Ana içeriğe atla

Ölüm gelmeden önce ölmeye ne dersiniz?


Gecenin soğuk ve ayazı, dereceler eksi 10-15'leri gösterdiği bir gece yatmak için odama girdim. Hem odam hem de yatağım sımsıcak idi. Uyumak için üzerime yorganımı örttüm. Aklıma ölüm geldi.

Her şeyden kaçarız kaçmasına, nice badireler atlatırız atlatmasına. Ne edersin ki ölümden kaçış yok. Bir gün yakalayacak mutlaka. Zaten şimdiden peşimizi bırakmayacağını gösteriyor. Ağırlığını yavaş yavaş hissettiriyor. Eski güç-kuvvet yerini zayıflığa bırakıyor. Saçlar dökülüyor, saç-sakal ağarıyor, yürürken nefes almakta zorlanıyoruz. Her şeyi yiyemiyoruz. Çünkü dişler gitmiş. Daha önce uzağı görmeyen gözler şimdi yakını da görmez oldu.(İhtiyarlık hastalığı deniyor zaten buna) Yediğimiz dokunuyor, mümkün olduğu kadar kaçınmaya çalışıyoruz. Hastaneye gitmemiz eksik olmuyor: Tahlil, tetkik... poşet dolusu ilaçlar. Ben geliyorum, ona göre hazırlığını yap, benden kaçış yok diyor gün be gün. Her gün yarım ölüm olan uykudan kalkınca şükrediyoruz, bir defa daha kalkabildik diye. İşimizi gücümüzü kimseye, çoluk çocuğa muhtaç olmadan yapabiliyor muyuz? Gemisini kurtaran kaptanız. Ya bir de muhtaç olursak işte o zaman hayat çekilmez olur. Ölmeden önce çoluk çocuğa muhtaç olmaya başladığın zaman “ne zaman ölecek artık” bakışlarını sezersin. Malın yoksa zaten değerin hiç olmaz, malın varsa bir an evvel ölse de şu malı paylaşsak, hayatımıza bir çekidüzen versek diye vereselerin ölmeni beklerler. Ölmeden önce ölmüş gibi olursun. Bu durum ölümden daha zor gelir işte o zaman. Her şeye rağmen hayata tutunmaya çalışıyoruz. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamaya çalışıyoruz, ölüm bir gün kapımızı çalacağını bile bile.

Sıran geldi mi torpil yok, bugün kış-kıyamet, hava soğuk, dışarısı ayaz, herkes işte-güçte... gece-gündüz demiyor. Yapışıyor yakana. Salalar verilir erkenden. Kabristanda uygun bir yer kazdırılır. Musallada namazın kılınır. Günlük hayatta dar diye sığamadığımız koca evler arkamızda kalır. Daracık, karanlık, soğuk bir yere beyaz kefenimizle birlikte koyarlar. Ebedi istirahatgahımıza da en sevdiklerimiz koyar. Kalkamasın, ya da rahatsız eden olmasın diye üzerine belediye tarafından aynı ölçülerde yapılan taş-betonları koyarlar. Ardından en sevdiğinden başlanarak üzerine topraklar atılır. Birkaç kürek toprak atan küreği bırakır, diğeri alır. Her biri üzerine toprak atmada yarışır. Ardından Kur'an'dan bazı bölümler okunur, telkinin verilir, taziyede bulunan oradan uzaklaşır. Herkes işine gücüne yoğunlaşır yeniden.

Seni mezara biran evvel koyup kaçmak için herkes yarışır. Tabii sevenin sayanın, hatırın varsa elbet bütün bunlar. Yoksa hatırın, geride bir iz bırakmamışsan bu durumda belediyeler sağ olsun. Ardından kalan biri mezarlıklar müdürlüğünü arar. Onlar gelir, son görevini yaparlar. Mezarında tek başına kalırsın. Ne yiyecek var, ne de içecek. Karanlık mı karanlık! Buz gibi her yer. Üzerinde ince bir kefen! Üşüdüm desen duyan yok, derdim ve ihtiyacım var desen işiten yok. Aynı tarafa yatmaktan kolum ağrıdı, yoruldum desen zaten divelenemezsin. Divelensen bile başka seçeneğin yok zaten. Aynı şekil yatmaya devam. Ebedi istirahatgahımız böylece başlar.

Burada seni kimse rahatsız etmez, mesai diye bir derdin olmaz. Gece geç yattım, uykumu alamadım olmaz. Seni hesaba çekmek ve ön soruşturma yapmak için Münker-Nekir gelir ara sıra. Kıyamet kopuncaya kadar bulunduğun yer ya Cennet bahçelerinden bir yer, ya da Cehennem çukurlarından bir yer olur. Ya da kıyamet kopuncaya kadar zaman kavramı olmadan tıpkı Ashab-ı Kehf gibi uzun bir uykuya dalarsın. İsrafil’in sûra ikinci üfürüşüyle birlikte kendine gelir, herkes gibi ayağa kalkar, ak koyun-kara koyunun apaçık belli olacağı, hiçbir şeyin gizli kalmayacağı mahşer yerine doğru hesap vermek için yola çıkarsın. Sana orada sorsalar ne kadar uyudun diye? Ya bir gün ya da daha az dersin. Mizan’da amel defterin teraziye konduktan sonra karşına ya Cennet ya da Cehennem çıkar. Ölümün olmayacağı, dünyaya yapılanların karşılığının görüleceği ebedi âlem bu şekilde başlamış olur...

Bütün bunları biliriz bilmesine. Ölüm gelecek, hesaba çekileceğiz deriz. Fakat bu geçici âleme öyle bir kaptırırız ki hiç ölmeyecekmiş gibi dalar dalarız. Başımıza gelecek olanı biliriz bilmesine, yine de ölümü soğuk karşılarız. Dünyaya kendimizi kaptırdığımız bir günün uygun bir saatinde ölmeden önce ölmeyi aklımıza getirmemizde fayda var. Aklımıza getirelim ki kendimize çekidüzen verelim. Güzel amellerle ebedi âleme gitmek için çaba sarf edelim. Rabbim herkese hayırlı ömür ve ölümler nasip etsin. Ebedi hayat için azık biriktirenlerden eylesin.

“Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellikler ver. Bizi Cehennem azabından koru.” 25/12/2016




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde