.

Bu suçuma ortak olarak da TDK sözlüğünü alacağım. Öyle ya TDK bile bu kelimeye yer vermişse ben niye yer vermeyeyim.

Uzatmayayım. Bok böceğinden bahsedeceğim size. Adında halavet olmayan bu böceğin faydası çokmuş. Faydalarını yer vermeyeceğim. Bu faydaları merak ediyorsanız sanal aleme başvurabilirsiniz.

Bu bok böceğini yazarken aslı var veya yok. Bir hikayeye yer vereceğim. Daha doğrusu fabla. Anlatacağım kısa fablın aslı yoksa bok böcekleri hakkını helal etsin.

Bildiğiniz gibi bok böcekleri yaptığı pislikleri yuvarlarmış. Bu pislik belki de kendi yaptığı pislik de olabilir. Belli ki bu evrende ona biçilen rol bu. Yaptığı iş boktan iş olsa da görevini yaptığı için ancak takdir ederiz. Çünkü hakkıyla yapılan her görev kutsaldır. Buraya kadar bok böceğinin yaptığına eyvallah. Sanırım bundan sonrası uydurma olsa gerek. Bok böceği pisliğini yuvarlarken "Etraf ne pis kokuyor" diye burnunu tıkarmış.

Öyle zannediyorum, bok böceği her ne kadar burnunu tıkasa da etrafı kirletenin kendi pisliği olduğunu biliyordur. İnşallah çevreyi başkası kirletiyor ve kokutuyor diye düşünmüyordur.

Bu da nereden aklına geldi. Kim kokutacak. Elbette bok böceği kokutuyor diyebilirsiniz. Böyle derken bok böceğinin etrafı kendisinin kokuttuğunu inkar ettiğini ben de sanmıyorum. Belki de hiçbir hayvan yapıp ettiğini gizleme durumunda değildir. Bu olsa olsa insana mahsus bir şey olsa gerek. İnsanın içinde elbette istisnaları vardır. Bu haltı ben işledim diye itiraf eder. Hatta döner döner özür diler.

Ama tüm insanlar böyle değil. Öyleleri var ki tıpkı bu bok böceği gibi ortalığı kirletir, etrafı kokutur. Duyarlı insanlar kokudan burnunu tıkar. Nereden ve kimden geliyor bu koku dendiği zaman "Şu kokutuyor, bu pisledi, bundan dolayı" şeklinde birileri birilerini hedef gösterir. Pisliği daha doğrusu boku başkasının üzerine yıkar. Bu, iftira olur demeyin. İçimizde bunu bal gibi yapanlar var. Buna teşne olanlar da. Bu teşne olanlar, bokun başkası tarafından yapıldığına ikna olurlar. Kokunun başkasından geldiğine dünden razılar. Hiç üzerlerine toz kondurmazlar. Etrafı sevdikleri kişilerin kokuttuğuna da inanmazlar. Çünkü meslek edinmişler bunu. Bir kısmının da bağışıklık yaptığı için burunları koku almıyor.

Beni üzen de bu tip insanların kokudan haberdar olmaması. Haberi olsa da ortamı kirletenin, hayatı yaşanmaz hale getirenin başkası olduğuna inanması.

İstiyorum ki etrafı kokutanların ve bu kokudan rahatsız olmayanların ya da kokuyu başkasının üzerine atanların tıpkı bok böceği gibi etrafı kokutanın kendileri olduğunu bilmeleri. Heyhat ki heyhat.

Çok fazla ileri gitmeden bu bok ve pisleme konusunu kapatmak istiyorum. Yalnız başımdan geçen bir anekdota kısaca yer vererek yazımı nihayete erdireyim.

Adana'da çalışırken birkaç kalem alışveriş için cadde üzerinde bir markete girdim. Evde misafir olduğu için markette hiç oyalanmadım. Alacağımı alıp ödemeyi yaptım. X-Ray cihazından çıkarken ardımdan bir kadın da cihazdan geçti.

Cihazın ötmesiyle birlikte, ne oluyor diye ardıma baktım. Başta güvenlik olmak üzere markettekilerin gözü üzerimizdeydi. Acaba cebimde markete ait bir şey olabilir mi diye kendimden endişelenmedim değil. Şu var ki yüzüm zaten kırmızı. Bu olayla birlikte utancımdan oldum kıpkırmızı.

Güvenlik görevlisi yanımıza doğru gelirken ardımdan bana değecek gibi bir hızla X-Ray cihazından geçen kadın, "Beyefendiden geliyor ses" dedi. Parmağıyla beni gösterdi. Kıpkırmızı olmaya devam. İşim ne başka.

Güvenlik, bir daha geçelim cihazdan. Ama tek tek dedi. Önce ben geçtim. Bir hızla kadın da geçti. Cihaz öttü tekrar. Kadın yine bu beyefendiden dolayı ötüyor dedi. Bu arada kadına göre beyefendi ben oluyorum.

Uzatmayayım. Güvenlik, hanımefendi! Siz benimle gelir misiniz deyip kadını içeri götürdü.

Bu anımda gördüğünüz gibi bok, sidik yok. Marketi kirleten kadının, yaptığı hırsızlığın savunulur bir tarafı yok. Yalnız marketi kirleten kendisi olmasına rağmen bu pisliği yapanın ben olduğumu hedef göstermesi beni düşündürüyor. Etrafınıza bir bakın ya da elinizi çenenize koyup bir düşünün. Etrafı kokutan kimler var? Pisleyenin kendisi olduğunu kabul etmeyen kimler var? Yaptığı pisliği başkasına sıvayan kimler var? Bu tür iftiralara teşne kimler var? Bunların sayısı ne kadar? Kimlerin burunları koku almıyor, gözleri görmüyor, idrak yoksunluğu çekiyor ve etrafın pisliğini sineye çekiyor, başkasının üzerine yıkıyor ya da buna sessiz kalıyor veya bunu savunuyor?

19 Ağustos 2025 Salı

Neyin ya da Kimin Düşmanıyım?

Geçen gün bir akrabamın yanına vardım. Selam, kelam, hal hatırdan sonra akrabam konuyu dönüp dolaştırıp bir yere getirdi:

"Bir yerde, senin daha önce konuşma arasında söylediğin bir cümleyi sarf ettim. Kim söyledi bunu dediler. Ben de senin adını verince, 'Ha o mu? O, ... düşmanı' dediler. O düşman ben oluyorum.

Evet, aynen böyle demişler. Sözüm üzerine olumlu ya da olumsuz bir şey deseler, sizin akraba yanlış söylemiş. Biz buna katılmıyoruz deseler hiç gam yemeyeceğim. Çünkü sözüme dair bir şey söylemeden hakkımdaki kanaatlerini izhar etmişler. Anlaşılan o ki akrabamın yanındakiler beni tanıyan birileri. Artık ne kadar tanıyorlarsa diye hiç merak etmiyorum. Belli ki hakkımda hüküm vermişler. Ben birilerinin düşmanıymışım. Kanaat böyle olunca onların yanında sözümün hiçbir kıymetiharbiyesi olmaz. Çok da tın.

*

Bir başka akrabam var. 80'i devirmiş. Yaşının gereği yürümekte zorlanır. Çünkü dizlerindeki sıvı bitmiş. Çok sık olmasa da zaman zaman ziyaret ederim. Selam, kelam, hal hatırdan öte pek bir şey de konuşmam. Soru sorarsa kısa ve net cevap veririm. Çayımı içer, müsaade alır, kalkarım.

Bu demek değildir ki hiç konuşmam. Bu akrabamın yanında başkaları da varken, dert edindiğim konulardan birini biri açmış, görüşümü sormuşsa, doğru ya da yanlış o konudaki görüşümü söylerim. Söylediğim sözün doğru olduğunu dayatma gibi bir niyetim hiç olmadı.

Bir, iki bu şekil görüşümü sessizce dinleyen bu akrabam, yok öyle değil deyip hiç söze karışmadı. Yanlış düşünüyorsun demedi. Sessiz sessiz dinledi.

*

Bir zaman bir çarşının üçüncü katında esnaf olan bir başka akrabam, "Senin çok yakın bir akraban geçen gün buraya yanıma geldi. Görüşlerinden dolayı dert yandı." Şu arkadaşına bir şey söyle. Ne biçim konuşur böyle" dedi. Kim bu akraba dedim ise de kim olduğunu o söylemedi, ben de üstelemedim. Ama kim olabilir beni tanıyan bu akrabam diye zaman zaman merak etmedim değil.

Aradan epey bir zaman geçtikten sonra esnaf arkadaş, "Geçti gitti. Haberi olmasın. Bir zaman ne biçim konuşuyor, nasıl böyle düşünür diye bana dert yanan akraban falan idi" dedi.

İsmini duyunca şaşırdım. Ne ara buraya, nasıl geldi. Mübarek yürümede zorlanıyor. Madem fikrimden zikrimden şikayetçi. Sana gelinceye kadar bunu bana söyleyebilirdi. Vay be! Nasıl akrabaymış böyle. Üstelik görüşüme başta o olmak üzere kimse katılmak zorunda değil. Garibime giden, o ayaklarla buraya kadar üşenmeyip nasıl geldiği ve benden dert yandığı türünden bir şey söyledim.

Verdiğim iki örnekten anlaşılacağı üzere birileri hakkımda hükmümü vermişler. Onlar nezdinde sözümün hiçbir değeri yok. Ki olabilir. Ama bunu bana söyleyecek özgüveni ve cesaretleri de yok. Fikre fikirle mücadele gibi bir çap ve kapasiteleri de yok. Tek yaptıkları, ardımdan konuşmak, beni başkasıyla çekiştirmek. Bu tip mıymıntı tiplerle işim olmaz. Çünkü ön yargı ve sabit fikirlilikleri tavan yapmış durumda. Belli ki fikir diye birilerinin şakşakçılığını yapıyorlar. O birilerinin yapıp ettiklerini, kırıp döktüklerini yazıp çizen veya ortamında konuşan beni sırf bu yüzden düşman bellemişler.

Ama bunların beni anlamasını istemiyorum. Çünkü ön yargılı trollere hiçbir şey anlatamazsın. Anlatsan da anlayacak kapasiteleri yok. Kafalarını kuma gömmüşler. Dünyayı kendi sabit fikirlerinden ibaret görüyorlar. Aslında bunlara hoşlarına giden şeyleri söylesen, onların dümen suyuna girsen, senden iyisi olmaz ve seni el üstünde tutarlar.

Bu iki örneğe bakarak düşünmeden edemiyorum. Ben mi birine, birilerine, bir şeye düşmanım, onlar mı fikrimden dolayı bana düşman olan?

Şu bilinsin ki hiç kimsenin düşmanı değilim. Asla kişiselleştirmem. Kin de gütmem. Hiç düşmanlığım yok mu? Düşmanlığım var elbet. Ama kişilerden ziyade o kişilerin yapıp ettiklerine, bir şeyi iyi yapacağına inandığım halde yapamadığı gibi kırıp dökenlere, beni hayal kırıklığına uğrattıkları için yapılan şeylere düşmanlığım daha doğrusu serzenişim olur. Bu düşmanlığım elime silah alıp onları topla tüfekle vurmak şeklinde değil. Yapılıp edileni yazı konusu edinir, yapılanı ince ince eleştiririm.

Sorarım. Ne zamandan beri bir konuda fikir serdetmek, birilerinin yapıp ettiklerini yanlış yapıyorsunuz diye eleştirmek düşmanlık oluyor?

Konuşmak ne zamandan beri düşmanlık oluyor? Unutulmasın ki ucunda mimlenme de olsa yazıp çizenden ve konuşandan zarar gelmez. Çünkü ısıracak köpek havlamaz. Ancak yere bakan yürek yakan, görüş serdetmeyenlerden zarar gelir. Görünen o ki bu tiplerin, arkandan kuyunu kazma düşmanlığı olduğu gibi sana iftira atmayı da iyi beceriyorlar.

Neuzu billah böylelerinden.

16 Ağustos 2025 Cumartesi

Hepten Bedavacı Bir Fani

Bir ara 65'ini devirmiş bir fani ile teşehhüt miktarı bir yerde oturmuş oldum. Yanımda birkaç kişi daha vardı.

Birkaç konuya birden girdik. Muhteremin kafa yapısı, anlayışı pes dedirtti bana.

Konu döndü dolaştı. 65 yaşını doldurmuş insanların toplu taşıma araçlarından ve herkesin belediye umum tuvaletlerinden ücretsiz yararlanmasına geldi.

Çoğunluk, ücretsiz hizmetin olmaması yönünde görüş belirtti. Toplu taşımayla ilgili;
En azından yapılan hizmetin maliyeti alınmalı.
İndirimli olabilir.

Devlet, 65 yaşını doldurmuşların hesabına, emeklilere bayram harçlığı verdiği gibi belirlediği bir miktarı ulaşım gideri adı altında aylık yatırabilir. Otobüslere binen de herkes gibi bedelini öder. Bu yöntem aynı zamanda 65'ini doldurup otobüslere binenlerin onurunu da korur. Çünkü başta otobüs şoförleri olmak üzere çoğunluk 65'lilere bedavacı diyor. Homurtular oluyor. Bu homurtular kulaklarına gidiyor.

Günlük biniş sınırı getirilebilir.

Yolcu yoğunluğu az saatlerde otobüse binme şartı getirilebilir.

Türünden herkes kendi çapında bir öneri getirdi.
Tüm bunları yarım ağız dinleyen ise her bir öneriye eleştiri getirdi. Hiçbir öneriye katılmadı. Ücretsiz faydalanıyoruz, ücretsiz binmek hoşuma gidiyor ama ücretsiz olmamalı diyemedi. "Yarın siz de 65 yaşına dayanacaksınız. Bir zamanlar ben de sizin gibi düşünüyordum ama doğrusu ücretsiz olması, sınır getirilmemesi. Belediyelere yük olmuyoruz, belki biraz olabilir ama güzel hizmet. Gündüz saatlerinde otobüsler zaten boş gidip geliyor. Kime, ne zararımız var. Kişi hasta, sabah erken saatte hastaneye gidecekse, bilet mi basmalı. Öyle olmaz. İstediği saatte istediği kadar binmeli" dedi.

Sayın hocam, yarın 65'i bulduğumuzda biz de elbette faydalanacağız ama doğrusu, ücretin alınması dedik ise de Nuh dedi, peygamber demedi.

Bari, her 65'ini dolduran faydalanmasın. Çünkü öyle 65'ini dolduranlar var ki gayrimenkul zengini. Seni, beni, şehri satın alır. En azından geliri belli miktarın altında olanlar, mesela en düşük emekli maaşı alanlar faydalansın bile dedik. "Bu, hiç olmaz. Adil değil. Ayırt etmek de zor" dedi. Siz adaletten ziyade eşitlikçi bir görüşü savunuyorsun dedik. Dedik oğlu dedik. O ise dediğim dedik, kestiğim kestik dedi.

Ücretsiz tuvalet konusunda da maliyeti bari alınmalı önerisine de hiç katılmadı. Hiç alınmamalı, böyle gitmeli. Bu da güzel hizmet" dedi durdu.

Baktım olmayacak. Sustum. O ise kendi çaldı, kendi oynadı.

"Bak, sabah şuraya gittim, buraya gittim. Evden çıktım çıkalı hiç para ödemedim. İyi değil mi bu hizmet" dedi. Yahu bedava hizmet başka hizmetlere yüklenilerek yine bizden çıkar dedik ise de çıkmaz, niye çıksın dedi.

Düşündüm de hayatı beleşe getirmiş biriydi. Nerede beleş, orada yerleş türünden bir profil ile karşı karşıyaydım.

Adam niye savunmasın bu beleşçiliği. Evinden çıktı çıkalı bir kuruş para harcamamış. Ulaşım gideri yok, çay parası ödeme derdi yok. Susadım, şuradan bir su alayım derdi yok. Nasılsa otobüs bedava. Esnaf ziyaretinde çaylar esnaftan. Susamışsa belediyenin tatlı su çeşmeleri var. Yiyip içtiğini boşaltacak tuvaletler de bedava. Hayatı beleş olan biri bu bedavacılığı niye savunmasın.

Konuyu değiştirmek için esnaf, kaplıcada kaç gün kaldın, kaç para verdin diye bana sordu. Dört gecesine iki kişi 12 bin verdim deyince, bizim bedavacı, "Annah, o kadar para kaplıcaya verilir mi? Oraya o kadar vereceğime, üzerine bir üç daha koyar, bir umre daha yapar gelirim" demez mi? Yahu, kaplıcanın yeri ayrı, umrenin yeri ayrı dedim ise de o kendi türküsünü çığırmaya devam etti.

Cebinden para verip de kaç defa hac ve umreye gitti bilmem. Belki gitmiştir. Bildiğim, görevli olarak kaç defa gittiğidir. Bunu da Diyanet çeker. Hatta üste de para verir.

Hayatı beleş olan ve beleşçiliği bu derece savunan bu kişiye daha fazla tahammül edemedim. Müsaade alıp çıktım. Çıkarken, sana boş bir mezar lazım diyecektim ki düşündüm. Konya'da zaten mezar hizmetleri bedava. Söylemeye gerek duymadım.

Siz siz olun, beleş ya da bedava hizmetten yararlanın ama beleşi savunmayın. Tek istediğim bu.

14 Ağustos 2025 Perşembe

Devletin Boşuna Günahını Almışım!

21.07.2025 tarihinde Afyonkarahisar, Sultandağı mevkiinden geçmiştim. 

Bölünmüş yolun hakkı 110 km imiş. Bu hakkı kullanarak yol alıyorken hız limitinin 70 km yazılı levhayı görmüştüm. Frene basıp yavaşlayarak geçtim.

22.07.2025 günü e posta adresime e-Devlet Kapısı'ndan bir bildirim geldi. "Aracınıza ceza düzenlenmiştir" şeklinde.

Hız ihlalini kaçla ihlal ettiğime dair başka da kayıt kürek yoktu. Sadece asgari hız limitinden ceza düzenlendiğine dair 51/2-a ceza maddesi yazıyordu. Oldu olacak, 15 gün önce erken yatırma indiriminden yararlanayım deyip beyan ile cezamı ödedim. 

2167 lira olan cezamı erken ödeyerek 1625,25 TL ödemiş oldum. 

Ödedim ama ödemenin acısıyla mıdır, çenem durmadı. "Olmaz böyle. 110 ile giderken hız sınırını 70'e indirerek EDES uygulaması yapmakta neymiş. Bu yoldan gelip geçen herkes ceza yer. Belli ki devlet bütçeyi düzeltmek için bu yola bel bağlamış. Böyle devlet olur mu?" türünden homurdandım durdum. 

Cezanın acısı geçmiş ve homurdanmayı bırakmıştım ki çarşıdan eve girerken posta kutusunda resmi bir evrak gördüm. Evrak ceza evrakı idi. Görevli memur da zile basmadan imza ve tebliğ tarihini attıktan sonra apartmana koyup gitmiş. 

Ödemesi yapıldığı için evrakı açma gereksinimi duymadım. Alıp eve koydum. Sonra acaba kaçla geçmişim diye merak edip evrakı açtım. 

Evrakı açınca birbiri içine girdirilmiş üç evrak çıktı. Evraklara göz gezdirdim. Gördükçe hayranlığım arttı devlete. O kadar özene bezene ve şeffaf hazırlanmış ki itiraza ve homurdanmaya mahal bırakmamış.

Üç evrak:

Trafik kural ihlali tespit formu,

Trafik idari para cezası karar tutanağı, 

Trafik idari para cezası karar tutanağı tebliğatı.

A4 kağıdından ibaret trafik kural ihlal tespit formunda yok yoktu: 

İhlalin tarihi: 21.07.2025

Saat, dakika ve saniyesi: 12.25.01

Kontrol hız limiti: 80

Kontrol mesafesi: 1261

Araç hızı: 92

Ölçüm aleti: EDS

İhlal yeri:

Ceza maddesi: 52/2-a

Araç bilgileri: 2000 model beyaz Nissan otomobil

Tespit eden, döküm zamanı ve döküm yerine de yer vermiş. 

Tüm bunlar yetmemiş. Aracımın iki tane fotoğrafına yer vermiş. Üç adet plakanın fotoğrafına. Yanımda önde oturan eşimin camı da karartılmış. 

Kısaca bir adet A4 kağıdına neler sığdırmış neler. Homurdanma. Dertlenme. Şikayette bulunma. İşte yaptığının belgesi. Halep orada ise arşın burada diyor. Bu hizmetimizi de unutma diyor. 

Diğer iki kağıtta da (karar ve tebliğ) tutanağında da yok yoktu. 

Tüm bu hizmetleri görünce devlet benim için seferber olmuş deyip mahcup oldum. Radarı görmüyorsun, al bari bunları gör, hepsi saati saatine belgeli demeye getiriyor. 

İnanın, devletin bir ceza için bu kadar efor sarf etmesini, hepsini kaydetmesini, e Devlet aracılığıyla duyurmasını, üzerine her şeyin tutanağını tutup adresime göndermesini düşününce, aldığı bu ceza az bile dedim. Çünkü aldığım cezanın verilen hizmetin yanında esemesi okunmaz.

Kısaca devlet beni mahcup etti. Boşu boşuna devletin günahını almışım.

Not: Bu ceza yazısı yediğim trafik cezasına dair kaçıncı yazı. Yani belki de 20 yılda yediğim ilk ceza. Aynı cezaya işaret eden yazılarıma bakarak bu adam durmadan trafik cezası yiyor diye düşünmeyin. Hiç olmadığı kadar trafik kurallarına uyuyorum. Zaten elim mahkum. 

11 Ağustos 2025 Pazartesi

Kanı Verdim, Çokoprens'i Kaptım

Kızılay'a yaptığım rutin kan bağışımı sanırım en son 2019 salgınının Türkiye'de görülmeye başladığı 2020 yılında vermiştim.

Birbiri ardına gelen yasaklar başlamıştı. Adeta eve hapsetmişlerdi bizi. Yasak olsa da kan vermek için dışarıya çıkmada bir sakınca yoktu.

Bu vesileyle hem dışarıya çıkmış hem yürüyüşümü yapmış hem kan bağışımı yapmış hem de bronz madalyanın ardından ramak kalan gümüş madalyaya biraz daha yaklaşacaktım.

Meram Yaka'dan çıktım. Evliya Çelebi, Meram Yeniyol derken Zafer'e geldim. Yasak dolayısıyla bir zamanlar dopdolu olan Zafer adeta bomboştu.

Tansiyonumu ölçen Kızılay görevlisi, "Amca, uzaktan yürüyerek mi geldin yoksa" dedi. Evet dedim.

Az dinlendikten sonra kanımı verdim. Üzerine kan verenlerin vazgeçilmez atıştırmalığı Çokoprensi, Kızılay Maden Suyu ile birlikte yiyip içtim.

Sonrasında evimin yolunu yine yürüyerek tutmuştum.

Birkaç gün sonra Kızılay'dan, "Aile hekimine görünmem" gerektiğine dair bir mesaj aldım.

Aile hekimine gidip tam kan verdim. Ferritin değerim 12'ye düşmüş. Bu da kan vermeme engelmiş. Ancak 15'e çıkardığım zaman kan verebilirmişim.

Ferritin değerini yükseltmek için birkaç kutu kan ilacı içtim. Acaba kan kaçağı olabilir mi diye bir de kolonoskopi oldum. Temiz çıktı.

Ferritin değerim yükselince kan vermeye gittim. Kolonoskopi olunca sanırım 6 ay kan veremiyormuşum.

Yasak süresini doldurduktan sonra pandemi de bitmişti. Kan vermeye gittim. Ferritin değerim, 25 çıkmasına rağmen değerim 30'un altında olduğu için kan veremedim. 15'in üzeri değil miydi dediğimde doktor, "Pandemide kan ihtiyacı olduğundan 15 ve üzeri ferritin değeri olanlardan kan almıştık. Şimdi ise 30'un üzerine çıkarıldı dedi.

Sonrasında kan vermek nasip olmadı. Diş yaptırdım. Bir yıl bekledim. Burun ameliyatı oldum. Bir yıl daha bekledim.

Nihayet yasak sona erince 5 Ağustos günü soluğu Zafer Kızılay merkezinde aldım. 13.15-1415 arası öğle molası imiş. Gelmişken bekleyeyim dedim.

Saat 14.15 olunca 5-6 kişi birden kan vermek için girdik.

Formu doldurup verdim. Tansiyonum ölçüldü. Parmağımdan kan alındı. Doktorun yanına girdim. Birkaç soru sordu. "Kan vermende bir engel yok" dedi.

Az önce Tansiyonumu ölçen, "Hocam şuraya oturup su ve maden suyu içebilir, atıştırmalıktan yiyebilirsin" dedi.

Baktım, her zamanki menü. Maden suyu var. Bir de Çokoprens.

Çokoprensi görünce, ikramı geri çevirmedim.

Ardından kan verme yerinden çağırdılar. Tansiyonu alan görevli gibi içeride işlem yapan da hem güler yüzlü hem de pratik idi.

Bir taraftan başkasının kan işlemlerini yaptı. Ara ara bana da "Hocam, iyi misin" dedi durdu. Kızım, zahmet olmazsa bir fotoğrafımı çeker misin dedim. "Elbette" dedi. Birkaç tane çekiverdi.

Az dinlendikten sonra ikramlıklar odasına tekrar aldılar. Bir Çokoprens daha yedim, Kızılay Maden suyu ile birlikte.

Bu arada Çokoprens'e bayılırım. İlk defa iki tane birden yemiş oldum.

Tam çıkacağımda, az önce tansiyonumu ölçen kızımız, "Hocam, top aldınız mı" dedi. Ne topu? Top da mı veriyorsunuz dedim. "Evet" dedi. Bir tane getirip verdi. Galatasaray topu imiş dedim. "Evet" dedi. Güzel hediye oldu benim için. Yalnız beş torun var. Hangisine vereyim bunu şimdi dedim. Gülüştük. En son kan verdiğimde sanırım kaşkol idi Kızılay'ın verdiği hediye.

Topu büyük toruna verdim. GS'li idi zaten. Şişirin de şişik halde bir göreyim dedim. Ardından toruna, "Top deyip de geçme. Üzerinde benim kanım var. Şut çekerken biraz insaflı vur" dedim.

Hasılı, sevincime diyecek yok. Nasıl sevinmem. Beş yılın ardından ilk defa kan verebilmiş oldum. Sanırım 20. kan bağışım oldu. Kızılay'dan kanınız bozuk türünden bir mesaj gelmediğine göre sanırım kanım kabul gördü. Artık kaç kişiye kan olabilirsem. Beş yılın ardından Çokoprensi de yedim hem de iki tane birden. Üzerine bir de top hediyesi aldım. Hediye de GS topu olunca daha da sevindim. Top şayet FB olsaydı, toruna tüm gücünle sert vur derdim. Bunu da antrparantez söylemek isterim. Lütfen kayda geçsin. Kızılay’ın bu top hediyesinden, inşallah bazı FB'liler, lig baştan, Kızılay'ın GS topu vermesinden belliydi demezler.

9 Ağustos 2025 Cumartesi

Muhtar Azasının İmza Gücü

Tapuda işim vardı. İntikal için başvuruda bulundum. "Mesaj gelecek, mesajın ardından gelebilirsin. İlla mesajda belirtilen saat ve günde gelmen gerekmez. İncelemelerde eksiklik ve yanlışlık tespit edilirse ilgili arkadaş size dönüş yapar" dedi tapu müdürü.

4-5 gün sonra tapudan mesaj geldi. Ardından ilgili personel aradı: "Hocam, bugün geleceksen, intikalden önce düzeltme yaptırman gerekecek. Bizden alacağın ilmühaberi iki aza, muhtar ve kaymakamlığa imzalatacaksın. Sonrasında intikal tapularını vereceğiz" dedi.

12.20 gibi öğle arasına girmeden tapuya vardım. Daha önceden hazırlanan ilmühaberi aldım.

Mesai başlamadan öğle arası imza işini tamamlayayım dedim.

Azalar kim bilmem. Önce muhtarın iş yerine geldim. Muhtar yokmuş. Telefonunu verdiler. Aradım. Benim çıraklık öğrencilerinden bazılarının yaptığı gibi "Beni tanıdın mı" diye sormadım. Önce kendimi tanıttım. Bir imzanız gerekiyor. Nerede bulabilirim dedim. "Hocam 14.00'de Kaymakamlıkta toplantıda olacağım. 13.30 gibi gelirim" dedi. Şunlar şunlar aza. Onlardan ikisine imza attırabilirsin dedi.

İsimlerini hafızama aldığım bir azaya yöneldim. Arabasıyla eve doğru gidiyormuş. İşaret edip durdurdum. Selam, kelam ve hal hatırdan sonra şu ilmühabere imzan gerekiyor. İmzalayabilir misin dedim. Ne dedi bir tahmin edin bakalım. "Abi, muhtar imzalamadan ben imza atmam. Muhtar da ben imzalamadan imza atmayın diye sıkı sıkıya tembihledi." demez mi. Neye uğradığımı şaşırdım. Alt tarafı tapunun özene bezene incelediği ve hazır hale getirdiği ilmühabere imza atarak formalite yerine gelecek. Üstelik azayı tanırım. Hukukumuz var. Ailecek tanışırız. Oldu, teşekkür ederim dedim ama ayakta dona kaldım. Pekala muhtarı arayıp böyle bir evrak geldi. İmzalayalım mı diye sorabilirdi. 

Sonra kenara çekilip bir akrabamın yanına gelip çömeldim. Bir düşüncedir aldı beni. Muhtar mı büyük, aza mı dedim kendi kendime. Benim bildiğim en üst amir imzayı en son atar. Üyeler ise önceden. Azanın bu kafa yapısına göre muhtar da "Kaymakamlık imzalamadan ben bu ilmühaberi imzalamam" demesi gerekir. Benim bildiğim usul, adap, görgü ve prosedür böyledir. Ama bizimki anlaşılan ne olur ne olmaz diyerek imza atmaktan çekiniyor. Kazara imzadan dolayı başına bir şey gelse, muhtar imzaladı, ben de imzaladım diyecek.

İlmühaberi imzalamak için başka aza kim var derken yakınım dedi ki şu karşıdaki de aza. Ona imzalattır dedi. Orada bulunan iki kişi de aza dedi. Girdim dükkanına. Aza mısın dedim. "Evet" dedi. O zaman şuraya bir imzanı alayım dedim. "Getir imzalayayım" deyip imzaladı. Ardından az önce bulamadığım diğer azanın da geldiğini öğrendim. İkinci aza olarak da o imza attı. Sağ olsun, muhtar imzalamadan atmam demedi. Demek ki aza var, aza var. Biri risk almazken diğeri risk alabiliyor.

Azalarla imza işi bittikten sonra muhtarla buluşmak için kaymakamlığa gittim. Sağ olsun, aradı. "Hocam, ben kaymakamlığa girdim" diye. Yanında imzasını da kaşesini de getirmiş.

Muhtar toplantıya geçerken ben de en son imza için kaymakamlık yazı işleri müdürlüğüne geçtim. Yazı işleri müdürüne ilmühaberi vermeden önce görevli memur aza isimlerini ve imzalarını kontrol etti. Sonra kalkıp yazı işleri müdürünün odasına geçerek ilmühaber ile ilgili bilgi verdikten sonra geri geldi. "Azalardan şu isimli olan kişi yedek aza. Bunun imzası olmaz. Asıl azalardan birinin imzası gerekir. İlmühaberi yenilemeniz gerekir" deyince nevrim döndü. Bu kişiye aza mısın diye de sordum. Azayım dedi bana. Mübarek, yedek isen niye imza atıyorsun. Başka asıl bir üyeye imza attırsam olmaz mı? Çünkü muhtar toplantıya girdi. İlçe dışından geldim dedim ise de olmaz dendi.

Asıl aza da yedek aza da öğlen öğlen başıma iş açtı. Asıl olan önce muhtar imzalasın, sonra ben dedi. Yedek olan da ben yedeğim, asıl varken ben imzalayamam demedi. Sorumluluktan kaçan asıl üyenin de imza atmak için atılan yedek muhtar azasının da alacağı olsun.

Üzüldüğüm taraf aza ve muhtara imzalatarak öğle arası ilmühaber işini bitirdim derken işe sil baştan yeniden başlamam gerekiyor.

Şu var ki bu devirde muhtarlığa ne gerek var. Kaldırılmalı derdim. Hele muhtar azalarının irapta mahalli yok, etkisi yok, yetkisi yok, işi ve işlevi de yok derdim. Sadece seçimlerde alt alta yazılmış muhtar azalarına pusulasında görürdüm isimlerini. Bu isimler de sayım, döküm ve tutanak tutarken seçim sandığında görevli kişilerin iş yükünü artırmaktan, daha doğrusu çileden çıkarmaktan başka da bir işlevi yoktu nazarımda. Çünkü Cumhurbaşkanlığı, Büyükşehir, ilçe belediye başkanlıkları ve belediye meclis seçim iş ve işlemleri zaten epey zaman alıyor. Sandık görevlileri takatten kesildikten sonra muhtar ve aza iş ve işlemleri çekilmez oluyor. Neyse, bu da ayrı bir konu. Yalnız muhtar atmadan imza atmam diyen aza, iyi ki devletin üst düzey sorumlu bir makamında değil. Çünkü imza atmayacak devleti kilitlerdi. Aman ırak olsun devletten böyleleri.

Belki de bu imza atmayan, sen muhtarlıklara gereksiz görüyorsun ama ilmühaberlerde bizim imzamız gerekli. Yarın işin düşer, tıpış tıpış ayağımıza gelirsin. O zaman Hanya'yı, Konya'ya gösteririz sana dedi.

Neyse bırakayım bu işi. Kendi işime döneyim.

Hemen tapuya çıkarak aynı ilmühaberin imzasız çıktısını istedim. Tekrar mahalleye giderek biri aynı diğer farklı iki muhtar azasına evrakı imzalatıp kaymakamlığa geri döndüm. Muhtarın bulunduğu kata gelerek toplantının bitmesini bekledim. Bir 45 dakika bekledikten sonra muhtar toplantıdan çıktı. Durumu izah edip evrakı yeniden imzalatıp onaylattım.

Kaymakamlık yazı işleri müdürlüğüne giderek evrakı tekrar uzattım. Koca kütüğü açarak isim ve imzaları tekrar kontrol etti. "İmzaları azaların kendisi attı değil mi" dedi. Başka kim atacak dedim. Ardından yazı işleri müdürüne evrakı götürerek imzalar benziyor dedi. O da imzalayıp ilmühaberi verdi.

Tapuya çıkıp gerekli yerleri imzaladım. Yatırılması gerek iki ayrı harcı yatırdım. Müdür tapuları imzalayarak verdi.

Müdüre, 1750 metre karelik bir tarlanın tapusu yok dedim. "O tapu başkasına ait. Düzeltme de bundan dolayı idi. Onun üzerine aktardık. Çünkü isimler dışında annenin yaşı, anne ve baba adı tutmuyor" dedi. Canınız sağ olsun deyip çıktım.

Meğer benim git gel, azaları bul, onları bekle, ilmühaberi yenile yaptığım iş, 1750 metre karelik bir arazinin üzerimizden gitmesi içinmiş. Üzerine bir o kadar da yorulduğum yanıma kâr kaldı. Bunu da bana yaptırdılar. Tüm bu işlemlere 12.20'de başlamıştım. 16.30'da bitirdim.
Tarla üzerimizden gittikten sonra kaymakamlık binasından inip 17.00'deki otobüse binmek için karşı yola geçtim. O kadar koşuşturmanın ardından mıdır, eldeki arazinin gitmesinden midir bir iyi susamışım. Markete girerek soğuk bir su aldım. Bir içişte bitirdim. Artık hararetimi ne kadar aldıysa. Çünkü bunun üzerine soğuk su iyi giderdi.

Otobüse bindikten sonra biraderi aradım. Eldeki tarla da gitti. Falan akrabanın üzerine tapuladılar. Yalnız burayı hala biz ekiyoruz. Numarası varsa bir sorar mısın dedim. O da sormuş. "Bizim hiç arazimiz yok. Orası sizin. Ne zaman isterseniz, gelip imzayı atarım" demiş. Tapuda az önce elden çıkan tarla bu şekilde geri gelmiş, hararetim de dinmiş oldu.

Hasılı, tapuda işin mi var, veraset işin mi var. İşin var demek. Gidip gidip geleceksin. Keşke iş intikalden ibaret olsa. Daha bu işin paylaşımı var, tapu harcı var, üzerine ine alma var. Uğraştığıma değse bari.