25 Ekim 2025 Cumartesi
Defin Sonrası Yapılan Telkin
22 Ekim 2025 Çarşamba
Dinsizleşmede Neredeyiz?
"Müslüman ülkeler arasında ateizmin en fazla yaygın olduğu tek ülke İran. Bizim temel felsefemiz şu: Tepeden dindarlaştırmaya kalkarsan, insanlar kökten dinsizleşir. Benim sloganı bu”. (Şaban Ali Düzgün)
Halihazırda Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı başkanı olan Şaban Ali Düzgün hocanın, “Benim sloganım bu” dediği tespitini yabana atmamak, üzerinde kafa yormak gerekir diye düşünüyorum.
Şaban Hoca’nın dinsizliğe örnek verdiği ülke hepimizin malumu. İran, bir İslam Cumhuriyeti. Ülke, Humeyni’nin 1979’da yaptığı devrimle birlikte mollalar tarafından yönetiliyor. Ülkede kadınların başörtüsü örtme zorunluluğu her ne kadar geçici olarak askıya alınsa da İslam Ceza Kanununun Hicap ve İffet yasası olan 638. Maddesinde yer alan baş örtme zorunluluğu kanunla zorunlu.
İran, kapalı bir toplum ve ülke. Ülkede ne derece İslam kanunları geçerli ne derece uygulanıyor, yöneticilerinin ne derece söz ve eylem birlikteliği söz konusu, bilinmez. Şu var ki başlar örtülecek ya da başlar açılacak şeklindeki bir kanuni düzenleme çağdışıdır.
Yine bilinen bir gerçek var ki İran sadece kendi ülkesinde İslam kanunlarını uygulayan değil, aynı zamanda rejimini de başka ülkelere ihraç etmeye çalışmıştı bir aralar.
İran halkı mevcut yönetimin yönetim anlayışından ve bazı şeyleri dayatmasından ne derece memnun? Bunu da test etme imkanımız yok. Şu var ki bir şekilde ülkemize yerleşmiş ne kadar İranlı kadın görmüşsem -belki istisnaları vardır- ama hiçbirinin başında başörtüsü yoktu. İçlerinde azımsanmayacak derecede dekolte giyineni de eksik değil. Bu demektir ki ülkesini bir şekilde terk eden, ülkesinde iken zorunluluktan kaynaklı başını örtenler, ülke dışına çıkınca başlarını açıyor. Demek ki zorla başı örtmek ya da zorla başı açmak çözüm değil. Olsa olsa pansuman ve polisiye tedbir olur. Bunun da süreklilikle bir alakası yok.
Meseleyi sadece başörtüsüne indirgemek istemiyorum. Çünkü bu konu salt başörtüsünden ibaret değil. Şu var ki adında İslam olan, İslami kanunlara göre ülkeyi yöneten bir ülkede dinsizliğin en fazla olması ve başı çekmesi manidar. Demek ki dayatma, baskı, kanuni düzenleme ya da eğitme çabası ters tepiyor. Kişiler belki de yönetenlerin bu niyetinden dolayı dinden soğuyarak çözümü dinden uzaklaşmada buluyor.
İran bizim komşumuz. Her ne kadar kapalı bir toplum olsa da “Komşuda pişen bize de düşer” misali, dini anlayışımız örtüşmese de bize ne kadar etki ettiği tartışılır.
Bir diğer husus, Şaban Hoca’nın tespiti sadece İran’ı bağlamaz. İran örneğinden hareketle “Tepeden dindarlaştırmaya” kalkışmak, dindar nesil yetiştirme çabası, pirince giderken evdeki bulgurdan olmaya, ava giderken avlanmaya benzer. Her ülkede böyle olacak diye bir kural olmasa da bu işin ters tepme riski daha yüksektir.
Kamuoyunda dillendirilen dindarlaşma niyetinin, insanımızı ve gençliği ne derece dindar yaptığı güzel bir araştırma konusu. Yalnız ülkede ateist ve deist sayısında özellikle gençler arasında yaygın olduğu da yüksek perdeden dile getiriliyor. Ülkemizde hemen hemen her konuda pek ve doğru dürüst araştırma yapılmadığından, ülkemizde dindarlaşma veya dinsizleşme oranının hangi boyutlarda olduğunu bilme imkanımız yok.
Şaban Ali Hoca’nın sloganına gelirsek, başta yöneticilerimiz olmak üzere Hoca’nın bu sloganına kulak vermesinde fayda görüyorum. Daha sonra ne ummuştuk ne bulduk demeyelim.
Burada, İran’da baskı var, bizde baskı yok. Mukayese yerinde değil denebilir. Elbette bizde baskı yok. Kılık kıyafet için herhangi bir düzenleme de yok. İsteyen açar isteyen kapanır. Kamusal alan ve kız öğrencilere uygulanan yasak da gerilerde kaldı. Ülkemizde dinsizlik de arttı iddiasında değilim. Ama kamuoyunda böyle bir izlenim olduğu da bir gerçektir. Bizde İran’daki gibi dinsizlikte bir artış yok demek de bir faraziyeden ibaret olur. Var veya yok konusunda bilgi sahibi olmak için sosyal bilimcilerin derinlemesine bir araştırma yapması kaçınılmaz görünüyor. Yine bu araştırmada dindar ya da dinsiz olmanın sebeplerini de öyle zannediyorum, kamuoyu merak eder.
Hasılı, dinsizleşme ya da dinsizleşirmede veya dindarlıkta neredeyiz? Bunun sebepleri nelerdir? Üzerinde kafa yormaya değer.
17 Ekim 2025 Cuma
Mirasta Paylaşım Sorunumuz (3)
Bir önceki yazımda İslam'ın ortaya koyduğu miras oranlarının sorunu tam çözmediğini, medeni kanunun ortaya koyduğu eşit paylaşımın da sorunu tam çözmediğini ifade etmiştim.
Eşit paylaşım niye sorunu çözmüyor? Çünkü herkes eşit alıyor. Daha ne denebilir. Eşit paylaşımda sorun şurada ortaya çıkıyor. Daha çok dindar ve mütedeyyin olan ailelerde bu sorun ortaya çıkıyor. Ailenin erkek bireyi, "Biz Müslümanız. Allah'ın emrine göre paylaşacağız. Kızlar bir, biz iki alacağız" derken aynı erkek, kızının alacağı mirasta eşit olsun diyebiliyor ya da kız kardeşler, "Tamam, Allah'ın emri öyle. Fakat Allah rıza taksimine bir şey demiyor. Bize eşit verseniz ne olur" diyebiliyor. Bir de kişi ne kadar dindar olursa olsun, paylaşacak mal biraz varsa eşit olsun diyebiliyor ya da erkekler haklarından feragat etmeye yanaşmıyor. Kısaca dindar ve mütedeyyin aileler İslam miras paylaşımı ile medeni kanunun paylaşımı arasında ikilemde kalıyor.
Miras paylaşımı başka ülkelerde nasıldır bilmem ama bizde hırgür, küskünlük, dargınlık ve kavga eksik olmaz.
Kardeşlerdeki tutkunluk, hasbilik ve fedakarlık da böyle zamanda ortaya çıkar. Değilse iyi günde ve maddi çıkarın olmadığı yerde kardeşler niye kavga etsin. Hatta var mı bizdeki kardeşlik gibisi bile derler.
Şu var ki kardeşlerin gerçek yüzü miras paylaşımında ortaya çıkar. "Sen çok aldın, ona fazla gitti. Sen iyi yerleri aldın. Şöyle olmazsa, eşit olmazsa imza atmam. Biz Müslümanız. İslam'a göre erkek iki kadın bir alır" türünden sözler havada uçuşur.
Paylaşım ister eşit yapılsın ister kadına bir, erkeğe iki şeklinde olsun.
Görünen o ki vereseler miras taksimini İslam'a göre yapsalar da sorun bitmiyor, Medeni Kanuna göre eşit paylaşsalar da sorun çözülmüyor.
Bu dediğim elbette her aile için değil. Çünkü nice aileler miras taksimini karşılıklı anlayış, özveri ve fedakarlık içerisinde çözebiliyor. Ama büyük çoğunluk miras taksiminde sınıfta kalıyor.
Bu sorunun çözümü sanki anne ve babanın hiç miras bırakmamasıyla çözülür. Çünkü böyle bir durumda paylaşacak bir şey olmadığı için hiçbir kardeş beklenti içerisine girmez.
Ölüm hak, miras helal olduğuna, bu mesele aileler arasında sorunu çözmeyi daha da büyüttüğüne göre görünen o ki İslam'ın miras taksimi de devletin eşit paylaşımı da sadra şifa olmuyor. Devlet eşit bölünsün demesine rağmen vereselerin rızaya uygun paylaşımına da izin veriyor. İslam da 1/2 demesine rağmen rıza taksimine ses etmiyor.
Hem İslam'ın hem de Medeni Kanunun oranları ve rıza taksimi doğrudur, yanlıştır demeyeceğim. Diyeceğim şudur ki salt oran sorunu çözmüyor. Teoride çoğunluk bu oranları kabul ederken iş mal paylaşımına gelince, kız kardeş, yok, ben 1/2 paylaşımı kabul etmiyorum. Eşit olacak eşit. Eşit olmazsa imza atmam diyebiliyor. Bunu, istisnalar hariç en Müslüman olanı da yapıyor, kültürel Müslüman olanı da. Eşit paylaşıma da erkek kardeş, niye eşit olacak? İslam şöyle taksim yapmıyor mu diyor.
Bu durumda miras paylaşırken:
İslam'a göre erkek-kız kardeşler arasında 1/2 oranı,
Medeni Kanuna göre kız ve erkeğin eşit alması öne çıkıyor. İslam'ın öngördüğünde eşitlik yok. Medeni Kanunun öngördüğünde ise eşitlik söz konusu. Bu iki oran da yukarıda bahsettiğim gibi sorunu çözmüyor. Çözülse bile kırgınlıklar ve küskünlükler alıp başını gidiyor.
Miras gibi bir paylaşımı salt oranlara indirgemekten ziyade rıza taksimi yani kardeşlerin gönlünden koparak paylaşım yapması en doğru olanı ise de işin içine mal mülk girince maalesef rıza taksimi herkes için geçerli olmuyor.
Bu durumda günümüzde paylaşım nasıl olmalı? Bunun üzerine kafa yormak istiyorum.
Sorunun çözümünde eşitlikçi anlayış ve kız erkek arasındaki eşit olmayan anlayış yerine adil paylaşım esas alınabilir. Eşit paylaşım zaten adil paylaşım diyebilirsiniz. Bence eşit paylaşım adil paylaşım değildir. Toplum yapısının ve işbölümünün değiştiği, herkesin aile bütçesine bir şekil katkı sunduğu günümüzde, yapılacak miras paylaşımları, kız olsun, erkek olsun, kardeşlerin sorumluluğu oranında olmalıdır. Bu tür paylaşımda sorumlulukları eşit olmayan iki erkek kardeş bile eşit almamalı. Kız kardeş en fazla sorumluluğu üstlenmiş ise en fazla almalıdır.
Ne demek istediğimi bir örnekle açıklayayım. Diyelim ki iki erkek kardeş olsun. Bir tanesi gurbette. Yazdan yaza gelip gidiyor. Diğeri ise anne babanın bakım başta olmak üzere her türlü sorumluluğunu üstleniyor. Baba vefat edince, gurbetteki kardeşin gelip eşit paylaşım diye dayatması doğru değil. Burada sorumluluğu üstlenen kardeş eşit paylaşalım dese bile gurbetteki kardeş, “Olur mu ağabey, anne babamın bakımında hep sen vardın. Paylaşım yaparken sen fazla alacaksın diyebilmeli. Orta yerdeki mal biraz fazla olunca böyle diyecek ve fedakarlık yapacak kardeş zor bulunur. Bu durumda bilirkişiye başvurup, bilirkişi sorumlulukları oranında bir oran paylaşımı önermelidir.
Aynı şekilde iki erkek kardeş hiç anne babasına bakmasın. Hep kız çocuğu baksın. Miras paylaşımında kız çocuğu erkek kardeşlerinden fazla pay almalı.
Kısaca, demek istediğim, miras paylaşımında kardeşlerin üstlendiği sorumluluğa göre yani adil paylaşım yapılmalı. İster kız ister erkek olsun. Ben böyle düşünüyorum.
Mirasta Paylaşım Sorunumuz (2)
Bir önceki yazımda İslam miras hukukunun bugün Müslümanların bir yumuşak karnı olduğundan, pek gün yüzüne çıkmasa da alttan alta bir kaynamanın olduğundan, miras paylaşımının, çoğu ailelerde özellikle kız çocuklarında kırgınlıklara sebebiyet verdiğinden bahsetmeye çalışmıştım.
İslam hukuku kadın ve erkek arasında miras paylaşımı yaparken 1/2 oranını belirtmesinin gerekçelerini şöyle sıralayabiliriz:
İslam, kadın erkek arasında 1/2 oranını koyarken her türlü sorumluluğu erkeğe yüklemesinden dolayı bu eşitsizliğin olduğu fıkıhçılar tarafından açıklanır: Kadına yüklenen sorumluluk ev işleri ve çocuk büyütmek. Hatta kadın çocuğunu bile emzirmek zorunda değil. Gerekirse süt anne ister. Diğer her türlü sorumluluğu erkeğe verir. Anne babanın bakımı, görüp gözetilmesi, evin her türlü ihtiyacının karşılanması erkeğin sorumluluğunda. Zaten kadın bir alırken, kocası da iki almak suretiyle yine herkes üç pay almış oluyor, böylece herkes eşit alıyor şeklinde izah yapılır.
Genelde kadın bir, erkek iki alır şeklinde bilinse de İslam miras hukukunda paylaşım, farklı farklıdır. Annenin oranı, eşin oranı bile bellidir ve her biri farklı oranlarda mirastan pay alır. Vereseler arasında erkek yoksa, bir kız varsa malın yarısını, iki ve daha fazla kız var ise mirasın 2/3'ünü alır. Mirasın geri kalanını ise ölen erkek kocanın kardeşleri kendi arasında pay eder. Erkek eş vefat ettiği takdirde, sağ kalan kadın eş eğer çocuğu yoksa mirastan 1/4 oranda pay alır. Ancak vefat eden erkek eşin çocuğu varsa, sağ kalan kadın eşin miras payı 1/8'dir. Gerisini erkeğin kardeşleri kendi aralarında pay eder.
Burada diyebiliriz ki İslam sorumluluğa göre mal paylaşımını öngörmekte.
Kendi içinde mantıklı görünen bu izahlara şöyle eleştiri getirilebilir:
Bugün kadın da erkek de çalışıyor. Her ikisinin de sorumluluğu var. Evin geçiminde kadının da katkısı var. Yine anne baba bakıma muhtaç hale geldiğinde kadın da anne babasına bakıyor. Bu durumda her türlü sorumluluk eşitse kadının erkek kardeşine göre eksik alması durumunu nasıl izah ederiz? Her türlü sorumluluğun eşit olduğu günümüzde bu şekil paylaşım ne derece adalete uygun?
Fıkıhçıların açıkladığı gibi kadın bir, erkek iki alarak durum eşitleniyor izahı da havada kalıyor. Çünkü kimi, medeni hukuka göre paylaşım yapıyor kimi de İslam hukukuna göre yapınca eşitleme olmuyor.
Bir diğer husus açıklama kadının evlenmesi üzerine. Bugün evlenmeyip bekar kalan kadınlar da var. Anne babasıyla birlikte yaşıyor. Belki de anne babanın her türlü sorumluluğunu üstleniyor.
Yine ölen kişinin birinci derece vereseler kız ise mirasın hepsini alamaması, bila veled olan kadının malın 1/4'ünü aldıktan sonra geriye kalan malın erkeğin kardeşleri arasında pay edilmesi de günümüzde izaha muhtaçtır. Ne kadar izah edilse de elinden baba malının bir kısmının alınmasına ya da çocuğu olmayan kadının kocasından kalan tüm malı alamaması günümüzde pek anlaşılamıyor.
Tanıdığım, her ikisi de dindar ve mütedeyyin iki aile var. Birinin üç kızı vardı. Babaları öldü. Amcaları ve babaanneleri de mirasa ortak oldular. Diğeri de çocuğu olmayan bir aile idi. Kocası vefat edince kocasının kardeşleri şeriata göre paylaşım yaptılar. Yalnız paylaşıma rağmen sorun bitmedi. Her iki aile de kırgın ve kızgın. Erkeğin kardeşlerinin mirasa ortak olmasını çökme olarak görmekteler.
Eskisi gibi kardeşlerin işi ortak ya da bir olsa, gelir ve giderleri tek elden giderilse ya da kardeşleri vefat edince onun yetimlerine amcalar baksa, onları görüp gözetse, dersin ki bu paylaşım normal. Ama bugün herkesin evi, barkı, işi, gücü ve kazancı ayrı. Kişinin kazandığında kardeşlerin payı yok. Birinin başına bir şey geldiğinde kolay kolay elinden tutan yok. Bu durumda paylaşım şöyle olacak. Biz buna ortağız demek çok anlaşılır gibi değil.
Burada İslam'ın miras hukukunu eleştirme gibi bir niyetim yok. Bu konuyu ele alırken İslam miras hukuku değişsin, günümüzde yeri yok iddiasında değilim. Yalnız İslam böyle emrediyor, herkesin alacağı oran ayetle ortaya konmuş. Üzerine söz söyleme hakkımız yok demek de bu sorunu çözmüyor. Elde bir sorun var. Bu sorun nasıl aşılır derdindeyim. Unutmayalım ki izah edemediğimiz ve ikna edemediğimiz doğru, doğru değildir.
Burada kimsenin böyle bir sorunu yok. Yok yere ortaya sorun çıkarıyorsun da denebilir. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi müftülüğe gelip fetva soran çokça kadının sorularından biri boşanma üzerine ise diğeri de miras üzerine olduğunu yeri gelmişken tekrar hatırlatayım. Öyle ya sorun yoksa kadınlar müftülüğe gelip niye fetva istesinler.
Bu sorunu ele alma sebebim, bugün sorun gibi duran bu konuyu nasıl aşabiliriz üzerine kafa yormak. Çünkü ayetin indiği zamanki sorumluluklar bugün değişmiş durumda. Ayet herkesin oranını belirttikten sonra "Bunlar Allah'ın sınırları" derken bu oranları alt sınır olarak ele alabilir miyiz ya da sorumluluklar değiştiğine göre oranlar da değişebilir mi üzerine kafa yormaktır. Öyle ya indiği dönemde paylaşımda adaleti esas alan miras paylaşımını, bugünün sorumluluklarını göz önüne alarak sorumluluğa göre yapabilir miyiz? Aile içindeki fertlerin üstlendiği sorumluluğa göre adil bir paylaşım ortaya koymak miras ayetini değiştirmek değil, anlamaktır bana göre. Çünkü toplum yapısı ve şartlar değişmiş ise oranları da şartlara uygun şekilde düşünmek gerek. Tek kıstas, fertlerin yüklendiği sorumluluk olmalı. Sadece kan bağı ya da erkek, kadın olmak miras paylaşımında esas olmamalı diye düşünüyorum.
Medeni kanunun belirlediği gibi kızın ve erkeğin eşit paylaşımı sorunu çözüyor mu? Bu da çözmüyor. Ama en azından eşit bir paylaşım var denebilir.
Bu durumda sorunları almak için paylaşım nasıl olmalı? Bunu da bir başka yazımda ele almak isterim.
23 Eylül 2025 Salı
Protokol Cenazeleri
21 Eylül 2025 Pazar
Hoşgörü ve Vefa Ölmemeli!
2016 yılında vefat eden Musevi asıllı bir vatandaşın defin duyurusu için cami hoparlöründen duyuru isteğinin; cami imamı, ilçe, il ve Diyanet tarafından reddedildiğiyle ilgili bir alıntıya daha önce "İnsanlık ve Vefa Ölmemeli" başlıklı bir yazı yazarak konuyu irdelemiştim. https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2025/09/insanlk-olmesin-1.html
Okuduğum bu alıntı benzer bir olayı hatırlattı. Bu yazımda da ona yer vermek istiyorum.
Bir başka gazetede müsteşar isimle yazı yazarken gazeteden aradılar. "Biri sizinle görüşmek için numaranızı istiyor. Verebilir miyiz" dediler. Olur dedim.
İlgili kişi aradı. "Bir araya gelip bir konuyu konuşmak istediğini” söyledi.
Bir kafede buluşmak için sözleştik.
Kendini tanıttı. "Şehre ve ülkeye şu alanda hizmet ediyoruz. Aynı ürünü yurtdışına ihracat yapan bir markayız. Aynı zamanda bir cemaatin de ileri gelenlerdendim. Cemaatin birçok maddi yükünü sırtladım. Kur'an'la da hemhalım.
Türkiye çapında ün yapmış, Kur'an açıklamasına ömrünü vakfetmiş bir akademisyenin açıklamaları ilgimi çekti. Kur'an talebesi olmaya karar verdim. İlgili kişiyi konuşma yapması için kaç defa şehre getirttim. Masrafları tek başına üstlendim".
"Türkiye'nin her bir yerinde konferans veren bu akademisyene nedense şehrimizde tepki gösteren bir kesim var. Ne zaman bu hocayı getirmeye kalksam, yer sorunu ortaya çıkıyor. Daha önce yeri veren yerler de gelen tepkilerden dolayı eften püften bahanelerle salonu vermekten vazgeçiyor. İşte vazgeçen yerlerle daha önce yaptığım sözleşmeler. Ne üniversite yardımcı oldu ne belediyeden dönüş oldu. Hatta üniversite yetkilileri, 'Hocamız akademisyenmiş. Salonu ücretsiz verebiliriz' dediler. İş adamı parasız olmaz. Ücretini yatıracağım. Yalnız şehirde bu hocaya karşı bazı kesimlerde bir tepki var. Kim salonunu verse orayı topa tutuyorlar. Gelen tepkiler üzerine vazgeçiyorlar. Bu durumu bilin, ona göre salonu verin. Sonra vazgeçmeyin dedim. 'Vazgeçmeyiz, olur mu öyle şey' demelerine rağmen 'Tadilat yapılacak' gerekçesiyle salonu vermekten vazgeçtiler".
"Bütün resmi kurumlardan ret ya da iptal cevabı alınca, mecburen otellere başvurdum. Buraların salonları da çok yüksek ama yapılacak bir şey yok. Yeter ki kabul etsinler. Para problem değil. Onlardan geri dönüş bekliyorum".
"Daha önce bu hoca hakkında yazı yazmışsın, şehrin bu hocaya yanlış yaptığına değinmişsin. Şu tarihte gelmesi için hocayla anlaştık. Fakat vakit daraldı. Hâlâ salon bulamadım. Bu konuyu ele alan bir yazı daha yazabilir misin" dedi.
Yazayım yazmaya. Yalnız başvurduğun otellerden gelecek cevabı bekleyelim. Pişmiş aşa su katmayalım. Olumlu cevap alınmazsa yazı konusu edinirim dedim.
"Haklısın, öyle yapalım" dedi. O halde sizden cevap bekliyorum dedim.
Çaylarımızı içerken başından geçen bir durumu da anlattı. Aklımda kaldığı kadarıyla şöyle idi: "Bu hocayı çok seviyorum. İstiyorum ki bu hocadan şehrim de faydalansın. Hocanın vereceği konferansı duyurmak için elimde yazılı ve görsel medya yok. Uzun yıllar birlikte çalıştığımız cemaatin radyosu aklıma geldi. Ne de olsa radyonun kuruluşunda emeğim çok. Aynı zamanda vakıf olan cemaatte hâlâ aktif görev yapan arkadaşlara, radyoda duyurusunu yapabilir misiniz diye rica ettim. Yönetim kuruluna sunmamız lazım. Tek başına karar veremeyiz dediler. İsteğimi yönetim kuruluna sunmuşlar. Yönetimdekiler eğer bu ilan radyoda okunursa biz yönetim kurulundan istifa ederiz demişler.
Kısaca yapılacak konferansın duyurusu radyodan yapılmıyor.
Sonrasında otelin birinden olumlu yanıt gelmiş. Hocayı dinlemek için ben de katıldım. Sponsor iş adamıyla konferans bitimi ayak üstü bir kez daha görüşme imkanım oldu.
İş adamı konferansın açılış konuşmasında "Bu konferans için salon bulmada zorlandığından bahsetti. Hoca ise "Herkes kalıbına göre iş yapar. İşte salon bulunmuş. Biz işimize bakalım. Ötesini boş verin dedi. Ardından da "Şeytan bile kitap yazsa, şeytanın kim olduğunu öğrenmek için kitabını okumak, ön yargıyı ve peşin hükmü bir tarafa bırakmak lazım" demişti.
Bu ikili görüşmeden aklımda kalanlara kısaca yer verdim. Adı geçen hocaya şehirde tepki gösterilmesini hiç anlamadım. Hele radyonun kuruluşunda bin bir emeği olan birinin, konferansın gün ve yerini duyurma isteğini eski arkadaşlarının geri çevirmeleri hatta istifa ederiz restleri hiç anlaşılır gibi değil. Birlikte omuz omuza verdikleri bir arkadaşlarının isteğini yerine getirseler ne olurdu. Herhalde kıyamet kopmazdı. Hatta jest yapmış ve vefa örneğini göstermiş olurlardı. İş adamı da sağ olsun eski arkadaşlarım ricamı kırmadı derdi.
Sahi radyodan duyurunun ne zararı olurdu? Bugün kaç kişi haber ve duyuruları radyodan dinliyor. Belki bir elin parmaklarını geçmez.
Bu duruma ne denir bilmem. Ön yargı mı dersiniz, hazımsızlık mı dersiniz, hoşgörüsüzlük mü dersiniz? Takdir sizin.
Burada şunu da söylemek isterim. Konferansa getirilen hocanın en büyük özelliği, Kur'an ayetlerini Kur'an ayetleriyle açıklamaya çalışması, hadislere fazla yer vermemesi. Hocanın bu metodu bazılarınca hadisleri inkar ediyor şeklinde pompalanıyor. Halbuki hoca, hadisler konusunda defalarca "Ne süpürüp alanlardanım ne de süpürüp atanlardanım" der. Üstelik o konferansını baştan sona bir hadise yer vererek işlemişti. Ne diyelim, adın çıkmaya görsün.
Radyoda ilana karşı çıkılması da bundan olsa gerek. Hocanın konferans duyurusu radyodan yapılırsa, cemaat mensupları, 'Nasıl olur da bizim radyomuzdan, bir hadis düşmanının konferansını duyurusunuz' tepkisinden çekinmeleri.
Bu yazı farklı fikirlere hoşgörüsüzlüğümüzün bir göstergesi. Aynı kitap ve peygambere inandığımız halde şu konuda seçici diye tavır alıyoruz. Ne konferansına izin veriyoruz ne de radyoda duyurusuna tahammül ediyoruz. Biz bize böyle isek Musevi asıllı esnafın cenaze merasimi duyurusunu cami minaresinden nasıl duyurabiliriz, öyle değil mi?
İnsanlık ve Vefa Ölmemeli!
20 Eylül 2025 Cumartesi
Nasıl Bilirdiniz?
Tayyar Altıkulaç (1978-1986), Mustafa Sait Yazıcıoğlu (1987-1992), Mehmet Nuri Yılmaz (1992-2003), Ali Bardakoğlu (2003-2010), Mehmet Görmez (2010-2017), Ali Erbaş (2017-2025), Safi Arpaguş (2025).
Görev yılları itibariyle hatırladığım Diyanet İşleri Başkanlarını yazdım. Son yeni atanan Safi Bey'i bilmiyorum. Nasıl bir başkanlık ve iz bırakacak, bunu da zaman gösterecek. Hayırlı olmasını temenni ediyorum.
Diğer yazdıklarım hakkında üç beş kelam edeceğim. Baştan söyleyeyim. Bunlar benim kendi gözlemlerim ve değerlendirmem:
Altıkulaç'tan pek haz almazdım. Ekranlarda gördükçe soğuk bulurdum kendisini. Başkanlık sonrası başkanlığı dönemiyle ilgili yaptıklarını ve yapamadıklarını anlatan bir ropörtajını okuyunca, kendisini samimi buldum. Bilmeden ön yargılı yaklaştığıma kanaat getirdim. 12 Eylül ihtilalinin tüm baskısını çekmiş, Kenan Evren'i bazı konularda ikna etmek için az dil dökmemiş. Zor bir dönemde süreci iyi yönetmiş noktasına geldim.
Mustafa Sait Yazıcıoğlu nelere imza attı, hatırlamıyorum ama bende olumlu bir kanaate sahip. Koltuğun hakkını verdiğini düşünüyorum. En azından tartışmaların odağında değildi.
Mehmet Nuri Yılmaz'ı ise hiç başkanlığa yakıştıramadım. O kadar hükümet değişmesine rağmen hepsinde koltuğunu korumuş, uzun süre görev yapmış olmasına rağmen bende hiç iz bırakmadı.
Ali Bardakoğlu, başkanlıkta iz bırakanlardan. Yanlış hatırlamıyorsam, Diyanet'in teşkilat yasasının çıkmasını sağladı. Hem personeli arasında hem de kamuoyunda ağırlığı olan biri idi. Döneminde koltuğuna ve makamına saygınlık getirdi. Diyanet tartışılan kurumlar arasında yer almadı. Görev süresinin uzatılması teklifine, "Yapacağımı yaptım. Bundan sonra burada kalmak kendimi tekrar etmek olur" deyip teklifi reddettiğini biliyorum.
Başkanlığı bıraktıktan sonra Ali Bardakoğlu unutulmayanlar arasında yerini aldı. Makamı bırakmasına rağmen aktif bir şekilde çalışıyor, dinliyor, dinletiyor, birikimine, tecrübesinden, güzel üslubundan çeşitli platformlarda kitleler faydalanmaya devam ediyor. Nazarımda iyi başkanlık yaptı. Makam sevdalısı değildi. Ağırlığını makamından almadı. Makamına ağırlığını verdi. Koltuğa yapışıp kalmadı. İz bırakanlardan oldu.
Ali Bardakoğlu'ndan sonra kimse koltuğu dolduramaz. Bardakoğlu'nun altında ezilir derken yerine gelen Mehmet Görmez Ali Bardakoğlu'nun aratmadı. Bu da koltuğun hakkını verdi. Gücünü koltuktan almadı. Koltuğa gücünü verdi. Bardakoğlu gibi entelektüel birikime sahipti. Tıpkı selefi gibi naif biri idi. Güzel bir başkanlık yaptı. İkinci dönem başkanlığı devam ederken daha süresi varken bir şeylere, bazı şeylere kırılmış olmalı ki emekliliğini isteyip başkanlığı bıraktı. Başkanlığı bıraktıktan sonra da birikimlerini tıpkı selefi gibi değişik platformlarda aktarmaya devam ediyor. Makam elden gittikten sonra da Bardakoğlu gibi unutulmayandan ve hayırla hayırla yadedilenlerden.
Çalışmalarıyla göz dolduran, ufuk açan halef ve selef olan Görmez ve Bardakoğlu duruşlarıyla, oturuşlarıyla makamın hakkını tastamam veren muhteşem ikili olarak belleklerde daima yeri olmaya devam edecektir. Hele Görmez zamanında hutbelere gelen kalitenin hakknı vermezsek Sayın Görmez'e haksızlık yapmış olurum. Bir de Görmez zamanında camilerde cuma sonrası yardım sergileri alabildiğine azaltılmıştı.
Görmez'den sonra gelen halef Ali Erbaş ise atama hatası, belki de yol kazası olarak belleklerde yerini alacak. Çünkü önceki iki selefine göre koltuğun ve makamın hakkını vermedi ya da veremedi. Belki birilerini memnun etmiş olabilir ama büyük çoğunluk kendisinden, duruşundan, hal ve hareketlerinden hiç haz almadı. Çok itici görüldü. Bir duruş sergileyemedi. Gel Ali. Geldi. Git Ali. Gitti. Kendisinden önce iki başkanın oluşturduğu saygınlığı yok etti. Diyanet'i tartışmanın odağı haline getirdi. Görev süresi boyunca her yaptığı, her sözü eleştiri konusu oldu. Çok orta yerde göründü. Elinde kılıçla Ayasofya Camisinin minberinde poz vermesi çok itici bulundu. İticilik benden bir parça dercesine bu pozu defalarca verdi. Audi 8 kiralamasıyla ön plana çıktı. Tasarruf tedbirlerine takılınca geri verdi. Keşke bununla kalsa iyi. Adeta her hareketi fauldü. Koltuğa ağırlığını veremedi, Konuşmasını büyük çoğunluk pek samimi bulmadı. Gidişine pek üzülen olacağını sanmıyorum. Selefleri iki ağır toptan sonra böyle birinin başkan yapılması kamuoyunda çok garip karşılandı. O kadar eleştirilmesine rağmen ne istifayı düşündü ne af talebinde bulundu ne de atayan irade görevden almayı düşündü. Ben de kendisini hayırla yad etmeyeceğim. Hutbe konularını eskiye döndürmesi en büyük icraatı. Bir de döneminde aşağı yukarı her cuma sonrası sergi açtırması da facia. Kısaca kendisinden önce saygın kurum hale getirilen Diyanet, dönemi boyunca hafif kaldı. Öyle ki Mehmet Nuri Yılmaz'ın başkanlığını bile aradı çoğunluk. Çünkü ona bile rahmet okuttu. Siyasetle arasına mesafe koyamadı. Belki de tek olumlu yanı, bazılarına moral ve umut vermesi. Çünkü bunun başkanlığını gören, bu bile başkan olduysa biz hayli hayli başkan oluruz moral ve umudu.
Çiçeği burnunda Diyanet İşleri Başkanı olan yeni başkandan selefinin olumsuz imajını silmesi en büyük icraatı olacaktır.
19 Eylül 2025 Cuma
Tiksinti Veren Bir Hareketimiz
Cuma için mahalle camimize girdim. Şuraya, buraya oturayım derken imamın cumanın ilk sünnetini kıldığı minberin önündeki üçüncü safa kadar ilerleyip oturdum.
Önümde, sırtını minbere dayamış hutbe dinleyen 12 yaşlarında küçük bir çocuk var.
Kendi halimde hutbeyi dinlerken önümdeki çocuğun sağ elini hareket ettirdiği dikkatimi çekti. Allah vere de burnuyla oynamasa bari dedim. Kendi kendime, her neyse ne. Ramazan! Ne olur başını kaldırma dedim. Bir güzel kendimi dinledim. Ama nereye kadar. Çocuk durmadı bir türlü. Gözlerim yarı açık yarı kapalı neler oluyor diye başımı kaldırdım. Vara kaldırmaz olsaydım. Çocuk burnundan çıkardığını eliyle bir güzel topladı. Sonra şehadet parmağıyla halının üzerine fırlattı.
Bu eziyet, bu mide bulandıran hareket çekilir mi, ne yapmam lazım. Az sonra namaza kalkınca bu çocuk ön safta yer bulur. Onun boşalttığı yere de ben geçerim. İyi de nasıl olacak bu? Ya çocuğun kendi emeği, kendi mahsul, secdeye varınca alnıma gelirse... Ramazan, aklına böyle şeyler getirme dedim.
Hutbeyi dinlemekten vazgeçtim. Çünkü önümdeki çocuk hutbenin önüne geçti.
Ben bu durumun kendi içimde mücadelesini verirken burnunun sağ tarafının temizliğini yapan çocuk bu sefer sol tarafın temizliğine kalktı. Parmağını burnunun sol tarafına girdirdi. Çöp sepeti gibi karıştırmaya başladı. Ben ne yapıyorum, şu işi biraz gizli yapayım da demedi. Aman ya Rabbi, çekilir mi bu cuma vakti bu çile derken, orta ikinci sınıfta sosyal bilgiler dersinde dersi işlerken, kafasını hafifçe yukarı kaldırarak, "Oğlum, çöp sepeti gibi burnunu karıştırma" uyarısını aşağı yukarı her derste yapan Recai Gümüş zihnimde belirdi. Bir kez daha hak verdim Hocama. Garibim, ne çile çekmiş demek ki dersi işlerken burnuyla oynayanlardan. Kimin oynadığını da söylemezdi. Kimseyi rencide etmezdi. Gözleri yumulu, kafasını kaldırır, ortaya söylerdi. Ne kadar faydası olurdu bilmem. Kim karıştırıyor, diye sağa sola bakışlar olunca, “Önümüze bakın, kimse değil” derdi. Kulakları çınlasın.
Olmayacak böyle deyip kafamı arkaya çevirdim. Hutbe okunurken herkesin bakışları arasında arka saflardan boş bulduğum bir yere geçtim. Hutbenin geri kalan kısmını orada dinledim.
Biliyorum mideniz bulandı. Bu da yazılır mı dediniz ve bu yazdıklarımdan tiksindiniz. Kusura bakmayın ama bu yazdığım toplumsal bir yaramız. Bu çocuk daha küçük ama bu toplumun çoğu büyüğü de bu çocuktan farklı değil. Alenen burnuyla oynayan insanımızın sayısı az değil; otobüste, çarşı, pazarda...
Küçük, büyük toplumun bu burnuyla imtihanı ne zaman sona erecek bilmem. Ya her şeye burnumuzu sokarız ya çöp sepeti gibi alenen burnumuzu karıştırırız. Toplumun içinde elinde mendil olmadan sümkürüp burun temizliği yapanları, bu haltı işledikten sonra lavaboya el yıkamaya gitmeyenleri saymıyorum bile.
Bizim bu çilemiz ne zaman bitecek? Bu burnuyla oynayanlar mide bulandırıcı bu hareketleri nasıl terk edecekler bilmem. Bilinen bir şey varsa tiksindirici. Ve biz bu tiksinti veren kişilerin içinde yaşamak zorundayız vesselam.
10 Eylül 2025 Çarşamba
Allah'ım Yardımcın Olsun!
9 Eylül 2025 Salı
İnancımız Hayatı Başkasına Zindan Etmemeli
Cuma Cemaati Müşteri mi?
5 Eylül 2025 Cuma
Kayınvalideye Bakmanın Hükmü
Uzun süredir görüşmediğim Avrupa’da yaşayan bir gurbetçi ile teşehhüt miktarı oturup çay içtik.
Şuradan, buradan derken biraz lafladık. Belli ki dertli imiş.
Annesi yaşlı. Bakıma muhtaç hale gelmiş. Yatağa bağlı yaşıyormuş.
Bir ara karı koca bakıcı bulup öyle idare etmişler.
Böyle olmayacak diye yaşadıkları yere götürmüş.
Kız kardeşine, “Annem bakıma muhtaç bakar mısın diye sormuş. “Bakamam” cevabını almış. “Bakman karşılığında şu kadar para verelim” deyince, o zaman bakarım demiş.
Hazıra dağ dayanmaz. Birikmiş para da suyunu çekmeye başlamış.
Erkek kardeşine, “Gün gün sırayla bakalım. Abinle bir görüş haber ver” demiş.
Dönüş olmayınca küçük erkek kardeşine konuyu kendisi açmış, “Anneme sırayla bakacağız. Tamam mı” demiş.
Kardeşi epey bir düşünmüş. Sonunda ağzındaki baklayı çıkarmış: "Abi, araştırdım. Sordum soruşturdum. Gelinin kayınvalideye bakması farzı ayn değilmiş" deyince, ağabeyi şaşırmış ve eklemiş: "Oğlum, namaz kılman, oruç tutma, dini vecibelerini yerine getirmiyorsun. Farz nedir de bilmezsin. Ne ara farzı ayını öğrendin? Sen bu kadar dindar mıydın" demiş.
Bu üzücü anekdotta en ilginci kardeşin farzı ayın değilmiş demesi. Ağlanacak hale gülmekten kendimi zor tuttum. Öyle ya farz değilse, gelin niye müstehap ya da mubah olanla uğraşsın.
Kardeşin biri böyle yan çizince, bir bakıcı ayarlamak için babasına, üzerindeki dükkanı satmasından başka çare kalmadığını söylemiş.
Rakam aklımda yanlış kalmadıysa, bin avro karşılığında bir bakıcı tutmuşlar.
Gurbetçinin içini döktüğü bu duruma ne denir bilmem ama olsa olsa aile dramı denebilir dedim. Bu durumda olan aile sayısının da az olduğunu düşünmüyorum. Yeter ki anne babadan biri ya da ikisi bakıma muhtaç hale gelsin.
Bu hal kardeşlerin arasında soğuk rüzgarların esmesine sebebiyet veriyor. Bakardın, bakmazdın, bakıcı bulalım, şöyle olsun, böyle olsun, benim işim var, ben hastayım, sen şu kadar baktın, ben bu kadar baktım tartışmaları sürüp gidiyor.
Bakıcı bulalım dense, anne baba razı olmuyor. Ben sizi boşuna mı büyüttüm. Beni bakıcı eline mi bırakacaksınız demek suretiyle bakıcıya rıza göstermiyor.
Anne babayı zor kötek bakıcıya ikna etsen, bakıcı parası az uz ile olmuyor. Haydi para ver, bakıcı tutacağız desen kardeşlerden biri param yok deyip yan çizebiliyor.
Gurbetçinin babasının bakıcı için satılacak yeri varmış. Ya satılacak emvali olmayanlar ne yapsın?
Pek dillendirilmese de muhtaç anne ve babaya bakım ileride bu toplumun başını çok ağrıtacağa benziyor.
Bu sorun nasıl aşılır bilmem. Ama şu var ki büyük insana bakmak hem bakan için hem de bakılan için zor bir durum.
Bakıma muhtaç anne baba için en zor olan da evlatları tarafından kendilerinin yük olarak görüldüğünü anne babanın hissetmesi. Bu durum ölmekten beter bir durum olsa gerek.
Konu buradan açılmışken bir yıldır muhtaç durumdaki kayınvalidesine bakan bir arkadaşın anlattıkları da üzücü.
“Annesi de olsa hanım bıkıp usandı. Kayınbirader, ‘Hanım istemiyor’ diye evine almıyor. Diğer kızına gitmek istedi. O kızı ‘bakamam’ dedi. Bir de o kızının çocukları teyzelerini arayarak ‘o kadın anneme gelmeyecek’ demişler.
O kadın dedikleri de anneanneleri. Vay be!
Haydi bir tane daha anlatayım. Bir öğretmen, evinde hem abisine hem de annesine yıllarca bakıyor. Her ikisi de yatalak. Diğer kardeşleri bakmamış. Her ikisi vefat ettikten sonra diğer kardeşleri mahkemeye başvurarak, ‘Abimiz, şu kadar yıl annemizin evinde oturdu. Oturduğu süre boyunca ev kirasını ödemesini istiyoruz’ davası açmışlar.
Bir aile faciası da bu. Bu hikayede abi ve anneye bakan kişi diğer bakmayan kardeşler tarafından takdir edileceği yerde kardeşler kira derdine düşmüşler.
İnanın, bakıma muhtaç anne babanın dramlarına yer versem, sayfalar yetmez. En iyisi bu kadarla yetineyim.
İffetin Tarafları
Açıklık, çıplaklık ve müstehcenlik üzerine bu kaçıncı yazım, sayısını bilmiyorum. Temcit pilavı gibi aynı konuda yazıp duruyorsun deseniz de bıkıp usanmadan bu konuyu irdelemeye devam edeceğim. Gerçi bu tür yazılarımda giyim kuşamdan bahsetsem de her yazının ana fikri ve vermek istediği mesaj farklı farklıdır.
Gerçi hep erkeklerin gündemde tuttuğu ve tartışmaktan geri durmadığı bu konuda yani giyim kuşam konusunda kadınların pek görüş öne sürmedikleri, sürüyorlarsa da çok öne çıkmadığı da bir gerçek.
Garibime giden, öznesi kadın olan bu giyim kuşamı niçin kadınlar değil de hep erkekler konuşur niçin kadın ve kızlara had bildiririz niçin giyim kuşamı yüzünden kadınları tu kaka yapıyoruz?
Gören de biz erkekleri yunmuş, yıkanmış sanır. Bence kadınlardan önce biz erkekler kendimize bakmalıyız. Biz düzgün ve dürüst isek doğru yoldayız demektir. Doğru yolda olanı ise kimse hele hiçbir sapık zarar veremez. Görünen o ki biz kendimize güvenmiyoruz, kendimize bakmıyoruz, kadınlara düzgün giyinin, iyi olun diyoruz.
Ne demek istediğimi Maide 105'e bakarak daha iyi anlayalım: "Ey iman edenler, siz kendinize bakın, siz doğru yolda bulunursanız, sapıtmış olanlar asla size zarar veremez". Sanırım bu ayet meali ne demek istediğimi en güzel şekilde açıklıyor. Çünkü ayet açık ve izaha gerek yok. Ayet, başkasını hedef göstermeyi bırak, kendine bak kendine diyor. Daha ne desin anlamamız için.
Ayete yer verdim. Ayetlerle devam edeyim.
"Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır." (Nur süresi 30.ayet meali).
"Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, ellerinin altında bulunanlar, erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz." (Nur süresi 31.ayet meali).
Peş peşe yer verilen bu iki ayette hem erkeğe hem de kadına, gözlerini harama dikmemeleri, haramdan sakınmaları, iffetlerini korumaları istenmekte. Daha doğrusu emredilmekte. Bu demektir ki namus ve iffet dendiği zaman sadece kadın akla gelmiyor. Erkeğe de namus ve iffet gerekiyor. Ayette uyarı ilk önce erkeğe olduğuna göre öncelikle namus ve iffetini koruması gerekenin, karşıt cinse dik dik bakmanın erkeğe yasak olduğunu söylüyor.
Erkeğe gözünü, iffetini ve namusunu koru dedikten sonra ikinci sırada kadına söz söyleniyor. Erkeğe söylenen uyarıların aynısı kadına da yapılıyor. Bu demektir ki kadından önce erkeği yola ve hizaya getirmeye çalışılıyor. Bu, kızım sana söylüyorum, oğlum sen dinle demek gibi bir şey. Erkek düzelirse, haramdan korunursa kadın da korunur anlamını bile çıkarabiliriz.
Ardından, kadınlara görünen kısımlar hariç kimlerin yanında ziynetlerini göstermesinler uyarısı yapılıyor. Erkekten farklı olarak başörtülerini yakalarının üzerine kadar örtsünler diyor.
Görünen kısımlar derken tam net sınır çizmiyor. Alimler; el, yüz ve ayak hariç yani açık, diğer taraflar tesettürlü olacak açıklamasına yer vermişlerdir. Alimlerin bu açıklaması bir yorumdur. Belki de görünen kısım denilen yerleri örf belirler desek de bizimki de bir yorum olur.
Burada antrparantez şunu da söylemek isterim. Ayet görünen kısımlar derken kadının bazı organlarının görünebileceğinden bahsetmesine rağmen yüzünü ve gözünü kapatanlara ne demeli? Açıklık ve açıklığı eleştirirken bu tür tepeden tırnağa kapalılığı da eleştirmek lazım. Çünkü sorun aşırılıksa, bu da aşırılıktır. Güvenlik açısından da kadının yüzünün ve gözünün açık olmasında fayda var.
Kadınlardan bahseden 31. ayetin sonu, müzekker siga kullanılmak suretiyle hem erkeklere hem de kadınlara ortak hitap ediyor. Tövbe edin ki kurtuluşa eresiniz diyor. Yani giyim kuşamda, karşıt cinslerin birbirine dik dik bakmak suretiyle günaha girmeleri muhtemel. Yaptığınız bu taciz dolayısıyla işlediğiniz günahı itiraf edin ve tövbe edin. Dinin tasvip ve tavsiye ettiği tövbe ise nasuh tövbedir. Yani bir daha tekrarlanmayacak şekilde yapılan bir tövbedir. Her edilen tövbe ise aynı zamanda yapılan suç, hata ve yanlış olduğundan dolayı bir pişmanlıktır.
Hasılı, ey erkek milleti! Biz kendimize bakalım. Önce kendimiz sütten çıkmış ak kaşık olalım. Ondan sonra bir başkasına sözümüz olsun. Eğer söz ve eylem birlikteliği içinde biz bunu yapar ve kendimizde uygularsak, açık açıklığa dair ne tepki verirsek, kadınlar buna tepki göstermezler. Erkekler adam gibi adam olarak yaşıyorlar. Biz de kendimize çekidüzen verelim derler. En azından bir özeleştiri yaparlar.
Bu kadarla yetineyim. Sanırım maksat ve meramımı anlatabildim.
4 Eylül 2025 Perşembe
İmamın İşgüzarlığı
31 Ağustos 2025 Pazar
Kısa Süren Bir Hikaye
Ayasofya, uzun yıllar müze görevi yaptıktan sonra 2020 yılında cami olarak açıldı. İsmini hatırlar mısınız bilmem. İslam hukuku profesörü Mehmet Boynukalın da baş imam olarak atanmıştır.
Ayasofya'nın cami olarak açılmasına sevindim. Yalnız baş imama rezerv koydum. Buraya atanacak imam için biraz özen gerekli. Ufku geniş aynı zamanda Türkiye mozaiğini bilen biri olmalı. Boynukalın lisans eğitimimi Ezher'de yapmış. Mısır ve Suudi Arabistan'a eğitim gören zevatın dini anlayışı biraz farklı olur, bize uymaz. Bizdeki fakültelerden biri atanabilirdi türünden şeyler yazıp çizdim.
Boynukalın atandıktan sonra rahat durmadı. Sosyal medyayı çok kullandı. Ne kadar tartışmalı konular varsa onlarla ilgili Tweet paylaştı: "Laiklik Anayasadan çıkarılmalı" dedi. 8 Mart kadınlar günü münasebetiyle "Kadın cinayetleri üzerinden erkek düşmanlığı pompalanıyor" dedi. Dedi oğlu dedi.
Boynukalın attığı Tweetlerle tartışmanın odağı haline geldi. Toplum Boynukalın üzerinden destekleyen ve karşı çıkanlar olarak ikiye bölündü.
Daha önce adı sanı duyulmayan, binlerce akademik ünvanlıdan biri olan Boynukalın kısa zamanda sosyal medyada meşhur oldu. Yüzlerle ifade edilen takipçi sayısı milyonu geçti. Karşı çıkanlar Hocayı tu kaka yaptı. Kendi işine baksın. Siyasi konulara girmesin dedi. Destekleyenler ise "Böylesi daha önce gelmedi. Konuşup yazmalı ve paylaşmalı. Boynukalın'ın arkasındayız. Hoca yalnız değildir" türünden hashtagler açtı.
O vakit, hoca yanlış yapıyor. Bulunduğu görevde birleştirici olmalı. Asıl görevi Ayasofya üzerine Tweetler atmalı. Halkı kutuplaştırmamalı. Siyasi ve güncele dair yaptığı paylaşımlar onu oraya getiren iradeye zarar verir. Üslubu da din görevlisi üslubuna yakışmıyor, gerekirse susmalı dedim. Böyle dedim diye destekçi kesim beni topa tuttu. Amacımı ve niyetimi sorguladı. Hoca ile ilgili yazdığım eleştiri yazılarına karşı çıkan yorumlar yazdılar.
Beni topa tutanlara, bugün hocanın arkasındayız, hoca yalnız değildir diyorsunuz ya yarın siyasi irade hocayı görevden alırsa, hocanın yine arkasında olursanız, yanınızdayım. Ama hiçbiriniz kalmayacak ve hoca unutulup gidecek dedim.
Dediklerimi yine dinleyen olmadı.
Laik seküler kesimin dışında Ak Parti grup başkanvekili Özlem Zengin de "Bu işler hocanın işi değil, hoca kendi işine bakmalı" diyerek rahatsızlığını ifade etti.
Karşı kesim eleştirinin dozajını artırdıkça hoca da destekçilerden aldığı güçle Tweet üzerinden eleştiri yapanlara "pamuk tıkayıverdi".
Sonunda Mehmet Boynukalın'ı Ayasofya’ya baş imam olarak atayan irade, görev süresi dolmadan hocayı görevden aldı. Gerçi Boynukalın, "Akademiye daha fazla zaman ayırmak niyetiyle istifa ediyorum" dese de işin iç yüzü öyle değildi. Görevden alınmıştı. Hatta Erdoğan'a görev süresinin bitimine üç ay var. Süreyi bekleyebiliriz denmesine rağmen Erdoğan alınsın dediği konuşuldu.
Hasılı, Boynukalın'ın Ayasofya’ya baş imamlığı 9 ay gibi bir zamanda son buldu. Adı sanı da anılmaz oldu.
Şimdi büyük ihtimalle fakültesinde hocalığına devam ediyor olmalı.
Sosyal medyayı baş imamlığında olduğu gibi yine aktif kullanıyor mu bilmiyorum. Bir milyonu geçen takipçisi Mehmet hocayı yine takip ediyor mu, bunu da bilmiyorum.
Bildiğim bir şey varsa Mehmet Hoca gündemde yok. Tweetleriyle gündem de oluşturmuyor ve tartışmanın odağında değil. Unutuldu gitti.
Aradan yıllar yılı geçmesine rağmen Boynukalın’ı bana hatırlatan ve yazı yazmaya iten sebep, “Boynukalın yalnız değildir. Arkasındayız” diye yazıp gürleyen destekçi kesimin Boynukalın’dan hiç bahsetmemesi. Mübarek unutuldu gitti. Kısa zamanda, kısa yoldan ulaşılan şöhret de birden son buldu.
Görünen o ki bir zamanlar Boynukalın’a destek veren kesim hocayı yalnız bıraktı, hoca yalnızlara oynuyor ve hoca yokluğa terk edildi.
Siz siz olun, bir tartışmanın odağı haline geldiğinizde veya getirildiğinizde, sosyal medyada sizinle ilgili destek açıklamalarına teşekkür edin ama o destekçilere pek güvenmeyin. Aynı zamanda söz ve eylemlerinizin doğruluğunu, zamanlamasını ve ortamını da sorgulayın. Hata yapmış olabilir miyim diye kendinize soru sorun. Şöyle davransaydın, daha iyi olurdu deyin. Çünkü bugün “Yalnız değilsin, arkandayız” diyen o kesimi, başınıza bir şey geldiği zaman yanınızda bulamayabilirsiniz. O yüzden söz ve eylemlerinize dikkat etmenizde fayda var. Sonra ne oldu arkamda bana çığ gibi destek verenler diyerek hayıflanır durursunuz. Bunun en güzel örneği de Sayın Mehmet Boynukalın’dır. Sonra demedi demeyin.

 
