Dini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Haziran 2025 Cumartesi

Güle Oynaya mı, Ağlaya Sızlaya mı?

"Konya Büyükşehir Belediyesi Konya İl Müftülüğü paydaşlığında gerçekleştirilen, "Güle oynaya camiye gel" projesi kapsamında, 1 Ocak 2016-31 Aralık 2016 tarihleri arasında doğan ve başvuru yaptığı camide 30 Haziran-18 Ağustos tarihleri arasında en az kırk gün sabah namazına gelen çocuklara, bisiklet hediye edilecek"
.

Başvurular 13-23 Haziran tarihleri arasında İnternet üzerinden yapılacak.

Büyükşehir Belediyesi başlattığı bu proje ile "Evlatlarımızı cami ve İbadetle tanıştırarak ibadet alışkanlıklarını küçük yaşlarda kazandırmayı" amaçlamaktadır.

Belediyenin bu projesi 2018 yılından beri her yaz döneminde uygulanmakta.

İlk başladığı yıl yanlış hatırlamıyorsam 7-14 yaş aracılığındaki çocukları kapsamıştı bu proje. Sonraki yıllarda ve bu yıl, 9 yaşındaki çocuklara yönelik bir uygulama.

2018 yılından beri bu proje kapsamında 91 bin bisiklet dağıtılmış. Bu seneki hedefin 100 bini geçmek olduğu belirtilmekte.

Projeye dair bu kısa bilgilendirmenin ardından, 2018 yılından itibaren uygulanmakta olan bu projeye dair kendi görüşümü belirtmek istiyorum.

Kampanya için kırk gün süresinin belirlenmesiyle, bundan muradın, bir işi kırk gün boyunca yapanın o işi bırakamayacağı ve devamlı olacağı düşünülmüş. Buna eyvallah.

Yine aynı şekilde dokuz yaşındaki çocukların seçilmesi ise Hz Muhammed'in "Çocuklarınızı yedi yaşına geldiği zaman namaza başlatın. Dokuz yaşına geldikleri halde namaza başlamadılarsa..." sözüyle, çocukları küçük yaşta namaza alıştırma gözetilmiş.

Proje ile çocuklarımıza ibadet alışkanlığı kazandırmak amaçlandığına göre 2018 yılından beri uygulanmakta olan bu projede başarıya ulaşıldığına dair elde bir veri var mı? Mesela 40 gün boyunca sabah namazına gelip bisiklet almaya hak kazanan kaç çocuk namaza devam ediyor? İmamlardan ve camiye devam eden cemaatten duyduğumuza göre bisiklet hediyesinin ardından camiye devam eden çocuk yok. Durum bu iken niçin bu projede ısrar ediliyor? Aynı yöntemi yedi yıldır uygulayarak farklı sonuç beklemek ne derece doğru?

Belediye ve İl Müftülüğü, sabah namazı dışında bir başka projeye imza atmayı düşünmüyor mu? Niçin sadece namaz niçin sadece sabah namazı niçin sadece bisiklet? Niçin kitap okuma alışkanlığına yönelik bir projeye öncülük edilmez? Mesela 40 gün boyunca Konya'daki kütüphanelere gelip günde bir saat kitap okuyan çocuklara hediye kampanyası yapılabilir. Çünkü bu toplumun cami ve namaz ihmali dışında okuma sorunu da var. Kitap okuma projesi mutlaka düşünülüp hayata geçirilmeli.

Diyelim ki namaz önceliğimiz. Ağaç yaş iken eğilir misali çocuklarımızı önce namaza başlatalım. İyi, güzel de niçin sabah namazı? Mübarekler, sabah namazı dediğiniz namaz, kişiye hele çocuğa en zor gelen namaz. Gecelerin kısa olduğu, herkeste uyku probleminin olduğu, kişinin uykuyu alamadığı bir mevsim. Amacımız çocuğu namaza başlatmak mı? Çocuğa illallah dedirtmek mi? Bu ne demek biliyor musunuz? Sen misin bisiklet isteyen? Gör o zaman Hanya'yı Konya'yı demek. Madem çocuklarımızı namaza başlatacağız. En kolay vakitlerden başlatmak daha pedagojik olmaz mı? Mesela öğle, ikindi ve akşam namazına çocuk bir başına gidebilir. Caminin etrafında veya mahallesinde oyun oynayan çocuk ezanı duyar duymaz oynamayı bırakır, koşar abdest alır, namaza gider. Hem de güle oynaya yapar bunu. Gördüğünüz gibi bir vakit yerine üç vakit namaz kıldırabiliriz çocuklara. Çocuklar bu vakitlerde kıldığı namazda zorlanmaz. Çocuk bu üç vakit camiye gitmek için anne, baba, ağabey ve ablaya ihtiyaç hissetmez. Uyku problemi olmaz. Halbuki sabah namazı öyle mi? Bir defa sabahın köründe, zifiri karanlıkta hiçbir çocuk yanında aileden biri olmadan camiye gidemez. Gitse de aile salmaz.

Çocuğu namaza başlatmak ve ona ödül olarak bisiklet vermek için seçilen bu sabah namazı, matematiğe yeni başlayan, daha çarpım tablosu ve dört işlemi bilmeyen çocuğa trigonometri ve karekök öğretmeye benzer. Halbuki matematik ve diğer derslerde kolaydan zora doğru bir seyir izlenir. Pedagojiye uygun olan da budur.

Tüm bunlardan geçtim. Projenin başlığı olarak seçilen "Güle oynaya sabah namazına gel" sloganına gelelim. Büyükler bile sabah namazına giderken yarı uykulu gider. Yani güle oynaya camiye gitmez. Değil ki dokuz yaşındaki ana kuzusu bir çocuk güle oynaya sabah namazına gitsin. Olsa olsa anne babası güç bela uykudan uyandırır. Yarı uykulu camiye gider. Yani camiye giderken güle oynaya gitmez. Gitse gitse ağlaya sızlaya gider. Bu tespitime, geçmişte bisiklet projesine katılan torununu sabah namazına götüren bir dede hak verdi: "Torunum camide başını dizime koydu. Uyumaya başladı. Ayıp olur, kalk diye uyandırdım" dedi. Kısaca namaza özellikle sabah namazına güle oynaya gidilmez. Öğle, ikindi ve akşam namazları için belki güle oynaya düşünülebilir.

Verilen hediyeye gelince. Bisiklet kullanmayı yaygınlaştırmak için güzel bir hediye. Konya bisiklet sürmeye de en uygun şehirlerden biri.

Bisikletlerin sponsoru büyük bir ihtimalle Büyükşehir Belediyesi. Belediye de projeye dahil olan çocuk sayısı kadar bisiklet temin etmek zorunda. Bunu temin için öyle zannediyorum, bisikletleri ihale ile almaktadır. En uygun teklifi verenden satın almakta. Eğer böyle ise satıştan sadece bir veya birkaç firma faydalanır. Halbuki şehirde toptan ve perakende bisiklet satışı yapan çok sayıda satıcı vardır. Bu satıştan tüm esnafın faydalanmasında yarar görüyorum. Bunun için ihalede en uygun teklif verilen bisiklet fiyatı ailenin hesabına yatırılabilir ya da bisiklet çeki vererek bu kampanyaya katılan ne kadar esnaf varsa vatandaş dilediğinden bisiklet alabilir. Böylece şehirdeki tüm bisiklet sektörü gözetilmiş olur.

Bir diğer husus, binlerce bisiklet belediyeye ek maliyet getirir. Bu sponsorluğu, belediyenin üstlenmesinden ziyade başka STK'ler, dernekler ve yardım kuruluşları üstlenebilir. Konya Müftülüğü Bisikletlerin temini için cuma namazı sonrası yardım sergisi açabilir. Hayırseverlerden yardım toplanabilir. İsterim ki kamu bu işe sponsor olmasın. Kamu, kurum ve kuruluşları, kaynaklarını belediyenin asli görevlerine ayırabilir.

Bu konuda daha önce birkaç defa yazı yazmıştım. Yılda bir bu proje tekrar gündeme gelince yeniden ele almak istedim. Niyetim, pişmiş aşa su katmak değil. Temenni ederim ki proje başarılı olur, amaçlanan hedefe ulaşılır.

12 Haziran 2025 Perşembe

Bankamatik Memurluğu Caiz mi?

Türkiye'de geçmişten günümüze şöyle böyle değil, baya bankamatik memuru var. Sayısını bilmiyoruz.

Halk arasında bankamatik memuru dense de aslında resmiyette kimse bankamatik memuru değil.

Hele bu mesleği icra edenlerin hiçbiri memur değil. Hepsi bir zaman müdürlük yapmış. Vekaleten başladıkları bu görevleri zamanla asalete dönüşmüş. Sonra birileri bunlara kızağa çekerek yerine bir başkasını yönetici atamış. Yeni atadığını da bir süre sonra alıp yerine bir başkasını oturtmuş.

İşte bu kızağa çekilenlere halk bankamatik memuru diyor. Bu tip kızağa çekilenler maaş ve özlük haklarını almaya devam ediyor. Adları da kah uzman kah araştırmacı oluyor. Neyin uzmanı ya da neyi araştırıyor demeyin. Atandıkları kadro adı böyle. Yoksa herhangi bir şeyin uzmanlığını ya da bir şeyin araştırmasını yapmıyorlar.

Bunları maaş ve diğer özlük hakları hesaplarına yatar. Bunlar da ihtiyaç oldukça maaşlarını kullanırlar.

Yerleri, yurtları yoktur. Mesai kavramları da yoktur. Kendilerine neredesiniz, gelin biraz çalışın diyen de olmaz.

Mesai kavramları ve ayrıldıkları kuruma herhangi bir sorumlulukları da olmadığı için bunlar çarşı, pazar, köy, kasaba, tatil merkezleri dolaşır dururlar. Yani 7/24, 365 gün boşlar.

Otur, halk, gel, git denmeyen bu kişiler, emeklilik öncesi emeklilik yaşarlar. Emeklilikten tek farkı emekli maaşı almamaları, çalışan gibi maaş almaları.

Araştırmacı ya da uzman olduktan sonra bunların tek yaptığı, bir uzmanın deyimiyle şöyle: “Şu kadar yıl kamuya hizmet ettik. Bundan sonra karıya hizmet ediyoruz” şeklindedir.

Halkımız bankamatik memuru dediği bu kızağa çekilmiş kişileri görse, bir güzel hoşbeş yapıyor, nerede, ne iş yaptığını soruyor. Görevini söyleyince oh ne güzel diyor. Bankamatik memuru yanlarından gidince başlıyorlar bunların arkasından konuşmaya: "Bunların aldığı caiz mi? Kesinlikle caiz değil, iş yapmadan para almak caiz olmaz" şeklinde kendi aralarında konuşup duruyor.

Kızağa çekilmek suretiyle uzman ya da araştırmacı kadrosuna alınıp herhangi bir görevi ve mesaisi olmayan bu tip yöneticilerin aldıkları maaş caiz mi, değil mi? Bunun üzerinde hiç durmayacağım. Çünkü bu sorunun muhatabı bu tip bankamatik memurları değil, onları kızağa alanlardır. Çünkü bunları bankamatik memuru yapan onlardır. Bunlara maaş ve özlük haklarını vermeye devam edenlerdir. Bunları alanında herhangi bir işte istihdam etmeyip çalışan bir kişi gibi maaş vermeye devam edenlerdir. Bunlardan ve tecrübesinden yararlanmayanlardır. Kısaca bu işin asıl suçluları, bir müddet yöneticilikten sonra bunlara araştırmacı ya da uzman adı altında bir kadro istihdam edenlerdir. Eğer birilerine kızılacaksa eğer birilerine hesap sorulacaksa eğer caiz mi denecekse bunun suçlusu insan kaynağını yerinde kullanmayanlardır. Devletin parasını çarçur edenlerdir.

İnsanları önce yönetici yapıp sonra beğenmedim deyip kızağa çekerek onları bankamatik memuru yapmaktansa, yöneticiliğe getirilecek kişiyi yönetici yapmadan önce "Yöneticilik üzerinden bir şekilde alınırsa asli görevine dönersin" denmelidir. Böylece piyasada bankamatik memuru kalmaz.

4 Haziran 2025 Çarşamba

Allah Arapları Bildiği gibi Yapsın!

Petrol ve doğal gaz gibi yeraltı kaynaklarının dışında, dünyaya verebildikleri bir katma değeri olmayan Ortadoğu'daki Arap ülkelerinin hanedanları, lüks ve şatafat içerisinde bir hayat sürüyorlar. Nasılsa para gani. Toprağın altı verdikçe veriyor.

Bu zenginlikten halkları da nasiplense gam yemeyeceğim. Belki de çoğunun halkı yiyecek ekmeğe muhtaçtır.

Petrol ve doğal gaz zengini bu Arap kralları bu devasa serveti ne yapıyorlar?

Afrika'da açlıktan kırılan insanlara mı yardım ediyorlar? Sanmıyorum. Yardım yapıyorlarsa da devede kulak misalidir.

Yıllardır kanayan yara Filistin'in elinden mi tutuyorlar? Yerle bir olmuş Gazze'yi imar için seferber mi oluyorlar? Hiç sanmıyorum. Servetlerinin zekatlarını bile verseler Filistin ve Gazze'yi imar ederler. Verseler verseler dilenciye sadaka misali sadaka verirler. Bunu da dostlar alışverişte görsün diye yaparlar. Arap ülke liderlerinin Filistin ve Gazze diye bir dertlerinin olduğuna inanmıyorum. Bugün Filistin ve Gazze yok olsa, buralarda tek Filistinli kalmasa, vah diyeceklerini sanmıyorum. Belki de oh be kurtulduk deyip zil takar oynarlar. Bitmiş, tükenmiş Suriye’yi yeniden imar mı ediyorlar? Güldürmeyin beni.

Peki, dünya zengini bu Arap ülke liderleri bu devasa bütçeyi nereye harcıyorlar? Çünkü ne kadar lüks ve debdebeli hayat sürseler de petrol ve doğal gaz geliri harca harca bitmez.

Zenginin parası züğürdün çenesini yorar misali ben de biraz kafa yorayım. Sahi dudak uçuklatan bu serveti Araplar ne yapıyorlar?

Her işi bitirdiler, yapacak hiçbir işleri kalmadı. Başta Müslümanlar olmak üzere dünyada aç ve sefil hiçbir insan bırakmadılar. Hala da paraları olduğuna göre Araplar, futbol endüstrisine yaptırım yapıyorlar. Petrol ve doğal gaz dışında her şeyleri ithal olan bu Araplar futbolcu da ithal ediyorlar. Hem de futbolunun sonuna gelmiş, uzatmalara oynayan nerede ünlü futbolcu varsa, dünyanın parasını ve servetini vererek onları transfer ediyorlar. Başka kulüplerin verdiğinin üç, beş, on katı fark etmiyor onlar için. Yeter ki gelsin. Yönünü ülkelerine dönmeyecek futbolculara öyle uçuk kaçık transfer ücreti veriyorlar ki futbolcular da jübilesine bir kala Arap topraklarına ayak basıyor. İki, üç sene dişimi sıkar, paraya para demem, bir ömür yerim, harca harca bitmez diyorlar.

Bu kadar ünlü futbolcuyu transfer edip dünyanın parasını veren bu Arap kulüplerini gören de bunlar Şampiyonlar ligine katılacak sanır. Adamların tek derdi Asya kupasına katılmak.

Hayırsız evladın baba parasını bu şekil çarçur etmesi dışında geriye kalan serveti başka ne yapıyorlar derseniz, yolda görse yüzüne bakmaz efendileri topraklarına bir bastı. Trilyonca dolarları ticari anlaşma adı altında Trump'a hediye ettiler. Yani borç batağındaki ABD'yi kurtarmak için el verdiler. Ne de olsa din kardeşleri zorda kalmış. Ayaklarına kadar şeref vermiş. Vermeyip de ne yapacaklar? Yeter ki Trump'ın hışmına uğramasınlar. Yere ki Trump bunların ülkelerine gelerek bunların yüzüne baksın. Bir bakışa ülkelerini bile verirler. Ne de olsa varlık sebebi efendilerini memnun etmek birinci vazifeleridir.

Verdiğim bu iki örnek bile Arap ülke hanedanlarının nasıl bir haletiruhiye içinde olduklarını, neyi dert edindiklerini bariz bir şekilde ortaya koyar. Öyle ya insanın kalitesi, nasıl kazandığıyla değil, nasıl ve nereye harcadığından belli olurmuş. Bunların kalitesi de bu.

Ne diyeyim? Allah bildiği gibi yapsın bu sömürge valilerini ve kral görünümlü köleleri...

2 Haziran 2025 Pazartesi

Bazı Meallere Yasak Gelebilir mi?

Torba yasada yapılan değişiklikle Diyanet İşler Başkanlığına yeni görev verildi.

Kanunun verdiği yetkiye dayanarak Diyanet, yazılan mealler hakkında, özel kişi ve kurumların talebi üzerine ya da Başkanlık olarak resen inceleme başlatabilecek veya başkasına incelettirebilecek. Eğer bir mealin İslam dininin temel niteliklerine aykırı olduğu kurul tarafından tespit edilirse, Başkanlık mahkemeye müracaat etmek suretiyle mealin yasaklanmasını, toplanmasını, imha edilmesini, şayet meal dijital ortamda ise yayının durdurulmasını isteyebilecek.

Meal sahibi mahkemeye 15 gün içinde itiraz edebilecek. Ama bu itiraz mealin toplanmasını engellemeyecek.

Bazılarımız meallerin Diyanet tarafından incelenmesini savunabilir ise de bu torba yasa ile yapılan değişikliği ben yasakçı zihniyet olarak görürüm. İslam'ın temel nitelikleri ifadesi sübjektiftir. Bunun sonucunda birçok meale yasak getirilebilir. Çünkü bizler mealden ziyade mealin kim tarafından yazıldığına bakarız. Kişiye ya da kişinin İslami görüşü içimize sinmiyorsa pekala onun mealini de sakıncalı görebiliyoruz. Bir görüşünden dolayı kişiyi İslam dairesinden çıkarabiliyoruz.

Yol yakınken Meclisten geçen bu yasa değişikliğine neşter vurmada fayda var. Değilse meal yasağı ile anılır bu ülke. Üstelik meal yasağının kimseye ve bu ülkeye faydası olmaz. Ayrıca yasakların cezbedici yönü vardır. İnsanımız yasaklanan meali elde edip okumak bile ister.

Meal yasağından ziyade İslam'ın ve toplumun hoşgörüsü ve özgürlük ön planda tutulmalı.

Ki mealler Kur'an'ın aslı değildir. Tercümesidir. Hiçbir meal de Kur'an'ı yerini tutamaz. Mealdeki yanlışlık yazarı bağlar.

İnsanımız meal okuyacaksa rastgele meal alıp okumaz. Bilene sorup hangisini alayım diye danışır.

Çoğu insanımız da tek meal ile yetinmez. Bir ayetin anlamını farklı meallere bakarak test eder. Bu yönüyle çok sayıdaki meali zenginlik olarak görmek gerekir.

Diyanet yine mealler incelesin, inceletsin. Yanlışlıklar varsa meal sahibini ve kamuoyunu bilgilendirsin. "Bu mealin şurasına, burasına, şu kısmına katılmıyoruz. Bu meali tavsiye etmiyoruz. Buradaki yanlışlık veya görüş meal sahibi bağlar" desin. Meal sahibini yanlışından dönmek için ikna edici bir yol ve üslup kullanılsın.

Diyanetin bir başka yapacağı, mealin yanında orijinal sayfaya da yer verilmesini sağlamak olmalı. Ötesi, dediğim gibi yasakçı zihniyettir, işgüzarlıktır.

Sıra Sıra Yardım Kuruluşları

Kayalıpark'tan geçtim kurban bayramı öncesi. Farklı yardım kuruluşları PTT'nin önü boyunca sıra sıra stant açmış. Sayısı dikkatimi çekince üşenmeyip saydım. 13 tane hepsi.

Hepsi kurban bağışı için buradalar. Öyle zannediyorum, hepsi hem yurtiçi bağış alıyorlar hem de yurtdışı. Yurtiçi ve yurtdışı kurban kesim bedelleri hepsinde de farklı farklı.

İçlerinde sadece Konya'ya hitap eden yerel yardım kuruluşu var mı bilmiyorum. Sanırım hepsi Türkiye çapında teşkilatlanmış durumda. Yurtiçi ve yurtdışı bağış aldıklarına göre Konya ve Türkiye dışına da hizmet veriyorlar.

Günlük ve toplamda ne kadar bağış topluyorlar bilmiyorum. Yalnız stantlarda görevli birer kişi dışında statlar genelde boş. Toplanan bağışların ne kadarı yurtiçi ne kadarı yurtdışı bunu da kestirmek mümkün değil. Fakat yurtiçi ve yurtdışı kurban bedelleri arasında uçurum olduğu göz önüne alınırsa zannedersem bağışçıların çoğunun tercihi yurtdışı olur.

Kayalıpark'ta açılan bu stantlar kurban bayramına mahsus. Bir de yine aynı mevkide Hacı Hasan Camisinin önünde sabahtan akşama hasta iki çocuk için açılmış iki ayrı stant var.

Tekrar kurban bağışı için açılmış yardım kuruluşu stantlarına gelirsek, sanırım yardım kuruluşlarının hepsi burada stant açmamış. Çünkü bildiğim kadarıyla Türkiye'de organize yardım kuruluşu bu sayıdan çok fazla.

Neyse biz gelelim sadede. Yukarıda bu yardım kuruluşlarının stantlarında pek kimseyi göremedim dedim. Çünkü yurtiçi ve yurtdışı kurban bağışında bulunacak insanımız bu işi standa gelip yapmaktan ziyade oturduğu yerden Iban aracılığı ile yapıyor. Ayrıca nakit bulundurmasına, standa gelmesine gerek kalmıyor. Bu durumda stantlar gereksiz. Belki tanıtım ve danışmanlık hizmeti yönüyle gerekli olabilir.

Bir diğer husus, yurtiçi kurban bedeli ile yurtdışı kurban bedeli arasındaki uçurum. Bu konuda daha önce yazdığım için burada bunun üzerinde durmayacağım.

Esas değinmek istediğim, ülkede yerel veya ulusal yardım kuruluş sayısının fazlalığı. Bence aynı amaca hizmet eden bu kadar yardım kuruluşu fazla.

Bir de her yardım kuruluşu hem yurtiçi hem yurtdışı kurban bedeli alıyor. Yurtiçi kurban bedelini anlıyorum. Ama her birinin yurtdışı organizasyonunu anlamış değilim. Çünkü yurtdışı organizasyonu zordur ve külfetlidir. Aynı zamanda maliyettir. Madem aynı amaca hizmet ediliyorsa, yardım kuruluşlarının aralarında ülke planlaması olmalı diye düşünüyorum. Pekala her bir yardım kuruluşu bir ülke ya da bölgede kesebilir. Mesela Afrika'daki kurban kesmek istiyorum diyen bir bağışçıya, yardım kuruluşu, o bölgede falan yardım kuruluşu kesiyor. Bağışınızı oraya yapabilirsiniz diyebilmeli. Yardım kuruluşları bunu kendi aralarında halledebilir. Buna devletin ilgili kurumu öncülük edebilir.

Bir diğer husus, gördüğüm kadarıyla tüm yardım kuruluşları genelde aynı tür hizmet veriyor. Pekala yardım kuruluşları daha dar bir alanda hizmet verebilir. Mesela, bir tanesi sadece öğrencilere burs verebilir. Bir tanesi sadece kurban işine bakabilir. Bir tanesi fakirlere yardım edebilir. Bir tanesi aşevi vasıtasıyla yemek dağıtabilir. Bu dediğimle istiyorum ki yardım kuruluşları belli bir hizmet alanında ihtisaslaşmalı. Yeni yardım kuruluşu kurulacaksa hangi alanda boşluk ve ihtiyaç varsa o alana yönelik kurulmalı. Kısaca her yardım kuruluşu her dalda oynamamalı.

Bu dediklerim için yardım kuruluşlarını planlayacak bir çatı kuruluşa ihtiyaç var. Buna da devletin öncülük etmesi gerekir.

Burada güven problemi akla gelebilir. Kişiler bir yardım kuruluşuna güveniyorken diğerine güvenmeyebilir. Aynı şekilde devletin ilgili kurumunun çatı rolü üstlenmesine de sıcak bakmayabilir. Bunlar şeffaflık, denetim, takip ve tedbir ile halledilebilir. Yeter ki bu iş dert edinilsin.

23 Mayıs 2025 Cuma

O Başlar Örtülecek

Fi tarihinde bir İHL'de yaz dönemi teşehhüt miktarı kadar müdürlük yaptım.

TEOG sonucuna göre sınavla öğrenci alan bir okuldu o zamanlar çalıştığım bu okul.

Sonuçlar açıklanmış, kazanan öğrencilerin kaydı otomatik yapılmıştı.

Bir gün okulu kazanan bir kız çocuğu annesiyle okula geldi. Kız ve annesi benimle görüşmek istemiş.

Bahçede iken yanıma geldiler.

Okulu kazanan kız çocuğunda biraz tedirginlik gözlemledim. Anne, bilgi almak için merak ettiği birkaç soru sordu. Ben de cevap verdim.

Yanı başımızda bizi sessizce dinleyen müstakbel öğrenci, "Bir soru da ben sorabilir miyim" dedi. Buyur kızım, elbette dedim.

"Okulda başı örtmek zorunlu mu" dedi. Kızım, zorunluluk diye bir şey yok. İsteğe bağlı dedim.

Bu cevabımdan cesaret bularak "Şimdi ben başı açık okula gelebilirim. Kimse bana bir şey demez değil mi" dedi.

Elbette dedim.

"Okulunuzda başı açık kız öğrenci var mı" dedi.

Var ama azınlıkta. Çoğunluğu başı örtülü. Baskı olmadan, kimse bir şey demeden kendi isteğinle zamanla başını örteceğini düşünüyorum dedim.

Kız, "Ben örtmem" dese sorduğu sorulara verdiğim cevaplar kızı rahatlattı.

Rahatını bozan annesi idi. Çünkü kız başörtüsüne dair her soru sorduğunda annesi, "Örteceksin örteceksin. Mecbursun”, dedi durdu.

Sonrasında anne kız ayrıldılar.

Ortaokulu yeni bitirmiş, yeni liseli olmuş çiçeği burnundaki bu lise namzedi kızın başı açık, annesinin ise kapalıydı.

Belli ki imam hatibe gidersem, başımı örtecekler. Ben başımı örtmek istemiyorum endişesiyle İHL'yi tercih etmek istemedi. Ailesi zorla tercih yaptırdı.

*

Bir hafta on gün sonra yeni öğretim yılı başladı. Okuldan tayinim çıktığı için müdür başyardımcısına, açılış töreninde konuşma yapmasını söyledim. Kendim de öğrencilerin arkasındaki velilerin arasına geçtim.

Müdür başyardımcısı, yeni eğitim ve öğretime dair kısa bir konuşma yaptı. Okulun kurallarını hatırlattı. Bazı bilgiler verdi. Ardından "Başı açık kız öğrenciler görüyorum. O Başlar örtülecek. Başı açık kız öğrenci istemiyorum bu okulda" dedi. Dedi ama başımdan kaynar sular döküldü. İçimden yapma hocam dedim. Çünkü yardımcının bu açıklaması hiç pedagojik değildi. Zorla güzellik olmazdı.

11 yıl öncesi başımdan geçen bu anekdotu bana hatırlatan ve yazıya döktüren ise 20.05.2025 tarihli Anadolu'da Bugün gazetesinde çıkan bir haber.

Habere göre "Hafızlık ve yabancı dil ağırlıklı öğrenci kabul eden bir proje İHO, ilkokul dördüncü sınıfta okuyan öğrenciler için seçme sınavı yapar. Okulunda okumayı hak eden öğrencilerin asıl ve yedek listesi belli olur. Okul müdürü asıl ve yedek listede ismi olan öğrencilerin velileriyle bir bilgilendirme toplantısı yapar. Müdür toplantıda, 'Başı açık öğrencilerin kaydını yapmayacağını' söyler. Okulun sınavını kazanan öğrencilerden bir tanesi de 10 yaşındaki bir kız çocuğu. İddiaya göre okul müdürü başı açık olduğu için kızın kaydını yapmaz. Şikayet üzerine milli eğitim müdürlüğü hakkında inceleme başlatır".

İddianın içeriği bu şekilde. Adı üzerinde iddia. Bu iddianın gerçek olup olmadığı yapılan inceleme sonucunda belli olur. Yalnız 2014 yılında bizzat yaşadığım anekdot gözümün önüne gelince, bu iddia doğrudur ya da aslı yoktur diyemiyorum. Çünkü her müdür ya da okul yönetimi aynı şekilde olmasa da imam hatip okullarının çoğu yöneticileri bu şekil baskıcı düşünceye sahip. İstiyorlar ki isteyerek veya zorla bu başlar örtülecek. Halbuki böyle düşünmek yerine, okula, başı açığı da gelsin, başı örtülü olan da. Zaten bu okullarda okuyan çoğu kız öğrencinin başı örtülü olur. Az sayıda başı açık olanların önemli bir kısmı da zamanla örtünür. Belki de örtmeyen birkaç öğrenci kalır. Varsın bu çocuklar da başı açık mezun olsun. Mezun öğrenci de "Bu okulu başı açık bitirdim. Allah var. Kimse bana baskı yapmadı" deyip belki sonra örtünür. Halbuki baskı ya da mahalle baskısıyla örtünen çocuğun okul dışında veya mezun olduktan sonra başını açması kuvvetle muhtemel. Çünkü istemeyerek örtünmüştür.

Sözümü fazla uzatmadan, ister başlar açılacak densin, ister başlar örtülecek densin. Bu iki zıt görüş de baskıcı zihniyeti temsil eder. Aralarında zıtlık dışında bir fark yoktur. Aynı amaca hizmet eder. İnsanın zihnine ve beynine bakmaktan ziyade kaportaya bakan zihniyettir. Bu zihniyetin ise pedagojik olmadığı, nefret ve tiksinmeyi barındırdığı maalesef bir gerçek.

16 Mayıs 2025 Cuma

Al-Ayyala Dansının Düşündürdükleri

Trump'ın Suudi Arabistan, Katar ve Birleşik Arap Emirliklerini (BAE) kapsayan tek taraflı ticari gezisi ilginç görüntülere sahne oldu.

Trump hem cebini doldurdu hem de en üst düzeyde ağırlandı. BAE hizmette kusur etmedi. Daha doğrusu hizmette kusur edemezdi. Çünkü ne de olsa iktidarda kalmasını ABD’ye borçlu.

Trilyon dolarlık anlaşmalara imza atarak ülkesine dönen Trump'ın Birleşik Arap Emirliklerinde (BAE) karşılanması hem sanal alemde hem de sosyal medyada yazılıp çizildi.

Karşılama töreni yazılıp çizilmeyecek gibi değil. BAE'nin kültürüne uygun bir tören olabilir ama görüntüler ilginç, bir o kadar da rezilliği barındırıyor.

Güya BAE için geleneksel al-Ayyala dansı imiş bunun adı. Bu dans, önemli konukları karşılamak için misafirperverlik ve birlik sembolü imiş.

Sarayın önünde gelinlik elbisesi gibi beyaz elbiseler giymiş, aynı ebat uzun saçlarıyla, sağlı sollu kadınlar, yan yana dizilmiş. Trump gelirken saçlarını bir sağa bir sola sallamak suretiyle dans yapıyorlar. Kadınların saçlarını bu şekil ritmik şekilde savurması BAE'nin kültürel bir geleneği imiş.

Kadınların bembeyaz elbiseleri içerisinde upuzun saçlarıyla başlarını sallaması görüntülerini izleyince, siz ne dersiniz bilmiyorum ama ben çok garipsedim, üzüldüm.

Müslümanlar bir taraftan Mehmet Akif’in, "Bacımın örtüsü batmakta rezilin gözüne/Acırım tükürüğe billahi tükürsem yüzüne" şiiriyle büyüsün. Hepsi olmasa da büyük bir çoğunluk haremlik selamlık uygulasın. Hanımını, kızını göstermemeye çalışsın. Kızların başı açılmasın. Zira Allah'ın emri diye mücadele etsin. Başörtüsü bizim kırmızıçizgimiz desin. Diğer taraftan da önemli birini karşılamak için uzun saçlarıyla başlarını bir sağa bir sola çevirerek saçlarını savursunlar. Yani Trump'a arzı endam etsinler. Tek kelimeyle rezalet ve maskaralık.

Bir ülke bir insan kendini rezil etmek ve Gülünç duruma düşürmek istese bu derece başarılı olamaz.

Ben böyle kültürün böyle geleneğin böyle dansın böyle İslam anlayışının içine tüküreyim dedim içimden. Yalnız tükürüğüme yazık.

Görüyorum ki çağdışı kalmış kültürü ve geleneğiyle bu zihniyetin dünyaya verebileceği bir şey yok. Omurga zaten yok. Bu görüntülerine bu ülke, ne kadar parası olursa olsun, ne derece lüks içinde yaşarsa yaşasın, daha göçebelikten ve bedevilikten kurtulamamış.

Önemli görüp trilyon dolara imza attıkları kişi de Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren, Gazzeliye hayatı dar eden İsrail’in en büyük destekçisi. Üstelik önemli görülen bu misafir, Gazze’yi Filistinlilerden arındırmayı planlıyor. Görünen o ki Gazzelinin en büyük düşmanı, ABD’nin dümen suyuna girmiş, ABD’ye para akıtan, güya aynı soy ve dine inanan bu Arap ülkeleri. Biz hiç düşmanı sağda solda aramayalım.

Vah yazık vah...

Not: Al-Ayyala, Umman'ın kuzey batısında ve Birleşik Arap Emirlikleri'nin her yerinde uygulanan popüler ve etkileyici bir kültürel performanstır. Al-Ayyala, ilahiler, davul müziği ve dans içerir. Birleşik Arap Emirlikleri'nde, geleneksel elbiseler giyen kızlar önde durur ve uzun saçlarını bir yandan diğer yana savururlar. Melodi, düzensiz tekrarlanan bir düzende yedi tondan oluşur ve ilahiler duruma göre değişir. Al-Ayyala, hem Umman Sultanlığı'nda hem de Birleşik Arap Emirlikleri'nde düğünlerde ve diğer şenlikli günlerde icra edilir. (UNESCO)

2 Mayıs 2025 Cuma

Esra Erol Hutbesi *

Diyanet kişiye özel hutbe irat etmeyi sevdi galiba.

Dezenformasyon bilgi yaydığı için Hucurat süresinin ilgili ayetlerini okuyup açıklayarak önce Rasim Ozan Kütahyalı ile ilgili bir hutbe verdi.

Şimdi de çarpık ilişkileri gündüz kuşağına çıkartarak zinayı özendiriyor diyerek Esra Erol’u hedef alan bir hutbe okuttu.

İkilinin hutbelerini hatip okurken aha bu Rasim’in, aha bu da Esra Erol’un hutbesi dedim. İkisini de kıskandım doğrusu. Ekranlardan inmeyen bu ikili nihayet camiye de girdi.

Bu günler geçer de yıllar sonra bu ikili, adımıza hutbe bile okundu diye çoluk ve çocuklarına anlatacaklar.

İşin garibi çoluk çocuğuma ve torunlarıma anlatacağım böyle şanlı bir geçmişim maalesef yok.

Malumunuz bu haftanın (2.5.2025) hutbesi zina üzerine idi.

Çok fazla uzatmadan Esra Erol’un kastedildiği hutbenin ilgili bölümüne burada yer vermek isterim:

“Dijital mecralarda yaygınlaşan, evlilik müessesesini istismar eden sohbet ve evlilik siteleri, gençleri evlilikten uzaklaştırmakta, zinaya sürüklemektedir. Dostluk ve dertleşme gibi düşüncelerle başlayan kadın erkek arkadaşlıkları kişileri, zina batağına çekmektedir. Hâsılı, göz, harama baka baka; kulak, günahı dinleye dinleye; dil, kötülüğü konuşa konuşa zinaya alışmakta, sonrasında bu çirkin fiili işlemek sıradan hale gelmektedir.
Değerli Müminler!
Kötülüğün işlenmesi kadar onun yaygınlaşmasına zemin hazırlamak da büyük bir günah, ağır bir vebaldir. Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de, “Müminler arasında ahlâksızlığın yaygınlaşmasını isteyenlere dünyada ve ahirette can yakıcı bir azap vardır...” buyurarak bu hususa dikkatlerimizi çekmektedir. Bu sebepledir ki insan onurunu ayaklar altına alan zinanın ve ona götüren yolların magazin programlarına malzeme olması asla kabul edilemez. Çok nadir görülen çirkin bir hadisenin, çarpık bir ilişkinin, bazı gündüz kuşağı programlarında, sinema ve dizilerde reyting uğruna haftalarca gündemde tutulması, toplumun dini ve ahlaki değerlerini hiçe sayan büyük bir sorumsuzluktur. Aile birliğine zarar veren zinayı işleyenlerle, bunların yaptığı kötülükleri ekranlara taşıyan ya da sosyal medyada paylaşanlar aynı günahın ortaklarıdır”.

Görünen o ki Diyanet kabuğunu kırdı. Sansasyonel haberlere ve toplumsal infiale sebebiyet veren programları hutbe konusu edinmeye başladı. Bu geleneği devam ettirirse, bundan sonra bu tür kişiye özel hutbeleri çok dinleyeceğiz. Çünkü bizde bu tür gündem eksik olmaz.

Bu arada Diyanet’e de bir önerim olacak. Namazlardan sonra illa yardım toplanmaya devam edilecekse, kişiye özel hutbelere yer verdiği zaman namaz sonrası açılan yardım sergisi de hutbe konusuyla orantılı olursa daha iyi olur. Mesela Rasim’in hutbesinde, dezenformasyon bilgi yaymasından dolayı mağdur olanlara toplansa yardım.

Yine Esra Erol hutbesinde de evliliği sıkıntıya giren veya parasızlıktan dolayı evlenemeyen gençlere toplanabilir yardım.

*05.05.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

30 Nisan 2025 Çarşamba

Vicdanlara Bırakılan Değerler

Deprem, sel baskını, yangın, dolu gibi doğal afetler olduğunda, ramazan orucunda ve kurban bayramında fiyatlar katlanır.

Böylesi durumlarda insanımız, "Bunlar fırsatçı. Ahlak, Allah korkusu ve vicdan yok" gibi serzenişlerde bulunur.

Bu durum yani fırsatçılık bildim bileli böyle.

Peki, insanımızda Allah korkusu, ahlak ve vicdan olduğunda fırsatçılık olmayacak mı?

Kanaatime göre yine olur. Çünkü insanımızın eline fırsat geçmeye görsün. Mutlaka değerlendirmek ister. Fırsatçılık yapan kimse de "Serbest piyasa değil mi? İstediğime satarım. Üstelik maliyetler arttı. Çoluk çocuğumun rızkını da düşünmek zorundayım. Sonra dövizin durumunu görmüyor musun" gibi gerekçeler üretir.

Durum bu iken "Ahlaklı nesil yetiştirmek lazım. Dindar nesli çoğaltmak lazım" demek suretiyle bireyin eğitilmesinin gerekliliğine vurgu yaparız.

Elbette çocuklarımız milli ve manevi değerlerle yetişsin. Dindar olmaları için gerekli çabayı gösterelim. Ama tek başına dini eğitim, dindar nesil, milli ve manevi değerlere bağlılık, barış ve huzurun gelmesi ve fırsatçılığın kalkması için yeterli olamaz. Çünkü kişilerin vicdanına ve insafına bırakılan bu değerlerin bir yaptırımı yoktur. Yaptırımı olmayan değerlerin ise toplumda çok bir etkisi olmaz. Herkes bildiğini okumaya devam eder.

Çocukların eğitimi için çaba sarf ederken bir taraftan da denetim ve yaptırımın olduğu müeyyideleri kanun maddesi haline getirmek gerekir. Kanuna koymak yeterli mi? Yeterli olmaz. Çünkü uygulanmayan kanun da tıpkı ahlak, Allah korkusu ve vicdan gibi olur. Bu yüzden konan kanun tavizsiz bir şekilde uygulamaya konmalıdır.

Kanunlar tavizsiz uygulansa, uymayanlara cezayı müeyyide uygulansa toplum düzelir. Değilse bir arpa boyu yol alamayız. Yine aynı konulardan şikayetçi olmaya devam ederiz.

Mesela ÖSYM her sınavın kılavuzunu her yıl yayımlar. Nelerin yasak olduğu kurallarını belirler. ÖSYM koyduğu kuralların uygulanıp uygulanmadığının denetimi yapar. Tüm kuralları tavizsiz uygulatır.

Kanunla belirlenen kurallar da tıpkı ÖSYM gibi olmalıdır.

Bir başka örnek vermek istersek, Zambaklar ülkesi diye bilinen Finlandiya halkı, bir zamanlar kaba, saba kişilerden oluşurken konan kuralların uygulamasıyla o kaba, saba diye bilinen halk kendine çekidüzen vermiştir. Devlet bu işi kanuna koyduğu ağır müeyyide ile çözmüştür.

Bizim ülke insanımızın Beyaz Zambaklar ülkesi gibi olmaması için hiçbir sebep yok. Devlet kanuna koyduğu kuralların denetim, uygulama ve müeyyidesini belli bir süre ÖSYM’ye bıraksa ya da ÖSYM benzeri bir mekanizma kursa, kısa zamanda büyük mesafe alırız.

Örnek Bir Dini Lider

Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri Papa Francis, 21 Nisan Pazartesi günü 88 yaşında hayatını kaybetti.

Vefatının ardından hakkında yazılıp çizilenler şunlar:

12 yıllık papalık görevi için maaş almayı reddetmiş. Maaşını kilise fonlarına ve hayır işlerine harcamış.

Papalık Sarayı yerine misafirhanede kalmayı tercih etmiş.

Sade kıyafetler giymiş.

Üzerinde kayıtlı hiçbir mülk bırakmamış.

Kişisel banka hesabı da yokmuş.

Geride sadece 100-150 dolar para bırakmış.

Papa Francis inancı kendisine. Yalnız görünen o ki imkanlar içerisinde yoksulluğu seçmiş. Ne yer ne içersem kâr, günümü gün edeyim dememiş. 

Aldığı veya kiraladığı araba ile anılmamış. 

Kısaca Francis itibardan tasarruf olmaz dememiş.

İnancı kendisine Papa’nın. Yalnız mütevazı ve sade yaşantısı, başta din adamları olmak üzere devlet başkanlarına da örnek olacak türden.

Papa arkasında yüklü miktarda servet bıraksaydı, sağlığında tahsis edilen sarayda kalsaydı, öyle zannediyorum, bu kadar dikkat çekmezdi.

Ümit ediyorum ki Francis’in bu sade yaşantısı örnek alınır.

Gönlüm isterdi ki örnek verdiğim kişi Papa değil de bizden biri olsun. 

Ne diyelim, darısı bizdeki Diyanet İşleri Başkanına, tarikat şeyhlerine, devleti yönetenlere... 

26 Nisan 2025 Cumartesi

Yurtiçi ve Yurtdışı Kurbanlık Bedelleri *


Diyanet İşleri Başkanlığının açıkladığı 2025 yılı yurtiçi ve yurtdışı vekaletle kurban kesme bedelleri dikkatimi çekti. Buna göre yurtiçi bedelini 13.500 lira, yurtdışını ise 5.450 lira olarak açıkladı.

Diğer yardım kuruluşlarının kurban bedellerine bakmadım.

Diyanet her kıtada keseceği kurbanlık bedeli için her kıtada tek fiyat belirlerken diğer yardım kuruluşlarının her bölge için farklı kesim ücreti belirlediğini görmek mümkün.

Diğer yardım kuruluşlarının kesim bedellerini bir tarafa bırakarak Diyanetin belirlediği kesim ücreti üzerinden değerlendirme yapalım.

Kurban bayramına bir aydan fazla bir zaman olduğu için yurtiçinde kurban bedellerinin nerelerde olacağını şimdiden kestirmek mümkün değilse de 13.500 liraya normal bir küçükbaş almanın zor olacağını söyleyebilirim.

Esas değinmek istediğim, yurtiçi kurban bedeli ile yurtdışı kurban bedeli arasındaki uçurum. Yurtiçi bir kurban bedeli ile yurtdışında yaklaşık üç kurban kesmek mümkün. Garipsediğim nokta da burası.

Normal şartlarda yurtiçi kurban bedeli daha uygun, yurtdışı daha pahalı olması gerekirken tersi bir durum söz konusu.

Bu durum sadece bu yıla mahsus bir fiyat farkı değil, bildim bileli böyle.

Nedense bizde kurbanlıklar cep yakarken yurtdışında ise uygundan da öte çok ucuz.

Yurtiçi ve yurtdışı kurban kesim ücretleri arasında bu şekil uçurum varken, keseceği kurbanlığı bağışlamak isteyenler arasından, kaç kişi yurtiçi için vekalet verir? Yurtdışına gönderirim. Aynı fiyata iki hatta üç kurban keserim diye düşünmesi kadar normal bir şey olamaz.

Elbette kurban bağışçısı, kurbanını istediği yerde kestirme hakkına sahip ise de bu fiyat uçurumu, kişiyi ister istemez yurtdışını tercihe yöneltir. Yurtdışındaki insanlar daha fazla ihtiyaç sahibi olabilir. Yalnız bu ülkede de azımsanmayacak ihtiyaç sahibi olduğu bir gerçek. Çünkü bu ülkede askıda ekmek, askıda süt, askıda sebze ve meyve uygulaması var.

Yeniden yurtiçi ve yurtdışı kurban bedelleri arasındaki uçuruma dönersek, bu uçurum, ülke ekonomisindeki vahim tabloyu göstermesi bakımından üzücüdür. Paramızın pul olduğunun bir göstergesidir. Bu ülkede fiyatların normal olmadığına bir örnektir. Hayat pahalılığının yine bel bükmeye devam ettiğine dair acı bir tablodur.

Bir gün yurtiçi kurban kesim bedelinin, yurtdışı kurban bedelinden daha düşük olduğunu görürsem, bu ülkede ekonominin normalleştiğine ve iyiye doğru gittiğine inanacağım. Bekleyip göreceğiz. Yurtiçi ile yurtdışı kurban bedeli aynı olursa, bu da kabulümdür.

*02.05.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

21 Nisan 2025 Pazartesi

Merinos Halı'ya İtibar Suikastı mı Yapılıyor?

Ne zamandır Merinos Halı ile ilgili bu paylaşım sosyal medyada dolaşımda. Bazen paylaşımlara bir ara verilir, sonra yeniden paylaşımlar yapılır.

Genelde bu tür paylaşımları dindar, mütedeyyin, dini eğitim almış, dini hassasiyeti yüksek kişiler paylaşıyor. İçlerinde din görevlileri ve ilahiyat eğitimi almış kişiler de çoğunlukta.

Güya, Merinos Halı'nın sahibi, fabrikasında çalışan personelin cumaya bile gitmesine izin vermiyormuş. İşyerinde de mescit açılmasına izin vermemiş.

Merinos Halı ile ilgili iyice kabak tadı veren bu tür paylaşımların aslı astarı var mı diye o değilden sanal aleme göz gezdirdim.

Yaptığım araştırmada hem namaz yasağına dair hem de bırakın yasağı, fabrikada mescit olduğu gibi civar camilere cuma için işçi taşıyan servis konduğuna dair haberlere rastladım.

Aşağıda kısa kısa bu açıklamalara ve parantez içinde de kaynağına yer vereceğim.

"Merinos halının sahibi İbrahim Erdemoğlu, işçilerin ibadet hassasiyetine sağduyulu bir şekilde yaklaşarak, fabrikada 11 mescit açtı. Fabrikanın çeşitli bölümlerinde bulunan işçi sayılarına göre büyük ve küçük mescitler açan Erdemoğlu, ayrıca Cuma günleri işçilere özel olarak en yakın camiye servis kaldırıyor. İşçiler artık rahat bir şekilde vakit ve Cuma namazlarını kılabiliyor". (Yeni Akit, Risale Haber)

Dün Merinos Halı’nın sahibi, Erdemoğlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı Sayın İbrahim Erdemoğlu’nun “Biz inançlı ve dini bütün insanlarız. Kesinlikle çalışanlarımıza namaz kılmayı yasaklamadık. Değil bir işçinin inançlarından ötürü ibadetini engellemek, dilini, dinini, mezhebini, ırkını, siyasi görüşüne hayatta ayrıcalık yapılmamıştır. Bir tane çalışanım da bize böyle bir saygısızlık yapıldı derse işletmenin tamamını kapatırım” şeklinde yapmış olduğu açıklama yine her türlü izahtan varestedir. (Adıyaman Ses)

Erdemoğlu Holding Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Erdemoğlu, kurumda cumaya gitmenin yasaklandığı ile ilgili olarak da şunları kaydediyor: “Merinos ülkemize camiler, okullar, yurtlar, sağlık ocakları yaptırmış bir kurumdur. Merinos kurumunda kesinlikle cuma namazına yasak koymamız söz konusu olamaz. Tüm çalışan arkadaşlarımızın cuma namazı ibadetlerini sağlıklı ifa edebilmeleri için fabrikamızdan servis konulmuştur. Tüm inançlara saygılıyız.” (Yenişafak)

Gaziantep'te 20 sivil toplum örgütü, işçilerine namaz yasağı koyduğu için Merinos Halı'nın merkez fabrikasının önünde basın açıklaması yaptı. (Habername)

Merinos Halı'ya dair dört kaynağa yer verdim. Verdiğim dört kaynak da 2010 yılına ait.

Üç tanesinde işçilerin cumaya gitmesinin engellenmesi bir tarafa, fabrikada mescitler açıldığından, civar camilere cuma için servis kaldırıldığından bahsederken bir haber sitesi cumaya yasak konduğundan bahsediyor.

Yıl 2025 olmasına rağmen 2010 yılında belki de bir yanlış anlaşılmadan kaynaklı haberlere, hala günümüzde sosyal medyada yer verilmesi ilginç. Üstelik Yenişafak hariç diğerleri küçük siteler. Merinos'a ait olumlu ve olumsuz haberler dijital ortamda varken araştırılmadan firmaya itibar suikastı yapılması ya cehalet ya da kasıt ve art niyetin bir göstergesidir.

Durum bu iken "bir fâsık size bir haber getirirse, doğruluğunu araştırın" ayetini iyi bilenlerin, firmaya ait bu paylaşımları ne Müslümanlığa sığar ne de insanlığa. Bu konularda dikkatli olmak lazım. Önümüze düşen her şeyi doğru diye paylaşmayalım. Her gördüğümüzü ve önümüze düşeni paylaşmak bize günah olarak yeter.

Aslı astarı olmayan bu paylaşımları görünce şu anekdot aklıma geldi. Bir arkadaş bir vaizin FETÖ'cü şikayeti üzerine uzun süre açıkta kaldı. Sonunda mahkemeye çıktı. Hakim mahkemede "Bu arkadaşın FETÖ'cü olduğunu nereden biliyorsun" diye şikayetçiye sorar. Şikayetçi, "Ben bunun FETÖ'cü olduğunu duydum. Başka da hakkında bir şey bilmiyorum" deyince, şikayetçiye ne iş yaptığını sorar hakim. Vaizlik yaptığını öğrenince, "Sen Hucurat süresi 6.ayeti kürsüde nasıl açıklıyorsun? Ayıp bu yaptığın diyerek vaizi azarlar ve arkadaşın göreve iradesine hükmeder. Burada duyularla iftira atanın bir vaiz olduğu gerçekten düşündürücü değil mi? 

Gördüğüm ve anladığım kadarıyla Merinos Halı'ya ait paylaşımlar da birer duyumdan ibaret ve bu duyum 2010 yılından beri dolaşımda. Tek kelimeyle sözün bittiği noktadayız. Vah yazık bize. 

Not: İlgi gösterenler için alıntı yaptığım sitelerin adresini yazıyorum:

https://www.risalehaber.com/merinos-namaz-kilmak-isteyen-isciyi-duydu-124123h.htm

https://www.yenisafak.com/gundem/5-bin-calisana-patronluk-firsati-326099

https://adiyamanses.com.tr/rPJTepzi

https://www.habername.com/haber-gaziantepten-merinosa-sert-tepki-50201.htm

18 Nisan 2025 Cuma

KKTC'de Neler Oluyor? *

Laikliğin sert ve tavizsiz uygulanması sonucunda, Türkiye uzun yıllar başörtüsü ve kılık kıyafet sorunu, laik ve anti laik gerilimi yaşadı. Partiler ve halk kutuplaştı. Başörtüsü gericilik, başı açıklık ise ilericilik gösterildi.

Başörtüsü dini bir simgedir. Okullara bu simge ile girilemez. Kamusal alanda başörtüsü takılamaz dendi. Üniversitelere başı örtülü kız çocukları alınmadı. Kayıt dönemlerinde başı örtülü çocuklar ikna odalarına alındı.

İkna olmayan kız çocukları okulunu bıraktı. Kimi başını açıp derslere girdi kimi de peruk vb. şeyler takmak suretiyle derslerine devam etti.

İnancın önündeki bu engelin kaldırılması için ülke çapında başörtüsüne özgürlük mitingleri, yürüyüşleri ve protesto eylemleri yapıldı.

Kamusal alanda başörtüsü ile görünen çalışanlara 28 Şubat sürecinde disiplin işlemleri yapıldı. Başını açmamakta direnenler görevden el çektirildi.

Partiler de ikiye bölündü. Eğitim ve öğretim engellenmesin diye üniversitelerde kılık kıyafet serbesttir türünden bir madde ile Anayasada yapılan değişiklik "411 el kaosa kalktı" şeklinde duyuruldu. Bu değişikliğe öncülük eden partiye kapatma davası açıldı. Anayasa Mahkemesi üyeleri oy çokluğu ile partinin kapatılmasına karar verdi. Nitelikli çoğunluk olmadığı için parti kapatma uygulamaya geçmedi.

Seçimlere başörtüsü damgasını vurdu. Kimi başörtüsüne özgürlüğü savundu kimi de yasağı. Hem yasağı savunanlar hem de yasağa karşı çıkanlar bu süreçten ekmek yedi.

Yargı ve kurumlar da yasaktan yana tavır aldı.

Kısaca bu süreçte başı örtülü olan yandı, başörtüsünü savunan da yandı.

Sonuçta başörtüsüne özgürlük diyenler büyük zafere imza attı. Yasağı savunanlar ise kaybetti. Bugün ülkede başörtüsü üzerinden bir tartışma yok. İsteyen, kamusal alanda başını örtebiliyor.

Kaybedenler sadece yasağı savunanlar değildi. Ülke de kaybetti. Çünkü Türkiye'nin uzun yıllarını alan, mağduriyetlere sebep olan bu gereksiz mücadele, ülkeye çok şeyler kaybettirdi. İnsanımız yok yere kutuplaştırıldı. Bugün bu yönde bir kutuplaşma olmasa da çoğumuzun bilinçaltında bu kutuplaşmanın izleri var. Yeter ki birileri yeniden deşelesin. Bu hastalığımız yeniden depreşir.

Niyetim, uzun yıllarımızı heba ettiğimiz başörtüsüne değinmek, bu süreci anlatmak değildi. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti okullarında yaşanan başörtüsü yasağı haberlere konu olunca, ister istemez Türkiye'de bir zamanlar yaşanan bu yasağa dikkat çektim ve kendi kendime dedim ki bizim yıllarımıza mal olan başörtüsü yasağını şimdi KKTC yaşıyor. Belli ki KKTC yetkilileri ve insanı, ana vatan Türkiye'nin yaşadığı bir süreçten ibret almamış ve yeni yaşamaya karar vermiş. Belli ki KKTC bizi çok gerilerde takip ediyor. Belli ki bizi bu konuda hocası olarak görüyor. Halbuki bu yasağın faydası olsaydı, bu ülke görürdü bu faydayı. Gel de bunu Kıbrıslı soydaşlarımıza anlat.

KKTC'nin etkili ve yetkili kişileri! Yanlış yoldasınız. Bizim dünümüzü değil, bugünümüzü örnek alın. Çünkü bu yasağın kimseye faydası yok. Yok yere gerilimi tırmandırmayın. Bilin ki bu yasak ülkenizin huzur ve mutluluğunu kaçırır. Gelin vazgeçin bu yasakçı zihniyetten. İyi bir laik, iyi bir dindar olmayı değil, iyi bir insan olun. Aranızda empati yapın. Birbirinizin giyim ve kuşamına saygı duyun. Birlik olun. Birbirinizin mutsuzluğu üzerine mutluluk kurmayın. Yoksa kaybeden sizler olursunuz.

Ki sizin birlik olma zamanınız. Kılık kıyafet yasağı ve bu tartışmalar üzerinden yıllarınızı yok yere heba etmeyin. Sizin bu gereksiz tartışmadan ziyade yapacağınız çok şey var. Daha devlet bile olamadınız. Dünyada sizi tanıyan ülke yok. Türkî Cumhuriyetleri bile Güney Kıbrıs'ta büyükelçilik açarken sizin bu işleri bırakıp bir araya gelip iyi bir diplomasi yürütmeniz ve ülkenizin tanınması için çaba sarf etmeniz gerekir. Sizin elzem konunuz budur. Gerisi, birbirinizi alt edemeyeceğiniz zaman kaybıdır.

*23.04.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

12 Nisan 2025 Cumartesi

Mücadelelerde En Etkili Silah *

“Konstantin, Rum hükümdarı olduğunda yaşı ilerlemiş ve ahlakı da kötüleşmişti. Ayrıca cüzzam hastalığına yakalanmıştı.

Halk onu tahttan indirmek istedi ve bunu ona bildirip şöyle dediler:

“Tahtı bırak. İçinde bulunduğun nimet ve imkânlardan hiçbir şey kaybetmeyecek şekilde sana mal-mülk vereceğiz.”

Konstantin danışmanlarıyla istişare etti, ona dediler ki: “Sen halkla baş edemezsin. Onlar seni tahttan indirmek için birleştiler.”

Konstantin: “Peki çözüm nedir?” diye sordu.

Danışmanları: “Dini kullanarak çözüm bulacaksın. …Hristiyanlık dinine girer ve insanları bu dine davet edersin. Böyle olunca insanlar ayrılığa düşecektir. Sana itaat edenlerle birlikte isyan edenlere karşı savaşırsın. Şu bir gerçek ki din uğruna savaşan hiçbir millet asla kaybetmez” dediler.

Konstantin bu denilenleri yaptı ve Rumlara karşı zafer kazandı. Onların kitaplarını ve felsefi eserlerini yaktırdı. Kiliseler inşa edip insanları Hristiyanlığa davet etti”. (İbn Miskeveyh, Tecaribü’l-Ümem, I, 111.)

Kıssadan hisse, Konstantin, altından kaymakta olan iktidar koltuğunu koruma yolu olarak çareyi dine sarılmada bulmuş. Hikayeden anlaşıldığına göre bunda da başarılı olmuş. Yine bu hikayeden anlaşıldığına göre Konstantin din silahını kullanmadan önce Hristiyanlığa inanmıyor. Bunun için önce Hristiyanlığa giriyor, sonra hem Hristiyanlık propagandası yapıyor hem de kiliseler inşa ediyor. Kısaca dinin yılmaz bir savunucusu ve koruyucusu olup çıkıyor.

Dini ilk kullanan Konstantin mi, daha önce başka iktidar sahipleri de dini bu şekil kullandı mı bilmiyorum. Bildiğim, Konstantin’den sonra dini kullanan kullanana. Üstelik bu kullanma sadece iktidarda kalmak için değil, iktidara gelmek için de kullanılıyor. Belli ki din rekabette etkili bir silah. Bu silahla yola çıkanların mağlup olması mümkün değildir. Çünkü kimse din üzerinden yapılan satışla başa çıkamaz ve rekabet edemez. Yoluna din ile çıkanlar rakiplerine göre maça her daim 1-0 önde başlarlar. Çünkü din, halkı motive etme, kenetleme ve taraftar kazanma, aynı zamanda kutuplaştırma özelliğine sahip.

Gerçekten amaç iktidar olmak ve iktidarda tutunmak olunca, din burada bir aparat bir araç olmakta.

İktidar sahiplerinin hedefinde iktidar olmak ya da iktidar kalmak var. Ama rakiplerle rekabet ise din üzerinden yürütülmekte. Özellikle zorda kalındığı durumlarda din iyi bir araç olmakta. Dinî kullananlar dinin yılmaz savunucusu olur, karşı tarafta rakip olarak belirledikleri ise din düşmanı, dini özgürlükleri kısıtlamak isteyen olarak gösterilir. Buna dava denir, uğruna ölürüz denir. Olur biter. Din düşmanı damgası yiyenler ise bu algıdan kolay kolay kurtulamaz. Hep savunmada kalırlar.

Din sadece iktidar olmak için değil aynı zamanda savaşlarda da kullanılır. Avrupalı devletlerin Osmanlı ile yaptıkları savaşın gerisinde ekonomik ve toprak elde etme sebepleri varken, halkı savaşa katmak ve haklı olduklarını göstermek için dini öne sürüyorlar. Bundandır ki bu savaşlar tarihe Haçlı Seferleri diye geçmiştir.
Yine İsrail, devletinin küçücük toprağını genişletme hedefini arzımevûd (vaat edilmiş topraklar) demek suretiyle yayılmacılığına din sosu veriyor.

Aynı şekilde Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlının da yaptıkları çoğu savaşlara, ila-yı kelimetullah ve fetih demek suretiyle toprak elde etmeye başka bir anlam yüklediklerini söyleyebiliriz.

Kısaca dinler hemen hemen her alanda kullanılmaya müsait ve birilerinin emellerini ve hedeflerini gerçekleştirmek için kullandıkları en büyük silahtır.

*14.04.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

6 Nisan 2025 Pazar

Yağmur ve Zekât Kıyası *

Ramazan bayramı tatiline denk gelen cuma namazını bir arkadaşla beraber Larende caddesindeki bir camide kıldım.

Ezana yakın camiye girdik. Cami ortasındaki minberin sağındaki bir yere oturduk. Ezan da başladı bu arada. Aynı zamanda kendisini görmesem de bir vaizin konuşması geldi kulağıma. "Bu gece Kadir gecesi olabilir. Yarın da arife gününü idrak edeceğiz" diyordu.

Yanımdaki arkadaşa, bu ne iş dedim. "Konuşma banttan olmalı" deyince, jeton düştü.

Ezanın bitimi sünnetleri kıldık. Hatip hutbe irat etmeye başladı. Hutbe, “çocuğun yetişmesinde ailenin rolü" konulu bir hutbe idi.

Hutbenin sonunda hatip yağmur kıtlığından bahsetti ve zekât vermenin önemine işaret etti. Ardından peygambere atfettiği bir hadis okudu: "Hangi millet mallarının zekâtını vermezse mutlaka gökten yağmur kesilir. Hayvanlar da olmasaydı tek damla yağmur düşmezdi" dedi. Hutbeyi bitirdi.

Çıkışta, başı ve sonu farklı olan hutbe metnine İnternetten baktım. Metinde zekât ve yağmur ilişkisinden bahseden bir parantez yoktu. Belli ki hutbe metninin sonuna hatip ekleme yapmıştı.

Yolda yürürken arkadaş konuyu açtı. İmamınki de iş. Avrupa'da zekât mı var ki her gün yağmur yağıyor neredeyse" dedi. Ben de ah bu kıyası imam da yapabilseydi dedim.

Öyle ya zekât bildiğim kadarıyla İslam dininde var. Diğer dinlerde oranı ve şartları belli böyle bir ibadet ve yardımlaşma yok. Yani zekât vermemelerine rağmen dünyanın çoğu yerine yağmur yağıyor.

Bizim Karadeniz'e de durmadan yağmur yağar. Karadeniz halkı eksiksiz zekâtını veriyor da ondan mı yağmur yağıyor?

Tüm bunları ve daha fazlasını hutbeye çıkıp yüzlerce kişiye metinden veya irticalen konuşan hatibin düşünmesi gerekir. Biraz sorumluluk sahibi olması lazım. Mikrofonu ve sessiz cemaati görünce, doğru-yanlış içindekini boşaltmaması gerek. Lafın nereye varacağını hesap etmesi lazım. Sorumluluk bunu gerektirir.

Hurafe ve duyumların hutbe ve vaaza taşınması, herhangi bir kaynakta da olsa görüp okuduğunu aktarması, buna da peygamberi alet etmesi olacak şey değil. Bu yaptığı peygambere de en büyük iftiradır.

İmamın derdi hepimizde olduğu gibi yağmur yağmaması ise "Susuzluk kapıda. Suları tasarruflu kullanalım" diyebilirdi. Zekât eksikliğini hissediyorsa, "İmkanı olan kardeşlerimiz, ihtiyaç sahiplerine zekatlarını vererek onları sevindirsin" diyebilirdi.

Bunları usulünce dile getirmek varken yağmurun yağmamasını zekât vermemeye indirgemesini ne akıl ne mantık ne din kabul eder. Çünkü yağmurun yağma şartları bellidir. Yağmurun zekatla bir bağı yoktur.

Kimse, efendim, okuduğum bir hadis. Falan kaynakta yazıyor. Ben kendimden bir şey katmadım gibi bir savunma yapmaya kalkmasın. Nasıl ki her duyduğunu aktarması kişiye günah olarak yeterse, her yazılanı akıl süzgecinden geçirmeden aktarması da kişiye günah ve vebal olarak yeter de artar bile.

Nedense herhangi bir olumsuzlukta insanımızı suçlamayı marifet biliyoruz. Ayıptır ayıp. Mesela bir insan tanırım. Elinden Kur'an düşürmeyen, ibadetlerine devamlı biri. Bunun da oğlu hastalanmıştı. Yaşı büyük olmasına rağmen idrarını kaçırıyordu. Adam bunun neyi var deyip çocuğunu doktora götüreceği yerde "Ne olacak? Beynamaz olunca işte böyle hasta olur" dedi. Bu sözleri duyunca pes doğru diyebildim kendi kendime.

Bir diğer husus, bu imam daha önceden yapılmış bir konuşmayı banttan verdi diyelim. En azından bu vaazı ezanla birlikte kapatsaydı, hatibin Kadir gecesi ve arifeden bahsettiği kısmı kimse duyup şaşırmazdı. Ciddiyetten uzak gördüm imamın bu tavrını da.

Aman, kime ne diyorum. Yağmur ile zekât bağlantısını kuran birinden ben ne hassasiyet bekliyorum.

Diyanet, bu şekil sapla samanı karıştıran, az bir mantık dahi yürütemeyen personeli için gönderilen metnin dışına çıkılmaması talimatı vermesinde fayda var.

*11.04.2025 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

2 Nisan 2025 Çarşamba

Öldü ile Geberdi

Gündelik hayatta hem öldü hem geberdi fiilleri kullanılır. Kullandığımız bu kelimelerin anlamlarını bir hatırlayalım.

Ölmek: 1.Yaşamaz olmak, hayatı sona etmek, can vermek; cavlamak. II. Gitmek, göçmek, gümbürdemek, kakırdamak, kıkırdamak, yürümek, zıbarmak, cartayı çekmek, zartayı çekmek, mortlamak.

2. Solmak.

3.Bazı sebeplerle çok sıkıntı çekmek (mecaz).

4.Değerini, geçerliliğini, gücünü yitirmek, kullanılmamak.

Gebermek: 1. (Argoda) sevilmeyen biri için ölmek. 2. Bir kimseye aşırı ilgi ve istek duymak.

Ölmek ve gebermek fiillerinin dışında ölenler için "hakka yürüdü", "hak vaki oldu" deyimleri ile "kaybettik” fiili de kullanılır.

Gördüğümüz gibi hem ölmek hem gebermek fiilleri biri argo olmak üzere aynı anlamlara gelmekte.

Her ne kadar aynı anlama gelse de hangisini kullanırsak kullanalım, ölümün yüzü soğuktur. Pek temenni edilmez.

Her ikisi de haber anlamı taşır.

Yalnız öldü fiili ile geberdi fiili kullanılırken bu fiili kişiden kişiye farklı kullanırız. Mesela sevdiklerimiz için kaybettik, öldü derken sevmediklerimiz için geberdi fiilinin kullanıldığını görüyoruz.

Ölmek ve gebermek aynı sonuca çıkmasına rağmen öldü fiili kulağa daha hoş gelirken gebermek fiili çok itici gelmekte. Çünkü bu fiil hem argo hem nefret dilini içinde barındırıyor. Bir kişi hakkında içte biriktirilen kin ve intikam duygusunun dışa vurumu söz konusu.

Öldü fiili gibi herkese kullanılabilecek ve aynı anlama gelen nötr bir fiil varken argo geberdi fiilini tercih etmek hiç olacak şey değil. Olsa olsa bir akıl tutulması, birinin ölümüne sevinmek, zil takıp oynamak ve kavganın fitilini ateşlemek gibi bir şey.

Ölen her kim olursa olsun, nazarımızda değeri olsun veya olmasın her ölenin sevenleri vardır. Ölene saygı göstermek istemesek bile sevenleri saygıyı hak ediyor olabilir. Mesela ata ne kadar kötü olursa olsun, hangi evlat babası için geberdi fiilinin basında yer almasını ister? Öyle zannediyorum, kimse istemez.

Sonuç olarak, mahalleleri ayırıp kutuplaştığımız gibi bunu ölüme kadar götürmeyelim. Empati yapalım. Argo tabir kullanmaktan kaçınalım. Cenaze yakınlarını incitmeyelim. Verdiği zararlardan dolayı ölüye sevineceksek bu sevinci içimizde tutalım. Dışa açık etmeyelim. Rahmet de dilemeyelim. Cenazesini de kılmayalım. Bırakalım her mahalle cenazesine karşı son görevini vakur bir şekilde yerine getirsin. Birbirleriyle acılarını paylaşsın. Biz sessiz kalalım. Kavgamızı sıcağı sıcağına daha cenaze kalkmadan devam ettirmeyelim. Unutmayalım ki yorgan gider, kavga biterse, bir insan öldü mü, onunla ilgili kavga da biter. Edep, ahlak, etik, örf ve âdet bunu gerektirir.

Sahi, nereye gömdük bu edep ve ahlakı ve de insanlığımızı?

1 Nisan 2025 Salı

Dindar ile İslamcı

Dindar, mütedeyyin ve İslamcı kavramları birlikte bazen birbirinin yerine kullanılmakta. Genellikle aynı kişiler için ifade edilmekte ise de arasında benzerlikler ve dağlar kadar farklılıklar var.

Dindar- mütedeyyin ve İslamcı aynı kaynaktan beslenir. Her ikisi de Kur'an ve sünnet yolunun yolcusudur. Belki de tek benzerlikleri budur.

Dindar ve mütedeyyin kişi, dininin gereklerini yaşamaya çalışır. İbadetlerini yerine getirir. Yaşayamadığının üzüntüsünü yaşar. Benim tek eksiğim şu var. Ah bir de şunu yapabilsem der. Dinini daha iyi yaşayanlara gıpta eder. Günah işlediği zaman tövbe eder. İslamiyet’i tam yaşayamadığının pişmanlığını samimiyetle yaşar. İyi bir kul olmaya çalışır. İnandığı dini kendi hayatında yaşar. Dinini yaşayamayanlara üzülür. Onlara hidayet bulması için bol dua eder. Tüm bu yaptıklarından dolayı cennete gitmeyi ümit eder.

İslamcı ise slogancıdır, bol hamaset yapar. İnsanlara ayet ve hadisle ayar vermeye çalışır. Yaşamayanlara parmak sallar. Her kim ne yaparsa ilgili ayet okur. Kim İslam, Müslümanlar ve İslami değerler hakkında ne demişse zamanı gelince yüzüne vurmak için hepsini not eder. En ufak bir şeyde kişileri cehenneme göndermekten zevk alır. Şunu dedin, kafirsin. Bunu dedin, münafıksın şeklinde insanları damgalar durur. Hele bir de sırtını bir güce yaslamışsa ağzını bozar. Beddua ve lanet ağzından eksik olmaz. En ufak bir şeyde devleti göreve çağırır. Üslubunu bozar. Bunu da “geçti o pısırık Müslümanlık. Bunlara ağzının payını vereceksin” der. Daima sureti haktan görünür. Kısaca kavgacıdır, huzur bozmada üstüne yoktur. Kutuplaşmayı ve kutuplaştırmayı pek sever.

Karşı mahalleden biri ölmüşe, İslamiyet hakkında bir şeyler söylemişse, artık o kimseyi ne camiye kabul eder ne İslamiyet dairesinde tutar. Cenazesi kılınmaz fetvası vermeye başlar. Kötü bilirdik, geberdi gitti. Şimdi öbür dünyada yanacak, ateşi bol olsun kefere der.

Yani İslamcılık bir yaşamdan ziyade bir felsefedir. Bir söylemden ibarettir. Dindarlık bir hal ise İslamcılık kâldir.

Hayatı kendisi gibi düşünmeyenlere zindan etmede, toplumu germede üstlerine yoktur.

Her konuda da bilgileri var. Her konuda söz söylerler. Üzerine gelirken ayet ve hadisle gelirler. Ya kabul edip İslam dairesinde kalırsın ya da bu dinden çıkarsın bu İslamcılara göre.

Lafı çok uzatmadan dindar ile İslamcı arasındaki farkı daha iyi ifade etmek için şu anekdotu paylaşayım:

Şeyhin oğlu büyümüş. Şeyh, oğluna haydi sabah namazını kılmak için camiye gidelim demiş.

Baba oğul camiye giderlerken oğlanın gözü mahalledeki evlere kaymış. Bakmış ki hiçbir evin ışığı yanmıyor. Hemen dönüp babasına, “Baba! Mahallede tek bir ışık yanmıyor. Hiç kimse sabah namazına kalkmamış deyince, şeyh:

Evlat, daha ilk defa sabah namazına gidiyorsun. Hemen mahalleliyi yargılamaya başladın demiş.

Sunucu Mehmet Akif Ersoy'un kısa bir videosundan dinlemiştim bu anekdotu. Kendi dindarlığıyla meşgul olana Müslüman, başkasının Müslümanlığıyla meşgul olana İslamcı denir diyordu videosunda. Bunun üzerine söz söylemeye gerek olmaz sanırım. Çünkü tüm farkı ortaya koyuyor. 

Karşı Mahalleden Biri Ölmeye Görsün!

Nasıl bir ülke olduğumuzu yıllar geçtikçe daha iyi anlıyorum.

İyiyken herkes iyilik meleği. Araya niza girdi mi elimizden geleni ardımıza koymuyoruz.

Karşı mahallelere bölünmüşüz. Diğer mahallelerle hiç diyaloğumuz yok. Herkes birbirine sağırlara ve körlere oynuyor. Uzaktan ayar veriyor, had bildiriyoruz.

Karşı mahalleyi düşman belleyerek ayakta duruyoruz.

Karşı mahalleden bizim gibi düşünmeyen biri öldü mü, sağlığında selam vermediğimiz kişiye tüm içimizi boşaltıyoruz.

Mahallenin ileri gelenleri ve akıl hocaları her bir şeyini zamanında not etmiş. O zaman bir şey dememiş, mücadelesini vermemiş biri olarak ilgili kişinin tüm beyanlarını ortaya döküveriyor. Biz de vay anasına. Adam ne kafirmiş. Cenazesi kılınmaz bunun deyip Diyanet'i göreve çağırıyoruz. Adamın gömülüp hesaba çekildiğini beklemeden yani yargılamadan cehenneme gönderiyoruz. Halbuki adaletin yok dediğimiz, adaletini beğenmediğimiz bu zalım dünyanın adaleti ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, adam suçüstü yakalansa bile adalet önünde zanlıdır. Yargılanıp hüküm giyinceye ve tüm yargı yolları bitinceye kadar masum kabul edilir. Beratı zimmet asıldır prensibini hatırlar ve hatırlatırız.
İnancımıza göre öldükten sonra kişiyi Allah yargılar, hesabı o sorar, ona hesap verilir. İnandığımız Allah da kimseye haksızlık etmez.

Acaba böyle olduğuna inanmıyor muyuz da daha gömülmeden sıcağı sıcağına adamı ila cehenneme zümera deyip cehenneme gönderiyoruz. Bırakalım ihsası reyde bulunmayı da o inandığımız makam kişiyi yargılasın. Unutmayalım ki savunma hakkı da kutsaldır. Suçluya bile kendini savunma hakkı verilmeden ceza verilmez. Merak ediyorum, yargısız infaz yetkisini bize kim verdi? Allah mı diyor, bana gelmeden bunları yargılayın yetkisini?

Zahire göre hüküm verip Aristo mantığıyla kıyas yaparak insanları özellikle karşı mahallenin insanlarını cehenneme göndermeyi ne de çok seviyoruz? Acaba, ne kadar kişiyi cehenneme gönderirsek, Cennet bize kalır diye mi düşünüyoruz? Allah bizi koymayıp da kimi koyacak hadsizliğini mi yaşıyoruz?

Ölen kimse dinimize yabancı olabilir, dinimizi alaya alabilir, dinimize düşmanlık yapabilir. Tamam, bu durumda bizim elimiz armut toplamasın. Edebimizle, kavli leyyine ile cevap verelim. Bunun önünde ne engel var? Musa ve Harun peygamberleri Firavun'a gönderirken yumuşak söz söyleyin fermanına yakışıyor mu bizim ileri geri konuşmamız, hakaret etmemiz? Sonra öldükten sonra neye yarar? Amacımız üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi?

Ha o mahalleden ağzı bozuklar varmış. Onlar hakaret ediyor. Biz de onlara anladığı dilden konuşuruz diyorsak, sormazlar mı adama, ne ara onları kendimize öğretmen kabul ettik diye? Unutmayalım ki süiamel misal olamaz.

Herkesin dini, inancı kendisine. Bizim inancımız da bize. Din ve inanç bizi ayrıştırmamalı. Kem söz sahibine ait olmalı. Din ve inanç elimizde ayrıştırma aracı olarak kullanılmamalı. Her ne kötülük yapılırsa yapılsın, din adına söz söyleyenler kötülüğü iyilikle savmalı. Gören demeli ki bunların dini böyle emrediyor. Bunların iyilikleri dinlerinden. Ne güzel dinleri var desin.

Merak ediyorum, bu kaba saba ve kişileri cehenneme gönderen üslubumuzla Müslüman yaptığımız bir Allah'ın kulu var mı? Eğer varsa faili ellerinden öperim ama bu takındığımız üslupla bir Allah'ın kulu Müslüman olmaz. Zaten böyle bir derdimiz de yok. Tek derdimiz ne kadar kişiyi cehenneme gönderirsek, Cennet bizim olur. Ama çok bekleriz. Unutmayalım ki herkes kalıbına göre iş yapar. 

Volkan Konak'ın Ardından

Kendisini zaman zaman önüme düşen kısa videolarda ismini bilmeden birkaç defa izlemişliğim var. Genelde de ekranına çıkardığı kişilerle konuşmasına şahit oldum. Sanatını ne derece icra ettiğini ve başarılı bir sanatçı olup olmadığını bilmem.

Volkan Konak'mış adı. Sanatçı imiş. Kuzey'in olarak şu diye nam salmış. Türk halk müziği üzerine sanatını icra etmiş. Kıbrıs'ta sahnede iken geçirdiği kalp krizi sonrası vefat etmiş.

Sonrasını sosyal medyadan öğreniyorum. Bir grup, sanatçının ölümü üzerine üzüntülerini ifade ediyor. Bencileyin sanatla yakından uzaktan alakası olmayan bir grup ise Volkan Konak'ın daha önce söylediği sözleri ve vasiyetini ön plana çıkarıyor. "Öldükten sonra gömülmek istemediğini, cesedinin yakılıp Karadeniz'e savrulmasını" vasiyet etmiş.

Bu vasiyeti ön plana çıkaran bir kesim cenazesi kılınmamalı gibi şeyler yazıp çiziyor. Ölümüne oh be çekenler de az değil.

İlgili kişi inanıyor mu, inanmıyor mu bilmiyorum. Ki inanmak kadar inanmama hakkına sahip. Üstelik bir başka okuduğu şiirde "babasının yanına gömülmekten" bahsediyor.

Cenazesini yakılmasını yakınları yerine getirir veya getirmez. Yakınları alıp bir mezara da koymak isteyebilir.

Basından okuduğuma göre İstanbul'a cenaze namazı kılınıp Trabzon'a gömüleceği belirtiliyor. Demek ki yakınları gömülme vasiyetini yerine getirecek.

Tüm bunlar cenaze sahiplerinin bile bileceği bir şey.

Cenazesinin kılınmasını da ailesi isteyebilir. Birileri cenaze namazına katılmak isteyebilir. Söz ve eylemlerinden dolayı birileri cenaze namazını kılmak istemeyebilir. Her imam kıldırmak istemeyebilir.

Bir kimsenin cenazesinin kılınması, helallik alınması o kimseyi pirüpak yapmaz. İslami usullere göre defnedilmemesi de o kimseyi sorumluluktan kurtarmaz.

Namazı kılınırdı, kılınmazdı, hak etti veya etmedi tartışması bence gereksiz. Ölen ölmüştür, kalan kalmıştır. Ölenin kendini savunması mümkün değil.

Bu aşamadan sonra bırakalım herkes hesabını gittiği yerde versin.

Herkesin hesabını vereceğine inanılıyorsa bırakalım, hesap sorucu hesabını sorup cezasını versin. Hesap sorulacağına inanılmıyor mu ki bu kadar yaygara yapılıyor.

Hem neden karşı mahalleden biri vefat edince hemen veryansın ediliyor. Cenaze önüne gelip haydin bunun namazını kılacaksın veya kıldıracaksın diye bir baskı mı yapılıyor?

Ayrıca ilgili kişinin inanıp inanmadığını nereden biliyoruz? Kişi bir sözüyle dinden çıkar, diğer bir sözüyle tekrar girer. Merak ediyorum, herkesin imanı doğduğu andan itibaren şeksiz ve şüphesiz mi? Bırakalım herkesin inancını kendisine. Yaşadığı hayat üzerinden hesabını öbür dünyada kendisi versin.

Bir kişiye başka inançlara hakaret etmediği ve saygı duyduğu müddetçe istediği görüşü açıklama imkanı vermek lazım.

Günümüzde kişileri, mahalleleri inanç yönünden tasnife tutmanın bir gereği yok. Ne katma değer üretmiş, insanlık namına neler yapmış, ona bakmak lazım.

“Elli beş babasız çocuğu okuttuğunu, önümüzdeki sene bu sayıyı yüze çıkarmak istediğini, babaları olamasam da amcaları olurum” dediğini bir açıklamasından öğrendim.

Gençlerin yanına gidip, "Gençler, bir derdiniz olduğu zaman işte benim numaram şu. Direk beni arayın" demek suretiyle gençlere açık çek vermiş biri.

Yine kendisine bir milyon dolarlık reklam teklifi yapılıyor. Teklifi geri çevirdiğini söylüyor. Paran çok mu diyene de "Kişiliğime uygun görmedim" diyor. Hangi birimiz bir milyon dolar karşısında kendimizi kaybetmeyiz ve atlamayız.

Hangi birimiz 55 öğrenciye burs verir? Hangi birimiz tanımadığı üniversite öğrencilerine telefon numarasını verip ihtiyacınızda arayın der? Görünen o ki okuttuğu öğrenciler yetim kaldı ardından. 

Tamam, insanları fikir ve düşüncelerinden dolayı katılmadığımız yönleriyle eleştirelim. Ama yaptığı güzel şeyleri de ifade etmek suretiyle bir hakkı teslim etmek lazım. Çünkü hatasıyla hesabıyla insanı hepimiz.

Sonuç olarak sanatını icra ederken genç yaşta kaybettiğimiz sanatçıyı ölümünün ardından rahat bırakmak lazım. Ardından ne konuşursak konuşalım, bizi duymaz, bize cevap veremez. Bizde sesini çıkarmayana, kendini savunmayana el kalkmaz, belden aşağı vurulmaz. Bırakalım mevtayı sevenlerine. Onlar üzüntüsünü yaşasın. Kimsenin ölümüne sevinip göbek atmayalım. Bir üzüntülü ana saygı duyalım.

Bir diğer husus, inancından dolayı bu sanatçıya vuranlar, merak ediyorum, sağlığında bu sanatçıyla gittiğin yol, yol deyip konuştular mı? Bu işin doğrusu şu, senin görüşüne katılmıyoruz dediler mi? Mesela irşat görevinde bulundular mı? Eğer yaptık, sağlığında kendisiyle fikir ve inanç tartışması yaptık denirse, buna eyvallah derim. Yok böyle bir şey yapılmadı ise ölümünün ardından ileri geri konuşmak ne dine ne insanlığa yaraşır. Ucuz mücahitliğe gerek yok.

Ayrıca gidenin ardından ileri geri konuşmanın geride onun yolundan gidenlere faydası olur mu? Hiç sanmıyorum. Amaç üzüm yemekse bu üslubu terk edip en azından susmak lazım. Çünkü bu üslup kimseyi Müslüman yapmaz. Yaşadığımız dini ayrışmanın aracı haline getirmeyelim. Herkesin dini kendisine.

Yazımı sanatçının bir esprili anlatımıyla sonlandırayım. Beşinci kızdan sonra annesi Volkan Bey’e hamile kalır. Bu da kızdır diye annesi aldırmaya kalkar. Bir tanıdığı vasıtasıyla bir doktora gider. Doktor kürtaj için 300 lira (o günün parasıyla 300 bin veya üç yüz milyon olabilir) para ister. Bu parayı duyan annesi, “Sana bu parayı vereceğime, bu parayla ben evladımı doğurur, büyütürüm” deyip kürtajdan vazgeçer. Sanatçı bu şekil dünyaya gelmiş. Doktor daha az para isteseydi, belki de hiç dünyaya gelmeyecekti.

Mevtanın yakınlarına sabırlar diliyorum.

22 Mart 2025 Cumartesi

İnsan Olmak Neyimize Yetmez

Ömrüm boyunca, kork Allah'tan korkmayandan sözünü düstur edindim. Nerede Allah'tan korkmayan varsa sözlerine ve yaptıklarına mesafeli oldum.

Hiç işim olmadı onlarla.

Yaptıklarına hep burun kıvırdım.

İyi bir şey yapsalar bile var bu işte bir hinlik dedim.

Öyle ya Allah korkusu olmayanda ne hayır olurdu.

Her türlü kötülük beklenirdi.

İyi olmak için bir defa Allah korkusu olmalıydı.

Allah korkusu varsa bir insanda. Ondan zarar gelmezdi.

Karıncayı incitmezdi çünkü.

İşlerini düzgün yaparlardı zira.

Allah korkusu olanlar her bir yerde görev yapmalıydı.

Böyle yetiştim ya da yetiştirildim.

Bir elli yılımı aldı bu yetişmem.

Hamurumu iyi yoğurmuşlar belli ki.

Elli sonrası acaba demeye başladım.

Bu acaba beni sorgulamaya itti.

Sorguladıkça arkası çorap söküğü gibi geldi.

Geldiğim nokta itibariyle, gördüm, yaşadım:

Allah korkusu olanlardan da korkulması gerektiğini geç de olsa anladım.

Çünkü derviş hırkası giymiş kişiler de çok korkunç olabiliyormuş.

Hepsi olmasa da en azından azımsanmayacak önemli bir kısmı çok tehlikeli imiş.

Geçmiş güven vermeleri yokluktanmış.

Dürüstlükleri de güç ellerinde olmadığındanmış.

Tanıyamıyorum onları. Çünkü hiç omurgaları ve prensipleri yokmuş.

Onları esas güç ellerinde olunca tanımak gerekiyormuş.

Allah'tan korkanın zararının, korkmayanından verdiği zarardan daha büyük olduğunu görmüş oldum.

Geldiğim nokta itibariyle Allah'tan korkmayandan da korkuyorum, korkanından da.

İnsan olmak için bu kriterin yeterli olmadığını anladım.

Allah korkusundan önce insan olmak gerekiyormuş.