31 Aralık 2016 Cumartesi

Yeni bir yıla merhaba derken*

İnsan şeytanlarının, sinsi varlıkların, hainlerin bol olduğu bir yılı geride bıraktık. Kan, gözyaşı, ihanetler birbirini izledi hep. -Kabus gibi- bir yıl idi. 

Yeni bir yıla merhaba diyeceğiz. Yeni yıl ne getirir, ne götürür bilinmez. Çünkü gaybı bilemeyiz. Ama görünen köy kılavuz istemez. Zira insan denen ne menem varlık tiyniyetini değiştirmediği, bu tiplerin kökü kurumadığı müddetçe daha çok ağlayacak gibiyiz.

Kötülerin kökünün kuruması, onların girdikleri  delikten çıkamamaları için çoğunluğu iyi ve 'eşref-i mahlukat' olan pasif iyilerin birbirlerine karşı mücadelesini bir tarafa bırakıp kötülere karşı birleşmeleri gerekiyor. Şer odaklarına karşı iyiler görevlerini yapmadıkları müddetçe ihanet şebekeleri at oynatmaya devam edeceklerdir. Vicdanı kararmamış, bana dokunmayan yılan bin yaşasın demeyen insanlar kötülere karşı kollektif mücadele yolunu seçmelidirler. Farklı zihniyette olan rakipler, "Düşmanımın düşmanı dostumdur" dar ve sığ bakış açısını bir tarafa bırakarak kötülere dünyayı dar etmelidirler. İyiler bölük pörçük oldukça kötüler yarasa gibi ortaya çıkmaya devam edeceklerdir.

2016 yılında bolca gördüğümüz canlı bomba ve terörist eylemlerinde kötüler suçlu-suçsuz, bizden-sizden ayrımı yapmadan kalabalıklar içerisinde kan akıttılar, kim olduklarına bakmadan. Bugün koruduğumuz, görmezden geldiğimiz o kör kurşun hiç beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkabilir. Bumerang gibi gelir bizi bulabilir. Teröristin benimle işi olmaz diyenler; terörün hedef seçtiği kalabalık yerlerde eşimizin, çocuğumuzun olmayacağına dair hiçbirimizin garantisi yoktur. Bu yüzden nerede bir terör varsa, terör kimi hedef seçmişse ülkenin etkili ve yetkili kişileri kendiliğinden bir araya gelerek biriz ve beraberiz imajı vermek durumundadırlar. Bu ülke batarsa sadece iktidar yok olmayacak, hepimiz altında kalacağız. Bu yüzden hepimizin aklını başına almasında fayda vardır. Acı ve ayrılıklarımızı bir tarafa bırakarak ortak açıklama yapılmalıdır.

Milletçe uyanık olmalıyız. Daha çok çalışmalıyız. Üretmeliyiz. Üretime dayalı bir ekonominin sağlam temellerini atmalıyız. 2016’da gördüğümüz gibi düşman fırsatını bulduğu her alanda saldırı yapabiliyor. Kah canlı bomba, kah terör, kah cinayet, kah ekonomik kriz, kah siber saldırı, kah diplomatik kriz... olarak karşımıza çıkıyor. Bizim uyuduğumuz kadar onlar uyumuyor, bizim ayrılığımız kadar onlar bölünmüyor. Düşman Türkiye olunca farklı kulvarlarda birbirine düşman gibi görünen DHKP-C, FETÖ, PKK/PYD, İŞİD/DAİŞ vb şer odakları nasıl bir araya geliyorsa biz de sünnisi, alevisi, Kürd’ü, Türk’ü, STK’sı, Müslümanı, ateisti, iktidarı, muhalefeti bir araya gelebilmeliyiz. Hepimiz bu ülkenin kalkınması için taşın altına elimizi koymalıyız. Çok şey istemiyoruz. 15 Temmuz’da canını tankın altına atanlara göre hiçbir şey bizim yapacağımız. Bugün bu ülkede hala nefes alabiliyorsak canını bu ülke için verenler sayesindedir. Bunu unutmayalım. Birlik ve beraberlik istiyorsak bu ülkenin mozaiği olan her kesimin temiz, dürüst ve çalışkanlarına bürokrasi kapısı açık olmalıdır. Toplumsal barış için her kesim kırmızı çizgilerini içine gömmelidir. Çünkü “Söz konusu olan vatansa gerisi teferruattır” prensibi temel ilkemiz olmalıdır. Bizden öncekilerin bize miras bıraktığı bu ülkeyi gelecek nesle emanet etmek istiyorsak yaşanabilir bir ülke için doğru metotlarla çalışma yolunu seçmeliyiz. Yeni yıla girerken geçmişin muhasebesini yapmalıyız. Nefis muhasebesi yaparsak gülmeye, eğlenmeye zamanımız yoktur diye düşünüyorum. Bu sene nice bayramlarımızı acılarımızdan dolayı  kutlayamadık.

Yılbaşı gelince yılın son gününü “Vur patlasın, çal oynasın” mantalitesi ile geçiriyoruz. Yiyoruz, içiyoruz...hem de çatlayıp patlayarak. Sabaha kadar eğleniyoruz. Sonra yılın ilk gününü dinlenerek geçiriyoruz. Hani çalışacaktık. Oldu mu ya şimdi? İnsanoğlu ne zaman vazgeçecek: “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” yozlaşmasından? Bu insanoğlu kültürel emperyalizmin bize dayattığı yaşantıyı ne zaman terk edecek? Biten yılın son gününü eğlenerek geçirse ‘Eyvallah! Hak ettiler’ diyeceğim. 25 bin polis, görev aldığı yılbaşı gecesi herkesin güvenliğini sağlayacak. Yeni yılın ilk gününü maalesef dinlenerek geçireceğiz. Oldu mu ya insanoğlu, bu yaptığın şimdi? Daha başlamadan su koydun hemen. Amma da rahatına düşkün bir varlıkmışsın meğer...

Yeni yılın huzur ve barış getirmesi dileklerimle... 31/12/2016

02/01/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Eğitimin en büyük sorunu davranıştır

Türkiye'de eğitim ve öğretimin sorun olduğunu sağır sultan bile bilir. Sorunu bulduk da nasıl çözeceğiz konusunda karar verilemedi. Çözmeye dönük ne yapılırsa yapılsın kapanmayacak şekilde yeni kara delikler ortaya çıkıyor.

Etkili ve yetkili kişiler bir araya gelip de çözüm konusunu konuşamıyor. Eline mührü alan kendisi çözeceğim diye uğraşır. Çünkü eğitim ve öğretim her toplumda olduğu gibi bizde de önemlidir. O kadar önemli ki başkasıyla paylaşılamayacak kadar önemlidir. Herkes kendi zihniyetine uygun bir nesil yetiştirmek için uğraşır, didinir. Yani nesli başkasından kurtarmaya çalışırız. Çünkü öbürünün eline geçerse taban tabana zıt bir sistem getirecek paranoyası hiç peşimizi bırakmaz. Siyasiler aralarında sağır dövüşü yapmaya, birbirlerine kaptırmama yarışına nesli/nesilleri kurban etmeye devam etsinler. Olan geleceğimizin teminatı çocuklarımıza oluyor. Çünkü kobay olarak kullanılıyor, Hoca'nın deyimiyle "ya tutarsa" mantığıyla. Zar atılıyor durmadan.

Eğitime neşter vurulacak vurulmaya ama nereden başlanacak? Kanaatimce eğitimdeki sorun bilgiden ziyade davranışsaldır. Bu bilgi çağında bilgiye şu ya da bu şekilde ulaşılır. Hatta okullar olmadan da ulaşılır. Biz yine net hesabı yapıyoruz. Halbuki net hesabı yapmaktan ziyade davranışlar test edilmeli okullarda. Davranışa puan verilmeli. Ağaç yaş iken eğilir misali okullu olan küçük dimağlara hemen okuma-yazma öğretme, bilgi yükleme yarışından ziyade sağcısı, solcusu, ateisti, dindarının ortak olarak kabul ettiği 'doğruluk, yalan söylememe, çevreyi kirletmeme, kirlettiğimizi temizleme, oyun kurma, sosyalleşme, paylaşma, çalmama, başkasını rahatsız etmeme,, zarar vermeme, birbirimize empati yapma, emek sarf etme, kavga etmeme, küfür etmeme, devlet malına zarar vermeme, birbirimizi dışlamama, küçümsememe, başta anne ve baba olmak üzere başkasına saygı ve sevgi gösterme, adaletli olma, haksızlık yapmama, kul hakkı yememe, işimizi düzgün yapma, planlı olma, güvenilir olma..vb' temel insani değerleri öncelikle vermemiz gerekir. Bu ortak değerleri öğretmeden öğrenmeye geçmeme prensibimiz olmalı. Çocuk davranış yönüyle mezun olmalı. Sadece bilgi mezun olmamalı. İşe girme vb durumlarda diploma notunun % 70'i davranış, % 30'u da bilgi ve beceri olmalı. İşe girdikten sonra davranışlarında aksama, değişme, zafiyet olanların iş garantisi olmamalıdır.

Değerlerimizden yoksun  bilgi yükleyerek yetişen nesil olsa olsa canavar nesil olur. Ahlaki ve etik değerleri eksik olanlar büyüyünce toplumun başına bela olur. Haydin ne olur, eğitimimize davranış girsin. Bu sorunu çözersek diğer sorunlarımızı çözmek için çok çaba sarf etmemiz, çok para harcamamız gerekmez. 31/12/2016

Bazılarının rahmet hevesi

İnsanoğlu çok acelecidir. İster ki derdi hiç olmasın, olursa da hemen geçsin. İsteği hemen olacak. Asla mazeret kabul etmez. Suçu da hiç kendinde bulmaz.

Bu geçici hayatın külfetine  değil, nimetine taliptir. Her şeyi ister. Rahmeti de. İstediği rahmet hevesini alıncaya kadardır. Ayağına takılıp işini aksatmaya başlayınca vaveylayı basar. Karı bekler. Yağınca önce şükreder. Ardından kartopu oynar, üzerine kardan adam yapar. Az sonra "Nerede bu belediye, nerede bu yetkililer" demeye başlar. Eleştirilmeye gelmez ama eleştiriden geri kalmaz. Aşırı bahanecidir, üç vardiya çalışan bir fabrikanın seri üretimi gibi durmadan mazeret üretir. Bu tiplere ağzınla kuş tutsan asla kendini ve hizmeti beğendiremezsin.

Yerin ve göğün karla kaplı olduğu, kışın çetin geçtiği, biri kalkmadan ardı arkasına diğerlerinin yağdığı bir ortamda da sürdürür eleştirisini. Mübarek sanki iş yapmasın hep eleştirsin diye yaratılmış. Bir çok ülkeden daha büyük Konya'ya yağan karı aynı anda dünyanın hiçbir devletinin kaldırabilmesi mümkün değildir. İstediği kadar aracı ve personeli olsun. Aracını sokağından çıkaramadıysa, kara saplanmışsa, kaymışsa, yolda mahsur kalmışsa belediyenin çekeceği var. Bu tipin kar sevinci, Anadolu ile özdeşleşmiş kazak erkek tipi gibidir. Çocuk ister, çocuğu doğar. Dünyalar onun olur. Çocuk sakin iken kucağına alır, sever. Ağlamaya başladı mı hemen çocuğu annesine verir. Çünkü çocuğun bakımı, onu susturması anneye aittir. O hiç rahatsız olmadan sadece çocuğu sevecek. Başka da bir görevi yok sanır.

Hasılı zahmetsiz rahmettir onun istediği. Böylelerine ne denir? Nankör mü denir, empati yoksunu mu denir, sabırsız, egoist mi denir bilmem. Ben bu tipi tanımladım. Söyleyeceğimi dedim. Ne deneceğinin adını da siz koyun. 31.12.2016

Kendisiyle kavgalı olanların kavgası dışarı vurur

Yaşadığı sıkıntılardan mıdır bilinmez bazı insanların anlaşılmaz tavır ve hareketleri insanların kendisinden uzaklaşmasına sebebiyet vermektedir. Bu tip insanlar derdini açıklamaz, içine kapanır, kendini ifade etmez, iletişime kapalıdır. Kimseye muhtaç olmadan kendi sorun ve meselesini halletmeye çalışır. Yüzü gülmez. Gülmeyen bu yüz etrafına  pozitif enerji de vermez.

Hep insanlardan kaçar. Derdini içine attığı için konuştuğu zaman muhatabını dövecek şekilde bağırarak konuşur. Karşı tarafı kırdığının farkında bile değildir. İnsanların içine girse de kalabalıklar içerisinde yalnızdır. Kendisini yalnızlığa iten bu tipler bir müddet sonra doğuştan gelen sosyal yönünü de kaybederler. Hayata hep düz kontak olarak bakmaya başlar. İçinde ne fırtınalar koptuğunu kimseler bilmediği için içindeki fırtına yüzüne, konuşmasına, hal ve hareketlerine vurur. Ne hayattan zevk alır, ne de aldırır. Kendisine bu geçici hayatı zindan ettiği gibi etrafına da zindan eder. İçindeki kavga vücudunun her bir yerine sanki bir hastalık gibi sirayet ettiği için ruhen çöken bu tipler kısa zamanda fiziken de çökerler.

Kimseyle paylaşma gereksinimi duymadığı için kendi içinde kendi kavgasını verdiğini sanır. Hep içine attığı için konuştuğu zaman adamı dövecek gibi konuşur. Sanırsın ki karşında patlamaya hazır bir bomba, bir barut var. Barut fıçısı mübarek! Böyleleri içindeki kendisiyle kavgasını sonuçlandırmadığı müddetçe bu kavga dışa vuracaktır hep. Çevreyle de kavgalı olacaktır. Yemeden, içmeden zevk almazlar. Çünkü yediği sinir, içtiği sinirdir artık. Kendilerinde var olan espri yeteneğini de kaybeder. Analitik düşünmemeye başlar.

Böyle tiplerin tedavisi yine kendisidir. Keşke bir farkına varabilse. Allah böylelerinin yardımcısı olsun. Ne kendisi kırılsın ne de etrafını kırsın. Varsa dertleri Rabbim dertlerine derman versin. İçindeki kavgayı dindirsin. Hayatın akışına kendisini bıraksın. 31/12/2016

Ötekileştirme hastalığımız

Allah Teala'nın emriyle Peygamberimiz, -kalplerini İslam'a ısındırmak ya da en azından İslam'a ve müslümanlara husûmet beslemelerinin önüne geçmek amacıyla- kafirlere zekattan pay vermiştir belki berileştiririz diye... Abdullah b.Sebe, Abdullah Ubeyy b.Selül ve nicelerine tahammül edildi. Bugün biz ise öteye gönderiyoruz; ötekileşsinler diye, tıpkı dün birilerinin bizi ötekileştirdiği gibi. Bu ülkenin  yanlış yapanları kazanma diye bir derdi yok. Toptancılığa devam maalesef...

Ötekileştirme ve dışlamaya harcadığımız efor kazanmaya harcasak fena olmaz sanırım. 31.12.2014

30 Aralık 2016 Cuma

Sen burada bostan korkuluğu musun?

Şehir merkezinde neredeyse adım başı GSM operatörü bayileri var. Bunların ne iş yaptığını merak ettiniz mi hiç? Ya da parmağa işediğini gördünüz mü? Açıkça söyleyeyim, ben pek görmedim.

Eskiden her yerde bakkal dükkanı olurdu, şimdilerde tarih oldu dense yeridir. Çünkü çok nadir yerlerde bulabilirsiniz. Bu GSM operatörlerine ait bayiler eskinin bakkal dükkanlarının yerini aldı. Çarşıda her köşe başında bulabilirsiniz. Fatura yatırma, hat değiştirme, yeni hat alma, yeni kampanyaya geçme, telefon satma gibi işlevleri görmekte. Sattıkları hat veya reklamını yaptıkları hat değişikliği ile ilgili bir sorununuz veya sorunuz olduğu zaman kapılarını aşındırdığınızda size tek yardımları: "444.....'ü arayın" derler. Ararsın verdikleri numarayı. Karşına bir robot çıkar. Sanki lokantaya gitmiş, garson menüyü sayar gibi sayar. Anlattıkları da seninle alakası olmayan bilgiler. Bir türlü senin aradığın müşteri hizmetlerinin numarasını vermezler. Gözümden mi kaçtı, ana menüye döndükten sonra tekrar dinlersin bantı. Nafile.  Müşteri hizmetleri ile görüşme diye bir seçenek maalesef bulunmuyor. İşini halletmeden kapatıyorsun telefonu.

Merak ediyorum. Bu operatörler niçin robot ile ya da bant ile geliştirilen bu işi. Sizi arayan niye arar. Bayat bantınızı dinlemek için mi? Tamam müşteri ile görüşmek istemiyorsunuz o zaman her köşede sizin adınıza iş yapan bayilerinize yetki verseniz ne olur. Bayiler bostan korkuluğu mu, Allah aşkına. Millete hat, telefon vb satarsınız konuşması için. Ama kendiniz kaçıyorsunuz. Verdiği hizmeti en güzel şekilde yerine getiren firma, müşterisi ile görüşmekten kaçınmaz. Ancak ayıplı iş yapan kaçınır. Demek ki telefonun karşısına çıkmaktan utanıyorsunuz. 30.12.2016

Karı en çok kim ister? Niçin

Kar yağdı, her yer beyaza büründü. Eski kışlardan bir kışı yazıyoruz bu sene. Ne zaman yere kar düşse herkesin aklında "Okullar tatil mi?" sorusu akla gelir.

Karın yağmaya başlamasıyla birlikte herkesin eli kulağı valilik'ten gelecek haberde. Ellerden telefon düşmez: "Ne zaman açıklanacak bu kar tatili" diye homurdanır dururuz.

Hepimiz kar bekleriz. Fakat herkesin beklentisi ve niyetleri farklı. Devlet kar yağsın, barajlar sularla dolsun, önümüzdeki yıl içme suyu sıkıntısı çekmeyelim, derdindedir. Çiftçi: "Kar yağsın ki, toprak nemini iyi alsın. Bu sene mahsulümüz daha iyi olsun, yoksa kuraklık kapıda. Yaptığımız masrafı çıkartamayız" düşüncesindedir. Hırdavatçılar: "Yağsa da biraz kürek satsak," Esnaf: "Kışlık ürünler elde kalacak, hava soğusa, kar bastırsa da bot, elbise satsak," öğrenciler: "kar yağsa da bir kartopu oynasak, kaysak, okullar da tatil olsa iyi olur," öğretmenler: "kar yağsa da okullar bir tatil olsa," derdindedir. Okullar tatil olunca vatandaş ve diğer memurlar: "Tamam kar yağsın, okullar tatil olursa olsun. Ama öğretmenlere niye tatil yapılıyor, onlar okula gitsin," mantığını yürütürler. Belediyeler: "Kar yağsın yağmasına da fazla öyle yollar falan kapanmasın, bu kışta kıyamette yol açma işiyle kim uğraşacak, fazla yağarsa acizliğimiz ortaya çıkar," niyetini taşır.

İşin garibi herkes kar bekler, ona rahmet der. Yağdıktan sonra da biraz yürüyüş yapar, kartopu oynar. Ardından belediye evimin önünü, sokağımı temizlemedi, bu belediye ne iş yapıyor, belediye sınıfta kaldı, kardan yürüyemiyoruz serzenişleri ve şikayetleri başlıyor. Bu kadar karı sadece kartopu oynayıp sıkıldıktan sonra kaldırılsın için mi istedik? Mademki rahmeti istedik. Keremine şükür verdi. Rahmeti isteyen zahmetine de katlanacak. Kara saplanacağız, kayacağız, düşeceğiz, kar temizleyeceğiz. Kusura bakmayalım da biraz zahmete katlanalım derim.

Kara en çok sevinen kimdir desem herhalde hepiniz: "öğrenciler" dersiniz. Öğrenciler sevinir sevinmesine de, onlardan daha fazla sevinen bir kesim var: öğretmenleri. Öğrenci tatili bekler, tatil olunca: sabah geç kalkacağım diyerek sanal aleme girip biraz daha fazla oyun oynar. Ya öğretmenler? İşte onların sevincine diyecek yoktur. Sanki Cenneti kazanmış gibi sevinirler. Ne de olsa sürekli öğrencilerle beraber. Onlara baka baka onlara benzemişler. Zaten bu yüzden öğretmenler, öğrencinin büyümüş şekli diyorum. Aralarında başka da hiçbir fark yoktur. 30/12/2016

Geyik muhabbeti

Kamu-kurum ve kuruluşları, okullar duyuru vb konularda daha çabuk haberleşmek amacıyla teknolojinin nimetlerinden faydalanmak için whatsapp grubu kurarlar.

Grubu kuran yönetici, "Grubun ne amaçla kurulduğunu, sohbet ve muhabbet olmayacağını, sadece çabuk iletişim kurmak vb amaçlı olduğunu" izah eder. "Çok iyi düşünmüşsünüz, çok isabetli olmuş, iyi akıl etmişsiniz, teşekkür ederiz" iyi dilek ve temennileri yazılır ilk önce. İlk zamanlarda amaca hizmet eder. Zaman zaman salvo atışlar olsa da fazla muhabbete dalınmaz.

Biri bir şey yazsa ben de cevap versem diye çatlayan üyeler olur. Bu tiplerin yönetimle arası iyi olur. Senli-benli konuşurlar. Gruba bir şey yazsam ayıp olur mu endişesi taşımazlar. Aklına eseni yazmaya başlar. Biri ona cevap verir, sonra öbürü katılır. İş zıvanadan çıkar artık. Grubun kuruluş amacı falan düşünülmez. Grubun az sayıdaki üyesi derin bir geyik muhabbetine dalar. O kadar kendilerini kaptırırlar ki gruba katılmayanların rahatsız olup olmadıklarını akıllarına bile gelmez. İş zıvanadan çıkar. İncir çekirdeğini doldurmayan geyik muhabbeti saatlerce sürer. Ne mesai düşünülür, ne nezaket kuralları. Millet yatmış mı diye düşünülmez. Artık inisiyatif yönetici de değildir. Grubun kuruluş felsefesi değişir. Artık asıl amaç unutulur. Telefondan başka dostu olmayan bir avuç kişinin sığınacak bir limanı olur burası.

Onlar yazışa dursun. Sen de her bildirimle birlikte acaba önemli bir paylaşım olabilir mi diye durmadan telefona bakmak zorunda kalırsın. Her baktıkça "La havle" çekersin. Ya Rabbim, bu çile ne zaman bitecek der, durursun. Ama haksızlık yapmayalım, bir faydası var. Yazılanlardan yazanlar hakkında kanaat sahibi olabiliyorsun, notunu veriyorsun. Çapını öğreniyorsun.

İnsanların muhabbet etme, lüzumsuz yazışma hakları vardır. Gerekli-gereksiz şeylere sevinebilirler. Buna kimsenin diyeceği yoktur.  Bu sevinçlerini ifade etmek isteyebilirler. Fakat bu sevinçlerine tüm whatsapp grubunu alet etmeseler daha iyi olmaz mı? Grup üyelerinden yazışmak isteyenler aynı anda bir grup kurup orada istedikleri kadar tepinebilirler. 30.12.2016

29 Aralık 2016 Perşembe

FETÖ'nün en büyük zararı

FETÖ'nün bu ülkeye verdiği zararları çok. Ne kadar tamir edilmeye çalışılsa da onulmaz yaralar açtı. Bana bu terör örgütünün bu ülkeye verdiği en büyük zarar nedir dense 'Müslümanlık' zarar gördü derim. Can çekişen, yerlerde sürünen Müslümanlığımızı felç durumuna getirdi. Bir daha ne zaman kalkar bilinmez.

Aramızda her şeyden önce güven bunalımı oluştu, şüpheci olduk, herkese şüpheyle bakar olduk. Namaz kılan birini, başı örtülü birini görsek 'Acaba onlardan mı?' diye düşünmeye başladık. İçki içen birini görsek acaba bu adam kripto olabilir mi, FETÖ ile mücadelede biraz pasif birini görsek bu adam gizli FETÖ'cü olabilir belki dedik. FETÖ ile mücadelede kılı kırk yaran, mücadele eden birini gördüğümüzde kendini gizlemeye çalışıyor, büyük bir ihtimalle bu da FETÖ'cü dedik.  Hal ve hareketlerini tasvip ettiğimiz birini görmüşsek Allah vere de FETÖ'cü olmasa diye temenni etmeye başladık... Çünkü adı geçen örgüt sinsiliği, takiyyeyi prensip edinmiş gizli bir yapılanma. Ne zaman, nerede ortaya çıkacağı belli değil. Her eve, her kesime, her firmaya elini uzatmış, irtibat kurmuş, herkesi pisliğe bulaştırmaya çalışmış bir yapı var karşımızda. Vücutları aramızda beyinleri dışarıda bir yapı.

Ne zaman temizlenir, ne kadar temizlenir bilinmez. Temizlense de aramızda darbı mesel gibi kalacak bu ihanet şebekesinin yediği herzeler. Bir milat olacak. Münafıkların lideri Abdullah bin Ubey bin Selül'den sonra böylesi pek görülmedi. Aramızdaki güven ortamını yok etti. Dini, ahlaki ve temel insani değerler hiç olmadığı kadar yara aldı. İnsanlara dinden, imandan, ahlaktan bahsetsen insanlar hep şüpheyle bakacaklar bundan sonra. İçimizde akıttığı pislik hiç unutulmayacak, kimse kimseye güvenmeyecek. İnsanlar, çocuğum dindar olacağına olmasın daha iyi diyecekler belki de. Tarihte din, iman gibi temel dini değerler hiç bu kadar dünyalık emellere alet edilmemişti.

Rabbim! Bu işe ön ayak olan hainleri iki cihanda rezil ve rüsvay eylesin. Ahirette zaten yüzleri gülmeyecek, burada da mutlu ve huzurlu olmasınlar. İçlerinde zerre kadar insani bir duygu kalmışsa vicdan azabıyla çatlasınlar. Müslümanların arasına uhuvvet, ülfet versin. Yeniden güven ortamı oluşsun. Müslümanlara akıl, izan, feraset ve basiret versin. Birlik ve beraberliğimize zeval vermesin. Bu ülkeyi ve dini mübini kem gözlerden sakındırsın. Yara alan Müslümanlığımız ayağa kalksın. Tıpkı Peygamberimize düşmanlarının verdiği lakap gibi düşmanlarımız bizlere 'Çok dürüst insanlar' deme noktasına gelsin. Bizleri beteriyle imtihan etmesin. Gözlerimizi açmayı nasip etsin. 29/12/2016

Türkiye satranç oynamayı öğrendi*

Suriye iç savaşı 11/04/2011 tarihinde başlamıştı. Neredeyse altı sene oldu. Yıkılmadık ev, ölmedik insan kalmadı neredeyse. Harabeye döndü koca ülke. Büyük devletlerin terör örgütlerinin arkasına gizlenerek kozlarını paylaştığı ülke oldu nice zamandır.

Kimin kimi öldürdüğü belli olmayan bir savaştı bu. Akan Müslüman kanı. Ölen de Müslüman, öldüren de. Bu kirli savaşta yer almak istemeyenler ya da aciz kalanlar soluğu komşu ülkelerde aldı. Avrupa, mülteci akını olursa ne yaparız diye hop oturup hop kalkarken Türkiye kucağını ve yüreğini açtı. Mülteci durumundaki 3 milyon Suriyeli'ye ev sahipliği yaptı yıllardır.

Son bir kaç yılda Türkiye'nin başına gelenler pişmiş tavuğun başına gelmedi. İçerideki hainler ve onların arkasındaki dost görünen medeni görünümlü devletlerle yalın kılıç mücadele etti. Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı'ndan sonra hiç bu kadar zor durumda ve yalnız kalmamıştı. Kimseye boyun eğmeden kendi yağıyla kavrulmaya çalıştı, kendi yaralarını sardı.

Türkiye önce taşın altına elini koydu. Mültecilere kucak açtı. Onların beslenme, barınma, eğitim, sağlık vb sorunlarına el attı. Ardından taşın altına elini koymakla kalmadı. Suriye'de ateşin içerisine girdi. Bir taraftan PYD/PKK, diğer taraftan FETÖ, aynı zamanda DAİŞ ile mücadele her ülkenin altından kalkabileceği bir şey değil. Bir kaç cephede ölüm-kalım mücadelesi veriyor Türkiye. Sanki I.Dünya Savaşında açılan cepheler gibi. Üstelik Türkiye mücadelesini 15 Temmuz gibi menfur bir darbe girişiminden sonra yürütüyor. Bir taraftan harbiye ve mülkiyedeki sözüm ona üst rütbeli kripto FETÖ'cüleri temizlerken, diğer taraftan canlı bomba, ve terör saldırılarına muhatap oldu. Özellikle askeriyenin büyük yara aldığı darbe teşebbüsünden sonra ülkenin savaşa girmesi büyük risk taşıyordu. Şehitler versek de yüzünün akıyla çıkıyor/çıkacak ülke bu kirli oyunun içinden.

Arap saçına dönen bu Suriye iç savaşı ne zaman bitecek derken nihayet   30/12/2016’da gece 00.00'da başlayacak şekilde ateşkes ilan edildi. Rusya ve Türkiye'nin ortak çabası meyvesini verdi. Her ikisi ateşkesin devamı için garantör devlet olacaklar. İnşallah kalıcı barışın başlangıcı olur bu süreç. Ne zamandır böylesi sevindirici haberlere hasret kalmıştık.

Türkiye hem sahada hem de masada başarılar elde etmeye, diplomaside ses getirmeye başladı. Nihayet satrançta acemi olan Türkiye iyi bir satranç oyuncusu olduğunu gösterdi. Taşları yerli yerinde oynamayı bildi. Azmin, samimiyetin ve inanmanın bir zaferiydi bu. Ekonomik olarak da yıkmaya çalıştılar, başaramadılar. Türkiye diklenmeden dik durmayı bildi. Evirip çevirmeden, eline yüzüne bulaştırmadan yüzünün akıyla çıktı. Hiç olmadığı kadar millet, devletinin yanında yer aldı, kenetlendi. Zor günlerde devletiyle, milletiyle, askeriyle, güvenlik güçleriyle birlikte kendi yağıyla kavrulmayı bildi. Acılar içinde pişti iyice. Sahada piyon olmaktan ziyade oyun kurmada rol almaya başladı.

İnşallah Türkiye’nin bu samimi ve kararlı çabası, hem ülkemizde hem de yanı başımızdaki ülkelerde huzur ve dirliğe sebebiyet verir, Suriye’de ilan edilen bu ateşkes kalıcı barışa zemin hazırlar, ülkemizde misafir ettiğimiz muhacirler de kendi ülkelerine gidip işlerine, güçlerine bakarlar, bu zorluklar sonucunda ucu görünen bu barış ikliminin Müslümanların feraset ve basireti için bir fırsat olur... 29/12/2016
* 31/01/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 



Bir insanı tanımanın yolları*


Bir Hz. Ömer (r.a.)'in yanında bir hususta şâhitlikte bulunmuştu.
Ömer ibnü'l-Hattâb hazretleri ona,
"Be adam n seni tanımıyorum, seni tanıyan birini getir" dedi.
Orada bulunanlardan birisi, "Ben onu tanıyorum, deyince Hz. ömer, "Nasıl bilirsin?" diye sordu.
O da, "Emin ve âdil bir adam olarak tanıyorum" cevabını verdi.
Hz. Ömer (r.a.) tekrar sordu: "Gecesini gündüzünü bildiğin, yakın bir komşun mudur?"
"Hayır" diye cevap verdi adam.
Hz. Ömer (r.a.) sormaya devam etti: "İnsanın takvâsını ortaya koyan, muâmelesidir. Bu adam, alış'veriş yaptığın bir kimse midir?"
Adam tekrar, "Hayır" dedi.
Hz. Ömer (r.a.) bu defa; "Bununla, insanın ahlâkının güzel veya çirkin olduğunu anlamaya imkân veren bir yolculuk yaptın mı?" diye sordu.
Adam bu soruya da, "Hayır" cevabını verince, Hz. Ömer (r.a.) "Sen onu tanımıyorsun" dedi ve sonra da adama dönerek, "Git, seni tanıyan birini getir" buyurdu.

Demek ki bir insanı iyi tanıyabilmek, doğruluk ve dürüstlüğünden emin olabilmek için; onunla, ya yakın komşuluk yapacaksın veya alış-verişte bulunacaksın yahut da beraber yolculuk edeceksin...

Aksi takdirde, yani bu ölçülerden hiçbirisi ile tartmadığın bir kişi hakkında, müsbet veya menfî yönde şahâdette bulunmayacaksın.
Zira bu demektir ki, sen onu tanımıyorsun. (www.kar-der.org.tr)

Tanımanın bir diğer yolu  da, o kişiye makam, mevki, şöhret ve yetki vererek denemedir.
◆ Adaletiyle ünlü Hz Ömer'in insanı tanıma metodu....Ömer'in yolundan gidenlere selam olsun. 29/12/2014

28 Aralık 2016 Çarşamba

Öğretmenlik can çekişiyor

Konu öğretmenlik mesleğinden açıldı mı: "En güzel mesleği icra ediyorsunuz, en kutsal görevi ifa ediyorsunuz, öğrenci yetiştiriyorsunuz, ne güzel" denir. Ardından "olacaksan öğretmen olacaksın bu devirde 3-4 ay tatil yapıyorlar, yaz ve 15 tatilleri var, kar yağdı mı okula gitmezler, haydi öğrencilere tatil, öğretmenler niye gitmiyor okula. haftada 10-15 saat derse giriyorlar, sabahçı ve öğlenci olma durumları var. yarım gün gidiyorlar işe. haftada bir iki gün de dersleri boş oluyor. Bizim bir tanıdığımız var, okula gitmesiyle gelmesi bir oluyor, öğrenciler okulların tatil olmasına yakın son haftalarda okullara gitmiyorlar, çünkü öğretmenler ders işlemiyorlarmış, çocuklara bir şey öğretmiyorlar, ne veriyorlar ki bir de ek dersleri var. Bunların yaptığı öğretmenliği ben bile yaparım. Çocuklarımızı emanet ettiğimiz bu kişiler görevlerini layıkıyla yapmıyorlar, bu işi para için yapıyorlar..."gibi şikayet ve serzenişleri duyabilirsiniz.

Toplumda hiçbir meslek grubu öğretmenlik kadar eleştirilmez. Ağzı olan konuşur bu ülkede. Haklı-haksız eleştirilerin ardı arkası kesilmez. İşin ehli de konuşur, olmayanı da. Öğretmenlik kadar şeffaf olan bir başka meslek de yoktur. Toplumun her bir bireyi -öğrenci dahil- öğretmenin neler yapması gerektiğini, neleri yapamayacağını bilir. Toplumda öğrencilere her şeyi vermesi gerektiğiyle ilgili sorumluluk verilen fakat elleri kolları bağlı olan yetkisi olmayan kişilerdir bunlar. gelen vurur, giden vurur. Eğitim ve öğretimimiz zaten sorun. Altından kalkılamayacak sorunlarla boğuşuyor. Sorunun sorumlusu da belli: öğretmen. Vurun abalıya.

Tarihte hiç olmadığı kadar öğretmenlik can çekişiyor. Hiçbir devirde bu kadar eleştirilen ve toplum nezdinde tu kaka yapılan bir meslek grubunun başarılı olması ve itibar kazanması mümkün değildir. Mevdut öğretmenleri beğenmeyince hepimiz eski öğretmenleri sitayişle anarız, kendi öğrenciliğimizi unutarak.

Bugün okullar esas eğitme görevini bir tarafa bırakmış, çocuk avutma yeri, öğretmenler de birer dadı durumundadırlar. Biliyorsunuz dadılar, sadece çocuğun emrindedir. Çocuğun bir dediğini iki etmez. Tüm gününü çocuğun memnuniyeti üzerine kurar. Çocuğa ne kızar, ne ceza verir. Eğer çocuğun dediğini yapmazsa akşam aile bireylerinden çekeceği var çünkü. Çocukları memnun edemezse kapının önüne konur. Dadının işte tutunabilmesinin tek yolu çocuğun memnuniyetidir. Bugün okullarda öğretmenin işine son verme söz konusu değildir ama yetkisiz korkuluk deyneğidir. Dersi boyunca çocuğa hem ders anlatacak, hem onu memnun edecek. Kızmadan, bağırmadan, ceza vermeden sınıfa hakim olacak. Çocuğu ne sınıfta bırakabilir, ne de düşük not verebilir. Veliler ve devlet yetkililerindeki tek istek öğretmenin tüm maharet ve yeteneğini göstererek düşük not vermeden, sınıfta bırakmadan, çocuğu asla kızmadan onu geleceğe hazırlamaktır. Öğretmen kazara bunları yapmazsa şikayet, eleştiri, inceleme ve soruşturma durumlarına muhatap olması kuvvetle muhtemeldir. Devlet ve velideki bu aşırı koruma hastalığı devam ettiği müddetçe bu gidişle okullarda ders de işlenemeyecektir. Bir çok sorumlu çocuk heba olacaktır. Öğretmen taşın altına elini koymaktan kaçınacaktır. Olan da geleceğimizin teminatı çocuklara olacaktır. Ailenin ve devletin yaptığı masrafa değmeyecektir. Çünkü aşırı korumacılıkta mazeret üretme, bahane bulma, başkasını suçlama refleksi daha iyi gelişir. Ne çocuk, ne veli üzerine toz kondurur.

Tedbir alınmazsa eğer MEB, yakın bir gelecekte okullarda görev yapacak öğretmen bulamayacaktır. Halihazırda çalışan ve görev almak isteyenler de mecburiyetten bu işi yapıyorlar. Nasıl ki şimdi okullarda görev yapacak idareci bulmakta zorlanıyorsa aynı durum öğretmenliğe de gelecektir. Şayet eğitim ve öğretimde kalıcı ve yararlı kararlar/tedbirler  alınmayacaksa devlet ve ailenin okul-servis-yeme, içme gibi konularda masraf etmesine gerek yok. İlkokuldan sonra tüm okulları açık okul durumuna getirsin. Belirli periyotlarla çocuklarımız sınıf geçsin, diploma sahibi olsun. Yazık değil mi devlet bu kadar öğretmene maaş veriyor. Eğitim ve öğretime epey bir ödenek hazırlıyor. Okullar açık okul durumuna gelirse devletin eğitim ve öğretime ayırdığı pay bir başka alanlara kaydırılacaktır. Zaten okullarda eğitim yapılmıyor, sadece öğretim yapılmaya çalışılıyor. Öğretimi de dijital ve sanal alemden yürütebilir. Çocuğunun eğitimini aşırı korumacı olan ailesi evinde versin. 28/12/2016

Doğu ve Batı çocukları

Eğitim ve öğretim ve çocuk yetiştirme konusunda yeterli donanım, tecrübe ve bilgi birikimine  sahip olmamama rağmen zaman zaman bu konularda da kalem oynatırım. Çünkü dert edindiğim konuların başında gelir. Whatsappıma mesaj olarak gelen uzun bir yazı bu konu üzerine. Yazı kime ait  belli değil.Görebildiğim yazım ve imla düzeltmelerini yaparak aynen yayımlıyorum:
Doğu & Batı Çocukları” *
(Doğu çocukları niçin daha egoist, Batı çocukları niçin daha öz güvenli yetiştirilmekte?)
Yurt dışına dil öğrenimi ve eğitim için çıkmıştım. Türkiye’de daha önce ciddi hiçbir iş deneyimim yoktu, rahat bir öğrencilik hayatım olmuştu... Yaşam masraflarını karşılamak için bir restaurantta çalışmaktaydım. Benimle birlikte 14-15 yaşlarında yerli bir lise öğrencisi çocuk daha çalışıyor, hafta sonları gece saat 10-11’e kadar bulaşık yıkıyordu. Acıyordum çocuğa. Arada izin veriyor, yerine ben yıkıyordum.
Ülke refah düzeyi yüksek bir ülke idi. Bir gün, çocuğa niçin çalıştığını sordum. “Yaşam masrafları için... kiramı ödemem lazım,” dedi.
“Kiminle kalıyorsun? Ailen ödemiyor mu kirayı,” dedim. “Ailemle kalıyorum ve aileme ödüyorum.” (İçimden ‘Vay acımasızlar,’ dedim) Bir yandan çocuğa üzülüyor bir yandan da ona elimden geldiği kadar yardım ediyordum bizim oraların yüreğiyle ”Aman ezilmesin bu yavrucak,” diyordum.
Haftalar geçti.. Bir gün gazete okuyordum. Ülkenin vergi rekortmenleri listesi açıklandı. Tam gazete okuyorken çocuk geldi. Bana selam verdi içeri girerken. Ben de bir anda ”Bak bu adam sana ne kadar benziyor,” dedim. Adam cidden benziyordu ama ben şaka yapıyordum.
Yanıma geldi gazeteye baktı ”Babam,” dedi. Bu sene 2. olmuş. Geçen sene 3. idi,” dedi. İnanamadım. Çocuğun babası ülkede en çok vergi veren 2. zengin iş adamıydı. Çocuğun ailesine karşı içimde duyduğum kızgınlık daha da artmıştı. “Şuna bak, ülkenin en zengin adamlarından birisinin çocuğu hafta sonu sabahlara kadar bulaşık yıkıyor, kirasını ve yaşam masraflarını karşılamak için uğraşıyor; ailesiyse yardım etmiyor,” diyordum. Çocuk beni çok severdi. Bir gün doğum günü partisine davet etti. Gittim. Denize sıfır, harika bir villada yaşıyordu. Ailesi ve bütün arkadaşları oradaydı. Partide babası ile tanışma ve konuşma fırsatı buldum. İyi bir adama benziyordu. Sıcak kanlıydı, herkesle teker teker ilgileniyordu. Daha ceberrut bir baba bekliyordum karşımda. Konuşup konuşmamak konusunda içim içimi yiyordu.
Kendimi tutamadım. Adama: Bu çocuğa niye sahip çıkmıyorsun, niye korumuyorsun dedim. Adam şaşkınlıkla bana bakarak, “Niçin böyle düşünüyorsun,” dedi. “Bu çocuk hafta sonları yanımızda bulaşık yıkıyor.” Adam şaşırdı: “Koruyorum işte,” dedi, “Çalışıyor ve kimseye muhtaç değil. Yaşam masraflarını şimdiden kendisi çıkartıyor,” dedi. Kızgınlıkla, “Bu çocuğun okuması gerek. Kira alarak mı sahip çıkıyorsun bak şunun haline… Bizim de ailelerimiz var; bizim için her şeyi yapıyorlar. Bir de vergi rekortmenisin. Yazık şu yaptığına,” dedim.
Adam önce şaşırdı ve sonra güldü. Daha sıcak bir ifadeyle, “Bak,” dedi, “sizin yardım etmek anlayışınızla, bizim yardım etme anlayışımız çok farklıdır. Balık vermek yerine balık tutmayı öğretmeyi tercih ediyoruz. Senin dediğin gibi bu çocuğun masraflarını ailecek biz karşılasak, bu çocuk rahat bir eğitim dönemi geçirir; ancak asalak, bencil, kibirli bir çocuk olur. Toplumla ve insanlarla bağında hep problem olur ve herkese üst perdeden konuşur. Evet kira alıyorum, yaşam masraflarını kendisi karşılıyor. Bana şükran borcu yok. Hayatın ne olduğunu biliyor. Hayat hep bir şeylerin masrafını ödetmiyor mu sana? Bunu erken yaşlarda öğrenip, ona göre gerçekleri görmesi ve hayatını daha rasyonel, temelde ona göre kurması olumsuz birşey mi?”
Salonun daha sakin bir köşesine geçtik. Pencere kenarına kadar attığımız adımlar bitince adam devam etti:
“Eğitim çocuğa harika bir kapı açabilir, bu sayede çok para da kazanabilir. Ancak meslek öğrenmesi insanları hayatı genç yaşta tanıması onu farklılaştırır, olgunlaştırır. Toplumda sadece kendisinin olmadığını ve öteki insanların da olduğunu fark eder. Eğitim insanı farklı bir yöne, meslek farklı bir yöne hazırlar. Kira almasam, bütün parası kendisine kalsa kazandığı parayı gidip uyuşturucuya, eğlenceye, alkole, kumara harcayacak. Kira sorumluluğu olduğu için bütçesini ona göre ayarlıyor. Bu yaşta bütçesini yönetebiliyor. Oğlum seni çok sever. Bahsetti. Çok iyi bir insanmışsın. Ona yardım ediyormuşsun. Üniversite okumuşsun, ancak iş yerinde bir domatesi bile kesemiyor, kızıyor ve küfür ediyormuşsun; elin bir çok ise yatmıyormuş restaurantta. Oğlum, komik hallerini anlatıp gülüyor. Biz de ailecek gülüyoruz. Ancak bir domatesi kesemiyorsan, yetiştirilme tarzında eksiklikler var demektir. Bir yerde üniversite diploması ile iyi bir iş bulabilirsin. Ancak hafife aldığın, basit gördüğün domates kesme işini yapan adamı aşağılarsın,” dedi.
“Yeri gelecek şu gördüğün bütün servetim bu oğlumun olacak. Çalışmadan servet sahibi olursa canavara dönüşür. Herkesi aşağılar. Bir işçinin nasıl iş yaptığını, nasıl işçi maaşı ile geçindiğini bilmez. Sürekli onlarda kusur arar, uğraşır durur. Ben bir evlat yetiştirmek istiyorum; bir canavar yetiştirmek istemiyorum. Sadece eğitimi önemsiyorsunuz. Mesleği önemsemiyorsunuz. Eğitim ne yapacağını öğretirken, mesleki tecrübe başkalarıyla birlikte nasıl yapacağını öğretir. Meslek sayesinde egoyu atar. İş yapabilme yeteneği ile öz güveni gelişir. Hem yetenekleri çoğalır, hem insanları anlar,’ dedi.
Söyledikleri çok etkilemişti. Gelelim bana… Kendi hikayemi anlatacağım ama bilin ki bu hikaye neredeyse hepimizin hikayesi… Bütün eğitim dönemimde ailem masraflarımı karşıladı. Hiç çalışmadım o dönemler. Durmadan kitap okudum, durmadan dolaştım, eğlendim ve durmadan siyaset yaptım... Bir çoğunuz gibi çocukluğun ilk günlerinden ” Büyük adam olacak, ya da ünlü adam olacak, ” diye yetiştirildim.
Bizim gibi toplumlarda, “Büyük devlet adamı, kurtarıcı vs” gibi yetiştirilen çocukların durumunu destekleyen bir de rüya görülür. Bir yakınımız, biz çocukken rüyasında büyüyünce çok büyük bir adam olacağımızı görür. Ya bu rüyayla ya da çocukken söylediğimiz bir sözün keramet alameti sayılmasıyla hepimiz ayrıcalıklı, üstün ”Büyük adam” adayı olarak yetiştiriliriz. Doğu toplumlarının destan, efsane ve masal toplumları olması, kahramanlık temasının bu efsanelerde, masallarda ve destanlarda çok yüklü olması da başka bir faktördür.
TR’deyken herhangi bir kitabı okuyup bitirince, “Çok güzel bir kitap ama birşey eksik yine,” derdim. Cevabını yurt dışında buldum: ” Hayatın kendisi eksikti...
Beğendiğim bütün hikayeler, bütün sonuçlar bütün deneyimler ne kadar güzel olursa olsun bana değil, başkalarına aitti. Başkalarının tecrübeleriyle geldiği sonuçtu okuduğumuz kitaplardaki öyküler, romanlar ve tavsiyeler…
Gelelim bizim anne ve babalarımıza..
Bu konunun çok önemli olduğunu düşünüyorum…
Bizim annelerimiz ve babalarımız çok iyi insanlar, ancak çok “kötü” anne ve babalar. Çocukları gerçeklere göre değil, hayallere göre yetiştiriyorlar. Batı’da çocuk hayallere göre değil, gerçeklere göre yetiştiriliyor. Gerçekleri daha erken gören çocuğun hayalleri de daha gerçekçi oluyor. Gerçekçi olunca gerçekleştirilme oranları da hayliyle yüksek oluyor. Ailemizin bir yanlışı var. Anne babalarımız sebebi ne olursa olsun hayatta kendi gelemedikleri yerlere bizleri getirmeye çalışıyorlar. Çocuklarından kahramanlar, kurtarıcılar çıkartmaya çalışıyorlar.
Hiçbir annenin ve babanın hayatta kendi gelemediği yere çocuğunun gelmesini beklemek gibi bir hakkı yoktur. Bu arzu çocuğun yaranına görünse ve masum gibi dursa da değildir. “Senin için neler çektim. Sana verilen imkanları kimsenin çocuğu göremedi. Saçımı süpürge ettim,” gibi anlayışlar son derece zarar vericidir.
Annelere babalara şunu söylüyorum. Çocuğunuz için fedakarlık yapmayın. Onu da küçük yaşta hayata atın. Hem sorumluluk alsın hem de görsün herşeyi. Bizde çocuk 23-25 yaşlarında üniversiteyi bitiriyor ve hayatı öğrenmeye ancak mezun olunca başlıyor. Batı’da üniversite bitiren çocuk eş zamanlı olarak çalıştığı için hayatı da bir bakıma görmüş, öğrenmiş oluyor. Bizim Doğu toplumlarında çocuk sürekli korunduğu ve sürekli olağanüstü hayallerin varisi olarak yetiştirildiği için ” Egoist” oluyor.
Bir gün parkta küçük bir çocuk seviyordum, “Büyüyünce ne olacaksın?” diye sordum. Annesi güldü. Sonra bir daha sordum, bu sefer memnuniyetsiz bir ifade belirdi yüzünde. “Çocuğa böyle sorular sormayın. Ne olacağına yıllar sonra hayatı görüp karar verecek. Şimdiden kafasının bununla meşgul olması anlamsızdır. Şu an öğreneceği şey ayakkabılarını bağlamak, yatağını toplamak, tabağını yıkamak gibi disiplin ve organize edici şeyler yapmak; bir de çocukluğunun tadını çıkartmak.
Batı’da çocuğa ilk yatak toplamayı, ayakkabılarını bağlamayı öğretirler. Önemlidir bu. Her gün yatağını toplayan çocuk düzen, disiplin öğrenir. Bizde düzen, disiplin, sistem, organizasyon öğretilmez. Bütün hayatımız boyunca en büyük eksikliğimizdir aslında. Her şeyi anne baba yapar. Çocuk geleceğin dehasıdır, büyük adamıdır, kahramanıdır ya da kurtarıcısıdır, yeter ki ezilmesin.
Öz güven, insanın yaptığı işlerden, uğraşlardan, becerilerden, yarattıklarından, ürettiklerinden gelmektedir. Bizler uzun süre hiç çalışmıyoruz yaratmıyoruz, üretmiyoruz da. Batı’da çocuk küçük yaşta kendine uygun işlerde çalışarak önce ÖZ GÜVENİNİ geliştiriyor.
Bizde, çocuk sürekli korunarak ve aşırı övülerek EGO’su olağanüstü şekilde şişirilmektedir. Bizler büyük adam, olarak yetiştirildiğimiz için daha çok EGOİST, bencil ve kibirli oluyoruz. Buna rağmen iş yeteneğimiz ve becerimiz olmadığı için ÖZGÜVEN’imiz çok daha azdır.
Egoizmin, kibirin pan zehiri küçük yaşta becerimizi, iş yapabilme yeteneğimizi, başkalarıyla ortak hareket edebilme tecrübemizi geliştirmek, yani yaşamla ve gerçeklerle erken tanışmaktır. Tanıdığım ne kadar üst düzey müdür ve yönetici varsa hepsi zamanında bulaşıkçılık, cafe işçiliği, benzincilik gibi bizim hor gördüğümüz işleri yapmış. Zengin fakir hepsi çalışmış. Toplumun her tabakasıyla empati kurabilme yeteneğini bu yüzden geliştirmiş.
Şu an ne zaman dışarıdan yiyecek alsam ve gittiğim yer kalabalık olsa, servis yapan elemana hep “Acelem yok, rahat ol; önce öteki müşterilere bak,” derim. Çünkü o adamın o an neler yaşadığını iliklerime kadar bilirim. İlk geldiğim yıllar ben de o işi yapıyordum. O duyguyu her haliyle tecrübe etmiştim. EMPATİ ancak böyle öğretilebilir, diye düşünüyorum. Bizim ÖZ GÜVENİMİZ yok. Çünkü becerilerimiz, hünerlerimiz, iş yapabilme yeteneklerimiz, kendimize yeterliliğimiz ve bunun yanında başkalarıyla birlikte yaşama duygularımız pek gelişmemiş.
O yüzden daha çok EGOmuz var. EGO ile ÖZ GÜVEN tamamen ters orantılıdır. Ancak hep birbiriyle karıştırılır. Egoist bir insanın kibri yüksek Öz güven sayılır. EGOİST insanlara bakın, ÖZ GÜVENLERİ olmadığı için sürekli kibir abideleri gibi dolaşırlar. Ancak ellerinden hiçbir şey gelmez. Birçok şeyi beceremezler. Hep başkalarını suçlayarak ezerler. Hayatta çocuğu hayata hazırlamanın en güzel yolu, onu hayatla en kısa zamanda tanıştırmaktır.
Hayatla en kısa zamanda tanışmak çocuğa; insanlar arasındaki ilişkileri, kazandığının değerini bilmeyi, bedel ödemeyi öğretip, geleceğe yönelik önemli kararları almak hususunda son derece de gerçekçi olmasını sağlayacaktır. Bizde yanlış bir anlayış var: Çalışan çocuk okumaz deyip çocuğu hiç işe vermemek, ya da bir iş yerine, “Eti senin kemiği benim,” diyerek verip, gizliden tanıdık patrona çocuğu ezdirmek.
İkisi de çok yanlış bakış açıları…
Haftada 1-2 gün 3-5 saatte olsa çocuğunuzu ise verin.
Topluma ” Sen benim kim olduğumu biliyor musun? ” diyen ve kendisinden daha güçsüz gördüklerini ezen, onlara parayla, güçle, lüksle hava atan bir canavar yetiştirmek istemiyorsanız bir konfeksiyoncunun, marangozun, kasabın, manavın, tamircinin hayatını tecrübe etmiş bir çocuk yetiştirin; EMPATİ böyle edinilir, başka reçetesi yoktur.
Doğu toplumları yaşadıkları sorunların kaynağını yönetimde, Batı toplumları üretimde aramaktadır. O yüzden bizler çocuklarımızı hep “üstün yöneticiler” olmaya yetiştiririz. Ülke meselelerini üretim (ekonomi) değil, hep yönetim (siyaset) boyutuyla tartışırız. Üretim yapılarını değil, yönetim yapılarını hedef alırız.
Çocuklarınızı yönetici olmaya değil, önce üretici ve katılımcı olmaya yetiştirin.
Bırakın çocuğunuz kendi yeteneklerine, becerilerine ve tecrübesine göre kendisi seçsin hayatta izleyeceği yolu. Lisede zaman bulabildikçe hafta sonları, yaz tatilleri çalışan çocuk hem insanları, hem hayatın nasıl kazanıldığını hem kendi becerilerinin neler olduğunu öğrenecek.
Yani hem toplumu hem kendisini tanıyacak.
Lise sonrası eğitim veya çalışma hayatında en doğru tercihi yapacak. Yarın çok büyük bir makam, mevki de elde etse, karşısına çıkan alt tabakadan insanları ezmeyecek, onları kendi geçmişinden tanıyacak. 28/12/2016

* yazı kime ait bilmiyorum. Alıntıdır.



27 Aralık 2016 Salı

Yardıma ilk önce nereden başlanmalı?

Bu sorunun cevabını hepimiz biliyoruz aslında. Yakın akrabadan uzağa doğru verilir. Sadece yardım değil; davet, tebliğ, iyiliği emretme,  kötülükten sakındırma vb her türlü işimizde ilk önce yakın akrabadan başlanır.

Bizim için örnek olan Hz Muhammed'in hayatında bunun örnekleri çoktur. Davete ilk önce yakın akrabalarını uyararak başladı. Faizi kaldırdığı zaman ilk önce amcası Abbas'ın haksız kazancını kaldırdı. Kan davalarını kaldırmak için yine amcası Rebia'nın kan davasına son verdi.

Zekat, sadaka, hayır ve hasenatın verilmesi hususunda Kur'an hep yakın akrabayı işaret eder. Bunları zaten biliyoruz. Niye anlatıyorsun? Sorun nedir derseniz? Çoğumuz kurban bedeli, zekat ve sadaka olarak uzağı tercih ediyor. Genelde yurt dışı veya vakıf ve dernekler. Yani ayet ve hadisin emirlerinin tam tersini yapıyoruz. Niçin acaba?

Tam sebebini bilmiyorum. Uzağı tercih edenlerin hepsi tek düze değildir. Bu konuda tam bir tespitten ziyade yorumda bulunmak istiyorum. Sanırım en önemlisi yakın akraba olarak ihtiyaç sahibi kişilerin yaşantısını beğenmiyoruz. Hak etmiyor diye düşünüyoruz veya uzaktaki ihtiyaç sahibini buradakinden daha yoksul diye düşünüyoruz. İlki ve en önemli gerekçe bu olsa gerek. İkincisi; vakıf, dernek vb yardım kuruluşlarımız  görsel ve yazılı medyayı kullanarak yurt dışındaki  bir ülkeyi yardım edilecek en öncelikli ülke seviyesine çıkarabiliyor. Bir diğer sebep, özellikle kurban bağışı için yurt dışı seçeneği bağışçı için fiyatı ülkeye göre daha cazip gelebiliyor. Daha başka sebep ve gerekçeler olabilir. İnsanımız bağışını yurt dışına göndermese de bağlı olduğu veya kendisini yakın hissettiği vakıf ve derneklere göndermek suretiyle onların gerçek ihtiyaç sahiplerini bulabileceği kanaatini taşımaktadır. Çünkü yardımını verdiği yakınındaki insan çoğu zaman verileni uygun yerde kullanmıyor, kendisinin almadığı eşyayı aldığını, bu mevsimde daha kendisinin kiraz almadığını, fakir diye verdiğimiz kiraz alıyor...gibi gerekçeler üretmektedir. 

Yardımını kim ne amaçla ve niyetle kime veya nereye verdiğini bir kendisi bilir bir de Yaradan. Kimsenin niyetini yargılamamız söz konusu olamaz. Gerekçemiz ne olursa olsun tavrımızın Kur'an'a uymadığını söyleyebiliriz. Çünkü tövbe süresi 60.ayette zekat ve sadaka verilmesi gerekenler olarak: "Zekâtlar, Allah'tan bir farz olarak ancak yoksullara,düşkünlere, (zekât toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm'a ısındırılacak) olanlara, (esirlik ve kölelikten kurtulmak isteyen) esir ve kölelere, (borcuna karşılık malı olmayan) borçlulara, Allah yolunda olanlara, (harçlıksız kalmış) yolcuya mahsustur. Allah alîm ve hakîmdir." şeklinde 8 sınıf zikredilir. 

Dikkat edersek burada yardım yapılacak kişiler olarak Müslüman olmak veya düzgün yaşayan kişiler geçmemektedir. Kur’an, ihtiyaç sahiplerini sıralamaktadır. Hatta ‘Kalbi İslam’a ısındırılmak istenen kişiler’ diyerek gayri müslimlere de verilebileceğini belirtir. Biz bırakın gayri müslimi yardım yapacağımız insan eğer sigara içiyorsa, içki mübtelası ise bir defa böylesine zırnık koklatmayız. Kur’an dememesine rağmen kafamızda oluşturduğumuz şablona göre doğru-dürüst, evliya gibi bir adam arıyoruz. Bulamayınca da uzağa gönderiyoruz. Doğru mu yapıyoruz? Bilmem. Kara sizin!.. 27/12/2016


26 Aralık 2016 Pazartesi

Fikir hürriyetinin neresindeyiz? *

Hem içindeyiz, hem dışında. İçindeyiz; İslam dini, fikir ve vicdan özgürlüğünü savunur, dinde zorlama yoktur, baskı ve cebir yoktur." deriz. Bu konuda bilgi yüklüyüz. Dışındayız. Çünkü İslam'ın ve Kur'an'ın bu emirlerini yerine getirmeyiz. Herkes bizim fikrimizde olmalıdır. Çünkü benim görüşüm en doğru fikirdir, düşüncesini bizzat yaşıyoruz. Farklı fikre asla tahammülümüz yoktur. Hele bu fikri savunan bir de bizden biri olursa, çekeceği var. Ne ajanlığı, ne hainliği, ne özenti, ne gaflet ve dalalet içerisinde olduğu kalır muhatabımızın. Bununla da yetinmeyiz. Yedi ceddini katarız işin içine. Hızımızı alamayız. Daha önce hangi konuda ne görüş serdettiğini, kimlere hizmet ettiğini, neleri inkar ettiğini, kimlere özenti duyduğunu, kimler tarafından beslendiğiyle ilgili tüm cemaziyel evvelini ortaya dökeriz.

Muhatap "Yanlış anlaşıldım, maksadım bu değildi, benim cümlem çarpıtılmıştır, esas görüşüm şudur" dese de asla kabul görmez. Buna da 'kıvırma' der geçeriz. Kişilerin de hata yapıp özür dileyebileceğini asla kabul etmeyiz. Hakaret, iftira ve gıybet ardı arkasına gelir, mahalle baskısı uygular dururuz. Adamı öbür mahalleye göndermek için elimizdeki tüm imkanları seferber ederiz. Öbür mahalleye gidince de "İşte gördünüz mü, layığını buldu, zaten onlara göz kırpıp duruyordu" deriz. 

Ne zaman öğreneceğiz katılmadığımız bir görüşe tahammül etmeyi, saygı göstermeyi bilemedim gitti. Amacımız üzüm yemek mi, bağcıyı dövmek mi? Şu çok mu zor: "Beyefendinin şu konuda yaptığı açıklamaya katılmıyoruz. Bunun doğrusu budur" demek. Ya da yanına gidip "Şu sözünüzle neyi kastettiniz" diye sormak ve yapılan açıklamayı yeterli bulmak. Katılmadığımız görüşünü savunmada ısrar ediyorsa "Görüşünüz İslam'ın şu hassasiyeti ile bağdaşmamaktadır, yanlışta ısrar ediyorsunuz" diyerek konuyu kapatmak ve kendi doğru görüşümüzü kamuoyuna açıklamak çok mu zor gerçekten. Niyetimiz adam kazanmak mı, yoksa kaybetmek mi? Görünüşe bakılırsa adam kazanma gibi bir derdimiz yok.

Bu ülkeye ve İslam dünyasına müsamahanın 'M' si, hoşgörünün 'H' si, toleransın 'T' si uğramamış maalesef. İslam gelmiş ama onun istediği gibi Müslüman olamamışız. Ne diyorsa biz onun tersini yapmak için yarışıyoruz. İslam bize teslim oluverse bizden iyisi olmayacak. 

Olaylara farklı/yanlış pencereden bakan Müslüman kardeşlerimize bu hıncımız nereden geliyor? Niçin kafire, gayri müslime gösterdiğimiz hoşgörünün milyonda birini kendi insanımıza göstermiyoruz? Bu yaptığımızla Muhammed süresinde geçen "Muhammed Allah'ın elçisidir. Onunla beraber olanlar kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidir" ayetine ters davranmıyor muyuz? Niçin "Onlarla en güzel şekilde mücadele et" ayetinde olduğu gibi fikre, fikirle karşılık vermeyerek belden aşağı vuruyoruz? Bizim bu yaptığımızın birbirini öldüren Müslümanlardan ne farkı vardır? "Fitne katilden beterdir" ayetiyle çelişmiyor mu orta yere çıkardığımız fitne? Birliğe ihtiyacımız olduğu bugünlerde ayrışmayı, ötekileştirmeyi körüklemek kime hizmet eder? Bu kafa yapımızla kendi insanımızı kendimizden soğutmuş, küstürmüş olmuyor muyuz? Yazılanlarda ve yapılan yorumlarda bir nefret dili hakim bizde. Öldürme imkanımız olsa inanın öldürürüz bu hızımızla. Belki de beceriksizliğimizden başvurmuyoruz bu yönteme. Yoksa bunu da yaparız. Bu şekilde davranarak bir insanı öldürmekle kalmıyor, onu öldürmekten beter yapıyoruz. 

Ne olur! Biraz soğukkanlı, basiretli, ferasetli olalım. Düşmanları güldürmeyelim birbirimize düşerek. Hikmet ve mev'ize-i hasene ile insanımıza; yumuşak, nazik ve güzel bir üslupla yaklaşalım. Firavun gibi bir zalim ve kafire bile "Ona kavli leyyin ile konuşun" diyor Rabbimiz. Yahu karşımızda tu kaka yapıp dışladığımız insan Firavun'dan da mı kötü! Gidin Allah'ın aşkına. Başkasının gözündeki çapağı görürken kendi gözümüzdeki merteği görelim! 26/12/2016

* 14/01/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




25 Aralık 2016 Pazar

Karlar Değerlendirilemez mi

Son yıllarda yağmayan kar yağdı. Konya şehir merkezinde 30 cm, ilçelerde 40-50, köylerde 50-60 cm, yüksek yerlerde daha fazla karımız oldu. Keremine şükür! Doldurdu her yerimizi. Bembeyaz oldu sağımız, solumuz, çatımız ve yerlerimiz. 

Salı gecesi yağmaya başlayan kar, çarşamba günü yerleri doldurmuştu. Gördüğümüz göreceğimiz bu derken perşembe ve cuma günleri aralıklarla yağdı. Kara doyduk denir ya, öyle bir şey.

Bir daha kar yüzü görür müyüz,  yağarsa ne zaman yağar, hangi kış yağar Rabbim bilir. Geçen sene olmayan kıştan sonra da baharın ve yazın yağmayan yağmurlar dolayısıyla içme sularımız çekilmişti iyice. Birçok yerde yağmur dualarına çıkılmıştı.

İçimizdeki masumların hürmetine yağdı da yağdı. Yağan karın ardından, buzlanma ve don olayı da meydana gelmedi. Kaldırımlarımız hala karla kaplı, birçok sokağa girilmiyor kardan. Açılan yolların kenarları boy boy kar yığını. Dağlara yağan karlar eriyince barajlara iner. Tarlalara yağan karı toprak eme eme mahsüllere fayda sağlayacak. Her yeri beton, yerleşim yeri  ve kaldırım  olan şehir merkezindeki karlara gelince, bu karlar eridikçe oluşan karlar rögarlardan kanalizasyonlara akıp gidecek. Yani heba olup gidecek. Pis suya karışacak olan bu rahmet dediğimiz sulara yazık değil mi? Bu karları değerlendirmek lazım. Ama nasıl? Ne yapılır, nasıl yapılır bilmem ama bu karlar toplanıp barajlara boşaltılabilir. Tepelerden gelen kar suyu ile barajlar zaten dolar denebilir. Kamyonlara doldurulup tarlalara, açık alanlara boşaltılabilir. Hatta meskun mahal dışında, uygun yerlere çukurlar açılıp karlar içine doldurulabilir. Bu tür yerlerin etrafı tel ile çevrilebilir. Buralarda eriyen karların, yerin altında su katmanları oluşturmasına katkı sağlanabilir.

İnanın eriyince lağıma karışacak olan bu nimetin mutlaka değerlendirilmesi gerekiyor. Etkili ve yetkili kişilere duyurulur. Belki yakın zamanda bu karları çok ararız. Ama o zaman iş içten geçmiş olur. Benden söylemesi. 25.12.2016

Konuşturmayın, vurun!

İslam’da fikir ve düşünce hürriyeti vardır” sözüne karşı çıkan bir Müslüman olmaz. Çünkü doğru bir sözdür. Hatta bizde “Öyle fikir hürriyeti var ki, “Allah bir” sözü dışında her konu tartışma konusu olmuştur” denir konuşma arasında. Bu ne demektir? İslam’da cebir, zorlama, baskı yoktur. Herkes hür bir şekilde fikir serdedebilir bir konuda demektir. Teoride böyleyiz. Ya pratikte?

Ne mümkün efendim! Farklı fikre asla tahammülümüz yoktur. Hele sevdiğimiz bir kişi, bir kesim veya bir camia hakkında söz söylenilirse  hemen tukaka yaparız. Kişiyi bir sözünden dolayı ona yapmadık hakaretimiz kalmaz. Anasından girer, babasından çıkarız. Yedi ceddini sorgularız. Sözün hangi anlamda, ne maksatla söylendiğine bakmayız. Koro halinde saldırırız. Söylediği sözün yanlış anlaşıldığını düşünerek adam kazara bir açıklama yapsa yapılan açıklamayla yetinmeyiz. Şimdi de kıvırmaya başladı deriz. Aynı zamanda iyi bir niyet okuyucuyuz.

Gerçekten ne olacak bizim bu halimiz? Birbirimizi yaptığımız şeylerden dolayı güzel bir şekilde kırmadan, dökmeden, incitmeden, ötekileştirmeden eleştiremeyecek miyiz? Sonra bir konuda hepimiz aynı fikirde olmak zorunda mıyız? Katılmadığımız görüşe: “Arkadaş, senin savunduğun bu fikri kabul etmiyorum. Ben olaya senin baktığın muvaceheden bakmıyorum. Ben bu konuda şöyle düşünüyorum” diyemeyecek miyiz? Fikir ve görüşüne katılmadığımız adamla en güzel şekilde tartışarak mücadele edemeyecek miyiz? Bu bakış açımızla İslam’da hoşgörü var, zengin bir fikir dünyasına sahibiz diye nasıl söyleyeceğiz? İnsanlar hata yapıp hatasını düzeltemez mi bizde? Hemen boğmaya ve yok etmeye çalışıyoruz. Biz olaylara bu şekilde girersek bizde fikir hürriyeti ve gelişme asla olmaz. Böyle birbirimizi ötekileştirerek kısır tartışmalara devam eder dururuz.

Her söylenen sözden sonra bir adama çullanılırsa bizde nasıl fikir zenginliği olacak? İnsanlar nasıl rahat bir şekilde bir konuda görüşünü söyleyebilecek? Derdini, dert edindiğini, sorun olarak gördüğünü insanlar rahat bir  şekilde söyleyemezse bu sefer karnından söylemeye başlar. Her sözü eleştiri konusu olan kişinin geri kalan ömrü kendisini savunma ve fikrini desteklemek için başka gerekçeler bulmayla geçecektir.

Bize hayat hakkı tanımayan düşmanın yaptığıyla sevdiğimize toz kondurmamak bazen aynı kapıya çıkabilir. Her ikisi de tehlikelidir. Bir camia eleştirilerle büyür ve gelişir. Toz kondurmamak korumak anlamına gelmeyebilir her zaman. Bazen seven insanların bir camiaya verdiği zarar nefret edenlerden fazla olabilir. Sevgi ve nefrette aşırıya gitmemek lazım. Maksadın dışında anlaşılma ihtimali olan bir söz ile ne kastettiği pekala sorulabilir. İletişim yollarını tıkamamak ve kapamamak lazımdır. Bir defa konuşandan zarar gelmez. Siz esas konuşmayandan ve gizli  ajandası olanlardan korkun. Mahallemizde söz söyletmediğimiz insanlara birileri kucak açar. Bir bakarsın bir başkasının emrine girmiş, bizimle mücadele eder duruma getirebiliriz. Çünkü marifet, iltifata tabidir.


Her birimizin aynı fikirde olmasını istemekten ziyade birbirimizi anlamaya çalışalım, ne olur? Konuşturmayıp diğer mahallelere gönderip kaybettiğimiz insanların sayısı hiç az değil. Bu durumda giden kadar gönderen bizlerin de sorumluluğu vardır. Sözlerimi Allah kelamıyla sona erdirelim: “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez. Hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman Allah, size yaptıklarınızı haber verecektir. 25/12/2016

Teaffüf sahibi biriydi o *

Normal şartlarda doğum-ölüm günlerini ve yıl dönümlerini takip eden biri değilim. Kendi doğumumu da takip etmem. Bankalar, firmalar, GSM operatörleri "Doğum günün kutlu olsun, nice yıllara" şeklinde mesaj göndermese belki de kendi doğumumdan haberim bile olmayacak. Zaten olsa da benim için bir şey ifade etmiyor. Bir yaş daha yaşlandığım aklıma gelir. Hazırında moralim bozulur.

Doğum ve ölüm yıl dönümlerini takip etmesem de bazı doğum ve ölümlerden haberim olmuyor anlamı çıkmasın. Bugünlerde bir iki yazımda Mehmet Akif ERSOY'un şiirlerinden alıntı yaptım. Nedir bendeki bugünlerde Akif ilgisi derken şairimizin 27/12/1936 tarihinde vefat ettiği aklıma geldi. Bazı insanlar öldüğü gün unutulur, iyi ki öldü gitti denir. Fakat benim ve milletimizin nezdinde Akif'in ayrı bir yeri var. İz bırakanlardan. Aramızdan gideli 80 yıl olsa da atasözü ve vecizeye benzer mısra ve beytleri vasıtasıyla hiç aramızdan gitmedi. Sosyal olaylar başta olmak üzere hemen hemen her konuda ağzından kaleme dökülenler hep aklımızın ve dağarcığımızın bir köşesinde terennüm eder durur. Ondan şiir okuduğumuz zaman "Mübarek! Bu günü kastederek yazmış" diye çıkıyor ağzımızdan. Bizden bir şairdi. Zaten o yüzden biz ona Milli Şairimiz diyoruz. Hiç anmayan pazartesi ve cuma günleri onun yazdığı ve millete armağan ettiği "İstiklal Marşı" ile hatırlıyor onu. Nasıl unutulur ki o? İçimizden biri. Müslümanları, İslam'ı ve cennet vatanı dert edinmiş. Şiir yazacağım diye kelime oyunu falan yapmamış. Tam bir söz üstadı. Kelimelere anlam yükleyen biri.

Safahatı eşsiz bir eser. Her evin köşesinde yer alır. Kur'an-ı Kerim'den sonra kitaplığımızı onun eseri süsler. Ekseriyetimiz onun 10 kıta olarak yazdığı 'Marş'ı ezbere bilir. Her okuduğumuzda bizi ayrı bir dünyalara götürür, farklı duyguların oluşmasına ve milli duygularımızın ön plana çıkmasına vesile olur. Arka arkasına okuduğumuz zaman kabak tadı veren bir şiir değil onun söyleyip yazdıkları. Samimiyet ve içtenliğin zirvesini görürüz onun şiirlerinde. Dertli bir insandır vesselam. Başka şeyleri dert edindiği kadar kendini dert olarak görmemiş. Milleti ve ilayı kelimetullah için yaşamış, onların dertleriyle dertlenmiş biri olarak karşımıza çıkıyor. Hiç maddi çıkar peşinde koşmamış. “Servet edineyim, beyler gibi yaşayayım, çoluk-çocuğuma servet bırakayım” diye bir hesabı olmamış hiçbir zaman. Paraya çok ihtiyacı olduğu zaman yazdığı Marş için kendisine gönderilen para ödülünü bile kabul etmeyecek kadar onurlu ve haysiyet timsali biridir. Bakara süresi 273.ayet mealinde Allah: “(Yapacağınız hayırlar,) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşamayan fakirler için olsun. Bilmeyen kimseler, iffetlerinden dolayı onları zengin zanneder. Sen onları simalarından tanırsın. Çünkü onlar yüzsüzlük ederek istemezler. Yaptığınız her hayrı muhakkak Allah bilir.” buyurmaktadır. Mealin orijinalinde teaffüf kelimesi geçer. “İffetli, ahlak dışı şeylerden kaçınma ve istemekten  uzak durma” gibi anlamlara gelir. Bu ayeti noktası, virgülüne hayatında yaşayan biri olarak meclise giderken bile bir dostunun pardösüsünü emanet  alıp gidecek kadar teaffüf sahibi biri. O günün şartlarında çok değerli bir ödül olan 500 lirayı elinin tersiyle iten biridir.

Ölümünün ardından 80 yılı geride bırakan ve bizlere İstiklal Marşı ve Safahat gibi ölmez eserler hediye eden Milli Şairimiz Mehmet Akif ERSOY, -yaşadığı dönemde kıymet ve değer verilmese de- bizim için ölmez ve unutulmaz bir şairdir. Şiirleriyle hep yaşayacak aramızda. Allah ona rahmetiyle merhamet etsin. Onun gibi teaffüf sahibi olmayı nasip etsin. 25/12/2016
* 28/12/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Ölüm gelmeden önce ölmeye ne dersiniz?


Gecenin soğuk ve ayazı, dereceler eksi 10-15'leri gösterdiği bir gece yatmak için odama girdim. Hem odam hem de yatağım sımsıcak idi. Uyumak için üzerime yorganımı örttüm. Aklıma ölüm geldi.

Her şeyden kaçarız kaçmasına, nice badireler atlatırız atlatmasına. Ne edersin ki ölümden kaçış yok. Bir gün yakalayacak mutlaka. Zaten şimdiden peşimizi bırakmayacağını gösteriyor. Ağırlığını yavaş yavaş hissettiriyor. Eski güç-kuvvet yerini zayıflığa bırakıyor. Saçlar dökülüyor, saç-sakal ağarıyor, yürürken nefes almakta zorlanıyoruz. Her şeyi yiyemiyoruz. Çünkü dişler gitmiş. Daha önce uzağı görmeyen gözler şimdi yakını da görmez oldu.(İhtiyarlık hastalığı deniyor zaten buna) Yediğimiz dokunuyor, mümkün olduğu kadar kaçınmaya çalışıyoruz. Hastaneye gitmemiz eksik olmuyor: Tahlil, tetkik... poşet dolusu ilaçlar. Ben geliyorum, ona göre hazırlığını yap, benden kaçış yok diyor gün be gün. Her gün yarım ölüm olan uykudan kalkınca şükrediyoruz, bir defa daha kalkabildik diye. İşimizi gücümüzü kimseye, çoluk çocuğa muhtaç olmadan yapabiliyor muyuz? Gemisini kurtaran kaptanız. Ya bir de muhtaç olursak işte o zaman hayat çekilmez olur. Ölmeden önce çoluk çocuğa muhtaç olmaya başladığın zaman “ne zaman ölecek artık” bakışlarını sezersin. Malın yoksa zaten değerin hiç olmaz, malın varsa bir an evvel ölse de şu malı paylaşsak, hayatımıza bir çekidüzen versek diye vereselerin ölmeni beklerler. Ölmeden önce ölmüş gibi olursun. Bu durum ölümden daha zor gelir işte o zaman. Her şeye rağmen hayata tutunmaya çalışıyoruz. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya çalışıyoruz, ölüm bir gün kapımızı çalacağını bile bile.

Sıran geldi mi torpil yok, bugün kış-kıyamet, hava soğuk, dışarısı ayaz, herkes işte-güçte... gece-gündüz demiyor. Yapışıyor yakana. Salalar verilir erkenden. Kabristanda uygun bir yer kazdırılır. Musallada namazın kılınır. Günlük hayatta dar diye sığamadığımız koca evler arkamızda kalır. Daracık, karanlık, soğuk bir yere beyaz kefenimizle birlikte koyarlar. Ebedi istirahatgahımıza da en sevdiklerimiz koyar. Kalkamasın, ya da rahatsız eden olmasın diye üzerine belediye tarafından aynı ölçülerde yapılan taş-betonları koyarlar. Ardından en sevdiğinden başlanarak üzerine topraklar atılır. Birkaç kürek toprak atan küreği bırakır, diğeri alır. Her biri üzerine toprak atmada yarışır. Ardından Kur'an'dan bazı bölümler okunur, telkinin verilir, taziyede bulunan oradan uzaklaşır. Herkes işine gücüne yoğunlaşır yeniden.

Seni mezara biran evvel koyup kaçmak için herkes yarışır. Tabii sevenin sayanın, hatırın varsa elbet bütün bunlar. Yoksa hatırın, geride bir iz bırakmamışsan bu durumda belediyeler sağ olsun. Ardından kalan biri mezarlıklar müdürlüğünü arar. Onlar gelir, son görevini yaparlar. Mezarında tek başına kalırsın. Ne yiyecek var, ne de içecek. Karanlık mı karanlık! Buz gibi her yer. Üzerinde ince bir kefen! Üşüdüm desen duyan yok, derdim ve ihtiyacım var desen işiten yok. Aynı tarafa yatmaktan kolum ağrıdı, yoruldum desen zaten divelenemezsin. Divelensen bile başka seçeneğin yok zaten. Aynı şekil yatmaya devam. Ebedi istirahatgahımız böylece başlar.

Burada seni kimse rahatsız etmez, mesai diye bir derdin olmaz. Gece geç yattım, uykumu alamadım olmaz. Seni hesaba çekmek ve ön soruşturma yapmak için Münker-Nekir gelir ara sıra. Kıyamet kopuncaya kadar bulunduğun yer ya Cennet bahçelerinden bir yer, ya da Cehennem çukurlarından bir yer olur. Ya da kıyamet kopuncaya kadar zaman kavramı olmadan tıpkı Ashab-ı Kehf gibi uzun bir uykuya dalarsın. İsrafil’in sûra ikinci üfürüşüyle birlikte kendine gelir, herkes gibi ayağa kalkar, ak koyun-kara koyunun apaçık belli olacağı, hiçbir şeyin gizli kalmayacağı mahşer yerine doğru hesap vermek için yola çıkarsın. Sana orada sorsalar ne kadar uyudun diye? Ya bir gün ya da daha az dersin. Mizan’da amel defterin teraziye konduktan sonra karşına ya Cennet ya da Cehennem çıkar. Ölümün olmayacağı, dünyaya yapılanların karşılığının görüleceği ebedi âlem bu şekilde başlamış olur...

Bütün bunları biliriz bilmesine. Ölüm gelecek, hesaba çekileceğiz deriz. Fakat bu geçici âleme öyle bir kaptırırız ki hiç ölmeyecekmiş gibi dalar dalarız. Başımıza gelecek olanı biliriz bilmesine, yine de ölümü soğuk karşılarız. Dünyaya kendimizi kaptırdığımız bir günün uygun bir saatinde ölmeden önce ölmeyi aklımıza getirmemizde fayda var. Aklımıza getirelim ki kendimize çekidüzen verelim. Güzel amellerle ebedi âleme gitmek için çaba sarf edelim. Rabbim herkese hayırlı ömür ve ölümler nasip etsin. Ebedi hayat için azık biriktirenlerden eylesin.

“Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellikler ver. Bizi Cehennem azabından koru.” 25/12/2016




24 Aralık 2016 Cumartesi

Ailelerin çocuklarına yaptığı kötülük

Çocuk yetiştirme konusunda anne ve babaların çocuklarına yaptığı en büyük kötülük aşırı korumacılıktır.

Çocuklar bizim her şeyimiz elbetteki koruyup gözeteceğiz. Biz onu yolda bulmadık. Korumayıp da ne yapacağız, senin ki de iş mi denebilir. 

Elbette çocuklarımızı koruyup gözeteceğiz. Sorun koruyup gözetmede değil. Bir defa onlara sorumluluk vermiyoruz, onlara hep balık yediriyor, balık tutmayı öğretmiyoruz. Bir dediklerini ikiletmeden  hemen alıyoruz, onu memnun etmek için saçımızı süpürge ediyoruz. 

Bu durumda çocuk fiziken büyüse de kişilik olarak büyümüyor. Biyolojik yaşı büyüse de zihin ve beyin olarak büyümüyor. Her şeyi anne ve babasının yapmasını bekliyor. Çocuk hayatı düşünmüyor bile. Başına gelen sıkıntıları nasıl çözeceğini kafaya bile takmıyor. Başına ne gelirse ailesine aktarıp sorunu ailesinin çözmesini bekliyor. Nerede bir sorun varsa ailesi önüne düşüyor, sorunu çözmeye çalışıyor. Bir şey alınacaksa alınıyor gerekirse borçlanılarak. Bir yere gidilecekse gidiliyor. Dersi zayıfsa öğretmen, idare kim varsa görüşülüp notunun yükseltilmesi sağlanıyor. Biri kızdı mı çocuklarına, ailecek kızana had bildirmeye gidilir, kazara biri dövdü mü; dayağa karşı olan aile hep beraber döveni dövmeye gider. Çocuğun önünde sorunu çözmeye çalışan aile asla çocuğunda suçu bulmaz. Acaba çocuğumuz bu işi abartıyor mu, birin yanına beş katıp aktarıyor mu, acaba çocuğumuzda da bir suç olabilir mi diye asla düşünülmez. Tek taraflı dinlenir, tek taraflı yargılanır, aile mahkemesinde muhatabın ipi çekilir. Çünkü çocuklarına güven o kadar fazla ki çocukları asla yalan söylemez. Biz sorun çözdükçe, karşı tarafa had bildirdikçe çocuk kendimize biraz daha bağlanır. Nasıl ki o bizim her şeyimiz ise, onun için de biz her şeyiz. Bir araya gelip Roma bile yakılır bu aile dayanışmasıyla.

Örnekleri çoğaltabiliriz. Gerçekten iyi mi yapıyoruz? Bir düşünmek lazım. Çocuk yetiştiren hiçbir aile çocuğunun kötü olmasını, kötü olarak yetişmesini istemez. İyi niyetle çocuğunun sorunlarını çözmeye çalışır. Mantık; biz geçmişte çok çektik, çocuğumuz çekmeyecek. Biz ezildik; çocuğumuz ezilmeyecek. Çocuğumuzun öz güveni olacak. Bize imkan sunulmadı, istediğimiz yere yeterince gelemedik. Biz çocuğumuza her türlü imkanı sunarsak çok iyi bir gelecek onu bekliyor olacak şeklinde bir düşünceye sahibiz. İlkokul, ortaokul, lise hayatı bu şekilde devam eder. Üniversite okusa da yaş büyür, ama hala çocuk olarak kalır. Biz yaşlansak da yine her şeyi bizden bekler. Bari bu zamana kadar getirdik. Hazır anayasa değişikliği varken 18 yaşını dolduran kişiler için seçilme hakkı verilecek. Çocuğumuzu milletvekili olması için hazırlayalım da geleceği kurtulsun hiç olmazsa.


Şahsi görüşüm çocuklarımıza sorumluluk vermek şeklindedir. Her istediğini almamaktır. Bazen hayır demesini bilmek lazımdır. Başına bir problem gelince kendisinin çözmesini beklemektir. Çocuğumuzun getirdiği habere göre hareket edip yangına körükle gitmemektir. Habersizce sorunu araştırıp bir de karşı tarafı dinlemek gerekir. Çocuğumuzun hatası varsa kırıp dökmeden uygun bir lisan ile çözmektir. Hasılı kendinizin bir müddet sonra olmayabileceğinizi hesaba katıp çocuğunuzun tek başına problemi çözmesine yardımcı olmaktır. Yine de karar sizin. 24/12/2016

Kayıp eşek ve ayakkabıdan haber var*

3 ay önce  eşeğini ve ayakkabısını kaybeden bir  zatla karşılaştım. Son durum nedir, dedim?  "Ayakkabısının hâlâ  kayıp olduğunu, yalın ayak olmaktansa paraya kıyıp yeni bir ayakkabı aldığını, eşeğinin ise geri gelmediğini fakat 3 ay boyunca gerçekleştirilen 'işlem hacmi' sayesinde kendisine eşeğin sıpasını verdiklerini" söyledi.

Başka kendisine sıpa verilen var mı, dedim. Eşeği alınanların çoğuna yeniden sıpa bahşedildi dedi. İyi de kardeş, anasına bakamayan sıpasına nasıl bakacak? Bu da zaten büyüyünce yine eşek olmayacak mı? Madem iyi bakıyordu, daha önceki eşeği niye alındı? Ya da bakamıyordu madem, yeniden niye eşek verildi? Aslında anasına bakamayan sıpasına da bakamaz ama ne yapacaksın büyüklerimizin merhametini gözardı etmemek gerekir dedi bir meczup.

Diğer meczup durur mu: Desene eşeklik bizde bâki kalacak. Bense bakakaldım kendilerine... 24.12.2014

* Çıkarılan bir kanunla 2014 yılında müdür ve yardımcılıkta 4 yılını dolduranların müdürlüğü sona erdirilmişti. Yeni müdür görevlendirmesi mülakat yoluyla yapılmıştı. Bu yazıda görevlendirme süreci, yol ve yöntemi eleştirilmiştir.

24/12/2014 tarihinde bu yazıyı sosyal medyada paylaşmıştım. Bu paylaşımıma yapılan yorumlar:

Eşeği elinden alınanlardan bazılarına dedikleri gibi sıpa bahşettiler. Ama dediğiniz gibi eşeğe bakamadın deyip elinden alıp sonra sıpa verilenler var. Bazılarına da eşek yerine katır verildiği de görüldü. Amma velakin eşeği elinden alan kişiler ya düşünemedi ya da bir üst akıla uyarak geri verdiler. Eşeğe bakamayan sıpaya ya da katıra nasıl bakacak bu konuda pişmanlık mı üst akıl mı öncelikli? İşin özüne gelirsek bazıları eşeğine kavuşamasa da sıpasına bazıları da katırına kavuştu. Eşek, Katır, sıpa sahipleri aman iyi sahip çıkın bir sabah uyandığınız zaman onları elinizden gitmiş bulabilirsiniz. Bunları elinizde tutabilmek için siz ne yapacağınızı bilirsiniz. (H.K.)

Ölmüş eşek kurttan korkmaz sayın hocam. Herkesi aynı kefeye koymamak gerek. Bir binite sahip olanlardan ya da sahip olmak için girişimde bulunanlardan ziyade yöntem, metot, usul, edep, etik değerler irdelenmeli. Sahada görev alan piyonlardan ziyade yetkisini İstiklal Mahkemelerinin hakimleri "3 Aliler" gibi kullananlara dikkat çekmek gerek. İnsan edebi, zıddından öğrenir...Hasılı, kişiselleştirmeden ziyade Allah basiret versin, feraset versin, akıl tutulması vermesin diye temennide bulunmak gerek. (R.Y.)

Elbette ki yöntem, metot, usul, edep, etik değerler önemli kavramlar. En önemlisi de binite sahip olabilmek için kullanılan yöntemlerdir. Benim tarih bilgim zayıf istiklal mahkemelerindeki 2 Ali’yi biliyorum ama 3. Ali’yi çıkaramadım. (H.K.)

Bir şeyler yazsam bir dert yazmazsam bir dert. Beğensem ayrı dert. (B.T.)

Canın sağ olsun Bekir, sen 2014'ü harika geçirenlerdensin...Yazım tarizin örneklerindenmiş. Beğenmezsen bir edebi sanatımıza karşı gelmiş olursun. Yazım, gerçek edebiyatçıdan onay aldı. Ayrıca yazımız beğenilsin, yorum yapılsın diye paylaşılmıyor. Evelallah tek başıma da yoluma devam etmeye çalışıyorum, başıma taş düşmeye devam etse de. Ben hep yanıldığım doğru bildiğim yanlışları -kendimin dışında kimse anlamasa da, önemsemese de- yazmaya devam edeceğim. En azından paylaşımları; anlaşılmadan, paylaşılmadan ve beğenilmeden giden tek kişi olarak tarihe geçerim. (R.Y.)

Sosyal medya hesabını kapattığı için yorumu kaldırılan birine verilen cevap: (Sanırım benim kayıp diye ifade ettiğimi gasp, çalma olarak değerlendirmiş yorumcu)
Sadık hocam! Çalma, gasp vb durumumudur bilmem, zengin kelime hazinem olmadığı için kayıp kelimesi ile ifade ettim. Benim için kayıptır ne şekilde gittiği ayrı bir husus. Belki de kayıp ifadesi bir üslup şeklidir. Zaten yazımı kralın çıplak olduğunu bilen arif insanlara sunuyorum. Malumun ilamını mizansenleştiriyorum. Eşeğe kızmadım, küstüm ama dağın haberi olmadı. Kasapların eline geçen eşekler helal et diye kesilip satılınca mevcut eşekler karaborsaya çıkıp değer kazandı. Elan eşek ve türevleri benim için bir şey ifade etmiyor. Ben kendime yakışanı yaparak hesabını vereceğim, mutlaka eşek borsası oluşturanlar da adaletin şaşmadığı bir ortamda hesabını vereceklerdir. Allah herkesi niyetlerine göre değerlendirecektir. Rabbim yüzü ak olanlardan eylesin herkesi. Bu arada süt falan satmıyorum. Yorumunu okuyan benim süt sattığımı sanabilir. Allah bozuk süt satan onurlu sütçünü de affetsin. Umarım gelen süt eşek sütü değildir. Eşekle başladık eşekle bitirelim: "Ey oğul, yürüyüşünde orta yolu tut, sesini kıs, çünkü seslerin en çirkini eşeklerin sesidir." Lokman süresi. (R.Y.) 24/12/2017





23 Aralık 2016 Cuma

İlçe belediyeleri ne işe yarar?

Siz bu soruyu  ilçelerde kurulmuş olan kamu-kurum ve kuruluşları ne işe yarar diye genişletebilirsiniz. Gerçekten devlete yük olmaktan ziyade sadra şifa herhangi bi işiniz görülmüş müdür? Bu kurumların yaralı bir parmağa işlediğine siz şahit oldunuz mu?

Benim sorduğum  soruları siz bana sorarsanız, ben hiç görmedim. Zaten çözmelerini de beklemiyorum. Zira çözüm mercii değildir. O devasa binalarına, içinde çalışan elemanlarına bakarak bir iş yapacaklarını falan düşünmeyin. Büyük işlerin yeri değildir, çözüm yeri zaten hiç değildir. Devletin bu kurumlar için araç tahsis etmesine, bina yapmasına, ödenek göndermesine yazık. Milli servetin üzerinde bir kanburdur buralar.

Konumuz ilçe belediyeleri idi. İlçe belediyelerinin yazayım. İlçe belediyeleri büyük şehir yasası çıkmadan önce özellikle küçük ilçe belediyeleri gelen ödenekle başkan ve personelin maaşını güç bela yetiştirir, ufak tefek yaptıklarıyla göz boyar, günü kurtarmaya çalışırdı. Yeni yasa ile birlikte ilçe belediyelerinin uhdesinde olan su, alt yapı, imar sanırım Büyükşehir sorumluluğuna geçti. Yine ana arterlerin alt yapı ve asfalt işleri büyükşehire ait. İlçe belediyelerine sadece çöp alma işi, ara sokakların kaldırım ve asfalt işleri kalıyor. Bir de kar yağarsa kar kürüyecek. Sadece ara sokaklar yani. Şimdi kar yağdı. Ara sokaklar kapalı. İlçe belediyesine ait kepçe ve greyder görebilirsen aşk olsun. Mahalle aralarında ve sokak çok, belediye hangi birine yetişsin denirse buna el hak doğru derim. Fakat işin vahametini görmek istersen sanal aleme bir bak. Kendi sokağını kendi temizleyen, arabası saplanmış kurtarmaya çalışan ve neredesin ey belediye diye serzenişte bulunan insanımızın sayısı az değil. Demek ki ilçe belediyeleri yine her zaman ki gibi sınıfta kaldı. Belediye yok yani. İlçe belediyelerinin herhangi bir yerde çalışma yaptığını gören, bilen, duyan varsa, ya da sokağına ilçe belediyesi gelmişse insaniyet namına haber versin. Onlara teşekkür edeceğim, sanal alemde de reklamlarını yapacağım.

Vatandaş yine mağdur, yine mağdur. İş başa düştü herkes kendi işini kendi görmeye çalışıyor. İlçe belediyelerimiz de kendi evlerinin ve hizmet binalarının önündeki karları temizleseler yeter. Önümüzdeki yıl için kar temizleme aracı almaya falan kalkıp masraf etmesinler. Onların ne gölgesini ne de ihsanını isterim.

Ben sadece burada KİT'lerden ilçe belediyesini yazdım. Siz de diğer kamu kurum ve kuruluşlarını kıyaslayın, gözünüzün önüne getirin. İnanın hiç farkı yok. Al birini, vur ötekine... 23.12.2016

Kafamızdaki yanlış dini değerler

Önceleri melek olan şeytan, isyan ettiği için huzurdan kovulmuştur.” Cümlesi doğru mu-yanlış mı diye 7.sınıflara sınavda sordum. Ekseriyeti ‘doğru’ seçeneğini kodlamış. Derste de o kadar üzerinde durmuştum halbuki.
Sınavdan sonra incelesinler, yanlışlarını görsünler diye kağıtları dağıttım. Yukarıdaki cümleyi doğru şeklinde kodlamış çok sayıda öğrenci ya parmak kaldırdı, ya da yanıma gelerek cümleyi gösterdi: “Bu doğru değil miydi” diye. “Yavrum! Bu konuyu işlerken halk arasında şeytan önceleri melekti, kibrinden dolayı Adem’i kabul etmedi...şeklinde yanlış bir algı var. Bunun doğrusu şeytan yani İblis, melek değildir. O, cinlerdendir. Bakın meleklerin özelliğini anlatırken isyan etmezler, Allah’ın emrinden dışarı çıkmazlar, asla günah işlemezler...’ diye işledik” şeklinde açıklama yaptım. Çoğu ikna oldu. Bazısı ise: “Ama hocam, geçen sene ki hocamız bize melek dedi, ama hocam, babam böyle dedi, ama hocam ben bir kitapta böyle okumuştum” şeklinde yine gerekçeler sundular bana. “Allah hayrınızı versin sizin” dedim, başka bir konuya geçtim.
***
Fakültede okurken bir esnafın dükkanında oturuyorum. Karşımda da iki ihtiyar var. Biri diğerine Eyüp peygamberi anlatıyor: “Öyle sabırlı öyle sabırlıymış ki, yıllar yılı yatalak bir şekilde yatmış, vücudu kurtlanmış, üzerinden bir kurt düşünce yerden o kurdu alır: ‘Senin rızkın bendedir’ diyerek tekrar vücuduna koyarmış...dedi. O anlattıkça yanındaki ‘yah yah’ dedi. Anlatmasını bitirince bana başını kaldırdı: ‘Öyle değil mi yeğen?’ dedi. ‘Öyle değil amca, peygamberin uzun süre hasta yattığı doğru olmasına doğru. Ama kurtlandığı kurdu yerden alıp vücuduna koyması doğru değil. Zira vücudun kurtlanması o kişinin pis ve kirli olduğuna işaret eder. Bir peygamberin kurtlanması söz konusu olamaz. Haydi yatalaktı, yıkanamadı, kurtlandı diyelim. Hele düşen kurdu yerden alıp rızkın bendedir demesi söz konusu olamaz” dedim. Beni dinleyen amcanın morali bozuldu. Ama altta kalmadı. “Sen ne bileceksin, daha gençsin” diyerek ağzımın payını verdi.
***
Derste orucu bozan durumları anlatıyorum. Kitapta orucu bozan durumlarla ilgili “Bilerek yemek-içmek, sigara içmek” şeklinde kısa bir açıklama var. Başka bozan durumlar veya bozmayan durumlar neler olabilir diye Diyanet’in ilmihalini  karıştırdım. Bir kaç tane görüşünü kes-kopyala yaptım. Bir tanesi de: “Kusma kasten yapılmazsa oruç bozulmaz. Kasten yapılır da ağız dolusu kusarsa oruç bozulur.” Cümlesi idi. Bunu öğrencilerle paylaştım. Bir öğrencim hışımla: “Dediğin bu cümlelere katılmıyorum. Ben dün akşam babama sordum. Bana kusma orucu bozar dedi. Benim babam imam, üstelik hafız. Dedem de hoca” diyerek itiraz etti. “Kızım! Ben bu cümleyi aynen diyanetin ilmihalinden aldım. Kendi görüşüm değil. Diyanet bu konuda otoritedir. Hoca olmamız, hafız olmamız her şeyi doğru bileceğimiz anlamına gelmez” dedimse de kızı ikna edemedim.
***

Yukarıda üç tane örnek verdim başımdan geçen. Kafalarda oluşmuş, dilden dile anlatılan şeyler beyin ve zihinlere öyle işlemiş ki değiştirebilmen kesinlikle mümkün değil. Din alanında söylenen yanlışları düzeltmeye kalksa insanların ömrü yetmez. Bu demektir ki, din alanında işkembeyi kübradan konuşmamak gerek. Bin düşünüp bir konuşmalı. Halkın belleğinde sadece yanlışlar kalıyor. Din adına söz söyleyenler yoğurdu üfleyerek yemeli. Hele aslı astarı olmayan dini hikaye ve kıssa anlatmamak lazım. Vatandaş Nasrettin hocadan fıkra dinlese güler geçer. Din alanında bir hikaye anlatsan dini bir vazife gibi hüküm çıkarıyor. Bu demektir ki, halk dini alanda eksik bilgiye sahip olsun, gerekirse bilmesin, ama yanlış dini bilgi aktarmayalım. Çünkü virüs gibidir. Bulaştı mı temizleyemezsin. Her gördüğümüz, her duyduğumuz, her okuduğumuz bilgiyi iyice tartmadan konuşmayalım. Her kitapta yazanı doğru kabul etmeyelim. Önce akıl süzgecinden geçirelim. Her duyduğumuz bilgiyi doğru kabul etmeyelim. başka kişi ya da kaynaklardan araştıralım. 23/12/2016

Kimse kıskanmasın! Konuşma şampiyonuyuz*

Zaman zaman  PISA sonuçlarından dert yanıyoruz. 72 ülke arasında 50.sıralardayız, daha da geriye gidiyoruz diye. Geri kaldığımız konu çok. Ama hakkını yemeyelim. Tüm ülkelere fark attığımız birinciliğimiz de var. Yıllardır kimseye, hiçbir ülkeye kaptırmadık. Açık ara öndeyiz.

Merak ediyorsanız şampiyonluğumuzu? Hemen söyleyeyim. Abbas GÜÇLÜ’nün 21/12/2016 tarihli Milliyet gazetesindeki “Ne oldu bize böyle?” başlıklı yazısındaki verdiği bilgilere göre konuşma şampiyonuyuz: “Türkiye, aylık 436 dakika mobil kullanım süresiyle, ortalama 257 dakika cep telefonu görüşmesinin yapıldığı Avrupa’da liderliğini bu yıl da kimseye kaptırmadı... Bazı Avrupa ülkeleriyle aylık mobil kullanım (MoU) süreleri kıyaslandığında, Türkiye’nin en fazla mobil görüşme yapan ülke olduğu görüldü...Türkiye’nin, 2015 üçüncü çeyreğinde 404 dakika olan MoU değeri, bu yılın üçüncü çeyreğinde yüzde 8 artışla 436 dakikaya yükseldi. Böylece Türkiye, cepten görüşmede en yakın takipçileri Fransaİsveç ve Norveç ile arayı iyice açarken, abone başına aylık 156 dakikalık görüşme yapan Almanya’yı üçe katladı...”

Hiçbir ülke bu konuda elimize su dökemez. İleri ülkeleri bile fersah fersah geçmişiz. Öyle PISA sonuçlarıyla öne geçip hava atmaya gelmez bu işler. Çağımız, teknoloji ve iletişim çağı. Asrın gereğini yapıyoruz. Yazıya göre Almanya’yı bile 3’e katlamışız. Kim yakalayabilir bizi? Biz aylarca konuşmadan yatsak yanımıza bile yaklaşamazlar. Görün bizi! Biz istedik mi oluyor bu işler. Biz “Hayvanlar koklaşa koklaşa, insanlar konuşa konuşa anlaşır” atasözünün gereğini yerine getiriyoruz. Biz adamı solladık mı böyle sollarız. Sonra konuşmayacaksanız, niye çıkardınız bu aleti, süs için mi icat ettiniz? Biz bir defa bu aleti çok yönlü kullanıyoruz. Yerine göre oyun oynarız, yerine göre mesaj çekeriz, yerine göre çaldırır kapatırız, yerine göre çalar saat olarak kullanırız. Olmadı whatsapp yolu ile yazışırız. Toplu mesaj gönderir, herkesi bilgilendiririz. Telefonu yanımızdan ayırmayız. Kah anamızdır, kah babamız, kah emziğimiz. Elimizdeki oyuncağımızdır. Az biz ondan ya da o bizden uzak dursa vücudumuzdan bir parça kopmuş gibi eksikliğini hissederiz. Hep anı yaşarız biz onunla. Gördüğümüz her kareyi ölümsüzleştirmek için fotoğrafını çekeriz. Sanal alemi de bunun vasıtasıyla çok iyi kullanırız. Gittiğimiz yerin neresi olduğunu biz bu zımbırtı vasıtasıyla dostlarımıza bildiririz. Ameliyat olacak olsak, ağrıdan kıvransak da ilk önce ameliyat öncesi bir foto, sonra çıktıktan sonra bir daha...çeker de çekeriz. Eskiden kendi kendimizi çekemiyorduk. Hele şükür ki, ‘selfie’ çıktı da en büyük derdimiz giderilmiş oldu. Gördüğünüz gibi şampiyonluğumuz sadece konuşmada değil. Buyurun, telefonla ilgili her alanda bizden ileri olanlarla yarışmaya hazırız. Biz bu konuda kendimize çok güveniyoruz.

Çok da şeffafız üstelik. Her an ve her halimizi dostlarımızla aynı anda paylaşırız. Gizlimiz-saklımız yok. Hiç bu kadar mahremiyete düşman olmamıştık. Şeffaflığın da zirvesindeyiz. Akşam nereye gittik, akşam kimlerle beraber olduk, ne yedik, ne içtik...hepsini paylaşırız. Kendimizi nasıl hissettiğimiz...hepsi meydandadır. Hele bir de takipçilerimizden beğen-yorum-paylaşım alırsak keyfimize diyecek yoktur.

Hasılı biz dünyadan fazla bir şey istemiyoruz. Verin bize elimize telefonu. Günlerce, aylarca, haftalarca kimseyi rahatsız etmeyiz. Her işimizi bu aletle hallederiz. Teşbihte hata olmasın, Musa’nın asası gibi bizdeki bu alet. Hani o asa ile Hz Musa, kah ağaçlardan yaprak çırpıyor, kah koyun otlatıyor, kah güvenlik için kullanıyordu. İşte o asa o kadar işine yaradı ki, sihirbazların sihrini bile -Allah’ın izniyle- asası ile halletti.

Hasılı, ne kadar kıskansanız da, çatlayıp patlasanız da bizden asla bu konuşma şampiyonluğunu alamayacaksınız. PISA sizin olsun. Hatta dünya da sizin olsun. Verin bize telefonumuzu. Size iyi çalışmalar, bize ise bol konuşmalar... 23/12/2016

Not: Konuşmada bizi şampiyonluğa taşıyan görünmez kahramanlarımız vardır. Divan üyesi vekilimiz de bunlardan biri. Kendisinin katkısı yadsınamaz. Bir teşekkürü hak etti bizden. Bu yazıyı 23/12/2016 tarihinde kaleme almış, yoğun gündem dolayısıyla yayımlayamamıştım. Her şeyde bir hayır var. Zamanında yayımlansaydı sayın vekilimize katkısından dolayı teşekkür edemeyecektim.

* 01/02/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.