Ana içeriğe atla

Sahte Bir Evlat ile Kırk Yıl

Çocukluğumda Yıldız KENTER, Hulusi KENTMEN, İzzet GÜNAY ve Selma Sar'ın başrollerini paylaştığı 1964 yapımı bir Türk filmi izlemiştim. İçeriği aklımda fakat başlığı bir türlü aklıma gelmemişti. Sonunda  internet marifetiyle filmin adını bulabildim:  “Ağaçlar ayakta ölür.”

İyi bir izleyici olsam da anlatmayı pek beceremem. Aklımda kaldığı kadarıyla film: “ Oğul ve gelinini trafik kazasında kaybeden bir anne ile babanın konaktaki yaşantılarını ele alır. Evlatlarından geriye kalan torun yaramaz mı yaramaz. Torun bir gün yaptığı hırsızlıktan dolayı bir tokat yiyince evi terk edip ABD’ye gider. Yıllarca torun hasreti içerisinde yanıp tutuşan büyükanne Yıldız KENTER içine kapanır ve sağlığı bozulur. Eşinin durumuna üzülen Hulusi KENTMEN bir müddet torununun ağzıyla mektuplar yazarak eşini mutlu etmeye çalışır... Bakıyor ki hanımı sahte mektuplarla mutlu oluyor, oyunu devam ettirmek ister: İntihar etmek üzere olan bir kızı kurtarır, onu yaramaz torununun hanımı olması için ikna eder. O esnada evi soymaya gelen İzzet GÜNAY’ı da kızın kocası ve torunları olduğunu kurgular. Yıldız KENTER, yıllar sonra torununun mimar olduğunu, evlendiğini ve yuvaya geri döndüğünü duyunca sağlığına yeniden kavuşur. Artık mutlu mu mutlu! Bu, onun için her şeye değerdi. Çünkü torunu yanındaydı. Her ne kadar torununun bazı davranışları hoşuna gitmese de, bazı hareketleri şüpheli olsa da evini soymak için gelen sahte birini uzun süre torunu olarak bağrına basar. Torunu bir hırsız çetesinin mensubu olsa da sahte mutluluğunu devam ettirir… Sonunda gerçek torun hiç akıllanmamış bir şekilde geri gelince oynanan oyun ortaya çıkar. Kadın yeniden can evinden vurulur…”

Bilmem filmi anlatmayı becerebildim mi? Siz en iyisi filmi yeniden izleyin. Zaten benim niyetim de film anlatmak değil. Ben günümüze gelmek istiyorum. Malum gündemimizde FETÖ var. Bu günlerde hepimizin gündemi bu. Oturup kalkıp yaptıklarını anlatıyoruz birbirimize…amma da kandırmışlar, gizlenmişler, şöyle-böyle yapmışlar diyoruz. Kimimiz kandık, kimimiz; ben hiç kanmadım, bunları biliyordum…diyoruz. Hani insan eşekten düştükten sonra akıl veren çok olur ya. Bizim ülkenin durumu da o. Ülke eşekten düşmüş. Oturup kalkıp ya FETÖ’ye kızıyoruz, ya da akıl vermeye devam ediyoruz. Niyetim kimseye akıl vermek falan değil. Mevcut durumu analiz etmektir. “Nurcular, Fethullahçılar, Hizmet hareketi, paralelciler…” gibi isimlerle günümüze kadar gelen hareketin şimdiki adı ‘FETÖ’dür. Şimdi filmi yeniden gözümüzün önüne getirelim. Filmde uzun süre evlat hasreti çeken bir kadının bu hasretini gidermek, bir nebze de olsa mutlu olmasını sağlamak amacıyla torunu olmayan birinin kendisine evladı gibi pazarlanması, kadının da bunu evladı bilmesi.

Bizim 15 Temmuz 2016 itibariyle yaşadığımız da bu filmin aynısı. Bu millet yıllardır kendilerini bu ülkenin asli unsuru görenler tarafından dışlandı, horlandı, zenci muamelesi gördü. Kılık kıyafeti dizayn edilmeye çalışıldı. Yaşantısına sınırlama getirildi. Hep sakıncalı piyade muamelesine tabi tutuldu… Bir taraftan bunlar olurken anne-babalarımız  yıllardır çocuğunu okutma hayali yaşadı. Hem okusun bir görev alsın, hem de dinini bilsin ki ardımdan bir Fatiha okusun, vatana ve millete hayırlı bir evlat olsun özlemini duydu. Vatandaş bu yapının bu ülkenin gerçek mayası olmadığını bildiği halde özlemini bunlarla giderdi. Çünkü bu yapı diğer cemaatlere benzemiyordu: Kendi kitaplarını okuyor, kendi hocalarını dinliyor, dini yorumlama biçimleri de farklıydı… Fakat millet farklı da olsa özlemini duyduğu eğitim-öğretim, dini yaşantı…bunlarda daha organize idi. Abi-abla şeması neredeyse ibadet aşkı içerisinde kendini gösteriyordu. Şimdilerde saha çalışması yaptıklarına inandığımız ev ziyaretleri, çocuklarımıza rehberlikleri bile hoşumuza gitmişti. Dünyada herkesin İngilizce konuştuğu bir ortamda düzenledikleri ‘Türkçe Olimpiyatlarında’ Türkçe şarkılar duydukça neredeyse kulaklarımızın pası siliniyor, gönüllere hitap ediyor, duygulandırıyordu. 140 ülkede açtıkları okulları nasıl açtılar diye içimize bir kurt düşse de bu görüntü hoşumuza gitti. Şimdi bazıları bu konuda sadece dindar-mütedeyyin insanlar kandı diye bıyık altından gülmeye çalışıyor. Erol MÜTERCİMLER: Ben kendimi bildim bileli Kemalist-solum. Bir gün ışıklar içinde yatsın Toktamış ATEŞ’in yanına vardım. Ona: ‘Hocam, üniversiteye niçin bizim gibi insanları almıyorsunuz da bu Gülencileri alıyorsunuz’ dediğimde bana: ‘Siz terörist ruhlusunuz. Bunlar iyi çocuklar’ dedi” şeklinde TV’de bir açıklamada bulunmuştu bu süreçte. Hasılı burada ister dindar, ister laik kim olursa olsun bu milletin büyük bir çoğunluğu özlemini duyduğu şeyleri bu yapıda görünce içine sinse de sinmese de kol kanat gerdi. Tıpkı Yıldız KENTER’in torun sevgisini bir hırsızı evladı bilerek sahte mutluluk duyması gibi. Bu milletin kanması da bu. Bu yapıyı bize pazarlayanlar iyi bir saha çalışması yaparak istediklerimizle vurdular bizi maalesef.

Film seyretmede üstüme yoktur. Ama anlatmada çok becerikli değilim demiştim yukarıda. Sanırım film anlatmadaki acziyetim yapıyı anlatmada da kendini gösterdi. Ama şunu söyleyeyim: Sizi bilmem ama ben ne anlatmak istediğimi  anladım sonunda. Fakat filmin sonunda evlat hasretiyle yanıp tutuşan büyükanne gerçek torununu evden kovar. Sahte torunu ve eşi evi terk edip giderler. Üstelik hayalini kurdukları evi de soymazlar...  Bu toprağa yabancı bu sahte evlatlar da çekip gitti. Film ile gerçek arasındaki fark: filmdeki sahte evlatlar pişmanlık duyuyor bir kadını kandırdık diye. Bizim gerçek hayattaki hain/sahte evlatlarımız ise tükürüklerimizi rahmet sandı. Üstelik giderken de bırakın pişmanlığı...üstümüze bomba yağdırarak gittiler. 

Biz yaralarımızı sararız sarmaya da, onlar yedikleri Osmanlı tokadını  unutmayacaklar.  21/08/2016

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde