Ana içeriğe atla

Yalancı Bahar ve Sahici Bahar *

1994 ve 2001 ekonomik krizlerini gördüm. Krizin etkilerini derinden hissettim. Her ikisinde de hayat pahalılığı alıp başını gitmişti. Bugün aldığım bir ürünün fiyatını, ikinci gelişimde keşke aynı fiyata alabilsem derdim. Baktığım bir ürünü almak istemesem, pişman olursun, yarın aynı fiyata alamazsın, derdi esnaf. Ben böyle sıkıntı çekerken, esnaflık yapan bir tanıdığım, bu süreçte deli para kazandım dedi bir görüşmemizde. 

Aynı çizgide devam eden bir siyasi görüşüm olmasına rağmen insanların çektiği sıkıntıları görünce, daha ufukta seçim yokken şunları söyledim: "Bundan sonra oyum, bugünkü aldığım bir ürünü yarın aynı fiyata alabileceğim bir ortamı sağlayacak yani hayat pahalılığını durduracak bir siyasi parti olursa, istersen ateist olsun, oyum onadır" demiştim.

2002 yılındaki seçimlere, ekonomik kriz damgasını vurdu. Seçmen ekonomik krizde dahli olan partileri sandığa gömdü. Yeni kurulmasına rağmen AK Partiyi tek başına iktidara getirdi. Ülkede siyasi istikrar sağlandı. Uygulanan sıkı mali disiplin, dışarıdan gelen sıcak para ve dövizin zikzak çizmemesi yüz güldürdü. Cebimiz para gördüğü gibi paramız değerlendi ve bereketlendi. Hayat pahalılığı yok oldu, enflasyon tek haneye düştü, tereklerdeki ürünler yerinde saydığı gibi bir kısım çeşitlerde fiyatlar geriledi. Zam nedir duymaz olduk. Cebimiz para gördü, alım gücümüz arttı. Yüzümüz gülmeye başladı. At sahibine göre kişner sözü doğruymuş demeye başladık.

Geldiğimiz noktada, ekonomik halimiz hiç iç açıcı değil. Çünkü dünün yerinde yeller esiyor. Sanki ekonomik krizler bu ülkenin kaderiymiş gibi yine bir ekonomik darboğaz içindeyiz. Eski krizlere oranla likidite sıkıntısı olmasa da fiyatların yanına varılmıyor. Hayat pahalılığı yönünden yeniden çift haneli rakamları yaşıyoruz. Piyasa ürünlerine ve temel ihtiyaç mallarına konan zamlar çok astronomik. Bu da gösteriyor ki 2002’den sonra gelen ekonomik rahatlama, geçici bahardan ibaretmiş. Her geçici baharın sonu ya yakıcı ya da dondurucu oluyor maalesef.

Belirli periyotlarla mali krize girmemizde değişik sebepler olsa da birinci derece sorumluları, zamanında tedbir almayan gelmiş geçmiş siyasi iktidarlardır. Demek ki pansuman tedbirlerle günü kurtarma politikası böyle bir şeymiş ve sonuçları itibariyle acı oluyormuş. Maalesef bu acı reçeteyi de halkın kahir ekseriyeti içiyor.

Burada ekonomik krizle ilgili bir hususa daha dikkat çekmek istiyorum. Ne zaman bir vatandaş hayat pahalılığından dem vursa, “para yetmiyor, işsizlik aldı başını gidiyor” dese, birileri sosyal medyadan “Kriz var diyorlar. Ne krizi? Baksana millet Bodrum’da, Alanya’da tatil yapıyor. Tatil beldeleri tümden dolu. Parası olmayan tatile gidebilir mi? Ya şu son model arabalar neyin nesi. Eski model araba göremiyorum. Herkeste en pahalısından cep telefonu var. Piknik yerleri dolu. Hangi mağazaya gitsen, millet bol bol alışveriş yapıyor. Ne işsizliği? İş beğenmiyorlar da ondan. Çalışana iş çok…” şeklinde paylaşım üstüne paylaşım yapıyor. Bu tür paylaşımlarda doğruluk payı var mı? Var elbet. Olan da olmayan da bulup buluşturup, karta taksit yaptırıp tatil beldelerinde soluğu alıyor. Bazı sektörler, işçi aradığı halde işe talip olmayan ve iş beğenmeyenler de var. Ama tüm bunlar halkın ekonomik darboğazda olduğu gerçeğinin üstünü örtmez. Ki kriz dönemlerinde tüm halk ekonomik darboğaza duçar olacak diye de bir şey yok. Krizler kimini ihya ederken kimini de bitirir. Kimi bu krizler sebebiyle paraya para demez, köşe olur. Ama bunların sayısı azdır. Esas halkın çoğunluğuna bakmak lazım. Çünkü dar ve orta gelir seviyesinde bir geliri olan halkın daha da fakirleştiği, geçinmek için zorlandığı da bir gerçektir. Alt gelir seviyesinde olanlarla üst gelir seviyesinde olanlar arasında sosyal adalet dengesi alabildiğine açılmış durumdadır. Burada şunu da söyleyeyim. Bu ülke 80 milyonu geçmiş bir ülkedir. İster tatil beldesi ister piknik yerleri ister alışveriş merkezleri olsun, her yerde insan yoğunluğunu görmek mümkündür. Buralara bakarak halkın keyfi yerinde tespiti bizi yanıltır. Aynı şekilde hastanelere gitsek, hastanelerin de dolu olduğunu görürüz. Bu demek değildir ki bu toplumun hepsi hasta olmuş ve hastaneye koşmuş.

Sözün özü, hayat mücadelesi veren her bir insanın şöyle ya da böyle dert ve sıkıntıları vardır. Zira burası imtihan dünyasıdır. Dün olduğu gibi bugün de düne oranla ekonomik sıkıntı çeken insanımızın sayısı az değildir. Durum bu iken ve kimsenin ne ile mücadele ettiğini bilmez iken uzaktan maval okumak doğru değildir. Çünkü davulun sesi uzaktan hoş gelir ve ateş düştüğü yeri yakar. Yani her şeyi tozpembe göstermeyelim. Aynı şekilde “bittik, tükendik” diyerek felaket tellallığı da yapmayalım.

Ülkemizde zaman zaman gördüğümüz yalancı baharların yerini, sahici ve kalıcı baharlara bırakması temennisiyle…

*28/08/2021 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde