Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Eğitim etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Ekim 2025 Çarşamba

Kirletmede Büyüğümüz Küçüğümüz

2000 öncesi Adıyaman Kahta İHL’de çalışırken, bazı öğretmenler sabah ilk teneffüste çayla birlikte simit yiyerek teneffüste kahvaltısını yapardı. Nazımın geçtiği bazı arkadaşlara, niye evde yapıp gelmezsiniz derdim. Onlar da “Sabah sabah evde kahvaltı yapasımız gelmiyor” derlerdi. Ben de onlara sabah sabah hanım kalkıp kahvaltı hazırlamıyor desenize derdim. Gülüşürdük. Şu yediğiniz simitlerin susamları masanın üstüne dökülüyor. Bari altına müsvedde bir kağıt koyun derdim. Koyan olurdu. Müsvedde yok deyip koymayan da olurdu. Haliyle simidin susamları dökülürdü.

Günlerin birinde dersim boş. Öğretmenler odasında oturuyorum. Simidini yiyen gitmişti. Temizlik görevlisi geldi odaya. Gençten bir arkadaştı. İsmi de galiba Yaşar idi. “Hocam, şu masanın üstüne bakar mısın? Ne biçim bırakmış öğretmenlerimiz. Masanın üstü susam dolu” dedi.

Benim de rahatsız olduğum bir konu olmasına, daha önce susamları için altına müsvedde bir kağıt koyun dememe rağmen öğretmenleri savunma adına, Yaşar Bey! Öğretmenler böyle kirletmezse burada sana ihtiyaç kalmaz. İşsiz kalırsın dedim. “Valla hocam, varsın işsiz kalayım daha iyi. Çünkü ben bu görüntüyü öğretmenlerimize yakıştıramıyorum” dedi.

Yaşar haklıydı. Ne edersin ki alacağı yoktu. Oturduğu yeri kirli bırakan maalesef eksik olmuyor bu toplumda.

*

2010-2012 yıllarında Meram ilçesine bağlı Çomaklı Mahallesinde ilköğretim okulunda çalışıyorum. Aralık ayı idi. Malumunuz aralık ayında çoğu okullarda yerli malı haftası kutlanır. Öğretmen nezaretinde sınıflarda etkinlik yapılır. Öğrenciler evlerinden getirdikleri nevale ile felekten birkaç saat çalarlar.

Öğretmenlerden gelen talep çerçevesinde şu şu saatleri kapsayacak şekilde planlama yapabilirsiniz. Yalnız sınıfı kirletmemeye özen gösterelim dedim. Tamam hocam, o iş bizde dedi şimdilerde müdür yardımcılığı yapan bir öğretmenim.

Yerli malı etkinliğinin yapıldığı gün, ilçede yapılan bir toplantıya katılıp ardından okula geldim. Sınıf ortamını göreyim, öğrencilere afiyet olsun diyeyim diye sınıfları dolaştım. “O iş bizde” diyen öğretmenin sınıfına da girdim. Sınıf ikinci kademe öğrencisi idi. Yalnız sınıf berbattı. Çekirdekler çitlenmiş, kabuğu yerlere atılmış. Mandalina kabukları hakeza.

Çocuklar! Afiyet olsun. Keşke yiyip içtiğiniz her şeyi yere atmayıp sıraların üstüne bir şeyler serip çöpünü oraya atsaydınız, çok iyi olurdu dedim. Öğrenciler bir şey demeden, öğretmenimiz, “Problem yok Hocam. Etkinlik bitince ben öğrencilere temizletirim” dedi. Hocam, bu şekilde bıraktırmazsınız. Temizletirsiniz. Eyvallah. Bu çocuklar bizim çocuklarımız. Bu çocuklara oturup kalktığı yeri kirletmeden kullanmayı öğretmeliyiz. Bu da eğitimin bir parçası. En azından yiyip içtiklerini rastgele yere attırmamak gerek. Çünkü bu öğrenciler burada yaptıklarını yarın bir başka yerde de yaparlar. Başlarında her zaman siz olmazsınız. Pis bir şekilde bırakıp giderler. Nasılsa temizleyen var diyecekler. Çitleyip yere tükürme, bu toplumda özellikle Konya’da çok yaygın. Park ve bahçeler çekirdek kabuğuyla dolu. Bu tür etkinliklerde sınıf batmaz mı? Batar. Sıralara konmuş içecekler varken sıranın itilmesiyle birlikte içecek dökülebilir. Bir öğrencinin elinde ayran varken bir başka öğrenci elindeki ayranı görmeden arkadaşının koluna dokunabilir. Kalabalık ortamlarda bu tür şeyler olabilir. Yere dökülen bu içeceğin üzerine basmadan öğrenciye temizletilebilir. Yani kasıt olmayan kirletmeye eyvallah. Ama bile isteye nasılsa temizleyeceğiz diye yere çöp atmayı uygun bulmuyorum diyerek sınıftan ayrıldım.

Bu iki örnek biri öğretmen diğeri de öğrenci olmak üzere okullardan. Yalnız tüm ortak yerleri kullanırken temiz bırakma kültürümüz bir türlü oluşmadı. Miting sonrası miting yerleri, piknik yapılan park ve bahçeler, semt pazarları da kirli bırakılan yerlerden. Bu iki örneğin ardından niyetim Konya semt pazarlarına değinmekti. Çünkü esas facia pazar yerlerimiz. Gördüğünüz gibi yazım uzadı. Bu konuyu da bir başka yazımda ele alayım.

27 Ekim 2025 Pazartesi

Nikahta Emeklilik Muhabbeti

Bugün bir nikah merasimine gittim. Salonun en arka tarafında bir kişilik yer buldum. Uzun süredir görüşmediğim birkaç ahbapla da hal hatır sorduk bu vesileyle.

Kucağında çocuğuna bakmakla görevli biri, "Emekli oldun mu" dedi. Çalışıyorum dedim. Ardından yaşımı sordu. "Yaşı bekleyecek misin?" dedi. Evet dedim.

Çocuğuna bakmaktan yorulmuş. Aynı zaman da dili şişmiş gayri. Bırakıvermedi emekli işini. Millet ön tarafta nikahını kıydı. Biz emeklilik muhabbetine devam ettik. Daha doğrusu dili şişenin dilini indirme işine yardımcı oldum.

"O zaman daha üç senen var" dedi. Öyle dedim. Bu arada matematik hesabı da kuvvetli.

"Ne zaman başlamıştın bu göreve" dedi. Şu tarih dedim.

"Aslında sizin emekli olmanız lazım. Şundan ki gençlere yol açılsın" diye. Maşallah, hem çocuğuna bakıyor hem nikah merasimini icra ediyor hem beni emekli etmeye çalışıyor hem de işsiz gençleri düşünüyor. Herkes bu kişi gibi olsa memleketin çözülmedik sorunu kalmaz. Görün de halinizden utanın, sizi kendine Müslüman tipler. 

Şu şartla emekli olurum. Yerime gelecekler ve siz, emekli olunca düşecek maaşımı, çalışırken aldığım maaşa denkleyecekseniz, hemen emekli olayım dedim. Olur, niye olmasın bile diyemedi.

Oldu olacak kabak tadı veren bu muhabbete bir nokta koyayım dedim. Aldım elime sazı: 

Bir taraftan emekli olanlar, aman emekli olma diye pişmanlığını ifade ediyor. 

SGK Genel Müdürü erken emeklilikten ve emeklilerin çokluğundan dert yanıyor, bir de emeklilerin uzun yaşadığına vurgu yapıyor. 

Diğer taraftan Çalışma Bakanı, 9 bin olan Bağkur’luların prim iş gününü 7200 güne indirme çalışması yapıyor. 

Siz de gençlere yol açsanız iyi olur diyorsunuz da sadece yaşadığımız şu şehirde değişik branşlarda 3 bin norm fazlası öğretmen var. Ben emekli oluversem, mevcut norm fazlası olanlardan biri yerime gelecek. Yani yeni gençler yine görev alamayacak. Ayrıca benim branşım bugünden itibaren mezun vermese, mevcut mezunları eritmek için 90 yıl gerekiyor. Kısaca mevcut çalışanlar tümden emekli edilse, atanma bekleyen gençler yine eritilemez. O yüzden gözüme bakıp emekli olmamı beklemeyin. Benden size ekmek yok dedim. Gülüştük. Mevzu bu şekilde kapanmış oldu.

65'i bekler miyim bilmem. Bildiğim, işime hakim olduğum müddetçe işime devam etmek. Gençler ve gençleri düşündüğünü ifade edenler hiç kusura bakmasın. Kanunen tamam, sen bundan sonra bize yaramazsın deyinceye kadar çalışma niyetim var. Elbette sağlığım elverirse.

İşin garibi gözü emekliliğimizde olanlar, hatta bunu diliyle ifade edenler, 65'ini doldurduktan sonra siyasete devam edip ülke yöneten veya ülke yönetmeye talip olanlara, yürümekte ve konuşmakta zorlananlara, yeter artık, emekli olun, gençlere ya da yeni yüzlere yer açın diyorlar mı? Dediklerini sanmıyorum. Çünkü onların gücü ancak bize yeter. 

65'i doldurduktan sonra ne yapar ne ederim bilmem. Bakarsınız, 65'i doldurduktan sonra belki siyasete atılırım. Öyle ya yapanlar benden iyi mi yapıyorlar. Üstelik siyasette yaşını başını almışsın, torun torba sahibi olmuşsun, çekil köşene denmediğine göre ben de rahat rahat siyasetimi yaparım. Bana sınıfı esirgeyenlere siyaset nasıl yapılırmış gösteririm. Görenler de biz bundan sınıfı esirgemiş, sınıfın sorumluluğunu almıştık. Eyvah, tüm ülkeyi yönetip tasarruf ve icraatlarıyla ülkenin tüm sorumluluğunu verdik.  O da kırıyor, döküyor desin. 

Sanırım ciddiyetimi anladınız. Zira şakam yok. Sınıfın sorumluluğu mu, ülkenin sorumluluğu mu? Seçin beğenin. Sonra biz ne yaptık demeyin. Çünkü son pişmanlık fayda vermez. 

25 Ekim 2025 Cumartesi

Okul Ziyaretlerinden Doğal Görüntüler

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’e ait yurdun değişik okullarında çekilmiş kısa videolar önüme düştü.

Belli ki Bakan dolaşıyor. Gittiği yerlerde mutlaka okul ziyaretleri yapıyor. Çoğu okullarda bayrak ve çiçekle karşılama görüntüleri, ziyaretlerin çat kapı olmadığını gösteriyor. Bazı karelerde açılış yaptığı da görülüyor.

Sayın Bakan’ın sınıf ziyaretleri, öğrencilerle hasbihali görülmeye değer. Çünkü hem öğrencileri hem de Sayın Tekin’i, diyaloglarında doğal gördüm. İşin içinde rol yoksa, doğallık varsa bu tür diyalog ve görüşmelere şapka çıkarırım.

Önüme düşen videolardan edindiğim izlenim, Bakan’ı kırk yıllık okullu gibi gördüm. Öğrencileri de akşam sabah Bakan’la oturup kalkan kişiler gibi gördüm.

Bu arada öğrencilerdeki özgüven görülmeye değer.

Bir öğrencinin “Evde ders, okulda ders. Bıktık” demesi güldürürken düşündüren türden. Öyle ya ders ders. Nereye kadar. Gerçi öğrencinin bu bıkkınlığına sınıf katılmadı.

Bir başka öğrenci, “Beni tanıdın mı” diyor Bakan’a. “Çıkaramadım. Nereden tanımam lazım” diyor Bakan. “Konferansta karşılaştık diyor” öğrenci. Gülmemek için kendimi zor tuttum. Şu var ki konferansta karşılaştığı öğrenciyi tanıyamaması Bakan için eksi puan. Öyle ya Bakan da olsa insan konferansta karşılaştığı öğrenciyi tanımaz mı?

Tekin’in ziyaret ettiği sınıflardan biri de Bakan’la mektup yazan ya da MEBİM (Milli Eğitim Bakanlığı İletişim Merkezi) aracılığıyla, Bakan’dan sınıfını ziyaret etmesi isteği. Bakan bu kız çocuğunun sınıfını da ziyaret ediyor. “Beni davet eden şu isimli öğrenci kimdi” diyor. Kız, “Benim” dedi. “İşte geldim. Var mı isteğin” dedi. Kız, “Üniversiteye hazırlanmak için Bakanlığın hazırladığı soruları dijital ortamda çözmek yerine yazarak çözmek istiyoruz. Böyle daha iyi öğreniriz” dedi. “Okul çıktısını alıp size versin” deyip isteği sıcağı sıcağına giderdi Bakan.

Bir başka öğrenci Bakan’a mektup yazmış. Kızın mektubuyla geldi sınıfa Bakan. Kız mektubunu almak istedi. Bakan, “Hatıra olarak bu bende kalacak” deyip mektubu geri vermedi.

Bir başka öğrencinin, “Sınavlar test olsa” isteğine, Bakan, “Atacaksın değil mi? Böyle daha iyi” diyerek her isteğe de evet demedi.

Bakan’a ait okul ziyaretlerinden birine bakınca, arka arkaya Bakan’la ilgili videolar gelmeye devam ediyor. Her birini buraya almam mümkün değil. Yalnız şu var ki her bir çekim kısa kısa mesajlar içeriyor.

Verilmek istenen mesajlar önemli olmakla beraber çekimlerde rötuşun olmaması imajı benim için daha dikkate değer.

Videolardaki pozitif görüntüsüyle Bakan’ın, öğrencilere önem ve değer atfettiği gözlerden kaçmıyor. Gelen mektupları bile göz ardı etmiyor.

Yine Bakan’ın her öğretmenler gününde her öğretmenin ismine hitaben, kaç yerde toplam kaç yıl çalıştığına dair kişiye özel bilginin ardından öğretmenler gününü kutlaması da hanesine artı yazan yönü.

Bir videoda istekte bulunan bir öğrencinin öğretmeni ya da idarecisi tarafından ayarlanmış imajı gözümden kaçmadı. Bu konuya eleştirel yaklaşarak değerlendireceğim. Sayfam bitti. Bunu da bir başka yazımda ele alayım.

22 Ekim 2025 Çarşamba

Dinsizleşmede Neredeyiz?

"Müslüman ülkeler arasında ateizmin en fazla yaygın olduğu tek ülke İran. Bizim temel felsefemiz şu: Tepeden dindarlaştırmaya kalkarsan, insanlar kökten dinsizleşir. Benim sloganı bu”. (Şaban Ali Düzgün)

Halihazırda Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı başkanı olan Şaban Ali Düzgün hocanın, “Benim sloganım bu” dediği tespitini yabana atmamak, üzerinde kafa yormak gerekir diye düşünüyorum.

Şaban Hoca’nın dinsizliğe örnek verdiği ülke hepimizin malumu. İran, bir İslam Cumhuriyeti. Ülke, Humeyni’nin 1979’da yaptığı devrimle birlikte mollalar tarafından yönetiliyor. Ülkede kadınların başörtüsü örtme zorunluluğu her ne kadar geçici olarak askıya alınsa da İslam Ceza Kanununun Hicap ve İffet yasası olan 638. Maddesinde yer alan baş örtme zorunluluğu kanunla zorunlu.

İran, kapalı bir toplum ve ülke. Ülkede ne derece İslam kanunları geçerli ne derece uygulanıyor, yöneticilerinin ne derece söz ve eylem birlikteliği söz konusu, bilinmez. Şu var ki başlar örtülecek ya da başlar açılacak şeklindeki bir kanuni düzenleme çağdışıdır.

Yine bilinen bir gerçek var ki İran sadece kendi ülkesinde İslam kanunlarını uygulayan değil, aynı zamanda rejimini de başka ülkelere ihraç etmeye çalışmıştı bir aralar.

İran halkı mevcut yönetimin yönetim anlayışından ve bazı şeyleri dayatmasından ne derece memnun? Bunu da test etme imkanımız yok. Şu var ki bir şekilde ülkemize yerleşmiş ne kadar İranlı kadın görmüşsem -belki istisnaları vardır- ama hiçbirinin başında başörtüsü yoktu. İçlerinde azımsanmayacak derecede dekolte giyineni de eksik değil. Bu demektir ki ülkesini bir şekilde terk eden, ülkesinde iken zorunluluktan kaynaklı başını örtenler, ülke dışına çıkınca başlarını açıyor. Demek ki zorla başı örtmek ya da zorla başı açmak çözüm değil. Olsa olsa pansuman ve polisiye tedbir olur. Bunun da süreklilikle bir alakası yok.

Meseleyi sadece başörtüsüne indirgemek istemiyorum. Çünkü bu konu salt başörtüsünden ibaret değil. Şu var ki adında İslam olan, İslami kanunlara göre ülkeyi yöneten bir ülkede dinsizliğin en fazla olması ve başı çekmesi manidar. Demek ki dayatma, baskı, kanuni düzenleme ya da eğitme çabası ters tepiyor. Kişiler belki de yönetenlerin bu niyetinden dolayı dinden soğuyarak çözümü dinden uzaklaşmada buluyor.

İran bizim komşumuz. Her ne kadar kapalı bir toplum olsa da “Komşuda pişen bize de düşer” misali, dini anlayışımız örtüşmese de bize ne kadar etki ettiği tartışılır.

Bir diğer husus, Şaban Hoca’nın tespiti sadece İran’ı bağlamaz. İran örneğinden hareketle “Tepeden dindarlaştırmaya” kalkışmak, dindar nesil yetiştirme çabası, pirince giderken evdeki bulgurdan olmaya, ava giderken avlanmaya benzer. Her ülkede böyle olacak diye bir kural olmasa da bu işin ters tepme riski daha yüksektir.

Kamuoyunda dillendirilen dindarlaşma niyetinin, insanımızı ve gençliği ne derece dindar yaptığı güzel bir araştırma konusu. Yalnız ülkede ateist ve deist sayısında özellikle gençler arasında yaygın olduğu da yüksek perdeden dile getiriliyor. Ülkemizde hemen hemen her konuda pek ve doğru dürüst araştırma yapılmadığından, ülkemizde dindarlaşma veya dinsizleşme oranının hangi boyutlarda olduğunu bilme imkanımız yok.

Şaban Ali Hoca’nın sloganına gelirsek, başta yöneticilerimiz olmak üzere Hoca’nın bu sloganına kulak vermesinde fayda görüyorum. Daha sonra ne ummuştuk ne bulduk demeyelim.

Burada, İran’da baskı var, bizde baskı yok. Mukayese yerinde değil denebilir. Elbette bizde baskı yok. Kılık kıyafet için herhangi bir düzenleme de yok. İsteyen açar isteyen kapanır. Kamusal alan ve kız öğrencilere uygulanan yasak da gerilerde kaldı. Ülkemizde dinsizlik de arttı iddiasında değilim. Ama kamuoyunda böyle bir izlenim olduğu da bir gerçektir. Bizde İran’daki gibi dinsizlikte bir artış yok demek de bir faraziyeden ibaret olur. Var veya yok konusunda bilgi sahibi olmak için sosyal bilimcilerin derinlemesine bir araştırma yapması kaçınılmaz görünüyor. Yine bu araştırmada dindar ya da dinsiz olmanın sebeplerini de öyle zannediyorum, kamuoyu merak eder. 

Hasılı, dinsizleşme ya da dinsizleşirmede veya dindarlıkta neredeyiz? Bunun sebepleri nelerdir? Üzerinde kafa yormaya değer. 

14 Ekim 2025 Salı

Sosyal Devletin Neresindeyiz?

Avrupa’da yaşayanlarla karşılaştığım zaman sorarım. Avrupa’da dilencilik var mı, yardımlaşma oluyor mu diye. “Dilenci olmaz. Yardımlaşma da yoktur. Çünkü kişinin aldığı maaş yeterli değilse, ilgili kişi bulunduğu yerin belediyesine müracaat eder. Belediye o kişilerin kirasının bir kısmını, elektrik, telefon, doğal gaz faturasını öder. Kişilerin durumuna göre belediye ya hepsini ya da bir kısmını karşılar” cevabını kaç kişiden birden aldım.

Elbette her belediyeye müracaat edene ilgili belediye yardım etmiyordur. Mutlaka o kişinin geliri ve gideri incelenir. Aldığı maaşın yeterli olmadığı ortaya çıkarsa, faturaları üstleniyordur.

Üç haftalığına oğlan Avrupa’nın 6 ülkesini gezdi geldi. Ona da dilenci gördün mü dedim. “Görmedim. Yalnız bir iki ülkenin bazı yörelerinde gizli gizli isteyen tek tük kişiler gördüm” dedi.

Hem gurbetçilerin hem de oğlanın anlatımından, Avrupa’nın sosyal devletin gereğini yerine getirdiği kanaatine vardım. Belki bazılarınız özenti diyecek ama Avrupa’nın bu durumuna gıpta ettim.

Bu durum niye bizde olmasın dedim. Ne de olsa biz de sosyal devletiz. Bu durum Anayasa ile garanti altına alınmış. Devlet Anayasanın bu amir hükmünü ne derece yerine getiriyor bilmiyorum. Ama bu ülkenin cadde, pazar, sokak, park, bahçe, iş yeri, cuma namazı çıkışı cami önlerinde, şurada, burada hep dilenen insanlar görünce, devletin sosyal devlet gereğini tam yerine getirmediğine bir örnek olsa gerek.

Her bir yerde dilenen dilenene. Market içlerine girdi dilenenler. Kasada ödeme yapan birinin yanına gelip “Ben de şunu alsam öder misin” diyenler bile var.

Ülkenin her bir yerinde bu kadar dilenen insanın olması, öyle görünüyor ki devlet, sosyal devlet olmanın gereğini ve sorumluluğunu vatandaşa havale etmiş. Adeta “Ey ihtiyaç sahibi muhtaç vatandaşım, bu millet hayırseverdir. Geçimini sağlayamıyorsan, iste. Bu millet isteyeni geri çevirmez. Az, çok verir. Sen de işini böylece çıkarırsın” diyor. Ha bu demek değildir ki devlet hiç vermiyor. Belediye, kaymakamlık, vakıf ve dernekler aracılığıyla harçlık mesabesinde yardım yapılıyor. Ama bunun yeterli olması mümkün değil. Üstünü de dilenen kimsenin ya da insanımızın maharetine bırakıyor.

İhtiyacı olan ihtiyacı kadar dilense, buna da gam yemeyeceğim. Dilenmeye bir başlayınca, baktı ki işler iyi gidiyor. Dilenciliği meslek haline getiriyor bazıları. Nasılsa kimsin, necisin diyen yok.

Ya muhtaç olduğu halde isteyemeyen ve dilenemeyen ne yapacak? Bu durumda olan insan sayısı da az değil. İnanın, ölseler asla dilencilik yapmazlar.

Şu bir gerçek ki bu toplumda sosyal adalet dengesinde bir denge yok. Zenginimiz çok zengin. Fakirimiz de çok fakir. Zengin paraya para demezken fakir de evine ekmek götürmek ve ay sonunu getirmek için çabalayıp duruyor.

Zenginimizin hepsi olmasa da bir kısmı zekât, fitre ve sadakalarıyla tanıdığı ve bildiği fakirleri desteklemeye çalışıyor.

Kimimiz, ülkede ve akrabaları arasında ihtiyaç sahibi olduğunu ve yardımda en önce yakından başlanması gerektiğini bildiği halde zekât ve sadakasını yurtdışına, özellikle Afrika’daki fakirlere, yardım kuruluşları eliyle gönderiyor.

Evine et götüremeyen fakirimiz olduğu halde nicedir kurban bağışları belki de sudan ucuz olduğu için yine cemaat, vakıf ve dernekler aracılığıyla yurtdışına gönderiliyor.

Yine belli ortamlarda ihtiyaç sahibi birinin ihtiyacını karşılamak için birinin aracılık etmesiyle yardım toplandığı da bir vakıa.

Camilerde sergi zaten beş vakit namaz gibi sanki Allah’ın emri oldu. Cuma sonraları sergi açmak vakayıadiyeden oldu. Kah Kur’an kursu öğrencilerinin ihtiyaçlarını ve giderlerini karşılamak kah üniversitede okuyan öğrencilere burs vermek kah cami ve Kur’an kursu yapım ve onarım kah şuraya yardım gerekçesiyle aşağı yukarı her cuma sergi açılır oldu. Bir önceki başkan zamanında cuma sonrası yardım pek es geçmedi. Yeni başkanın ilk haftasında yardım toplanmadı. Bakalım yeni başkanın yardım sergisi konusunda tasarrufu ne şekilde olacak, bunu da yakın zamanda öğreniriz.

Yardım toplayan ve yardım yapan değişik isimlerde bol miktarda vakıf, dernek var. Hem yurtdışı hem yurtiçi faaliyetlerde bulunuyorlar.

Deprem vb. doğal afet olur, devlet de bir taraftan yardım toplama yoluna gider. Hoş, devlet öncülük yapmasa da deprem gibi durumlarda insanımız elinden gelen yardımı arkasına koymaz.

Maaş anlaşması sonucu hesabına üç beş kuruş promosyon anlaşması geçeceği anlaşılır. Hemen “Hocam, kullanmayacaksanız, bir ihtiyaç sahibi var. Ona verebilirsiniz” diye daha promosyonu almadan alt yapıyı oluşturan insanımız da var.

Hasılı, içimiz dışımız yardım toplamak, yardım vermek, yardıma aracılık etmek dense yeridir. Bir ülkede aynı amaca hizmet eden bu kadar yardım kuruluşunu çok sağlıklı görmüyorum. Cadde, sokak her bir yerde dilenen insanları görünce içim gidiyor. Nerede bu devlet diyorum. Oturduğun bir yerde, “Bir tanıdığım var. İhtiyaç sahibi. Zekatınızı, fitrenizi verebilirsiniz” şeklinde aracılık yapanları gördükçe aracılıklarını takdir etmekle beraber ülke insanının bu şekilde yardımla geçinmesini işitmek zoruma gidiyor.

Vali ile yaptığı bir toplantı sonrası üniversite kazanan bir öğrencisi için validen burs ve kalacak yer isteyen okul müdür yardımcısını da hatırlıyorsunuz. Vali hemen el koymuştu bu işe. Bu hareketleriyle hem vali hem de öğretmen vatandaş nezdinde takdir topladı.

Yardımlaşmak güzel. Bir ihtiyaç sahibinin ihtiyacına destek olmak güzel. Çünkü bir şey paylaştıkça güzel olur. Bu konuda vatandaşın hamiyetperverliği takdire şayan. Bir şekilde muhtaca az veya çok derman olmaya çalışıyor.

Vatandaşın yardımseverliğini takdir etmekle beraber Anayasasında sosyal devlet olan devletimiz sosyal devletin neresinde? Tüm bu yardım, dilenme, isteme ve yardımlaşma örneklerini görünce, öyle görünüyor ki sosyal devlet olan devletimiz vatandaşı kendi haline bırakmış. Ülkenin hamiyetperver insanları bunları görür, gözetir. Benim yapmam gereken sosyal devlet görevini insanımız yerine getirir demek suretiyle vatandaşı yine vatandaşına havale etmiş görünüyor. Kısaca devlet bu görevini yapmıyor, belki de yapmak istemiyor belki de yapamıyor.

Bence istemek, dilenmek, birinin ihtiyacını gidermek için birilerinin kapısını çalmak kadar zor bir şey yok. Devlet bu görevini yapmayınca birileri aracılık ediyor, birileri dilenciliğe yöneliyor. Aşağı yukarı her türlü ihtiyaç vatandaş eliyle giderilmeye çalışılıyor.

Bu tür yardımlaşma, sadaka devleti, sadaka ülkesi ve sadaka insanı olduğumuzun ve sosyal devlet olamayışımızın bir göstergesi. Ne yapıp ne edip devlet sosyal devlet olduğunu hatırlamalı ve gereği için ne yapılması gerekiyorsa alt yapıyı oluşturmalı. Vatandaş ihtiyacını devlet eliyle karşılamalı. Vatandaş eliyle birilerinin yardım ve hasenatıyla geçinen insanların onurunu da düşünmek lazım. İhtiyacı devlet eliyle karşılanan vatandaşın başı dik olur ama eş dost aracılığı ve onların yardımıyla geçimini sağlayan kişilerin boynu bükük olur, onurları zedelenir. Tabiat boşluk kabul etmez. İşte bu boşlukları devlet doldurmalı. Vatandaşını namerde muhtaç etmemeli.

Bunu tespit yani muhtaçları tespit zor olmasa gerek. Vatandaşlık numarasıyla her bir vatandaşın geliri belli. Ülkenin asgari geçim miktarı da belli. Kimin geliri asgari giderini karşılamıyorsa, bu kişi bakıma muhtaç demektir. Vatandaş devlete başvurmadan devlet vatandaşına ulaşmalı. Senin şu şu ihtiyaçlarını ben karşılayacağım demeli. Vatandaşa destek olma konusunda devlet adaleti öncelemeli, eşitliği değil. Mesela doğal gaz ve elektriğe devlet desteği veriyor. Bu desteği zengin, fakir demeden herkese veriyor. Bu olmaz. Yine okul kitaplarını ayrım yapmaksızın her öğrenciye ücretsiz veriyor. Devletin bu eşitlikçi anlayışı zulümdür. Geliri giderini karşılamayanın kitabını karşılar, diğerlerinden ücretini alır. Yine ÖTV ve KDV dediğimiz dolaylı vergi her vatandaştan aynı oranda alınıyor. Bu da zulümdür. Halbuki yardıma muhtaç, yardım alan kimsenin ödediği oranla zenginin ödediği oran aynı olmamalı.

Devletin yapacağı çok iş var. İlk önce cadde, pazarda dilencilik yapanlara el atmalı. İhtiyaç sahibi ise ihtiyaçlarını dilenmeye ihtiyaç hissetmeyecek şekilde karşılamalı. Meslek haline getirenlere yaptırım uygulamalı.

Camilerde sergi işine son noktayı koymalı. Cami, kurs vb. yerlerin her türlü ihtiyaçlarını gidermek için ödenek ayırma imkanı yok ise gerekirse, inanç, din, cami adı altında vergi koymalı. Bu vergiyi sadece Müslümanlar vermeli. Cami, kurs yapım, onarım ve diğer ihtiyaçlar bu vergi aracılığıyla karşılanmalı. Gerekirse zekât fonu adı altında Diyanet bünyesinde bir fon kurulmalı. Zekata tabi Müslümanlar bu fona zekatlarını vermeli. Verilen bu zekatları vergiden düşmeli. Bu toplanan zekât, sadaka da tek elden toplamalı ve komisyon nezaretinde yerli yerince kullanılmalı.

İsterim ki her türlü yardım kayıt altına alınmalı. Kim, nereden, ne kadar faydalanıyor belli olmalı. Devlet kurumları aracılığıyla kimlerin muhtaç olduğunu belirledikten sonra tek elden sağlıklı bir şekilde harcamalı. Her türlü yardım dijital ortama aktarılmalı. Ülkenin yardım kaynakları yerli yerince kullanılmalı.

Kısaca ülkem sadaka devleti, sadaka ülkesi olmasın. Hiçbir vatandaş yardım gelecek düşüncesiyle başkasından bir şey beklemesin. Her şeyi devlet eliyle giderilsin. Sanırım sosyal devlet denilen bu olsa gerek.

Devlete yön verenlerden sosyal devlet olmanın gerekliliği istemek vatandaş olarak hakkımız. Çok geç kaldık. Yine de nereden başlanırsa kâr diye düşünüyorum.

12 Ekim 2025 Pazar

Hz Ömer ve Biz

Yaşıtım olup dindar ve mütedeyyin camia içerisinde büyüyenler, Kur’an kursu, imam hatipte okuyanlar, cemaat yurdu veya evinde kalanlar bilirler.

Zaman zaman genç abilerimiz piyes çevirirler. Bizler de bu piyeslerde seyirci olarak yerimizi alırdık.

Piyeslerin konusu genellikle Hz Ömer olurdu. Kah Koca karı ile Ömer konusu işlenir, yönetim anlayışında Ömer adaletine dem vurulurdu. Piyesçi gençler, ilhamını Mehmet Akif Ersoy’un şiirlerinden alırdı. Devlet yöneticisine öyle yük yüklenir öyle sorumluluk verilirdi ki “Kenar-ı Dicle’de bir kurt aşırsa koyunu/Gelir de Adil-İlahi sorar Ömer’den onu” beytinin üzerine vurgu üzerine vurgu yapılırdı. Verilmek istenen, “Biz İslamcılar yönetimi devralırsak, adalette Hz Ömer’i idol kabul ediyoruz. Haydi getirin bizi. Ülke nasıl adaletle yönetilir, bir görün” mesajı idi.

Yine bir piyeste, hutbe irat eden Hz Ömer’in şu enstantanesi işlenmişti. Hutbede Hz Ömer cemaate, “Ey halkım, ben ülke yönetirken hata yaparsam beni kim düzeltir” şeklinde bir soru sorar. Cemaatten biri de “Seni şu kılıcımla düzeltiriz” cevabını verince, böyle bir cemaati olduğu için Hz Ömer Allah Teala’ya hamdü sena eder. Bu enstantaneyi izleyen biz seyirciler de coşardık. İşte biz böyleyiz. Öyle ya içimizden biri devleti yönetir, yönetirken bir hata yaparsa, biz o hatayı düzeltiriz. Devlet böyle yönetilirse, kolay kolay hata ve yanlış yapılmazdı. Halkın yönetime iştiraki, halkın devleti yönetenleri denetiminden başka bir şey değildi bu.

Konu Hz Ömer’den açılmışken yine Hz Ömer’in her hac mevsiminde halkın önünde valilerinden şikayetçi olan insanları dinlediği ve herkesin gözü önünde kırbaçladığı tarih kitaplarımızda yazar.

Yine bir gayrimüslimin arazisine el koyan bir valiye, kemik üzerine yazdığı yazı da Hz Ömer’in adaletini göstermeye değer.

Adalete o kadar susamışız ki aşağı yukarı her ailede Ömer ya da Ömer Faruk ismi verilir. Ad aldığına çeksin, adil olsun murat edilir.

Bu yazdıklarımın çoğu piyes olarak oynandı geçmişte.

Her biri üzerinde durmayacağım. Yalnız hepsi, adalet konusunda İslami camiada çıtanın çok yükseltildiğine birer örnek olduğunu söyleyebilirim.

Bugün geçmişte piyeslerde vurgulanan adalet duygusunun neresinde olduğu üzerinde durmayacağım. Şöyledir, böyledir demeyeceğim. Yalnız ortaya konan yüksek çıtanın bu membadan su içen çoğu kimse için bir hayal kırıklığı olduğunu söyleyebilirim. Kısaca adalet bizim yitiğimiz. Sadece ülkemizde değil, tüm halkı Müslüman olan ülkelerin başat sorunudur adalet. Bugün piyesleri çevrilmese de adalete olan özlemimizden olsa gerek, adalet aramaya devam ediyoruz. Çünkü adalet denen şeyin şişede durduğu gibi ya da kitaplarda yazıldığı gibi yahut piyeslerde oynandığı gibi olmadığı bir gerçek.

Yazıya başlarken adalet üzerine bir yazının ortaya çıkacağına hiç ihtimal vermiyordum. Ama çalakalem kalemim beni buraya sürükledi.

Her şeyden geçtim. Yaşadığım hayal kırıklığından dolayı adalet bile beklemez oldum. Yalnız şunu söyleyeyim. Hz Ömer’i kılıçla düzeltmeye kalkan sahabiye bir parantez açmak istiyorum. Yapılan yanlışlıkları kılıçla düzeltmekten geçtim. Yanlış, hata, huzursuzluk adına her ne derseniz, bunlara yanlış denmesine bile tahammül yok. Ne zaman olumsuzlukları ele alan bir yazı kaleme alsan, vay efendim, nasıl böyle yazar? Karşı mahalleye şirin gözükmeye çalışıyor. Yakıştı mı böyle bir yazı? İyice değişti, savruldu. Halbuki karşı taraf böyle mi yapıyor? Her türlü alavere ve dalavereye rağmen desteğine devam ederken aynı membadan su içtiklerimiz en ufak bir şeyi insafsızca eleştiriyor deniyor. Bu kafa yapısına göre Hz Ömer’i herkesin içinde kılıcıyla düzeltmeye çalışmak yanlışmış. Hz Ömer de “Böyle dedim diye herkesin içinde bana bunu nasıl söylemeye cüret edersin, dememiş.

Merak ediyorum, dava dava diye her türlü yanlışı yutmak, savunmaya kalkmak mı savrulma, yanlışları ortaya koymak mı savrulma. Bizden diye sesi çıkarmamak yakışıyor mu bize deneceği yerde seni yerden yere vurmayı marifet biliyor.

Unutulmasın ki yapılan yanlışları ortaya koymak, her mahallenin birinci görevi. Herkes mahallesini temizlemekle sorumlu. Kimsenin karşı mahalleyi düzeltme imkanı yoktur. Herkes kendine bakacak. Bunu da şöyle bir örnekle açayım. Benim çocuk ile yan komşunun çocuğu kavga ediyor. Üzerlerine ben geldim. Yapacağım şey, önce kavgayı aralamak. Ayrılsınlar diye ilk tokadı kendi çocuğuma atmaktan ibarettir. İlla tokat atılacak diye bir şey yok. Çünkü en güzeli kavgayı tokatsız aralamak. Ama öyle girmişler ki aralamak ne mümkün. Birini tutuyorsun, diğeri coşuyor. Son çare tokattır. İlk tokadı da haliyle kendi çocuğumuza vuracağız. Sonra komşunun çocuğuna. Gören diyecek ki ilk tokadı çocuğuna vurdu. Ki gücüm de çocuğuma yeter. Çocuğuma tokadı atmam, ondan nefret ettiğim, onu çizip attığım anlamına gelmez. Yok, ben ilk tokadı çocuğuma değil komşu çocuğuna vururum diyorsanız, zaten bazılarımız en iyi yaptığı bu. Bunun sonucu da ortada. Kan davasına varan bir kutuplaşma. Ben bunda yokum, bilesiniz.

Bilmem anlatabildim mi? Umarım derdimi anlatabilmişimdir. İnşallah, beni bir kişi anladı. O da yanlış anladı demem.

Coca Cola ve Pepsi'ye Dair (2)

Geçen hafta bir sınıfa girdim. Yoklamayı alıp derse geçeceğim. 

Bir öğrenci söz aldı: "Hocam, geçen hafta arkadaşlar benden Cola ikram etmemi istediler. Getirdim. İzin verirsen herkese birer bardak verebilir miyim" dedi. Gencin önünde iki adet 2,5’luk pet şişe vardı. Cola mıydı, Pepsi miydi, dikkat etmedim. Haydi, dökmeden, hızlıca ikram et dedim. Genç, "Sizde içmek şartıyla" dedi. İyi, tamam olsun dedim. İki elden pet bardaklara doldurularak 30 kişilik sınıfa ikram edildi. Benim masaya da koymuşlar. 

Herkes içip bitirdikten sonra delikanlı, kesene bereket. Cömertliğin daim olsun. Yalnız bu içecek yerine alternatif içeceklerimizden ikram etseydin daha iyi olurdu. Bir de bu iki içeceğin içinde ne varsa bağımlılık yapıyor. Kendinizi bu içecekten uzak tutmanızda fayda var. Üstelik anlık içimin dışında vücudunuza olumlu bir katkısı da yok dedim. "Tamam, hocam, teşekkür ederiz" dedi. Ardından derse geçtik.

Konuyu dağıtma niyetim yok. Üstelik daha sadede gelmedim. Konu anılara geçince bir anım daha aklıma geldi. Bunu da paylaşmak isterim. 2002 yılında Adana'ya tayinim çıktığında il emrine verilmiştim. Çünkü o zamanlar nokta tayin yapılmıyordu. Şurası mı olur, burası mı derken Allah vere de Pozantı olsa da Konya'ya yakın olsam diyordum. Bir arkadaş, “Pozantı'yı boş ver. Adana merkez olsun. Ben birini ayarlayayım” dedi.

Ağustos ayı idi sanırım. Bindim otobüse, Adana'ya vardım. Beni gençten biri karşıladı. Pepsi'de üst düzey bir yönetici imiş. Beni arabasına aldı. Daha önce randevuyu ayarlamış. Seyhan İlçe Milli Eğitim Müdürü ile görüştürdü. Durumumu anlattı. Müdür de tayinleri biz yapmıyoruz. İldeki falan müdür yardımcısı yapıyor. Onunla görüşeyim dedi. Yanımızda iken il müdür yardımcısını aradı. İsmimi ve branşımı verdi. "Bu arkadaşı il merkezinde değerlendirebilir miyiz" dedi. Müdür yardımcısı, "mümkün değil. O branşa il merkezi dolu" dedi.

Müdürden müsaade alıp çıktık. Çıkarken "Atamalar ağustosun ikinci haftasından sonra yapılır. O zaman bir daha uğrayın. Tekrar rica edeyim sizin için" dedi. Teşekkür edip ayrıldık. Benim için randevu, görüşme, sağa sola getirip götürme işiyle uğraşan Pepsi yöneticisine teşekkür edip ayrıldım.

Yeri değil ama antrparantez söyleyeyim. Benim tayin Adana merkez oldu. Tabii araya birilerini koyarsan, olur, niye olmasın dediğinizi duyar gibiyim. Öyle olmadı. Zira torpil falan işlemedi. Çünkü ben Ağustos ayında torpil ararken meğerse ildeki güzel bir okula benim tayinim 4 Temmuzda yapılmış. Nasıl olduysa artık. Yani ben haybeye Adana'ya gidip görüştüm. Yerim belli iken Adana merkez olsun diye uğraşmışım. Benim torpil böyle. Torpil isterseniz, ben buradayım.

Araya anılarımı da katmamın sebebi ister Coca Cola ister Pepsi ister Cola Türka olsun söylediğim içeceklerin menşei ABD ve Japonya da olsa bu içecekler ve türevleri bu ülkede üretiliyor. İnsanımıza az veya çok istihdam sağlıyor. Çünkü işçisinden yöneticisine varıncaya kadar bu fabrikalarda bu ülkenin insanı çalışıyor. Her biri de bu fabrikalardan aldığı maaşla geçimlerini sağlıyor.

İş bulmak, bulduğu işte çalışmak bu ülkede zor. Özellikle genç nüfusta işsizlik had safhada. Özellikle Pepsi ve Coca Cola şirketlerinde çalışanların çoğunun elinde imkan olsa bu fabrikalarda çalışmaz. Çünkü bu iki ürün bizde boykot listesinin en başında yer alır. Belki bu şirketlerde çalışan insanlar içerisinde bu içecekleri boykot ettiği için içmeyenler de var. Ama eli mahkum burada çalışmaya. Sadece buralarda değil, bankada, bar, meyhane ve içki fabrikasında bile çalışan insanımız var. İçki içmediği halde Hollanda'da bir içki fabrikasında çalışan asker arkadaşım bir gurbetçimiz var. (Devam edeceğim) 

5 Ekim 2025 Pazar

Kaliteyi Düşürmenin Garanti Yolu

29.09.2014 tarihinde sosyal medyada yazıp paylaşmışım. Anılar bölümünde yeniden karşıma çıktı: "BİR ŞEYİN SAYISINI NE KADAR ARTIRIRSANIZ KALİTEYİ O KADAR DÜŞÜRÜRSÜNÜŹ.

ASIL OLAN NİCELİK DEĞİL NİTELİK  OLMALIDIR.

DUYGULAR AKLIN ÖNÜNE GEÇMEMELİDİR.

UNUTULMAMALI Kİ CEHENNEMİN YOLU İYİ NİYET TAŞLARIYLA DOLUDUR.

NEFRET ETTİĞİNİZ İNSANLARIN YAPTIKLARININ TERSİNİ YAPMAK HER ZAMAN DOĞRU YOLA GÖTÜRMEZ İNSANI.

İFRAT VE TEFRİTTEN UZAK DURMAK GEREKİR.

YAPTIKLARINIZIN ACI SEMERESİNİ 20 YIL SONRA GÖRÜRSÜNÜZ.

BİZDEN SÖYLEMESİ..." demişim.

Büyük harfle yazmak hiç prensibim değil. Nedense büyük harfle yazmışım. Belki dikkat çeksin diye belki kızgınlığımı ifade etmek için belki de telefonumun tuşlarının marifeti. Çünkü bazen yazmaya başlıyorsun. Geriye dönüp bir baktığın zaman klavyenin büyük harfle yazmak üzere ayarlandığını öğrendiğin zaman yazmada epey mesafe kat ettiğini anlıyorsun. Telefon üzerinden bir de büyük harfi küçük harfe dönüştürme maharetin yoksa silip yeniden yazmak üşengeçliğime gelmiş olabilir. Bir de çalakalem yazarken silip aynı yazdığımı yazmam her zaman mümkün olmayabiliyor.

Büyük harflerle yazıp paylaştığım bu yazı her durum için genel geçer bir kural ise de ben bu paylaşımı İHO ve İHL'ler için yapmıştım.

Biraz geriye dönüp olup bitene bakarsak bu okullarla ilgili ne demek istediğim daha iyi anlaşılır. 

Malumunuz 2012-2013 öğretim yılından itibaren zorunlu eğitim 4+4+4 şeklinde 12 yıla çıkarılmıştı.

12 yıl mecburi eğitim yanlıştı. Bir çırpıda oldu bittiye getirildi. Özellikle lisenin zorunlu tutulması her yönüyle hataydı. Eleştirilere kulak tıkandı. Üstelik kademeli geçişten ziyade aynı anda okuyan tüm öğrenciler 12 yıl zorunlu eğitim kapsamına alındı.  4+4+4 denince sanıldı ki dört dörtlük bir eğitim olacak. Olmadı. Aradan 13 yıl geçti. Şimdi lise kaç yıl olsun anketleri yapılarak lise eğitim kademesinin aşağıya çekilmesi düşünülüyor.

8 yıl zorunlu eğitimle birlikte had safhaya ulaşan ara eleman ihtiyacı 12 yıl ile birlikte iyice belirginleşti. Devlet kaç yıldır sanayinin ara eleman ihtiyacını karşılamak için Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) aracılığıyla teşvik veriyor. Teşvik denilen rakam da az değil. 15 yaşından gün almış, liseyi MESEM'de okumak isteyen her öğrenci için 2025 rakamıyla 6630 lira aylık teşvik veriyor. Bu miktar 12.sınıfta yarı asgari ücrete çıkıyor. Bu rakamlar her yıl ocak ayında yeniden güncellenmekte. Kısaca dün bedava denecek bir maaşa yani harçlığa kalfa ve usta yetiştirilirken şimdi üste para vererek kalfa ve usta yetiştiriyoruz. Bu konu ayrı bir konu. Ben esas sadede geleyim.

2012-2013 öğretim yılıyla birlikte imam hatiplerin orta kısmının da açılmasına imkan verildi. Diğer okul türlerinin önünde ortaokul açmalarının önünde bir engel yoktu ama ticaret ve endüstri mesleklerin bile orta kısmı açılmadı.

İmam hatip ortaokulları (İHO) ve imam hatip liseleri çok sayıda ve bol miktarda açıldı. İşte bu uyarıyı büyük harflerle yapma gereğini de o zaman duydum. Sadece yazmakla kalmadım. Eş, dost ve bulunduğum ortamlarda dile getirdim. Yapmayın. Bu kadar bu okulları açmayın. Hazır katsayı engeli de kalktığına göre bir yere makul sayıda bu okullardan açın. Kaliteyi yakalayın. Yerine yenisini açın. Her yere mantar biter gibi bu okullardan açarsanız, yarın bu okullar genel lise işlevi görür, her tip öğrenci buralarda okur, bu okullara leke getirecek öğrenciler mezun olur. Böyle olunca halkın gözünde bir yeri olan bu okulları ayağa düşürürsünüz. Çünkü bir şeyin sayısının çok olması, kaliteyi düşürür. Yapmayın dedim.

Hak verenler sessiz kaldı. Sesi gür çıkanlar ise "Bu adam ne diyor? Üstelik hafız, imam hatip mezunu. Bir de ilahiyatçı. İmam hatip sayısından şikayetçi. İmam hatip düşmanı bu" dediler.

Kısaca, bunların gözünde imam hatip düşmanı oldum. 

Geldiğimiz noktada daha aradan 20 yıl geçmedi. 13 yıl olmuş. Sayılı pek az imam hatip dışında çoğu imam hatiplerde istenen kalite yakalanmadı. Bazı İHL'ler öğrenci kaydı olmadığı için başka okul türüne dönüştürülmek zorunda kalındı. Kapatılmayan bazı İHL'lerde ise öğrenci sayısı her geçen yıl daha da düşmektedir. Proje ve sınavla öğrenci alan İHL'lerde mevcut sayısında bir sıkıntı yaşanmazken sınavsız öğrenci alan bazı İHL'lerde mevcut sorunu var.

Olacağı belliydi. O zamanlar sakalım yoktu ki onları ikna edebileyim. Hoş, şimdi de yok sakalım. 

Ne edelim ki biz buyuz. Yarını ve geleceği düşünmeden, bir şeyin önünü ve arkasını hesaba katmadan karar veriyoruz. Uygulamaya geçiyoruz. Sonuç ise malum.

Ah şu imam hatip düşmanları yok mu? 

4 Ekim 2025 Cumartesi

Dürüstlük Temel Felsefemiz Olmalı

Konya’nın yakın bir ilçesinde 2005-2010 yılları arasında beş yıl görev yaptım. Konya’daki liseleri kazanamayan öğrenci ve veliler yakın diye ilçedeki okulu tercih ederlerdi. Okulun 200 öğrencisi varsa 150 tanesi Konya’dan gelirdi.

Hiç zorlama ve baskı altında kalmadan ilçe okulunu tercih eden velileri pek memnun etmek mümkün değildi. Kayıt için geldikleri zaman ahiret soruları gibi sorular sorarlardı:

“Okulunuzda öğle yemeği çıkıyor mu”,

“Okulunuzda dört yıllık fakülteyi kazanan kaç öğrenci var?”,

“Okulunuzda tıp fakültesini kazanan öğrenci var mı?”,

“Okulunuzun servisi var mı?”,

“Servis falan bölgeden geçiyor mu?”,

“Servis ücreti ne kadar?”,

“Siz olsanız, çocuğunuzu bu okula verir miydiniz?”,

“Öğretmenleriniz nasıl?”,

Türünden evde kalmış kız muamelesi görür, böyle sorulara muhatap olurdum.

Her bir veliye dilimin döndüğünce cevap verirdim.

Ben olsam çocuğumu bu okula vermezdim. Çünkü servis parasını göz önünde bulundururdum. Gider mahallemdeki okula verirdim. Bu okul ilçenin sınavla öğrenci alan okulu ise il merkezinin sınavsız öğrenci alan okulu gibidir. Okulu ve öğretmenleri nasıl diye soruyorsunuz ama çocuğum nasıl sorusunu sormuyorsunuz. Çocuğunuz çok iyi, Konya’daki okulu kazandı da buraya getirmiş değilsiniz. Talep olursa, öğle yemeği veririz. Daha önce öğle yemeği verdik. Zamanla talep düştüğü için yemek vermeyi bıraktık. Servisimiz var. Şu şu güzergahları takip ediyor. Fiyatı şu kadar. Dört yıllık fakülteyi kazanan şu kadar öğrencimiz var. Bu oran yüzde 60’a tekabül ediyor. Çocuğunuz iyi ise öğretmenlerimiz iyi bir terzi. Kumaşa göre elbise dikerler. İşte önümüzdeki masada hangi öğrenci nereyi kazanmış listesi var. Buradan bakabilirsiniz. Bugüne kadar bu okuldan mezun olup da tıp fakültesini kazanan bir öğrencim var. Bu da bir yıl bekledikten sonra kazandı. Niçin tıp fakültesi fazla çıkmıyor? Çünkü gelen öğrencilerin çoğu sözel ve Türkçe Matematik öğrencisi. Haliyle tıp kazanan fazla çıkmıyor. Bu arada çocuğunuz Meram Anadolu Lisesini kazanmış olsa, o okula gidip bana sorduğunuz soruları soracak mıydınız? İsterseniz kaydı yaptırın. Baktınız memnun kalmadınız. Konya’daki sınavsız okullara nakil alırsınız şeklinde izahlar getirirdim.

Okulumun fotoğrafını olduğu gibi yansıtırdım. Yansıtırken okulu olduğundan farklı göstermedim. Her veliye ben her şeyi söyleyeyim ki sonradan, hocam, okulunuz dediğiniz gibi çıkmadı diye bana gönül koymayın, şok da geçirmeyin derdim.

Tek tük kayıt yaptırmaktan vazgeçen veli olsa da büyük çoğunluk kaydını yaptırırdı. Hatta bir öğretim üyesi, hocam her şeyi açıkça söylediniz. Çok dürüst davrandınız. Çok teşekkür ediyorum. Buna rağmen ben çocuğumun kaydını yaptırıyorum diyen de oldu.

Öğretim üyesi sonraları okul aile birliği başkanı da oldu. Okula sıkça geldi gitti. Yine bir uğradığında masada bir önceki yıl fakülte kazanan öğrenci listesini görünce, eline alıp okudu. Listede tıp fakültesini kazanan öğrencinin bir önceki yıl mezun olduğu bilgisine açıklamada yer verdiğimi görünce, “Hocam, yanlış yapıyorsun. Bu kadar şeffaflık doğru değil. Ne diye bu öğrencinin karşısına mezun yazdın. Böyle yaparsan olmaz, hep kaybeden olursun. Okulun reklamını yapamazsın” dedi. Kendisine, ama işin doğrusu bu. Doğrunun bir kısmını söyleyip bir kısmını söylememezlik yapamam. Varsın reklamımız ve okul tanıtımımız eksik olsun. Benim doğruluk anlayışım bu. Çünkü doğrunun bir kısmını söyleyip bir kısmını söylememek ya da doğrunun bir kısmını gizlemek yalanın kardeşidir. Bu da yalandan başka bir şey değil. Ben bunda yokum dedim.

Sonraları okul hakkında “Bu okul iyi değil” diyen öğrencilerimle de karşılıklı konuşmuşluğum olurdu. Söyleyin bakalım, neyiniz var derdim. “Bu okul iyi bir okul değil derlerdi. Onlara, diyelim ki fen lisesi öğrencileri bu okulda bu öğretmenler önünde okusa, başarılı olurlar mıydı dediğimde, evet başarılı olurlar. Peki, sizler fen lisesinde okusanız, onlar gibi başarılı olur muydunuz derdim. Bu soruma da hayır, başarılı olamayız derlerdi. Durum bu. Yalnız sizler zeka yönünden fen lisesinde okuyan öğrencilerden farklı değilsiniz. Sizi buraya atan, bir program dahilinde düzgün çalışmadığınızdandır. Aynı şekilde bugün fen lisesinde okuyan çocuklar çok zeki olduğu için o okulda değiller. Planlı ve tertipli çalıştıkları için o okuldalar. Şayet bir plan dahilinde tertipli çalışırsanız, pekala aradaki açığı kapatabilirsiniz. Yeter ki kendinize güvenin derdim.

Daha önce 12 Anadolu Lisesi arasında hep 11.sırada yer bulmuş bu okulu bıraktığımda, okul, üniversite yerleşmesinde Konya’daki okullar arasında sözelde dördüncü, eşit ağırlıkta beşinci, sayısalda ise sekizinci ya da onuncu sıraya yükselmişti. Bu başarıda kendime hiç pay çıkarmadım. Çünkü başarı öğrenci ve öğretmenlerin başarısıydı. Özellikle öğrencilerin. Çünkü okulu okul yapan öğrencinin kendisiydi. Okul sadece yol gösterir ve disiplini sağlar.

Başımdan bu anekdota kısaca değinip sadede gelecektim. Gel gör ki anekdota bir girdim. Gördüğünüz gibi çıkamadım. Gelmek istediğimi anlatmak için bazen bu şekil anekdotlara yer veririm.

Buradan devlete gelmek diyorum. Devlet derken kastım hem devlet hem de devleti yönetenlerdir. Her ne kadar devlet ayrı, devleti yönetenler ayrı olsa da devleti yönetenler devlete hakim oldukları için devletle devleti yönetenlere ikisine birlikte devlet diyorum.

Sadede gelirsem, devleti yönetenlerin, devleti yönetmeye talip olanların vatandaşına doğru söyleme gibi bir görevleri vardır. Seçim meydanlarında konuşurlarken, bir şey vadederlerken olup biteni olduğu gibi aktarmalılar. Bir şeyi olduğundan farklı göstermemeliler. Seçim kazanacağız diye her şeyi mubah görmemeliler. Bir şeyin bir kısmını söylerlerken bir kısmını gizlememeliler. Doğruluktan hiç ayrılmamalılar. Doğru sözü seçim kaybetmeye yeğlemeliler. Kaybedeceksek, varsın böyle kaybedelim demeliler. Biraz daha açık yazarsam, bir şey yüzde yüz yerli değilken yüzde yüz yerli denmemeli. Bulduğumuz petrol ve doğal gazın bugünkü akıbeti belirtilmeli.

Kısaca dürüstlük siyasetin ve devlet yönetmenin temel felsefesi olmalı. Siyaset kurumu ve devleti yönetenler daima halkına güven vermeliler. Çünkü güvenin olmadığı ve güven kaybının olduğu yerde güvensizlik baş gösterir. Kimsenin kimseye güveni kalmaz. Buna da kimsenin hakkı yoktur.

26 Eylül 2025 Cuma

VNÇ

Bulunduğum muhitte, formalarından ve yaşlarından öğrenci olduğu belli çocuklar görürüm. Formanın önündeki VNÇ dikkatimi çekti.

VNÇ ne olabilir, neyin kısaltması derken ilk aklıma gelen, vinç oldu. İyi de vinç ne alaka? Acaba mesleğe yönelsinler diye vinç okulu açılmış olabilir mi diye düşünmedim değil. Belli ki bu çocuklar vinç operatörü olacaklar. Ne de olsa ülkede istihdam daralması var ama vinç operatörüne ihtiyaç var. Çünkü herkes vinç operatörü değil.

Ben böyle düşüne durayım. İmdadıma, mahallemdeki okul geldi. Mahallemdeki okulun adı Vali Necati Çetinkaya idi. Okulu telaffuz edince, Vali'nin "V'si, Necati'nin" N"si, Çetinkaya'nın "Ç"si alınıp ortaya VNÇ çıkmış.

Meğer gördüğüm tişörtlü öğrenciler vinç operatörü öğrencisi değil de Vali Necati Çetinkaya Ortaokulu öğrencileri imiş.

Sonraki günlerde okul formasında başka ne var diye daha dikkatli baktım. Tişörtün bazısının sol, bazısının sağ omuzunda 1990 yazılı idi. Belli ki okul 1990 yılında açılmış olmalı.

Bir başka gün tişörtle uyumlu eşofmana benzer pantolon gördüm. Alt giysiye de VNÇ yazdırılmış. Kısaca okul formasının hem üstüne hem de altına VNÇ yazdırılmış.

Her ne kadar okulun baş harfleri verilmiş olsa da VNÇ kısaltması bana garip geldi. Yukarıda bahsettiğim gibi ilk etapta vinci çağrıştırıyor. Belki çocuklar da kendi aralarında vinç geldi, vinç gidiyor diye şakalaşıyordur.

Okul kendi bilir ama ben olsam okulun baş harflerini böyle kısaltma yoluna gitmezdim. Hele okul formasına yazdırmazdım. Üstelik bildiğim kadarıyla okul formalarına bu şekil logo bastırmak yasak. Öyle görünüyor ki yasaktan önce bu kısaltma tercih edilmiş olmalı.

Okulun kısaltması bir anlam ifade etse eh dersin, bir etik ya da ahlaki kuralı hatırlatıyor dersin. Ama bildiğin vinci hatırlatıyor. En azından bende öyle.

Bilmeyenler için söyleyeyim, okul Konya'da başarısını ispat etmiş bir okul. Bu yüzden sadece muhitinden değil, Konya'nın öbür ucundan öğrenci alıyor bu okul. Okul kalitesini ispat edince formaya da okulun logosunu bastıralım diye düşünmüş olmalı.

Okulun bulunduğu muhit insanı, okulda okuyan öğrenciler ve velileri VNÇ'nin ne anlama geldiğini bilse de muhit dışında her gören VNÇ ne demek diye soruyordur.

Yine bilmeyenler için söyleyeyim. Okul Havzan Mahallesinde bir ortaokul. Okul zamanın Konya Valisi Necati Çetinkaya zamanında yapılmış olmalı ki okula Valinin adı uygun görülmüş.

Sayın Vali ne zaman Konya Valiliği yapmış diye diye baktım. 1988-1991 yılları arasında görev yapmış. Bakınca Vali’nin ikinci bir isminin daha olduğunu öğrendim. Esas adı, Mehmet Necati Çetinkaya imiş. İlk defa duyduğum Mehmet' i de görünce iyi ki okula tüm ismi verilmemiş dedim. Çünkü o zaman okulun adı, Mehmet Necati Çetinkaya Ortaokulu olacaktı. Haliyle uzun isim daha da uzayacaktı.

Sayın Vali, isminin verildiği bu okulu kendi cebinden para vererek yaptırmış ya da anlamlı bağış diyebileceğimiz yüklü bir miktar bağış mı yaptı da bu okula ismi verildi? Bu kısmı bilmiyorum ama sanmıyorum Valinin kendi imkanıyla bu okulu yaptırdığını. Çünkü sadece bu Vali değil, çoğu yerde valiler ismine okullar var. Vali dışında devlette görev yapmış üst düzey kişiler adına da okullar var.

Siz nasıl görürsünüz bilmem ama ben okullara ya da kurumlara devlet adına iş yapan kişilerin isimlerinin verilmesini çok doğru bulmuyorum. İhtiyaç olan yere okul yapılmışsa, o mahalle ya da muhit adını vermek en doğrusu. Mesela bu okul Havzan Mahallesinde olduğuna göre bu okula Vali adından ziyade Havzan Ortaokulu adını vermek daha uygun olurdu. Gördüğünüz gibi okul ismi hem kısaldı hem de Havzan ismini duyan, okulun yerini, nerede bu okul demeden bilirdi.

Kısaca:
Okullar muhitinin adıyla anılmalı.

Okullara, zamanında yapıldı, aracılık etti diye vali türünden isimler verilmemeli.

Hayırsever isimleri verilmekten kaçınılmalı. İlla hayırseverin ismi verilecekse sadece soyadı okula verilmeli. Ana, baba, çift isim gibi tüm isimleri ekleyerek okulun ismini gereksiz yere uzatmamalı. İnanın öyle uzun isimler okullara isim olarak veriliyor ki öğrenci okulunu söylerken arada nefes almak zorunda kalıyor.

Okul isimleri, muhitine uygun, anlamlı, sade ve kısa olmalı.

Verilen isim de sık sık değiştirilmemeli.

Okul yaptıracak hayırsever okula illa benim adım verilecek derse, adım değiştirilmeyecek diye protokol imzalamaya kalkarsa, kusura bakmayın, okulun ismi değiştirilemez. Buna razı isen yardımını kabul ederiz denmeli. Okulun giriş kısmında herkesin göreceği yerde okulu kimin yaptırdığı, hayırseverin kısa hayatını anlatan bir bilgiye yer verilebilir. 

Okul formasında okulu çağrıştıran bir yazı bir kısaltma bir logo olmamalı. Çocuk bu formayı yeri geldiği zaman okul dışında da giyebilmeli.

22 Eylül 2025 Pazartesi

NÖHÜ

Sayfaları karıştırırken NÖHÜ şeklinde bir haber başlığı karşıma çıktı.

Kısaltma çok garip geldi. Ülkede böyle kısaltma da var mıymış dedim. 

Haberin içeriğini açmadan bir zihin jimnastiği yaptım. 

Zihnimi zorladım da zorladım. 

Bir kısaltma olmalı ama neyin kısaltması? Başı "N", sonu da "Ü" ile bittiğine göre "N", Niğde, "Ü" de üniversite olmalı dedim. 

İkinci ve üçüncü kısaltmayı düşündüm durdum. Olmayan tüm müktesebatımı kullandım. Nafile.

Kendi kendime ömrünü boşa harcamışsın. Boş yaşamışsın. Bir de üniversite okumuşsun. Bir NÖHÜ'nün ne olduğunu bilemedin. Bir de ben her şeyi bilirim diye kendi kendine havalara giriyorsun dedim.

Böyle dedim ama bu kısaltmayı bulanlara kızmadım da değil. Tüm harfler bitmiş de çok mu uğraştılar bu harflerden ibaret kısaltmayı dedim. 

Ben böyleyim de siz ne durumdasınız? Biliyor musunuz NÖHÜ'nün ne olduğunu? Karşılaşmadıysanız nereden bileceksiniz? Benim merak ettiğim gibi siz de biraz merak edin.

Neyse merakınızı gidereyim. Çünkü fazlası bezdirir. NÖHÜ, Niğde Ömer Halisdemir Üniversitesinin kısaltması imiş. Söylemesi zor, karşı tarafın anlaması da zor. Ama kısaltma kısaltmadır.

Üniversitenin resmi sayfasına girdim. Adresi de "www.ohu.edu.tr" imiş. 

NÖHÜ kısaltmasını ilk etapta bilmek zor olduğu gibi üniversitenin resmi sayfasındaki "ohu" ile hangi üniversite kastedildiğini birden çıkarmak da mümkün değil. İnternette Türkçe karakterler kullanılmayınca ortaya bu şekil garip kısaltmalar çıkabiliyor. 

Biri sorsa bir gence, nerede okuyorsun diye. NÖHÜ'de dese muhatap anlamak için birkaç defa sorar. Kısaltma yerine üniversitenin tüm ismini söyleyeyim dese, isim uzun mu uzun. Üniversitenin web adresini not edeyim dese "ohu" desen, karşındaki yüzüne bön bön bakacak.

Hasılı Niğde üniversitesinde öğrenci, öğretim üyesi ve çalışanı olmak sırf bu kısaltmadan dolayı zor olsa gerek. 

19 Eylül 2025 Cuma

Tiksinti Veren Bir Hareketimiz

Cuma için mahalle camimize girdim. Şuraya, buraya oturayım derken imamın cumanın ilk sünnetini kıldığı minberin önündeki üçüncü safa kadar ilerleyip oturdum.

Önümde, sırtını minbere dayamış hutbe dinleyen 12 yaşlarında küçük bir çocuk var.

Kendi halimde hutbeyi dinlerken önümdeki çocuğun sağ elini hareket ettirdiği dikkatimi çekti. Allah vere de burnuyla oynamasa bari dedim. Kendi kendime, her neyse ne. Ramazan! Ne olur başını kaldırma dedim. Bir güzel kendimi dinledim. Ama nereye kadar. Çocuk durmadı bir türlü. Gözlerim yarı açık yarı kapalı neler oluyor diye başımı kaldırdım. Vara kaldırmaz olsaydım. Çocuk burnundan çıkardığını eliyle bir güzel topladı. Sonra şehadet parmağıyla halının üzerine fırlattı.

Bu eziyet, bu mide bulandıran hareket çekilir mi, ne yapmam lazım. Az sonra namaza kalkınca bu çocuk ön safta yer bulur. Onun boşalttığı yere de ben geçerim. İyi de nasıl olacak bu? Ya çocuğun kendi emeği, kendi mahsul, secdeye varınca alnıma gelirse... Ramazan, aklına böyle şeyler getirme dedim.

Hutbeyi dinlemekten vazgeçtim. Çünkü önümdeki çocuk hutbenin önüne geçti.

Ben bu durumun kendi içimde mücadelesini verirken burnunun sağ tarafının temizliğini yapan çocuk bu sefer sol tarafın temizliğine kalktı. Parmağını burnunun sol tarafına girdirdi. Çöp sepeti gibi karıştırmaya başladı. Ben ne yapıyorum, şu işi biraz gizli yapayım da demedi. Aman ya Rabbi, çekilir mi bu cuma vakti bu çile derken, orta ikinci sınıfta sosyal bilgiler dersinde dersi işlerken, kafasını hafifçe yukarı kaldırarak, "Oğlum, çöp sepeti gibi burnunu karıştırma" uyarısını aşağı yukarı her derste yapan Recai Gümüş zihnimde belirdi. Bir kez daha hak verdim Hocama. Garibim, ne çile çekmiş demek ki dersi işlerken burnuyla oynayanlardan. Kimin oynadığını da söylemezdi. Kimseyi rencide etmezdi. Gözleri yumulu, kafasını kaldırır, ortaya söylerdi. Ne kadar faydası olurdu bilmem. Kim karıştırıyor, diye sağa sola bakışlar olunca, “Önümüze bakın, kimse değil” derdi. Kulakları çınlasın.

Olmayacak böyle deyip kafamı arkaya çevirdim. Hutbe okunurken herkesin bakışları arasında arka saflardan boş bulduğum bir yere geçtim. Hutbenin geri kalan kısmını orada dinledim.

Biliyorum mideniz bulandı. Bu da yazılır mı dediniz ve bu yazdıklarımdan tiksindiniz. Kusura bakmayın ama bu yazdığım toplumsal bir yaramız. Bu çocuk daha küçük ama bu toplumun çoğu büyüğü de bu çocuktan farklı değil. Alenen burnuyla oynayan insanımızın sayısı az değil; otobüste, çarşı, pazarda...

Küçük, büyük toplumun bu burnuyla imtihanı ne zaman sona erecek bilmem. Ya her şeye burnumuzu sokarız ya çöp sepeti gibi alenen burnumuzu karıştırırız. Toplumun içinde elinde mendil olmadan sümkürüp burun temizliği yapanları, bu haltı işledikten sonra lavaboya el yıkamaya gitmeyenleri saymıyorum bile.

Bizim bu çilemiz ne zaman bitecek? Bu burnuyla oynayanlar mide bulandırıcı bu hareketleri nasıl terk edecekler bilmem. Bilinen bir şey varsa tiksindirici. Ve biz bu tiksinti veren kişilerin içinde yaşamak zorundayız vesselam.

5 Eylül 2025 Cuma

İffetin Tarafları

Açıklık, çıplaklık ve müstehcenlik üzerine bu kaçıncı yazım, sayısını bilmiyorum. Temcit pilavı gibi aynı konuda yazıp duruyorsun deseniz de bıkıp usanmadan bu konuyu irdelemeye devam edeceğim. Gerçi bu tür yazılarımda giyim kuşamdan bahsetsem de her yazının ana fikri ve vermek istediği mesaj farklı farklıdır.

Gerçi hep erkeklerin gündemde tuttuğu ve tartışmaktan geri durmadığı bu konuda yani giyim kuşam konusunda kadınların pek görüş öne sürmedikleri, sürüyorlarsa da çok öne çıkmadığı da bir gerçek.

Garibime giden, öznesi kadın olan bu giyim kuşamı niçin kadınlar değil de hep erkekler konuşur niçin kadın ve kızlara had bildiririz niçin giyim kuşamı yüzünden kadınları tu kaka yapıyoruz?

Gören de biz erkekleri yunmuş, yıkanmış sanır. Bence kadınlardan önce biz erkekler kendimize bakmalıyız. Biz düzgün ve dürüst isek doğru yoldayız demektir. Doğru yolda olanı ise kimse hele hiçbir sapık zarar veremez. Görünen o ki biz kendimize güvenmiyoruz, kendimize bakmıyoruz, kadınlara düzgün giyinin, iyi olun diyoruz.

Ne demek istediğimi Maide 105'e bakarak daha iyi anlayalım: "Ey iman edenler, siz kendinize bakın, siz doğru yolda bulunursanız, sapıtmış olanlar asla size zarar veremez". Sanırım bu ayet meali ne demek istediğimi en güzel şekilde açıklıyor. Çünkü ayet açık ve izaha gerek yok. Ayet, başkasını hedef göstermeyi bırak, kendine bak kendine diyor. Daha ne desin anlamamız için.

Ayete yer verdim. Ayetlerle devam edeyim.

"Mümin erkeklere, gözlerini (harama) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle. Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allah, onların yapmakta olduklarından haberdardır." (Nur süresi 30.ayet meali).

"Mümin kadınlara da söyle: Gözlerini (harama bakmaktan) korusunlar; namus ve iffetlerini esirgesinler. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Başörtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, kendi oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları, ellerinin altında bulunanlar, erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan hizmetçi vb. tâbi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz." (Nur süresi 31.ayet meali).

Peş peşe yer verilen bu iki ayette hem erkeğe hem de kadına, gözlerini harama dikmemeleri, haramdan sakınmaları, iffetlerini korumaları istenmekte. Daha doğrusu emredilmekte. Bu demektir ki namus ve iffet dendiği zaman sadece kadın akla gelmiyor. Erkeğe de namus ve iffet gerekiyor. Ayette uyarı ilk önce erkeğe olduğuna göre öncelikle namus ve iffetini koruması gerekenin, karşıt cinse dik dik bakmanın erkeğe yasak olduğunu söylüyor.

Erkeğe gözünü, iffetini ve namusunu koru dedikten sonra ikinci sırada kadına söz söyleniyor. Erkeğe söylenen uyarıların aynısı kadına da yapılıyor. Bu demektir ki kadından önce erkeği yola ve hizaya getirmeye çalışılıyor. Bu, kızım sana söylüyorum, oğlum sen dinle demek gibi bir şey. Erkek düzelirse, haramdan korunursa kadın da korunur anlamını bile çıkarabiliriz.

Ardından, kadınlara görünen kısımlar hariç kimlerin yanında ziynetlerini göstermesinler uyarısı yapılıyor. Erkekten farklı olarak başörtülerini yakalarının üzerine kadar örtsünler diyor.

Görünen kısımlar derken tam net sınır çizmiyor. Alimler; el, yüz ve ayak hariç yani açık, diğer taraflar tesettürlü olacak açıklamasına yer vermişlerdir. Alimlerin bu açıklaması bir yorumdur. Belki de görünen kısım denilen yerleri örf belirler desek de bizimki de bir yorum olur.

Burada antrparantez şunu da söylemek isterim. Ayet görünen kısımlar derken kadının bazı organlarının görünebileceğinden bahsetmesine rağmen yüzünü ve gözünü kapatanlara ne demeli? Açıklık ve açıklığı eleştirirken bu tür tepeden tırnağa kapalılığı da eleştirmek lazım. Çünkü sorun aşırılıksa, bu da aşırılıktır. Güvenlik açısından da kadının yüzünün ve gözünün açık olmasında fayda var.

Kadınlardan bahseden 31. ayetin sonu, müzekker siga kullanılmak suretiyle hem erkeklere hem de kadınlara ortak hitap ediyor. Tövbe edin ki kurtuluşa eresiniz diyor. Yani giyim kuşamda, karşıt cinslerin birbirine dik dik bakmak suretiyle günaha girmeleri muhtemel. Yaptığınız bu taciz dolayısıyla işlediğiniz günahı itiraf edin ve tövbe edin. Dinin tasvip ve tavsiye ettiği tövbe ise nasuh tövbedir. Yani bir daha tekrarlanmayacak şekilde yapılan bir tövbedir. Her edilen tövbe ise aynı zamanda yapılan suç, hata ve yanlış olduğundan dolayı bir pişmanlıktır.

Hasılı, ey erkek milleti! Biz kendimize bakalım. Önce kendimiz sütten çıkmış ak kaşık olalım. Ondan sonra bir başkasına sözümüz olsun. Eğer söz ve eylem birlikteliği içinde biz bunu yapar ve kendimizde uygularsak, açık açıklığa dair ne tepki verirsek, kadınlar buna tepki göstermezler. Erkekler adam gibi adam olarak yaşıyorlar. Biz de kendimize çekidüzen verelim derler. En azından bir özeleştiri yaparlar.

Bu kadarla yetineyim. Sanırım maksat ve meramımı anlatabildim.

4 Eylül 2025 Perşembe

Anne Babaların Evlatlarıyla İmtihanı

Toplum açıklık ya da kapalılık üzerinden kutuplaşa dursun. Bizler de bu kutuplaşmanın bir eseri olarak giyim şöyle olsun veya olmasın diyelim.

Şimdi bol keseden atmayı ve başkasına ayar vermeyi bırakıp arkamıza yaslanıp bir düşünelim.

Diyelim ki dindar, mütedeyyin ve de İslamcı bir kişiyiz. Evlenip çoluk çocuk sahibi olduk. Kızımız ya da kızlarımız oldu. Dinini, diyanetini öğrensin diye küçük yaştan itibaren onlara din eğitimi aldırdık. Yetmedi, ilave olarak nasıl olmaları ya da nasıl giyinmeleri gerektiğine dair nasihat ve telkinlerde bulunduk. Giyim kuşama dair çarşı pazardaki kötü örnekleri bir bir sıraladık. Maazallah çok açık giyiniyorlar. Bunların nasıl anne ve babası varsa çarşı pazara böyle gönderiyorlar deyip ayıpladık. Evlerden ırak dedik.

Kızınız istediğiniz şekilde hem ailenize hem de inancınıza göre giyiniyor, ibadetlerini de yerine getiriyor. Var mı sorun? Yok. Çünkü tam istediğiniz gibi kızınız.

Günler, aylar ve yıllar böyle giderken bir baktınız ki kızınız kara kara düşünüyor, eskisi gibi değil, ters ters cevaplar veriyor. Anlayacağınız kızınız isyanlara oynuyor.

Annesine, neyi var bu kızın diyorsun. "Ne olacak, tutturdu açılacağım diye. Üstelik sadece başörtüsünü çıkarmakla kalmıyor, dekolte giyinecekmiş" deyiveriyor.

Hiç beklemediğin bu istek karşısında başına kaynar sular dökülmüş oldu. Kızıp köpürsen de nafile. Nasihat etmeye kalkıyorsun, ayet, hadis okuyorsun. Nafile. Çünkü kızın karnı tok bunlara. Açılacağım da açılacağım diyor. Tehdit ediyorsun. Yine olmuyor. Konu komşu ne der, biz mazbut bir aileyiz diyerek damardan girmeye çalışıyorsun. Kızınız, bana ne, komşulardan ve akrabalardan. Ben bir bireyim. Dilediğimi yaparım. İsteseniz de istemeseniz de bunu yapacağım diyor. Yani Nuh diyor peygamber demiyor. Kızım, bunu ben değil, Allah istiyor. Allah'ın emrine karşı mı geleceksin diyorsun. Allah'ın emri ise emri. Sanki herkes Allah'ın emrine itaat ediyor. Bu toplumda herkes Müslüman, çoğu türlü türlü kötülük yapıp günaha giriyor. O kadar kişi açılıp açılıyor. Bir günah da benim olsun. Ne yapayım. Gelmeyin üstüme deyip odasına kapanıyor, sizinle konuşmuyor, sofraya gelmiyor.

Tüm bu olup bitenlere bir anlam veremiyorsun. Kızın gibi yemeden içmeden kesiliyorsun. Ben nerede hata yaptım da başıma bu geldi. Ağır bir imtihanla karşı karşıyayım diyorsun. İçine kapanıp ağzını bıçak açmıyor. Kara kara düşünüyorsun.

Son çare, açıl da bir göreyim. Gösteririm sana gününü, eve kapatır kimselere göstermem diyorsun. Nafile. Kızınız çok kararlı. Gemileri yakmış. Dediğini yapacak.

Evde kaçan huzuruna mı yanarsın, kızının bu haline mi yanarsın. Halbuki mutlu ve huzurlu bir aile idiniz daha düne kadar.

Sonunda kızınız hastalanıp yataklara düştü. Doktor doktor dolaştınız. Doktorlar bu kızın hastalığı psikolojik. Derin bir travma ve ikilem yaşıyor. Bu çocuğu bir psikiyatriye götürün dediler.

Her geçen gün iyice hırçınlaşan kızınıza psikiyatri doktoru sakinleştirici ilaçlar verdi. Kızınız sakinleşti ama ilacın etkisi geçince yine kırıp döküyor ve isyanlara oynuyor.

Sonunda bir yol ayrımında olduğunu anlıyorsun. Ya kızın gittikçe hastalıklara duçar olacak ya da açılıp saçılacak. Senin için iki ölümden birini seçeceksin. Ya bundan sonra geri kalan ömrünü doktor doktor dolaşarak geçireceksin ya da kızının açılıp açılmasına izin vereceksin.

Son çare, kızımın sağlığı daha önce gelir deyip istemeye istemeye açılmasına izin veriyorsun. Açıl ama gözüme görünme. Gittiğim yere gelme. Konu, komşu ve akraba görmesin diyorsun.

Ayrı ayrı takılıyorken hep böyle gidecek değil ya. Anne-kız, düğün derneğe, çarşı pazara birlikte çıkmaya başlıyor. Anne yani eşin tepeden tırnağa örtülü, kızın ise açılıp saçılmış. İkili öyle bir görüntü veriyor ki anaya bak, kızını al atasözü işlevini böylece yitirmiş oluyor.

Zamanla bu durumu ister istemez kabul edeceksin. Zira elin mahkum. Kızın ne de olsa. Atsan atılmaz, satsan satılmaz.

Aynı durum laik, seküler ve çağdaş düşünce ve giyim tarzını benimseyen aileler için de geçerli. Kız çocuğu, anne babası itiraz etmesine rağmen pekala kapanmayı seçebiliyor. Bu aile içinde de fırtınalar kopabiliyor.

Kısaca her ailenin, her anne babanın imtihanı farklıdır. Kimi bu süreci kolay atlatır kimi zor. Kimi bu süreci yaşar kimi yaşamaz. Bu işler öyle bekara avrat boşamak kolay misali mangalda kül bırakmamaya, esip gürlemeye benzemez. O yüzden herkes kendisini nasıl bir imtihanın beklediğini bin düşünüp bir konuşsun. Herkes karşıt düşünceye ayar vermeyi bıraksın. Kendine baksın. Zira ayıpladığımız başımıza gelebilir.

Anne babalar olarak, çocuklarımıza ve topluma açılacaksın ya da saçılacaksın söylemini bir tarafa bırakalım. Yani kişileri özellikle kadınları açık, saçık, müstehcen tasnifinden vazgeçelim. İnsanları dış görünümüne göre değerlendirme ön yargısından ve zihniyetinden kurtulalım. Açık da bu toplumun bir meyvesi, kapalı da. Bugün aşırı açıklık ve aşırı kapalılık kutuplaşmanın bir sonucudur. Bu aşırılıkları su akar, kaynağını bulur deyip zamana bırakalım. İnanın, zaman her şeyin ilacıdır. Bir zaman gelecek ki aşırı açığı da aşırı kapalısı da makul giyime geçerek normalleşecektir. Yeter ki biz onlara zaman tanıyalım. Unutmayın ki bugün açık ve saçık dediğimiz çocuklar, bizim ileriye attığımız oklardır. Attığımız ok bizim ok. İyi atmadık diye kendimize kızacağımıza, çocuklarımıza kızıyoruz.

Bu süreçte bize düşen, giyim kuşamdan ziyade çocuklarımızın topluma faydalı bir birey olmasını sağlamaktır. İyi, güzel ahlaklı olmalarını istemektir. Kötü ve kötülüklere karşı kendilerini koruyarak bu hayatta nasıl ayakta kalmalarını yaşatarak öğretmektir. Ötesi, bize, çevremize ve çocuklarımıza hayatı zindan etmektir.

Not: Benim kız çocuğum yok. Her kız çocuğu böyledir demiyorum. Çarşı pazarda bazen annesinin giyimiyle kızının giyimi arasında dağlar kadar fark gördüğümü söylemeliyim. Bundan esinlenerek böyle faraziye bir yazı kaleme aldım. Yoksa hangi evde ne fırtınalar kopuyor bilmem. Belki de hiç fırtına kopmuyordur.

3 Eylül 2025 Çarşamba

Yorgun Yöneticiler

Baştan söyleyeyim. Öyle yöneticiler var ki herkesle diyaloğu olan, her gelene zaman ayıran, ilgi gösteren, ufku geniş, etrafına pozitif enerji veren, yönettiği kuruma katma değer üreten, yokluğu eksiklik, varlığı motive olan, yararlı işlerle göz dolduran, kurumunun eksikliğini gören, bu eksikliğin nasıl giderileceğini bilen, çözüm üreten, büyük-küçük tehlikelerde taşın altına elini koyan, vizyon ve misyon sahibi kişilerdir bunlar. Koltuğa yapışıp kalmazlar, gücünü de koltuktan almazlar. Bu tiplerin belki de tek eksiklikleri mevzuatın istediği evrakların eksik olmasıdır. Çünkü bu tipler yöneticiliği evrak memurluğu cinsinden yapmayanlardır. 

Bu tipler işle evi birbirine karıştırmaz. Evde yorulup işyerinde dinlenmez. Tüm ömrünü yöneticiliğini yaptığı işe hasretmez. Yorulduğu zaman biraz kafa dinlendirmem lazım deyip hakkı olan yıllık izninin hepsini en azından bir kısmını kullanır. İzin boyunca tekkesini terk ederek bir güzel kafa dinlendirir. İzne giderken şu kadar ücretim kesilecek demez. Bilir ki hayatta her şey ve tek şey sadece para değil. Dinlenip tatil yapmak da yemek ve içmek gibidir. Yeme, içme vücut için ihtiyaç ise izin kullanmak da ruhun gıdasıdır. Ruh gıdasını alacak ki dönüşte dinç kafa ile işe kendini verebilsin. 

Böyleleriyle karşılaştığın zaman iyi ki böyleleri var. Ufkumu açıyor dersin. 

Ama gel gör ki tüm yöneticiler böyle değil. Yöneticilerin çoğu yorgun yöneticidir. Evden işe, işten eve gidip gidip gelirler. 365 gün böyleler. Kolay kolay izin almazlar, yıllık izin kullanmazlar. Çoğu tüm maaşını yatırım amaçlı harcar, geçimini ise ekders ile yapar. Kazara bir gün izin kullanmak isteseler dünyaları başlarına yıkılır. 

Aldığı maaş ve ekders bana fazlasıyla yeter demezler. Okulunda hafta sonu kurs açılırsa, bundan öğretmen faydalansın demez. Kendi de alır. Okulu pansiyonlu ise dünyanın ekdersini alıyorum, bundan öğretmenler faydalansın demez. Ayda mevzuata göre ne kadar girmesi gerekiyorsa girer. Okulunda hafta sonu sınav varsa bina sorumlusudur. Kendi okulunda yoksa başka okulları yazar. Hiç sınav yoksa MTSK sınavında görev alır. Yani bu tipler 7/24-365 gün okul ile evliler. Sabah akşam para basarlar. Bu evlilikten o kadar memnunlar ki eşe dosta kolay kolay zaman ayıramazlar. Okulu bir de pansiyonlu ise işi kebaptır. Yeme, içme işlerini de pansiyondan giderir. Hakkıdır zira. 

Sabah mesaisi ile birlikte koltuğa bir otururlar, önlerine bilgisayarı bir açarlar. Çalışırlar da çalışırlar. Gözlerini ekrandan alamazlar. Bu şekil çalışırken top atılsa haberleri olmaz. Odalarına gelip başlarına dikilsen seni görmezler. Görseler de bir angarya için geldi deyip ilgi göstermezler. Okul yıkılsa şunlara bir bakayım demezler. Bilgisayarın yaydığı radyasyonla mayışır da mayışırlar. Ancak, tuvalet ve yemek onları masadan kaldırır.

Okulla evli olup gecesini gündüzünü, hafta sonunu ve yaz tatilini okula adayan bu tipler yorgun savaşçıdan mütevellit yorgun yöneticilerdir. Yorgun oldukları için ayağa kalkacak takatleri olmaz. Hep masabaşı iş yaptıkları için göbek de kısa zamanda kendini gösterir. 

Okulunda bir sorun olsa nöbetçi öğretmenler baksın, çocukla sınıf öğretmeni ilgilensin. Veli aranacaksa öğretmen arasın. Öyle ya bu işleri de idareci yapacaksa, yani öğrenci ile muhatap olacaksa ne diye koltuğa geçti, öyle değil mi? 

Ömürlerini masabaşı iş yani evrak memurluğu yapmak suretiyle koltuğunda oturarak iş yapınca haliyle bir ufuk oluşmuyor ki etrafına ufuk ve ışık olsun. Gelene zaman ayırsın, selam verenin selamını alsın, sorunlu öğrencinin sorununu çözmek için zaman ayırsın. Sınıfta yoklama fişi kaybolmuş, öğrenci numarasını karalamış, hiç problem değil. Hiçbir şeyi dert edinmeyince yani hiçbir şeyi mesele edinmeyince ortada mesele de kalmıyor elbet. Bu rahatlık göbeğe veriyor. Çıkan göbek de tesadüfi olmuyor. 

İdareciliği evrak memurluğundan ibaret gören bu tip yöneticileri zaman zaman gözlemlerim. Ama yazı konusu edinmemiştim. Bugün bu yazıya beni sevk eden ise gördüğüm bir okul. 

Uzun tatilin bittiği, öğretmenlerin seminer için geldiği gün bir okuldaydım. Bir ara öğretmen WC'ini kullanmak istedim. WC yazısını görünce daldım içeri. Girdiğim öğretmen WC olduğu için bakımlı ve temiz olur dedim. Bir de okullar iki-üç aydır tatilde. Okul yöneticileri yaz boyunca kırık dökük, pis, leke varsa temizletir dedim. Çünkü yöneticinin görevi okullar açılmadan okulu eğitim ve öğretime hazır hale getirmektir. 

Bu psikoloji ile WC'ye girdim. Üç tane kabin var. Kabinin birinde eşya dolu. İkincisine hortum atılmış. Geriye tek kabin kalmış. Buraya gireyim bari dedim. Okul kapandığı andan itibaren tuvalet taşı tek damla su görmemiş. Neyse girdik artık dedim. Kapıyı kilitledim. Tam çıkacağım. Kapıyı aç da göreyim. Tüm gücümle asıldım. Nafile. Kapı bana mısın demedi. Çare olarak bir arkadaşa telefon ettim. Geldi. Kapıdan uzak dur dedi. Ayağıyla hızlıca kapıya vurarak kapı açıldı. Böylece WC'de kapalı kalmaktan kurtulmuş oldum. 

Üzüldüm bu büyük okulun durumuna. Öğretmen WC'si böyle ise varın öğrenci tuvaletini gözünüzün önüne bir getirin. 

Var gör bu okulun yöneticileri yaz boyunca izin de kullanmadılar. Okula gelip yatmışlar. Şu kapı pencereye bir bakalım dememişler. 

Okulun ilk iş günü bu tip yorgun savaşçı yöneticilerle bu eğitim ve öğretim biter mi? Sorduğum soruya bak. Bugüne kadar bitti. Bundan sonra niye bitmesin. Yöneticilerini masabaşında hep çalışır gören öğrenci ve öğretmen öyle zannediyorum, ne çalışıyor deyip takdir ediyordur. WC'ye bakmaya nasıl zamanları olsun değil mi? 

R'nin Zorluğu

Çarşıya geliyorum. Kaldırımda yürüyorum. Bir resmi dairenin önünde bir başkasını bekleyen bir kadın gördüm. Telefonla konuşuyordu. Birine bulunduğu yeri tarif ediyordu. O tanıdığına yer tarif ede dursun. Ben yoluma devam ettim.

Yalnız kadının "geliyo musun", yürüyo musun" telaffuzları dikkatimi çekti.

Çoğu kadının sonu "r" ile biten kelimelerdeki ya da sonu "r" ile biten hecelerdeki "r" harfini konuşurken bypass ettikleri bilinen bir gerçek.

Belki zorluğundan belki başka bir sebeple, çoğu kadın "r" harfini çıkarma sorununu kendi içinde çözmüş. Sonu "r" ile biten kelimelerdeki "r" yi söylemeyerek ya da tutarak meramını anlatıyor. Bence iyi de yapıyorlar.

Buraya kadar yazdığımı okuyanlardan, kimi muzipliğinden kimi de bilinçaltını ortaya koymak suretiyle "Ben kadınların" r" harfini çıkarıp çıkarmadığına hiç dikkat etmedim. Sen iyi dikkatlisin" bile diyebilir. Muzipliğe eyvallah ama ben hiç farkına varmadım diyenleri anlamak zor. Hemen en yakın bir kulak burun boğaz uzmanına kulaklarını göstermelerinde fayda var.

Kadınlar "r" harfini niçin yutuyorlar? Değişik konuşma olsun diye mi? Sanmıyorum. Öyle zannediyorum, "r" harfini telaffuz etmenin zorluğundan olsa gerek.

Bu harf, telaffuz etmenin zorluğunun yanında telaffuzu kulak da tırmalıyor ve rahatsız ediyor. Muhatap o kadar kelime söylüyor. O kadar kelimelerin içindeki "r" ler ben buradayım diye sırıtıyor. 

Herkese mi öyle ama bana göre "r" harfini çıkarmak zor mu zor.

"R" harfini çıkarma zorluğu yaşayanlardan biri de benim. Konuşurken "r" yı yutmuyorum. Başta, ortada ve sonda çıkarıyorum ama buna çıkarma denirse tabi. Bana sonu "r" ile biten bir kelimeyi söyle dense, bu harfi çıkarmaktansa saatlerce yürümeyi yeğlerim. Çünkü bana bu harfi çıkarmak Çin işkencesi gibi geliyor.

Bunu da nereden biliyorum? Telefonumun sonu bir ile biter. Bir yerde iletişim numaram istense, son rakamı telaffuz etmede zorlanırım. Muhatabım da tam anlayamadığı için tekrar tekrar sorar. Ben de tekrar tekrar söylerim.

Şu ele aldığın ve sorun gördüğüne bak demeyin. Bunu en iyi çeken bilir. Bilin ki yemeden, içmeden zor. Hatta deveye hendek atlatmak da zor.

Bu "r" harfini çıkarmanın zorluğuna geç vardım. Zamanında farkına varsaydım, ilk ve tek hat alacağımda hangi numarayı istiyorsun dediklerinde, hiç sonu bir ile biten bir numarayı seçer miydim?

Hasılı, pişmanım. Telefon numaramı değiştirme gibi bir düşüncem yok. Ama bir gün değiştirirsem, lütfen karşılaştığımızda telefon numaranı niye değiştirdin demeyin. Bilin ki sebep sonu bir ile yani "r" ile biten harften dolayıdır.

Siz siz olun, çocuğunuza yeni bir hat alacaksanız, lütfen sonu "r" ile biten bir rakamı tercih etmeyin. Gerekirse çocuğunuz telefonsuz kalsın ama sakın buna he demeyin. Bu uyarım "r" çıkarmada zorlanıyorsanız tabi.

Mübarek, “r” harfi de kelimeler içinde bolca kullanılıyor. Yemeğin tuzu gibi her yerde var. Benim ismimin baş harfi de “r” ile başlıyor. Ramazanda doğmuşum. Vermişler “r” ile başlayan bu ismi. Bu ismi verirken bu çocuk ileride bu harfi çıkarmada zorlanır dememişler. En büyük yükü daha doğarken yüklemişler sırtıma.

Ecdat, zamanında Ramazan derken başına İramazan diyerek "r" nin başına boşuna "i" eklememiş. O gariplerim de demek ki zamanında çok çekti bu harften. Onlar bu şekil çözmüş bu sorunu. Gördüğünüz gibi ben hâlâ çözebilmiş değilim. 

Ne yapıp ne edeyim şimdi ben? Acaba diyorum, kadınlar gibi “r” leri yutsam mı diyorum. Ah becerebilsem, inan yakışıp yakışmadığına bakmayacağım. Hepsinden geçtim. Sonu bir ile biten numaramı söylerken “r” yi yutarak “bi” desem, muhatabım ne der bana. Bu arada bir derken “r” yi yutan kadın görmedim. Hepsi de şimdiki zaman eki “yor” un, “r”sini yutuyor.

İşim zor anlayacağınız. Kaderiim kaderim! Başka da bir şey demem. 

31 Ağustos 2025 Pazar

Eyvah, Okullar Açılıyor!

Şimdi öğrenci de şaşkın, öğretmen de.

Çünkü okullar açılıyor.

Ne çabuk geçti o upuzun tatil öyle diyor.

Şaşkınlıkları geçti. Kara kara düşünmeye başladılar.

Çekilir mi bu uzun maraton diyorlar daha okul başlamadan. Üstelik bu sıcakta olacak şey mi okula gidip gelmek. Sabah erken kalkmak. Okul yoluna düşmek.

Halbuki öğrenci, öğretmen ne çabuk alışmıştı uzun tatile. Bitmez. Bu tatil biter mi demişlerdi.

Sayılı günler çabuk geçer dedikleri bu olsa gerek.
Ne yapsın ne etsin öğrenci ve öğretmen şimdi.

Öğrencilerin daha bir haftası var. Öğretmenlere göre şanslılar. Ama öğretmenlerin ağzını bıçak açmıyor. Çünkü bir hafta öncesinden okullu olacaklar.

Hayat ne güzel gidiyordu halbuki. Genç yaşta emekli olup bir çay ocağından diğerine akşamı yapan, günlerini gün eden emekliler gibiydi öğretmenler. Şimdi o emekliler çay ocağında çaylarını yudumlarken öğretmenler; seminer, toplantı, zümre diye koşturacak.

Bununla kalsa yine iyi. Bir dizi değişiklikle okula merhaba diyecek öğrenci ve öğretmen.

Bu öğretim yılından itibaren öğrenciler için serbest kıyafet uygulamasına son verildi. Gerçi serbest kıyafet uygulaması uygulayan okul pek yoktu.

Kıyafet uygulamasından öğretmenler de nasibini aldı. Hoş, Kılık Kıyafet Yönetmeliğine rağmen öğretmen ve devlet memurları da Yönetmeliğe uymuyordu. Bakan, yayımladığı 2025/63 sayılı genelge ile "Eğitimciye yakışır" şekilde giyinilmesi talimatını verdi.

Eğitimciye yakışır şekilde giyim kuşama ve kılık kıyafete eyvallah. Ama bunun ölçüsü ne? Bunu kim belirleyecek? Bunu da zaman gösterecek.

Nicedir pasif direniş yapan devlet memurları, bakalım buna uyum sağlayabilecek mi? Bir ölçü olmalı elbet. Eğitimciye yakışan bir kılık kıyafet ve giyim kuşam olmalı. Yalnız herkesin yakıştırdığın giyim kuşam farklı olabilir. Bana yakışan bu diyebilir. Temenni ederim ki kılık kıyafet yönünden bir gerilim yaşanmaz.

Değişiklik bununla da sınırlı değil. Okullar iletişim adresi olarak WhatsApp yerine yerli ve milli olanına geçecek.

Eğer bu yerli ve milli mesaj uygulaması kendisini yenilemediyse yandık demektir. Yazışmak mesele idi gerçekten. 

Mesaj sesi de bir garip.

Nicedir bana mesaj gelip durur. Yakında tekrar iletişimi benimle sağlayacaksın diyormuş belli ki.

Hasılı, daha sıcaklar bende bu kadar deyip gitmeden okulların açılması, eğitimciye yakışır kıyafet uygulaması, yerli ve milli olan uygulama ile mesajlaşılacak olunması çekilecek gibi değil.

Ne edelim. Başa gelen çekilir. 

Allah başka dert vermesin.

İnsan Kaynağı Plansızlığımız

Bir arkadaş aradı: "Kızım şu öğretmenlik branşından birini bitirdi. Puanı yeterli gelmediğinden atanamadı. Ücretli öğretmenlik yapmak için başvuru yaptı. Ne yapabiliriz" dedi.

Arkadaşa, kızınız başvuru yaptı ise her ilçe görevlendirme kriterlerine göre ihtiyaç oldukça sırayla çağırır. Yine de kızın bilgilerini gönder. Bir de telefonun sesini aç da kızın da dinlesin diyeceklerimi dedim.

Kıza, branşının dışında girebileceğin yakın branşları da yazman daha iyi olur. Çünkü branşında açık olmayabilir. Bir de bildiğim kadarıyla maddi sıkıntınız yok. Oturup önümüzdeki senenin sınavlarına çalış. Ücretli öğretmenlik tüm günlerini alacağı için sınava hazırlanamazsın. Yine siz bilirsiniz dedim.

Kızın ataması zordu. Çünkü branşından alım çok az. Gerçi sadece bu branşta değil, bir-iki branşın dışında atanmak çok zor. Çünkü her branşın binlerce yedeği var. Hepsi de atanmayı bekliyor. Bu da bir yıl öncesine kadar her branşın ikinci öğretimlerini devam ettirmemizin, her yere üniversite ve her üniversiteye her bölümü açmamızın bir sonucu.

Bu durum her konuda olduğu gibi insan kaynağını planlama eksikliğimizin bariz bir örneği. Ben fakülte açarım. Herkesi okutur, mezun ederim. Onlara istihdam üretmem. Herkes başının çaresine bakacak demektir. Devletin bu plansızlığı, bir anne ve babanın, ben istediğim kadar çocuk doğururum. Ama bakmak zorunda değilim anlayışından farklı değil.

Arkadaşın ve kızının ilçesinde görev yapan şube müdürüne, ilçe okullarında ücretli öğretmen ihtiyacı olup olmadığını sordum. "İhtiyaç yok. Çünkü elimizde 1000 tane norm fazlası öğretmen var. Onlar görevlendirilecek" dedi.

Şube müdürüne, 1000 norm fazlası öğretmen tüm il merkezinde mi yoksa sadece sizin ilçenizde mi dedim. "Sadece bizim ilçede" dedi.

Bir ilçede bu kadar norm fazlası öğretmenin olması beni şaşırttı. Bir ilçede 1000 ihtiyaç fazlası öğretmen varsa tüm Türkiye'deki ihtiyaç fazlası öğretmen sayısını gözümüzün önüne bir getirelim. Karşımıza korkunç sayı çıkar. Bu demektir ki Milli Eğitim Bakanlığı öğretmen ihtiyacını gidermek için her yıl öğretmen alımı yapsın. Diğer taraftan da bazı illerde yığılmış ihtiyaç fazlası öğretmenler olsun. Ne yaman çelişki bu.

Öğretmen fazlalığı olur da bu kadar olmaz. Okul ve derslik veremediğimiz öğretmenlere maaş vermeye devam ediyoruz. Yazık, ülkenin plansız insan kaynağına giden paraya. Bu da insan kaynağını yerinde kullanamadığımızın bir göstergesi.

Bir ilçede veya tüm Türkiye'de norm fazlası dediğimiz ihtiyaç fazlası öğretmen niçin oluşur? Öyle zannediyorum, eş durumu yani aile birliğinden kaynaklı olsa gerek. Nedense MEB, belli illerde eş durumundan kaynaklı ihtiyaç fazlası öğretmenlerin önüne bir türlü geçemedi.

Elbette aile birliği önemli. Eşler aynı yerde çalışmalı. Ama aynı yerde çalışacak diye ihtiyaç fazlası atama yapmanın da bir gereği yok. Atamalarda oportünist davranmanın bir sonucu. MEB eşleri birleştirmezsem, kafam ağrır düşüncesiyle ihtiyaç yok diyemiyor. Al değerlendir diye valilik emrine atamayı yapıveriyor.

Halbuki mevzuatta eşlerin birleştirilmesine dair çözüm var. Mevzuat uygulanırsa norm fazlası öğretmen diye bir şey olmaz. Diyelim ki eşlerden biri Mardin'de, diğeri Konya'da. Mevzuat der ki "Aileyi Mardin ya da Konya'da birleştireyim. İhtiyaç Konya'da ise Konya'da, Mardin'de ihtiyaç varsa Mardin'de birleştireyim. Eğer iki yerde de ihtiyaç yoksa eşleri başka bir ilde birleştireyim". Bence yerinde bir mevzuat. Ama uygulama böyle değil. Mardin'deki eş, ihtiyaç olmadığı halde Konya'ya tayin istiyor. Konya'daki eş Mardin'de kendisine ihtiyaç olduğu halde tayin istemiyor. Bu durumda eşler nasıl birleştirilecek? Bakanlık Mardin'deki eşi Konya Valiliği emrine vermek suretiyle meseleyi çözüm yoluna gidiyor. Eşler birleşti ama norm fazlası olarak.

Valilik norm fazlası öğretmenleri ne yapıyor? Bunlara il sınırları içerisinde boş olan okullara tayin istemelerini söylüyor. Öğretmen ise il merkezindeki okulları yazdığı için ataması yapılmıyor. İl Milli eğitimler bu öğretmenleri değerlendirin diye ilçe MEM'lere görevlendiriyor. İlçe MEM'ler ise doğum vb. sebeplerle boşalan yerlere geçici görevlendirme yapıyor. Olmadı, büyük okullara vererek alın bu öğretmene 15 saat ders verin diyor. Yani bir öğretmenin gidereceği ihtiyacı iki kişi gideriyor.

Norm fazlası atamalarda ihtiyaç olan yerler dolmazsa resen atama yapılacak denmesine rağmen belediye sınırları dışında ihtiyaç olduğu halde yine atama yapılamıyor. Atama yapılsa bile sendikalar devreye giriyor. Bu yüzden il merkezinde birikmiş ama ilçe, belde veya köylerde ihtiyaç olan yerlere öğretmen gönderilemiyor. Gönderilmeyen öğretmenin yerine ücretli öğretmen görevlendirmesi yapılıyor.

Hasılı, ortada göz ardı edilmemesi gereken büyük bir sorun var. Ama sorun çözülmüyor ya da çözülmez istenmiyor. Bu da insan kaynağını yerinde kullanamama ve ülkenin parasını heba etme sonucunu doğuruyor. Para kimsenin cebinden çıkmadığı için herkes bu durumdan memnun. Gel gör ki bu plansızlığın parası hepimizin cebinden çıkıyor.

Bu demek değildir ki norm fazlası öğretmenler değerlendirilmiyor. Bir şekil değerlendiriliyor. Ama branşından ama branş dışı. Yani işe kişiden ziyade kişiye iş bulunmuş oluyor.

İnsan kaynağını yerinde kullanamadığımız durumu sadece bahsettiğimden ibaret değil. İl MEM’ler kitap yazma, kitap inceleme, formatörlük vs. gibi gerekçelerle her yıl okullardan geçici öğretmen görevlendiriyor. Yerlerine başka geçici öğretmen gönderiliyor ya da okul başının çaresine bakıyor. Bunun dışında uzman ya da araştırmacı kadrosunda olan çalışanlar da var ama bilfiil çalışmıyor.

Bu ve benzer insan kaynağı plansızlığımızı göz önüne getirirsek, bunca plansızlık ve her birine harcanan maaş ve özlük haklar ile bu devlet iyi ayakta kalıyor. Bu durum yani insan kaynağı plansızlığı durumu sadece MEB’de değil, hemen hemen her kurumda şu ya da bu şekilde var.

Şu bir gerçek ki insan kaynağı planlamasında sınıfta kaldık. Tek kelimeyle yazık...