30 Nisan 2018 Pazartesi

Merhaba Eski Siyasetimiz!

Bakanlar Kurulu toplantısından sonra toplantıda alınan kararları Başbakan açıkladı. Neler yoktu ki satır aralarında. Kesenin ağzının açıldığını gördüm. Verdikçe vermiş hükümet.  Emekliye senede iki defa biner liralık yardımdan tutun da yaşlı aylığının 266 liradan 500 liraya çıkarılması, vergi ve prim alacaklarının yeniden yapılandırılması, yaş çay alım fiyatlarına verilen fiyat...verdikçe vermiş. Bütçeye 24 milyarlık getirisi olan bir yük açıklanan paket. Ne zaman açıklanıyor bu paket? Seçim kararının alındığı bir dönemde… Yani seçim ekonomisi bunun Türkçesi.  

Ekonomik paketle açıklanan miktarları çok fazla veya yanlış bulduğum anlaşılmasın. Emekliye, yaşlıya versin; çay ve diğer tarım ürünlerine destek versin. Çünkü bu kesimler zor durumda. Ki açıklanan miktarı tarafların yeterli bulacağını da düşünmüyorum. Çünkü adı geçen kesim geçim derdinde. Ne kadar desteklenirse yeridir. Sadece zamanlaması yanlış oldu diye düşünüyorum.

Kesenin ağzını açmada geldiği 2002'den beri hükümeti bu derece bonkör görmedim. Hatta o kadar seçim yaptı. Hiç seçim ekonomisi uygulamadı dense yeridir. Hatta her seçim öncesi seçim ekonomisine karşı olduğunu açıkladı sorumluları. Çünkü her seçim başlı başına bütçeye zaten artı bir yük getirirken bir de seçim ekonomisi uygulamak ekonomiyi felç ediyordu. Eski siyasilerin, eski Türkiye'nin seçimlere giderken başvurdukları bildik yöntemdi bu. Çoğu kimse seçim öncesi kesenin ağzının açılmasını seçmene rüşvet olarak değerlendirir.

15-16 senedir ayakları yere basan bir ekonomik program uygulayan, bütçe disiplininden ödün vermeyen bir hükümet nedense bu seçimde seçim ekonomisinde karar kıldı. Demek ki bu seçim hayat-memat meselesi olarak görüldü hükümet nezdinde. Seçim bıçak sırtında anlaşılan! Gerçi biz de her seçim ölüm-kalım şeklinde olur. Ben hiç normal seçim görmedim bu ülkede.

Kaç dönemdir seçim öncesi seçim ekonomisi uygulamayan ve bize eski Türkiye'yi unutturan bir hükümetin yeniden eski Türkiye'yi hatırlatırcasına eski yöntemlere başvurması şık olmamıştır. Özellikle yeni Türkiye parolasıyla ortaya çıkan bir siyasetin seçmene rüşveti çağrıştıran bir yola tevessül etmesi, siyasete getirdiği skalasını da düşürecektir. Yazık olmuştur ülkeye! Yeniden eski Türkiye siyasetine dönüş sinyalidir bu. Türkiye'yi geriye götüren bir bakış açısıdır. Çekmeseydiniz ölürdünüz değil mi? Keşke hükümet bedeli ne olursa olsun prensiplerinden ödün vermeseydi. Madem seçim ekonomisi uygulamaya karar verdi, keşke bu paketi seçim kararı almadan önce açıklamış olsaydı daha iyi olurdu.

Açıklanan bu ekonomik paketle hükümetin seçmene rüşvet vermeyi düşündüğünü sanmıyorum. Ama birçok kişi nezdinde bu, rüşvet olarak değerlendirilecektir. Geçmişinde lügatinde olmayan bir şeyi seçim öncesi yapmak suretiyle kendisine de bir leke getirecektir. Ayrıca seçim ekonomisi uygulamak suretiyle bir iki puan oy gelecek beklentisi varsa daha fazlasını da götürür. Çünkü vatandaş rüşvete sıcak bakmaz.

Sonuç olarak açıklanan bu paket, iyiye gitmeyen ekonomimize büyük darbe vuracaktır. Çünkü ekonomiye ağır yük getirecektir. Milletçe ceremesini yıllar yılı çekeceğiz. Hükümetin kaşıkla verdiği, izleyen aylarda bizden kepçeyle çıkacaktır. Neyse olan oldu. Bize hayırlı olsun, Allah devlete zeval vermesin demek düşer. Hoş geldin eski Türkiye! Merhaba eski siyasetimiz!






Belki Vekil Olamadım Ama...

Darı ambarında olan ve oradan hiç çıkamayan ben, vekil olmayı çok istedim ama aday adaylığına bile müracaat edemedim. Aslında müracaatı yapıp göle bir maya çalabilseydim belki bahtım açılırdı. Ama cesaret edip başvuru yapamadım. Bunda ayağımın altından kayar gider diye korktuğum kadrolu olmam en büyük handikabımdı. Normalde istifa edenler aday olamazlarsa veya aday olup seçilemezlerse eski görevine dönüyor. Ama devlet bu! Benim istifa ettiğimi gören devlet; “fırsat bu fırsat, bu vesileyle devleti şundan kurtaralım” diyerek beni göreve başlatmayabilirdi. Sonra maaş alamayacağım birkaç ay kim bana bakardı? Kim seçim çalışmamda bana destek olurdu. Çünkü kimse kaybedecek ata oynamazdı.

Geçen geçti. Vekil olamamak dünyanın sonu değil ve ben yaşamaya devam ediyorum. B planını devreye koyuyorum. Ne mi yapacağım? Kadrolu işime devam edeceğim. Bunun yanında siyasilerle özellikle vekillerle iyi geçineceğim. Onlar nerede ben orada olacağım. Onların gölgesi gibi olacağım. Onları sık sık ziyaret edeceğim, "Efendim bir emriniz var mı" diyeceğim. Yani parolam vekil olamadım ama vekile yakın olmak olacaktır. Bunu başarabildiğim takdirde bazı yüksek makamların yolu bana açılacağını düşünüyorum. Çünkü yakın olmak “yakînimdir” gibi bir şey. Ayrıca yakın olmak arada sevgi, muhabbet ortamının doğuracağını düşünüyorum. Bu vesileyle benim gibi bir değeri keşfedeceklerini ve bundan hem ben, hem de ülkemin de kazançlı çıkacağını düşünmeye başladım. Uzak olmak ırak olmak gibi bir şey! Uzakta don yağı gibi durur da beni keşfedemezlerse emaneti ehline veremedikleri için ayrıca vicdan azabı çekmelerini istemiyorum. Daha doğrusu buna hakkımın olmadığını düşünüyorum.

Başıma bir şey gelirse vekil dostlarımı devreye koyacağım. Olur mu olur! Dünya burası. Düşmez kalkmaz bir Allah’tır. Arkamda vekilin olduğunu gören hangi biri benimle uğraşır? Hatta düşman gibi bakanların bana karşı tavır ve bakışlarının değişeceğini, “Biz ettik, sen etme” diyeceklerini adım gibi biliyorum. Açılmayan kapılar açılacak. Bu ne demektir? Dertsiz bir dünya beni bekliyor demektir. Hele vekilimden bana posta koyanlara “Sen ne yaptığının farkında mısın, yerini beğenmedin galiba?” şeklinde bir telefon gelirse bana hayatı zindan eden bakalım ne yapacak?

Hâsılı vekile iltifat etmem, onları arayıp sormam, onların bir dediğini iki etmemem, yani yakın olmam, yani gözlerine girmem vekillik gibi bir şey olacak benim için. Çünkü aradaki dostluk kardeşliğe dönüşecek. Ben onun dediğini yapacağım, ayrıca her platformda onu öveceğim, o da benim istediğimi yapacak. Böylece ne şiş yansın, ne de kebap misali gül gibi geçinip gideceğiz. Zira vekillik imkânlarından yararlanan vekil dostlarım, suyunun suyu da olsa herhalde benim gibi bir dostlarına imkân hatta imkânlar sunmaktan imtina etmeyeceklerdir. Çünkü fazlasıyla hak ettiğime inanıyorum. Sonra benden iyisini mi bulacaklar?

Sonuç olarak ben bu B planımla çok ekmek yerim. Keşke siz de benim gibi bir düşünce yapısına sahip olsaydınız, bugün nerelerde olurdunuz kim bilir? Bu düşüncemi de kimseyle normalde paylaşmam. Ah şu paylaşımcılığım yok mu? Belki de hep kaybetmemin nedeni budur. Size garip gelse de bu yöntemle eninde, sonunda kedi olup bir fare tutacağım. Ben böyle olduktan sonra azmetti ve başardı diyeceksiniz, ama iş işten geçmiş olacak. Aklınız varsa siz de aynısını yapın. Daha ne diyeyim? Elinizden tutup bir vekilin yanına götürecek değilim ya!



29 Nisan 2018 Pazar

Bedelli Askerlik Niçin Şehitlerimize Saygısızlık Olsun? *


Zaman zaman bu ülkenin gündemine bedelli askerlik gelir. Genelde devletin paraya ihtiyacı olduğu zamanlarda dile getirilir. Ne zaman bedelli askerlik gündeme gelse askerliğin bedellisi olur mu? Askerlik vatandaşlık görevidir. Herkes yapmalıdır. Parası olan bastıracak parasını, askerlik yapmayacak. Yine fakir bu ülkede askerlik yapacak" tepkileri dile getirilir. Olaya hamasetle yaklaşılırsa bu tür tepki normaldir, hatta taraftar bile toplar. Ben bedelli askerlik konusuna farklı bakıyorum.

Askerlik bu ülkede vatandaşlık ödevidir, her erkek yapmakla mükelleftir. Ülkenin asker ihtiyacı erkeklerle karşılanamazsa gerekirse kadınlarımız da seve seve askerlik yapar. Devletin askere ihtiyacı varsa kimsenin parası geçmez bu durumda. Yaşı gelen herkes silahaltına alınır. Ya askere gidecek olan ihtiyaçtan fazla ise bu durumda ne yapılmalıdır? Bedelli askerlik sadece ülkenin ekonomik kriz dönemlerinde gündeme gelmesinden ziyade sistematiğe bağlanmalıdır. Zaten günümüzde devlet profesyonel orduya geçmektedir. İhtiyaç  olmadığı halde herkesi askere almak ne derece doğrudur? Bunun devlete ekonomik bir maliyeti olmaz mı? Hem maliyeti azaltmak, hem askerlik yapanların masrafını karşılamak, hem de savunma sanayimizde harcanmak üzere bedelli askerliği iyiden iyiye düşünmek gerekir.

Devlet her yıl ne kadar askere ihtiyacı varsa sayısını belirler, diğer geriye kalanların bedelli askerlikten faydalanabileceğini açıklaması lazım. Bu yöntem devleti ekonomik yönden rahatlatır. Bedelliden gelecek parayla Genel Kurmay Başkanlığı kendi yağıyla kavrulur. Çünkü bu ülkenin fiili görev kadar paraya da ihtiyacı vardır. Kiminin bedeli bedeni, kiminin bedeli parasıdır. Her iki yol da ülkeye hizmettir. Zaten dünyanın doğası, sosyal adalet sistemimiz böyle değil midir? Bedelli yapacağını bilen önünü görür, bedenen yapacağını bilen tedbirini alır. Hatta bedelli askerlik yöntemiyle bedenen görev yapanlara asgari ücretten aşağı olmayacak şekilde maaş bile bağlanabilir.

19 yaşını doldurana tercih hakkı verilmelidir. ASAL, ihtiyacı kadar kişiyi seçer, diğerlerine  bedellilik seçeneği sunar. Çoğunluğun bedelli askerliğe yönelmemesi için bedelli fiyatları yüksek tutulur. Sadece bedelli askerlik değil, kişilere bedenen askerlik yapmanın dışında başka seçenekler de sunulmalıdır. Gerekirse kişi mevcut işinde çalışmak suretiyle askerlik görevini de yapmış sayılmalıdır. Çünkü kamuda görev yapmakta iken askere gidenin yerine ücretli eleman çalıştırılmaktadır veya askerden gelinceye kadar işini ya bir başka çalışan yapmakta veya kimse yapmayıp iş aksamaktadır. Böyle yapmaktansa kişi görevini yaptığı yerde maaşsız askerlik yapabilmelidir veya geçimini sağlayacak kadar maaş almak suretiyle askerlik görevini yapmasına imkan verilmelidir.

Sonuç olarak ben bedelli askerliği asla şehitlerimize saygısızlık olarak görmediğim gibi faydalı görüyorum. Hatta elzemdir, teşvik edilmelidir. Zira ülkenin buna ihtiyacı vardır.

* 02/05/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Gül'e Kızalım Kızmasına...

Son günlerde 11.Cumhurbaşkanının mevcut Cumhurbaşkanının karşısına cumhurbaşkanı adayı olarak çıkıp çıkmayacağı epey bir gündemde kaldı. Eski Cumhurbaşkanı'nın "Geniş katılımlı bir konsensüs oluşmadı, aday değilim" demesiyle aday olmayacağı ortaya çıktı.

Tartışma bitti mi? Hayır. Gül, dün olduğu gibi bugün de eleştiri oklarına muhatap. Vuran vurana. Herkes sonucu tartışıyor. Kimse ilk kopuşu konuşmuyor. Kimse, Gül niçin bu noktaya evrildi demiyor. Burada niyetim Gül-Erdoğan arasında şu haklı, bu haksız iddiasında değilim. Katılır veya katılmazsınız bir tespitte bulunmak istiyorum. Bunun için ilk önce olay ve gelişmelere soğukkanlı bakmak, taraf gözlüğünü bir kenara bırakmak gerekir. Çünkü olan oldu. Konuşmamız gereken arkaya yaslanıp niçin böyle oldu sorusuna cevap bulmaktır.

Erdoğan-Gül arasındaki kardeşlik hukuku niçin bitti? Bence ilk bitiş noktası Gül'ün görev süresi biterken Erdoğan'ın "Ben adayım" dedikten sonra gazeteciler Gül'e, "Efendim görev süreniz bitiyor, yeniden aday değilsiniz, bundan sonra ne yapacaksınız" şeklinde bir soru sormuş Gül de "Benim bir partim var, partime gideceğim" demişti. Gül'ün görev süresinin bitimine ramak kala yangından mal kaçıırırcasına hafta için Davutoğlu'nın genel başka seçilmesidir. İlk kırılma noktası budur. Gül, bu durumu kaldıramamıştır. Yerine genel başkan seçilen ve başbakan olan Davutoğlu'nu göklere çıkardık. Erdoğan istifasını isteyince Davutoğlu'nu da düşman bilmeye başladık. Yine Erdoğan, "Ben böyle cumhurbaşkanı olmayacağım" diyerek 7 yıl koltuğu teslim ettiği kişiye "Sen bu işi yapamadın" diyerek eleştirmiştir. Gül ile ilgili her platformda "Erdoğan olmasaydı bir hiçti, onun sayesinde başbakan ve cumhurbaşkanı oldu" başa kakmaları Gül'ü derinden yaralamıştır. 

Gül; kırılmıştır, incinmiştir, yaralanmıştır. Kabuğuna çekilip kendi kendini tamir edeceği, bu durumu atlatacağı yerde kimse onu rahat bırakmadı. Erdoğan'ı savunanlar Gül'e saldırdıkça Erdoğan'ın sessiz kalması yine Gül'ü kırmıştır. Biz tu kaka yaptıkça karşı cephe, Gül'e kucak açtı. 

Gül sustu; susuyor dedik. Konuştu; konuşuyor dedik. Davet edilen yere gitmediyse gitmedi dedik. İşin garibi gelmeyene kızarken gelene de kızdık. Örnek mi istersiniz? Gül ile birlikte hareket eden Bülent Arınç, AK Partinin davetlerine icabet edince "Bunun ne işi var burada" dedik. 15 Temmuz darbesinde darbecilere karşı koyanların sorumlu tutulmamasıyla ilgili çıkarılan KHK için Gül'ün "Yerinde bir kanun, fakat kanunun şurası ileride kötüye kullanılabilir, arkadaşlar bunu düzeltecektir" açıklamasına tahammül edemedik, dışarıda yaptığı bu açıklamaya rıza göstermedik. Trenden indirdik, inen bir daha binemez dedik.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Sonunda incinmiş, kırılmış bir Gül, etrafın dolduruşuyla cumhurbaşkanlığına aday olmak için göz kırpmaya başladı. Geniş bir destek göremeyince adaylıktan vazgeçti. Anlatmak istediğim Gül, incinmişlik, kırılmışlık ve  dışlanmışlık sendromunu atlatamadı. Biz vurdukça o, savruldu.

Her şeye rağmen Gül, geçmiş hukuk hatırına adaylıkta isminin anılmasına asla izin vermemesi, Erdoğan'ın karşısına çıkmayı düşünmemesi gerekirdi. İncinmişlik ve kırılmışlığın ne olduğunu bilmeyen, yani eşekten düşmeyen bu durumu bilemez. Bu, öyle bir durum ki insana sağlıklı karar vermesinin önüne geçer. Bu, hastalık derecesinde bir sendromdur. Tedavisi, telafisi zordur. Bu durumda Erdoğan ve onu savunan büyük bir kesime düşen kardeşlerin arasının açılmaması ve tarafların yıpratılmaması için sessiz kalmak veya haklarında hüsnü niyet beslemek ve işi zamana bırakmaktı. Çünkü zaman her şeyin ilacıydı. Ama yapmadık, yapamadık. Tarafgirlik hoşumuza gitti. Yıprattık insanımızı. Halbuki Erdoğan'ın başına -Allah göstermesin- bir şey gelirse partiyi toplayacak olan Gül idi. Maalesef onu da bitirdik. İmtihanı kaybettik, kardeşlik hukukunu çiğnedik. Gül iyi bir sınav vermedi. Tamam ona kızalım. Ama onun bu şekilde savrulmasında bizim de payımız büyüktü.

Şimdi soralım kendimize... Erdoğan-Gül kırgınlığının kime faydası oldu? Bunu kim kazandı? Kim yara aldı? Kazanan biz olmadık, bunu biliyorum ve karşı cephe kazandı. Aynı amaca giden yolda bize düşen kenetlenmek olmalı. Adam eksiltme lüksümüz yoktur. Unutmayalım ki karşı cephe bizden adam kopararak bir gedik açıyor. Çatlatılmaz denen dostları bir bir koparıyor bizden. Geriye bir bakalım, kaç insanımızı yolda eksilttik. 29/04/2018

28 Nisan 2018 Cumartesi

İsmiyle Müsemma Üniversiteleri Bölmek *

Son günlerde çokça yaptığımız siyasi tartışmaların yanında bir tartışma konusu daha gündemimizde idi: Bazı üniversitelerin bölünmesi. Bazı yerlerde tepkiler olsa da başta köklü üniversiteler olmak üzere bazı üniversiteleri ikiye bölen tasarı Meclis'ten geçerek yasalaştı. Böyle 20 yeni üniversitemiz daha oldu.

Üniversiteler niçin bölünür, bundan maksat ne, içeriğini bilmiyorum. Kanun koyucu mutlaka bölünme gerekçesinde niçin bölünmesi gerektiğini bir güzel açıklamıştır. Bölünme bir ihtiyaç ve gerekçeler haklı nedenlere dayandırılmış olabilir. Gelen tepkilere bakılırsa üniversitede okuyanlar ve akademisyenler gerekçelerin mantığını kavramamış görünüyorlar. Yani paydaşlar ikna edilememiş. Yapılan tasarruf doğru bile olsa ikna edilemeyen doğru, doğru değildir. Umarım bölünme sadece bina ve bölümlerin ayrılmasından ibaret kalır.

Üniversitelerin bölünmesinden amaç, bölümleriyle devasa bir görünüme kavuşan üniversiteyi bölmek suretiyle daha kolay yönetilebilir kılmak olsa gerek. Farz edelim ki bu gerekçe doğru. Pekiyi adama sormazlar mı madem yönetim zaafı olacaktı o zaman ne diye üniversitenin bu kadar büyümesine izin verildi veya başka bir yere başka bir ad altında yeni bir üniversite kurulmadı zamanında? Sonra her büyüyeni daha sonra hep böyle ikiye mi böleceğiz? Plansızlığımızı göstermiyor mu bu? Ya da bölünce üniversitelere kalite mi gelecek? Daha önce ikiye bölünen üniversitelerde ben bir sıçrama görmedim. Gördüğüm tek şey bölünmenin yıllarca sürmesidir. Ayrıca bölünen üniversite bazı kişilere istihdam kapısı olmak, bazı akademisyenlerin unvan yönünden daha çabuk yükselmesinden başka bir işe de yaramıyor. Üstelik doğru dürüst yeni bölüm de açılmıyor. Tek yaptıkları, bölündüğü üniversitedeki aynı bölümü diğer ikizinde de açmak. Yani işin kolayına kaçmak var burada. Çünkü başka bir ilden akademisyen getirmek zor! Keşke bölünen üniversite, o ilde bulunmayan yeni bölümleri uhdesine katmış olsa…

Bir üniversiteyi ben böldüm demekle olmuyor. Çünkü o üniversite o ismiyle öğrencisi, öğretim görevlisi nezdinde bir anlam ifade ediyor. Yeni ismi ne olursa olsun kolay kolay kabullenilmeyecektir. Üniversite ismini değiştirmek kişinin adını belli bir yaştan sonra değiştirmek gibi bir şey. Halbuki isimlerin kişiler için ayrı bir anlamı vardır. En azından ismiyle müsemma olmuş oluyor. Özellikle ismiyle müsemma olan üniversiteleri bölmek kurum kültürüne bir katkı sağlamaz.

Her şeyden geçtim, seçime giderken, bu seçim hayat-memat kabul edilirken, bir oy bir oy denerek ittifaklara imkan verilmişken tepki olacağı biline biline niçin seçime ramak kala üniversite bölme yoluna gidilir? Bu işler çok mu elzemdi? Seçim sonrası yapılamaz mıydı? İşin mutfağında olan akademisyen ve öğrenci temsilcilerine zamanında bölünmenin mantığı anlatılarak onlar ikna edilme yoluna gidilemez miydi? Benim bildiğim hiçbir hükümet seçime giderken vatandaşın ileride hayrına da olsa kolay kolay radikal kararlar almaz. Seçim kararı alınan bir ortamda üniversitelerin bölünmesi kararı bana manidar gelmiştir.

Bölmekten maksat yeni üniversite kazandırmak ise normalinden fazla üniversitemiz var. Çoğu üniversitelerin bazı bölümleri kontenjanını dolduramıyor bile. Bence üniversite sayısını artırmaktan ziyade mevcutların kalitesini artırmak için keşke bir çalışma yapılsaydı…

* 30/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



27 Nisan 2018 Cuma

Kendimizi Nasıl Sevdirmişsek Nefret Ettirmesini de Biliriz


Biz buraya tırnaklarımızla kazıyarak geldik. Çünkü kapı kapı dolaştık, uçsuz-bucaksız yerlere gittik: Kendimizi, fikrimizi, yapacaklarımızı anlattık. Millet "Nasıl yapacaksınız" diyerek tereddüt gösterdi. Biz yine yılmadık, karamsar olmadık; inandığımız doğruları anlatmaya devam ettik. 

Vatandaş, "Şunları bir deneyelim" diyerek önce belediyelerin anahtarını verdi. Baktı ki yapıyorlar, sonra ülkeyi emanet etti. Çünkü söz ve fiil uyum içerisindeydi. Hizmeti gördükçe daha önce soğuk bakanlar da şemsiyenin altına girdi. Hemen hemen her kesimin sevgi ve sempatisini kazandı. Çünkü görmediği hizmeti gördü millet. Aynı zamanda her kesimi kucakladık. Hizmet ve kucaklamayın sonucunda vatandaş emaneti ardı arkasına verdi.

İğne ile kuyu kazarak geldiğimiz zirveden kimse indiremiyordu bizi. Çünkü hem çalışıyor, hem insana değer veriyor, hem de aynı davaya gönül vermiş kişilerin birlikteliğinde güzel bir ekip ruhu vardı. Birlikten neler doğmazdı ki! Yeter ki inanılsın, yeter ki azmedilsin, yeter ki ekip ruhu devam etsin.

Ne zaman ki ülkede FETÖ olayı vuku buldu, dengemizi kaybettik. Çünkü bir ihanet şebekesiyle karşı karşıyaydık. Verilmiş sadakamız varmış ki atlattık. Yine zirvedeyiz ama sağduyulu olamaz olduk, basiretli davranamıyoruz. Çünkü ihanet sendromu yaşamaya başladık, teyakkuz halindeyiz hep. Herkese şüpheyle bakar olduk. Devleti yeniden yapılandırdık. Can havliyle suçlu avına çıktık. Suçluyla mücadele ederken zaman zaman at izini, it izine karıştırdık; yeni mağdurlar oluşturduk. 

Tırnaklarla kazıyarak geldiğimiz zirve yerinde duruyor durmasına. Ama altımızdan kaymaya başladı. Zirveyi kaybetmemek için manevra üstüne manevra yapıyoruz ama gemi su almaya başladı. Eski soğukkanlılığımız gitti; kızıyoruz, kırıyoruz, küstürüyoruz, dışlıyoruz. Dün insan kazanmak, halka hizmeti Hakk'a hizmet etmek olarak görürken bugün adam eksiltiyoruz. Etrafımızı kalın duvarla örmüş menfaat şebekesinin ötesini göremez olduk. Dün kazandıklarımızı yolda bulduklarımızla değiştirmeye başladık, ekip ruhunu kaybettik, farklı düşünen herkesi düşman belledik, nankör olarak gördük. FETÖ sendromu üzerimize çöktü kaldı. FETÖ ile mücadele ediyoruz diyerek kamuya atamalarda, idareci atamalarda, öğretmen alımlarında sözlü mülakat denilen ucube bir şeyi icat ettik; üç katı adam çağırıp iki katını eleyip bir katını memnun ediyoruz, güvenlik soruşturması yaparız diye atanacak kişiler ayları, yılları bulan bir süre bekletiliyor, acaba bir şeyler bulabilir miyiz? Bir FETÖ izine rastlar mıyız diye kılı kırk yararcasına insanımızı araştırıyoruz. Eğer bir iz yakalayabilirse komisyonlarımız cenneti kazanmış gibi seviniyor. Mücadele adına objektif kriterleri sümen altı edince “yakinimdir” referansları geçer akçe oldu. Belli bir kesimi sevindirirken binlerce kişiyi üzer oldu icraatlarımız.

Ne yapmak istiyoruz? Dün kazandığımız insanları bugün küstürerek nereye varmak istiyoruz? Zamanında biz kazandık, her şey bizim emeğimiz; aynı zamanda kaybetmesini de biliriz, kime ne mi demek istiyoruz? Eğer böyle bir düşüncemiz var ise bu düşünce sağlıklı bir bakış açısı değil. Zirveye çıkmak zor! Ama daha zoru zirvede kalmaktır. Çünkü insan zirvedeyken kaybetmeye başladığını bilemez, anlayamaz. Ne zaman ki anlar; o zaman koltuk altından bir daha gelmemek üzere gitmiştir.

Bir zamanlar bizimle beraber olan feraset, basiret…neredesin?

Vekil Aday Adayı Olabilseydim Kesin Aday Olurdum

—Hoş geldiniz!
—Estağfurullah efendim!
—Hoş geldiniz dedim.
—Teveccühünüz efendim!
—Partimize aday adaylığı müracaatınız olmuş. 
—Evet efendim!
—Vekil seçilirsen yükümlülüklerini yerine getirebilecek misin?
—Elbette efendim, bunun için buradayım.
—Neler yapabilirsin?
—Benim ne haddime efendim bir şey yapmak. Siz ne görev verirseniz ben onu yapacağım. 
—Yani?
—Partinizin bir neferi olacağım. 
—Mesela?
—Ölümüne sizi savunacağım, gözüne girmek için elimden geleni yapacağım. 
—Senin hiç prensibin yok mu?
—Var efendim, olmaz olur mu?
—Nedir?
—Tek prensibim var; Emrettiğiniz her şeyi yapmak. 
—İçine sinmeyen her şeyi yapar mısın?
—Ne demek efendim! Zatı alilerinizin emri demiri keser. Sizin emriniz yanında içimin lafımı olur? Emrini kabul etmeyecek içime tükürürüm ben. Olur mu öyle şey? Parti disiplini denen bir şey var. Sonra ben partinize gönül vermiş biriyim. Sizi idolum kabul ediyorum aynı zamanda.
—Mesela öl desem ölür müsün?
—Hem de gözümü kırpmadan...Benim naciz vücudum şahsınız yanında bir hiçtir.
—Birkaç bariz örnek ver, bizim için neler yapabilirsin? 
—Meclis'te sabahla de, sabahlarım; bir başka partiye geç de, gözümü kırpmadan geçerim; git de gider, otur de oturur, ayakta dur de dururum; tek ayak üzerinde dur de seve seve yaparım. Ben parti disiplinine uyarım.
—Seninki parti disiplininden de öte bana itaata benziyor. Ama hoşuma gitmedin değil. Sevdim seni. Zira demokrasiye katkı sağlayacaktır senin bu yapacakların. Sınavı geçtin, hayırlı olsun! 
—Çok çok teşekkür ediyorum efendim, benden hiç mahcup olmayacaksınız, verin o mübarek elinizi öpeyim.

Tamircide Beklerken *


Arabanın debriyaj balatasını değiştirmek için bir dostumun referansıyla bir tamirciye gittim. Arabayı ustaya teslim ettim. İstedikleri parçayı yedek parçacıdan alıp geldikten sonra kah içeride, kah kapı ağzında bazen oturdum, bazen adımladım. Bir taraftan ikram ettikleri çayı yudumlarken beklemekten sıkıldım. Kendimi yazmaya verdim. Bir taraftan yazarken, bir taraftan da bitti mi diye başımı kaldırıp arabama göz gezdirdim. Dur durak bilmeden 2, bazen 3 kişi çalıştı durdu. Bazen arabayı kaldırıp altına geçtiler, bazen önüne, bazen de yanında iş yaparlarken gördüm. Kimi zaman da şoför mahalline girdiler. Arabanın içine geçtikleri zaman  kirlenmesin diye koltuğun üzerine naylondan bir ambalaj serdiler.

Kalfa işini bitirdikten sonra ustası, "Yağına, suyuna, bir de fren balatalarına bakalım" dedi. Ön fren balatalarını da değiştirelim dediler. İstedikleri malzemeyi alıp kendilerine teslim ettim. Tamir işi bittikten sonra usta arabaya bindi, beni de yanına aldı. Birlikte turlayıp geldik. Eksik gördüğü yerleri düzeltti. Borcum ne kadar dedim. "Konuştuğumuz gibi 200 lira" dedi. İlave olarak fren balatalarını değiştirdiniz dedim. "Zaten açmıştık, ilave borcunuz yok" dedi. Kartvizitlerini istedim, teşekkür ederek ayrıldım.

Üç saate yakın 3 kişi birden uğraştı, didindi. Elleri-yüzleri, elbiseleri battı. Terlemişlerdir aynı zamanda. Ben beklerken yoruldum, onlar çalışmaktan bıkıp usanmadılar. Aldıkları el emeği 200 lira sadece. Karşılığında arabamı dirilttiler, hafiflettiler, rahatlattılar. Ustalıklarını, nezaketlerini, çalışmalarını, iş ahlâklarını beğendim ve takdir ettim. Onca uğraş ve didinmenin ardından aldıkları para sonuna kadar helal dedim. Kimse bu paraya bu işi yapmaz dedim kendi kendime. Helal olsun elinin emeğini yiyenlere! 

Çalışan usta, kalfa ve çırağın yüz hatlarına baktım. Karamsar, bitkin bir yüz görmedim. İşlerini severek yapıyorlar. İşin başında “İşleriniz nasıl” dediğimde bugünlerde biraz durgun, ama genelde iyi, halimize şükür!” dediler.

Gördüğümüz-göreceğimiz son nesil belki bu tamirciler. Arkasından gelmiyor. Çünkü herkes okuyor. Okuyan adımını atmıyor/atamıyor bu muhite. Ancak arabasını tamir için geliyor genci-ihtiyarı şimdilik. Biz gerekli-gereksiz diploma vererek diplomalı cahiller yetiştireduralım, arkadan çırak-kalfa-usta gelmeyince araçlarımızı tamir eden de kalmayacak böyle giderse. Aracımız arızalanınca parçasını tamir etmeden ya değiştireceğiz, ya yenisini alarak aracımızı hurdaya çıkaracağız, ya da yurtdışından tamirci ithal edeceğiz. Görünen köy bu!

* 03/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


26 Nisan 2018 Perşembe

Son Köprülü Başkanlığa Veda Etti

Üç dönemdir yaptığı belediye başkanlığını milletvekili olmak için koltuğunu bırakan başkanı, ili asla unutmayacak. Nasıl unutsun ki? Yapılan hizmet unutulur mu?

14 yıla neler sığdırmadı neler? Anlatmakla bitmez. 90 sayısını aşan köprülü kavşaklarıyla Osmanlı'da görev yapan sadrazam Köprülülerin günümüzdeki temsilcisiydi. Bakmayın siz soyadının Köprülü olmadığına. Hele yaptığı köprülerin altına koydurduğu çiçekler, güller her geçişinde insana Lale Devri'ni hatırlattı. Tarihe saygı dedikleri, insanı tarihiyle buluşturma dedikleri bu olsa gerek.

Yaptığı say say bitmeyen köprüler, trafiği çok rahatlatmadı ama olsun: İş, iştir. İşe o kadar aşıktı ki ihtiyaç olmayan yerlere bile hizmet götürdü. Doğru-dürüst binenin olmadığı bir mevkiye hafif raylı sistem götürerek emsallerine fark attı. Eseri, çok yolcusu olmasa da devam ediyor. Caddeyi bozmuş, diğer trafiği felç etmiş, önemli değildir. Zira iş, iştir.

İşi o kadar çoktu ki halkın karşısına seçimden seçime çıkardı. Kendisiyle görüşmek için araya milletvekilini koymak gerekiyordu. Çünkü çalışıyordu. Kimseye boşa harcayacak zamanı yoktu onun.

14 yıl gibi kısa bir zaman dilimi içerisinde sadece köprüler yapmadı tabi. Parklar, bahçeler yaptı, durmadan kaldırım taşlarını yeniledi, belediyeye ait wc'leri vatandaşın hizmetine ücretsiz olarak sundu. Ramazan ayı geldiği zaman teravihe gitmeyenleri eğlendirmek için getirdiği sanatçılar vasıtasıyla atasına rahmet okuttu. Ramazan ayında işsizlikten sinek avlayan, meteliğe kurşun atan sanatçılara iş vererek onların boş boş oturmasının önüne geçti. Yapacaktı elbet! Başkan dediğin sadece bir kesimin değil herkesin başkanıdır. Sanatçıyı da besleyecekti, namazda gözü olmayanları da eğlendirecekti. 

Yaptığı onca hizmetin karşılığında belediyeler arasında hizmet sıralamasında 9. oldu. Hizmete doymayan başkan en borçlu 4. belediye olarak tarihe geçti. Tarihe geçmenin bir bedeli olacaktı elbette. Borçtan korkanın boynu kırılsın. Borçlanmayıp da ne yapacaktı. Hem hizmet bekleyip hem de borçsuz belediye beklemek...olacak şey değil. 

Borçları biraz hafifletmek için suya dokundu, su fiyatlarını aylık otomatiğe bağladı. Sudan gelecek paralarla borçları döndürebilir yapmak ve yeni köprüler yaparak kendi rekorunu egale edecek iken Ankara keşfetti onu. Vekil olması için bastırdı. Koltuğu bırakmasına daha bir yıl varken koltuk sevdalısı olmadığını da göstererek şimdi de tüm ülkeye hizmet etmek için bastı istifayı. Bıraktığı borcu biri öderdi nasılsa. Ayrıca devlette devamlılık esastı.

İlini doyurduğu hizmetin daha fazlasını yapabilmek için vekillik yapacak bundan sonra. Türkiye de onun hizmetlerine doyacak. Yerine başkan seçilen umarım onun bıraktığı köprülü kavşaklarını devam ettirir ve adını ölümsüzleştirmek için yaptığı köprülerden birine adını verir. Yolcusu olmayan ek hafif raylı sistemin İstiklal'deki tren gibi bomboş gidip gelmesine imkan verir. 


Vekillik Serüvenim *

Malumunuz vekil olmak isteyenlerin istifasının son günüydü perşembe günü. Hummalı bir koşuşturma vardı çoğu kimsede. Belki de tatlı telaştı adı. Herhangi bir partinin partilisinden, "Sizi partimizde vekil aday adayı olarak görmek istiyoruz" şeklinde bir telefon bekledim. Beklediğim telefon bir türlü gelmediği gibi telefonum o gün hiç çalmadı. Hâsılı vekil olma beklentim başlamadan bitti. Hâlbuki kendi kendime ne güzel gelin-güvey olmuştum:

* Vekil adayı olamasam bile bir yerde beni tanıtırlarken "X partisinin aday adayı idi. Ama olmadı" şeklinde tanıtılacaktım.
*Vekil adayı olamasam bile partimin beni daha üst bir mevkide değerlendirmesini bekleyecektim.
* Aday olup vekil seçildikten, mazbatamı aldıktan ve yemin ettikten sonra tanıdık, dost ve ahbabımın telefonlarına cevap vermeyecektim. Onlarla bir vesileyle karşılaştığımda "Telefonlarımıza da cevap vermiyorsun artık" şeklinde densiz bir suçlamayla karşı karşıya kaldığımda "Efendim, aramaz olur muyum? Gönlüm hep sizinledir. Ama ne edersiniz ki toplantı ve komisyonlardan başımızı alamıyoruz. Durmadan koşturup hizmet ediyoruz. Sizinle bir sonraki seçim dönemi görüşecek şekilde planlama yapmıştım." şeklinde geçiştirecektim.
*Partim ne görev verirse onu yapacaktım: "Otur" dese oturacak; "kalk” dese kalkacak; “koş" dese koşacaktım. Liderim bana, "Hiçbir iş yapmadın, bari giderayak falan partiye gir" deseydi demokrasi ve partim adına bunu da yapacaktım.
* Salı, çarşamba, Perşembe günleri Meclis çalışmasından sonra seçim bölgeme gidip protokol takılacak; valiye, kaymakama emirler verecektim.
* Çoluk-çocuğumun geleceğini kurtaracaktım. Kendim de süper emekli olacak, paraya paraya demeyecektim.

Gördüğünüz gibi seçilmenin her türlüsünü istedim, hem de çok istedim. Ama olmadı bir türlü. Bir de "Bir şeyi çok istersen o olur" derler. Gördüğünüz gibi olmadı.

Umudumu yitirdim mi? Hayır. Bu ülkede kısa aralıklarla seçimler yapıldıkça, bende bu seçilme arzu ve isteği oldukça her seçim öncesi kendimi darı ambarında görmeye devam edeceğim.

Hayat benim için devam edecek her halükarda. Zira anamdan vekil olarak dünyaya gelmedim. Mevcut görevim olan eğitimciliğe devam edeceğim. Makam, mevki ve şöhret olmak istememin dışında vekil olmak istememin amacı, eğitimin benim elimden kurtulmasıydı. Belki de günümüz eğitim ve öğretimimizin en büyük müsebbibi bendim. Şayet vekil olsaydım belki eğitimimiz düze çıkacaktı.

Vekillik teklifi gelmeyince üzerimdeki "Vekil ol, vekil ol" baskısının vücudumdaki kas ağrısından kaynaklandığını acıyarak da olsa tespit etmiş oldum.

Kamuoyuna saygıyla duyurulur.

* 28/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


25 Nisan 2018 Çarşamba

Filistinli Doktor Muhammed

Annemin gözündeki bir rahatsızlığı dolayısıyla tıp fakültesine muayene için gittim. Muhammed isimli uzmanlığını almış bir doktor bir güzel muayene etti annemi. Ne kızdı, ne bağırdı. Yapılması gereken her şeyi, gerekli açıklamalarıyla birlikte fazlasıyla yaptı. Az sonra muayenehaneye gelen hocasına yazdıklarını ve teşhisini gösterdi. Ardından sırada ve odalarda bekleyen hastaları büyük bir soğukkanlılıkla muayene etti. Bir oraya, bir buraya gitti, yorulmak nedir bilmedi. 

Muayeneden sonra çıktık. İstenen bir filmi birkaç gün sonra retina bölümünden çektirdikten sonra bir ay sonra kontrole geldiğimiz zaman bakacağı filmi göstermek için yanına uğradım. Yine durmadan ayakta muayene yapıyordu. Kendisiyle konuşmak istedim. "Biraz sonra" dedi. Sonra bekleyen bir başka hastayı muayene etmeye yöneldi. O esnada bekleyen biri bana, "Doktor, Filistinli" dedi. Muhammed Beyin Filistinli olduğunu öğrendikten sonra onu gözlemlemeye başladım. Önündeki hasta bir Suriyeli idi ve onunla Arapça konuşuyordu. Anlaşılan hasta Türkçe bilmiyordu. Kendisine gıpta ettim. Çünkü bizi muayene ederken onun bir yabancı olduğu izlenimi edinmemiştim. Zira Türkçeyi güzelce konuşuyor, aksamı kendisini ele vermiyordu. İki adam gibi görmeye başladım kendisini. Çünkü bir dil bilen bir insan, iki dil bilen iki insandı benim gözümde.

Kim bilir bu doktor, evinden kaç şehit vermiştir. Kalan Filistinliler ile birlikte ne acılar çekmiş, doğru dürüst hastane ve doktor görmemiştir. Azmetmiştir doktor olup kendi insanını muayene edeceğine. Acısını, derdini içine gömüp soluğu Türkiye'de almış. Parasıyla mı yoksa burslu mu okudu bilmiyorum. Tıpı bitirmekle kalmamış, üzerine çoğu kimsenin gitmek için can attığı göz bölümünde uzmanlık yapmış. Azim ve gayretinin yanında çalışkan ve zeki olmalı. Konuştuğunu görmedim ama öyle zannediyorum İngilizceyi de bir güzel konuşuyordur, İşgalci İsrail'in dilini zaten biliyordur. Helal olsun Muhammed doktor, Filistinli Muhammed dedim içimden.

Bana "Biraz sonra" demişti. Bakalım beni görecek mi yoksa çoğu kimsenin yaptığı gibi unutup veya unutur görünüp görmezden mi gelecekti? Suriyeli'yi muayene ettikten sonra kenarda bekleyen bana yöneldi, "buyur" dedi. İstediğiniz filmi çektirdik, şimdi mi bakarsınız yoksa bir ay sonra kontrole geldiğimizde mi dedim. "Tamam çekildiyse biz ona bakarız" dedi, teşekkür edip ayrıldım.

Tevazu sahibi biri olarak gördüm Muhammed'i. Bazı doktorlardaki kibri görmedim onda. Ne yaptığını bilen; kime, ne söylediğini unutmayan, muhatabını dinleyen ve ona değer veren biri olarak gördüm onu. Allah razı olsun kendisinden ve onun gibi çalışanlardan. Ümidini yitirmeden hayata tutunan ve insanlara hizmet eden bu ve bunun gibi insanların sayısının çoğalmasını temenni ediyorum.



Adaylığımda Son Durum

Cumhurbaşkanı adayı olabilmem için beklediğim 20 vekil gelmedi. Sanırım vekillerimiz sosyal medyaya bir göz atıp beni takip edemediler. Hangi alemdeler, kim bilir? Görselerdi mutlaka beni gönülleyeceklerinden o kadar emindim ki... Neyse umduğum dağlara karlar yağdı maalesef.

"Vekil yoksa biz varız, imza verelim, biz asılız" diyenlere de "Teşekkür ediyorum ama yüz bininiz ancak 20 vekil ediyor. Bana asıl değil, vekil lazım" diyerek imzalarını kabul etmedim. Keşke binlerce adıl tanıdık dostum olacağına 20 kadar vekil dostum olsaydı dedim kendi kendime.

Cumhurbaşkanı adayı olarak adı sıkça geçen kişi üzerinde anlaşamayınca "Geniş tabanlı bir ittifak" üzerine çalıştıklarını ifade etti muhalefet cephesi. "Kastettikleri ben olmalıyım" diye umutlanmadım değil. Bugüne kadar tüm umutlarım hüsranla sonuçlanmasına rağmen yine umutla beklemekteyim. Zira siyasette bir gün çok uzun bir süredir. Bakalım yarın nelere gebe...

Geniş katılımlı bir ittifak ile çatı aday olarak gösterilir ve yarışı kazanamazsam B planım, bir sonraki genel seçimlerde bir partiden vekil seçilmektir. Vekil seçildiğim zaman cumhurbaşkanı adaylık maceram sona erecek ve rakibimi cumhurbaşkan adayı olarak desteklemektir.

Merak ettiğim, ittifakın bir cephesinde yer alan önceki çatı aday, bu seçimde kime oy verecek? Yoksa sağ gösterip sol mu vuracak? Benim için bu, aday olmamdan daha önemli.

Pamuk İpliğine Bağlı Evliliklerimiz *


Yaşlı bir çifte sorarlar:
—Tam 65 yıl, nasıl evli kaldınız?
Yaşlı çift cevap verir:
—Bizim doğduğumuz zamanlarda bir şeyler kırıldığında tamir edilir, çöpe atılmazdı. O yüzden...

Bugün tamir yok. Kırıp döküp atıyoruz dışarıya. Tıpkı hoşlanmadığımız veya uzun süredir kullanıyorum, artık yenileyelim diyerek evimizdeki eşyaları dışarıya attığımız gibi. Eşya kullanmadaki müsrifliğimizin aynısını evliliklerin bitirilmesinde de uyguluyoruz. 

Oğlumuza-kızımıza ayrı bir ev kiralıyor, içini iğneden ipliğe döşüyoruz. Görkemli bir düğün yapıyoruz. Sen baba olarak düğünden kalan borçları ödeye dur. Bir de bakmışsın ki oğlumuz-kızımız ayrılma yoluna gidiyor. Sebep? Anlaşamadık. Oluru yok mu bu işin derseniz, mümkün değil. Oğlan-kız, olmayacak bu iş diyerek boşanmak için soluğu avukat bürosunda alıyor. Biraz bekleyelim, yeni bir aile kuruyoruz, zaman her şeyin ilacı, birbirimizi anlamaya çalışalım, kendimizi karşı tarafın yerine koyalım demezler. Anne ve babaları da yapıcı davranmazlar. Bu iş yürümez diyerek yangına körükle giderler. Haydi diyelim ki oğlanla kızın heyheyleri üzerinde. Sağlıklı düşünemiyorlar. Birleşmeleriyle ayrılmaları bir olacak. Ya tarafların anne babaları ne yapıyor? Bir araya gelip bunları nasıl bir arada tutarız, aradaki kırgınlığı nasıl gideririz, bu çatlağı nasıl tamir ederiz demiyorlar. Zaten soran da yok. Taraflar bir an evvel bu beladan kurtulalım deyip soluğu mahkemede alıyor. Kimi bu işi evliliğin başında, kimi birkaç yıl sonra, kimi de birkaç çocuktan sonra yapıyor. Sayıları da az değil maalesef boşananların ve boşanmak isteyenlerin.

Boşanmak çözüm mü? Maalesef değil. Boşananlar rahat ve huzurlu mu? Yani dertleri bitiyor mu? Bitmediği gibi artarak devam ediyor. Hele arada çocuk varsa bu işin nafakası var, çocuğun velayet durumu var, belli aralıklarla çocuğun mahkeme kararıyla gösterilmesi durumu var. Bu durumdakiler kolay kolay yeni aile kuramıyor. Çünkü orta yerde çocuk var. Kim alacak/varacak çocuklu birine. Çocuğun anne veya babasız büyümesi de işin çabası.

Yazımın başında evliliklerinin 65.yılını yaşayan evli çiftin "Bizim doğduğumuz zamanlarda bir şeyler kırıldığında tamir edilir, çöpe atılmazdı." sözü kulaklarımıza küpe olması lazım ama söz dinleyen kim? Boşanmanın çözüm olmadığını gören çok. Aklımızı başımıza alacağımız yerde mantar gibi çoğalıyor boşananların sayısı.

Geçen hafta yaşları elliyi bulmuş iki tanıdığımı ziyaret ettim. Birinin iki, diğerinin üç çocuğu var, yaşları elliye merdiven dayamış. Önce birine, sonra öbürüne uğradım. Hal-hatırdan sonra içine attıkları dertlerini döktüler. Her ikisi de evliliklerinden memnun değildi. Birinin ikinci evliliği. Evde dışlanmış hissediyor kendini. "Nefret ediyor eşim benden, her yaptığım suç oluyor" dedi. Öbürü birkaç ay küs kaldıktan sonra güç-bela eve getirebildim" dedi. Üzüldüm hallerine.

Karıları haklı, kocaları haksız; kadın haksız, koca haklı iddiasında değilim. Bir yerde sorun varsa tek taraflı değildir. Suçun oranları farklıdır. Ama gördüğüm, kocaların evliliklerini kör-topal da olsa yürütmek çabasında oldukları. Kadınların ise vurup kapıyı gittikleri. Anladığım bekledikleri gibi olmayan evliliği -sonucu ne olursa olsun- bitirmek yönünde. Lügatlerinde tamir yok, yama yok; kırıp çöpe atmak var. Tıpkı eskiyen/eskimeyen eşyamızı çöpe attığımız gibi. Hasılı günümüz evlilikleri pamuk ipliğine bağlı. Tamir kabul etmiyor.

Allah evliliklerimizi başa kadar sürdürsün. "Hoşlanmadığı helal olan boşanmalardan" bizleri korusun!

* 12/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bu Ne İlgi Böyle!


Nasrettin Hoca'yı bir ziyafete çağırırlar. Hoca gündelik kıyafetiyle yemeğe katılır. Fakat kendisine ne ilgi, ne de alaka gösterilmiş. Tüm gözler güzel kıyafetleriyle davete katılanların üzerindeymiş. Hep onlara hoş geldin deniyor ve onlara iltifatlar edildiğini gören Hoca, koşarak evine gider, sandıktaki işlemeli kürkünü giyer, tekrar gelir. Az önce kendisine iltifat etmeyen davet sahibi ve misafirler, Hoca'ya yerlere eğilircesine iltifat eder, saygıda kusur etmezler. Başköşeye Hoca'yı oturturlar ve kuzunun en iyisini önüne koyarlar ve "Buyur Hocam" derler. Hane sahibinin kıyafete göre tavrının değiştiğini gören Hoca, yemeğe başlamaz, kürkünün kolunu sallayarak "Ye kürküm ye" der. "Aman Hoca'm, kürk yemek yer mi?" dediklerinde Hoca, "İltifat kürke idi, yemeği de o yesin. Zira az önce kürk olmayınca adamdan sayılmadık, itibarı kürk gördü, yemeği de o yesin" cevabı verir.

Fıkrayı bilmeyenimiz yoktur. Buna rağmen fıkrayı her duyuşumuzda yine de gülümseriz. Gülerken de düşünürüz. Fıkralar güldürürken aslında bize hayatı, insan tiplerini de öğretir. Ama çok öğreneceğe de benzemiyoruz. Çünkü Hoca'ya yapılan muameleyi gündelik hayatta çoğu zaman makam, mevki ve şöhret sahibi olmayanlara yapmaya devam ediyoruz. Fıkrada kürke iltifat edilirken günümüzde de kişinin bulunduğu yere göre tavır alıyoruz. Çok öteye gidip örnek aramaya gerek yok. Sosyal medyaya girip paylaşımlara bir göz atarsanız kürke ilginin aynıyla devam ettiğini görürüz. Dün sosyal medyada kendi halinde paylaşımlarda bulunan bazı zevatın paylaşımları doğru-dürüst beğeni almaz, yorum görmezken aynı kişi bir makam ve mevkie gelmişse paylaşımları beğeni-yorum rekorları kırmaktadır. Paylaşımın içeriği mi değişti? Hayır, aynı tür paylaşımlar. Burada değişen statüden başka bir şey değil. Yeri geldiğinde "Yaratılanı severiz, Yaradan'dan ötürü" deriz. Ama bu sadece dildedir. Çünkü uygulama böyle değildir. Biz makamı, mevkii, şöhreti, statüyü seviyoruz, bunlara ilgi gösteriyoruz. Eğer şu ana kadar bu farklılık dikkatinizi çekmemişse bundan sonra sosyal medyaya girdiğinizde biraz dikkat ederseniz tespitimin aynıyla vuku bulduğunu görürsünüz. İstersen normal vatandaş olarak sen, "Hayırlı cumalar" de, bir de makam sahibi desin. Sen bir kandil mesajı yayımla, bir de makam sahibi. Bir bak bakalım beğeni sayısına: Sen kaç alırsın, kürk giyen kaç alır? Halbuki cuma aynı cuma. Hepimiz nezdinde mübarek bir gün. 

İstisnaları var mı bu durumun? Vardır elbet. Ama bir elin iki parmağını geçmez. O zaman "Ye kürküm ye" zamanı değişmiyor. Rahmetlinin zamanında da öyleymiş, şimdi de aynı. Kürkün yoksa bir hiçsin, kürkün varsa biriciksin, el üstündesin. O zaman kürkümüze yedirmeye devam. Çünkü hala geçer akçe bu: Ye kürküm ye!


Aslın Yüz Bin İmzası Kaç Vekilin İmzasına Denktir?

Bizde "el vekîlü k'el asl" diye bir söz vardır: Vekil asıl gibidir anlamına gelen. Vekil de tıpkı asıl gibi denerek vekilin, asılın tüm yetkilerine sahip olduğunu anlatmak için kullanılır bu deyim. Avukatlar da vekili olduğu kimsenin haklarını savunmak için bu yetkiyi mahkemelerde kullanır. Elinde noter tasdikli vekalet olmasına rağmen avukatlar yetkinin ne kadarını kullanacağı konusunda müvekkilinin yani asıl kişinin görüşüne başvurur. Müvekkil, görevini yapmıyor, iyi savunamıyor diyerek gerektiğinde vekilindeki vekaletini iptal edebiliyor.

Hayatın her alanında vekil ve asıl ilişkisi aslın dediği olur şeklinde cereyan ederken siyasette ise vekilin dediği olur. Vekil, aslın üstündedir. Vekil yetkiyi aldıktan sonra kolay kolay asıla danışmaz, hesap vermez. Yeni bir seçim marifetiyle yeni bir yetki gerektiğinde asılın kapısını çalar. Hal böyle iken asıl yine onu el pençe kapıda karşılar, izzet ve ikramın yanında saygıda kusur etmez. Yine de asılın bir değeri yoktur. Hatta vatandaşın esamesi okunmaz. Örnek mi istersiniz? 

Malumunuz genel seçimler ve cumhurbaşkanı seçimine gidiyoruz. Cumhurbaşkanlığına aday olabilmek için Meclis'ten 20 vekilin imzası yeterli olabiliyor iken veya 20 vekil bir kişiyi cumhurbaşkanlığına aday gösterebiliyor iken vatandaştan yüz bin imza isteniyor. Bu, yüz bin asıl kişi ancak 20 vekil eder demektir. Vatandaşa, "Yerini, haddini, seviyeni, gücünü bil, ederin bu" demektir, ipe un sermektir. Bu, senin ilin değil demektir. Vatandaşa, "Sen aday gösteremez, aday belirleyemez, oyun kurucu olamazsın, olsan olsan oyunda figüran olursun" demektir. Basit bir hesapla bir vekilin imzası, beş bin asılın imzasına eşittir. Vekilin vatandaşa göre özgül ağırlığı kat ne kat fazladır. Keşke cumhurbaşkanı adayı gösterilebilmek için Anayasaya madde konurken hiç vatandaşın adı geçmeseydi, hatta Meclis'ten 20 vekilin aday göstermesiyle cumhurbaşkanlığına aday olunur denseydi daha iyi olurdu. Böylece vatandaşla dalga geçilmemiş olurdu.

Çok adaylı bir cumhurbaşkanlığı seçimi değil kastım. Öyle önüne gelen aday olamamalı. Mutlaka bir kriteri olmalı, az adayla seçime gidilebilmeli. Meclis dışından aday olacaklara da imkan veriyorum diyerek deveye hendek atlatmaya gerek yoktu. İstenen 100 bin imza, imkansızı başar, başarabilirsen gibi bir şeydir, zaman kaybıdır, kağıt israfıdır, seçim kurullarını gereksiz meşgul etmedir, vatandaşı oyalamadır, gazını almadır.

24 Nisan 2018 Salı

Selam Verirken Seçici Davrananlar

Mesleğinin son demlerini yaşayan birini tanıyorum. "Yüzdüm yüzdüm kuyruğuna geldim, bundan sonra ipe un sereyim" diyen biri değil. Bitmek tükenmek bilmeyen bir enerjiye sahip. Yoruldum biraz oturayım demez, koşturur durmadan. İşini yaparken bal yapmaz arı değil. Sonuç alır. Çünkü işinin ehli biri.

Bu kişinin hiç mi kusuru yok. Olmaz olur mu? Her insanda olduğu gibi bunun da var. Müdürü farkında mı? Emin değilim. Nedir kusuru derseniz, adam seçiyor. İstediğine selam veriyor, istediğini görmezden geliyor; görmek istediğini görüyor, istemedi mi es geçiyor. Kime güleceğini bile seçiyor. Kinci biri mi? Görmezden geldikleriyle sorunu mu var? Bildiğim kadarıyla yok. O zaman niye yapıyor bunu? Ah bir bilsem, zaten size sormazdım. Bildiğim hoş bir görüntü arz etmiyor. Keşke bu görüntüsüyle tanımasaydım kendisini. 

Adamına göre muamele yaptığını muhatapları biliyor mu? Dert edinen görmediğime göre çoğu farkında değil. Keşke ben de o farkında olmayanlardan biri olsaydım. En azından böyle bir derdim olmazdı. Bu durumu dert edinmem böyle bir şeyi kendisine yakıştıramadığımdandır. Çünkü bu yaptığı ahlaki değil. Üzüntüm de buna. Keşke iktidar gösterdiklerinden biri kendisine bunu söylese... Ama onların da bunu bir sorun olarak gördüğünü sanmıyorum.

"İnsanlık Bende Kalsın!

Bazen konuşmamıza "İnsanlık bende kalsın, iyilik bende kalsın" diye başlarız. Niye böyle deriz, anlayabilen var mı? Sanırım iyilik yapmaya layık olmayan biri için söyleriz. Yaptığımız iyiliği başa kakmak değil mi bu? O zaman iyilikse yaptığımız ya yapmayacağız, ya da yaptığımızı söylemeyeceğiz. Çünkü işin hayrını kaçırmış oluyoruz.

Şimdi olaya bir başka açıdan bakalım. Niye iyilik sende kalsın veya insanlık sende kalsın? Biraz da başkasına insanlık öğretsen, onların da iyilik yapmasına öncü olsan nasıl olur? Bence fena olmaz. Sonra iyilik ve insanlık niçin sadece sende kalsın? Ayrıca insanlığın sende kalması demek bencillik değil mi? Sendeki iyilik ve insanlıktan, insanlıktan nasibini almamışlar da faydalansa ne olur? Kıyamet mi kopar? Sonra insanlık sadece sizin tekelinizde mi? Eğer karşı tarafın insanlığından memnun değilseniz varsa bir maharetiniz onlara biraz insanlık öğretin. Yoksa insanlığınızdan eksilme olmasından mı korkuyorsunuz? Böyle bir endişeye gerek yok. İnsanlık öyle bir şey ki kişi, insanlık yaptıkça insanlıkta zirve yapar. Yine insanlık söylenmez, yaşanır. Ne zaman ki insanlığın kendisinde kalmasını gerektiğini söylerse bir insan, onun insanlıkla sorunu başlar.

Yaptığı insanlığı başa kakarcasına göstere göstere başkasının yanında söylemesi caka satma, gösteriş yapma ve riya değil mi? Burası da ayrı bir sorundur diye düşünüyorum. Bu tiplere yaraşan iyilik yapmamaları, kendi iyilik ve insanlığıyla baş başa kalmalarıdır.

Çoğumuzun laf arasında söylediği "İyilik bende kalsın, insanlık bende kalsın" sözü gördüğünüz gibi tarafımdan nerelere çekildi. Normalde çoğumuz bu sözü söylerken başa kakma niyetiyle yapmıyoruz. Fakat olaya benim baktığım cepheden de bakılmasını istiyorum. En iyisi böyle sözleri söylememek, yaptığımız iyiliği balık bilmezse Halık bilir çerçevesinde yapmaktır.


Zaman Kardeşlik Hukukuna Riayet Zamanı ***

Bazı kardeşlikler vardır ki soy-sop ve sütkardeşliğinin önüne geçer. Bu kardeşlik öyle bir kardeşliktir ki birbirlerini görmeden edemezler. Yedikleri-içtikleri ayrı gitmez. Fikirde, zikirde istişareye önem verirler. Saygıda kusur etmezler. Birbirlerinin hatasını örter, yaptıkları icraatlar hoşa gitmese de topluluk nezdinde birbirleri hakkında değerlendirmede bulunmazlar. Sırt sırta vererek her türlü mücadeleyi verirler.

Ortak aklın getirdiği başarıda her birinin payı büyüktür. Düşman çatlatan cinstendir dostlukları. Hangisine ne görev verildiyse en güzel şekilde yapmışlardır. Makam ve mevkilerini birbirlerine teslim edebilmişlerdir. Biri, hak ettiği başbakanlığı altın tepsi içerisinde diğerine sunar, diğeri emaneten kabul eder; günü geldiğinde makam da bırakılır mı demez, gider esas sahibine bırakır. Ülkede cumhurbaşkanı mı seçilecek. "Adayımız kardeşimdir" diyerek takdim edilir. Biri başbakan olur, diğeri cumhurbaşkanı. Ne birbirlerini kıskanır, ne de birbirinin ayağını kaydırmaya çalışırlar. Çünkü görev adamıdır her biri. Aralarında kardeşlik hukuku vardır aynı zamanda.

Gün gelir, başka saiklerle aralarına kara kediler girmeye başlar, kırgınlıklar artar. Sağda-solda lafa, söze varır. Yok, bir şey dense de bir şeylerin ters gittiği bellidir ama  kırgınlık ve incinmişlik o kadar artar ki bir araya gelemez olurlar, gelebilseler de kırgınlıklar masaya yatırılmaz. Üçüncü şahısların fitlemesi ve ateşlemesi sonucu yara, kangrene dönüşür. Artık birbirlerine karşı anlamsız bir soğukluk başlar. 

Dün düşman çatlatan dostlukları şeytanı bile şaşırtırcasına bazı kulvarlarda birbirinin rakibi olarak lanse edilmeye başlanır. Bu kimseler fikir, zikir ve görüşte farklı mı düşünüyorlar? Sanmıyorum. Olsa olsa metot farklılığıdır tüm farkları. Bu durumda ne yapmaları gerekir? Birbirlerinin karşısına rakip çıkmamalarıdır. Taraflardan bayrak elinde olmayan başkasının dolduruşuna gelmemelidir. Şunu bilmeli ki bugün onu dünkü arkadaşının karşısına dikmeye çalışanlar kendisinin karagözüne ve karakaşına sevdalı oldukları için değildir. Bugün onun adaylığına göz kırpanlar, dün 367 krizini ortaya çıkartanlar değil midir? Ne oldu bugün? Onların fikri mi değişti? Hayır. Bilakis aynı yerlerinde duruyorlar. Yapmak istedikleri kardeşi kardeşe kırdırmaktır. Kardeşlik hukukunu çiğnetmektir niyetleri. Bugün onu pohpohlayanlar her iki kardeşin de fikrine soğuktur, mesafelidir.

Zaman başkasının dolduruşuna gelmek değil, kardeşlik hukukuna riayet zamanıdır. "Ben kırgın olmaya kırgınım ama geçmişin hatırı vardır, biz onunla kardeşlikten öte bir dostluğumuz vardır. Ben ona kırılsam da, o beni kırsa da bağrıma taş bastırır, ben kardeşimin karşısına rakip olarak çıkmayı zül addederim. Bizim dostluğumuz ebedi, makam ve mevkiler geçicidir. Sizin önerdiğiniz makam, dün bizim birbirimize feragat ettiğimiz yerlerdir. Kırgınlığımız, incinmişliğimiz bir gün geçecektir" demelidir. Duygusallığı bırakmalıdır. Dikenini değil, gülünü göstermelidir. Gülünü gösterenin dikeni batsa da "Gülü seven dikenine katlanır." Yoksa gönüllerdeki gül, bir daha açmayacak şekilde solar; yok kabul edilir, bir değer ifade etmez. 

Kişi dostunun karşısına çıkmaz, çıkamaz,  çıkmamalıdır. Hele kırgın olduğu zamanlarda asla! Çünkü dostluklar pazara kadar değil, mezara kadardır. Unutulmamalı ki ortaklıklar, din kardeşlikleri ve dostluklar öküz ölünce bozulmaz. Kardeşlik, zor gününde kardeşinin yanında yer almaktır, iyi gününde değil.

*** 26/04/2018 tarihinde Yeni Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


23 Nisan 2018 Pazartesi

Seçime Giderken Siyasilerden İstediğim *


Ülke bir seçime daha gidiyor. Demokrasinin olmazsa olmazı olan seçimlerin görüntüsüne bakılırsa yine gerilimli bir seçim bizi bekliyor. Bizde her seçim bu şekilde mi olmalı? Biz hiç normalleşemeyecek miyiz? Hiç şenlik havası içerisinde centilmenliğin ön planda olacağı bir seçim yapamayacak mıyız? Öyle zannediyorum ortamı germek; halkı, gerilimi yüksek bir seçime hazırlamak, kutuplaştırmak siyasilerimizin işine geliyor.

Biz ne dersek diyelim siyasilerimiz bildiğini yapıyor/yapacak. Yine de bir vatandaş olarak siyasilerden seçim öncesi ve sonrasında beklediklerimi yazmak istiyorum:
1.Siyasetiniz kişiler değil, prensipler üzerine kurulu olsun. Politikanızı kişileri eleştirme üzerine değil, kendi yapacaklarınızı anlatma üzerine kurun. Rakiplerinize belden aşağı vurmayın, onların onurlarını korumayı kendi onurunuz bilin. Yalan-dolan, iftira ve algı siyaseti yapmayın.
2.Seçim çalışması için araziye çıkmadan önce rakiplerinize başarılar dileyerek işe başlayın.
3.Vekil adaylarınızı tespit ederken parası ve arkası olanı değil, partinize bir değer üretecek kişileri seçin.
4.Mümkün olduğunca az miting yapın, hiç yapmazsanız daha iyi olur. Propagandanızı TV kanalı kiralamak suretiyle yapın. Mitingiz olmaz derseniz gürültü ve çevre kirliliğine özen gösterin. Trafiğin felç olmasına imkan vermeyin. Salon toplantılarına önem verin.
5.Parti disiplininiz olsun. Ama bu disiplin her dediğinizin onaylanacağı şeklinde kullanılmasın. Partinizde ortak akla, istişareye önem verin. Partinizin değer ve ilkeleriyle uyuşmayan hal ve tavırları olan, partinizi zora sokan, kirli işlere girişmiş üyelerinizle yollarınızı ayırın. Suç işlemişse savcılığa suç duyurusunu ilk önce siz yapın.
6.Seçimde sizi destekleyen ve sizi ölümüne savunan kişilere teşekkür edin ve ardından ikbal peşinde olmadığı ve herhangi bir makam ve mevkide görev istemeyeceğine dair noter tasdikli yazı alın.
7.Seçimde istediğiniz başarıyı yakalayamadığınız takdirde liderliği bırakacağınızı taahhüt edin ve seçim sonrası hiçbir mazeretin arkasına sığınmadan ayrılmayı bilin.
8.Seçim sonucunda başarılı olursanız rakiplerinizi küçümsemeyin, şımarmayın. Vatandaş bize yetki verdi, biz istediğimizi yaparız güç gösterisinde bulunmayın. Kanun çıkarılacaksa anayasa değişikliği yapılacaksa rakiplerinizin görüşüne başvurun. Benim dediğim olacak hastalığına girmeyin. Onlarla asgari müşterekte buluşmayı deneyin. Başarısız olmuş iseniz mazeret ve gerekçe bulmayın. Eğer istifa etmeyecekseniz niçin başarısız olduk öz eleştirisi yapın. Kazanan rakibinizi tebrik edin. Yapılan iyi icraatları destekleyeceğinizi, eksik ve yanlış olanları eleştireceğinizi, zaman zaman önerilerde bulunacağınızı ifade edin. Vatandaş bize muhalefet görevi verdi, her şeyi eleştireceğiz hastalığından uzak durun.
9.Seçimden sonra beş yıl boyunca iktidar ve muhalefeti iş üzerinde görmek istiyoruz. Beş yıl boyunca erken ve baskın seçimin adı bile geçmesin. Kimse laf ebeliği, demagoji yapmasın.
10.Beşikten mezara siyaset yapmayın, siyaseti zirvedeyken bırakın, salınız Meclis önünden kalkmasın. İşi tadında bırakın. Oturduğunuz koltuğun babanızın mülkü değil, emanet olduğunu bilin.
11.Yanınızda sizin tedrisinizden geçecek ve boynuzun kulağı geçeceği kaliteli insanlara yer verin. Onu, usta-çırak ilişkisi içerisinde yetiştirin. Bayrağı, bir gün ona bırakın.
12.İster iktidar, ister muhalefet olun; ilkeler üzerine siyaset yapın. Temel felsefeniz “Ben kaybedeyim ama ülkem ve ülkem insanı kazansın” olsun…

Ülkeye hizmeti kendi âli menfaatlerinin önünde tutarak siyaset yapan siyasilerimize çalışmalarında başarılar dilerim. Seçimlerin birlik ve beraberlik ortamına zarar vermeden, toplumsal barışa katkı yapmasını arzu ediyorum.



* 25/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Guluç

Konyalı -pardon- Gonyalı iseniz guluç nedir bilirsiniz. Ağrı, yel demekmiş bazı yörelerimize göre. TDK'nın verdiği bilgiye göre derleme sözlüğünde Yassiören, Senirkent, Peşman, Daday yörelerinde kullanılan bir kelime imiş. Konya'da da sık kullanılan bu kelimenin kullanıldığı yörelerin içinde nedense Konya sayılmamış. Guluç; "Şiddetli ağrı, özellikle omuz ağrısı" anlamına gelen kulunç kelimesinin bazı yörelerimizde galatı meşhur olmasından ibaret diye düşünüyorum. Aynı anlama gelen gulunç şeklinde söylenişi ise Bayburt, Sarıkamış, Tutmaç, Osmaniye ve Gaziantep yörelerinde kullanılıyormuş.

Başka yöreleri bilmem ama Arapçadan dilimize geçmiş olan kulunc sözcüğünün ülkemizin çoğu bölgelerinde omuz, sırt ağrısı anlamında kullanılması Konyalıların eseridir diye düşünüyorum. Kulunç kelimesindeki "n" harfinin nasıl kaldırıldığını bilmiyorum ama başındaki "k" harfinin Konyalılarca "g"ye dönüştürülmesi pek muhtemeldir. Çünkü kelime başındaki "k"leri, "g"ye dönüştürmede kimse Gonyalıların eline su dökemez. Hatta bunun için bize "k"ya, "g" diyen goca gafalı Gonyalılar" der Konyalı olmayanlar.

"K"leri niçin "g" ye dönüştürür Gonyalılar derseniz sebebini bilmiyorum ama aklıma gelen "g"yi çıkarmak, "k"ye göre daha kolay. Sanki biraz işin kolayına kaçıyormuşuz gibi geldi bana. Guluçtan bahsedecektim, gördüğünüz gibi iş "k" ve "g" harflerine gitti. Biz yine guluç kelimesine gelelim.

Eş-dost ile karşılaşınca "Guluçlamışım, vücudum guluçlamış, ah bir buluşların kırılsa..."diyerek dert yanarız. Sen böyle diyerek derdini anlatırken yanındaki Gonyalı değilse derdinin arasında bir de gulucu anlatmaya çalış. Bunu anlatmak da sırt ağrısı çekmek gibi bir şey. Çünkü eş anlamı nedir bilmiyoruz bu kelimenin.

Omuz ve sırt ağrısı zaman zaman her birimize uğrar, özellikle hava değişimlerinde, üzerimizi örtmeden uyuduğumuzda, ceryana kapıldığımızda, terlediğimizde kapımızı çalar. Vücudumuzda başlayan kırgınlık bir müddet sonra boynumuzu çeviremez noktaya getirebiliyor. Guluçlamışız deriz buna. Yediğimiz, içtiğimizden zevk alamayız bu durumda. Kimimiz ilaç kullanır, kimimiz bir başkasına ovdurur, kimimiz de çiğnetir. Bu yöntemler geçici bir rahatlamadan başka bir işe yaramaz. Çünkü kolay kolay guluçlarımız kırılmaz. Birkaç gün şiddetli ağrı ve sızı devam ettikten sonra yumuşayan vücut iyileşmenin belirtisidir. Eğildikçe, kalktıkça kırılan guluç bizi rahatlatmaya başlar. Hele bir kırılmaya başlasın, kafamızı sağa-sola çevirdikçe kırılan her guluç, mutluluk kaynağımızdır. Kırıldıkça bir oh çeker, şükrederiz. Allah kimseye sırt ve omuz ağrısı vermesin. Zor mu zor! Yatağa yıkmaz ama ayakta süründürür.


ODOP: Ona Düşman Olanlar Partisi ***


Ülkenin yönetiminde söz sahibi olmak için bir parti de siyaset yapan bir kişi; düşüncesi, fikri, görüşü farklı olan bir başka partiye nasıl geçer, niye geçer? Bu siyaset dediğimiz şeyin hiç ilkesi yok mu?

Seçilmiş bir insan akşam bir yerde, sabah bir yerde nasıl olur? Kendisine oy vermiş yüz binlerin oylarını nasıl böyle hoyratça kullanır? Seçmenin emanetini babadan miras kalmışçasına tepe tepe nasıl harcar? Seçmeninin yüzüne nasıl bakacağını niçin düşünmez? 

Parti değiştirmesi kendi görüşü mü? Yoksa vekil seçilmesi iki dudağının arasında olan liderinin emriyle mi gerçekleşti? Eğer kendi hür iradesiyle yaptıysa bunu kendisine oy veren seçim bölgesindeki seçmenlerine sorması gerekir. Yok, liderinin emriyle yapıyorsa niçin aklını liraya veriyor? Eğer böyleyse demek ki aklı kiraya vermek, sadece dini istismar eden din bezirgânlarına teslim olanlardan ibaret değilmiş. Siyasette de pekâlâ olabiliyormuş bu işler.

Ülke yönetmeye talip olanların ahlaki-etik değerleri ve yapacakları siyasetin mutlaka bir ilkesi olmalıdır. Etik değerleri ve ilkeleri olmayan bir siyasetin bu ülkeye verebileceği bir şey olamaz. Etik değerlerin başında da seçmenine saygı vardır. Çünkü seçilip Meclis'e giden seçmenini temsil eder, onların vekilidir. Bizde vekil, asıl gibidir. Asılın vermediği bir yetkiyi bir vekil hangi hakla kullanma yoluna gider? Nasıl ki oy namus ise asıla ihanet etmemek de böyledir. Çünkü vekillik emanettir. Kimse kendi malı gibi kullanamaz. Hele ayak oyunu olarak hiç kullanılamaz. Seçmenle hiç oynanmaz. Eğer seçmenle oynanırsa seçmenin oyunu, sandıktan çıkamayacak şekilde alırlar. Bu millet her şeye tahammül eder ama kendisiyle dalga geçilmesine, ayak oyunlarına, oyunun oyuncak edilmesine asla rıza göstermez.

"Yok, biz ayrı partilerde olsak da aynı yolun yolcusuyuz, ortak noktamız var, bir kişiye olan düşmanlığımız bizi bir araya getirdi, biz siyaseti o bir kişiyi indirmek için yapıyoruz, başka da bir amacımız yok, bugün yaptığımız da bundan başka bir şey değil" denirse o zaman adama sormazlar mı ne diye ayrı ayrı partilerdesiniz? Feshedin partilerinizi, bir partinin bayrağı altında birleşin, ya da yeni bir parti kurarak dükkanınızı kapatın, yeni partinizin adını da "çorba" partisi veya ODOP, yani "Ona Düşman Olanlar Partisi" veya GMP, yani “Güneş Motel Partisi” koyun. İsim koymayı dert edinmeyin, size yardımcı olurum. Zira çorbada benim de tuzum bulunsun. Her şey demokrasi için değil mi?

Kim olursa alın partinize. Kim olduğuna; hırlı mı/hırsız mı, fikrinize ve zikrinize uyuyor mu bakmayın. Çizginiz, ona düşman olmak olsun. Bu uğurda yapacağınız her şey mubah olsun. Ama öyle hesap yapın ki kapalı kapılar ardında yaptığınız hesap sandıktan çıksın.

*** 24/04/2018 tarihinde Barbaros ULU adıyla Yeni Haber gazetesinde yayımlanmıştır.




22 Nisan 2018 Pazar

Bir Kilo Yenidünyanın Bana Maliyeti


Bahar meyveleri birkaç haftadır tezgahlardaki yerini almaya başladı. Yenidünya da bunlardan biridir. Alışveriş için pazara gittiğimde bir kilo da yenidünya almak istedim. Kilosunu sordum, 5 lira dedi. Bir kilo verir misin dedim, 20 lira uzattım. Pazarcı, "Eşi ve benzeri yok bu meyvenin, fazla vereyim" dedi. Hayır, bir olsun dedim. Tarttı elime verdi. Poşeti aldım. Ayrılırken para üstü aklıma geldi, 20 verdim, üstünü verir misin dedim. Adam tezgahın ardındaki para kutusunda ne kadar beş liralık varsa avuçladı, bana gösterdi; sen 20 verdim diyorsun ya, bak bende hiç 20'lik yok dercesine. İçime sinmese de tamam diyerek ayrıldım. Çünkü şahidim yoktu. Yanımda olan şahidim de 5 verdin dedi.

Bir iki alışveriş daha yaptım, pazardan çıktım. Pazar alışverişim, alacağım birkaç çeşidi de bırakarak sona erdi. Elime topladığım meyve ve sebzeyi pazara yakın yere park ettiğim aracıma koydum. Pazardan çıktım ama kafam hala pazardaydı. Bedenim arabanın içinde beynim tekrar pazarın içine tekrar girdim. Hafızamı yoklaya yoklaya yol aldım. İlk vardığın esnaftan patlıcan, kabak, domates ve biber aldım. Ederi 19 lira tutan borcumu ödemek için elimi cebime attım. Bozuk 1 liraların dışında cebimde 295 liram olduğunu gördüm. 20'sini uzattım. Para üstü olan 1 lirayı aldım. Karşısındaki pazarcıya yöneldim. Cebimden çıkardığım 5 lira ile 2,5 kilo portakal aldım. Sonra yenidünya almak yanındaki esnafa 20 lira uzattım, bir kilo ver dedim. Tarttı verdi. Para üstünü istediğimde yukarıda bahsettiğim gibi eline aldığı 5'likleri gösterdi bana. Tekrar cebimdeki paraları çıkarıp baktım, bozuk paraların dışında cebimde 250 lira kalmıştı. Bozuk paraların toplamı 5 lira imiş, onunla da 2 kilo elma alıp çıktım.

Uzattım biliyorum ama 1 kg yenidünya bana esnafın 15 liramı iç etmesiyle 20 liraya geldi. Alacağı olsun esnafın! Kasasında hep beş lira olması manidar! Nedense alışveriş yapan herkes hep 5 lira vermiş. Tezgahın arka tarafına geçsem kartondan para kasasının içinde ayrı ayrı istiflenmiş 10'lukları ve benim verdiğim 20'liği de görürdüm. Neyse olan benim 15 liraya oldu. 3 ila 6 lira arasında değişen yenidünyanın bir kilosu bana epey pahalıya geldi. Pazarı dolaşırken yenidünya satan biri "Yenidünya 4 lira, böylesini bulamazsın, vereyim mi" demiş, "Dünyanın kendisinden ne gördük ki yenisinden göreyim, yalan dünya" deyip almamıştım. Demek ki param bir sahtekara nasip olacakmış. Çekmiş beni ona doğru. Nasıl ki akacak kan damarda durmuyorsa çıkacak para da durmuyor.

Aslında en güzeli pazarlardan alışveriş yapmamak, yapılacaksa da alacağın meyve ve sebzeyi eline aldıktan sonra parayı uzatmak. Ama sen gel, bunu bana anlat. Alacağımı almadan parayı uzatma hastalığından önce kurtulmam lazım. Ama çıkacak para rahatsız ediyor beni. Bir an evvel cebimden çıkmalı. Siz siz olun, önce alacağınızı alın, sonra parayı uzatın. Yoksa kaşla göz arasında bir kalpazana paranızı kaptırırsınız.

İyi ki bir kilo yenidünya için cebimdeki 100'lüğün birini uzatmamışım. O zaman bir kilo yenidünya bana 100 liraya mal olacaktı. Buna da şükür! Beterin beteri var...

Beni yıkan tanıdığımın "Sen adama beş lira verdin" demesi. Yolda gelirken beş lirayı portakal aldığıma verdim dediğimde, "Sen portakala 10 lira verdin" demesi. Halbuki portakal aldığım esnaf, elimdeki 5 lirayı görünce 5 liralık mı istiyorsun diye sormuştu. Ne diyeyim? Allah herkesin hayrını versin. Helalinden yemeyi nasip etsin.


20 Nisan 2018 Cuma

Alacak ve Verecekte Alacaklının Hukukunu Korumak

2005 yılında ilk defa başımı sokabileceğim küçük ve eski bir evim oldu. Aldığım evin dörtte üçünü eş-dosttan borç aldım. Borç almamda da bir arkadaşım öncülük yaptı. Ben evi buldum, parayı da o bulup getirdi. 10-12 kişiye birden borçlanmıştım. Kimi döviz, kimi TL cinsinden borç verdi. Borcu ödemede süre sınırı yoktu. Ne zaman ödersem ödeyecektim. Evin bedelini ödedim ve oturdum.

Eve oturduktan sonra ilk işim; hangi ay, kime ödeme yapacağıma dair bir ödeme planı hazırladım. Maaşımdan ne artırırsam onunla ödeme yapacaktım. Aylık ne artırırsam ev almama ve bana borç bulmada öncülük yapan arkadaşım da ödemede bana yardımcı olacaktı. Kira öder gibi borç ödedim. Dört yıla yakın bir zaman diliminde kime ne borcum varsa ödedim. Öderken dikkat ettiğim bir husus vardı. Zamanında bana lira cinsinden kim borç vermişse parasını döviz cinsinden dolar ve avroya çevirmiştim. Kime sıra gelmişse önce aldığım para, döviz cinsinden ne durumda? Para erimiş mi diye hesapladım. Döviz verene aynı cinsten verdim. TL verenin durumuna baktım. Borç veren zarar etmemeliydi. TL lehine ise lira cinsinden, paranın değeri düşmüşse borç alırken çevirdiğim döviz cinsinden ödedim. Olmaz deyip almayan olduğu gibi alan da oldu. Alan da sağ olsun, almayan da. Hepsine minnet borçluyum. Sayelerinde bir ev sahibi oldum. 

Ödemede hedefim borç veren zarar etmemeliydi, onları korumalıydım. Özellikle enflasyonun olduğu, dövizin inişli-çıkışlı bir seyir izlediği ülkemizde, borç vereni pişman etmemek, yine ihtiyacımız olduğunda tekrar kapısını gönül rahatlığı içinde çalabilmek gerekiyor. 

Dinimiz, darda kalan insana borç vermeyi karz-ı hasen yani Allah'a borç verme olarak değerlendirir. Bu duruma güzel borç der. İnsanımıza borç vermek, onu rahatlatmak dinimizin emridir. Fakat borç alan ve borç veren zarar etmemelidir. Alınan borcun süresi belirlenmelidir. Borç alanın önceliği borcunu ödemek olmalıdır. Alınan borç alındığı gün itibariyle altın, dolar ve avro'ya çevrilmeli, öderken alacaklının lehine olanı tercih etme yoluna gidilmelidir. Spekülasyona dayalı dövizde ani ve çok anormal dalgalanma olursa bir orta yol bulunmalıdır.

Alınan borcun ödemesi ihmal edilir, paranın değeri korunmaz ise alacaklı buğzetmeye başlar, yaptığı hayrın bir anlamı kalmaz, verilen borç karz-ı hasen olmaktan çıkar. Sonra tekrar borç istenirse yok demek suretiyle insan yalan söyleme yoluna gidebilir... Tüm bunlara dikkat etmekte fayda var. Ne alacaklı zarar etsin, ne de borçlu. Bu güzel adet, haslet devam etsin istiyorsak alacaklının hukukuna riayet etmemiz gerekir. 

Olur mu öyle şey demeyin. Şimdilerde karşılıklı borçlanma, darda kalana ve ihtiyacı olana pek borç verme âdeti kalmadı. Hoş isteyen de kalmadı. Kimin bir ihtiyacı varsa soluğu bankada alıyor ve kredi çekme yoluna gidiyor. Yani kimsenin kimseye eyvallahı yok. Bu da kredi çekenin yıllar yılı belini büktüğü gibi aynı zamanda bankaya da çalışmak olur.



Yalama Olmak

Allah herkesi farklı farklı imtihan eder. Kimsenin imtihanı diğerine benzemez. Allah kimseye zulmetmediği gibi gücünün üzerinde bir yük de vermez. Kimi imtihanı başarıyla geçer, kimi de debelenir, batar gider. Allah imtihanı geçenlerden eylesin bizi.

İmtihanı geçen bu başarının Allah'ın kendisine bir inayeti olduğunu düşünerek şükretmeli, başarılı olamayan ise hiçbir mazeret ve gerekçenin arkasına sığınmadan başarısızlıkta en büyük payı kendisine vermeli, suçu kabullenmeli. Yani özeleştiri yapmalı. "Ben elimden geleni yapmadım, işime layıkıyla sarılmadım" diyebilmeli. Öz eleştiri yaparsa düştüğü bataklıktan kendisini kurtarabilir. Çünkü Allah insanı bir defa imtihan etmez. Bir spor müsabakasındaki etaplar gibi düşünmek lazım imtihanı. Birini geçersin, karşına öbürü çıkar. İnsan nefes aldığı müddetçe bu böyledir. Her sınavı kaybedişinde "Öldüm, kaldım, battım, bittim, düştüm, düşenin dostu olmaz..." diyerek  karalar giyerek karamsar bir tablo çizmek mücadeleci bir adama yakışmaz. Böyleleri çevresinden bir istemeye başlarsa utanma damarı da bir müddet sonra kaybolur. Alan el olur. Kapısını çaldığı elinden tutarsa peşini bırakıvermez, eşiğini aşındırır durur. "Dost bu vardır" der. Adını ağzından düşünmez, över durur onu. Kendisine yardım etmeyeni/edemeyeni ise "sildim, benim öyle bir dostum yok" der. Kapısını aşındırdığı dost bildiği, bir müddet sonra sırtını dönerse veya "yok" derse bu tip önceki düşüncesini değiştirir: Kimselere değişmediği dostunu düşman beller artık. Çünkü onun parolası "Ben düştüm, herkes bana bakacak, yardım edecektir."

Kim ne verirse versin bozuk ülkenin ekonomisi gibi durmadan açık verir. Hiç istek ve ihtiyacı bitmez. Allah kimseyi düşürmesin, ihtiyacı vardır ama ayağını yorganına göre uzatmaz. Gezip tozmadan, rahatından da ödün vermez. Şu gideceğim yere şu kadar masraf edeceğim, oraya gitmektense ben bu parayla şu zaruri ihtiyacımı gidereyim, demez: Aynı zamanda yaşayacak. Bu nasıl iş, nasıl rahatlık anlayamadım gitti. Böylelerinin durumunu görünce dünkü itibarlı adam gitmiş belki de içine düştüğü aczi yerin bir sonucudur, karşına yalama bir adam çıkıvermiştir.

Allah kimseyi para ile pul ile imtihan etmesin, kimseye muhtaç ve avuç açtırmasın.


Bazılarının Sosyal Medyadaki Görevi

Sosyal medyayı kullanırken amacım, güzel paylaşımlardan haberdar olmak, tasvip ettiğim paylaşımları beğenmek, gerekirse yorum yazmak; katılmadığım bazı paylaşımlara katılmadığımı ifade etmek, görüşümü yazarken de bu işi kırıp dökmeden yapmak; kutuplaştırıcıyı artırıcı, aşırı fanatiklik olan paylaşımları görmezden gelmek, ülke ve dünya gündeminden haberdar olmak; duygu ve düşüncelerimi paylaşmak; paylaşırken ahlakı, erdemi esas almak. Kullandığım üslup genelde kapalı bir üsluptur. Bazen hiciv, bazen, mizahi bir dil, bazen tariz, bazen de düz bir üslup seçerim. Güldürürken düşündürmektir amacım. İsimlere pek yer vermem.  Çünkü derdim kişiler değil, kişilerin yaptığını kendi doğrularımla yoğurmaktır. Fikrimle örtüşüyorsa tasvip eder, değilse eleştiririm. Mümkün olduğunca yapıcı eleştiri yaparım.
Paylaşımlarım bir sayfadan az olmayacak şekilde uzun yazılardır. Sosyal medya formatına pek uygun değildir. Bu yüzden pek alıcısı yoktur. Az sayıda aldığım geri bildirimlerden tasvip alıyorsam benim gibi düşünen var diyorum. Eleştiri alıyorsam kendimi sorguluyorum.
Duygu ve düşüncelerimi aktardığım sosyal medyayı biraz da muhabbetine kullanıyorum. Ben muhabbetine yazarken bazıları da muhabbetin içine etmek için işgüzarlık yapma görevini üstlenmiş. Sen yeter ki bir paylaşım yap, yeter ki insanlar yorumlar yazsın. Bu tipler de ortaya çıkar. Görevi pişmiş aşa su katmak, kılçık atmak, seni küçük düşürmeye çalışmak. Küçümseyici yorum yazdıkça egosu tavan yapıyor. Seni ezmek için yazdığı yorumu okuyanlar "Bu adam ne diyor böyle" dercesine hayret ve ibretle kendisini seyrediyor. Fakat gülünç duruma düştüğünün farkına varamayacak kadar da zavallı. Keşke acınası halini bilse. Aslında içindeki haset ateşini söndürse iş bitecek. Ama bunsuz yaşayamaz ki! Çünkü haset varlık sebebidir. Özellikle çekemediği insanları eşek arısı gibi sokmak için kullanır. 

19 Nisan 2018 Perşembe

Birliklerinde Dirlik Görmediğimiz Bizden Görünenler *

Arap Birliği, yaptığı toplantıda Türkiye'nin Afrin operasyonuna karşı çıktığını, Türk askerinin Afrin'den çıkması gerektiğini ele almış ve Afrin'de bulunmasından dolayı Türkiye'yi kınamayı düşünüyorlarmış. Şaşırdım mı bu Arap Liginin yaptığına? Hiç şaşırmadım. Çünkü bugüne kadar ne beni, ne İslam dünyasını hiç şaşırtmadılar. Dün ne iseler, bugün de o. Bulundukları yerde otlanıyorlar hep.

Hiçbir zaman yaralı parmağa işlemedikleri, dik bir duruş sergilemedikleri gibi mazlumun yanında da yer almadılar. Değişmeyen karakterlerini ortaya koymuşlar yine. Gündemlerinde ne Müslüman oldu, ne de İslam dünyası. Mazlumun yanında kendileri olup Allah'a kul olacakları yerde hep güce taptılar. Hep gücün maskarası ve piyonu idiler zaten. Dün puta tapıyorlardı, bugün de güce tapıyorlar. Rezillik ve pespayeleri paçalarından akıyor. Utanmadan “adamız, insanız” diye ortalıkta geziniyorlar. Bu iş, kan ile olsaydı hep mazlumun yanında olan, aynı kanı taşıyan Hz Muhammed'in yolundan giderlerdi. Bir karakter, bir duruş, bir cibilliyet meselesi bu! Bunlarda olmayan şey yani! Bunlar, taşısa taşısa ancak Ebu Lehep ve Ebu Cehil'in kanını taşır.

Azıcık utanmaları olsa "Yahu biz ne yapıyoruz? Suriye'nin bir yarısını ABD, diğer yarısını Rusya işgal etmiş, gitmeyecek şekilde yayılmacılıklarına devam ederken bizim Türkiye'ye ‘Askerlerini Afrin’den çek’ dememiz şık olmaz, en azından sessiz kalalım" derlerdi. ABD'ye "Çek elini Suriye'den," Rusya'ya "Defol git buradan," Esed'e "İslam diyarını ne hale getirdin, elin kanlı senin, sen bulunmaz Hint kumaşı değilsin, sen gitmediğin müddetçe Suriye'de kan durmayacak,  başka denen Şam’ı ne hale getirdin" demeleri için biraz omurga gerekiyor. Yani bunlarda olmayan şeydir omurgalı olmak.  Zaten olsaydı Esed'e ekonomik ve siyasi yaptırım uygular, onu yaşatmazlardı, O da  çeker giderdi. ABD'si, Rusya'sı Suriye'ye giremezdi. Tek yaptıkları Batı’nın ve ABD’nin iki dudağından çıkacak emirleri uygulamak. Başka da bir halta yaramıyorlar zaten. Ortadoğu’da akan kanın finansörü olmaktan başka yedikleri bir herze yok. Küffara karşı merhametli, Müslüman’a karşı aslan kesilen korkusuz korkaklık yaptıkları! Zaten bir güçleri olsaydı küçücük İsrail’e karşı altı gün savaşlarında boyunlarının ölçüsünü almazlar, aralarında çıbanbaşını yaşatmazlardı. Sayelerinde İsrail yaşıyor, hem de bey gibi. Çünkü İsrail’e görünürde düşman, ama alttan alta yaşaması için oksijen pompalıyorlar.

Sonuç olarak Ortadoğu’da akan kanın mümessili ne ABD, ne Rusya, ne de Batı’dır; Arap ülkelerinin başına çöreklenmiş bu kukla, bu uşak, bu emir eri liderlerdir. Adlarında olduğu gibi bunlarda birlik olsaydı, onurlarıyla hareket eder, başkası bu bölgelerde cirit atamaz, at koşturamazdı. Varlık sebebi olan efendilerine hizmettir tek yaptıkları. Elebaşları da mukaddes belde olan Mekke ve Medine’yi işgal etmiş Suudi hanedanıdır. İslam dünyası, hiç sağda solda düşman falan aramasın. Düşman; saraylarda yaşayan, keyif süren ve Lale Devri gibi hüküm süren içlerindeki beyinsizlerdir. Yazıklar olsun bizden bildiğimiz, ama ensemizde boza pişirmekten başka bir hünerleri olmayan dış güçlerin kuklası içimizdeki valilerine! İsimleri de Arap Birliği’miş! Batsın sizin birliğiniz! Sayenizde İslam dünyası kan ve gözyaşından başka dirlik mi gördü? Yuh olsun size!



* 23/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.