Dini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Ekim 2025 Cumartesi

Defin Sonrası Yapılan Telkin

Bu yazımda telkin konusunu masaya yatıracağım. Önce ne anlama geliyor bir bakalım.

Telkin, "Bir duyguyu, bir düşünceyi birinin belleğine sokma, ona aşılama"ya denir.

Bir diğer anlamı da şu: "Ölü gömüldükten sonra mezarın başında imam tarafından söylenen dini sözler".

Din biliminde ise buna talkın deniyor.

TDK sözlüğünde telkin kelimesinin anlamına bakarken hafifçe gülümsedim ve rahmetli babamı hatırladım. Babam, telkin yerine talkın derdi. Baba, talkın değil, telkin derdim. O ise hayır, talkın talkın derdi.

Babam, ilk defa duyduğu bazı isimler için "Hocadan duydum. Bunun talkını verilmezmiş” derdi. Mesela Kezban isminin talkını olmaz derdi. Dudu isminin talkınının verilip verilmeyeceğini de yanlış hatırlamıyorsam hocaya sormuş. ”Talkını verilirmiş” demişti.

Babamdan duyduğum talkın kelimesine din biliminde talkın dendiğini TDK sözlükten öğrenince, babam bu kelimeyi doğru kullanıyormuş. Vay be! Helal olsun dedim.

Dini telkinden bahsedeceğim. Doğrusu talkın ise de telkin demeye devam edeceğim. Gelelim meseleye.

Cenaze defnedildikten sonra cenaze yakınlarının, kabrin başında mevtanın yüzüne karşı eller bağlı bir şekilde ayakta durup, imam veya bilen birinin nezaretinde, ölüye hitaben iman esaslarının hatırlatılmasına telkin deniyor. Her definden sonra mutlaka yapılan bu tür telkin, Din İşleri Yüksek Kurulunun 12.07.2017 tarihli fetvasına göre bazı alimlerce meşru kabul edilmezken bunun yapılabileceğini söyleyen bazı alimlerin olduğunu belirtir. (bk. İbnü’l-Hümâm, Fethu’l-kadîr, 2/104-105; el-Fetâva’l-Hindiyye, 1/157)

Alimlerin bu konuda iki farklı görüş ortaya koyması, defin sonrası kabir başında telkin diye bir uygulamanın İslam’da olmadığı anlamına gelir. Yani dinde bu tür bir telkine yer yok. Öyle anlaşılıyor ki kültürümüze giren bu uygulama dini olmaktan ziyade kültürel bir merasimdir. Bir cenazenin telkininin verilmesinde veya verilmemesinde bir sakınca yok.

Defin sonrası bu şekil bir telkin gelenek haline geldiği için İslam'da bu tür bir telkin yok" deyip bu uygulamayı yapmamak dikkat ve tepki çeker. Defin eksik oldu veya telkini verilmedi şeklinde dedikodu alır, başını gider.

Defin sonrası kabir başında verilen bu tür tekine bir virgül koyup İslam’da tavsiye edilen esas telkine değinelim. Bu konuda Din İşleri Yüksek Kurulu şöyle açıklama yapmakta:

"Telkin, ölmek üzere olan kişiye kelime-i tevhidi; definden sonra ise kabri başında ölüye iman esaslarını hatırlatmaya denir. Hz. Peygamber (s.a.s.), “Ölmek üzere olanlara ‘lâ ilahe illallah’ demeyi telkin ediniz.” (Müslim, Cenâiz, 1, 2 [916, 917]) buyurmuştur. Ölüm döşeğindeki kişilerin sağ tarafı üzerine çevrilerek yüzü kıbleye gelecek şekilde yatırılması müstahaptır. Aklî melekeleri yerinde olup konuşma yeteneğini kaybetmemiş kişiye kelime-i tevhid telkin edilir. Telkinin amacı hastanın hayata veda ederken tevhit inancını hatırlamasına yardımcı olmaktır. Telkin sırasında “kelime-i tevhit” ve “kelime-i şehadet” söylemekle yetinilmeli; kişi, söylemeye zorlanmamalıdır. Hz. Peygamber, ölmek üzere olan kişinin yanında Yasin süresini okumayı da teşvik etmiştir. (Ebû Dâvûd, Cenâiz, 24).

Bu demektir ki esas telkin, ölmek üzere olan (zekerat hali) birine yanındakinin hastanın duyacağı şekilde ona baskı yapmadan kelimeyi tevhidi söylemesidir. Esas telkin bu ise de defin sonrası telkin ön plana çıkmış ve yaygınlaşmıştır.

Yaşadığımız yüzyılda zekerat halinde hastanın başında beklemek ve ona kelimeyi tevhidi telkin etmek, düşük ihtimal ya da pek az kişiye nasip olur. Çünkü hastalarımızın çoğu ya bir başına ya da hastanelerin yoğun bakımında hayata veda ediyor. Bu yönüyle esas telkinin pek uygulandığı söylenemez.

Tekrar döneyim defin sonrası kabir başında yapılan telkin konusuna.

Burada yapılan telkin metnine yer vermeyeceğim. Sadece şu kadarını söyleyeyim. Ölüye kısaca, "Ey Hatice oğlu Ramazan! Sorgu melekleri sana Rabbim kim diye sorarsa, Allah de. Dinin ne diye sorarsa, İslam de. Peygamberin kim derse Hz Muhammed de" şeklinde Arapça yardımcı olunur. Teşbihte hata olmazsa, mevtaya kopya veriliyor ya da sınav öncesi sınava girecek adaya, çıkacak sorular cevaplarıyla birlikte hatırlatılarak onun belleğine yerleştirilmeye çalışılıyor. Yani ders tekrarı diyelim buna.

Mevtanın sınavda başarılı olması adına bu tür yardıma eyvallah diyelim. Yalnız ölen Türk. Fakat telkin Arapça veriliyor. Yani mevta Arapçaya Fransız. Madem ölene yardımcı olma niyetimiz var. Niye onun anlayacağı dilden Türkçe kopya vermiyoruz? Bu, İngilizce bilmeyen birine sınav esnasında İngilizce kopya vermek gibi bir şey. Madem bir iyilik yapacağız. Bunu Türkçe yapalım. Yoksa sorgu melekleri dediğimiz Münker ve Nekir Türkçe bilmez mi ya da ömrü hayatında iki yüz, bilemedin üç yüz Türkçe kelimeyle meramını anlatan Türk kardeşimiz, ölür ölmez Türkçeye veda edip Arapça mı konuşmaya başlayacak diye düşünüyoruz. Şayet cennetin dili Arapça. Sorgu Arapça olarak yapılacak. Bu yüzden telkinler Arapça veriliyor derseniz, bilin ki cennetin dili Arapça olacak şeklinde rivayet edilen hadisin aslı astarı yoktur. Bu arada sorgu meleklerinin adlarına münker ve nekir denmesi de ayrı bir konu.

Ölüye Arapça telkinden geçtim. Telkin veren kişinin yanında saf tutmuş yakınları bari hocanın ne dediğini bilsin. Telkin vermek mubah bir eylem olduğuna göre telkinlerin Türkçe yapılmasını daha uygun bulduğumu ifade ediyorum.

Bir diğer husus, ölen kimseye, telkin örneği verirken bahsettiğim gibi niçin annesinin adıyla hitap ediliyor? Ölenin hem annesi hem de babası zikredilse ne sakıncası olur ya da babasının ismiyle anılsa, telkin yerine gelmez mi diye düşünülüyor. Eğer "Çocuk kimin döşeğinde doğmuş ise ona aittir" gereği telkin böyle verilir denirse, bu kadar şüphecilik fazla değil mi? Bir vehim ya da paranoya durumu söz konusu burada. Yani bu çocuğu bu kadın doğurdu. Anası belli. Ama bu çocuğun babası herkesin bildiği babası olmayabilir. Kısaca kadın kocasını bir başkasıyla aldatmış olabilir anlamı ortaya çıkar ki bu düşünce sağlıklı bir düşünce değildir. En azından zandır. Zannın çoğundan da sakınmak gerek. Yok, bu tedbir amaçlı denirse, bu kadar tedbir fazla değil mi?

Sonuç olarak, bu yazdıklarım benim kendi görüşüm. Sizler katılmayabilirsiniz. Saygı duyarım. Aynı saygıyı ben de bekliyorum.

22 Ekim 2025 Çarşamba

Dinsizleşmede Neredeyiz?

"Müslüman ülkeler arasında ateizmin en fazla yaygın olduğu tek ülke İran. Bizim temel felsefemiz şu: Tepeden dindarlaştırmaya kalkarsan, insanlar kökten dinsizleşir. Benim sloganı bu”. (Şaban Ali Düzgün)

Halihazırda Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı başkanı olan Şaban Ali Düzgün hocanın, “Benim sloganım bu” dediği tespitini yabana atmamak, üzerinde kafa yormak gerekir diye düşünüyorum.

Şaban Hoca’nın dinsizliğe örnek verdiği ülke hepimizin malumu. İran, bir İslam Cumhuriyeti. Ülke, Humeyni’nin 1979’da yaptığı devrimle birlikte mollalar tarafından yönetiliyor. Ülkede kadınların başörtüsü örtme zorunluluğu her ne kadar geçici olarak askıya alınsa da İslam Ceza Kanununun Hicap ve İffet yasası olan 638. Maddesinde yer alan baş örtme zorunluluğu kanunla zorunlu.

İran, kapalı bir toplum ve ülke. Ülkede ne derece İslam kanunları geçerli ne derece uygulanıyor, yöneticilerinin ne derece söz ve eylem birlikteliği söz konusu, bilinmez. Şu var ki başlar örtülecek ya da başlar açılacak şeklindeki bir kanuni düzenleme çağdışıdır.

Yine bilinen bir gerçek var ki İran sadece kendi ülkesinde İslam kanunlarını uygulayan değil, aynı zamanda rejimini de başka ülkelere ihraç etmeye çalışmıştı bir aralar.

İran halkı mevcut yönetimin yönetim anlayışından ve bazı şeyleri dayatmasından ne derece memnun? Bunu da test etme imkanımız yok. Şu var ki bir şekilde ülkemize yerleşmiş ne kadar İranlı kadın görmüşsem -belki istisnaları vardır- ama hiçbirinin başında başörtüsü yoktu. İçlerinde azımsanmayacak derecede dekolte giyineni de eksik değil. Bu demektir ki ülkesini bir şekilde terk eden, ülkesinde iken zorunluluktan kaynaklı başını örtenler, ülke dışına çıkınca başlarını açıyor. Demek ki zorla başı örtmek ya da zorla başı açmak çözüm değil. Olsa olsa pansuman ve polisiye tedbir olur. Bunun da süreklilikle bir alakası yok.

Meseleyi sadece başörtüsüne indirgemek istemiyorum. Çünkü bu konu salt başörtüsünden ibaret değil. Şu var ki adında İslam olan, İslami kanunlara göre ülkeyi yöneten bir ülkede dinsizliğin en fazla olması ve başı çekmesi manidar. Demek ki dayatma, baskı, kanuni düzenleme ya da eğitme çabası ters tepiyor. Kişiler belki de yönetenlerin bu niyetinden dolayı dinden soğuyarak çözümü dinden uzaklaşmada buluyor.

İran bizim komşumuz. Her ne kadar kapalı bir toplum olsa da “Komşuda pişen bize de düşer” misali, dini anlayışımız örtüşmese de bize ne kadar etki ettiği tartışılır.

Bir diğer husus, Şaban Hoca’nın tespiti sadece İran’ı bağlamaz. İran örneğinden hareketle “Tepeden dindarlaştırmaya” kalkışmak, dindar nesil yetiştirme çabası, pirince giderken evdeki bulgurdan olmaya, ava giderken avlanmaya benzer. Her ülkede böyle olacak diye bir kural olmasa da bu işin ters tepme riski daha yüksektir.

Kamuoyunda dillendirilen dindarlaşma niyetinin, insanımızı ve gençliği ne derece dindar yaptığı güzel bir araştırma konusu. Yalnız ülkede ateist ve deist sayısında özellikle gençler arasında yaygın olduğu da yüksek perdeden dile getiriliyor. Ülkemizde hemen hemen her konuda pek ve doğru dürüst araştırma yapılmadığından, ülkemizde dindarlaşma veya dinsizleşme oranının hangi boyutlarda olduğunu bilme imkanımız yok.

Şaban Ali Hoca’nın sloganına gelirsek, başta yöneticilerimiz olmak üzere Hoca’nın bu sloganına kulak vermesinde fayda görüyorum. Daha sonra ne ummuştuk ne bulduk demeyelim.

Burada, İran’da baskı var, bizde baskı yok. Mukayese yerinde değil denebilir. Elbette bizde baskı yok. Kılık kıyafet için herhangi bir düzenleme de yok. İsteyen açar isteyen kapanır. Kamusal alan ve kız öğrencilere uygulanan yasak da gerilerde kaldı. Ülkemizde dinsizlik de arttı iddiasında değilim. Ama kamuoyunda böyle bir izlenim olduğu da bir gerçektir. Bizde İran’daki gibi dinsizlikte bir artış yok demek de bir faraziyeden ibaret olur. Var veya yok konusunda bilgi sahibi olmak için sosyal bilimcilerin derinlemesine bir araştırma yapması kaçınılmaz görünüyor. Yine bu araştırmada dindar ya da dinsiz olmanın sebeplerini de öyle zannediyorum, kamuoyu merak eder. 

Hasılı, dinsizleşme ya da dinsizleşirmede veya dindarlıkta neredeyiz? Bunun sebepleri nelerdir? Üzerinde kafa yormaya değer. 

17 Ekim 2025 Cuma

Mirasta Paylaşım Sorunumuz (3)

Bir önceki yazımda İslam'ın ortaya koyduğu miras oranlarının sorunu tam çözmediğini, medeni kanunun ortaya koyduğu eşit paylaşımın da sorunu tam çözmediğini ifade etmiştim.

Eşit paylaşım niye sorunu çözmüyor? Çünkü herkes eşit alıyor. Daha ne denebilir. Eşit paylaşımda sorun şurada ortaya çıkıyor. Daha çok dindar ve mütedeyyin olan ailelerde bu sorun ortaya çıkıyor. Ailenin erkek bireyi, "Biz Müslümanız. Allah'ın emrine göre paylaşacağız. Kızlar bir, biz iki alacağız" derken aynı erkek, kızının alacağı mirasta eşit olsun diyebiliyor ya da kız kardeşler, "Tamam, Allah'ın emri öyle. Fakat Allah rıza taksimine bir şey demiyor. Bize eşit verseniz ne olur" diyebiliyor. Bir de kişi ne kadar dindar olursa olsun, paylaşacak mal biraz varsa eşit olsun diyebiliyor ya da erkekler haklarından feragat etmeye yanaşmıyor. Kısaca dindar ve mütedeyyin aileler İslam miras paylaşımı ile medeni kanunun paylaşımı arasında ikilemde kalıyor. 

Miras paylaşımı başka ülkelerde nasıldır bilmem ama bizde hırgür, küskünlük, dargınlık ve kavga eksik olmaz.

Kardeşlerdeki tutkunluk, hasbilik ve fedakarlık da böyle zamanda ortaya çıkar. Değilse iyi günde ve maddi çıkarın olmadığı yerde kardeşler niye kavga etsin. Hatta var mı bizdeki kardeşlik gibisi bile derler.

Şu var ki kardeşlerin gerçek yüzü miras paylaşımında ortaya çıkar. "Sen çok aldın, ona fazla gitti. Sen iyi yerleri aldın. Şöyle olmazsa, eşit olmazsa imza atmam. Biz Müslümanız. İslam'a göre erkek iki kadın bir alır" türünden sözler havada uçuşur.

Paylaşım ister eşit yapılsın ister kadına bir, erkeğe iki şeklinde olsun.

Görünen o ki vereseler miras taksimini İslam'a göre yapsalar da sorun bitmiyor, Medeni Kanuna göre eşit paylaşsalar da sorun çözülmüyor.

Bu dediğim elbette her aile için değil. Çünkü nice aileler miras taksimini karşılıklı anlayış, özveri ve fedakarlık içerisinde çözebiliyor. Ama büyük çoğunluk miras taksiminde sınıfta kalıyor.

Bu sorunun çözümü sanki anne ve babanın hiç miras bırakmamasıyla çözülür. Çünkü böyle bir durumda paylaşacak bir şey olmadığı için hiçbir kardeş beklenti içerisine girmez.

Ölüm hak, miras helal olduğuna, bu mesele aileler arasında sorunu çözmeyi daha da büyüttüğüne göre görünen o ki İslam'ın miras taksimi de devletin eşit paylaşımı da sadra şifa olmuyor. Devlet eşit bölünsün demesine rağmen vereselerin rızaya uygun paylaşımına da izin veriyor. İslam da 1/2 demesine rağmen rıza taksimine ses etmiyor.

Hem İslam'ın hem de Medeni Kanunun oranları ve rıza taksimi doğrudur, yanlıştır demeyeceğim. Diyeceğim şudur ki salt oran sorunu çözmüyor. Teoride çoğunluk bu oranları kabul ederken iş mal paylaşımına gelince, kız kardeş, yok, ben 1/2 paylaşımı kabul etmiyorum. Eşit olacak eşit. Eşit olmazsa imza atmam diyebiliyor. Bunu, istisnalar hariç en Müslüman olanı da yapıyor, kültürel Müslüman olanı da. Eşit paylaşıma da erkek kardeş, niye eşit olacak? İslam şöyle taksim yapmıyor mu diyor.

Bu durumda miras paylaşırken:

İslam'a göre erkek-kız kardeşler arasında 1/2 oranı,

Medeni Kanuna göre kız ve erkeğin eşit alması öne çıkıyor. İslam'ın öngördüğünde eşitlik yok. Medeni Kanunun öngördüğünde ise eşitlik söz konusu. Bu iki oran da yukarıda bahsettiğim gibi sorunu çözmüyor. Çözülse bile kırgınlıklar ve küskünlükler alıp başını gidiyor.

Miras gibi bir paylaşımı salt oranlara indirgemekten ziyade rıza taksimi yani kardeşlerin gönlünden koparak paylaşım yapması en doğru olanı ise de işin içine mal mülk girince maalesef rıza taksimi herkes için geçerli olmuyor.

Bu durumda günümüzde paylaşım nasıl olmalı? Bunun üzerine kafa yormak istiyorum.

Sorunun çözümünde eşitlikçi anlayış ve kız erkek arasındaki eşit olmayan anlayış yerine adil paylaşım esas alınabilir. Eşit paylaşım zaten adil paylaşım diyebilirsiniz. Bence eşit paylaşım adil paylaşım değildir. Toplum yapısının ve işbölümünün değiştiği, herkesin aile bütçesine bir şekil katkı sunduğu günümüzde, yapılacak miras paylaşımları, kız olsun, erkek olsun, kardeşlerin sorumluluğu oranında olmalıdır. Bu tür paylaşımda sorumlulukları eşit olmayan iki erkek kardeş bile eşit almamalı. Kız kardeş en fazla sorumluluğu üstlenmiş ise en fazla almalıdır.

Ne demek istediğimi bir örnekle açıklayayım. Diyelim ki iki erkek kardeş olsun. Bir tanesi gurbette. Yazdan yaza gelip gidiyor. Diğeri ise anne babanın bakım başta olmak üzere her türlü sorumluluğunu üstleniyor. Baba vefat edince, gurbetteki kardeşin gelip eşit paylaşım diye dayatması doğru değil. Burada sorumluluğu üstlenen kardeş eşit paylaşalım dese bile gurbetteki kardeş, “Olur mu ağabey, anne babamın bakımında hep sen vardın. Paylaşım yaparken sen fazla alacaksın diyebilmeli. Orta yerdeki mal biraz fazla olunca böyle diyecek ve fedakarlık yapacak kardeş zor bulunur. Bu durumda bilirkişiye başvurup, bilirkişi sorumlulukları oranında bir oran paylaşımı önermelidir.

Aynı şekilde iki erkek kardeş hiç anne babasına bakmasın. Hep kız çocuğu baksın. Miras paylaşımında kız çocuğu erkek kardeşlerinden fazla pay almalı.

Kısaca, demek istediğim, miras paylaşımında kardeşlerin üstlendiği sorumluluğa göre yani adil paylaşım yapılmalı. İster kız ister erkek olsun. Ben böyle düşünüyorum.

Mirasta Paylaşım Sorunumuz (2)

Bir önceki yazımda İslam miras hukukunun bugün Müslümanların bir yumuşak karnı olduğundan, pek gün yüzüne çıkmasa da alttan alta bir kaynamanın olduğundan, miras paylaşımının, çoğu ailelerde özellikle kız çocuklarında kırgınlıklara sebebiyet verdiğinden bahsetmeye çalışmıştım.

İslam hukuku kadın ve erkek arasında miras paylaşımı yaparken 1/2 oranını belirtmesinin gerekçelerini şöyle sıralayabiliriz:

İslam, kadın erkek arasında 1/2 oranını koyarken her türlü sorumluluğu erkeğe yüklemesinden dolayı bu eşitsizliğin olduğu fıkıhçılar tarafından açıklanır: Kadına yüklenen sorumluluk ev işleri ve çocuk büyütmek. Hatta kadın çocuğunu bile emzirmek zorunda değil. Gerekirse süt anne ister. Diğer her türlü sorumluluğu erkeğe verir. Anne babanın bakımı, görüp gözetilmesi, evin her türlü ihtiyacının karşılanması erkeğin sorumluluğunda. Zaten kadın bir alırken, kocası da iki almak suretiyle yine herkes üç pay almış oluyor, böylece herkes eşit alıyor şeklinde izah yapılır.

Genelde kadın bir, erkek iki alır şeklinde bilinse de İslam miras hukukunda paylaşım, farklı farklıdır. Annenin oranı, eşin oranı bile bellidir ve her biri farklı oranlarda mirastan pay alır. Vereseler arasında erkek yoksa, bir kız varsa malın yarısını, iki ve daha fazla kız var ise mirasın 2/3'ünü alır. Mirasın geri kalanını ise ölen erkek kocanın kardeşleri kendi arasında pay eder. Erkek eş vefat ettiği takdirde, sağ kalan kadın eş eğer çocuğu yoksa mirastan 1/4 oranda pay alır. Ancak vefat eden erkek eşin çocuğu varsa, sağ kalan kadın eşin miras payı 1/8'dir. Gerisini erkeğin kardeşleri kendi aralarında pay eder.

Burada diyebiliriz ki İslam sorumluluğa göre mal paylaşımını öngörmekte.

Kendi içinde mantıklı görünen bu izahlara şöyle eleştiri getirilebilir:

Bugün kadın da erkek de çalışıyor. Her ikisinin de sorumluluğu var. Evin geçiminde kadının da katkısı var. Yine anne baba bakıma muhtaç hale geldiğinde kadın da anne babasına bakıyor. Bu durumda her türlü sorumluluk eşitse kadının erkek kardeşine göre eksik alması durumunu nasıl izah ederiz? Her türlü sorumluluğun eşit olduğu günümüzde bu şekil paylaşım ne derece adalete uygun?

Fıkıhçıların açıkladığı gibi kadın bir, erkek iki alarak durum eşitleniyor izahı da havada kalıyor. Çünkü kimi, medeni hukuka göre paylaşım yapıyor kimi de İslam hukukuna göre yapınca eşitleme olmuyor.

Bir diğer husus açıklama kadının evlenmesi üzerine. Bugün evlenmeyip bekar kalan kadınlar da var. Anne babasıyla birlikte yaşıyor. Belki de anne babanın her türlü sorumluluğunu üstleniyor.

Yine ölen kişinin birinci derece vereseler kız ise mirasın hepsini alamaması, bila veled olan kadının malın 1/4'ünü aldıktan sonra geriye kalan malın erkeğin kardeşleri arasında pay edilmesi de günümüzde izaha muhtaçtır. Ne kadar izah edilse de elinden baba malının bir kısmının alınmasına ya da çocuğu olmayan kadının kocasından kalan tüm malı alamaması günümüzde pek anlaşılamıyor.

Tanıdığım, her ikisi de dindar ve mütedeyyin iki aile var. Birinin üç kızı vardı. Babaları öldü. Amcaları ve babaanneleri de mirasa ortak oldular. Diğeri de çocuğu olmayan bir aile idi. Kocası vefat edince kocasının kardeşleri şeriata göre paylaşım yaptılar. Yalnız paylaşıma rağmen sorun bitmedi. Her iki aile de kırgın ve kızgın. Erkeğin kardeşlerinin mirasa ortak olmasını çökme olarak görmekteler.

Eskisi gibi kardeşlerin işi ortak ya da bir olsa, gelir ve giderleri tek elden giderilse ya da kardeşleri vefat edince onun yetimlerine amcalar baksa, onları görüp gözetse, dersin ki bu paylaşım normal. Ama bugün herkesin evi, barkı, işi, gücü ve kazancı ayrı. Kişinin kazandığında kardeşlerin payı yok. Birinin başına bir şey geldiğinde kolay kolay elinden tutan yok. Bu durumda paylaşım şöyle olacak. Biz buna ortağız demek çok anlaşılır gibi değil.

Burada İslam'ın miras hukukunu eleştirme gibi bir niyetim yok. Bu konuyu ele alırken İslam miras hukuku değişsin, günümüzde yeri yok iddiasında değilim. Yalnız İslam böyle emrediyor, herkesin alacağı oran ayetle ortaya konmuş. Üzerine söz söyleme hakkımız yok demek de bu sorunu çözmüyor. Elde bir sorun var. Bu sorun nasıl aşılır derdindeyim. Unutmayalım ki izah edemediğimiz ve ikna edemediğimiz doğru, doğru değildir.

Burada kimsenin böyle bir sorunu yok. Yok yere ortaya sorun çıkarıyorsun da denebilir. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi müftülüğe gelip fetva soran çokça kadının sorularından biri boşanma üzerine ise diğeri de miras üzerine olduğunu yeri gelmişken tekrar hatırlatayım. Öyle ya sorun yoksa kadınlar müftülüğe gelip niye fetva istesinler.

Bu sorunu ele alma sebebim, bugün sorun gibi duran bu konuyu nasıl aşabiliriz üzerine kafa yormak. Çünkü ayetin indiği zamanki sorumluluklar bugün değişmiş durumda. Ayet herkesin oranını belirttikten sonra "Bunlar Allah'ın sınırları" derken bu oranları alt sınır olarak ele alabilir miyiz ya da sorumluluklar değiştiğine göre oranlar da değişebilir mi üzerine kafa yormaktır. Öyle ya indiği dönemde paylaşımda adaleti esas alan miras paylaşımını, bugünün sorumluluklarını göz önüne alarak sorumluluğa göre yapabilir miyiz? Aile içindeki fertlerin üstlendiği sorumluluğa göre adil bir paylaşım ortaya koymak miras ayetini değiştirmek değil, anlamaktır bana göre. Çünkü toplum yapısı ve şartlar değişmiş ise oranları da şartlara uygun şekilde düşünmek gerek. Tek kıstas, fertlerin yüklendiği sorumluluk olmalı. Sadece kan bağı ya da erkek, kadın olmak miras paylaşımında esas olmamalı diye düşünüyorum.

Medeni kanunun belirlediği gibi kızın ve erkeğin eşit paylaşımı sorunu çözüyor mu? Bu da çözmüyor. Ama en azından eşit bir paylaşım var denebilir. 

Bu durumda sorunları almak için paylaşım nasıl olmalı? Bunu da bir başka yazımda ele almak isterim. 

23 Eylül 2025 Salı

Protokol Cenazeleri

Ölümlerin yüzü soğuk olsa da hayatın acı bir gerçeği. Sırası gelen herkes bu gerçeği tadar. En büyük acıyı da geride kalan eşi, dostu ve yakınları bizzat yaşar. Çünkü ateşin düştüğü yer bu hanedir.

Eş, dost ve tanıdıkları, cenaze merasimine katılarak, ardından taziyede bulunarak son görevlerini yerine getirir. Cenaze ve taziyeye katılım ne kadar çok olursa cenaze sahiplerinin çektiği acı bir nebze de olsa teselliye döner ve moral bulur. “Amma sevenimiz ve sayanımız varmış. Uzaktan yakından katılarak acımıza ortak oldular. Farkına varmadan ne çok dost edinmişiz. Sağ olsunlar, var olsunlar” derler.

Cenazeye katılım az olursa hem cenaze sahiplerinin morali bozulur hem de cenazeye katılanlar kendi aralarında “cenazeye katılım azdı, öyle değil mi” değerlendirmesinde bulunurlar.

Fırsat buldukça tanıdık ve yakınların cenazesine katılmaya özen gösteririm. Kalabalık cenazeye de katıldım, huzurevinde vefat edene de ünlü kişilerinkine de ünsüz kişilerinkine de. Sanırım katılmadığım şehit cenazesi, bir de protokol uygulanan cenazeleri var. Her ikisini de ekranlarda gördüğüm kadarıyla biliyorum. Bir de TBMM önünde kortej eşliğinde askerlerin taşıdığı sal var ki çok garip karşılarım bu görüntüyü.

Bu girişten sonra 3 Eylül 2025 günü, Kayseri’de kılınan bir cenaze hakkında vefat edenin kardeşi, aynı zamanda Konya’dan sınıf arkadaşım olan Rıza Bozdağ’ın, abisinin cenazesinde yaşadığı durumu anlatan yazısına yer vereceğim:

“Tanınmış kişilerin cenaze namazına gelen protokolün cenazeye ve cenaze sahiplerine zerre miskal saygılarının olduğunu düşünmüyorum.

Ana-baba bir öz abimin cenaze namazında en ön safta yer alabilmek için ikindi namazını kılmak maksadıyla camiye bile girmedim. Ama namazdan çıkan protokol bizi sıkıştıra sıkıştıra kenara ittikleri gibi oğlumu da amcasının cenazesinde bir arka safa attılar. Oğlum “Baba, ben arkaya geçeyim de sen sıkışma” demesine rağmen beni de arkaya atacaklardı ki oğlum “Yav bırakın da adam abisinin cenaze namazını kılsın” diye tepki gösterdi de birazcık yer buldum. Buna rağmen namazda ellerimi bağlamayı başaramadım...

Oysa bizim cenazemiz, protokol kurallarının uygulanacağı bir cenaze de değildi. Keşke şu protokoldekiler cenaze sahiplerine birazcık saygılı olsa. Keşke görünmeyi değil de bulunmayı tercih edecek bir anlayışa sahip olsalar.

Hele bir de buradan çıktıktan sonra da “Mehmet Bozdağ’ın babasının cenazesine katılım sağladık” diye hilkat garibesi “katılım sağlamak” ifadesini kullanmıyorlar mı, deme gitsin”.

Sayın Bozdağ sayesinde protokol cenazelerinin nasıl olduğunu öğrenmiş oldum. Koyun can derdinde, kasap ise et derdinde misali, protokole gelenler görünmek için ön safa üşüşmüşler. Sanki cenaze namazı sonrası omuz verip cenazeyi kabre koyacaklar. Bazıları yine görünmek için sembolik olarak sala yapışır. Hepsi bu. Keşke kabre kadar salı götürseler, hiç gam yemeyeceğim.

Protokol istenmese de protokol uygulanan bu tip cenazelerde aile fertlerine ön safta yer ayırmak gerek. Hatta cenaze yakınlarından ön safta kimse olmasa bile cenaze yakınları ön safa gelsin diye seslenmek lazım. Çünkü hem cenaze namazını ön safta kılsınlar hem bir aksaklık olursa müdahale etsinler, imamın cenaze hakkında bilgi edinmek isterse bilgi versinler hem de namaz sonrası salı omuzlasınlar.

Aslında ölen kim olursa olsun, halkın katıldığı cenaze merasimlerinde camiden çıkan, ön saftaki yerini almalı. Protokol nerede boş yer bulmuşsa orada saf tutmalı. Ötesi şekil A da olduğu gibi sıkıntıdır, gösteriştir. 

21 Eylül 2025 Pazar

Hoşgörü ve Vefa Ölmemeli!

2016 yılında vefat eden Musevi asıllı bir vatandaşın defin duyurusu için cami hoparlöründen duyuru isteğinin; cami imamı, ilçe, il ve Diyanet tarafından reddedildiğiyle ilgili bir alıntıya daha önce "İnsanlık ve Vefa Ölmemeli" başlıklı bir yazı yazarak konuyu irdelemiştim. https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2025/09/insanlk-olmesin-1.html

Okuduğum bu alıntı benzer bir olayı hatırlattı. Bu yazımda da ona yer vermek istiyorum.

Bir başka gazetede müsteşar isimle yazı yazarken gazeteden aradılar. "Biri sizinle görüşmek için numaranızı istiyor. Verebilir miyiz" dediler. Olur dedim.

İlgili kişi aradı. "Bir araya gelip bir konuyu konuşmak istediğini” söyledi.

 Bir kafede buluşmak için sözleştik.

Kendini tanıttı. "Şehre ve ülkeye şu alanda hizmet ediyoruz. Aynı ürünü yurtdışına ihracat yapan bir markayız. Aynı zamanda bir cemaatin de ileri gelenlerdendim. Cemaatin birçok maddi yükünü sırtladım. Kur'an'la da hemhalım.

Türkiye çapında ün yapmış, Kur'an açıklamasına ömrünü vakfetmiş bir akademisyenin açıklamaları ilgimi çekti. Kur'an talebesi olmaya karar verdim. İlgili kişiyi konuşma yapması için kaç defa şehre getirttim. Masrafları tek başına üstlendim".

"Türkiye'nin her bir yerinde konferans veren bu akademisyene nedense şehrimizde tepki gösteren bir kesim var. Ne zaman bu hocayı getirmeye kalksam, yer sorunu ortaya çıkıyor. Daha önce yeri veren yerler de gelen tepkilerden dolayı eften püften bahanelerle salonu vermekten vazgeçiyor. İşte vazgeçen yerlerle daha önce yaptığım sözleşmeler. Ne üniversite yardımcı oldu ne belediyeden dönüş oldu. Hatta üniversite yetkilileri, 'Hocamız akademisyenmiş. Salonu ücretsiz verebiliriz' dediler. İş adamı parasız olmaz. Ücretini yatıracağım. Yalnız şehirde bu hocaya karşı bazı kesimlerde bir tepki var. Kim salonunu verse orayı topa tutuyorlar. Gelen tepkiler üzerine vazgeçiyorlar. Bu durumu bilin, ona göre salonu verin. Sonra vazgeçmeyin dedim. 'Vazgeçmeyiz, olur mu öyle şey' demelerine rağmen 'Tadilat yapılacak' gerekçesiyle salonu vermekten vazgeçtiler".

"Bütün resmi kurumlardan ret ya da iptal cevabı alınca, mecburen otellere başvurdum. Buraların salonları da çok yüksek ama yapılacak bir şey yok. Yeter ki kabul etsinler. Para problem değil. Onlardan geri dönüş bekliyorum".

"Daha önce bu hoca hakkında yazı yazmışsın, şehrin bu hocaya yanlış yaptığına değinmişsin. Şu tarihte gelmesi için hocayla anlaştık. Fakat vakit daraldı. Hâlâ salon bulamadım. Bu konuyu ele alan bir yazı daha yazabilir misin" dedi.

Yazayım yazmaya. Yalnız başvurduğun otellerden gelecek cevabı bekleyelim. Pişmiş aşa su katmayalım. Olumlu cevap alınmazsa yazı konusu edinirim dedim.

"Haklısın, öyle yapalım" dedi. O halde sizden cevap bekliyorum dedim.

Çaylarımızı içerken başından geçen bir durumu da anlattı. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle idi: "Bu hocayı çok seviyorum. İstiyorum ki bu hocadan şehrim de faydalansın. Hocanın vereceği konferansı duyurmak için elimde yazılı ve görsel medya yok. Uzun yıllar birlikte çalıştığımız cemaatin radyosu aklıma geldi. Ne de olsa radyonun kuruluşunda emeğim çok. Aynı zamanda vakıf olan cemaatte hâlâ aktif görev yapan arkadaşlara, radyoda duyurusunu yapabilir misiniz diye rica ettim. Yönetim kuruluna sunmamız lazım. Tek başına karar veremeyiz dediler. İsteğimi yönetim kuruluna sunmuşlar. Yönetimdekiler eğer bu ilan radyoda okunursa biz yönetim kurulundan istifa ederiz demişler.

Kısaca yapılacak konferansın duyurusu radyodan yapılmıyor.

Sonrasında otelin birinden olumlu yanıt gelmiş. Hocayı dinlemek için ben de katıldım. Sponsor iş adamıyla konferans bitimi ayak üstü bir kez daha görüşme imkanım oldu.

İş adamı konferansın açılış konuşmasında "Bu konferans için salon bulmada zorlandığından bahsetti. Hoca ise "Herkes kalıbına göre iş yapar. İşte salon bulunmuş. Biz işimize bakalım. Ötesini boş verin dedi. Ardından da "Şeytan bile kitap yazsa, şeytanın kim olduğunu öğrenmek için kitabını okumak, ön yargıyı ve peşin hükmü bir tarafa bırakmak lazım" demişti.

Bu ikili görüşmeden aklımda kalanlara kısaca yer verdim. Adı geçen hocaya şehirde tepki gösterilmesini hiç anlamadım. Hele radyonun kuruluşunda bin bir emeği olan birinin, konferansın gün ve yerini duyurma isteğini eski arkadaşlarının geri çevirmeleri hatta istifa ederiz restleri hiç anlaşılır gibi değil. Birlikte omuz omuza verdikleri bir arkadaşlarının isteğini yerine getirseler ne olurdu. Herhalde kıyamet kopmazdı. Hatta jest yapmış ve vefa örneğini göstermiş olurlardı. İş adamı da sağ olsun eski arkadaşlarım ricamı kırmadı derdi.

Sahi radyodan duyurunun ne zararı olurdu? Bugün kaç kişi haber ve duyuruları radyodan dinliyor. Belki bir elin parmaklarını geçmez.

Bu duruma ne denir bilmem. Ön yargı mı dersiniz, hazımsızlık mı dersiniz, hoşgörüsüzlük mü dersiniz? Takdir sizin.

Burada şunu da söylemek isterim. Konferansa getirilen hocanın en büyük özelliği, Kur'an ayetlerini Kur'an ayetleriyle açıklamaya çalışması, hadislere fazla yer vermemesi. Hocanın bu metodu bazılarınca hadisleri inkar ediyor şeklinde pompalanıyor. Halbuki hoca, hadisler konusunda defalarca "Ne süpürüp alanlardanım ne de süpürüp atanlardanım" der. Üstelik o konferansını baştan sona bir hadise yer vererek işlemişti. Ne diyelim, adın çıkmaya görsün.

Radyoda ilana karşı çıkılması da bundan olsa gerek. Hocanın konferans duyurusu radyodan yapılırsa, cemaat mensupları, 'Nasıl olur da bizim radyomuzdan, bir hadis düşmanının konferansını duyurusunuz' tepkisinden çekinmeleri.

Bu yazı farklı fikirlere hoşgörüsüzlüğümüzün bir göstergesi. Aynı kitap ve peygambere inandığımız halde şu konuda seçici diye tavır alıyoruz. Ne konferansına izin veriyoruz ne de radyoda duyurusuna tahammül ediyoruz. Biz bize böyle isek Musevi asıllı esnafın cenaze merasimi duyurusunu cami minaresinden nasıl duyurabiliriz, öyle değil mi?

İnsanlık ve Vefa Ölmemeli!

“Adı Yosef Hobe. Musevi bir vatandaşımız. 78 yaşında.

İzmir Konak’ta 50 yıldır esnaf. Basmacı Yusuf diye tanınır. Dükkanı Hisar Caminin yanında.

Sevilir, sayılır, hürmet edilir.

Sabah erkenden dükkanını açar. ‘Selamünaleyküm’ diyenlere, ‘Aleykümselam’ der.

Bu ülke için 36 ay askerlik yapmış.

Devlete vergisini kuruşuna kadar ödemiş.

Kendisi Müslüman olmamasına rağmen, her Cuma günü dükkanının önüne kartonlar koyar, camiye sığmayan cemaat orada namaz kılsın diye.

Müslümanlar gelir, o kartonların üzerinde ibadetini yerine getirirdi. Herkes ‘Allah razı olsun’, o da herkese, ‘Allah kabul etsin’ derdi.

İleri yaşına rağmen namazdan sonra kartonları tek tek toplar, bir sonraki Cuma kullanılması için dükkanına geri taşırdı.

Önceki gün (14 Nisan 2016) vefat etti.

Yıllarını geçirdiği çevre esnafı çok üzüldü.

Ölüm haberi duyulsun, sevenleri son görevini yapsın diye Hisar Cami’den bir anons yapılmasını rica ettiler.

Minareden sadece şu metin okunacaktı: ‘Çarşımızın esnaflarından Yosef Hoba vefat etmiştir. Cenazesi saat 16.00’da Altındağ Musevi mezarlığında defnedilecektir’.

Cami imamı Konak İlçe Müftülüğüne sordu. Hayır dediler. İzmir İl Müftülüğüne başvuruldu. Yine hayır dediler. Son çare Diyanet İşleri Başkanlığı oldu. Ankara’dan gelen haber de ‘Hayır’dı’.”

Yukarıda bir kısmına yer verdiğim yazı bir alıntı. Alıntıdan anladığıma göre olay 2016 yılında olmuş. Bundan da sosyal medya aracılığıyla yeni haberim oldu. Olayın aslı var mı, yok mu bilmiyorum. Birileri algı oluşturmak için yazıp servis etmiş olabilir. Temenni ederim ki bu yazının aslı ve astarı olmasın.

Alıntıda; ilçe, il müftülüğünün ve Diyanet İşleri Başkanlığının da adı geçiyor. Acaba ilgili kurumlar bu yazıya cevap vermiş, yazıyı tekzip etmiş mi diye Google üzerinde arama yaptım. Herhangi bir tekzibe rastlamadım. Yalnız anons izni için ilçe ve il müftülüğünün aranması anlaşılır da DİB’e de sorulması ilginç görünüyor. Çünkü Diyanet’ten haydi deyince birden cevap gelmez. Cevap gelinceye kadar da cenaze beklemez. Çünkü cenazelerin makul bekletilme süresi var.

Yazının aslı var diyelim. Ölen Müslüman olsun veya olmasın, mahalle camiinden duyuru yapmada bir sakınca olmaz. Dinî yönden cevazından ziyade insani bir şeydir. Çünkü ezan ve salanın dışında cami hoparlörleri çoğu muhitlerde önemli duyurular için de kullanılır:

“Falanın düğün yemeğine tüm mahalleli davetlidir”,

“Bir miktar para bulunmuştur”,

“Bir miktar para kaybolmuştur. Bulanların insaniyet namına getirmesi rica olunur”,

“Falan mevkide yangın çıkmıştır. Traktörü olan vatandaşların yardıma gelmesi” gibi.

O hesap, İzmir’i mesken edinmiş, Musevi vatandaş için de cami görevlisinin inisiyatif alıp “Mahallemiz sakinlerinden Basmacı Yusuf lakaplı Musevi vatandaşımız vefat etmiştir. Cenazesi şuradan kalkacaktır. Sevenlerine duyurulur” anonsunu yapabilirdi. Böyle bir anons çok da güzel olurdu.

Nedense bazen bağnazlığımız tutar ya da dinen caiz olur mu diyerek her şeye dini yönden bakmaya kalkar ve çoğu zaman da caizdi, değildi demek suretiyle işin içinden çıkamayız. Şu var ki insanlık dinden ve inançtan önce gelir. İnsanlığımız olmadan din ve inanç toplumsal barışa hizmet etmez. Bu tür anonslar aynı zamanda bir jest olur. Sevgi, saygı ve ülfete katkı sunar.

Hasılı, işin içine ölüm ve cenaze girince akan sular durmalı. Din ve inançtan önce insanlık ve vefa ön plana çıkmalı.

Sizi bu konuya benzer başka bir anekdota götürmek istiyorum. Yalnız sayfam doldu. Buna da bir başka yazımda değineyim.

20 Eylül 2025 Cumartesi

Nasıl Bilirdiniz?

Tayyar Altıkulaç (1978-1986), Mustafa Sait Yazıcıoğlu (1987-1992), Mehmet Nuri Yılmaz (1992-2003), Ali Bardakoğlu (2003-2010), Mehmet Görmez (2010-2017), Ali Erbaş (2017-2025), Safi Arpaguş (2025).

Görev yılları itibariyle hatırladığım Diyanet İşleri Başkanlarını yazdım. Son yeni atanan Safi Bey'i bilmiyorum. Nasıl bir başkanlık ve iz bırakacak, bunu da zaman gösterecek. Hayırlı olmasını temenni ediyorum.

Diğer yazdıklarım hakkında üç beş kelam edeceğim. Baştan söyleyeyim. Bunlar benim kendi gözlemlerim ve değerlendirmem:

Altıkulaç'tan pek haz almazdım. Ekranlarda gördükçe soğuk bulurdum kendisini. Başkanlık sonrası başkanlığı dönemiyle ilgili yaptıklarını ve yapamadıklarını anlatan bir ropörtajını okuyunca, kendisini samimi buldum. Bilmeden ön yargılı yaklaştığıma kanaat getirdim. 12 Eylül ihtilalinin tüm baskısını çekmiş, Kenan Evren'i bazı konularda ikna etmek için az dil dökmemiş. Zor bir dönemde süreci iyi yönetmiş noktasına geldim.

Mustafa Sait Yazıcıoğlu nelere imza attı, hatırlamıyorum ama bende olumlu bir kanaate sahip. Koltuğun hakkını verdiğini düşünüyorum. En azından tartışmaların odağında değildi. 

Mehmet Nuri Yılmaz'ı ise hiç başkanlığa yakıştıramadım. O kadar hükümet değişmesine rağmen hepsinde koltuğunu korumuş, uzun süre görev yapmış olmasına rağmen bende hiç iz bırakmadı.

Ali Bardakoğlu, başkanlıkta iz bırakanlardan. Yanlış hatırlamıyorsam, Diyanet'in teşkilat yasasının çıkmasını sağladı. Hem personeli arasında hem de kamuoyunda ağırlığı olan biri idi. Döneminde koltuğuna ve makamına saygınlık getirdi. Diyanet tartışılan kurumlar arasında yer almadı. Görev süresinin uzatılması teklifine, "Yapacağımı yaptım. Bundan sonra burada kalmak kendimi tekrar etmek olur" deyip teklifi reddettiğini biliyorum. 

Başkanlığı bıraktıktan sonra Ali Bardakoğlu unutulmayanlar arasında yerini aldı. Makamı bırakmasına rağmen aktif bir şekilde çalışıyor, dinliyor, dinletiyor, birikimine, tecrübesinden, güzel üslubundan çeşitli platformlarda kitleler faydalanmaya devam ediyor. Nazarımda iyi başkanlık yaptı. Makam sevdalısı değildi. Ağırlığını makamından almadı. Makamına ağırlığını verdi. Koltuğa yapışıp kalmadı. İz bırakanlardan oldu. 

Ali Bardakoğlu'ndan sonra kimse koltuğu dolduramaz. Bardakoğlu'nun altında ezilir derken yerine gelen Mehmet Görmez Ali Bardakoğlu'nun aratmadı. Bu da koltuğun hakkını verdi. Gücünü koltuktan almadı. Koltuğa gücünü verdi. Bardakoğlu gibi entelektüel birikime sahipti. Tıpkı selefi gibi naif biri idi. Güzel bir başkanlık yaptı. İkinci dönem başkanlığı devam ederken daha süresi varken bir şeylere, bazı şeylere kırılmış olmalı ki emekliliğini isteyip başkanlığı bıraktı. Başkanlığı bıraktıktan sonra da birikimlerini tıpkı selefi gibi değişik platformlarda aktarmaya devam ediyor. Makam elden gittikten sonra da Bardakoğlu gibi unutulmayandan ve hayırla hayırla yadedilenlerden. 

Çalışmalarıyla göz dolduran, ufuk açan halef ve selef olan Görmez ve Bardakoğlu duruşlarıyla, oturuşlarıyla makamın hakkını tastamam veren muhteşem ikili olarak belleklerde daima yeri olmaya devam edecektir. Hele Görmez zamanında hutbelere gelen kalitenin hakknı vermezsek Sayın Görmez'e haksızlık yapmış olurum. Bir de Görmez zamanında camilerde cuma sonrası yardım sergileri alabildiğine azaltılmıştı. 

Görmez'den sonra gelen halef Ali Erbaş ise atama hatası, belki de yol kazası olarak belleklerde yerini alacak. Çünkü önceki iki selefine göre koltuğun ve makamın hakkını vermedi ya da veremedi. Belki birilerini memnun etmiş olabilir ama büyük çoğunluk kendisinden, duruşundan, hal ve hareketlerinden hiç haz almadı. Çok itici görüldü. Bir duruş sergileyemedi. Gel Ali. Geldi. Git Ali. Gitti. Kendisinden önce iki başkanın oluşturduğu saygınlığı yok etti. Diyanet'i tartışmanın odağı haline getirdi. Görev süresi boyunca her yaptığı, her sözü eleştiri konusu oldu. Çok orta yerde göründü. Elinde kılıçla Ayasofya Camisinin minberinde poz vermesi çok itici bulundu. İticilik benden bir parça dercesine bu pozu defalarca verdi. Audi 8 kiralamasıyla ön plana çıktı. Tasarruf tedbirlerine takılınca geri verdi. Keşke bununla kalsa iyi. Adeta her hareketi fauldü. Koltuğa ağırlığını veremedi, Konuşmasını büyük çoğunluk pek samimi bulmadı. Gidişine pek üzülen olacağını sanmıyorum. Selefleri iki ağır toptan sonra böyle birinin başkan yapılması kamuoyunda çok garip karşılandı. O kadar eleştirilmesine rağmen ne istifayı düşündü ne af talebinde bulundu ne de atayan irade görevden almayı düşündü. Ben de kendisini hayırla yad etmeyeceğim. Hutbe konularını eskiye döndürmesi en büyük icraatı. Bir de döneminde aşağı yukarı her cuma sonrası sergi açtırması da facia. Kısaca kendisinden önce saygın kurum hale getirilen Diyanet, dönemi boyunca hafif kaldı. Öyle ki Mehmet Nuri Yılmaz'ın başkanlığını bile aradı çoğunluk. Çünkü ona bile rahmet okuttu. Siyasetle arasına mesafe koyamadı. Belki de tek olumlu yanı, bazılarına moral ve umut vermesi. Çünkü bunun başkanlığını gören, bu bile başkan olduysa biz hayli hayli başkan oluruz moral ve umudu. 

Çiçeği burnunda Diyanet İşleri Başkanı olan yeni başkandan selefinin olumsuz imajını silmesi en büyük icraatı olacaktır.

19 Eylül 2025 Cuma

Tiksinti Veren Bir Hareketimiz

Cuma için mahalle camimize girdim. Şuraya, buraya oturayım derken imamın cumanın ilk sünnetini kıldığı minberin önündeki üçüncü safa kadar ilerleyip oturdum.

Önümde, sırtını minbere dayamış hutbe dinleyen 12 yaşlarında küçük bir çocuk var.

Kendi halimde hutbeyi dinlerken önümdeki çocuğun sağ elini hareket ettirdiği dikkatimi çekti. Allah vere de burnuyla oynamasa bari dedim. Kendi kendime, her neyse ne. Ramazan! Ne olur başını kaldırma dedim. Bir güzel kendimi dinledim. Ama nereye kadar. Çocuk durmadı bir türlü. Gözlerim yarı açık yarı kapalı neler oluyor diye başımı kaldırdım. Vara kaldırmaz olsaydım. Çocuk burnundan çıkardığını eliyle bir güzel topladı. Sonra şehadet parmağıyla halının üzerine fırlattı.

Bu eziyet, bu mide bulandıran hareket çekilir mi, ne yapmam lazım. Az sonra namaza kalkınca bu çocuk ön safta yer bulur. Onun boşalttığı yere de ben geçerim. İyi de nasıl olacak bu? Ya çocuğun kendi emeği, kendi mahsul, secdeye varınca alnıma gelirse... Ramazan, aklına böyle şeyler getirme dedim.

Hutbeyi dinlemekten vazgeçtim. Çünkü önümdeki çocuk hutbenin önüne geçti.

Ben bu durumun kendi içimde mücadelesini verirken burnunun sağ tarafının temizliğini yapan çocuk bu sefer sol tarafın temizliğine kalktı. Parmağını burnunun sol tarafına girdirdi. Çöp sepeti gibi karıştırmaya başladı. Ben ne yapıyorum, şu işi biraz gizli yapayım da demedi. Aman ya Rabbi, çekilir mi bu cuma vakti bu çile derken, orta ikinci sınıfta sosyal bilgiler dersinde dersi işlerken, kafasını hafifçe yukarı kaldırarak, "Oğlum, çöp sepeti gibi burnunu karıştırma" uyarısını aşağı yukarı her derste yapan Recai Gümüş zihnimde belirdi. Bir kez daha hak verdim Hocama. Garibim, ne çile çekmiş demek ki dersi işlerken burnuyla oynayanlardan. Kimin oynadığını da söylemezdi. Kimseyi rencide etmezdi. Gözleri yumulu, kafasını kaldırır, ortaya söylerdi. Ne kadar faydası olurdu bilmem. Kim karıştırıyor, diye sağa sola bakışlar olunca, “Önümüze bakın, kimse değil” derdi. Kulakları çınlasın.

Olmayacak böyle deyip kafamı arkaya çevirdim. Hutbe okunurken herkesin bakışları arasında arka saflardan boş bulduğum bir yere geçtim. Hutbenin geri kalan kısmını orada dinledim.

Biliyorum mideniz bulandı. Bu da yazılır mı dediniz ve bu yazdıklarımdan tiksindiniz. Kusura bakmayın ama bu yazdığım toplumsal bir yaramız. Bu çocuk daha küçük ama bu toplumun çoğu büyüğü de bu çocuktan farklı değil. Alenen burnuyla oynayan insanımızın sayısı az değil; otobüste, çarşı, pazarda...

Küçük, büyük toplumun bu burnuyla imtihanı ne zaman sona erecek bilmem. Ya her şeye burnumuzu sokarız ya çöp sepeti gibi alenen burnumuzu karıştırırız. Toplumun içinde elinde mendil olmadan sümkürüp burun temizliği yapanları, bu haltı işledikten sonra lavaboya el yıkamaya gitmeyenleri saymıyorum bile.

Bizim bu çilemiz ne zaman bitecek? Bu burnuyla oynayanlar mide bulandırıcı bu hareketleri nasıl terk edecekler bilmem. Bilinen bir şey varsa tiksindirici. Ve biz bu tiksinti veren kişilerin içinde yaşamak zorundayız vesselam.

10 Eylül 2025 Çarşamba

Allah'ım Yardımcın Olsun!

Bir ara bir sıkıntım oldu. Bu sıkıntı bana özel bir sıkıntı. Şu kadarını söyleyeyim. Maddi bir sıkıntı değil. Bir mağduriyet durumu.

Amacım torpil bulmak değil. Yakın bulduğum eşe dosta durumumu izah ediyorum. En azından sebebini işleyelim.

Hem bayram ziyareti hem de başımdaki belayı kısaca izah etmek istedim. İstedim ki derdimi anlatayım. O da bu işin çözümü için tanıdık üst düzey birilerini arasın. Ne de olsa arkadaşız.

Bayramlaşmanın ardından kısaca mevzuyu açtım. Durumu izah ettim. Beni sessizce dinleyen bu arkadaşım, "Allah yardımcın olsun abi" dedi. Amin dedikten sonra ziyaretin kısası makbul deyip ayrıldım.

Aradan yıllar yıllar geçti. Mağduriyetim gitmedi ama soğumaya yüz tuttu. Hayırlısı deyip yoluma devam ettim. Ne de olsa dünyanın sonu değil. Hayat bir şekilde devam ediyor.

Bu süreçte unutamadıklarımdan bir enstantane de "Allah yardımcın olsun abi" duası oldu. Nasıl unutabilirim ki.

Burada başka ne diyebilir ki diyebilirsiniz. Dua elbette etsin. Buna amenna. Yalnız ondan şunu beklerdim. "Abi, Allah yardımcın olsun. Senin bu işle ilgilenecek bir iki kişi tanıyorum. Ona telefon edip kısaca durumu izah edeyim. İlgilenir veya ilgilenmez. Çözer veya çözmez buna bir şey diyemem" dese, tanıdıklarına telefon etmese bile gönlümde ayrı bir yeri olurdu. Sağ olsun, benim için yüzünü ekşitti. Bir başkasını aradı. Ama olmadı derdim. Bu iyiliğini de hiç unutmazdım.

Şunu da deseydi, bunu da unutmazdım. "Ah abi, inan tanıdığım yok ya da var ama onlara bu konuyu açacak kadar samimiyetim yok" dese benim için bir anlam ifade ederdi.

İsterdim ki taşın altına bir şekil elini koysun. Ama hiç oralı olmadı. Kafasını yukarıya kaldırıp gözlerini yumarak Allah yardımcın olsun demekle yetindi.

Siz ne dersiniz bilmem ama hiç ilgilenmeden ya da şöyle böyle yap yolu göstermeden sadece "Allah yardımcın olsun" duası bana çok basit geldi. Bu basitlik duayı küçümsediğimden, bu işin duayla alakası yok dediğimden değil. Dua elbette edilir. Önce sebebini işlemek gerek.

Hiç yol göstermeden, kafa yormadan böyle bir dua, "Allah versin. Benden fayda yok demekten başka bir şey değil. Belki de işin en kolayı ve kolaya kaçmaktan ibarettir. Çünkü sebebini işlemeden yapılan dua kuru bir duadan ibarettir. Benim ise böyle dostlara ve böyle kuru dualara karnım tok.

Sonra öğrendim ki bu arkadaş sadece bana değil, herkese dua ediyormuş. Bir arkadaş da bu kişinin de bulunduğu bir ortamda başına gelen badireyi anlatmış. Arkadaş derdimi anlattıktan sonra aramızda kalsın demiş ve o mesele orada kalmış. Büyük ihtimalle Allah yardımcın olsun demiştir ona da. Sorunu çözmek için elini kıpırdatmamış. Gerçi Allah yardımcın olsun duası varken niye elini kıpırdatsın değil mi?

Ama ben onun gibi yapmadım. Arkadaş bana derdini açar açmaz harekete geçtim. Taraflarla görüştüm. Görüşmediğim kimse kalmadı. Arada mekik dokudum.

Meseleyi çözebildim mi? Çözemedim. Ama içim rahat. En azından meselenin çözülüp rayına girmesi için elimden geleni yaptım. Sebebi işledim. Önemli olan bir konuda emek sarf etmek değil mi? Takdir edilmesi gereken de bu. 

9 Eylül 2025 Salı

İnancımız Hayatı Başkasına Zindan Etmemeli

Bir insan inanabilir.

inandığının gereği olarak ibadetleri yerine getirir.

İnanç ve ibadetinin yanında; dinin, fıtratın ve insanlığının gereği olarak ahlak ve etik değerleri sadece sözde değil, özde yaşar.

Özellikle ahlaki yaşantısıyla çevresine örnek olur.

Bu durumda inanç, ibadet ve ahlak bütünlüğü sağlanmış olur. Bu üçünü yerine getiren kişi de o dinin dindar ve mütedeyyini olur.

Aslında toplumsal bir işlevi olan dinlerin, müntesiplerinden istediği inanç ve ibadet kısmı, kişinin Allah ile kendi arasında gerekli olan bir ilişkidir. Ahlak ise toplumsal yönü olması yönüyle toplumlarda olmazsa olmazdır.

İnanç, kişinin Allah'a söz vermesi yani bunları bunları yerine getireceğime söz veriyorum demek ise ibadetler de bu verilen sözün fiili olarak yerine getirilmesinden ibarettir. İbadetler kulun Allah'a olan borcudur. Her kim bu ibadetleri yerine getirirse Allah’a olan borcunu ödemiş olur.

Kişinin dindar ve mütedeyyinliği de yaşantısını ahlak ile süslediği müddetçe bir anlam ifade eder.

İnanç, ibadet ve ahlaki sorumluluklarını yerine getiren, inandığı ve yaşadığı bu değerlere başkası da inansın diye irşat görevinde bulunabilir. Yazıp çizebilir ve konuşabilir. Kendi ailesini ve çoluk çocuğunu inancının gerektirdiği yönde yetiştirebilir.

Başkasına irşat vazifesinde bulunurken dikkat etmesi gereken hususlar; itici olmaması, yaşantısıyla örnek olması, irşat metoduna azami gayret göstermesi, güzel, nazik ve ikna edici bir üslup kullanması, insanları korkutmaması, sesini yükseltmemesi, konuşacağı ortamın ve kitlenin psikolojisini bilmesi, baskıcı olmaması, tehdit dilini kullanmaması, herkese güven vermesi, ele telkin verirken kendisi salkımı yutmaması, uyarı görevini nazikçe yapması, dinin ceza ve ödüllerini hatırlatması gibi hususlar.

Başkası sözünü dinler, peşinden gider ve gereğini yapar. Dinlemez, kendi bildiğini okur.

Bu durumda ötesini düşünmemek gerek. Yani yok, şöyle giyineceksin, böyle görüneceksin, şunu yapacaksın, bundan uzak duracaksın, bu halinle dışarı çıkamazsın. Çıktığın zaman milleti günaha sokuyorsun. Şöyle olanları muayene edeceksin, böyle olanları muayene etmeyeceksin. Sen nasıl böyle giyinirsin? Nasıl böyle düşünürsün türünden ayar vermemeli. Kimseyi ayıplamamalı. Cehennemde cayır cayır yanacaksın türünden konuşmak, insanları baskı altına almak demektir ki bunun insan kazanmaya hiç faydası olmaz. Hazırında nefreti artırır. Çünkü bu yapılan dindarlık değil, dini darlıktır. İslam ve Müslümanlık değil, İslamcılıktır. Bu da insanlara hayatı zindan etmektir. Buna da hiç hakkımız yok. Allah bile Hz Muhammed’e "Senin görevin tebliğ etmekten ibarettir" derken bize ne oluyor da Allah'ın peygambere bile vermediği görevi üstleniyoruz? Unutmayalım ki kimse Hz Muhammed’den daha Müslüman değildir.

Lütfen, inancım bunu gerektiriyor, Müslüman olan bunu yapmak zorunda diyerek insanlara hayatı zindan etmeyelim. İş yapacağız derken çiş yapmayalım. 

Cuma Cemaati Müşteri mi?

İhtiyaç mı değil mi demeden cami yapımında sınır tanımıyoruz ve ihtiyaçtan fazla gelişigüzel cami yapıyoruz.

Buraya cami olmaz demeyip oraya hemen bir cami konduruyoruz. Çoğu camilerimiz binaların arasına sıkışmış durumda. Görünmüyor bile.

Çoğu camilerimizde estetik yok.

Kullanıma da çok uygun değil. Kışın soğuk, yazın ise yakıyor.

Camilerin çoğu cemaatten mahrum.

Cemaat her hemen gün yok denecek kadar azaldığı, imam ve müezzinin sesinin caminin her bir tarafından duyulduğu halde küçük küçük camilerde bile mikrofon bolluğu var. Sadece cuma ve bayram namazlarında değil, her vakit bu mikrofonlar açılıyor.

Yaptığımız camilere cemaat de çekemiyoruz.

Cami yapımında bir kriter ortaya koyamadık.
Yaptığımız ya da yapacağımız camilerin inşaat, onarım ve diğer ihtiyaçlarını karşılamak sergi dışında bir plan ve programımız da yok.

Kur'an kursları için de aynı durum söz konusu.

Bazen bir hayırsever vasıtasıyla yapım, onarım ve diğer ihtiyaçlar karşılanıyor. Ama ekseriyetle camilerde sergi açılıyor.

Hafta geçmiyor ki cuma hutbesinde yardımdan bahsedilmesin:
"Muhtelif cami ve Kur'an kurslarının inşaat için yardım",
"Falan yerdeki cami onarımı için yardım",
"Müftülüğümüze bağlı Kur'an kurslarında okuyan öğrencilerin ihtiyacını karşılamak için yardım",
"Deprem bölgesinde yıkılan cami ve Kur'an kurslarının yeniden inşası için yardım",
"Mikrofon ve ses düzeninin yenilenmesi için yardım",
"Yurtdışında Diyanet Vakfı tarafından yapılmakta olan camiye yardım",
Üniversitede okuyan Diyanet personelinin çocuklarına burs vermek için yardım",
"Camimizin giderlerini karşılamak için yardım"...

Görünen o ki cami ve Kur'an kursu yapım, onarım ve ihtiyaçlarının karşılanması için camilerde sergi açma dışında bir seçenek yok.

Bir cami ve Kur'an kursu için toplanan yardım, ihtiyacı tam karşılamıyor olmalı ki tekrar tekrar sergi açma yoluna gidiliyor. Yani cami cemaatine müracaat ediliyor.

Camilerde her hafta bu şekil sergi açılması, teşbihte hata olmasın, camiye cuma namazı için gelen cemaati müşteri olarak görmek demektir.

Burada cami ve Kur'an kurslarının ihtiyaçlarını karşılamak için başka ne yapılabilir? Mecburen sergi açılacak denebilir? Aklıma gelenleri şöyle sıralayabilirim:
1.Caminin girişine, yardım toplanacak yerin ibanı yazılabilir.
2.Cami ve Kur'an kursu ihtiyaçlarının karşılanması için inananlarından belli bir oranda vergi kesintisi yapılabilir. Yapılan bu kesinti Diyanet Vakfına aktarılır. Diyanet Vakfı da vergi geliri ve bağışlardan gelen geliri ile yıllık planlama yaparak gelir ve giderini tespit eder. Cami ve Kur'an kurslarına ödenek gönderir ya da ihtiyaçlarını Vakıf aracılığıyla karşılar.
3.Her cami için cami derneğine aktarılacak şekilde, camiye gelen cemaatten veya mahalleliden yıllık belirlenen aidat aylık alınabilir.
4.Cami ve Kur'an kursu yapımı için planlama yapılmalıdır. İhtiyaç olmayan yere yapılmamalıdır. Cemaat ve öğrenci yokluğundan atıl durumda kalan cami ve Kur'an kurslarının başka amaçla kullanılmasına imkan verilmelidir...

Düşünülür ve kafa yorulursa ya da dert edinilirse camilerde sergi açmanın dışında başka seçenekler bulunabilir. Hangi seçenek olursa olsun ama camilerde sergi işinden bir an evvel vazgeçilmelidir. Haydi pamuk eller cebe denmemeli. Bu görüntüden hem cami görevlileri hem de cemaat kurtarılmalıdır.

5 Eylül 2025 Cuma

Kayınvalideye Bakmanın Hükmü

Uzun süredir görüşmediğim Avrupa’da yaşayan bir gurbetçi ile teşehhüt miktarı oturup çay içtik.

Şuradan, buradan derken biraz lafladık. Belli ki dertli imiş.

Annesi yaşlı. Bakıma muhtaç hale gelmiş. Yatağa bağlı yaşıyormuş.

Bir ara karı koca bakıcı bulup öyle idare etmişler.

Böyle olmayacak diye yaşadıkları yere götürmüş.

Kız kardeşine, “Annem bakıma muhtaç bakar mısın diye sormuş. “Bakamam” cevabını almış. “Bakman karşılığında şu kadar para verelim” deyince, o zaman bakarım demiş.

Hazıra dağ dayanmaz. Birikmiş para da suyunu çekmeye başlamış.

Erkek kardeşine, “Gün gün sırayla bakalım. Abinle bir görüş haber ver” demiş.

Dönüş olmayınca küçük erkek kardeşine konuyu kendisi açmış, “Anneme sırayla bakacağız. Tamam mı” demiş.

Kardeşi epey bir düşünmüş. Sonunda ağzındaki baklayı çıkarmış: "Abi, araştırdım. Sordum soruşturdum. Gelinin kayınvalideye bakması farzı ayn değilmiş" deyince, ağabeyi şaşırmış ve eklemiş: "Oğlum, namaz kılman, oruç tutma, dini vecibelerini yerine getirmiyorsun. Farz nedir de bilmezsin. Ne ara farzı ayını öğrendin? Sen bu kadar dindar mıydın" demiş.

Bu üzücü anekdotta en ilginci kardeşin farzı ayın değilmiş demesi. Ağlanacak hale gülmekten kendimi zor tuttum. Öyle ya farz değilse, gelin niye müstehap ya da mubah olanla uğraşsın.

Kardeşin biri böyle yan çizince, bir bakıcı ayarlamak için babasına, üzerindeki dükkanı satmasından başka çare kalmadığını söylemiş.

Rakam aklımda yanlış kalmadıysa, bin avro karşılığında bir bakıcı tutmuşlar.

Gurbetçinin içini döktüğü bu duruma ne denir bilmem ama olsa olsa aile dramı denebilir dedim. Bu durumda olan aile sayısının da az olduğunu düşünmüyorum. Yeter ki anne babadan biri ya da ikisi bakıma muhtaç hale gelsin.

Bu hal kardeşlerin arasında soğuk rüzgarların esmesine sebebiyet veriyor. Bakardın, bakmazdın, bakıcı bulalım, şöyle olsun, böyle olsun, benim işim var, ben hastayım, sen şu kadar baktın, ben bu kadar baktım tartışmaları sürüp gidiyor.

Bakıcı bulalım dense, anne baba razı olmuyor. Ben sizi boşuna mı büyüttüm. Beni bakıcı eline mi bırakacaksınız demek suretiyle bakıcıya rıza göstermiyor.

Anne babayı zor kötek bakıcıya ikna etsen, bakıcı parası az uz ile olmuyor. Haydi para ver, bakıcı tutacağız desen kardeşlerden biri param yok deyip yan çizebiliyor.

Gurbetçinin babasının bakıcı için satılacak yeri varmış. Ya satılacak emvali olmayanlar ne yapsın?

Pek dillendirilmese de muhtaç anne ve babaya bakım ileride bu toplumun başını çok ağrıtacağa benziyor.

Bu sorun nasıl aşılır bilmem. Ama şu var ki büyük insana bakmak hem bakan için hem de bakılan için zor bir durum.

Bakıma muhtaç anne baba için en zor olan da evlatları tarafından kendilerinin yük olarak görüldüğünü anne babanın hissetmesi. Bu durum ölmekten beter bir durum olsa gerek.

Konu buradan açılmışken bir yıldır muhtaç durumdaki kayınvalidesine bakan bir arkadaşın anlattıkları da üzücü.

“Annesi de olsa hanım bıkıp usandı. Kayınbirader, ‘Hanım istemiyor’ diye evine almıyor. Diğer kızına gitmek istedi. O kızı ‘bakamam’ dedi. Bir de o kızının çocukları teyzelerini arayarak ‘o kadın anneme gelmeyecek’ demişler.

O kadın dedikleri de anneanneleri. Vay be!

Haydi bir tane daha anlatayım. Bir öğretmen, evinde hem abisine hem de annesine yıllarca bakıyor. Her ikisi de yatalak. Diğer kardeşleri bakmamış. Her ikisi vefat ettikten sonra diğer kardeşleri mahkemeye başvurarak, ‘Abimiz, şu kadar yıl annemizin evinde oturdu. Oturduğu süre boyunca ev kirasını ödemesini istiyoruz’ davası açmışlar.

Bir aile faciası da bu. Bu hikayede abi ve anneye bakan kişi diğer bakmayan kardeşler tarafından takdir edileceği yerde kardeşler kira derdine düşmüşler.

İnanın, bakıma muhtaç anne babanın dramlarına yer versem, sayfalar yetmez. En iyisi bu kadarla yetineyim.

İffetin Tarafları

Açıklık, çıplaklık ve müstehcenlik üzerine bu kaçıncı yazım, sayısını bilmiyorum. Temcit pilavı gibi aynı konuda yazıp duruyorsun deseniz de bıkıp usanmadan bu konuyu irdelemeye devam edeceğim. Gerçi bu tür yazılarımda giyim kuşamdan bahsetsem de her yazının ana fikri ve vermek istediği mesaj farklı farklıdır.

Gerçi hep erkeklerin gündemde tuttuğu ve tartışmaktan geri durmadığı bu konuda yani giyim kuşam konusunda kadınların pek görüş öne sürmedikleri, sürüyorlarsa da çok öne çıkmadığı da bir gerçek.

Garibime giden, öznesi kadın olan bu giyim kuşamı niçin kadınlar değil de hep erkekler konuşur niçin kadın ve kızlara had bildiririz niçin giyim kuşamı yüzünden kadınları tu kaka yapıyoruz?

Gören de biz erkekleri yunmuş, yıkanmış sanır. Bence kadınlardan önce biz erkekler kendimize bakmalıyız. Biz düzgün ve dürüst isek doğru yoldayız demektir. Doğru yolda olanı ise kimse hele hiçbir sapık zarar veremez. Görünen o ki biz kendimize güvenmiyoruz, kendimize bakmıyoruz, kadınlara düzgün giyinin, iyi olun diyoruz.

Ne demek istediğimi Maide 105'e bakarak daha iyi anlayalım: "Ey iman edenler, siz kendinize bakın, siz doğru yolda bulunursanız, sapıtmış olanlar asla size zarar veremez". Sanırım bu ayet meali ne demek istediğimi en güzel şekilde açıklıyor. Çünkü ayet açık ve izaha gerek yok. Ayet, başkasını hedef göstermeyi bırak, kendine bak kendine diyor. Daha ne desin anlamamız için.

Ayete yer verdim. Ayetlerle devam edeyim.

"Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır." (Nur süresi 30.ayet meali).

"Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, ellerinin altında bulunanlar, erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz." (Nur süresi 31.ayet meali).

Peş peşe yer verilen bu iki ayette hem erkeğe hem de kadına, gözlerini harama dikmemeleri, haramdan sakınmaları, iffetlerini korumaları istenmekte. Daha doğrusu emredilmekte. Bu demektir ki namus ve iffet dendiği zaman sadece kadın akla gelmiyor. Erkeğe de namus ve iffet gerekiyor. Ayette uyarı ilk önce erkeğe olduğuna göre öncelikle namus ve iffetini koruması gerekenin, karşıt cinse dik dik bakmanın erkeğe yasak olduğunu söylüyor.

Erkeğe gözünü, iffetini ve namusunu koru dedikten sonra ikinci sırada kadına söz söyleniyor. Erkeğe söylenen uyarıların aynısı kadına da yapılıyor. Bu demektir ki kadından önce erkeği yola ve hizaya getirmeye çalışılıyor. Bu, kızım sana söylüyorum, oğlum sen dinle demek gibi bir şey. Erkek düzelirse, haramdan korunursa kadın da korunur anlamını bile çıkarabiliriz.

Ardından, kadınlara görünen kısımlar hariç kimlerin yanında ziynetlerini göstermesinler uyarısı yapılıyor. Erkekten farklı olarak başörtülerini yakalarının üzerine kadar örtsünler diyor.

Görünen kısımlar derken tam net sınır çizmiyor. Alimler; el, yüz ve ayak hariç yani açık, diğer taraflar tesettürlü olacak açıklamasına yer vermişlerdir. Alimlerin bu açıklaması bir yorumdur. Belki de görünen kısım denilen yerleri örf belirler desek de bizimki de bir yorum olur.

Burada antrparantez şunu da söylemek isterim. Ayet görünen kısımlar derken kadının bazı organlarının görünebileceğinden bahsetmesine rağmen yüzünü ve gözünü kapatanlara ne demeli? Açıklık ve açıklığı eleştirirken bu tür tepeden tırnağa kapalılığı da eleştirmek lazım. Çünkü sorun aşırılıksa, bu da aşırılıktır. Güvenlik açısından da kadının yüzünün ve gözünün açık olmasında fayda var.

Kadınlardan bahseden 31. ayetin sonu, müzekker siga kullanılmak suretiyle hem erkeklere hem de kadınlara ortak hitap ediyor. Tövbe edin ki kurtuluşa eresiniz diyor. Yani giyim kuşamda, karşıt cinslerin birbirine dik dik bakmak suretiyle günaha girmeleri muhtemel. Yaptığınız bu taciz dolayısıyla işlediğiniz günahı itiraf edin ve tövbe edin. Dinin tasvip ve tavsiye ettiği tövbe ise nasuh tövbedir. Yani bir daha tekrarlanmayacak şekilde yapılan bir tövbedir. Her edilen tövbe ise aynı zamanda yapılan suç, hata ve yanlış olduğundan dolayı bir pişmanlıktır.

Hasılı, ey erkek milleti! Biz kendimize bakalım. Önce kendimiz sütten çıkmış ak kaşık olalım. Ondan sonra bir başkasına sözümüz olsun. Eğer söz ve eylem birlikteliği içinde biz bunu yapar ve kendimizde uygularsak, açık açıklığa dair ne tepki verirsek, kadınlar buna tepki göstermezler. Erkekler adam gibi adam olarak yaşıyorlar. Biz de kendimize çekidüzen verelim derler. En azından bir özeleştiri yaparlar.

Bu kadarla yetineyim. Sanırım maksat ve meramımı anlatabildim.

4 Eylül 2025 Perşembe

İmamın İşgüzarlığı

Fırsat buldukça çarşıya yürür. Yapılacak işim varsa yapar. Ardından Tarihi Buğday Pazarına giderek çarşının içinde bulunan çokça çay ocaklarından birine oturur, çayımı yudumlarım.

Çarşının alışveriş yönünden müşterisi pek yoğun olmamakla beraber buradaki çay ocaklarının özellikle öğle ve ikindi vakitlerinde oturup sohbet edecek ve çayını içecek çokça müşterileri var.

Yaz gününün aşırı sıcaklarında çarşının Batı yönündeki çay ocaklarında oturmaya değer. Çünkü hem esinti oluyor, insanlar biraz nefes alıyor, gölgede oturmak ve çayları yudumlamanın yeri bir başka.

Çarşının sessizliğini bozan, çay ocağında aynı masada buluşan birkaç kişinin konuşmaları.

Bugünlerde sessizliği bozan bir başka durum daha söz konusu. Camiden gelen mikrofon sesi. Öyle bir ses ki akıllara ziyan.

Camiden namaz vakti gelen bu ses bugünlerde zuhur etti. Mikrofon yanlışlıkla açık bırakılmış değil. Çünkü bu durum bir değil, beş değil. İmam ne düşündü bilinmez ama namaz kılınırken mikrofonu dışarıya da veriyor.

Dışarıya verilen bu ses okunan ezandan ibaret değil. Ezanla birlikte çay ocağındaki muhabbeti kesip camiye giden sayısı da eksik değil. Ama büyük çoğunluk çay içmeye devam ediyor. Ezana icabet etmiyor.

Tıpkı ezan sesi gibi mikrofon dışarıya veriliyor. Müezzinin kameti, imamın safları sık ve düzgün tutunuz uyarısı, namaz komutları, tesbihat, ardından okunan aşırı şerif, anlamı, imamın okuduğu ayetleri tefsiri tüm çarşı esnafı ya da çarşı içinde oturanlar ve gelip gelenler tarafından duyuluyor.

Belli ki imam ya da cemaatten bazıları, namaz vakti sadece içeriye verilmesi gereken sesi dışarıya da açalım ki tüm çarşıdakiler dinlesin. Olur ki duyup camiye gidelim diyen çıkar diye düşünmüş olmalı.

Kimin düşüncesi ise doğru değil. O sesin sadece cami içine hitap etmesi gerek. Ki cami küçük. Ayrıca mikrofona bile gerek yok. Pekala imam ve müezzinin sesini cemaat mikrofonsuz duyar. Böyle küçük camilerde mikrofon gürültü yığınından başka bir şey değil.

Diyelim ki mikrofon kullanılacak. Ezan dışında bu mikrofon cami içine hitap etmeli. İşgüzarlığa, eski köye yeni âdet getirmeye gerek yok. Ezanla birlikte cemaate iştirak eden eder. Etmeyen de etmez. Kişinin cemaate iştirak etmemesi, namaz kılmadığı anlamına hiç gelmez. Kişi o anda müsait değildir, sonra kılacak olabilir. İbadetimizi yapacağız diye sesi cümle aleme duyurmanın bir âlemi yok.

Merak ediyorum, bu işgüzarlık imama mı ait yoksa müftülüğe mi? Gerçi müftülüğe ait olsa her mahalledeki mikrofon sesi tüm evlerde duyulur. Hikmetinden sual olmaz ama imamın bu işgüzarlığının hiç savunulacak bir tarafı yok. Bu ne demektir biliyor musunuz? Hey dışarıda lak lak yapanlar! Bakın biz namaz kılıyoruz. Haydi camiye gelin. Gelmeyecekseniz, kalkın gidin demektir.

31 Ağustos 2025 Pazar

Kısa Süren Bir Hikaye

Ayasofya, uzun yıllar müze görevi yaptıktan sonra 2020 yılında cami olarak açıldı. İsmini hatırlar mısınız bilmem. İslam hukuku profesörü Mehmet Boynukalın da baş imam olarak atanmıştır.

Ayasofya'nın cami olarak açılmasına sevindim. Yalnız baş imama rezerv koydum. Buraya atanacak imam için biraz özen gerekli. Ufku geniş aynı zamanda Türkiye mozaiğini bilen biri olmalı. Boynukalın lisans eğitimimi Ezher'de yapmış. Mısır ve Suudi Arabistan'a eğitim gören zevatın dini anlayışı biraz farklı olur, bize uymaz. Bizdeki fakültelerden biri atanabilirdi türünden şeyler yazıp çizdim.

Boynukalın atandıktan sonra rahat durmadı. Sosyal medyayı çok kullandı. Ne kadar tartışmalı konular varsa onlarla ilgili Tweet paylaştı: "Laiklik Anayasadan çıkarılmalı" dedi. 8 Mart kadınlar günü münasebetiyle "Kadın cinayetleri üzerinden erkek düşmanlığı pompalanıyor" dedi. Dedi oğlu dedi.

Boynukalın attığı Tweetlerle tartışmanın odağı haline geldi. Toplum Boynukalın üzerinden destekleyen ve karşı çıkanlar olarak ikiye bölündü.

Daha önce adı sanı duyulmayan, binlerce akademik ünvanlıdan biri olan Boynukalın kısa zamanda sosyal medyada meşhur oldu. Yüzlerle ifade edilen takipçi sayısı milyonu geçti. Karşı çıkanlar Hocayı tu kaka yaptı. Kendi işine baksın. Siyasi konulara girmesin dedi. Destekleyenler ise "Böylesi daha önce gelmedi. Konuşup yazmalı ve paylaşmalı. Boynukalın'ın arkasındayız. Hoca yalnız değildir" türünden hashtagler açtı.

O vakit, hoca yanlış yapıyor. Bulunduğu görevde birleştirici olmalı. Asıl görevi Ayasofya üzerine Tweetler atmalı. Halkı kutuplaştırmamalı. Siyasi ve güncele dair yaptığı paylaşımlar onu oraya getiren iradeye zarar verir. Üslubu da din görevlisi üslubuna yakışmıyor, gerekirse susmalı dedim. Böyle dedim diye destekçi kesim beni topa tuttu. Amacımı ve niyetimi sorguladı. Hoca ile ilgili yazdığım eleştiri yazılarına karşı çıkan yorumlar yazdılar.

Beni topa tutanlara, bugün hocanın arkasındayız, hoca yalnız değildir diyorsunuz ya yarın siyasi irade hocayı görevden alırsa, hocanın yine arkasında olursanız, yanınızdayım. Ama hiçbiriniz kalmayacak ve hoca unutulup gidecek dedim.

Dediklerimi yine dinleyen olmadı.

Laik seküler kesimin dışında Ak Parti grup başkanvekili Özlem Zengin de "Bu işler hocanın işi değil, hoca kendi işine bakmalı" diyerek rahatsızlığını ifade etti.

Karşı kesim eleştirinin dozajını artırdıkça hoca da destekçilerden aldığı güçle Tweet üzerinden eleştiri yapanlara "pamuk tıkayıverdi".

Sonunda Mehmet Boynukalın'ı Ayasofya’ya baş imam olarak atayan irade, görev süresi dolmadan hocayı görevden aldı. Gerçi Boynukalın, "Akademiye daha fazla zaman ayırmak niyetiyle istifa ediyorum" dese de işin iç yüzü öyle değildi. Görevden alınmıştı. Hatta Erdoğan'a görev süresinin bitimine üç ay var. Süreyi bekleyebiliriz denmesine rağmen Erdoğan alınsın dediği konuşuldu.

Hasılı, Boynukalın'ın Ayasofya’ya baş imamlığı 9 ay gibi bir zamanda son buldu. Adı sanı da anılmaz oldu.

Şimdi büyük ihtimalle fakültesinde hocalığına devam ediyor olmalı.

Sosyal medyayı baş imamlığında olduğu gibi yine aktif kullanıyor mu bilmiyorum. Bir milyonu geçen takipçisi Mehmet hocayı yine takip ediyor mu, bunu da bilmiyorum.

Bildiğim bir şey varsa Mehmet Hoca gündemde yok. Tweetleriyle gündem de oluşturmuyor ve tartışmanın odağında değil. Unutuldu gitti.

Aradan yıllar yılı geçmesine rağmen Boynukalın’ı bana hatırlatan ve yazı yazmaya iten sebep, “Boynukalın yalnız değildir. Arkasındayız” diye yazıp gürleyen destekçi kesimin Boynukalın’dan hiç bahsetmemesi. Mübarek unutuldu gitti. Kısa zamanda, kısa yoldan ulaşılan şöhret de birden son buldu.

Görünen o ki bir zamanlar Boynukalın’a destek veren kesim hocayı yalnız bıraktı, hoca yalnızlara oynuyor ve hoca yokluğa terk edildi.

Siz siz olun, bir tartışmanın odağı haline geldiğinizde veya getirildiğinizde, sosyal medyada sizinle ilgili destek açıklamalarına teşekkür edin ama o destekçilere pek güvenmeyin. Aynı zamanda söz ve eylemlerinizin doğruluğunu, zamanlamasını ve ortamını da sorgulayın. Hata yapmış olabilir miyim diye kendinize soru sorun. Şöyle davransaydın, daha iyi olurdu deyin. Çünkü bugün “Yalnız değilsin, arkandayız” diyen o kesimi, başınıza bir şey geldiği zaman yanınızda bulamayabilirsiniz. O yüzden söz ve eylemlerinize dikkat etmenizde fayda var. Sonra ne oldu arkamda bana çığ gibi destek verenler diyerek hayıflanır durursunuz. Bunun en güzel örneği de Sayın Mehmet Boynukalın’dır. Sonra demedi demeyin.

19 Temmuz 2025 Cumartesi

Beş Litrelik Su ile Banyo

Gazlıgöl'ün karşısında yer alan İhsaniye ilçesi Yaylabağı Kasabasında bir kaplıcadayım.

Misafirliğimin ikinci günü cuma namazı için yakındaki bir camiye doğru yola çıktım. Ardımdan gelen bir araba durdu. Arabada iki kişilerdi. Cumaya mı gidiyorsun dediler. Evet dedim. Buyur, birlikte gidelim. Biz de şu yandaki kaplıca çalışanlarıyız dediler. İşleriniz nasıl dedim. Sezonu yeni açmamıza rağmen termali doldurduk şükür dediler.

İki, üç dakika kala camiye girdim.

Kısa boylu, anormal kilolu ve büyük göbekli biri kürsüde vaaz veriyordu.

İsraftan bahsediyordu vaazında. İsrafa dair sağdan, soldan örnekler verdi. Vaazın sonlarına doğru haftaya birkaç günlüğüne il dışında olacağını, kendisini göremedikleri zaman Cimer'e şikayet etmemeleri gerektiğini, bunun çok terbiyesizce olduğunu, böyle yapmak yerine müftülüğe sormalarının daha uygun olacağını söyledi.

Gördüğüm kadarıyla Yaylabağı beldesinde meskûn mahal yok. Yer, gök termal, otel ve apart. Burada olsa olsa kaplıcalarda çalışan yerli halk olur. Onlar da cumadan cumaya gelir, diğer vakitlere iş vakti pek geldiklerini sanmıyorum. Tıklım tıklım dolu olan caminin cemaatinin civar illerden kaplıca için geldiklerini sanıyorum. Dışarıdan gelenlerin de bu cami imamı nerede deyip Cimer'e yazacağına hiç ihtimal vermiyorum. Bence bu konuşma da İsrafa bir örnek idi.

Neyse döneyim tekrar israf konusuna. Ezan bittikten iki, üç dakika daha vaaza devam etti imam. Kürsünün arkasında kendisini yanlış görmüş olabilirim. Minbere giderken göbeğine bir bakayım dedim. Göbek aşağıya doğru sarkmış bile. Belli ki normal göbek değil görevlideki göbek.

Yanlış anlaşılmasın, kimsenin göbeğinde ve fiziki yönünde değilim. Ama israftan bahseden birinin göbeği bu şekil anormal olmamalı. Çünkü bu göbek fazla yemenin, dengesiz beslenmenin bir göstergesi. Özel bir durumu yoksa belli ki bu göbek israfın bir sonucu.

Sonra görevli yok diye Cimer'e yazmanın neresi terbiyesizce. Vatandaş seni yerinde bulamazsa niye müftülüğü arasın. Cami girişine izinli olduğunu yazarsın, olur biter.

Hutbeye çıktı. Hutbe de israf üzerine idi. Ağırlıklı olarak su israfı üzerinde durdu. Hutbe metnini baştan sona okumadı. Kah okudu kah araya kendisi ilaveler yaptı. Belli ki konuşmayı iyi beceriyor. Derken banyodaki yapılan israflara değindi. "Peygamber ne kadar suyla yıkanıyordu biliyor musunuz? Beş litrelik sudan daha az" dedi. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Mübarek, peygamberin hiç mi özel hayatı yoktu. Kaç litre su ile gusül aldığını söylemek olacak şey değil. Şeffaflığın bu kadarı fazla. Bu kadar sudan az deyinceye kadar peygamber su kaynaklarını kullanmada özen gösterir, ne fazla ne eksik, yeterince kullanırdı dese, cemaatten biri bugünkü pet şişeye göre kaç litre su kullanırdı diye mi soracak? İşkembeden atmanın da bir sınırı olmalı bence.

Hasılı, banyoda beş litre sudan az bir suyla banyo yapmadı iseniz suyu israf ediyorsunuz millet. Benden söylemesi. Kaynağını yukarıda söyledim. Bu arada bu kilo ve göbek ile bu görevli beş litrelik bir su ile yıkansın, elini öpeceğim onun.

Sureti Haktan Görünen Bir Profil

Tanıdığım biri var. İslamcı olarak görüyor kendini. Bu davanın yılmaz savunucusu. Ayet okur, hadis okur. Birine cevap verirken ayet mealiyle cevap verir.

Siyasi görüşü de çok keskin. Tartışmaya girmekten kaçınmaz. Suçlayıcı bir dil ile yazar ve konuşur. Savunduğu partiyi eleştireni düşman beller. Yazı ve çizini okumadan, daha başlığına bakarak yazına cevap verir.

Ön yargıda üstüne yok. Birinin bir konudaki görüşünü paylaşsan, paylaşım içeriğinden ziyade o kişinin geçmişte neler yaptığını yazar çizer.

Farklı bir siyasi görüşe, o görüşü savunanlara saygısı ve tahammülü yoktur. Çünkü kendisinin savunduğu dini ve siyasi görüşü gibi doğrusu yoktur.

Sureti haktan görünür. Bir şeyleri dert edinmiş imajı verir.

Tüm bunları yaparken iticiliği kimseye vermez. İyi ki bu kişi etkili ve yetkili değil. Farklı görüş sahiplerini darağacında sallandırır.

Kısaca çiğ mi çiğ. Kırıcı üslubundan dolayı iticilikte üstüne yok. Çünkü haklı bir davayı savunuyor kendince.

Mangalda kül bırakmayan bu kişi din görevlisi değil ama dini senden iyi bilir. Siyasetçi değil ama siyaseti herkesten iyi bilir. Dış politika uzmanı değil ama dış politikayı herkesten iyi bilir.

Bir hakkı teslim edeyim. İzzet ve ikram ve yedirip içirme konusunda eli açık. Hiçbir masraftan kaçınmaz.

Üzerine vazife olmayan her işten anlayan bu kişi kendi işinde nasıl derseniz, işte burayı sormayın. Benim kendisiyle bir iş hukukum olmasa da kendisiyle iş yapanlar bunu daha iyi bilir. Şu var ki kiminle çalıştı ise o kimseyi mağdur ettiği bir gerçek. Mağdur ettiği kişiler de hep eş, dost, ahbap kişiler. Kimin kendisine işi düşmüşse, alaverenin dışında bir güzel tokatlamıştır. Borcunu ödemede de eli ağır.

Bu durum bir değil, beş değil. Kim kendisiyle iş yapmışsa illallah demiş. Ama ne de olsa tanıdık diye bunu kimsenin yanında seslendiremiyor. İçine atıyor. Patlayacak noktaya gelince kendisine yakın hissettiği birine gelip dert yanıyor. Başka elinden bir şey gelmiyor. Mağdur sanıyor ki sadece kendisini mağdur etti. Halbuki say say bitmez. Zaten herkes içine attığı için bu kişi de mağdur üretmeye devam ediyor.

Allah var, bana bugüne kadar madik atmadı. Kendisine gönderdiğim bir kişiye de gerekli desteği verdi. Onu da mağdur etti ise anlatmadığı için bilmiyorum.

Mağdurların dert ortağıyım desem yanlış olmaz. Ben de gidip şöyle şöyle yapmışsın diyemiyorum. Aslında demek lazım. Gerçi desen, lafa boğar, haklı çıkmak için elinden geleni yapar. Ağzı da iyi laf yaptığı için borçlu çıkarsın.

Şu var ki güven esasına dayalı alaverelerde bu tür durumlar eksik olmaz. Zaten bu tipler de güveni istismar ederek ayakta duruyor.

Hasılı bir insanı tanımanın yolu konuşması, fikri, zikri, asıp kesmesi, yedirip içirmesi, bol bonkörlüğü değil, iş ahlakıdır. Bunu da herkes ticari sır veya meslek sırrı gibi sakladığı için çekirge sıçramaya devam ediyor. Beni en çok üzen de sureti haktan görünmesi. Ama böyle görüntü vermenin belli ki iyi getirisi var. En azından götürüsünden fazla.

Sözün özü, kişiye özgü böyle bir yazı yazmak istemezdim. Acaba işinde ne zaman düzgün çalışır, karanlık ve gizemli işleri ne zaman bırakır diye epey bekledim. Görüyorum ki huylu huyundan vazgeçmiyor. İsimden bahsetmesem de her sakallıyı amcası kabul etmesin diye insanımızı en azından bu şekilde uyarayım istedim. Herkes eşeğini sağlam kazığa bağlasın. Kendinden başka kimseye güvenmesin. Ağzı laf yapıyor, ağzından bal damlıyor, benim görüşümde, benim tanıdığım diye açık çek vermesin.

Bu arada mağdur üretebilirsem ben de çok cömert olacağım. Haberiniz olsun.

Not: Yazıdaki profili merak edip sormayın. Boş verin kim olduğunu. Yazanın hayal ürünü deyip geçin gidin. 

3 Temmuz 2025 Perşembe

Enayi aranıyor

YouTube'da tefsir sohbetleri yapan bir akademisyenle karşılaştık. Yanımdaki arkadaş, "Hocam, yaptığın tefsirleri dinleyen var mı" diye bir soru sordu. Yanlış duymadı isem, "Her zaman bir enayi bulunur" dedi tefsir yapan kişi. Soruyu soran arkadaş "Eşim sizi takip ediyor bu arada" dedi.

Açıkçası böyle bir cevap beklemiyordum. Hele ki bir enayi bulunur demesi garibime gitti. Beklerdim ki "Hocam, insanımız eskisi gibi camiye gidip vaaz dinlemiyor. Ezan okunurken cumaya giriyor. Her devrin bir anlatım aracı, yol ve yöntemi olur. Bu devirde herkes sosyal medyayı kullanıyor. Biz de çağın bu iletişim aracını kullanalım istedik. Herkese oturduğu yerden cep telefonu marifetiyle Allah'ın kelamını duyurmayı yol edindik. Olur ki bir kişi de olsa belki dinleyen çıkar. En azından irşat görevimizi yapmış olurum" türünden bir şeyler söylesin ya da "Öyle deme. Bak ben Hanya'dayım. Sen ise Konya'dasın. YouTube aracılığıyla konuştuğumdan haberdarsın. Bak eşin dinliyormuş" diyebilirdi. Gel gör ki "Her zaman bir enayi bulunur" demeyi uygun buldu.

Bu yazıyı yazmaya koyulduğumda, acaba "bir enayi bulunur" derken konuşmacı olarak kendisini mi kastetti diye düşünmeye başladım. Eğer böyle ise kullandığı enayi kelimesine bir şey demem. Tevazuunu gösterdi derim. Kafamda bir tereddüt kalmasın diye teyit için soruyu sorana sordum. O da benim anladığım gibi anlamış diyemiyorum. Çünkü o da neyi kastettiğini çözememiş. Sonrasında çay içerken bu enayi kelimesini bir daha kullanmış. Neyi kastettiğini sormak istemiş ama ortam müsait olmamış. Şu var ki sorulan soru ile verilen cevabı karşılaştırdığımda siyak ve sibaktan dinleyiciyi enayi yerine koyması daha uygun gibi görünüyor. 

Akademisyenin ya da din adına tefsir türünden sohbet yapanların iç hallerini bilmem.

İçlerinde bildiğini anlatmak için çırpınanları vardır.

Bir şeyler yapmış olmak ve dostlar alışverişte görsün türünden anlatanlar vardır.

Şöhret olmak için yapanlar vardır.

Din adına ne yapıyorsunuz diyenlere Youtube'da tefsir sohbetleri yapıyorum demek için konuşanları vardır.

Her ne sebeple Youtube'da program yaparlarsa yapsınlar ama dinleyenleri enayi görmek hiç masum olmasa gerek.

Hiç kimse kendi sattığını yiyecek bir enayi aramasın.

Cevap verirken de argo bir sıfat olan enayi kelimesini ağzına almasın. Çünkü başkasına enayi yaftası yakıştırması tefsir sohbetleri yapan bir ilahiyatçıya hiç yakışmaz. Bu yola girmiş, bu yolun yolcusu olan birine daha güzel bir üslup yakışır. En azından vatandaş öyle bekler.

2 Temmuz 2025 Çarşamba

Milletin Aklıyla Dalga Geçmek

Enflasyonda dünyanın ilk beş ülkesi arasında olduğumuz, hayat pahalılığının belimizi büktüğü, faiz oranları yönünden yine dünyanın ilk sıralarını zorladığımız bir gerçek. Bu durum geçici bir durum değil, 2018 yılından beri bize musallat oldu. Bugünden yarına gideceğe de benzemiyor.

Bu vahim durumu daha iyi anlamak için kiraların en düşük emekli maaşı alanların emekli maaşını geçtiğini söylersek ekonominin ne derece vahim olduğu ortaya çıkar. (Buna bir örnek: Karşı komşumuz, dul bir kadın. Kocasından kalma maaşla geçinen biri. Emekli maaşı da en düşük emekli maaşı. Yani 14 bin küsur alıyor. Aylık 18 binden bir yıllık kiranın peşinatını damadı verdi. Kira bedeli peşin ödenince kira 22 binden 18 bine inmiş oldu. Damadı olmasa 14 bin alırken kirası 18 bin lira olan bir yerde kadının kalması mümkün değil).

Paramızın döviz karşısında eridiğini söylemeye zaten gerek yok.

Zamlar zaten durmuyor. Bir yıl önceki bir ürünün fiyatını bu yıl karşılaştırırsak aradaki uçurumu görünce bizde olduk bir Yedi Uyur dememek mümkün değil.

2 Temmuz itibariyle hanelere gelen yüzde 25 doğal gaz zammı, başka bir zam gelmese bile 2026 kışının dar ve sabit gelirlinin belini bükeceği şimdiden aşikar.

Bağımlılık yapan enflasyonist ortam yeni zenginler ortaya çıkarırken en düşük emekli maaşı alanların, asgari ücretle çalışanların, kısaca sabit gelirlilerin bu yüksek enflasyondan etkilenmemesi mümkün değil.

Durum bu iken herhangi bir devlet yetkilisinin "Sabit gelirliyi bugüne kadar enflasyona ezdirmedik. Bundan sonra da ezdirmeyeceğiz" türünden açıklama yapması,

"Biz ödedik ama halkımıza bedel ödetmedik" meyanında açıklamaya yer vermesi vs.

Milletin aklıyla dalga geçmekten başka bir şey değil. Çünkü herkesin gözü önünde cereyan eden, çoğunluğun iliklerine kadar hissettiği bir durumu bu şekil bedel ödetmedik şeklinde izah etmek, olsa olsa milletin aklıyla dalga geçmek olur.

Halbuki "Enflasyona ezdirmedik, ezdirmeyeceğiz", "Biz ödedik, milletimize bedel ödetmedik" deneceği yerde, "Faiz başımızın belası, enflasyon hakeza, hayat pahalılığı fiili bir durum. Toplum olarak her birimiz derinden etkileniyoruz. Az daha sabır..." dense, herkesin bildiği fiili bir durumu tespit anlamına gelir ki buna kimsenin diyeceği bir şey olmaz. Bu tür bir açıklama yerine" bedel ödetmedik" denmesinin makul bir izahı olamaz.

Enflasyon, hayat pahalılığı, yüksek faizler, zamlar er veya geç durulur. Millet bu sıkıntılı durumun altından eş dost yardımıyla kalkar. İyi günler gelir. Belki de bir gün unutur gider. Ama milletin unutmayacağı şey aklıyla dalga geçilmesi. Unutulmasın ki millet yediği kuru ayazı unutur belki. Ama aklıyla dalga geçilmesini unutmaz.

Yetkililerimiz şunu bilsin ki Hucurat süresinde kadın olsun erkek olsun bir toplulukla alay etmesin. Olur ki alaya aldığınız sizden daha hayırlı olabilir" denir mealen.

Din, insan onurunu rencide etmesi yönüyle alaya almayı ve dalga geçmeyi yasaklar.

Kısaca olan oldu. Bari milletin aklıyla dalga geçmeyelim. Unutmayalım ki alaya almak ve dalga geçmek hem haramdır hem günahtır hem vebaldir hem de kul hakkıdır. Ne insanlığa sığar ne de ahlaka.