Dini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Dini etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Mart 2025 Cumartesi

İnsan Olmak Neyimize Yetmez

Ömrüm boyunca, kork Allah'tan korkmayandan sözünü düstur edindim. Nerede Allah'tan korkmayan varsa sözlerine ve yaptıklarına mesafeli oldum.

Hiç işim olmadı onlarla.

Yaptıklarına hep burun kıvırdım.

İyi bir şey yapsalar bile var bu işte bir hinlik dedim.

Öyle ya Allah korkusu olmayanda ne hayır olurdu.

Her türlü kötülük beklenirdi.

İyi olmak için bir defa Allah korkusu olmalıydı.

Allah korkusu varsa bir insanda. Ondan zarar gelmezdi.

Karıncayı incitmezdi çünkü.

İşlerini düzgün yaparlardı zira.

Allah korkusu olanlar her bir yerde görev yapmalıydı.

Böyle yetiştim ya da yetiştirildim.

Bir elli yılımı aldı bu yetişmem.

Hamurumu iyi yoğurmuşlar belli ki.

Elli sonrası acaba demeye başladım.

Bu acaba beni sorgulamaya itti.

Sorguladıkça arkası çorap söküğü gibi geldi.

Geldiğim nokta itibariyle, gördüm, yaşadım:

Allah korkusu olanlardan da korkulması gerektiğini geç de olsa anladım.

Çünkü derviş hırkası giymiş kişiler de çok korkunç olabiliyormuş.

Hepsi olmasa da en azından azımsanmayacak önemli bir kısmı çok tehlikeli imiş.

Geçmiş güven vermeleri yokluktanmış.

Dürüstlükleri de güç ellerinde olmadığındanmış.

Tanıyamıyorum onları. Çünkü hiç omurgaları ve prensipleri yokmuş.

Onları esas güç ellerinde olunca tanımak gerekiyormuş.

Allah'tan korkanın zararının, korkmayanından verdiği zarardan daha büyük olduğunu görmüş oldum.

Geldiğim nokta itibariyle Allah'tan korkmayandan da korkuyorum, korkanından da.

İnsan olmak için bu kriterin yeterli olmadığını anladım.

Allah korkusundan önce insan olmak gerekiyormuş.

15 Mart 2025 Cumartesi

Kefaret Orucu

Bir zamanlar sakız çiğnemek orucu bozar mı soruları geride kaldı. Şimdi öğrenciler, "Bile bile orucu bozarsak 61 gerekir mi" diye soru soruyor, hem de birçok öğrenci birden.

Bu yazımda bile bile oruç bozmanın kefaret gerekip gerekmediğini ele almak istiyorum.

İlmihal kitaplarımızda orucu bile bile bozmanın cezası olarak "İki ay peşi sıra oruç tutmak ve bozduğumuz gün kadar oruç gerekir" yazılı.

Halkımız da böyle biliyor. Daha doğrusu 61 gün oruç tutmak gerekir şeklinde.

Bile bile oruç bozmanın cezası bir defa 61 gün değildir. Oruç bozan biri hangi ayda oruç tutacaksa, o aylar hicri takvime göre kaç çekiyorsa, o kadar ve bozduğu gün kadar tutulmalıdır. 61 galatı meşhur olmuştur.

Kefaret orucuna başlayan kişi o ayın ve takip eden ayın kaç çektiğine bakar. Diyelim ki bu aylar 29+29 çeksin. Bu durumda 58+1= 59 gün oruç tutması gerekir. Bu aylar 30+30 çekerse, 60+1 olmak üzere 61 gün tutacaktır. Kişi birden fazla oruç bozmuşsa, mesela 5 gün oruç bozdu diyelim. Bu durumda 30+30+5 olmak üzere 65 gün oruç tutmalı. İki ayı hiç ara vermeden arka arkaya tutmalı. Bozduğu günleri diğer günlerde ayrı ayrı tutabilir.

Bu anlattığım ilmihallerde yazan kefaret orucunun açıklamasıdır.

Bu kefaret orucu yani bile bile oruç bozmanın cezası Kur'an-ı Kerim'de yazmıyor. Zıhar ayetindeki kefaret orucu bile bile oruç tutmaya kıyas yapılmıştır fıkıhçılar tarafından.

Katılır veya katılmazsınız, ben bu kefaret cezasını çok ağır buluyorum. Bile bile oruç bozmanın cezasının bu derece ağır olmaması gerektiğini düşünüyorum. Fıkıhçıların, insanımız orucunu bozmasın diye böyle bir kıyası tercih ettiklerini zannediyorum.

İyi niyetle ve insanımızı sakındırma amacıyla böyle bir ceza takdir edilse de insan psikolojisini göz ardı eden bir fetva olarak görüyorum. Bir gün orucunu tutamayan bir kimseye peşi sıra iki ay oruç tutturmaya çalışmanın uygulanabilirliği çok zordur. Bunu çok az insan yerine getirebilir. Öyle ya bir gün oruç tutmada zorlanan ve orucu bozan insandan iki ay oruç tutmasını beklemek insana gününü göstermek demektir.

Bir diğer husus, bir şeyin cezası misliyle olmalıdır. Kısasta bile durum böyledir. Cana can, dişe diş dedikleri ne eksik ne fazla, misliyle demektir. Bir kişi bile bile orucunu bozarsa bozduğu gün kadar yani güne gün oruç tutmalıdır. Doğrusu da budur.

Bir diğer husus, yine ilmihal kitaplarında yazdığına göre niyetlenmeyip oruç tutmayan kimse için güne gün oruç tutar denilirken, niyetlenip ardından oruç bozana iki ay ceza bana göre bir çelişkidir. Biri belki de keyfi olarak oruca niyetlenmiyor, diğeri tutacağım deyip iyi niyet gösteriyor ve oruca başlıyor. Nefsine ağır geldiği için dayanamayıp bozuyor. Bence oruca niyetlenen, iyi niyetli ama sözünde duramamış ve bozmuş. Bu iyi niyetin cezası 60 kat ceza olmamalı. Eğer kat kat ceza verilecekse niyetlenmeyen kişi için düşünülmelidir.

Burada, bile bile niyetlenmeyen iki ay tutmalı demiyorum. Çünkü bu da güne gün tutar. Sadece iyi niyet gösterene takdir edilen cezaya dikkat çekmek için böyle dedim. Mantık da böyle olmalıdır. 

Sözün özü, cezalar anlaşılabilir olmalı, orantılı olmalı, kat be kat ceza olmamalı. Niyetlenen de niyetlenmeyen de güne gün oruç tutmalı. Kısaca insafı elden bırakmayalım. İnsanımıza hayatı zorlaştırmayalım, kolaylaştıralım demek istiyorum.

Not: Kendimi fetva vermeye haiz görmüyorum. Sadece bu konudaki görüşümü açıkladım. 

Öğrenciye Ramazan Kolaylığı Niçin Düşünülmez?

Günlük mesaiye veya okula gidecek çoğu oruçlu insan uyku problemi ile karşı karşıya. Çünkü sahur uykuyu bölüyor.

Sahura kalksa bir problem, kalkmasa ayrı bir problem.

Uyku problemimi en fazla öğrencilerde gözlemliyorum.

Haftanın diğer günleri işyerlerinde meslek öğrenen öğrenciler, haftada bir okula geldikleri zaman uykuyu alamadıkları gözlerinden okunuyor.

Çalıştığı işin durumuna göre gece de çalışan bu öğrenciler, sabahın alaca karanlığında evden çıkıp okula geldikleri zaman, başlarını sıraya koyup hemen uykuya dalıyorlar. Belli ki uykularını alamıyorlar.

Hele bazıları kafayı sıraya koyar koymaz horlamaya başlıyor.

Bırakıversen akşama kadar uyuyacaklar. Belli ki okul onlar için dinlenme yeri.

Oruçlu olduklarından, ihtiyaç gidermek için teneffüse de çıkmıyorlar. Sınıf ortamında dura dura uykuları geliyor. Ayrıca aç acına on saat ders işlemek çok zor geliyor. Hele oruçta hiç çekilmiyor.

Liseli bu çocukların durumuna üzülmemek elde değil. Çünkü yemeden ve içmeden kesilerek uykusuz bir şekilde on saat ders görmek hiç kolay değil.

Acaba böylesi ortamlarda bu öğrenciler için bir kolaylık sağlanamaz mı? İstenirse sağlanır. Çünkü bildiğim kadarıyla çoğu kurum, çalışanlarına ramazan dolayısıyla mesaide esneklik sağlıyor. Mesela saat üçte çalışanlarını evlerine gönderiyorlar. Büyük insanlara sağlanan bu kolaylık ve gösterilen bu esneklik pekala öğrenciler için de düşünülebilir.

Nasıl bir kolaylık sağlanabilir?

Pekala ders saatleri kırk dakikadan otuz dakikaya indirilebilir. Öğle arası 40 dakikadan yarım saate düşürülebilir.

Dersler yarım saat işlenince, öğle arası da kısaltılınca, öğrenci 110 dakika önce evine gitmiş olur.

Sabah 08.00'de derse başlayan öğrenci, normal zamanlarda 16.15'te okuldan çıkarken, ders saatlerini kısaltmak suretiyle okuldan 14.25'de çıkmış olur. Evine erken giden öğrenci de iftara kadar uzun oturarak dinlenmiş ve yarım kalan uykusunu tamamlamış olur.

Sahi, yetkililerimiz ramazan ayına mahsus bu kolaylığı öğrenciler için niçin düşünüp planlayıp uygulamaya koymaz?

Büyük çalışanlara çoğu kurumların sağladığı esnek mesai öğrencilerden niçin esirgenir?

Eğer bir kolaylık sağlanacaksa öncelik büyüklerden ziyade küçüklere olmalıdır.

14 Mart 2025 Cuma

Eş Seçiminde Dindarlık Kriteri

Bir arkadaşım var. Bir cemaatin içinde büyüdü. O cemaat için maddi ve manevi gücünü ortaya koymaktan uzak durmadı. O cemaatin ileri gelenlerinden oldu.

Bu arkadaşın cemaatçiliği çoğu cemaat mensubundan farklı. Okuyan, sorgulayan, soran, eleştiri getiren, içine sinmeyen bir hususu en yetkili ağza dile getirmekten geri durmayan biri. Cemaatlerde gelenek haline gelen itaat ve biat kültüründen uzak bir duruşu var.

Bir ara laf arasında şöyle dedi: Cemaatte olan arkadaşları yine cemaate mensup kızlarla evlendirme adeti vardı. Her birimiz için sen şununla, bu onunla evlenecek şeklinde aday bile belirleniyordu.

Askere gitmeden önce benim için de evleneceğim kız belirlenmişti. Biri uyardı. Sakın ha dedi. Bu uyarıyla birlikte cemaatten olan kızla evlenmekten vazgeçtim. Anneme, "Bizim aile kalabalık. Gelen ve gidenimiz eksik olmaz. Bizim aile yapımıza uygun birini bulalım. Yarın aksilik yaşamayalım. Varsın ilkokul mezunu olsun. Ama anne babamızı sevip sayan, bakıp gözeten biri olsun dedim. Öyle de oldu. Mutlu bir evliliğimiz var. Eşim, anne babamı kendi anne babası bildi hep. Hizmette kusur etmedi. Cemaatin belirlediği cemaat kızıyla evlenen arkadaşların çoğu huzursuz ve mutsuz. Çünkü bizim cemaate mensup kızların çoğu feminist çıktı. Eşinin anne ve babasını sayıp gözetmede anlaşamıyorlar" türünden bir konuşmaya yer verdi.

Normal şartlarda aynı cemaatten evlenenlerin daha uyumlu olacağı, birbirini anlayacağı ve mutlu bir evliliklerinin olacağı düşünülür. Çünkü aynı eğitimi almışlar aynı havayı teneffüs etmişler aynı duyarlılıklara sahip kişiler. Gel gör ki böyle olmuyor. İş dönüp dolaşıp senin annen senin annen, benim annem benim anneme dönüyor. Herkes kendi anne ve babasına bakacak görüşü ağır basıyor. Gidip gelme, görüp gözetmede denge gözetilmiyor. Genelde kız tarafının ailesine gidip gelme oluyor, oğlan tarafının ailesi ihmal ediliyor. Oğlan da iki arada bir derede kalıyor. Bu da ister istemez mutlu evliliğin önündeki en büyük handikap.

Bu arkadaşın verdiği örnek lokal mi yoksa genelde mi böyle bilmiyorum. Ama gördüğüm kadarıyla kız tarafı “Kızımız evden gitti” dense de oğlan tarafı için “Oğlan elden gitti” gibi fiili bir durum söz konusu oluyor.

Yine gördüğüm kadarıyla dindar olmak yeterli gelmiyor.

Buradan, eş seçiminde, Ebu Hüreyre’den rivayet edilen, Buhari, Müslim, Ebu Davut, Mesai ve İbni Mace’de geçen, “Kadın şu dört şey için nikahlanır. Bunlar: Malı, soyu, güzelliği ve dindarlığı. Sen dindar olanı seç. Aksi halde sıkıntıya düşersin” hadisine gelmek istiyorum.
Bu hadise göre erkek dindar olanı seçmiş. Kadın da öyle. Ama gel gör ki dindarlığın geçim ve mutlulukta tek başına yeterli olmadığı anlaşılıyor.

Oldum olası bu hadiste tercih sebebi olan dindarlığı, ahlaklı olanı şeklinde tercüme ettim. Çünkü ahlak, dindarlığa beş çeker. Kadın olsun, erkek olsun, huy güzelliği daha öncelikli olmalıdır. Kendine Müslüman dindar birinin dindarlığı varsın kendinin olsun. Öyle anlaşılıyor ki çoğu dindar, dindar görünümlü birer dini dar. 

Sözü uzatmadan eğitimci yazar Selçuk Karaman’a, bir okuyucusunun gönderdiği mesajı da buraya almak isterim:

"Hocam kitabınızı okudum. Okudum bir daha okudum ve okudukça ağladım. Evlilik ile yazınız beni derinden etkiledi. Kitabınızın ne kadar doğru olduğunu anlatmak ve bu kitabın herkesçe okunması gerektiğini anlatmak için bu maili gönderiyorum.

Emekli hakimim. İki oğlum var. Büyük oğlumun evliliğine itirazım olmadı. Sizin ifadenizle sol beynimizle baktık sanırım. Uzun boylu,. güzel ve kapalı. Tam bizim ailemize göre idi.

Küçük oğlumun evliliğine itiraz ettim. Hem güzel değildi. Hem de başı açıktı. Oğlan hiç geri adım atmadı.

Evlenince biz 4-5 sene küçük oğlumla konuşmadık. Torun olunca yavaş yavaş konuştuk ama mecburiyettendi.

Yıllar geçti eşim vefat etti. Bu acı bana ağır geldi hocam.

1 yıl sonra ben de hastalandım. Yatağa düştüm. Büyük oğlumun eşi bana bakmayacağını söylemiş oğluma.

Beni bakım evine götürün dedim.

Küçük oğlumun eşi bize geldi. 'Sen benim de babamsın. Eğer seni bakım evine gönderirsek ben kahrolurum. Göndermem' dedi. O an o kadar utandım ki özür lafı ağzımdan çıkmadan bana sarıldı ve birlikte ağladık.

Hocam 10 yıldır Allah razı olsun açık olan gelinim bana mükemmel bakıyor. Kapalı olan aramadı bile.

Kitabınızda 'Sol beyin evlilikleri samimiyetsiz evliliklerdir kısa sürer. Sağ beyin evlilikleri samimidir ve ebedi dünyada da devam eden evliliklerdir' demişsiniz. Ne kadar haklı bir kitap.
Kurda kuşa sizin kitabınızı öneriyorum. İnanın kitabınızı 5 kez okudum hala tadını alamadım. Allah razı olsun sizden."

Not: Selçuk Karaman sol ve sağ beyin üzerine kendini yetiştirmiş. Bu konuda uzman biri. Yazdığı eserinin adı da ”Sol Beyin Ateisttir/Sağ Beyin Dindardır”.

12 Mart 2025 Çarşamba

Müslümanlar Ne Âlemde?

İslam ülkeleri içerisinde ortaya çıkan örgüt isimlerini buraya yazsam kaç sayfa dolusu örgüt ismi çıkar.

Kimi terör örgütü kimi vakıf ve dernek kimi tarikat kimi camia kimi mezhep kapsamında.

Yine de bazısına burada yer vereyim: Taliban, el Kaide, en Nusra, Cemaati İslami, Boko Haram, PKK ve türevleri, Kadiri, Nakşi, Mevlevi, Alevi, Anadolu Alevisi, Arap Alevisi, Dürzi, Nusayri, Şii, Sünni, Gülen hareketi, FETÖ, DAİŞ, DEAŞ, IŞİT, İrancı, cumasızlar, Hamas, HTŞ, Haşdi Şabi, Kassam Tugayları, Bahai, İsmaili, Husiler, Hizbullah, tekfirciler, Nurcular, İbda-C, vs.

İnanın say say bitmez.

Saydığım bu grupların içerisinde PKK ve türevlerini bir tarafa bırakırsak, diğerleri İslami yönleriyle ön plana çıkmış İslamcı gruplar. Kimi silahlı mücadeleyi seçmiş ise de kimi irşat ve nefsi terbiye üzerine yoğunlaşmış durumda. Çoğunda da İslamcılık yönü var. “Yaşadığımız sorunlar İslam kanunları olmadığından. İslami bir devlet veya yönetim kurarsak tüm dertlerimiz bitecek” anlayışı hakim.

İslam ülkeleri içerisinde çok sayıda grup var. Hepsi kendisini en doğru yol ve fırkayı naciye görmekte. Peygamberin dediği, "Ümmetim şu kadar şubeye ayrılacak. İçlerinden bir tanesi kurtuluşta, diğerleri dalalette" şeklinde ifade edebileceğimiz sözün gereği olarak en doğru grubun kendileri olduğu bilinçaltlarına yerleşmiş durumda.

Kimin doğru yolda kimin dalalette olduğunu bilme imkanımız yok. Şu var ki her ülkede birden fazla olan gruplar birbirine karşı ateşle barut gibi. Zaman zaman birbirlerine girerler. Birbirlerini öldürürler. Bugüne kadar akıttıkları kan Müslüman kanı. Daha bir kafiri, ateisti, sömürgeciyi öldürdüklerini görmedim. Bulundukları yere barış dini olan İslam adına bir huzur getirdikleri yok. Ne kendileri huzur buluyor ne de karşısındakilere huzur veriyorlar. Hep kan ve gözyaşı hakim İslam topraklarında. Çıkardıkları iç karışıklık sonrası ABD'nin kendilerini bahane ederek o ülkeyi işgali etmesini zaten saymaya gerek yok.

Bu durumda "Ancak Müslümanlar kardeştir" sözünün gereği olarak kardeş olmaları gereken Müslümanlar birbirinin düşmanı. Başka düşmana hiç ihtiyaçları yok. Ya Habil ile Kabil gibiler ya Yusuf ile ağabeyleri gibiler ya da İsmail ve İshak soyundan olan Filistin ve İsrail gibiler. Birbirlerini yemenin dışında başka maharetleri olmayan bu grupları, şeytan, bunlar beni geçti. Bunlarla uğraşmama gerek yok diye bunları bırakmış olmalı.

Allah bildiği gibi yapsın bu Müslümanları. Dostun yüz karası, düşmanın maskarası bunlar.

İşin garibi "Size Müslüman ismini seçtim" ayetine rağmen Müslümanlar, şuculuğu, buculuğu, grupçuluğu, başka isimle anılmayı bırakıp ne zaman Müslüman ismini kullanıp ne zaman İslam'ın istediği gibi birileri olacaklar?

Bu görüntüsü ve kafa yapısıyla, Müslümanların dünyaya dair kötü örnekliğin dışında verebilecekleri hiçbir şeyleri yoktur.

Not: Genelleme yapmayayım. Sözüm her Müslüman her Müslüman grup için değil. Yüz ağartmayan Müslüman ve Müslüman gruplaradır. Yüz ağartanları tenzih ederim. Böyle bir yazıyı da Arap Alevileri ile Suriye yönetimi HTŞ arasındaki kanlı mücadele üzerine yazmak aklıma geldi.

9 Mart 2025 Pazar

Ezberci Eğitim Out, Hafızlık Eğitimi İn

Bir zamanlar ezberci eğitim vazgeçilmez idi okullarda. Çarpım tablosu başta olmak üzere sayısal derslerdeki problemleri çözmek için formüller, törenlerde okunan şiirler aynı şekilde ezberlenirdi.

Kimyadaki elementler listesi, simgeleri, atom ağırlıkları ezberlenmesi gerekirdi.

İstiklal Marşı, Atatürk'ün Gençliğe Hitabesi yine tüm öğrencilerin ezberden okuması gereken konular arasında yer alırdı. Ezberden okumasını bilmeyen, okurken şaşıran kimseler ayıplanırdı.

Savaşların tarihleri mutlaka ezberden bilinmeliydi. Sınavlarda öğretmenler falan savaşın tarihi kaçtır gibi sorular sorarlardı.

Ezberci eğitime dair örnekleri çoğaltmak mümkün. Hemen hemen her dersin ezberlenmesi gereken konuları olurdu.

Sınavlarda da bilgiye dayalı sorular sorulduğu için öğrencilerin hafızasında çoğu konunun bilgisi olmalıydı.

Geçmiş ezberci eğitimden gittikçe uzaklaşıldı. Merkezi sınavlarda anlamaya yönelik sorular sorulmaya başlandı. Bir zamanların ezbere dayalı eğitimi hiç olmadığı kadar eleştiri konusu şimdi.

Ezberci eğitimden analitik düşünme, okuduğunu anlama ve çözümlemeye dayalı, yapılandırmacı, öğrenci merkezli eğitim vs. nicedir revaçta.

Hemen hemen her alanda eğitimde ezberci eğitimden hızla uzaklaşılırken aynı doğrultuda gitmeyen bir eğitim modelimiz var. Bu da hafızlık.

Hiç olmadığı kadar hafız yetiştiriyoruz. Hatta teşvik için hafız İHO ve hafız İHL proje okullarımız bile var.

Bir zamanlar Kur'an kursları eliyle Diyanet'e bağlı kurslarda hafızlık eğitimi verilirken şimdi MEB'e bağlı okullarda öğrenciler hiç yıl kaybetmeden hafızlık yapıyor.

Hafız proje okulları, 4.sınıfı bitiren öğrenciler arasında sınav yapmak suretiyle okullarına öğrenci seçiyor. Bu tür okullarda okuyan öğrenciler, bilişim, beden eğitimi gibi dersleri görmeyecek haftalık Kur'an derslerini daha fazla görmüş oluyorlar. Genellikle 7.sınıfı okumayarak hafızlık yapıyorlar. Yıl sonu yapılan sınavla öğrenci bir üst sınıfa geçiyor. Öğrenci ortaokulu bitirinceye kadar hıfzını tamamlamış oluyor.

Ezberci eğitimi terk ederken hafızlık eğitiminde ezberci eğitime devam edilmesi tam bir çelişki. Bu durumda sormak lazım. Ezber iyi ise niçin ezberci eğitimden vazgeçildi? Ezberci eğitim kötü ise niçin Kur'an hıfzında ezbercilik devam ediyor?

Burada adı üzerinde Kur'an hıfzı. Hafızlık demek Kur'an'ın 606 sayfasını ezberlemek demek. Bu, başka türlü olmaz denebilir. El hak doğrudur. Başka türlü düşünülemez.

Hafızlık, mukabele ve hatimle namaz kıldırmada bir ihtiyaç denebilir. Bu da bir yere kadar doğrudur.

Burada hafızlığı masaya yatırmak lazım. Tam bir ezberci eğitim modeli olan hafızlık bir zamanlar ihtiyaçtan doğmuştur. Kağıt küreğin olmadığı, varsa da kıymetli olduğu, olanların da birileri tarafından yok edileceği endişesiyle, Kur'an'ı bir nevi korumaya almak gerekiyordu. Böyle bir imha durumunda, hafız olanların Kur'an'ı yeniden yazması düşünülmüş olmalı. Bu yüzden hüküm yönünden farzı kifaye bir ibadet kabul edilmiştir. Her belde veya bölgede bir veya birkaç kişinin hafız olmasıyla bu ibadetin diğerleri üzerinden düşeceği düşünülmüştür. Doğal akışı içerisinde bu ibadet belli meraklılarınca devam ettirilmiştir. Bu yol ile yetişen hafızlar da toplumda elle gösterilmiş ve saygıda kusur edilmemiştir. Bu geleneğin yerini şimdi bir teşvik belki de suni bir teşvik aldı. Proje okullar sayesinde çok sayıda hafız yetiştirilmeye başlandı. Bu tür proje okullarında hafızlık yapan öğrencilerin hafızlığının ne derece sağlam olduğu tartışılsa da özellikle hafız proje okullarında, bilişim, beden eğitimi, resim ve müzik gibi derslerden öğrencilerin mahrum bırakılması çok pedagojik gelmiyor bana. Çoğunun da hatimle namaz kıldırabilecek şekilde sağlam bir hafızlığın olmadığı da aşikar. 

Bir diğer husus, hafız olanlar Diyanette imam hatiplik, vaizlik veya müftülük seçse veya ilahiyat okuyup din kültürü öğretmenliğini tercih etse, branşları itibariyle gerekli dersin. Ama çoğu hafız bu branşların dışında bir mesleği tercih ediyor. Farklı mesleğiyle birlikte hafızlığı koruyabilmesi zor görünüyor. Bu yüzden çoğunun bir müddet sonra hafızlığının ha'sı gidip fız'ı kalıyor. Çünkü hafızlık sadece ezberlemekten ibaret değil, bu ezberin muhafazası için sürekli tekrarı gerekiyor.

Bu konu çok su götürür. Bir de netameli konu. Konuyu fazla uzatmadan bağlamaya çalışayım. Kısaca bugün teşvik edilen ve yapılan hafızlık, bu ibadeti doğal akışına bırakmaktan ziyade suni bir yol izlenmektedir. Bunda abartı vardır.

Bugün Kur'an'ın kaybolma endişesi yoktur. Her evde, her yerde sayısız Kur'an vardır ve kayda alınmıştır. Dijital ortama aktarılmıştır. Bu yüzden Kur'an'ın kaybolma endişesi olmadığı için hüküm yönünden farzı kifaye kabul edilen hafızlığın hükmünü bugün yeniden ele almada fayda vardır.

Hatimle namaz kılmada veya mukabele okumada bir ihtiyaç denebilir. Mukabele pekala yüzünden okunabilir. Teravih namazını hatimle kıldırmaya gelince, her ne kadar Ebu Hanife'ye göre yüzünden okumak, sayfa çevirmek ameli kesir kabul edildiğinden caiz görülmese de İmameyn'e göre teravihlerde Kur'an'ı yüzünden okumak mekruh kabul edilmiştir. Diğer üç mezhep olan Şafii, Hanbeli ve Maliki mezheplerinde teravihlerde Kur'an sayfasını çevirmek ve yüzünden okumak caiz görülmektedir. Teravihlerde pekala diğer üç mezhebin fetvası ile amel edilebilir.

Her biri ayrı ayrı ele alınması gereken kaç konuyu bu yazıda mezcettim. Yanlış anlaşılmasın, eski köye yeni adet getirme gibi bir niyetim yok. Hafızlık kalksın demiyorum. İsteyen hafızlık yapsın. İstediğim, çoğu zarar, azı karar. Her bir şeyi zorlamadan ve abartmadan doğal akışına bırakmak.

Şunu söyleyip yazımı nihayete erdireyim. Kur'an okumaktan kasıt onu anlamak, anladığını hayatına tatbik etmektir. Hafızlık, anlama ve hayata tatbikten ziyade Kur'an'ı yani Allah'ın talimatlarını ezberlemekten ibarettir. Talimatlar hayata tatbik edilir. Ayrıca ezber gerekmez. Ayrıca nice hafız var ki okuduğu Kur'an'ın talimatlarından bihaberdir. Nice hafız olmayan vardır ki bu talimatlardan hafızlardan daha çok haberdardır. Ayrıca Google'a yazınca ilgili ayetler saniyeler içinde karşına çıkıyor.

Sözün özü, hafızlık eğitimiyle ezberci eğitimi terk etmemiz arasındaki çelişkiye dikkat çekmek istedim. Birine out derken diğerine in diyoruz. Bu da başlı başına bir çelişkidir. Umarım muradımı anlatabilmişimdir.

6 Mart 2025 Perşembe

Bazı Ülkelere Biçilen Rol

Geri kalmış ve gelişmekte olan ülkeler kendi başına yetmeyen ülkeler.

Kendi kendine yetmeyen bu ülkeler gelişmiş ülkelerin pazarıdır. Çünkü bu tür ülkelerde para edecek orijinal üretim yoktur. Gelişmiş ülkelerde maliyeti yüksek olan ürünler ucuz işçilikle bu ülkelerde üretilir. Onların hizmetine sunulur.

Bu ülkeler çok uluslu şirketlerin para basma makinesidir. O ülkelerde işletme açarak o ülkenin insanını çalıştıracak o ülkeye veya o ülkeden başka ülkelere satarlar.

Her iktidar döneminde bu işletmeler işini yürütür. Bu şirketler uluslararası dokunulmazlığa sahiptir.

Sürekli borçlu yaşar bu ülkeler. Çünkü gelir ve gideri karşılamaz. Hep borçlanarak yüklü faiz öderler.

Paraları döviz karşısında puldur. Enflasyon ve enflasyonla mücadele bu ülkelerin kaderi olarak biçilmiştir.

Bu tür ülkelerde kutuplaşma yaygındır. Toplum siyah ve beyaz diye ikiye ve daha fazlasına bölünmüştür.

Teamülleri ve işleyen bir devlet sistemleri yoktur. Devlete kişi değil, kişilere devlet teslim edilir. Kişilerle devlet yönetilir. Ortak aklın esemesi okunmaz. Kişiler sahibine göre kişner teşbihte hata olmazsa.

İşe yarar hemen hemen her şeyleri ithal olduğu gibi yöneticileri de ithaldir. İthal derken illaki başka ülkelerde özellikle gelişmiş ülkelerden yönetici gelmesi gerekmiyor. Bir şekilde zamanında bu tür ülkelere yerleşmiş, o ülkenin dilini, dinini ve kültürünü öğrenmiş kişiler seçilir, daha doğrusu seçtirilir. O ülkenin her bir yerine serpiştirilmiş bu tip kişiler zamanı gelince yönetici adayı olarak ortaya çıkarılır.

Alternatif olarak çıkarılanlar da istedikleri kişilerden oluşur. Kendisini iyi pazarlayan yönetime gelir.

Kısaca bu tür ülkeler için seçilen yöneticiler o ülkenin bağrından çıkan kişilerden oluşmaz. Çünkü böyle ülkeler o ülkenin yerli unsurlarına bırakılacak kadar tesadüflere bırakılmaz. Alternatiflerin hangisi daha fazla oy alırsa iktidara gelenler onlarla çalışmak zorunda.

Adı sanı, inancı ve ırkı o ülkeye ait yerli gibi görünen nice yönetici vardır ki hepsinin menşei şu ya da bu şekilde ya Sabetayisttir ya Yahudi'dir ya da göçmendir.

Özel yetiştirilmiş bu tiplerden, o ülkenin milliyetçisi de çıkarılır, dincisi de solcusu da sağcısı da liberali de.

O ülkelerin en büyük sermayedarlarının kökeni de şu ya da bu şekilde aynı aile yapısına çıkar.

Hem sermayedarıyla hem yöneticisi ile o ülke bir şekilde güdülür.

Halkın güdülmesi ve yönlendirilmesi sadece sermaye ve yönetim kadrosuyla olmaz. O ülkeye ihtiyaç ne kadar insan kaynağı gerekiyorsa; gazete, TV, basın, ressam, akademisyen vs. ne kadar meslek grubu varsa her birini her köşe başına yerleştirirler. Bunlar halkı bir şekilde yönlendirir.

O ülkede ne kadar taban varsa tüm tabanların başına bunlar getirilir. İstisnalar kaideyi bozmamakla birlikte İslamcısı da onlardan, milliyetçisi de onlardan, laik ve seküler olanı da onlardan, tarikatın başındaki de onlardan, liberal ve demokratı da onlardan. Yani tüm köşe başları onlardan.

Gariban halk da perde gerisini bilmeden bunların ideolojilerini gönüllü olarak savunur. Uğruna kutuplaşır, birbirini yer bitirir. Birinden kaçar, diğerine yakalanır. 

Bu kutuplaşmadan en fazla yaralanan ise yönetime talip olanlar olur. Çünkü birbirini öcü gibi gören kutuplar şu gelmesin, bu gelmesin diye safları sıklaştırır. Halk kurtarıcı diye lanse edilenlerin etrafında kenetlenir.

Gerçeklerin er veya geç ortaya çıkma gibi bir huyu var sözü bu ülkeler için geçerli değildir. Çünkü bu ülkelerde gerçeklerden ziyade algı yönetimi vardır. Gerçekler asla ortaya çıkmaz. Ülkenin her bir şeyi algılar üzerine yürür. Daha doğrusu yürütülür.

Kısaca, geri kalmış veya gelişmekte olan ülkeler hiçbir zaman bir başına bırakılmaz. Asla kendi kendine yönetilmezler. Özel yetiştirilmiş proje kişiler eliyle yönetilir. Bu ülkelere yönetici seçilenler o ülkenin seçilmiş yöneticisi olsa da aslında her biri bu ülkeler için seçilmiş ve atanmış özel kişilerdir. Bunlar pirincin içindeki beyaz taş gibidir. Kırılan diş, bu ülkelerin asli insanının dişi olur. Üzülen, bu ülkenin asıl insanı olur.

3 Mart 2025 Pazartesi

Ramazan Kutlanmaz, Yaşanır

Kutlamanın yeri ayrı, anmanın yeri ayrı. Mesela;

10 Kasım kutlanmaz, anılır.

18 Mart Çanakkale Zaferi ve Şehitleri Anma Günü, içinden hem zaferi hem de şehitleri barındırdığı için hem kutlanır hem anılır.

23 Nisan, 29 Ekim, 19 Mayıs ve 30 Ağustos kutlanır.

Ramazan ve kurban bayramları kutlanır.

Ramazan bayramı kutlanırken Ramazan orucu kutlanmaz, yaşanır. Çünkü;

Bu ayda oruç tutulur.

Teravih kılınır.

İftar yapılır, sahura kalkılır.

Kur'an okunur, hatim inilir, mukabele okunur, mukabele dinlenir.

İftar davetleri yapılır.

Fitre ve fidye verilir.

İsteyen, vakti müsait olan itikafa girer. Ramazanın son 10 gününü camide geçirir.

Parası ve vakti olan ramazan umresine gider.

Ramazan paketi hazırlanır ve fakirlere dağıtılır.

Zekât genelde bu ay verilir.

Camiler dolar.

Bazı camilerin minarelerine ramazanı hatırlatan mahyalar asılır.

Yardım ve dayanışma bu ayda hız kazanır.

İftar sofraları sair günlere göre mükellef olur.

Sahur saatleri değişse de tüm aile fertleri sahur ve iftarı birlikte yapar.

Bazı özel sektör ramazan dolayısıyla esnek mesaiye geçer.

Kadir gecesi ihya edilir, kutlanmaz. 

Ramazan orucuna dair verdiğim bu örneklere bakarsak, ramazan kutlanmaz, aksine yaşanır. Bu yaşama hem bedenen hem ruhen hem de zihnen olur. O yüzden yaşanan bir iklimi kutlamaya döndürmeyelim. Çünkü ramazanın kutlanacak bir yönü yoktur. Bir de kutlama çıkararak eski köye yeni adet getirmeyelim.

Yine de mübarek olsun anlamında kutlayana da bir sözümüz olmasın. Bizde "Şeker ve kurban bayramı kutlanır, Ramazan kutlanmaz" diyene de bir sözümüz olmasın.

Hele "inanç, düşünce ve kanaat hürriyetinin kullanılmasını engelleme" gerekçesiyle kimseyi gözaltına almayalım. Yerinde veya değil, bir işletmenin çalışanlarına yönelik e posta mesajlarından nem kapmayalım. Had bildirmek için hemen hakkında inceleme ve soruşturma başlatmayalım. En ufak bir şeyde adalet mekanizmasını insanın boynunda Demokles’in kılıcı gibi sallamayalım. İşletmelere itibar suikastı yapmayalım. Maksadını aşan, pot kıran insanımızı bir çırpıda tu kaka yapmayalım. Adalet; yerinde, zamanında ve kıvamında olursa bir anlam ifade eder. Değilse, bu işleyişi de olur olmaz kullanmak suretiyle ayaklar altına almış oluruz.

Şayet bir işletme, işini yapan çalışanının oruç ibadetini yerine getirmesini engellerse buna hep birlikte savaş açıp had bildirelim. Ötesi gereksizdir. Bırakalım da şirketin içişlerini şirket kendi içinde çözsün. Her şeye burnumuzu sokmayalım.

İnsanların yaşantısına müdahale etmeden, oruç tutana da tutmayana da, dine yakın olana da dinden uzak olana da saygı duyalım. 
Unutmayalım ki şirketin/holdingin kendisi dindar olmaz, çalışanı olur. Tıpkı devletin laik ama insanının laik olmadığı gibi.

Orucun, Kitaplarda Yazmayan Faydası

Bir ramazan iklimini yaşıyoruz.

Ramazan kışa doğru geldikçe 17 saatlik uzun günlerin orucu şimdilik geride kaldı.

Haliyle kış mevsiminde 13 saat oruçlu kalmak uzun günlere göre daha kolay.

Her ne kadar kışın oruç tutmak daha kolay olsa da bazıları, ben oruç ibadetini seviyorum dese de oruç zor bir ibadettir.

Gözü korkutan bir ibadettir.

Psikolojik yönden insan nefsini rahatsız eden bir ibadettir.

Çünkü nefsin istediği yeme ve içmeyi, sınırları belli bir süre ötelemektedir. Bu da nefse zor gelen bir ibadet olduğunu gösterir.

Sahur dolayısıyla uykuyu da bölmekte. Güne uykuyu alamadan başlamak demektir.

O yüzden diğer ibadetlerin aksine oruç, yüzü soğuk bir ibadettir.

Oruç ve çalışmak insanı korkutsa da orucun esas zorluğu hiçbir iş yapmayanlar içindir. Çünkü çalışırken oruç tutmak, vaktin ne zaman geçtiğini bilememek anlamına gelir.

Önemli olan orucu çalışarak geçirmektir. Orucu bahane edip işten geri kalmamaktır. Bir şeyi yaparken diğerini ihmal etmemektir. İkisini birlikte götürmektir. Bu dediğim, bedenini terleyerek çalışanlar için değil. Çünkü onlar için oruçta çalışmak güçten ve takatten kesilmek demektir.

Yüzü soğuk, zor bir ibadet olsa da orucun faydası da yok değil. Faydası derken sevabından bahsetmeyeceğim. Acın halinden anlama, iradeye hakim olma, nefsi terbiye etme ve sabrı öğretme gibi faydalarını saymayacağım. Sağlık yönünden de faydalı demeyeceğim.

Orucun en büyük faydası, tuvalete gitmeye ihtiyaç hissetmemektir.

Sair günlerde yiyip içtikten sonra tuvalete duyulan ihtiyacın oluşmamasıdır.

Sık sık wc'ye gitmeye ihtiyaç hissetmemektir.

Sabahtan akşama hiç tuvalete gitmeden her namaz vakti için abdest almaya gerek görmemektir.

Sabah abdestiyle akşamı yapmaktır. Bu da sudan ve zamandan tasarruf demektir.

Sair günlerde çay vs.nin ardından soluğu wc'de aldıkça bende prostat var endişesinin, oruçta gitmesidir. Motor sağlam sevincini iftar sonrasına kadar yaşamaktır.

Uzatmayayım, orucun bu faydası da yabana atılmamalı. Orucun bireysel ve toplumsal faydalarını yazan ilmihallerde, bu faydaya da bireysel kısmında mutlaka yer verilmeli.

2 Mart 2025 Pazar

Dindar Zihnin Dünyası

“Bugün Mehmet Okuyan hocayı dinledim. ‘Depremin duası nedir’ dediler. ‘Demirden ve çimentodan çalmamaktır’ diye cevapladı”.

Bu paylaşımı emekli bir ilahiyatçı paylaşmış.

Bu söze ne denir? El hak doğru denir. Adam fiili duadan bahsediyor. Kısaca bina yaparken tabiat şartlarına uygun bina yapacaksın. Malzemeden çalıp çırpmayacaksın diyor.

Mehmet Okuyan, ömrünü Kur’an’a adayan bir Kur’an talebesi. Tefsir ederken hatası olmaz mı? Olur. Kimin olmaz ki Okuyan’ın olmasın.

Bildiğim kadarıyla hadis ve sünneti inkar eden biri değil. Ama nedense adı sünnet ve hadisi inkar eden birine çıkmış. Hadislere bakış açısı, kendi ifadesiyle, “Ne süpürüp atanlardan ne de süpürüp alanlardan”. Her hadisi referans almayıp Kur’an’ı Kur’an’la açıklamayı düstur edinmesinden olsa gerek. Kendisinin seveni kadar düşmanı da çok. Nefret edenler adeta ismini duyar duymaz içindekini kusuyor.

Üşenmeyip bu paylaşımın altına yorum yazanlara baktım. Neler yumurtlamışlar neler:

İslam Dininin temel kaynağı Sahih sünneti inkar eden bu Macar Yahudi’si Ignaz Goldziherin şakirdi din yıkıcısı”.

Sâffât Suresi 102. ayette Hz. İsmail ‘Babacığım emrolunduğun şeyi yap’ demesine rağmen mealen ‘Allah çocuğunu kurban et der mi?’ diyerek açıkça ayete muhalefet eder” .

“Ebu Davut’ta kaydedilen sahih hadiste cuma namazının kadınlara farz olmadığı beyan edilir ama bu din yıkıcısı, cuma namazının kadınlara da farz olduğunu söyler”.

Sapkın görüşlerinden sunduğum bu birkaç örnek bu şahsın din anlayışının sakatlığının gösteriyor.

“Evet, Müslüman her işini en iyi yapmalı, lakin yaratıcıya duayı küçümsemesi kibrinden gübürünün (ne demekse) gözükmesine sebep oluyor”.

“Niye hoca diyon madem?”

“Materyalist bir yaklaşım”.

“Kur'an'ı tahrif edecek şekilde yorum yapan ve özellikle peygamberi yok sayan bir âlim. Dinlemeyi bırakın, adam yerine bile koymaya değmez. Bakara suresinin 286. ayetini okur da peygamberi yok sayar, buna muzelman (Müslüman değil) denir, denirse.!”

“Farkında isek eğer, duayı küçümseyip de şaka ile ve istihza ile cevap veriyor ki "Vel istihzâu küfrün/dini değerlerle istihzâ etmek küfürdür..."

“Dinleyecek bir adam bulamadın mı... Hoca???”

“Tehlikesi çok büyük bu herifin...!!!!”

“Böyle adamları ilahiyatçılar temizlemesi lazım”.

“O adamın ismini bile ağzıma almam”.

Aracı koymayın deyip yüzlerce kitap yazan bu ve dünürü değil mi? Bunlar var ya bunlaaaarrrr...”

Gördüğünüz gibi yorumlarda Kur’an talebesi Okuyan’ın ne Müslümanlığını bırakmışlar ne de insanlığını. Demediklerini bırakmamışlar. Adeta içindekileri kusmuşlar.

Tüm bu yorumları görünce tüm dindarları kastetmesem de dindar zihnin dünyası böyle çıkıverdi içimden. Vah ki vah yazık.

Ne yazık ki söyleyecek sözü olmayanların, Okuyan’a fikirle cevap veremeyeceklerin zihin dünyası bu işte. İşleri güçleri kişiye belden aşağı vurmak.

Sonunda paylaşımı yapan ilahiyatçı tüm bu yorumlara gına getirmiş olmalı ki hepsine birden büyük harflerle şöyle cevap vermiş:

YAV BEYLER! HAKLISINIZ KATILIYORUM YORUMLARINIZA. AMA DEMİRDEN ÇİMENTODAN ÇAL YIKILSIN...

BİRAZ BUNA VURGU YAPTIM YAV... BUNU GÖRÜN YETER... HABİRE SALDIRMAYIN YAV.

ADAM DOĞRU SÖYLEMİŞ. ŞEYTAN BİLE BAZEN DOĞRU SÖYLÜYOR YAV.

 DOĞRU DE GEÇ...”

Sadede gelirsem, bu zihin dünyasına sahip insanların ne dine ne Müslümanlığa ne topluma ne de insanlığa verebileceği bir şey var. Bu tiplere, tek kelimeyle yazıklar olsun!

19 Şubat 2025 Çarşamba

İncinenler İncitmeyi Öğrendi

Gördüm, işittim, gözlemledim ve tecrübe edindim. Yaşarsam daha neler göreceğim hiç kestiremiyorum:

Bir zamanların;

Mağdurları mağrur oldu.

Müstazafları müstekbir oldu.

İncinenleri, incitir oldu.

Mazlumları zalim oldu.

Ayıplayanları ayıplanır oldu.

Eleştirenler eleştiriye gelmez oldu.

Hakaret edilenleri hakaret eder oldu.

Sesi kısık çıkanları, sesi gür çıkar oldu.

Dışlananları dışlar oldu.

İtilip kakılanları itip kakar oldu.

Had bildirilenleri had bildirir oldu.

Ne olur bizi bir dinleyin ve anlayın diye yalvar yakar olanları dinlemez ve anlamaz oldu.

Bahane ve gerekçe üretenler gibi mazeret üretir oldu.

Korku verenleri gibi korku verir oldu.

Çelişenler gibi çelişen oldu.

U dönüşü yapanlar gibi U dönüşü yapar oldu.

Zikzak çizenler gibi zikzak çizer oldu.

Her şeyi ağzına yüzüne bulaştıranlar gibi ağzına yüzüne bulaştırır oldu.

Köşeyi dönenleri gibi köşeyi döner oldu.

Ne oldum delileri gibi ne oldum budalası oldu.

Büyük laf edenler gibi büyük laf eder oldu...

Görünen o ki bir zamanların incinenleri, incine incine incitmeyi öğrendi ve bir zamanların incitenlerini öğretmeni kabul etti ve incitir oldu. İncitmeyi de gördüğüm kadarıyla seviyor.

Bu arada başta incitme olmak üzere her alanda boynuz kulağı geçti. Selefleri ellerine su dökemez. Bu konudaki rekorlarını kimse egale edemez.

Hasılı, bir zamanların dürüstlerinin dürüstlükleri yokluktanmış. Her şey imkan ele geçinceye kadarmış. Hepsi, birer kıskançlıkmış, hazımsızlıkmış. Siz çok demlendiniz. Biraz da biz demlenelim demekmiş.

Ne diyelim, ruhuna Fatiha! 

16 Şubat 2025 Pazar

Din Eğitiminin En Sakıncalı Kısmı

"Din eğitiminin, benim gördüğüm en sakıncalı kısmı, yetkin olmayan ellerde hazırlanıp yetkin olmayan eller tarafından verildiğinde; bizler metafiziksel varlıklarız. Bizlerin ruhsal dediğimiz bir yanımız var. Büyük sorulara, büyük konulara meraklıyız. Bu meraklarımızı öldürüyor daha erken yaşta. Çocuğa daha erken yaşta uyuşturucu nev’inden bir dini formülasyon yüklendiği zaman 50-60 yaşına kadar hiçbir sorun yaşamadan zararsız bir vatandaş yetiştirebiliyorsun. Demek ki sistem bunu istiyor"(https://youtube.com/shorts/wK0IDpdT0Ew?si=_o2wQfKEPmbgLLIf)

Bu alıntı, Sinan Canan'a ait. Sinan Canan, "Gerek öğrenme, lisan, zihinsel performans, yaratıcılık, sanat, inançlar, eğitim, ebeveynlik gibi temel konuların nörobiyoloji açısından açıklamaları üzerine, gerekse kaos teorisi, karmaşıklık, fraktal geometri, doğadaki biçimler gibi genel bilimsel konular üzerine verdiği eğitimler, konuşmalar ve Youtube yayınları ile tanımıştır". (Wikipedia).

Sinan Canan'ın bu kısa videosundan siz ne anladınız ya da bu görüşüne katılıyor musunuz? Tespitini ne derece objektif bulursunuz bilmem. Ben hem ilginç buldum hem de tespitini yerinde buldum.

Canan'ın bu kısa videosundan, sistemin ya da yerleşik düzenin, uslu çocuk uslu vatandaş uslu insan yetiştirmek istediğini bunun için de din eğitiminden yararlandığını anlıyorum. Bu amaca ulaşmak için sistemin;

Yetkin olmayan ellere din eğitimini hazırlattığı,

Yine yetkin olmayan kişiler eliyle din eğitimini verdirdiği,

Çocuklara, uyuşturucu nev’inden bir dini formülasyon yüklendiği,

Yüklenen bu etkinin insandaki fiziksel ve ruhsal merak duygusunu yok ettiği,

Bunun da 50-60 yaşına kadar sürdüğü,

Böylece zararsız vatandaş yetiştirmiş olduğu,

Anlaşılıyor.

Canan’ın bu tespitini test için din eğitimi alanların yaşantısını göz önüne getirmek gerektiğini düşünüyorum. Din eğitimi alanların sosyal medya paylaşımları bile bize bazı ipuçları verebilir.

Videoda geçen din eğitimi derken sadece İslam dini eğitimi anlaşılmamalı. Sistemler tarafından dinlerin bu şekilde kullanıldığı düşünülmelidir.

Burada İŞİT, DAİŞ, el Kaide, Taliban türü örgütlerin uslu çocuktan ziyade zararlı ve yaramaz çocuk yetiştirdiği söylenebilir. Buna da şöyle cevap vermek mümkün. Uluslararası sistem, bir yerdeki emellerine ulaşabilmek için bu tür örgütleri öne sürdüğü, bu örgütlerin, gerçekleştirdiği terör eylemleri o ülkeyi işgali beraberinde getirdiği düşünülürse, bu örgütlerin de sistemin bir parçası olduğu anlaşılır.

Sonuç olarak, adı din eğitimi veya herhangi bir ideoloji olsun, çocuk veya genç yaşta boş veya sıfır beyinlere fazlaca enjekte edilirse, hepsi uyuşturucu etkisi yapar sonucu çıkarılabilir. Bu da birçok şeyi insana sorgulatmaz. Çünkü hayata tek pencereden baktırır. Sadece o pencereyi doğru diye dayatır. Uyuşturucular da böyle değil mi? O yüzden din eğitimi veya herhangi bir ideoloji; alınacak, öğrenilecek veya öğretilecekse; zamanında, kıvamınca, yeterince, ehlinden, doğruca alınmalı. Çoğu zarar, azı karar babından ne eksik ne de fazla.

9 Şubat 2025 Pazar

Farkımız Besmele

"Yok aslında birbirimizden farkımız ama biz Osmanlı Bankasıyız" sözü 70'li, 80'li yıllarda televizyonda herkesin belleğine yerleşen bir reklam idi. Bu söz sadece reklamlarda kalmadı. Herkes birbirine 'Biz Osmanlı Bankasıyız" derdi.
Bu reklam bugünlerde hiç gündemde kalmasa da ben hatırlatmış olayım. Hatırlatmakla da kalmayayım, biraz deşeleyeyim.

Deşelemeye geçmeden önce bir tespitte bulunayım. Bu ülkede fikri, zikri, düşüncesi, cinsiyeti, milliyeti, zürriyeti ne olursa olsun, hangi kesimden olursa olsun her kesimde dürüst insanlar var. Ama bu sayının çok olmadığını söyleyebilirim. Bugün bu tespit çok istisnadır.

Genelimiz ise ister solcu ister sağcı ister İslamcı ister milliyetçi ister liberal ister dindar ister ateist ister Sünni ister Alevi ister kapitalist ister liberal ister komünist ister sosyalist ister laik ve seküler ister Atatürkçü her ne isek, kendimizi ne olarak tanım ve tarif edersek edelim, birbirimizden pek farklı değiliz. Çünkü yapıp ettiklerimiz, çalıp çırptıklarımız, adam ayırmamız, kendimize doğru yontmamız, yediğimiz içtiğimiz ortada ve her ne ise hepsi aynı. Belki de tek farkımız, herkes bulunduğu zihniyet ve ideolojinin sosunu veriyor. Sonuç aynı kapıya çıkıyor. Çünkü bu ülkede düşüncesi, fikri, ideolojisi ne olursa olsun her birimiz yek diğerinin aynısıdır.

Tek farkımız, herkes kendi zihniyetinin sosunu veriyor derken bunu şöyle açmak isterim.

Dinci ve İslamcı bir kişi veya zihniyet referansını ayet ve hadisten alıyor.

Laik ve seküler bir kişi veya zihniyeti referansını Atatürk ve Kemalist düşünceden veriyor.
Milliyetçi bir kişi veya zihniyeti referansını, vatan, millet, Sakarya üzerinden alıyor. Vatan bölünmez türünden sloganların arkasına sığınıyor.

Ülkemizde neşvünema bulmuş üç kesime dair örnek verdim. Diğer kesimler için de aynı şeyleri söyleyebiliriz.

Sonuçta musluğun başına hangi zihniyet geçerse geçsin, hangisi güç olursa olsun, bu ülkede yapılan her şey birbirinin aynısı. Halkın şikayet ettikleri de aynı. Çözüm bekleyen problemler de aynı.

Nasıl oluyor da farklı zihniyet aynı sonucu bulabiliyor? Belki de sormamız ve sorgulamamız gereken budur.

İstisnalar kaideyi bozmamakla beraber farklı renk ve zihniyetler hep aynı problemi üretiyorsa bu durumda hepimiz Osmanlı Bankasıyız demek lazım.

Bunu da ne derece yerinde olur bilmem ama teşbihte hata olmaz sözünün arkasına sığınarak şöyle bir teşbihte bulunmak isterim:

“Yok aslında birbirimizden farkımız. Tek farkımız birimiz bu işi besmeleli yapıyor, diğerimiz ise besmelesiz”. Sonuçta besmeleli de aynı sonucu çıkarıyor, besmelesiz de.

7 Şubat 2025 Cuma

Namaz ve Mesai

Fi tarihinde bir kurumdan aradılar. Bir imzan gerekiyor. Şu bölüme gelebilir misin dediler. Olur uğrayayım dedim.
Öğleden sonra imzamı atmak için o kuruma uğradım. Girişte bir tanıdığım denk geldi. Hayırdır dedi. Şu bölüme gideceğim. İmzam lazımmış dedim. O bölüme şu arkadaş bakıyor. Gel yanına girelim. Hem tanışırsın hem de çayını içeriz dedi. Olur dedim. Birlikte girdik.
İçeri girdikten sonra o bölümün sorumlusunu görünce onun da tanıdığım olduğunu gördüm.
Çayımızı söyledi. Hal hatır, sağdan soldan lafladık. Sizi daha fazla tutmayayım. Ben bölümünüze gidip oradan evrakı imzalayayım dedim. “Dur hocam, imzalayacağın evrakı buraya getirteyim, oraya kadar zahmet etme” dedi.
Bölümünü dahili hattan aradı. Cevap veren olmadı. Bunu birkaç defa denedi. Açan olmadı. İlgili elemanlarını sırayla cep numaralarından aradı. Cevap veren olmadı. Az sonra tekrar denedi, yine cevap veren yok. En son o bölümde çalışan engelli bir çalışanını cepten aradı. "X hanım, arkadaşlar nerede" diye sordu. "Hocam, kimse yok. Hepsi namaz için camiye gittiler" cevabını aldı. “Allah Allah, hepsi mi gider” diye mırıldandı ama başka da elinden gelen bir şey yoktu.
İkindi namazını camide cemaatle kılmak için camiye giden bölüm çalışanlarının namazdan gelmesini mecburen bekledik. Onlar cemaatle namazlarını kılmak suretiyle 25-27 derece daha fazla sevap kazanırlarken biz ilave lafladık. Haliyle sevaptan faydalanamadık.
*
Bir ara yaz dönemi bir okul müdürünü okulunda ziyaret ettik birkaç arkadaş. Saat 16.30 sularında müdürün yardımcısını, yanında iki yardımcı olduğu halde diğer çalışanlarla beraber okuldan çıkarlarken gördüm. Müdüre, bunlar nereye gidiyor dedim. O esnada okula 300 metre mesafedeki bir camiden ezan sesi yükselmeye başladı. “Belli değil mi nereye gittikleri, namaza” dedi. Namaz kaçmıyor ya. Niye beşten sonra kılıyorlar dedim. Müdür sessiz kaldı.
Namazdan sonra geri okula dönmediler. Çünkü mesai 17.00’de bittiği için oradan evlerine dağıldılar.
Size iki tane örnek verdim. Siz bu durumu nasıl görürsünüz bilmiyorum. Ama ben bu durumları garipsediğimi söylemeliyim. Neden derseniz, ister kurum ister okul olsun burada çalışanlar sabah 08.00 ila 17.00 arası öğle arası hariç kurum ve okulu beklemek zorundalar. İş olsun veya olmasın. Görevleri bu. Namaz kaçacak değil. Üstelik her iki karşılaştığım durum yaz dönemindeydi. Bu dönemler gündüzün uzun olduğu, akşam ezanının 20.00’yi geçtiği günler. Pekala namazlarını mesai bitimi 17.00’den sonra kılabilirler. Hatta birden fazla kişi oldukları için mesai bitimi camiye geçip cemaatle namaz kılabilirler. Oradan evlerine dağılabilirler. İlla ezan okununca ben cemaatle kılacağım diye kurum ya da okul boşaltılıp camiye gidilmez.
Kimsenin kıldığı namazında falan değilim. Namazlarını kılsınlar ama bunu mesaiden sonra yapsınlar. Bir şeyi yapacağız diye diğer şeyi ihmal etmemek ve yıkmamak lazım. Bu yapılan düpedüz zamandan çalmak ve zaman hırsızlığı demektir. Bu idareci ve memurların öncelikli görevi mesaiyi tam tamamlamaktır. Kimseyi bekletmek zorunda değiller.
Ha kıldıkları namaz cuma namazı olsa eyvallah diyeceğim. Çünkü mesaiye denk gelse dahi kimsenin cumaya gitmesinde bir sakınca yok. Mesai bırakılır, camiye gidilir.
Yine mevsim kış mevsimi olur. Haliyle kışın gündüzleri kısa olur. İkindi namazı her halükarda mesai içinde kılınması gerekir. Çünkü mesaiden sonraya kalsa akşam ezanı okunmuş olur. Bunu da kurumda veya okulda uygun bir yerde veya odasında kılar. Buna da kimsenin diyeceği bir şey olamaz.
Unutmayalım ki namaza ve cemaatle kıldığımız namaza verdiğimiz önemi mesaiye de vermek lazım. Cemaatle namazın hükmü sünneti müekkede ise mesaiye riayet farz olmalı.
Yazımı bir fıkra ile tamamlayayım ki kıssadan hisse alalım. Bir Fransız bir İngiliz bir Türk çocuğu, kendi aralarında kimin babası daha hızlı konuşması yapar. O benimki, diğeri benimki, öbürü benimki babından.
Fransız, “Benimki daha hızlı. Çünkü 100 metreyi 10 saniyede koşar” der.
İngiliz, “Benimki daha hızlı. Silahı ateşler. Mermi hedefine varmadan diğer eliyle yakalar” der.
Türk, “Sizin babalarınızın hızı da hız mı? Esas benim babam daha hızlı. Benim babam devlet hastanesinde çalışır. Mesai beşte biter. Ama babam üçte evde olur” der.

2 Şubat 2025 Pazar

Üç Kesimin Ahlakı

Muhammed Âbid el-Câbirî’nin tespiti (özet olarak):

1.Hz. Peygamber ve Sahâbe döneminde, yaşanan Kur’an ahlakına göre - Peygamber ve halifeler dâhil- hak hukuk konularında herkes herkese eşitti.

2.Sonra Emevîler iktidar oldu ve Müslüman yönetimler -çeviriler üzerinden- “kisrâ (İran kralı) değerleri”yle tanıştılar.

3.O değerler sisteminde üç türlü ahlak vardı:

a- Sultanın (devleti yönetenin) ahlakı bireysel seçkinlik ve ululuk üzerine kuruluydu.

Sultan “halifetullah” (Allah’ın vekili) ve “zıllullah” (Allah’ın gölgesi) idi; ona kimse hesap soramazdı.

b- Sultanın özel çevresinin ahlakı; onlar sultana hizmet eder, yanlış yapıp sultanın gazabına uğramaktan sakınırlardı.

c-Halkın ahlakı ise itaat etme ve sabırlı olma üzerine kuruluydu.”

Câbirî’ye göre bu ahlak tarzları, zamanla Müslüman toplumların kültürü haline geldi. “İslam ülkelerinde bu devlet anlayışı din adını da kullanarak bugüne kadar devam etti” (el-Aklu’l-Ahlâkî el-Arabî, s. 136-139, 169, 194-225, 234, 243, 253).

Max Weber’in yüz yılı aşkın bir zaman önce sultanizm dediği bu “kisrâcı değerler” sisteminde -lafı çok edilse de- uygulamada insan o kadar da önemli değil. (Mustafa Çağrıcı, özetle)

İnsanın o kadar da önemli olmadığını biliyorduk ama bunu da Cabiri’nin tespitiyle bir kez daha öğrenmiş olduk.

Tespitten anladığım kadarıyla, Emevîlerden günümüze pek bir şey değişmemiş. Yine üç tip insan ahlakı var.

Sultanın ahlakı, yaptıkları, tasarrufları geçmişten günümüze vardır bir hikmeti şeklinde devam ediyor ve hepsi layüsel.

Sultanlara bugün halifetullah veya zıllülah denmese de onları Allah’ın nimeti görenler eksik değil.

Sultana hizmet eden, sultana karşı hata yapmaktan Allah’tan korkar gibi korkan sultan çevresinin ahlakı. Bunlar da sultan sayesinde nimetlerden faydalanan kesim. Sultanın gözünden düşmediği, sultanın hışmına uğramadığı, sultana ihanet etmedikleri müddetçe bu nimetlerden faydalanma devam ediyor.

Üçüncü ahlak türü ise halkın ahlakı ki bu da itaat ve sabırdan ibaret bir ahlak.

Bu halka önceleri reaya, tebaa denirdi. Bugün halk reayadan vatandaşlığa terfi etse de bu büyük kesimin görevi itaat ve sabır. Şükür ki fazla yük yüklenmemiş. İtaat ve sabrı kabul etmeyip itiraz edenin kafasına sultan ve çevresi öyle bir gaile açar ki itiraza yeltenen anasından doğduğuna pişman edilir.

1935 yılında doğup 2010 yılında vefat eden bu Faslı düşünürün bu tespitine şunu ilave etmek mümkün. İtaat ve sabır ahlakı ile bezenmiş halkı da ikiye ayırmak lazım. Bir kesimi gönüllü itaatkar. Bunların oranı çoktur. Değilse sultan ve çevresi zirve yüzü göremez. Sultan ve çevresi bunların sırtına basarak yükselir. Bu kesim de bundan şeref duyar. Diğer kesim ise istemeyerek ve elinden bir şey gelmeyerek itaat ve sabır ahlakı ile yaşamaya devam eder.

Ve herkes halinden memnun. Çünkü Cabiri’nin dediğine göre sultan ve çevresinin bir de halkın ahlakı dinden de dayanak bulmak suretiyle bu toprakların kültürü haline gelmiş.

Bu iş kültür haline gelince, sultan sultanlığını yapacak, sultan çevresi de sultana hizmet etmeye devam edecek, halk da itaat ve sabır hayatı yaşayacak. Değilse ahlaksızlık etmiş olurlar. Çünkü bu kültür bu ahlakı dayatıyor. Zihinsel bir değişim olmazsa, sultan, sultan ahlakından, sultanın özel çevresi bu ahlaktan, halk da itaat ve sabırdan memnun olmaya devam eder.

27 Ocak 2025 Pazartesi

Ölümlerden Ölüm Beğen Anadolu İnsanı!

Ey Anadolu insanı! Madem ki Anadolu'yu yurt ve mesken edinmişsin. O halde bu ülkede yaşamanın bir bedeli olduğunu da biliyor olmalısın.
Sakın ola, bu coğrafyanın şartları ağır, coğrafya kader deme. Bil ki coğrafya kader değildir. Sadece coğrafya kadarsın.
Bu coğrafyanın şartlarına uygun yaşamazsan, bunun tedbirini almazsan, emaneti iş bilenlere teslim edip onları takip etmezsen bil ki bu coğrafya seni yutar, boğar, öldürür.
Ki bugüne kadar olup biten tecrübelerden faydalanıp coğrafyaya uygun yaşamadığın bir gerçek. Bu durumda kendi düşen ağlamaz ve ölümlerden ölüm beğeneceksin.
Bil ki bu coğrafyada tesadüfen yaşayıp tesadüfen ayakta kalacaksın. Ama ölümün taammüden olacaktır. Bu taammüden ölüm o kadar çok ve çeşitli ki bahtına hangisi çıkar, işte bunu kestirmek mümkün değil.
İşte seni bekleyen ölüm çeşitleri:
Yatağında vadenle ölmek. (Çok zor bir ihtimal. Her kula nasip olmaz.)
Bir turistik otelde yanarak can vermek. (Bu biraz sana bağlı. Kayak yapacağım dersin. Sonrası gelir. Burada seni iki seçenek bekliyor olacaktır. Ya yanarak öleceksin ya da kurtulma ümidiyle yüksek kattan atlatacaksın. Merak etme. Her ikisi de ölümle sonuçlanır. Birinde yanıp kül olursun, diğerinde kırılmadık yerin kalmaz.)
Bir depremde enkaz altında kalmak. (Karaman dışında yaşadığın her yerde bu risk var. Ya oturduğun bina yıkılır ya da binan yan yatar. İslami usullere göre defnedilip defnedilmeyeceğini merak etme. Daha enkaz altında iken salan verilir. Kokmadan kefenlenerek cenazen kılınır ve defnedilirsin.)
Bir sel baskınında boğularak ölmek.
Deprem riski olmayan ya da riski az bir ilde yaşıyorsan, çürük binada ölme şansını yakalamak.
Bir çığ felaketinde hayata veda etmek.
Bir grizu patlamasında veya maden ocağında can vermek.
Toprak kaymasında toprağın altında kalarak toprağa doymak.
Bir teröre, canlı bombaya kurban gitmek.
Vatan savunmasında şehit düşmek.
Bir yurt yangınında yanıp kül olmak.
Bir heyelanda çamura doymak.
Bir trafik kazasında hayata veda etmek.
Düğün veya eğlence merkezinin çökmesi sonucu ölmek.
Trafikte kavga sonucu gitmek.
Boşanma aşamasında tek kurşuna maruz kalmak. (Bazen sayısız bıçak darbesi de tercih edilebiliyor.)
Arka arkaya gelen bir aracın altında kalmak.
Kaldırımda yürürken, yaya yolunu tercih ederken gelip birinin vurması ve sürümesiyle can vermek.
Tren kazasıyla gitmek.
Doktorsan bir hasta yakını aracılığıyla üzerine kurşun yağdırılmak suretiyle ölmek.
Öğretmensen, bir öğrenci ya da öğrenci yakını vasıtasıyla hayata veda etmek.
Cinnet geçirmiş birinin eliyle ölmek. 
Psikopat birinin zevk ve hazzına kurban gitmek. 
Torun, oğul, eş cinayetine maruz kalmak. 
Tecavüz ve istismarın ardından boğulmak. 
Balta, satırla doğrandıktan sonra çuvala konup çöp konteynerine atılmak. 
Gördüğünü anlatır endişesiyle daha çocuk yaşta öldürülmek, delilleri karartmak amacıyla cesedi saklamak. 
Namus cinayetine kurban gitmek. 
Kan davasının kurbanı olmak. 
Faili meçhul cinayete maruz kalmak. 
Yan baktın, dik baktın kavgasıyla hayatından olmak. 
6284 sayılı kanuna göre uzaklaştırma cezası alan koca tarafından öldürülmek. 
Aldatma ve ihanetten dolayı canından olmak. 
Kiralık katil eliyle ölmek. 
Siyasi cinayete kurban gitmek. 
Trafik kazası süsü verilerek öldürülmek. 
Avlanma esnasında avlanmak.
İnşaattan düşerek ölmek. 
İş kazasına kurban gitmek... 
Tüm bunlar ve daha fazlasına maruz kalmadı isen intihar yoluyla öbür dünyaya gitmek de seçenekler arasında.
Hangi seçeneklerden biriyle ölürsen öl, sakın ola kim vurduya gittim diye üzülme. Gözün arkada kalmasın. Çünkü ardında senin hakkını arayacak ve sorumlularından hesap soracak yetkililerin olacaktır. Hatta duruma göre cenazene bile katılanlar olacaktır.

19 Ocak 2025 Pazar

Vasiyetin Böylesi

Liseden sonra okumamış bildiğim kadarıyla. Belki de üniversite sınavına bile girmedi.
Ticarete atıldı. Her türlü ticari faaliyette bulundu. Hepsini de en iyi şekilde yaptı.
Ticari işleri dolayısıyla gitmediği il ve ülke hemen hemen kalmadı.
Kazandığını da ihtiyaç sahiplerine, eşine dostuna harcadı. Yeter ki bir ihtiyaç sahibini bilsin, görsün, duysun.
Kimseden bir kuruş faydalanmadan yedirdi, içirdi. Almadan verdi ve vermeye devam ediyor.
Yükseğini okumasa da hiç okumaktan uzak durmadı. Her alanda çıkmış kitapları alıp okudu.
Çoğu üniversite mezunlarından ve akademisyenlerden fazla bir birikime sahip. Bu yaşında hala alıp okuyor.
Ticaretle birlikte okumasının yanında vakıf, dernek, cemaat varsa çoğuyla iletişim ve irtibatını kesmedi. Hepsinden bir kuruş faydalanmadan hepsine yardımını esirgemedi. Sohbetlerine katıldı. Dinledi. İçine sinmeyen yönleri söylemekten geri kalmadı. Sorular sordu.
Nerede tanınmış, birikimi olan biri varsa kapılarını çalıp ziyaret etmiş, sorularını soracak şekilde bir özgüven sahip.
Düşüncesi, fikri ve zikri kim olursa olsun, her kesimle diyaloğu var.
İşinin dışında, gündemi, olup bitenleri ve gidişatı da takip ediyor.
Ülkenin, dünyanın, siyasetin, dini oluşum, dini yaşantılar, ahlaki yozlaşma ve insani ilişkileri dert edinen biri. Eleştirdiği gibi öneriler de sunmakta.
Maddi imkan, çevre, birikim olmasına rağmen tevazuu elden bırakmayan biri.
Ticarete girer de sıkıntı çekmez mi? Varken de parayı dert edinmeyen biri yokken de. Parası yoksa bile maddi sıkıntı çekse bile hep var görüntüsü vermeye devam etmekte. Bugüne kadar maddi sıkıntı çektiğini kimseye dert yandığını pek görmedim. Böyle hallerde bile yedirmeden, ikram etmekten geri durmayan biri. Öyle ya huylu huyundan vazgeçer mi.
Çocuklarını da kendisi gibi yetiştirmiş ve yetişmelerine katkı sağlamış biri. Kendisi gibi hepsi bir değer.
Ömrünü koşuşturmakla ve dolu dolu geçiren, çoğu alanda birikime sahip olan, aynı zamanda iyi bir gözlemci olan, çektiği ve gördüğü sıkıntılara rağmen güler yüzünü, ilgi ve alakasını esirgemeyen bu arkadaş aynı zaman da iyi bir insan sarrafı. Hala pozitif enerji vermeye devam etse de siyasetin geldiği nokta ve görünümü, dini cemaatlerin işleyişi, Müslümanların ahlaki yozlaşması, dünyanın gidişatı, ticari tecrübeleri -yanlış hissetmediysem- kendisini biraz yıldırmış gibi. Hala ticari faaliyetine devam etse de biraz içine kapanmış sanki. Sanırım öyle böyle değil, büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor. Nasıl hayal kırıklığına uğramasın. Çünkü ne ummuştu ne bulmuştu. Gidişata dair pek bir umut ve beklentisi de yok. Şu sözü bile yaşadığı bu hayal kırıklığını ele vermekte. "İşim gereği her tip her düşünce her inanç grubuyla alışveriş yaptım. Teşriki mesaim oldu. Yahudi, Hristiyan, ateist herkesle alaverem oldu. Hiçbirinden darbe yemedim. Hep ve sadece Müslümanlardan darbe yedim. Hem de defalarca. Tüm bu tecrübelerimden sonra çocuklarıma vasiyetim: Aman çocuklar, Müslümanlardan uzak durun demek oldu" demesidir. Sanırım bu söz çok şey anlatmaya yeter de artar bile. Ömrünü İslam'a adamış bu kişinin, Müslümanlardan gördüğü muameleye bu şekil rezerv koyması başka türlü nasıl izah edilebilir.

2 Ocak 2025 Perşembe

Ramazanın İşaret Fişeği Recep

Recep,

Aylardan bir ay demeyin.

Aynı zamanda erkeklere verilen bir isim demeyin.

Farklı aylardan biridir.

Üç ayların başlangıcı ve başıdır.

Ramazanın işaret fişeğidir.

Geldi mi recep.

Ramazana sayılı günler kalmıştır.

Bir bakmışsınız şaban, ardından ramazan.

Ramazan deyip de geçmeyin.

On bir ayın sultanı kabul edilir.

Bir ay boyunca oruca niyet edilir.

Oruç fobisi olanlara düşer bir kabus.

Sanırsın ki Karadeniz'de gemileri battı.

Nasılsa bir ay değil mi demeyin.

Recep, şaban geçmişse, bu da geçer demeyin.

Bilin ki recep ve şabandaki hız ramazanda yok.

Görünce ilgiyi ramazan. Yavaştan alır gitmeyi.

Gitmeye hiç niyeti olmaz.

Madem beni seviyor ve gitmemi istemiyorsunuz,

O zaman ağırdan alayım der.

Durur da durur.

Durmakla da kalmaz. Dilini damağını kurutur.

Akşamı iple çekersin.

İftarla beraber sofraya verirsin kendini.

Üzerine bir çay içeyim keyif atayım dersin.

Gevşeme, bırakma kendini. Daha var 20 rekat teravih var der.

Teravihin ardından şöyle uzun oturayım dersin.

Gözünü önüne gece vakti yapılan sahur gelir.

Sabaha dinç kalkmak için sahura kalkmak gerek.

Sahuru yapmayınca psikolojik yönden çöküyor insan. Sahura da kalkamadım dedirtir insana.

Hasılı uzun oturtmaz seni. Elin mahkum yatacaksın.

Uykulu uykulu sahura kalkar, atıştırırsın.

Gözünden uyku akıyor.

Yatayım diyorsun.

Sabah namazı var.

Ezanla birlikte kılıp yatayım zira sabah mesai var diyorsun.

Süleymaniye'den bir ses: Daha imsak başlamadı. Sabah namazı vakti girmedi. Bekleyeceksin. Değilse namazın olmaz diyor.

Diyanet ise boş ver sen Süleymaniye'yi. Bal gibi olur namazın. Aha bu da ezanı diyor.

Haliyle kafan karışıyor.

Bir de iş var sabah sabah.

Ya alternatif imsak vaktini bekliyorsun ya da bobalı boynuna Diyanet'in diyorsun.

Bu durum bir ay boyunca mütemadiyen böyle devam eder.

Memurun pazartesi sendromu gibi oruçta zorlananlar, ramazanın çıkmasını iple çekerken, devreye, olsa da daha tutsak, ne zaman geldi, ne zaman bitiyor diyenler giriyor.

Pazartesi sendromu gibi oruç tutanlar neyse de olsa da tutsak diyenlere, madem öyle. Yılın diğer günlerini de oruçlu geçirin, elinizden alan mı var demek lazım.

Bir de ramazan yaklaşırken şu orucu nasıl yırtarım deyip doktor doktor dolaşanlar var. Çünkü hasta bunlar. Bir doktor dese ki oruç tutamazsın. Dünyalar onların olur. Gelir yanına. Doktor yasakladı. Tutamıyorum der. Oruç oruç onları teselli etmek de sana düşer.

Hasılı ramazanın işaret fişeği üç ayların başlangıcı recep, bana bu gözlemleri gözümün önüne serdi.

Benden aktarması. Gerisi size kalmış. 

29 Aralık 2024 Pazar

Nasıl Anılmak İstersiniz?

Acısıyla tatlısıyla hayat acıdır. Hayatın acılarından biri de ölüm gerçeği.

İyi tanıdığım birinin ölüm haberini aldım bu gece.

Sevip saydığım, değer verdiğim, iyi niyetinden ve samimiyetinden şüphe etmediğim biri idi.

Uzun yıllar aynı okulda öğretmenlik yaptı. Öğrenci yurdunda da belletmenlik. Kaç neslin yetişmesinde pay sahibi.

İsterdim ki birkaç neslin yetişmesinde rol alan bu kişinin şiddet yerine sevgiyi esas almasıydı.

Emekli olduktan sonra hafız olan, aynı zamanda bir cemaatin hatırı sayılır kişilerinden olan bu hocamızın son günleri nasıl geçti bilmiyorum ama güvendiğim birinin, onun hakkında söylediği şu söz uçmaya başladığının işareti idi. Demiş ki “Bizim evimizin bulaşıklarını melekler yıkıyor”. Olur mu böyle şey? Demek ki inandırmış buna kendisini.

Yukarıda dediğim gibi iyi niyetinden şüphe etmediğimiz bu hocamız, elinde sopası eksik olmayan biri idi. Öyle zannediyorum, öğrencisi olup da dayağını yemeyen yoktur. Varsa da bir elin parmaklarını geçmez.

Yurda geç geldin, döverdi.

Abdesti geç aldın, döverdi.

Sabah yataktan geç kalktın, döverdi.

Ezberini yapmadın döverdi.

Yaramazlık yaptın, döverdi.

Okula gitmedin, döverdi.

Dua okumadın, döverdi.

Hiçbir suçun yoksa bile yanından geçerken, sopası baldırlarını öperdi.

Vururken sopa kafana mı gelir, koluna mı, ayağına mı fark etmezdi.

Severken de döverdi, yererken de.

Böyle yaparak içindeki fırtınayı mı dindirirdi bilinmez.

Belki de dayak cennetten çıkma sözünü düstur edinmişti.

Ama iyi niyetli görsem de tüm bu iyi niyetini yok eden bu şiddet yönü, öyle zannediyorum, tek sermayesi idi. Çünkü kendisi dayakla büyüyen, eline imkan geçince dayak uygular. Geçmiş hocalardan talebelerine, talebelerinden de öğrencilerine tevarüs eden bir miras bu.

Bu yaşımda şunu öğrendim ki şiddet gören, gördüğü şiddetten ve şiddet uygulayandan ne kadar nefret etse de şiddet uygular. Açıkçası bir zaaf belirtisidir.

Bu toplumun şiddet yanlısı olmasının temelinde, gördüğümüz ya da üzerimizde uygulanan şiddet yatar.

Uygulanan bu şiddet orada kalmıyor. Hayatı boyunca kişiyle yaşıyor. Çünkü şiddet insanın kişiliğine işliyor. Bu kişilik; boynu büküklük, özgüveni eksikliği, eziklik şeklinde kişiyi gölgesi gibi takip eder. Yani kişiyi kişilikten ediyor.

Yedi sene boyunca sadece bir yarım gün okula gidemediğim için kendisinden iki sopa yemiş olsam da başkasının üzerinde uyguladığı çok dayağına şahit oldum. İki sopasıyla kurtulan ender kişilerdendim. Benimle aynı suçu işleyen arkadaşım ise bir araba dolusu sopasını yemişti de ona kızgınlığından abdestsiz yatsı namazı kılmıştı. Namaz boyunca içinden dua ve süre yerine küfür ettiğini söylemişti. Namaza gidecek çocuk namaz öncesi dövülür müydü? Dövülecekse de herkesin içinde alenen dövülür müydü? Hiç mi 15-16 yaşındaki bir öğrencinin onuru düşünülmezdi. Öyle kafasına, koluna, bacağına her nereye gelirse vurulur muydu? Suçu neydi sonra bu arkadaşın? 20 gün özürsüz devamsızlık hakkı olduğu bir öğrencinin yarım gün devamsızlık yapmasıydı. Sonra anası mıydı, babası mıydı, velisi miydi? Kim ona, eti senin, kemiği benim demişti? Dense de böyle mi yapılmalıydı?

Bir defasında bir lise öğrencisi ile yemekhanede herkesin önünde sanki iki lise öğrencisi gibi birbirlerine vurmuşlardı. Öğrenci altına almıştı. Sebep her ne ise bir hoca kendisini bu duruma düşürmemeliydi.

Ben görmedim ama birinin boynuna vurmuş galiba. Hayatı boyunca boynunu döndürememiş. Sakat kalmış.

Hasılı hocamız vefatıyla çok dua alanlardan. Çünkü seveni çok. İçlerinde dayağını yediği halde ardından hayır dua edenleri var. Ama bir o kadar da okuldan soğuttu, okulu bıraktım, okuldan başka okula onun yüzünden nakil gittim, beni şöyle, böyle dövdü deyip hakkını helal etmeyen de çok.

Keşke bu hocamızın ismi geçince insanların aklına ilk dayağı gelmeseydi. Dayakla anılacağına, sevgi ve merhametin timsali olarak görülseydi. Kendisine bir kırgınlığım ve kızgınlığım olmasa da hocamızın böyle anılmasını çok temenni ederdim. Keşke dinin sevgisini verseydi. Ezber bir şekilde yapılırdı. Kendisi nasıl emekli olduktan sonra azmedip hafız olduysa, zamanında sevgi tohumları ekseydi, belki de öğrenci iken ezber yapmamak için direnen nice öğrencileri kendisi gibi sonradan hafız olurdu.

Sonradan attığı dayaklardan dolayı pişmanlık duymuş mudur, bunu birilerine keşke yapmasaydım demiş midir bilmiyorum. Eğer özeleştiri yapıp pişmanlık duymuşsa tüm bu yaptıklarına karşılık yine de takdiri hak ediyor. Çünkü bazıları yıllar sonra bu itirafı yapıyor. Bazıları ise dövmeseydim, okumazdınız diyerek hala burnundan kıl aldırmıyor.

Anlatmak istediğim eğitimcinin yol yordam bilmesi, usul ve adap bilmesi. Değilse sınıfta işi yok. Okul kapısından içeri girdirilmemeli. İstersen allameicihan olsun.

Bana bugün bilgi mi sevgi mi dense sevgi derim. 

Bu dünyadan ayrılırken hakkınızdan bahsedilirken dayakla mı anılmak istersiniz yoksa kubbe de hoş bir seda mı bırakmak istersiniz? 

Hasılı, hocamız hatasıyla sevabıyla geldi geçti. Bu vesileyle ona rahmet diliyorum.

28 Aralık 2024 Cumartesi

Sadaka Rasülullah

Daha önce, hutbelerde okunan hadisten sonra "Sadaka rasülullah. Fîmâ kâl, ev kemâ kâl" (Rasülullah bu sözde doğru söyledi veya bunun gibi söyledi) kısmını ele almış, eğer birden fazla hadis okunmayacaksa "ev kemâ kâl" kısmının söylenmemesi gerektiğini, çünkü bu tür bir ilave, okunan hadise şüphe getireceğine dair bir endişemi dile getirmiştim.

24 Kasım 2018 tarihinde ele aldığım, (https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2018/08/fima-kal-ev-kema-kal.html) bu yazı çok okundu ve çok yorum aldı: Hak veren olduğu gibi niçin söylediğine dair açıklama yapıldı, eleştiren de oldu. Şu var ki yapılan yorumların çoğunu ikna edici bulmadım.

Yazım çok okunup yorum almasına ve hala okunmaya devam etmesine rağmen belki de dil alışkanlığından belki de zamanında öyle ezberlediklerinden ya da bir bildikleri olsa gerek, hatiplerimiz ilk hutbenin bitiminde yine "ev kemâ kâl" demeye devam etti. Her okunuşta da kulağımı tırmalamaya devam etti.

*

25.12.2024 günü cuma için yine mahallemdeki camiye gittim. Kış günleri cuma ve diğer vakit namazları caminin alt katında kılınıyor. Alt kat birden fazla oda görünümüyle, cami dışında başka bir amaç için düzenlenmiş.

İmamın namaz kıldırdığı bölüm dolu olduğu için yan taraftaki odaya geçtim.

İlk sünnetin ardından hutbe okuyanı görmesem de her zamanki hatibin sesinden farklı idi. Ya müezzin olmalı ya mahalle sakinlerinden biri ya da imam izinli olduğu için müftülüğün görevlendirdiği biri olmalı.

Hatip ilk hutbede hamdele, salvele ve şehadete yer verdikten sonra hutbe konusuna uygun ayeti okuyunca, hutbenin tövbe üzerine olacağını anladım. Ardından bir hadis okudu. Hadis de tövbe üzerine idi.

Türkçe metni okumaya başlamadan, okunan hadisten sonra hatibin hadisi nasıl bağlayacağına kulak kabarttım. Nedendir bilinmez bu hassasiyetim.

Hadisin ardından hatip, "Sadaka rasülullah" (Rasülullah doğru söyledi) diyerek hutbenin ilk kısmını bağladı. "ev kemâ kâl" demediği gibi "fîmâ kâl" kısmını bile okumadı ve en doğrusunu yaptı.

Pek görmeye alışık olmadığım bu hutbe iradını daha bir dikkatli dinledim. Dinledikçe, işinin uzmanı, ne yaptığını bilen ve okuduğu Arapça metnin ne anlama geldiğini bilen hatibin hutbesinden ve üslubundan memnun kaldım. Hah şöyle. Benim üzerinde bir zamanlar durduğum bu hassasiyeti, sayısı bir olsa da yerine getiren oldu. Helal olsun dedim. Ne diyeyim, sayıları çoğalsın.