Anı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Anı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

27 Temmuz 2025 Pazar

Çifte Kumrular

Evliya Çelebi Parkı yürüyüş yolunda yürüyüşümü yaptıktan sonra 00.00 sularında evimin yolunu tuttum.

Mahallem ıssız ve tenha. Normal saatlerde de pek insan yoğunluğu olmaz. Hele gece insi cin top oynar.

00.30 olmuştu ki evimin köşesine döndüm. Köşenin sol tarafında bir dikilen gördüm. Hayır ola bu saatte bu kişi niye dikilir ki dedim. Kimin nesidir diye alıcı gözle baktım. Meğerse iki kişilermiş dikilen. Aynı boyda biri erkek biri kız. Sarmaş dolaş olmuşlar. Kumrular gibiydi diyeyim ki anlayın. Bildiğiniz çifte kumrular. Sarmaş dolaş olmuşlar. Bir sarılmışlar ki ayırabilene aşk olsun.

Kedinin damdan dama atlarken donduğu eski kışlardan bir kış olsa bunlar soğuktan donmuş kalmış diyeceğim. Ama mevsim yaz. Sıcaklar ise gece bile bana mısın demiyor. Adeta yakıyor.

Onlar hareketsiz sarılmaya devam ededursun. Ben yoluma devam ettim.

Belli ki bu çift birbirine aşık. Kız bu mahallenin çocuğu. Oğlan ise başka mahalleden. Akşam akşam gezip tozmuşlar. Gezme bitince, oğlan evine kadar bırakmak için eşlik etmiş. Yürüyerek mi yoksa arabasıyla mı bilmem.

Artık ne kadar dolaştılarsa, nereleri gezip tozdularsa, şura senin, bura benim dolaşırlarken kaç defa sarıldılar bilmiyorum. Aşklarına bir virgül koyup gecenin son sarılmasını yapıyorlar. Ama bilin ki bu buluşma ve sarılma ne ilk olacak ne de son. Birliktelikleri devam ettiği müddetçe devam edecek.

Görünen o ki ciddiler. Bu iş evliliğe gider. Evlilikleri ne zaman olur, ana babaları bu görüşmelerden haberdar mı, bu görüşmeye rızaları var mıdır, bilmiyorum. Bildiğim kadarıyla siz de bilmiyorsunuz.

Tüm bunları ve daha fazlasını soramıyorsun tabi.

Evlenmeye kalkarlar da bu devirde düğün masrafının altından kalkabilirler mi? Yakında köşebaşında bir yoğunluk ve ardından konvoyu görürsem, tamam bu iş diyeceğim. Bekleyip göreceğiz.

Bu durumda yaptığım tek şey gördüğümü okumak, senaryo yazmak. Gördünüz gibi. İster beğenin ister beğenmeyin ister başka işin yok mu deyin. Ben senaryoyu yazdım bile.

26 Temmuz 2025 Cumartesi

Sultandağı'nın Ülke Ekonomisine Katkısı

Dikkat! Bu yazı bir tecrübe yazısıdır. Tecrübe deyip de geçmeyin. Çünkü her kişi anlatmaz tecrübesini. Üstelik bedava.

Yaz tatilindesiniz. Yazın bir şey yapmam, para harcamam lazım dediniz. Kaplıca mı, deniz mi derken kaplıcada karar kıldınız.

Acaba hangi kaplıca olsun? Uzak mı, yakın mı dediniz. Şura, bura derken at ile deve mi sanki. Hepsi sıcak su. En iyi kaplıca şehrine en yakın kaplıca dediniz.

Bu durumda sana yol göründü. Ilgın ve İsmil'i saymazsak Afyonkarahisar sana en uygun olanı.
Burada sorun kaplıca apart mı olacak otel mi? Apart olursa yeme, içme sana ait. O da apartın temiz olup olmayacağı bir muamma. O zaman paraya kıyayım, otel olsun. Yeme, içme ile uğraşmayayım. Akşam sabah açık büfe yer dururum diyorsun.

İyi de hangi otel olsun. Öyle ya iyisi var, kötüsü var. Bunu da düşünme. Eline cep telefonunu al. O değilden bir kaplıca reklamına tıkla. Arkası sökün eder zaten. Ülkenin neresinde bir kaplıca varsa hepsinin reklamı önüne düşer. Kesene uygun olanı seçersin. Ödemeyi de online olarak yaparsın. Ödeme kredi kartıyla olunca, üzerine bir de taksit olursa daha ne istersin. Yiyip için, gezin dolaşın, ay ay taksit ödeyin.

Bu hesabı kitabı yaptın ya geriye valizini alıp yola çıkmak düşer.

Bu arada arabanda yakıt zaten vardır. Yoksa da doldurursun. Gidiş geliş ne kadar yakıt yakacağını da hesap edersin.

Oteli de ödediğine göre çıkıyorsun yola. Yollar da o biçim. Otoban gibi. Üstelik bölünmüş yol. Devlet güzel ve kullanışlı yol için paradan kaçmamış. Hizmet dediğin böyle olur.

Bu durumda sana düşen bu yolun hakkını vermektir. Yolun hakkı ise yolun azami hız limitini kullanmaktır. 110 hız limiti zaman zaman hiç ummadığın anda 90'a hatta 70'e düşüyor. Karayolları trafik levhaları ne diyorsa onu yapacaksın. 110'luk yol önce 90'a, ardından 70'e inse ne istersin. Hafif yavaşlasan olur biter. Bu inişli çıkışlı hız limiti yol boyunca defalarca karşına çıkacak. Çünkü yol boyunca irili ufaklı meskûn mahaller eksik değil. Bazı yerlerde de EDES var. EDES'e dikkat edeceksin. Çünkü bu makine aygıtının hiç şakası yok. Özellikle Afyonkarahisar'a bağlı küçük ilçe Sultandağı'ndan gelip geçerken daha dikkatli olmalısın. Çünkü bu mevkie gelmeden, hız limitini önce 110'a çıkarıyor. Sonra bir bakmışsın, hız limiti 70 diyor ve EDES başlıyor. EDES'in ölçtüğü mesafe ise kısa. Sen 110'dan 70'e ininceye kadar zaten EDES bitiyor. Şükür alnımın akıyla geçtim diye sevinme. Çünkü ceza yedin. Geçmiş olsun. Bereket durduran eden yok. Cezan arkadan e devlet aracılığıyla geliyor.

Sultandağı'ndan kazara giderken yemezsen gelirken yersin cezayı. Çünkü hiç kaçarın yok. Elin mahkum. Ya bir ya da iki ceza.

Ben de nasıl olmuşsa giderken yemedim. Gelirken yedim. Konya merkeze girip evime yaklaştığımda, hanım, herhalde ceza yemeden geldik dedim. Dediğimle kaldım. Çünkü bir gün gecikmeli ceza e devlet aracılığıyla e postama düştü. Haliyle şükrüm de sevincim de kursağımda kaldı. Mayıstaki cezanın üzerine bu ceza katmerli oldu.

Kime, kaplıca dönüşü ceza yemişim dediğimde, o yolu bilen herkes Sultandağı'nda mı yedin diyor. Belli ki Sultandağı ceza yazmada mimli ve herkes biliyor. Öyle zannediyorum her gelip geçenin Sultandağı'nda bir ceza hikayesi, daha doğrusu acısı var. Ben kaçla geçtim bilmiyorum ama gelen ceza maddesine baktığım zaman hız limitini asgari aşmaktan ceza yemişim. Belki de 78' le yedim.

Sultandağı'na girerken çıkarken nasıl bir hız limiti belirlenmiş olmalı ki gelip geçen ceza yiyor. Bir kumpas var burada demeyeceğim. Çünkü devlet vatandaşına kumpas kurmaz. Yalnız bir anormallik var. Gerçi anormallik, biz sürücülere göre. Öyle görünüyor ki devlet nezdinde Sultandağı bir maden ve altın yumurtlayan bir tavuk. Adeta, yok öyle yağma. Üç kuruşa beş köfte olmaz. Sen ey sürücü! Yaptığım o güzel yollardan geç. Ben onca masraf edeyim. Sen kaplıcana git, otelde kal, keyif çat. Sadece otel ve yakıt masrafını hesaba kat. Sonra da geldiğin gibi çek git. Olur mu böyle? Hani benim hakkım diyor bu mevki.

Sultandağı da diyor ki küçük bir ilçeyim diye içimden transit geçmek olur mu? Bu cezayı ye ki hem bir katkın olsun hem de ben Sultandağı’nı hiç unutma.

Görünen o ki vatandaşlık görevi sadece askerlik yapmaktan, oy kullanmaktan, MTV ve sigorta yatırmaktan, KDV, ÖTV vesaire vergi vermekten ibaret değil. Trafik cezası yemek de bir vatandaşlık görevi. Değilse bu çorba nasıl kaynayacak, öyle değil mi?

Bu trafik cezası yeme hakkı veya görevi diğer vatandaşlık görevlerine benzemez. Çünkü onlar zamanı belli zorunlu vergiler. Trafik cezası ise hesaba katılmadan ekstre gelen gelirler. Devletin belirlediği 2025 yılı trafik ceza geliri, yılın ilk üç dört ayında aşıldığına göre belli ki devlet trafik cezalarını bir gelir kapısı olarak görüyor.

Sene sonunda 2025 yılı trafik cezası miktarı netleştiği zaman bu yıl kesilen trafik cezalarını abartmadığım anlaşılacak.

Oldu olacak devlet bu yıla trafik cezası yılı adı versin, olsun bitsin. Yakışır da. Çünkü arabası olup da bu yıl ceza yemeyen yok gibi.

Hasılı, gördünüz tecrübeyi. Benim evde tatile çıkmadan önceki hesabım tutmadı. Siz siz olun, tatile çıkarken sadece otel ve yakıt hesabı yapmayın. Gittiğiniz yol boyunca yiyeceğiniz trafik cezalarını da hesaba katın. Hesaba katın ki ceza yedikten sonra dut yemiş bülbüle dönmeyin. Önceden hesap edin ki ceza yiyince, zaten ben hesaba katmıştım deyin. Hatta ceza yemeyeceğim diye çok da uslu çocuk olmayın. Ceza yiyin ki cezadan gelen paralarla hazinemiz de biraz nefes alsın. Unutmayın bu da yani trafik cezası yemek de bir vatandaşlık görevi. Buna göz hakkı da denebilir.

Yok ben böyle bir görev istemiyorum diyorsanız, arabanızı satıp savacaksınız. Gideceğiniz yere, mümkünse yürüyerek, mümkün değilse otobüs vs. araçlarla gidin. İnanın yürümenin bir maliyeti yok. Devletin en sevmediği vatandaş türü, arabası olmayan, olup da arabasına binmeye vatandaş türüdür. Öyle ya devlete ne katkısı var bunların. Vatandaş dediğin ceza da yemeyecekse niye var değil mi?

Bu arada yazımı sonlandırırken Sultandağı’na bir parantez açmak isterim. Çünkü Sultandağı'nın ülke ekonomisine katkısı büyüktür. Şayet ileride yollar bölge bölge, mevki mevki özelleştirilirse, diğer yollara değil de sadece Sultandağı yolunun ihalesine girmek isterim. İhale kaçta kalırsa kalsın, en yüksek rakamı veririm. Çünkü akşam sabah para basarım bu yolda. Yalnız diğer bölge yollarını bilmem ama devlet her yeri özelleştirse, öyle zannediyorum, Sultandağı'nı kendisi çalıştırır. Buna da bir şey demem. Çünkü akıl, mantık bunu gerektirir. Öyle ya böyle değerli madeni kim bırakır elinden. Belli de ülke ekonomisi Sultandağı sayesinde ayakta duruyor. 

24 Temmuz 2025 Perşembe

Afyon Sucukları

Yazın ne yapalım, denize mi gidelim kaplıcaya mı dedim hanıma. Der demez elimden düşmeyen telefonuma, sahil ve kaplıca otellerinin reklamları önüme düşmeye başladı.

Teknolojinin biri bizi gözetliyor türünden hızı ve saniye geçmeden beni dinlemesi hayretime gitmedi değil. Öyle ya ta nereden beni dinliyor ve takip ediyor. Öbür odadaki çoluk çocuğumla bu hızla iletişim kuramadığıma hayıflanmadım değil.

Önüme düşen reklama tıklar tıklamaz Messenger'den, "Bizi tercih ettiğiniz için teşekkür ederiz Ramazan Bey, size nasıl yardımcı olabiliriz" türünden mesaj düştü hemen.

Sonrası sökün etti. Arka arkaya önüme sahil ve termal reklamları gelmeye başladı. Onu beğenmedi isen bu var, aha şu da var der gibi.

Gerek sahil gerek termal yetkililerinin Messenger'den hızına hayran kaldım.

Kaplıcaya gitmeye karar verdikten sonra tümden kaplıca reklamları gelmeye başladı. O kadar reklam önüme düştü ki daha kaplıcaya gitmeden içim dışım kaplıca oldu.

Kaplıcaya gittikten sonra içim dışım, önüm arkam termal oldu. Gidip geldim. Hala reklamlar gelmeye devam ediyor. Belli ki bir daha bir daha gel, bize de gel mesajları bunlar ya da gidip geldiğimden, termalde sıcak su marifetiyle çektiğim çileden haberdar değiller.

Kaplıcada iken Afyon lokumlarına bakayım diye yine kaplıcasıyla maruf komşu beldeye uğradım. Dükkanların önünde lokumdan fazla sucuğun teşhir edildiğini gördüm. Adeta dükkanların önü boy boy sucukla doluydu. Çoğu da önündeki tezgahta pişirdiği sucukları ikram ediyor gelip geçene.

Meraktan da olsa hiç fiyatlarını sormadığım sucukların bu şekil çok olmasını görünce, Afyon, sucuğuyla ünlü Kayseri'yi geçmiş dedim. Görünen o ki Afyon Kayseri'nin pabucunu dama atmış.

Afyon lokumu almak için bir iki dükkan gezerken dükkan önündeki sucuklar gözüme çarpmış olmalı ki tatili bitirip eve geldikten sonra sosyal medyada önüme Afyon sucukları reklamları gelmeye başladı. Bu tür reklamın gelmesi için o ürüne o değilden bakman yeterli. Şimdi kaplıca reklamları geride kaldı. Önüme mütemadiyen farklı marka sucuklar gelmeye başladı.

Sucuk pahalı falan demeyin. İnanın sudan ucuz. İşte fiyatlardan birkaçı. "5 kg dana sucuk sadece 990 lira". Bitmedi. "3 kilo ve üzeri alımlarda kargo ücretsiz". Bitmedi. "5 kg alımlarda tava, bıçak, çatal, kaşık hediye".

Yorumlara bakılırsa, hiç olumsuz yoruma rastlamadım. Alanın hepsi memnun.

Tek tük analiz raporu isteyen olursa DM'den dönüş yapıyorlar. İyi ki var bu DM.

İki yüz liraya sucuk olur mu diyenlere, firma özene bezene cevap veriyor. "Biz hem üretici hem yetiştiriciyiz. Aradaki komisyonları çıkardık. Ürünlerimizin yüzde 65'i dana eti, % 30'u dana iç yağı, % 5 baharat kullanıyoruz" açıklamasına yer veriyor.

Aha bir örnek daha: "5 kg sucuk alana, Afyon lokumu veya bir kangal sucuk bedava. Ücretsiz kargo, yüzde yüz dana eti".

"Beğenmiyorsanız geri iadeli" yazmayı da ihmal etmiyorlar.

Beş kg sucuğa 890 lira fiyat veren firma bile var.

Hepsi de sipariş hattı oluşturmak için iletişim numarası bile veriyor.

Sucuk siparişi için acele etmeyin. Şimdi önüme düştü. "5 kilo sucuk alana çelik, paslanmaz bıçak hediye. Üstelik 850 lira" reklamı düştü.

Gördüğünüz gibi Afyon sucukların hepsi böyle mi bilmem ama sosyal medyada reklamı verilenler sudan da ucuz ekmekten de. Ülkede hayat pahalılığı var diye felaket tellallarının bu fiyatlardan haberi yok galiba. Ucuzluğu görmek istemiyorlar belli ki.

Etin kilosunun market ve kasaplarda 800 lira olduğu günümüzde, 200 hatta 200 TL'nin altında sucuk inandırıcı değil. Firma ister yetiştirici ve üretici olsun. Yorumlara bakılırsa, eğer bu olumlu yazanlar kendileri değilse, alan memnun, satan memnun. Gördüğünüz gibi tasası da bana düştü.

Var bir anormallik ama bu anormalliği anlayabilmiş değilim. Kapasitem ve çapım el vermiyor.

Devletin, ürünlerinde tağşiş yapan firmaları günlük duyurduğu bir ortamda bu ucuz sucuklarla ilgili duyurusu var mı bilmiyorum. Ama devletin Afyon adına satışı yapılan bu ucuz sucukları mercek altına almasında fayda var hem de ivedilikle. En azından bu sucuklardan yiyen ya da yemek isteyen vatandaş ne yediğini bilsin.

Bu arada toptancı olmayayım. Tüm Afyon sucukları böyledir demiyorum. İçlerinde kaliteyi tutturmuş, marka olmuş ve makul fiyatla ürünümü satan firmalar vardır. Eğer 200 ve altı fiyata sucuğun kilosunu veren ürünlerde bir hile yoksa bu insanları da tebrik etmek lazım. 

Parkur Kültürümüz

Pandemide başladığım hızlı, tempolu ve uzun mesafeli yürüyüşlerim sayesinde fazla kilo ve göbekten kurtulmuştum. Bu şekil tempolu yürüyüşlerim için tercihim genelde şehir dışı ve rampa yerler olmuştu.

Günlük yine yürüyorum ama bu sefer şehir içinde ve tempo düşürerek yürüyorum. Terlemeden yürüyüşlerimi de 8-12 bin adımla sınırlandırdım. İki yıldır böyleyim.

Gel gör ki dört günlük yarım pansiyon kaplıca seyahatim hem kilomu artırdı hem de göbeğimi çıkardı.

Göbekteki anormalliği gördüm. Tartıya bir çıkayım dedim. Ne zamandır 74-75 bandında olan ben terazide kendimi 78,80 gördüm. Yanlışlık olmalı deyip inip inip çıktım. Yanlışlık yoktu. Basbayağı kilo almıştım.

Ne yapayım ne edeyim, bu kilo ve göbekten nasıl kurtulayım demedim. Çünkü ne yapacağımı biliyordum.

Hemen o günün akşamında eşofmanımı giyip çıktım evden. En yakın Evliya Çelebi Parkı parkuruna yöneldim. Yürümüyorum. Adeta koşuyorum. Tıpkı eski günlerdeki gibi.

2000 adımlık mesafeyi kısa zamanda aldım. Park, akşamın serinliğinde kalabalıktı. Hiç oyalanmadan parkura attım kendimi. Hem öyle böyle yürümüyorum. Tempo namına Allah ne verdiyse tepiyorum. 800 metrelik parkuru bir turladıktan sonra ikinci tura başlarken turu kaç dakikada tamamlayacağımı öğrenmek için kronometreyi çalıştırdım. 6 dakika 50 saniye sürdü. 2,5 yıldır hamlığa rağmen iyi sayılırdı bu tempo. Gördüm ki eski tempodan bir şey kaybetmemişim. Bu da benim adıma sevindiriciydi. Az daha gayret edersem ayaklar açıldıkça eski tempomu yakalamam an meselesiydi.

Üçüncü turu yürürken ikinci süremi egale etmek gerekir deyip iştaha geldim. Ama bir önceki altı dakika elli saniyeyi yakalamak ve bu süreyi egale etmek ne mümkündü. Çünkü genişliği dar parkurda yok yoktu. Yürüyüşünü ters yapanı mı ararsın, köpeğini gezdireni mi, ağır ağır yürüyeni mi, mesire yeri gibi volta atanı mı, yolun ortasında dikilip sohbet yapanı mı, senin hızlı hızlı geçtiğini gördüğü halde önünden yavaş yavaş dikey geçeni mi, bisiklet ve BinBin süreni mi, çocuğunu o kadar boşlukta çocuk arabasına yerleştirmeyip yürüyüş yolunun ortasında bindireni mi, dört kişinin yürüyebileceği yolu iki kişinin, yanından ve arasından kimseyi geçirmeyecek şekilde parkura yayıldığını mı ararsın. İnan yok yoktu. Tam önünde yürüyenleri sollayıp gitmek istiyorsun. Karşıdan ters gelenler ve anlattığım örnekler ister istemez tempomu düşürdüğü için 3.4. ve 5. turlarımda ilk süreyi yakalayamadım. Ya bekledim ya parkurda çıkıp çimlerin üzerine basarak kah solladım kah sağladım. Şu var ki eski zamanlardaki gibi bir iyi terledim. Yalnız gördüm ki bizim insanımızda parkur kültürü yok. Her yürüyüş yapan kendi kural, kuralsızlık, kültür ve kültürsüzlüğünü parkurda sergiliyor. Hoş, hangi alanda oturmuş kültürümüz var ki parkur kültürümüz olsun. Benimki de laf yani. Hakkını yemeyeyim. Bir hızla geldiğini gören ve hisseden yürüyüş severler de vardı. Hemen çekidüzen verip ya da yanındakini kendine doğru çekerek yol açanlar vardı. Ama sayıları azdı.

Güzel ve yürümeye elverişli parkurdaki onca olumsuzluğa rağmen parkurun bir iyi yönü vardı. Hızlı ve tempolu yürümeye trafik cezası yoktu. Çünkü hız limiti konmamış. Araç trafiğinde ben böyle araç sürseydim, azami hızdan dünyanın cezasını öderdim. Çünkü her yerde radar, her yerde TEDES ölçümü var.

Beş turun ardından sırılsıklam olup aynı tempo eve gelirken tempomdan hiçbir kaybetmediğimi hissedince kendime öz güvenim geldi. Benim Hakan Çalhanoğlu ve İlkay Gündoğdu'dan nerem eksik dedim. Onların jübile öncesi çocukluk aşkı olan Galatasaray'da top koşturma özlemi depreşti ise ben ne güne duruyorum. Bende de var GS aşkı. Üstelik ben Hakan ve İlkay gibi transfer ücreti falan istemem. Fahri olarak GS'de top koşturmak isterim. Her ne kadar yaşım onlardan biraz fazla olsa da gençlere taş çıkartacak şekilde tempoma güveniyorum. Yeter ki sarı kırmızı formayı giyeyim. Yeter ki bana top şu desinler. Top nere, ben ora koşar dururum. Barış Alper bile hızıma yetişemez. Bakmayın yaşımın 62 olduğuna dedim durdum kendi kendime yol boyunca. Bu arada formayı İlkay'dan da Hakan'dan da kapacağıma inancım tam. Bildiğim kadarıyla yaş sınırı da yok. Bu durumda çocukluk aşkım GS'de oynamamam için hiçbir sebep yok. Belki futbolcu lisansım eksik olabilir. Onu da köklü kulübüm halleder diye düşünüyorum.

Gülmeyin bana. Bu kadar da değil demeyin. Yarın yaşını, başını almış kişileri ilk on birde gördüğünüz zaman bizim Ramazan bunlardan iyiydi dersiniz de iş işten geçmiş olur. Çünkü alındıktan sonra çıkmam sahaya.

Derdim parkur kültürüne değinmekti. Gördüğünüz gibi nerelere girip çıktım. Kimlere göz kırptım. Ne diyeyim, huyum kurusun. Bir de parkurlara parkur kültürü gelsin. Hele herkes bir yöne yürürken o tersinden gelenleri ve bunda inat edenleri Allah bildiği gibi yapsın.

Bu arada parkurlarda parkur kültürü yok diye köşeme çekilmeyeceğim. Göbekteki bu arızi durumu gidermek için ben yine yürümeye devam edeceğim. Ama parkurlarda ama başka sokak ve caddelerde.

22 Temmuz 2025 Salı

Nasıl Poz Vereceğinizi Görün!

Kaplıcasıyla ünlü bir belde belediye başkanı hiç otobüsün geçtiğini görmediğim yol kenarına bir otobüs durağı yaptırmış. Durağın iki tarafına da bu şekil poz vererek "Termal bölgemize hoşgeldiniz" yazısı yazdırmış. En alt tarafa da ismini, altına da ... Belediye Başkanı yazdırmış.

Eller cepte verdiği bu poz dikkatimi çekti.

Bu görüntüsüyle başkan daha dün ben de sizin gibiydim. Başkan olun siz de böyle yapın, böyle poz verin der gibi. 

Bir poz nasıl verilir, görmedi iseniz görün diye sizler için bu fotoğrafı seçtim. Olur ya bir gün belediye başkanı olursunuz, nasıl poz vereceğinizi bilemezseniz, acemilik çekmeyesiniz diye sizler için fotoğrafladım. Unutmayın, ellerin cepte olmasına dikkat edin.

Bir de belde belediye başkanı olduğunuz zaman böyle eller cepte poz vereceksiniz. Bir ilçeye, ile veya büyük şehire belediye başkanı seçilirseniz, inan nasıl poz verilir, bunu şimdiden kestiremiyorum. Sadece sizler için yorum yapabilirim. Bir belde başkanı böyle eller cepte poz veriyorsa, diğer başkanlıklarda yine eller cepte bir iyi gamıdır mısınız, ayakkabıların arkasına mı basarsınız, ceketi omzunuza mı atarsınız, onu siz daha iyi bilirsiniz. Ama nasıl poz verileceğini bence en iyi bu başkan bilir. Bunu bilmek için de bu genç başkanı bir büyük şehire başkan yapmak lazım. 

Bu arada pozu veren vermiş, fotoğrafı çeken çekmiş, otobüs durağına yapıştıran yapıştırmış. Bu muhteşem üçlüyü (çekinen, çeken ve yapıştıran) tebrik etmek lazım.

Belediye başkanı olursak böyle poz güzel ama daha farklı poz vermek isterim derseniz, bir zaman Isparta'ya giderken Eğirdir Gölünün önünde küçüklük özlemim bir poza sembolik olarak yer vermiştim. Size böyle bir poz öneririm. Bu iyiliğimi de unutmayın. Hava kapalı, kameram da iyi olmadığı için fotom net çıkmamış ama yine de size fikir verir düşüncesindeyim.

Bir de belediye başkanı olursanız, pozdan sonra fotoğrafınızı yapıştırdıttığınızda "Hoşgeldiniz" derken bunun " Hoş geldiniz" şeklinde ayrı yazılmasına dikkat edin. Lütfen Türkçemizi katletmeyin.

20 Temmuz 2025 Pazar

Termal ve Oruç

Geldim, gezdim, gördüm hem de hakkalyakin.

Konforumdan ödün vermedim buraya gelmek ve burada kalmak için. Siz buna itibardan tasarruf etmemişsin deyin. Öyle ya varsa harcayacaksın.

Yediğin, içtiğin senin olsun, varsın itibar da senin olsun, kaplıca nasıl derseniz, bilin ki anlatmakla olmaz. Ancak yaşanır. Gelip görmelisiniz gününüzü. Yine de anlatayım:

Valizleri hazırlayıp birkaç günlüğüne taşınıyorsunuz kaplıcaya.

Odaya girer girmez 1.5*2 metre ebadındaki havuzu sıcak suyla dolduruyorsunuz. Suya girilebilecek gibi ise hemen girebilirsiniz. Yakıyorsa az soğumasını bekliyorsunuz.

Suyun içinde iken kaç dakika oldu suya gireli diye durmadan kolundaki saate bakıyorsun. Çünkü faydası için bir 20 dakika içinde durman gerekiyormuş.

Bu zaman zarfında telefon yok, İnternet yok. Yeme, içme zaten yok. Havuzun bir kenarında büzüşüp duruyorsun. Çok zaman oldu diye o değilden saate bakıyorsun. Akrebi de yelkovanı da demir atmış limana. Tık yok. Saniye ise bal yapmaz arı misali fırıl fırıl dönüyor.

Anlayamadım, biraz daha açar mısın demeyin, dalga geçmeyin benimle. Bildiğiniz ramazan ayından bir gün. Hem de en uzun günlerinden bir gün. 20 dakika deyip de geçmeyin. Bu kadar süre sıcak suda hareketsiz durmak oruçtan beter. Bilin ki oruç daha masum.

Suda süreyi tamamlamak için hayal kurmaya kalkıyorsun. Hiçbir şey aklına gelmiyor. Yazı yazmaya kalkıyorsun zihnen. Su onu da yazdırmıyor. Ayrıca zihne yazı yazmak suya yazı yazmak gibidir.

Ömründen ömür alan bu yirmi dakika bitince, arkana bakmadan sudan çıkıyorsun. Adeta kaçıyorsun. Ramazanda akşam ezanı okunur gibi seviniyorsun. Günde üç defa giriyorsan bu havuza, tıpkı ramazanın bitmesine şu kadar kaldı dediğin gibi kaldı iki havuz seansı daha diyorsun.

Havuzdan çıkmakla iş bitmiyor. Ardından duş alıyorsun.

Havluya sarıp sarmalanıp evdeki gibi kurulanıyorsun. Ama kurulanmak ne mümkün. Vücudundan ter fışkırıyor. Buram buram terliyorsun.

Güç bela giyiniyorsun. Balkona çıkayım diyorsun. Çıkmak ne mümkün. Rüzgar esiyor. Ne olursa olsun, bunaldım çıkacağım dersen, sen bilirsin. Yalnız bil ki ıslak ıslak esen rüzgar seni yatağa düşürür. Bu da şifa bulacağım derken şifa kapmak gibi bir şey olur.

Faydası ne diyorsanız, say say bitmez. Neyin vardı da gittin, faydasını gördün mü derseniz, bir şeyim yoktu ki göreyim. Dertlenmeye geldim vesselam.

O zaman ne diye gittin derseniz, Dedim ya dert yokken dertlenmek isteyenlerin adresi buralar. Yeter ki sen dert iste, yeter ki paran olsun. O gelir seni bulur.

Havuzu varmış, hamamı varmış, bilmem tuz odası, buhar odası varmış bana ne? Maksat dertlenmek değil mi? Odadaki termal neyime yetmez.

Maksat sıcak suya girmek değil mi? O kadar yolu tepmektense hiç yola çıkmadan evin banyosunda da bunu yapabilirsin diyebilirsiniz. Doğru dersiniz de yağı, tuzu aynı fiyata gelir. Çünkü yakan doğal gaz ve akan su ocağına incir diker. Zira belediye şebeke suyunun ve doğal gazın hiç şakası yok. Hele bir de bu ikisine olan devletin desteği de bir gün kalkarsa yatacak yerimiz olmaz bilesiniz.

Hasılı kaplıca kaplıca dedikleri, termal termal dedikleri, sıcak su, şifalı su, SPA dedikleri, bildiğin geçmek bilmeyen uzun günlerin orucundan başka bir şey değil. Ramazan çıkınca bayram yapıyorsun. Kaplıcaya daha varmadan masrafı bayılıyorsun. Bayram için bayram hazırlığı yapıyorsun. Bu da masraf demek. Kaplıca da masraf demek hem de kaç bayram hazırlığının masrafını kaplıcaya bayılıp gidiyorsun.

Gördüğünüz gibi kaplıcanın benim için ne anlama geldiğini sizi tenzih ederim ama “geri zekalıya anlatır gibi anlattım”. Buna rağmen yine anlamadık yine anlamadık derseniz, bir kaplıcaya gidin, gününüzü görün. Daha ne diyeyim mübarekler. Yok, biz bu trşbiji beğenmedik derseniz, biliniz ki bildiğiniz çilehane. 

Para yok, kaplıcaya nasıl gideriz diyorsanız, oruç tutun oruç. Aynı kapıya çıkar. Üstelik bayramı hariç masrafsız.

19 Temmuz 2025 Cumartesi

Beş Litrelik Su ile Banyo

Gazlıgöl'ün karşısında yer alan İhsaniye ilçesi Yaylabağı Kasabasında bir kaplıcadayım.

Misafirliğimin ikinci günü cuma namazı için yakındaki bir camiye doğru yola çıktım. Ardımdan gelen bir araba durdu. Arabada iki kişilerdi. Cumaya mı gidiyorsun dediler. Evet dedim. Buyur, birlikte gidelim. Biz de şu yandaki kaplıca çalışanlarıyız dediler. İşleriniz nasıl dedim. Sezonu yeni açmamıza rağmen termali doldurduk şükür dediler.

İki, üç dakika kala camiye girdim.

Kısa boylu, anormal kilolu ve büyük göbekli biri kürsüde vaaz veriyordu.

İsraftan bahsediyordu vaazında. İsrafa dair sağdan, soldan örnekler verdi. Vaazın sonlarına doğru haftaya birkaç günlüğüne il dışında olacağını, kendisini göremedikleri zaman Cimer'e şikayet etmemeleri gerektiğini, bunun çok terbiyesizce olduğunu, böyle yapmak yerine müftülüğe sormalarının daha uygun olacağını söyledi.

Gördüğüm kadarıyla Yaylabağı beldesinde meskûn mahal yok. Yer, gök termal, otel ve apart. Burada olsa olsa kaplıcalarda çalışan yerli halk olur. Onlar da cumadan cumaya gelir, diğer vakitlere iş vakti pek geldiklerini sanmıyorum. Tıklım tıklım dolu olan caminin cemaatinin civar illerden kaplıca için geldiklerini sanıyorum. Dışarıdan gelenlerin de bu cami imamı nerede deyip Cimer'e yazacağına hiç ihtimal vermiyorum. Bence bu konuşma da İsrafa bir örnek idi.

Neyse döneyim tekrar israf konusuna. Ezan bittikten iki, üç dakika daha vaaza devam etti imam. Kürsünün arkasında kendisini yanlış görmüş olabilirim. Minbere giderken göbeğine bir bakayım dedim. Göbek aşağıya doğru sarkmış bile. Belli ki normal göbek değil görevlideki göbek.

Yanlış anlaşılmasın, kimsenin göbeğinde ve fiziki yönünde değilim. Ama israftan bahseden birinin göbeği bu şekil anormal olmamalı. Çünkü bu göbek fazla yemenin, dengesiz beslenmenin bir göstergesi. Özel bir durumu yoksa belli ki bu göbek israfın bir sonucu.

Sonra görevli yok diye Cimer'e yazmanın neresi terbiyesizce. Vatandaş seni yerinde bulamazsa niye müftülüğü arasın. Cami girişine izinli olduğunu yazarsın, olur biter.

Hutbeye çıktı. Hutbe de israf üzerine idi. Ağırlıklı olarak su israfı üzerinde durdu. Hutbe metnini baştan sona okumadı. Kah okudu kah araya kendisi ilaveler yaptı. Belli ki konuşmayı iyi beceriyor. Derken banyodaki yapılan israflara değindi. "Peygamber ne kadar suyla yıkanıyordu biliyor musunuz? Beş litrelik sudan daha az" dedi. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Mübarek, peygamberin hiç mi özel hayatı yoktu. Kaç litre su ile gusül aldığını söylemek olacak şey değil. Şeffaflığın bu kadarı fazla. Bu kadar sudan az deyinceye kadar peygamber su kaynaklarını kullanmada özen gösterir, ne fazla ne eksik, yeterince kullanırdı dese, cemaatten biri bugünkü pet şişeye göre kaç litre su kullanırdı diye mi soracak? İşkembeden atmanın da bir sınırı olmalı bence.

Hasılı, banyoda beş litre sudan az bir suyla banyo yapmadı iseniz suyu israf ediyorsunuz millet. Benden söylemesi. Kaynağını yukarıda söyledim. Bu arada bu kilo ve göbek ile bu görevli beş litrelik bir su ile yıkansın, elini öpeceğim onun.

16 Temmuz 2025 Çarşamba

Tek Tip Kıyafet Israrımız

Milli Eğitim Bakanı'nın açıklamasına göre 2025-2026 öğretim yılından itibaren ilk, orta ve lise öğrencilerine okul forması zorunluluğu getirilecek. Şayet bir erteleme söz konusu olmazsa.

Şimdiye kadar nasıldı, zaten öyle değil mi idi derseniz, okullarda okul forması vardı. Fakat bu forma tercihi, velilerin yüzde 51'inin serbest kıyafet ya da okul forması tercihine bağlı idi. Artık bu karara göre veliye görüşü sorulmayacak.

Gerçi velilere sorulduğu zaman velilerin kahir ekseriyeti zaten okul forması tercihinde bulunuyordu.

Okullarda tek tip okul formasını, öğrenciler dışında veliler, öğretmenler, idareciler, forma ticareti yapan firmalar ve vatandaşlar istiyor.

Forma olsun diyenler, okullarda düzen olsun, güvenlik sağlansın, öğrenci absürt kıyafetle gelmesin, zengin ve fakir çocuğu ayrımı olmasın düşüncesindeler.

Forma ticareti yapan firmalar da forma olsun ki bizim işimiz yürüsün. Bu sektörde çalışan az sayıdaki firma okul sezonunda para bassın düşüncesindeler.

İşin garibi beden öğrencinin, formayı öğrenci giyecek, zevkler ve renkler tartışılmaz dense de öğrenciye söz hakkı yok. Öğrenciler de son raddeye kadar bu formayı giymemek için direniyor. Kaçak göçek içeri girerim düşüncesiyle okula gelen öğrenci, idareciye yakalandığı zaman formam çantamda deyip gösteriyor. Derse girmeden elbise değişikliği yapıyor. Çoğu öğrencinin çantasında ya okul forması ya da sivil kıyafet var. Okul çıkışı okuldan çıkmadan sivilleri wc'ye girip değiştiriyor.

Okul idarecileri ve öğretmenlerin giriş ve çıkışlarda, teneffüs aralarında kıyafet kontrolü yaygındır. Okul müdürleri ise Allah'ın günü eline mikrofonu alır, şu günden itibaren okul kıyafeti olmayanı okula almayacağım uyarısı yapar.

Gören de veli, firma, müdür, öğretmenler ve üst düzey yöneticilerin gözünde eğitim ve öğretimin sorunu okul kıyafeti sanır. Şu öğrenciler direnmeyip okula okul formasıyla gelseler eğitimin hiçbir sorunu kalmayacak. Forma satışı yapanlarla birlikte anneler de çok sevinecek. Çünkü okul forma zorunluluğu olunca, çocuğu sabah sabah "Anne ne giyeyim" diye kendisini tatlı uykusundan uyandırmayacak. Çocuk kalkıp dolaptaki formasını giyip sessizce evden çıkacak.

Çocuk sessizce nasıl çıksın, daha kahvaltı yapacak demeyin. İstisnalar hariç evlerde kahvaltı yapan pek çocuk kalmadı. Ekseriyeti kahvaltıyı okul yolunda ya da sınıfta yapıyor. Aslında okul formasından önce okullardaki en büyük sorun kahvaltı sorunu. Herkeste mazeret hazır. Efendim, o saatte kahvaltı yapasım gelmiyor deniyor. Aslında sınıf ortamında simit, poğaça, dengesiz ve sağlıksız beslenmenin başlıca iki atıştırmalığı. Okula aç be aç gelen çocuk yol üzerinden aldığı bu iki ana menüyü ya teneffüste ya derste hocanın karşısında gizli ya da alenen yiyecek. Yarı gevip yutacak. Başka da yolu yok bunun. Gerçi bu sorun sadece çocukların değil, çalışan anne ve babaların çoğunun bir sorunu. Onlar da çocuklarından farklı değil. Çoğu işyerinde ya da arabasıyla giderken simitle geçiştiriyor kahvaltıyı.

Neyse görünen o ki ülkenin kahvaltı diye bir sorunu yok. Boşu boşuna gündeme getirmeyeyim. Biz dönelim en önemli görülen okul forması sorunumuza.

Bu konuda çok yazdım. Çok üzerinde durmayacağım. Ama şunları da yazmadan edemeyeceğim. İster milli eğitim camiası ister veliler, okul formasıyla ilgili ne sebep söylerlerse söylesinler, bilsinler ki öğrenciler tek tip kıyafetten hoşnut olmuyor. Tiksinti duydukları formaların içine onları hapsediyoruz. Hepimizin amacı çocuklarımızın mutluluğu ama serbest kıyafetle gelme mutluluğunu onlardan esirgiyoruz. Aslında her tek tip kıyafet tek tip insan yetiştirmek gibidir. Bir sürü psikolojisidir, kolaycılığa kaçmaktır. Onlardan birey olmasını esirgemektir. Daha küçük yaşta özgürlüklerini kısıtlamaktır. 

Kimse kusura bakmasın, okul forması adı altında forma ticareti yapan firmalara teslim olunuyor. Abarttın demeyin. İlk serbest kıyafet uygulamasını Bakan Ömer Dinçer getirmişti. Öğrenciler serbestçe okullara gelmeye başlamıştı. Böyle bir zamanda forma satışı yapan bir firma sahibi, "Ramazan abi, serbest kıyafetle birlikte bizim satışlar bıçak gibi kesildi. Sinek avlamaya başladık. Olmayacak böyle dedik. Ankara'ya gidip gele veli tercihi kararını çıkarttık. İşler tekrar yoluna girdi şükür" demişti. Bu anekdot bile firma sahiplerine boyun eğmenin bir örneğidir. Burada forma konusunda firmaların baskısı var. Milli eğitim de buna boyun eğiyor anlamı çıkmasın. Herkesi tenzih ederim. Ama bilerek veya bilmeyerek firmaların dediği oluyor. Bu arada forma satışı yapan firmalara kızıyor değilim. Onlar da ekmeğinin peşinde. 

Okul formaları da ah bir iş görse. Görselliğinin dışında çok bir işlevi yok. Çünkü kış geldi mi okul formalarının üzerine mont veya kalın bir şey giymek zorunda kalıyor öğrenci. Okuldan biri nerede senin forman dediği zaman gömleğin altındaki formayı gösteriyor. Bu durumda ne anladım ben formadan. Sadece giydirmiş olmak için galiba. Çünkü triko türü okul formaları yazın yakıyor, kışın donduruyor. Yani hiç sağlıklı değil. Bir iyi yönü var, diğer kıyafetler gibi pahalı değil, çabuk eskimiyor. Yıka yıka, giy. Ütü derdi de yok.

Bir de forma giydin, giymedin yüzünden niye hep okul idarecileri ve öğretmenler durmadan forma kontrolü yapmak zorunda olsun. Çünkü bu, bir nefreti beraberinde getiriyor.

Neyse karar verilmiş, benim dediğim olmayacak. Bari forma zorunlu olacaksa,

Okul idarecileri, lütfen kıyafetin üzerine okul arması işletmeyin. Rengin dışında yazı, çizi olmasın. Olur ya bazı çocuklar okul dışında da bu formayı elbise niyetine giymek isteyebilir.

Her okul ayrı ayrı okul forması belirleyeceğine, tüm Türkiye'de veya her şehirde her okul kademesi için tek tip okul forması belirlensin. Çünkü nakiller çok oluyor. Çocuk okul değiştirdikçe yeni forma almak zorunda kalabiliyor.

Biliyorum, katılmadınız bu düşünceme. No problem. Ama şu var ki bu ülke insanı kaportadan pardon kıyafetten çok çekti. Gelin şu çocuklara çocukluklarını zehir etmeyelim. Denetimli serbestlik çerçevesinde onları hayata hazırlayalım.

10 Temmuz 2025 Perşembe

Sıraya mı Girdiniz Mübarekler

Günlerden çarşamba. Kahvaltı yaparken sosyal medyaya bir göz attım. İlkokuldan okul arkadaşımın annesinin vefat ettiğini, cenazenin öğle vakti Üçler'de defnedileceği duyurusunu gördüm.

Teyzenin ölüm haberini görünce, bu teyzenin yaşadığını öğrenmiş oldum. Bildiğim kadarıyla kocası vefat edeli 25 seneyi geçmiştir. dedim.

Hava durumuna baktım. Dereceler 37'yi gösteriyor. Sıcak olmaya sıcak. Ölüm, sıcak-soğuk dinlemiyor. Bu cenazeye katılayım dedim.

Cenaze nasıl hava raporunu takip etmezse, ben de yürüyüşte sıcak soğuk dinlemem. Bir 40-45 dakika yürümem gerekecek bu sıcakta.

Mezarlığın içinden musallaya doğru ilerlerken cenaze isimleri okunmaya başladı. Epey isim saydı.

Musallada fazla kişi yoktu. En arkada safa durdum.

Cenaze namazının kılınışını anlattı görevli.

Başladık cenaze namazını kılmaya. 1, 2, 3, 4, 5 derken nihayet 6.da geldiğim cenaze ismi okundu. Onu da kıldık.

Mübarekler, bu sıcakta sıraya girmişler adeta.

Bu arada bugüne kadar tek seferde kıldığım en çok cenaze oldu. Üstelik hepsi de kadın.

6 cenaze olmasına rağmen musalla alanı dolu değildi. Ya sıcak etkilemiş milleti ya da bugün ölenlerin hepsi garibandı.

Az sayıda kadın da sağ tarafta cenaze namazı için saf tutmuştu. Cenazeye iştirak etmeyip kenarda bekleşen yine az sayıda kadın ve erkek vardı. Onlar belli ki cenaze yakınları. Gelenler kılar bizim cenazenin namazını. Bize gerek yok demiş olmalılar ya da bugüne kadar hiç siftahımız olmadı, aynı şekilde devam edelim düşüncesi baskın çıkmış olmalı.

İsmi okunan mevtanın yakınları sala yapışarak omuzları üstünde cenazelerini mezarlığa taşıdılar. Bizim mevtanın ismi yine en son okundu. Biz de saf tutarak sala yapıştık. İkinci defa sala yapışma imkanı olmadı. Cenaze yakınları elleşerek götürdüler.

6 cenaze sağlı, sollu mezarlığın içine dağıldı. Az sayıdaki kalabalık görünmez oldu. Zaten o kadar az cemaat bir de altıya bölününce her bir cenazeye katılım sayısı düşük kaldı.

Cenaze defnedilirken bir yakınımla kenarda biraz lafladık. Dururken iki tarafta da okunan süreler birbirine karıştı. Belli ki diğer bir cenaze defni de yakınımızda. Konuşmayı kestik.

Yapılan duanın ardından cenaze yakınlarının telkinini bekledik.

Telkini bitiren cenaze yakınları yol üzerindeki çeşmeye gelerek ellerini ve yüzlerini yıkayarak serinlediler. Zira kolay değil yakıcı sıcağın altında defin. Bu arada böyle sıcaklarda güneşin altında çalışanlara kolaylıklar dilerim.

Ardından yan yana dizildiler. Biz de sıraya geçip taziyelerimizi diledik. Sonra dağıldık.

Bu cenazede dikkatimi çeken, namazı kılınan cenazelerin hepsinin de kadın olması. Bizim cenaze yaşlıydı. Öyle zannediyorum, diğerleri de yaşlı idi. Bizimki kocasının ardından bir 25 sene daha yaşadığına göre büyük ihtimal diğerleri de kocalarının ardından fazlaca yaşamıştır. İhtimal dahilinde desem de şu bir gerçek ki kadınların büyük çoğunluğu kocalarından daha fazla yaşıyor. Fazla yaşamaları, “Bu ülkede kadınlar eziliyor” sözünü çürütüyor.

9 Temmuz 2025 Çarşamba

Cins Yayalar

Üçler'de bir cenazeye katılmak için evden çıktım. İstasyon, Anıt derken kestirmeden gideyim diyerek rotayı Larende'ye çevirdim.

Yolun sağ kaldırımından yürüyorum. Mümtaz Koru İHL sağımda iken 18-20 yaşlarında bir kızımız Anıt Hastanesinin aradan çıktı. Önümden yola doğru yöneldi. Belli ki karşıya geçecek.

Bu yolu bilenler bilir. Bölünmüş yol değil. İşlek bir cadde. Yayalar geçsin diye buraya ışıklı bir yaya geçidi konmuş. Karşıdan karşıya geçecek yaya trafik düğmesine basarak araçları iki taraflı durduruyor. Yayalar da rahat geçiyor.

Kızımızın geçeceği caddeye baktım. Her zamanki gibi değildi yol. İki taraftan da gelen hiç araç yoktu. Yolun uzağından gelen bir araç bile gözüme çarpmadı.

Bu durumda kızımız ne yaptı dersiniz? Yaya düğmesine bastı. Işığın yayaya yeşil yanmasını beklemeden ve hızlı adım atmasına gerek kalmadan, yayaya yani kendisine kırmızı yanarken sallana sallana karşıya geçti. Ardından üç beş adım yürüdükten sonra dolmuşa binecekmiş gibi yüzü kaldırıma dönük kaldırımda durdu.

Az sonra yayaya yeşil, araçlara kırmızı yandı. İki taraftan gelen araçlar kırmızı ışıkta durdu. Araç yoğunluğu uzadı da uzadı. Ah bu arada yani yayaya yeşil yanarken bir tane yaya karşıdan geçse hiç gam yemeyecektim.

Bir araçlara bir de karşı kaldırımda dikilen kıza baktım. Kız, sayesinde durdurduğu araçlara hiç bakmadı bile. Gözünü gelecek dolmuşa çevirmişti.

Halbuki bir düğmeye basarak bu kadar aracı durduran ben olsaydım, sağlı sollu sıralanmış araçlara bir göz atar. İşte şu araçlar, benim eserim havasını atardım. Sanırım mütevazılığından olsa gerek, kızımız buna gerek görmedi. Şu var ki kırmızıda duran araç sahipleri nerede bu yayalar, madem bastılar, niye geçen yok deyip durmuşlardır.

Yazımı buraya kadar okuyan, cenazeye yetişeceksin. Şu dikkatini çeken şeye bak. Ülkenin bu kadar derdi varken mesele edindiğine değmez. Bu kadar hassasiyete gerek yok. Cenazene git diyebilir.

Böyle düşünene el hak haklısın derim. Ama garipsediğim bu durumu yazı konusu edinme hakkımı da kimse elimden alamaz. Nasıl ki yaya geçicinden geçmek için düğmeye basmak her yayanın bir hakkı ise bu hakkı yazı konusu edinmek de benim hakkım. O yüzden varın işinize gidin. Ben cenazeye bir şekil yetişirim.

Bu arada bu kızımız bu yaptığı işte yalnız değil. Bu tipler bir familya. Aynı aileden bazılarını Konya Lisesi önündeki ışıklı yaya geçidinde de görürüm. Onlar da hiç araç gelmediği halde önce ışığa basıp ışığın yeşile dönmesini beklemeden geçiyorlar. Ardından araçlara kırmızı yanıp araçlar beklemeye koyuluyor. Bu familya ise hiç arkalarına bakmadan gözden kayboluyor. Öyle ya hak haktır. Bu hak kullanılır, devredilemez.

Hiç araç olmadığı halde karşıdan karşıya geçecek olanlar yaşlı ya da bir grup öğrenci olsa, yol boş olsa da tam yolun ortasında iken araçlar gelebilir diye düğmeye basabilir diyeceğim. Ama bugüne kadar gördüklerimin hepsi genç. Haydi düğmeye bastılar diyelim. Bari kendilerine yeşil yanmasını bekleseler hiç gam yemeyeceğim. Öyle ya madem kırmızıda geçeceksin. Ne diye düğmeye basıyorsun?

Ha bu tip cins yayalar, hakkımdır. Bu hakkımı tepe tepe kullanırım. Kime ne derse, küçük dilimi yutarım. Ha şunu derlerse, "Bey amca, biz bu cinsliği yapmazsak, sana buradan yazı çıkmazdı derlerse, eh haklılar derim. Gördüğünüz gibi yazı konusu çıktı bana. Sağ olsunlar.

Bu arada meraklısı için niyet ettiğim cenazeye yetiştim. Bu ayaklar, bu yürüme azmi bende oldukça evelallah kaçmaz. Yalnız bir cenazeye niyet etmiştim evden çıkarken. Neye niyet neye kısmet. Karşıma ilaveten beş kadın cenazesi daha çıktı. Hepsine ayrı ayrı niyet ederek altı defa cenaze namazı kıldık. Bu arada Üçler'de bugüne kadar o kadar cenazeye katıldım. Musallada birden fazla cenaze gördüm. Bugüne kadar bu kadar fazlası nasip olmamıştı. Mübarekler, bu sıcakta ta nereden geldi. Bizimkini de kılıversin demiş olmalılar.

Sıcak o kadar fazla idi ki cenazesini gömen cenaze yakınları, el yüz yıkamak için çeşmelere kendilerini gücün attı. Termometreler 37 dereceyi gösteriyordu. Öğle vakti güneş tam tepedeyken hissedilen sıcaklık kaçtı bilmiyorum. Ölenlere rahmet.

3 Temmuz 2025 Perşembe

Trump'ı Sizden Önce Tanıdım

Kaç yıllardır görmediğim, zamanında birlikte olduğum zaman da pek teşriki mesaim olmayan biri ile bir arkadaşın düğünümde karşılaştım.

İçini bilmem ama görüntüsü havalı bir tip idi. Konuşmasına da yansımıştır bu hava. Oldum olası içim ısınmaz böyle tepeden bakan kişilere.
Haliyle hal hatır, ne var ne yok yok türünden konuştuk. Ne yapıp ne ettiğini sordum. Kısa cevaplar aldım ama verdiği cevaplar net değildi. Hep ikircikli idi.

Bir gözümüz kızı ne zaman çıkaracağız iken diğer gözümüz de başka tanıdıklarda oldu. Ama görünen o ki ne kızın çıktığı var ne de gelen tanıdık. Mecburen konuşacağız. Daha doğrusu ben soracağım o da cevap verecek. Formatımız bu şekilde.

Yalnız konu bulmam lazım.

O değilden çoluk çocuk var mı dedim. Vara sormaz olaydım. "Neden sordun" dedi. Hiç, öylesine dedim. "Çoluk olabilir de olmayabilir de" dedi. Nasıl dedim. "Evli olabilirim de evli olmayabilirim de" dedi. Ardından "Çocuk olabilir de olmayabilir de" dedi.

Zikrettiğim kişiden makul ve mantıklı cevaplar beklemiyordum ama bu kadarına da pes doğrusu. Bir insan uğraşsa böyle cevaplar veremezdi. Ya Rabbi, nereye düştüm, bu işkenceden nasıl kurtulurum demeye başladım. Çünkü az daha devam etsek küçük dilimi yutacaktım.

Bereket, diğer arkadaşlar da geldi. Bu büyük işkenceden kurtuldum.

Bu arada gelen de düğün sahibine iletilmek üzere para verdi bana. Hepsini zarfın içine koydum. Kim ne kadar verdi ise miktar ve ismini bir kağıda yazdım. Başka gelip de para veren olursa diye bekliyorum. Çünkü adetimiz düğün sahibine zarf içerisinde toplu vermek. Bu kendini beğenmiş, evli ve çocuk sahibi olup olmadığını öğrenemediğim arkadaş da az bir miktar para verdi. Zarfın içerisine onu da koydum. Ama durdurmadı. İkide bir haydi geline parayı takalım dedi durdu. Kardeş, biz geline para takmıyoruz. Düğün sahibinin cebine zarfı indiriyoruz dedim ise de döndü döndü haydi takalım, ne duruyoruz dedi durdu. Bu inada inat ettim. Parayı takmadım geline. Düğün sahibine hayırlı olsun derken takdim ettim.

Bu anekdot yıllar öncesinde başımdan geçti. Bu anekdotu bana yıllar sonra yeniden hatırlatan dostumuz Trump oldu. Hani İsrail'in İran'a saldırmasıyla başlayan, karşılıklı füzelerle 12 gün devam eden danışıklı döğüş savaşı kastediyorum. Hatırlarsanız bu savaşta Trump, "İran'a saldırabiliriz de saldırmayabiliriz de", "Savaşa girebiliriz de girmeyebiliriz de" türünden açıklamalarıyla gündeme oturmuştu. İşte dostumuz Trump'ın bu ikircikli cevapları bana bu arkadaşın "Evli olabilirim de evli olmayabilirim de. Çocuğum olabilir de olmayabilir de" sözlerini hatırlattı.

Şimdi düşünüyorum da bu ikisi de aynı familyadan. Ha bizimki ha Trump. Hava zaten ikisinde de var. Kibir zaten o biçim. Dedim kendi kendime, daha Trump ortada yokken ben Trump'ın daha doğrusu Trump familyasına dahil birini tanıyormuşum da haberim yokmuş dedim. Hem de yanı başımda imiş.

Trump’ı ekranlardan tanıyorum. Bir de yakından görmek istiyorum derseniz, bir telefon kadar yakınım. Sizi buluşturabilir, hasret gidermenize yardımcı olurum. Çünkü ha Trump ha bizimki. Adeta şıp demiş burnundan düşmüş. Tek bilemediğim, hangisi hangisinin burnundan düşmüş olduğudur. 

Enayi aranıyor

YouTube'da tefsir sohbetleri yapan bir akademisyenle karşılaştık. Yanımdaki arkadaş, "Hocam, yaptığın tefsirleri dinleyen var mı" diye bir soru sordu. Yanlış duymadı isem, "Her zaman bir enayi bulunur" dedi tefsir yapan kişi. Soruyu soran arkadaş "Eşim sizi takip ediyor bu arada" dedi.

Açıkçası böyle bir cevap beklemiyordum. Hele ki bir enayi bulunur demesi garibime gitti. Beklerdim ki "Hocam, insanımız eskisi gibi camiye gidip vaaz dinlemiyor. Ezan okunurken cumaya giriyor. Her devrin bir anlatım aracı, yol ve yöntemi olur. Bu devirde herkes sosyal medyayı kullanıyor. Biz de çağın bu iletişim aracını kullanalım istedik. Herkese oturduğu yerden cep telefonu marifetiyle Allah'ın kelamını duyurmayı yol edindik. Olur ki bir kişi de olsa belki dinleyen çıkar. En azından irşat görevimizi yapmış olurum" türünden bir şeyler söylesin ya da "Öyle deme. Bak ben Hanya'dayım. Sen ise Konya'dasın. YouTube aracılığıyla konuştuğumdan haberdarsın. Bak eşin dinliyormuş" diyebilirdi. Gel gör ki "Her zaman bir enayi bulunur" demeyi uygun buldu.

Bu yazıyı yazmaya koyulduğumda, acaba "bir enayi bulunur" derken konuşmacı olarak kendisini mi kastetti diye düşünmeye başladım. Eğer böyle ise kullandığı enayi kelimesine bir şey demem. Tevazuunu gösterdi derim. Kafamda bir tereddüt kalmasın diye teyit için soruyu sorana sordum. O da benim anladığım gibi anlamış diyemiyorum. Çünkü o da neyi kastettiğini çözememiş. Sonrasında çay içerken bu enayi kelimesini bir daha kullanmış. Neyi kastettiğini sormak istemiş ama ortam müsait olmamış. Şu var ki sorulan soru ile verilen cevabı karşılaştırdığımda siyak ve sibaktan dinleyiciyi enayi yerine koyması daha uygun gibi görünüyor. 

Akademisyenin ya da din adına tefsir türünden sohbet yapanların iç hallerini bilmem.

İçlerinde bildiğini anlatmak için çırpınanları vardır.

Bir şeyler yapmış olmak ve dostlar alışverişte görsün türünden anlatanlar vardır.

Şöhret olmak için yapanlar vardır.

Din adına ne yapıyorsunuz diyenlere Youtube'da tefsir sohbetleri yapıyorum demek için konuşanları vardır.

Her ne sebeple Youtube'da program yaparlarsa yapsınlar ama dinleyenleri enayi görmek hiç masum olmasa gerek.

Hiç kimse kendi sattığını yiyecek bir enayi aramasın.

Cevap verirken de argo bir sıfat olan enayi kelimesini ağzına almasın. Çünkü başkasına enayi yaftası yakıştırması tefsir sohbetleri yapan bir ilahiyatçıya hiç yakışmaz. Bu yola girmiş, bu yolun yolcusu olan birine daha güzel bir üslup yakışır. En azından vatandaş öyle bekler.

25 Haziran 2025 Çarşamba

Bahtıma Yanayım *

Çarşıda tanıdığım bir esnaf var. Zaman zaman uğrayıp çayını içerim. Ben uğramayı uzatırsam, sağ olsun, neredesin, haydi gel, bekliyorum diye telefon açar.

Bir başka esnafın yanında iken dün yine aradı, neredesin diye. Hem esnafı hem de birlikte buluşup çay içtiğim arkadaşı da alarak esnafın yanına uğradık.

Çaylarımızı içtik.

Birlikte geldiğimiz esnaf, çayın ardından müsaade alıp gitti. Biz iki arkadaş oturmaya devam ettik.

Laf lafı açtı. Kalkalım derken ikindi ezanı okundu.

Ezan okununca işini bırakıp camiye giden esnaf, “şu önümdeki işi bitireyim de namazı birlikte kılalım” dedi.

İkindi namazı kılındıktan ve cemaat dağıldıktan sonra esnaf işini bitirdi. “Haydi namazımızı kılalım” dedi. Birlikte çarşı içindeki mescide girdik.

Abdesti taze olan arkadaş imamlığa geçti. Biz iki kişi arkasında saf tutarken aynı çarşıda çalışan bir esnaf da katıldı cemaate.

Tekbir almadan önce alnımı koyacağım halının temiz olmadığı gözüme ilişti. Kaç gündür ya da kaç haftadır temizlenmiyorsa artık.

Halının temiz yerlerine alnımı koymama rağmen halıdaki küllük alnıma yapıştı.

Namaz kıldığımız yer imam odasının ön tarafı idi. Biz namaz kılarken yanındaki biriyle konuşarak imam çıkıp gitti.

Tesbihatı yaptıktan sonra yanımdaki çarşı esnafına, caminiz çok kirli. Şu halıya bakar mısın? Hiç bakan eden yok mu dedim. Sadece ben değil, o anda bulunan dört kişi de caminin kirli olduğu konusunda hemfikirdi.

Esnaf, "İmam gitti az önce. Caminin temizliğinden biz de şikayetçiyiz. Çarşı esnafı olarak camiyi temizleyecek birini bulduk. İmama, şu gün saat 09.00'da gelip temizlikçinin başında duruver" dedik. "Erken olur, o saatte kalkıp gelemem dedi beyefendi. Hasılı caminin temizlik işi kaldı" dedi.

Garip bir durum vardı orta yerde. Hem caminin temiz olmaması garip hem de imamın "O saatte kalkıp gelemem" demesi garip. Beyefendi o vakitte kalkıp gelemezmiş.

Gelemem diyen kişi fahri olarak görev yapan biri değil. Diyanet'in kadrolu imamı.

Gariplik bu kadarla sınırlı değil. Tarihi çarşıdaki mescide kadrolu birinin verilmesi. Burada tek garip olmayan, esnafın ya da müşterilerin namazlarını kılacağı bir yerin mescit olarak tahsis edilmesi.

Ben bir camide özellikle bu çarşı camiinde görevli olacağım. Mahalleli ya da çarşı esnafı bir temizlikçi bulacak. Ben gelmeyeceğim. Camide yatarım temizlikçi gelecek, camim tertemiz ve pırıl pırıl olacak diye. İmamın böylesine de pes doğrusu.

Bahsettiğim çarşı mescidinde öğle ve ikindi olmak üzere günde iki vakit namaz kılınıyor. Belki kışın kısa günlerinde akşam namazı da kılınıyordur. Ama yazın sadece öğle ve ikindi namazları kılınıyor. Yani iki vakit kıldırması için Diyanet buraya kadrolu birini görevli atıyor. Ben böyle bir camide görev yapacağım. İnanın, bırakın temizlikçi bulmayı camiyi kendim temizlerim.

İki vakit mesai yapan bu görevli, emsal meslektaşlarından daha düşük bir maaş mı alıyor? Bildiğim kadarıyla beş vakit namaz kıldıran diğer imamlarla aynı maaşı alıyor.

Burada eğri oturup doğru konuşmak lazım. Yirmişer dakikadan ibaret toplamda kırk dakikalık bir mesai için dünyanın hiçbir yerinde kadrolu bir görevli ataması yapılmaz. Eğer iki vakit namaz için bir görevli atanıyorsa, bu görev kebap bir görev olur.

Devletin kırk dakikalık bir mesai için sair imam ve müezzinlere verdiği kadar maaş vermesi hiç hakkaniyete sığmaz. Ki bu çarşı camiine görevli atamaya bile gerek yok. Namazını cemaatle kılmak isteyen çarşı esnafı pekala çarşıya yakın camilere gidip cemaatle namazınu kılabilir. Namazını cemaatle kılmak isteyip diğer camilere gitmek istemeyen esnaf arasından biri de imam olabilir. Çünkü eskisi gibi değil, şu anda namaz kıldırmayı bilen insanımızın sayısı az değil. Cemaatle namaz için illa kadrolu ve resmi bir görevlinin olması şart değil. Devlet kadroları şişirerek ihtiyaç veya değil, herkese, her yere böyle kadro tahsis etmesi gibi bir lüksü olmamalı. İlla bir görevli verecekse, çarşılarda dahi görevli atayacaksa pekala böyle yerlere iki vakit namaz kıldıracak ücretli imam görevlendirebilir.

Bu arada yanlış meslek seçmişim. Bugünkü aklım olsaydı, bu çarşı veya iki vakit mesaisi olan herhangi bir camide görev almak ve burada emekli olmak isterdim. Öğleye kadar yatar, öğle namazına doğru çarşıya çıkar, öğle namazını kıldırır, namaz sonrası ikindiye kadar çarşıdaki işlerimi halleder, eşle dostla çayımı içer, ikindi namazından sonra ertesi gün öğleye kadar haydi bana eyvallah deyip evimin yolunu tutardım. Emekli olduktan sonra da şu kadar yıl hizmet ettim derdim. Vay be! Ne görevler varmış da benim haberim yokmuş. Bahtıma yanayım.

*03.07.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Kaldırım Canavarı BinBinler *

Millet Bahçesinin önünden Anıt'a doğru kaldırımdan yürüyorum.

Kaldırım geniş ve insan yoğunluğu bakımından seyrek bir yer. Tek tük gelip geçen insanlar oluyor.

Larende Caddesine doğru mu yürüyeyim yoksa Zafer tarafına mı derken Zafer'e doğru yöneleyim dedim.

Ardımdan gelen ses yok. Kimsenin önünü de kesmeyeceğim. Yoldan karşıya geçeyim diye içimden geçirdim.

Daha yönelmeden jet hızıyla solumdan bir Scooter, namı diğer BinBin geçti.

Sesten eser yoktu BinBin'de. Adeta sessiz tayyare.

Yanımdan rüzgar gibi geçen de bir çocuk falan değil, basbayağı büyük biri.

Kaldırım tenha, nasılsa arkamda kimse yok diye yöneliverseymişim, o hızla sol ayağımı kırdığı gibi iki seksen uzanıp yüzü koyun yere kapaklanmam hiçten değildi. Yüzüm ve kafamı taşlara çarparak kan ter içinde kalmam garanti idi.

Gencin de bana çarpmamak için altındaki zıkkımı sağa sola kırarak manevra yapması mümkün değildi.

Hiç bozuntuya vermeden yürümeye devam ettim ama gelin onu siz bana sorun. Adeta dizlerimin bağı çözüldü. Koku almayan burnum ölüm kokusunu aldı desem abartmış olmam. Ölmesem de beni süründürmek için epey yatağa mahkum ederdi.

Bu Scooter zıkkımı kaç km hızla gider diye İnternete baktım. Saatte 25 km'ye kadar hız yapabiliyormuş.

Kıl payı kurtulduğum bu kaza riskinin ardından, gideceğim menzile varıncaya kadar kaldırım boyu içimden şunlar geçti:

Bulacak bir şey bulamamışlar gibi bu BinBin'i icat edeni, yapıp piyasaya süreni, satış ve dağıtımına onay vereni, satışını yapanı, inip bineni, kaza riskine rağmen bu BinBinlere bir şey yapmayanı, bizi Scooter sürücüsüyle burun buruna getireni vb. Allah bildiği gibi yapsın.

Şu bir gerçek ki bu Binbin canavarlarından dolayı kaldırımlarda yürüyen yayaların hiçbirinin can emniyeti yok. Canımız Allah'a emanet ve Binbin sürücüsünün insafına kalmış bir şekilde kaldırımlarda arzıendam ediyoruz.

Hiçbir kural tanımayan, yayaların canını tehlikeye atarak yol, kaldırım, sokak, yaya yolu vs. her yerden biten bu Scooter canavarlarına dur diyecek bir merci yok mu şu âlemde? Bu canavarların nereden, nasıl, ne şekilde, kaç süratle çıkacağını bilmeden kelle koltukta kaldırımlarda yürümeye devam mı edeceğiz? Yetkililerin harekete geçmesi için kaldırımlarda kaç insanın Scooter sevdasına kurban gitmesi gerekiyor?

Bu Binbinlerin denetimi var mı? Varsa kim yapıyor? Bugüne kadar kaç Binbinciye ceza kesildi? Bunları bilmiyorum ama herhalde trafik polisini ilgilendirmesi gerek. Trafik polisi de yukarıdan talimat gelmeden Scooter avına çıkmaz.

Bu durumda kelle koltukta yürümeye devam.

Aşağı yukarı her yol ve caddeye belirli aralıklarla radar koyarak hız kontrolü yaptıran ve hız sınırını ihlal ettin diye ceza yazdırmak suretiyle sürücülere göz açtırmayan devlet, bu Scooterler için herhangi bir tedbir ve önlemi niçin düşünmez?

Vatandaş olarak devletten acil önlem ve tedbir almasını bekliyoruz.

*27.06.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

21 Haziran 2025 Cumartesi

Kendimi Bir Değersiz Bir Değerli Hissettiğim An

Kendimi bir değersiz bir değerli hissediyorum. Anlayacağınız iki haletiruhiye taşıyorum.

Değersiz hissedince, dünyada bir karşılığım yok diyor kendimi dünyaya yük gibi görüyorum.

Değerli hissedince, vay be! Ben neymişim. Şu saygıya bak diyorum. İçim içime sığmıyor. Bir sevinç bir sevinç. Anlatılmaz yaşanır bu hal.

Kendimi ne zaman değersiz ne zaman değerli hissediyorum.

Açıkçası muhit ve mevkie göre değişiyor. Daha doğrusu sürücülerin keyfine göre değişiyor benim değersiz ve değerli hissetme halim.

Bu hal yani değerli ve değersiz hali genelde kaldırımdan karşıdan karşıya geçerken oluyor.

Ömrüm yürüyerek geçince ister istemez yollarda karşıdan karşıya geçme eksik olmaz.

Karşıdan karşıya geçeceğim. Önce soluma, sonra sağıma bakıyorum. Ta uzaktan bir araba geliyor. Onun hızını kesmeden geçerim diyorum. Adımımı yola atıyorum. Atar atmaz, o kendi halinde bir hızla gelen sürücü gaza basıyor, kornaya yükleniyor. Geçme, ben geliyorum. Beni bekle diyor kısaca. Şayet onu dinler, adımımı geri kaldırıma çıkarırsam, hah şöyle. Bana saygı duymayı bileceksin dercesine, tepki göstermeden gidiyor. Buna rağmen ben geliyorum, görmüyor musun dercesine tepki gösteren de eksik olmuyor.

Gaza yüklenmesine rağmen sürücü gelmeden ben onun geldiği şeridi boşaltıyorum. Ama beyefendi, şerit değiştirerek basıyor da basıyor gaza. Adeta yolu değil, beni takip ediyor. Bir afra bir tafra. Görmelisiniz. Uzun korna sesini söylemeye gerek yok zaten. Onun geçişini engellemeden orta refüje çıkmama rağmen yanımdan geçerken yapılan el kol işaretlerini, efir nefir ağzını bilmem söylememe gerek var mı?

Ya Rabbim, niye ben bu yoldan geçtim. Vara bu tabakhaneye giden mikrobun geçişini bekleseydim diyorsun. Ama son pişmanlık fayda vermiyor. İşte bu durum kendimi değersiz görmeme sebebiyet veriyor.

Kendimi böyle hep değersiz hissetmiyorum tabi. Aşağı yukarı her gün Anıt mevkiinden geçerim. Burada trafik lambası yok. Amber Reis Camiini soluma alıp Konya Lisesine doğru yoldan geçmek istediğimde kaldırıma gelip duruyorum. İstiyorum ki akan trafik bitsin, yol boşalınca karşıya geçeyim. Ne mümkün beklemek. Daha ayağımı yola atmadan kaldırımda beklerken gelmekte olan araç duruyor. Yol veriyor. Geç kardeşim, ben seni beklerim diyorsun. Ne mümkün. Sürücü duruyor. Ne kadar yaya varsa karşıdan karşıya geçmesini bekliyor. Sen geçmek için niyetlenmesen bile bunu yapıyorlar. Bu durumu gören her yaya, karşıdan karşıya geçerken elini kaldırıp sürücüye teşekkür edip yoluna devam ediyor. Hatta sürücüyü beklettim diye hızlı hızlı geçiyor yoldan.

Aynı durum Konya Lisesini sağına alıp Anıt'a doğru geçerken de ayniyle vaki. Her araç durup yayaya yol veriyor. Yeter ki kaldırımda bekleyen bir yaya görmüş olsunlar.

Anıt mevkiindeki yayaya yol verme hali birkaç güzergahta da böyle. Haliyle ne zaman Anıt mevkiindeki kavşaktan geçsem, kendimi hep ve pek değerli hissederim. Keyfime diyecek olmaz. Bir mutluluk bir mutluluk. Ben neymişim diyorum.

Kendimi değerli hissede hissede sevinç ve mutluluk içerisinde ayaklarım yere değmeden yoluma devam ederken, acaba bu Anıt mevkiinden geçen araçlar bu şehre ait sürücüler değil mi sorusunu sormadan edemiyorum.

Gönül istiyor ki Anıt mevkiindeki kavşakta sürücülerin yayalara gösterdiği bu hassasiyet diğer mevkilerdeki kavşaklarda da yaygınlaşsın.

Bu arada, sürücülerden beklediğimiz bu hassasiyeti yayalardan da beklemek lazım. Çünkü öncelik bizim diyen öyle yayalar var ki bu önceliklerini ışıklı kavşaklarda da görmek istiyorlar ve trafiği birbirine katıyorlar. Bu kadar hassasiyet fazla yayalar. 

12 Haziran 2025 Perşembe

Reçetede Kota Uygulaması *

Kullandığım tansiyon ilacı bitti. Raporlu bu ilacı yeniden yazdırmaktansa bugünlerde yüksek seyreden tansiyonumu kontrol altına almak için kurban bayramı arifesinden bir gün önce kardiyoloji doktoruna muayene oldum. EKO, EKG çektirdim, kan tahlili verdim. "Tahlil sonuçları iyi. Kalbinde sorun yok. Yalnız tansiyonun yüksek. Kullandığın ilacın dozunu yükselteceğim. Reçeteyi yazdım. Az sonra cep numarana reçete numarası gelir" dedi doktor. Teşekkür edip hastaneden ayrıldım.

Yolda zaman zaman mesajın gelip gelmediğini kontrol için cep telefonuna baktım. Mesaj bir türlü gelmedi. Belli ki bir aksilik var. Acaba nereden kaynaklanıyor.

Doktor, sonuçlarıma mesaiden sonra 18.00 sularına doğru bakmıştı. En iyisi sabah doktora mesaj atayım. Reçete numarası gelmedi diyeyim dedim.

Akşam 21.00 sularında oğlana mesaj attım. Evlat, reçete mesajı gelmedi. Acaba o hastanenin sisteminde senin numaran kayıtlı da bana gelecek mesaj sana gelmiş olabilir mi dedim. "Aynen baba. Mesaj bana gelmiş. Yoğunluktan ben de görmemişim" diyerek telefonuna gelen mesajı bana gönderdi.

Arife günü öğleden sonra resmi tatil olduğuna göre ilacımı öğleden önce almalıyım. Nasılsa eczaneler öğleye kadar açık olur dedim.

12.00 civarında evden çarşıya doğru çıktım. Nasılsa eczaneler 13.00'e kadar açık olur. Yol üzerindeki eczaneden ilacımı alayım diye eczaneye yöneldim. Kapalıydı. Benim evdeki hesap çarşıya uymadı.

Belli ki eczaneler ya o gün saat 12.00'ye kadar çalıştı ya da hiç açmadılar. Hizmeti nöbetçi eczanelere devrettiler.

Bu aşamadan sonra elim mahkum nöbetçi eczaneye gitmeye deyip çarşıya devam ettim.
Terzime uğradım. Paçasının yapılması için iki pantolon bıraktım. Birlikte bir tanıdığın cenazesine katıldık. Dönüşte, terzide biraz oyalandıktan sonra yolum üzeri yakın nöbetçi eczane listesine baktım. Kızılay'ın karşısında bir eczanenin nöbetçi olduğunu öğrendim.

Saat 17.00 suları eczaneye vardığımda içerisi tıklım tıklım idi. İlaç yüzdesi vermek isteyenler bile sıra bekliyordu. Çalışan sayısı da fazla olmasına rağmen kendisiyle ilgilenilmesini bekleyen müşteriler vardı.

Az bekledikten sonra telefonumu uzatarak şu reçeteye bakar mısın der demez, çalışan telefona bile bakmadan "Reçete alamıyoruz. Kotamız doldu" deyip başka müşteriye yöneldi.

Şaşırdım doğrusu. Reçetenin kotası da mı olur dedim kendi kendime. Bana bunu diyen çalışan 15-16 yaşlarında bir çocuk idi. Müşteri yoğunluğundan beni baştan savdı diye düşündüm. Çıkıp giderken kapıya yakın gençten bir çalışana gösterdim reçetemi. O da önceki çocuğun dediğini söyledi. "Kotamız doldu. Reçete alamıyoruz. Saat 5 oldu. Zaten 6'da kapatacağız. İlacınızın ivediliği yoksa reçetenizi alalım. İlacınızı bayram sonrası verelim" dedi. Teşekkür edip ayrıldım.

Yeniden nöbetçi eczane listesine baktım. Muhacir Pazarı civarında bir eczane daha nöbetçi idi. Adımlarımı sıklaştırarak ikinci nöbetçi eczaneye geldim. Burada fazla müşteri yoktu. Tek tük gelen müşteriler vardı.

Reçeteyi gösterdim. Çalışan tüm raflara baktı benim tek kalemden ibaret ilacı bulmak için. İçerideki diğer çalışanlara sordu. Bulamadı. Öğleden önce bu ilaçtan üç tane istemiştik. Geldi mi, geldi de verdik mi bir bakın. Çünkü sistemde bu ilaçtan üç tane gözüküyor. Acaba düşmedik mi? Şu depodan gelen açılmamış paketlerin içine bakın dedi. Kendi de baktı. "Maalesef yok" dedi. Buraya da teşekkür ederek oradan ayrıldım.

Eczane çalışanının tek tek raflara bakarak ilacı aramasına şaşırdım. Çünkü bugüne kadar hangi eczaneden ilaç almışsa, istediğim ilacı almak için gözü kapalı rafa yöneldiğini görmüştüm. Belli ki nöbetleri yoğun geçiyor. Yorgunluktan mayışmışlar.

Çıkışta tekrar nöbetçi eczane listesine baktım. Oturduğum mahallede iki tane eczane daha nöbetçi idi.

Adımlarımı sıklaştırarak üçüncü eczaneye 17.50'de vardım. Bu eczane müşteri bekler durumdaydı. Reçeteyi uzatmadan tereklerde ilacıma göz gezdirdim. İlacımı görünce sevindim. Çünkü üçüncü eczane ile birlikte ayaklarına karasular inmişti. İlacımın olmasına sevindim ama ya bu eczanenin de reçete kotası dolmuşsa, vay halime dedim. Çünkü işin yoksa kotası dolmayan ve ilacımın olduğu nöbetçi eczane ara dur.

Oturan görevliye reçetem var deyip telefonumdaki mesajı gösterdim. TC'mi söyledim. Telefonumdaki reçete numarasını girerek yerinden kalktı. "Coveram 10*10 neredeydi" deyip raflara bakmaya başladı. Sağ tarafında deyince, bir kutu alıp "Amca, ilacı kullanınca ilacı hemen gördün" dedi. İlacımı aldım. Teşekkür edip çıktım.

Şükür ki üçüncü nöbetçi eczaneden ilacımı alabildim. Buradan da kotamız doldu. Reçete alamıyoruz" sözünü duyacağım diye endişelenmiştim. Şayet böyle olsaydı, Konya kazan, ben kepçe tüm nöbetçi eczaneleri dolaşacaktım.

Siz siz olun, resmi tatil günlerinde -biliyorum elimizde değil ama- hasta olmayın. Daha önce muayene olduğunuz halde ilacı almak için benim gibi işi ağırdan almayın. İşinizi nöbetçi eczaneye bırakmayın. Maazallah o kadar yol gidip ilacınızı bulamayabilirsiniz. Bulsanız bile kotaya takılabilirsiniz. Mağdur olmamak, gittiğiniz eczaneden geri dönmemek için niyete aldığınız eczaneye telefon edip alacağınız ilacın olup olmadığını, varsa kotalarının dolup dolmadığını öğrenmenizde fayda var.

Gelelim reçetede kota uygulamasına. Nöbetçi eczane ararken İnternete girip "reçetede kota" yazıp aratmıştım. Olur mu böyle şey, ilaçta kota mı olur, bunlar benim aklımla dalga geçiyor diye düşündüğüm kota uygulamasının doğru olduğunu gördüm. Zonguldak Eczane Odasının Web sayfasında şu açıklamaya rastladım: "Aylık kotalı karşılanacak reçeteler için bu reçeteleri karşılamak isteyen eczanelere odamız tarafından bir kota belirlenmiş olup, eczane kotası dolana kadar kendisine gelen reçeteyi karşılayabilecek, kotası dolduktan sonra reçeteyi kotası dolmayan başka bir eczaneye yönlendirilecek; bunun takibini sistemden yapabilecektir".

Sanırım bu kota uygulaması 2012 yılında uygulamaya konmuş. O zamandan bu zamana da uygulanıyor. Bu kota uygulaması ile ayak altında herkesin uğrak yeri olmayan, yani daha az ciro yapan eczaneler korunmak ve desteklenmek istenmekte. Eczacılar arasında bir meslek dayanışması anlayacağınız.

İyi, hoş, güzel. Mesleki dayanışmaya kimsenin sözü olamaz. Ancak gıpta edilir. Yalnız bu meslek dayanışması ve birbirlerini koruma, hastayı mağdur etmemesi lazım. Vatandaş hasta hasta şu eczane, bu eczane, kotası dolmayan eczane mi arayacak? Madem bu uygulama devam ediyor. Eczacılar birbirlerini koruyup kollayacak. Pekala kotası dolan eczane, kotası dolmayan eczaneye reçete bilgisini vererek ilacı o eczaneden getirtebilir. Kotası dolmayan eczacı da bu işi seve seve yapar diye düşünüyorum. Çünkü her eczanenin küçük çalışanı var. Pekala mobilete atlayıp ilacı getirebilir.

Reçete kotasından dolayı bugüne kadar kaç hasta mağdur oldu bilmiyorum. Velev ki bir kişi mağdur olsun. Niye mağdur olsun? (Bu arada benim için eczane eczane dolaşmak mağduriyet sayılmaz. Çünkü bu vesileyle yürümüş olurum. Bunu da antrparantez hatırlatırım. Ki bu sayede hepsi eczane için olmasa da o gün 16.430 adım atmışım.)

Başıma yeni geldiği için reçetede uygulanan bu kotadan 2025 yılında haberdar oldum. Bu kota, 2012 yılından beri uyguladığına göre öyle zannediyorum, binlerce vatandaş bu kota uygulamasına takılmıştır. Bu mağduriyet bugüne kadar niçin gündeme gelmedi, anlamış değilim.

Eczanelerde uygulanan garip bulduğum bu kota uygulaması, düşünün ki okullarda uygulansın. Sınavsız öğrenci alan bir okul müdürü kontenjanımız doldu. Alamıyoruz desin. Kıyamet kopar. Hatta 222 sayılı kanunda bir sınıftaki öğrenci sayısı 40'ı geçemez denmesine rağmen bazı okullarda sınıf mevcutları kırkın üzerindedir. Hiçbir okul müdürü kırkın üzerinde öğrenci alamam. Ben kanunu uygulayacağım diyemez. Derse, başına ne geleceğini kestirmek mümkün değil. Bilin ki o okul müdürünü ben bile kurtaramam.

Bir hastanenin acili, hastamız çok. Şu sayıdan sonraki hastalar başka hastanelere gitsin, onları muayene edemeyeceğiz desin. Bakın o hastane yetkililerinin başına neler gelir.

Hasılı, garip bulduğum ve anlam veremediğim bu reçetede kota uygulamasının, hastayı mağdur etmeyecek, hastayı eczane eczane dolaştırmayacak, hastaya kolaylık olacak şekilde uygulanmasında büyük yarar görüyorum.

*16.06.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

11 Haziran 2025 Çarşamba

Lastik Tamiri

Bayram ziyaretine gelen çocuklarımla bayramlaştık. Kahvaltımızı yaptık. Başka akrabaları da ziyaret edelim diye çıktılar.

Arabalarına binip gitmediler bir türlü.

Ne hayır diye arkalarından indim. Bir tanesinin arabasının arka sağ tekeri inmiş. Jant yere değmiş. Baktım pompa yardımıyla şişiriyorlar. 

Bu teker patlak. Stepneyi takın dedim. "Kim uğraşacak. Nasılsa yaptırılacak. Biraz şişirip bir lastikçiye kadar gidelim" dediler.

Yakındaki bir petrolde bulunan lastikçiye götürüp yama yaptırmışlar. 

Cam girmiş tekere. 

Bayram bayram, bayrak kazığı yedim dedi oğlan. Kaç verdin dedim. 350 lira imiş. Fazla değil mi diye sordum. Bizim ücretimiz böyle dedi. İşimin görüldüğüne baktım. Yalnız bu ücret fazla dedi. 

Kaç yıldır lastik yaptırmadım ama bana da fazla geldi dedim. İnternete girerek bu işin piyasasını öğrenmek istedim. Önüme Ankara Sanayi Odasının azami fiyat listesi düştü. Binek arabaya ait üç ayrı fiyat var. Fitil 400, yama 600, mantar yama 800 TL yazıyor. Öncelikle fiyat listesini belirleyip herkesin görebileceği şekilde dijital ortamda yayınlayan Ankara Sanayi Odasını tebrik etmek lazım. Belirlenen fiyat uçuk kaçık olsa da kendisine bağlı olan esnafa bu fiyattan yüksek alamazsın tavsiyesini yapmış. 

Görünen o ki Konya'daki lastik tamir ücreti de Ankara'yı aratmıyor. Ankara Sanayi Odasının belirleyip ilan ettiği listenin bir benzerini de Konya Lastikçiler veya Sanayi Odasının sitesinde görmek istedim. Maalesef göremedim. Şeffaflık adına böyle bir listeye ihtiyaç olduğunu düşünüyorum. Çünkü lastik tamiri sonrası esnafın istediği rakamı uçuk kaçık bulan bir vatandaş en azından hemen ilgili odanın sitesine girerek fiyatlara bakar. Tamircinin istediği ücretin makul olup olmadığını sıcağı sıcağına öğrenmiş olur. Görünen o ki Konya'daki ilgili odalar buna ihtiyaç hissetmemiş. Belirledikleri bir fiyat listesi varsa da oda ile esnaf arasında sır olmalı. 

Ankara yama ücretini ve Konya odalarının fiyat listesine dijital ortamda yer vermemesini bırakıp bayramda alınan yama ücretine gelelim. Bayram sonrası bir esnaf ziyaretime, bir yama ücreti 350 lira olur mu dedim. Söylediğim fiyata şaşırdı. "İki, üç gün önce 200 liraya yaptırdım. Çok yüksek almış" dedi. 

Görünen o ki diğer alım, satım, tamir vs.'de olduğu gibi lastik tamirinde de oturmuş bir piyasa fiyatı yok. Esnaf zaman, mekan ve müşterinin mesleğine göre fiyat çekiyor. Meslek ne alaka demeyin. Alakası şu: Tamirci, oğlana ne iş yaptığını sormuş. O da mesleğini söylemiş. Tamir sonrası aldığı fiyatı düşününce oğlanın kazancına göre fiyat istemiş olabilir. Bu benim oğlanın zannı. Zannın ne derece doğru olduğunu en iyi esnaf bilir. 

Garip olan, oturmuş piyasa olmayınca aynı mevkide biri 200'e bu işi yaparken diğeri 350 çekiyor. 

Belki de alınan 350 lira yama ücreti normal olabilir. 200'e yapan bu işi azamiden ziyade alt limitten yapmış olabilir. Yalnız arada bu kadar uçurum olmamalı. 

Lastiği çıkarma, patlağı bulma, yama yapma, şişirme, belki de tekrar balans yapma, lastiği tekrar takıp vidaları sıkma, tozu, toprağı, yağı, emeği gibi işlemleri düşününce alınan 350 lira az bile diye düşünebiliriz. Elbette burada bir emek var. Emeğin karşılığı da alınmalı. Yalnız alınan 350 lira altı sıfırı atılmamış paramızla 350 milyon demektir. Neredeyse iki büyük paramız tutarı bu yama ücretini düşününce paramızın pul olduğu söylemi, söylemden çıkıp gerçek olmuş.

Bir yama ücreti bile bu fiyata gelmişse vay halimize. Biz bu enflasyon belasından kurtulmadıkça bu hayat pahalılığı belimizi bükmeye devam edecek. Oturmuş bir piyasa fiyatı da olmayınca bu ortam insanımızda ne ahlak bırakır ne vicdan ne insaf ne de Allah korkusu. Her zaman başımıza gelmeyen böylesi durumlarda önce şaşırıp şok geçireceğiz. Ardından tıpış tıpış bu fahiş bedeli ödeyeceğiz. Sonra da vay benim ülkem deyip hayıflanacağız. Her zaman olduğu gibi yine esnada kızacağız. Esnafa kızalım kızmaya da biraz da bu puslu havayı oluşturanlara ve bu puslu havayı dağıtmayanlara ya da dağıtamayanlara bir çift sözümüz olsun. 

9 Haziran 2025 Pazartesi

Kafa Ütülemede Bazıları

Hastaneden çıktım. Epey bir otobüs bekledikten sonra küçük otobüslerden biri geldi. Bu kadar bekleyeceğimi bilseydim, eve yürürdüm dedim ama iş işten geçti.

Otobüs dolu idi. Yol boyunca da her durakta durup yolcu aldı. Aralar ayakta yolcu ile doldu.

Orta kapının önünde bulduğum bir boşluğa sırtımı verdim. Bir elimle de tutundum. Çünkü her dur kalk da otobüs sendeledi durdu. Boş bulunursan bir başkasının üzerine düşmemen mümkün değil.

Bu esnada telefonum çaldı. Oğlandı arayan. Tahlil ve tetkik sonuçlarını sordu. Sorun yok. Raporlu ilacımın dozunu yükseltti doktor deyip telefonu kapattım.

Ardından bir telefon daha geldi. Oğlan bir şey soracak sandım. Telefonu açtım. Arayanın 850'li bir numara olduğunu öğrendim ama iş içten geçti. Çünkü normal şartlarda 850'li hiçbir numarayı açmıyorum. Açmadığım gibi engelle butonuna basarak engelleme yoluna gidiyorum. Arayan maaşımı aldığım banka idi. Gereksiz bir telefondu ama açmış bulundum. Bu tür gereksiz telefonlara müsait değilim diyerek kapatırdım. Yine boş bulunmuş olmalıyım ki müsaidim dedim.

"Bankamızdan memnun musunuz" sorusuna da boşta bulunmam devam ediyor olmalı ki memnunum deyiverdim. Bu memnuniyeti alan görevli "Kredi kartınız bulunmamakta. Size kredi kartı gönderelim. Kart açılır açılmaz kartınıza 500 puan yüklüyoruz. 600 küsur kart bedeli var. Bunu da ilk 6 ay (bir yıl da demiş olabilir) almıyoruz. Kartımız çok fonksiyonlu. Petrollerde (bilmem nerelerde) alışveriş yaptığınızda taksit imkanı veriyor. Çok avantajlı. Gönderelim mi" dedi. İstemiyorum. Elimde birkaç kredi kartı var. İhtiyacım yok dedim ise de bu kartın bitmez tükenmez nimetlerini saymaya devam etti. Kurumum yeni maaş anlaşmasını başka banka ile yaptı. Hesabı da kapatacağım. Ayrıca diğer kullandığım kartlara kart ücreti ödemiyorum. Sizin kredi kartında üyelik aidatı varmış. Düşünmüyorum dedim. "O zaman üyelik aidatı olmayan şu kartı gönderelim" dedi. Bunu da düşünmüyorum dedim. "Konuşmayı sonlandırmadan yasal bir dinleme yaptıracağım. Bu esnada herhangi bir tuşa basmayalım. Ardından memnuniyet anketi gelecek. Ankete katılmak ister misiniz" dedi. Ben size müsaidim dedim ama bulunduğum ortam hiç uygun değil dedim. Yasal dinleme ile konuşmayı sonlandırdık.

Güç bela tutunarak yaptığım bu görüşme kafamı ütülemeye ütüledi. Ama kafamı esas ütüleyen karşımdaki yolcu idi. Bu telefonu açar açmaz banka görevlisinden daha fazla konuşan biri idi. "Kapat kapat. Dolandırıcı bunlar. İnanma söylediklerine..." türünden konuştu durdu. Haliyle bir kulağımı banka görevlisi, diğer kulağımı da karşımdaki yolcu ütüledi. Telefon görüşmesi bittikten sonra da devam etti emekli olduğunu söyleyen tanımadığım bu kişi. "Emekli imiş ama hala çalışmaya devam ediyorum. Mecburum. Görmüyor musun piyasayı" dedi. Ben bu tür telefonları açmıyorum. Dolandırıcı bunlar. Bana gelen bu türden telefon ve mesajları oğlana gösteriyorum. Açma bunları diyor. En iyisini benim oğlan yapıyor. Onun telefonu farklı. Engelliyor bu tür telefonları" dedi. Arayan çalıştığım banka dedim ise de "İnanma. Ne belli bankacı oldukları. Bizim mahallede 13 kişiyi dolandırdılar. Bende o göz var mı baksana" dedi Doğru dürüst cevap vermedim ama devam etti yine bu telefon görüşmesi üzerine. Hem konuştu hem el kol işaretleri yaptı hem kırk yıllık arkadaşlarımın yapmadığı kadar dirseği ile beni dürttü. Hasılı durmadı çenesi. Tamam, geçti gitti dedim ise de bıkıp usanmadan bana akıl vermeye devam etti. Ya sabır çektim çokça. Nihayet ondan önce indim de kafamın ütülemesi bitti. Bitti ama ben de bittim. İndiğim zaman otobüste iken başlayan baş ağrım artarak devam etti.

Ne densiz, görgüsüz, geveze, haddini bilmeyen, nerede kime ne konuşacağını bilmeyen, doğru dürüst cevap vermemene rağmen susayım bu adam benden haz almıyor demeyen bu tür tipler var bu ülkede. Yeter ki kaşın yeter ki malzeme ver ona. Hemen başında ekşir. Sanki arkadaşın ya da dert ortağın gibi iyilik meleği kesiliveriyor. Fazla aklını sana satıyor da satıyor.

Böylelerine, neredesin izan neredesin ey edep? Ne zaman bitecek bu haddini bilmez cahilin konuşması dercesine hayıflanıyorsun. Ama hayıflanmakla kalıyorsun. Çünkü faydası yok.