31 Ağustos 2019 Cumartesi

Doğal Gaz ile Isınmaya Devam *

Zamanında gel şu doğal gazı bağlatmayalım. Bugün hesaplı olduğuna bakma. Bu doğal gazın ne yapacağı belli olmaz. Çünkü dışarıdan geliyor. Üstelik ta Rusya'dan. Babam rahmetli "Ben bu Moskof'tan ben pek korkarım" derdi. Biz yine anam babam usulü odun, kömür, tezek ile ısınma yoluna gidelim, dedim.

Ama efendim, herkes bağlatıyormuş. Herkes bizim bildiğimizi bilmiyor mu? Demek ki var bir bildikleri. Sadece biz kaldık bağlatmayan. Üstelik çok da kolaylıkmış. Düğmeye bastın mı çalışıyormuş, perdeleri islendirmiyor, duvarlar bembeyaz kalıyormuş. Dışarıdan geldiğin zaman kova doldurma ve soba yakma derdin olmuyor. Hele mutfağa pek bir şey gelmiyormuş. Tüpten çok ucuz. Tam yemek pişerken tüp bitti derdi de yokmuş.

Ne kadar bağlatan bağlatsın, kimsenin bir bildiği falan yok. Kolaylık ve rahatlık olduğuna bakma. Her rahatlığın bir bedeli vardır. Benim bu yaştan sonra bedel ödemeye ve bir "Moskof"a para kazandırma niyetim yok. Varsın duvarlar kirlensin, ben silerim. Perdeler islensin; ben çıkarır, makineye atar, yıkar, takarım tekrar. Hiçbiri mesele değil. Mesele soba yakmaksa sobayı kurar, kovayı doldurur, yakarım. Biraz meşakkati olsa da en azından iliklerime kadar ısınırım. Üşüdükçe birkaç odun daha atarım, gürül gürül yanar. Üzerinde hem kestane pişiririz. Mutfağa bir şey gelmiyormuş. Sen yemek pişir de varsın gelsin. Tam pişirirken tüp biterse gerekirse yarı çiğ yeriz.

Böyle dedim, daha başka diller de döktüm. Her fani erkek gibi yorulduğumla kaldım. Sonunda senin dediğin gibi olsun. Madem sen huzur bulacaksın, benim huzurumun ne önemi var dedim. Gidip bir firma ile anlaştım. Bereket taksitle imiş. İşin içinde taksit varsa benim için sudan ucuz sayılır. Yüklü ödemeyi taksitlendirdim. Uzun bir beklemenin ardından evime doğal gaz bağlandı. Sahiden düğmeye basınca çalıştı. Ailecek bir sevinç bir sevinç! Sanki cenneti kazandık. 

Sevindik ama sorun bitmedi. Eskiye ait ne varsa kurtulmalıydık. Hem ev genişlemeli, hem bir fakiri sevindirmeliydik. Belki bir gün lazım olur demedik. Sobasından, borularına, alt sergisine varıncaya kadar sobaya ait ne varsa verdik bir tanıdığımıza.

Yıllar yılı ufak tefek gelen zamlarla birlikte yarı ısındım, ısınmadım. Hayat böyle devam etti. Soba yakmadık ama islenmeyecek dediğimiz perdeler yine süresi içinde yıkanmaya devam etti. Zaman zaman takmak da bana nasip oldu. Yıllık temizlik zamanı yine evlerin duvarlarını sildik. Sonunda anladım ki kaldırıp attığım sobanın dışında her şey eskisi gibiydi.

Birkaç yıldır yaşadığımız enflasyonlu hayatla birlikte her şeye gelen zam gibi zamdan doğal gaz da nasibini aldı. Ödedik naçar. Çünkü bu rahatlık için değerdi. Bereket birkaç yıldır eski kışlardan kış görmedik. Kışlar bizi teğet geçti. Değilse doğal gaza gelen zamlarla ısınmanın bedeli daha da ağır olacaktı. 

1 Eylülden geçerli, doğal gaza gelen ikinci yüklü zam ile birlikte bu doğal gazla ısınmanın suyu çıktı. En iyisi eskiye dönmek dedim. Ciddi ciddi düşünmeye başladım. Ama içinden çıkamadım. Eskiye nasıl dönecektim ki? Evde ne soba vardı ne de borusu. Verdiğim kişiden sobayı istesem, olmaz. Zira verilen geri alınmaz. Paraya kıyıp üzerinde kestane pişireceğim yeni bir soba alayım dedim. Orta yerde ne odun var ne de kömür. Sonra odun ve kömürün yanına mı varılır şimdi? Zira bunlar da dolara endekslidir. Acaba tezek bulabilir miyim? En azından tam ısınamasam da evin soğuğu kırılır. Ama tezeği kim yapar, kim satar, kim elini sürer bu devirde? Kimse böylesi b.ktan işe girmez şimdi.

Ben böyle içinden çıkılmaz bir şekilde düşünmeye devam ederken hafif kestirmeye koyuldum… Yeni taşındığım evde baca nerede diye bir göz attım. Problemin çözümsüzlüğü burada. Şimdi hapı yuttum. Zira havuz probleminden beter bir durum var karşımda. Çünkü evde baca namına bir şey yok. Evi yapan alternatif düşünme diye işi kökten çözmüş derken uyandım. Gözüm baca aradı hemen. Bereket baca varmış evde. Bu iyi haberdi benim için. Şimdilik kullanmasak da aklımın bir köşesinde bulunsun. Ne olur ne olmaz.

Hasılı sonu belli olan doğal gaz ile ısınmaya elim mahkum, devam şimdilik. Sonu nereye varır bilmem. Bildiğim tek şey gelen faturalar ocağıma incir dikecek. Bir de kış çetin geçerse işte o zaman görün siz beni. Umarım kış aylarında yüklü gelecek doğal gaz faturalarını doğal gaz dağıtım şirketleri, vatandaşa ödemede kolaylık olsun diye yılın diğer aylarına taksitlendirme yoluna giderler.

*02/09/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bir Şeye Susamak *


Suyun kıymetini bilmek için susamak gerekiyor. İhtiyaç yok iken su içmek insana eziyetten başka bir şey değildir. Bu durumu diğer ihtiyaçlarımız için de söyleyebiliriz. Fikir ve yaşantı da böyledir. Mesela sosyal hayatta bir insan, içinde bulunduğu ortamda, ortamın kendisine sunduğu albenili hayatı tatmadan diğer hayatın kıymetini bilmez. Ne demek istediğimi birkaç örnek vererek açmak isterim.

Adaletiyle ünlü Hz Ömer'i ele alalım. Cahiliye döneminin başaktörlerinden birisidir. Çoğunluk gibi puta tapar. Mevcut toplumsal yapıya savaş açan Hz Muhammed'i öldürecek kadar da gözü kara biridir. Putperestliğin en önde gidenlerinden iken aynı zamanda yaşadığı hayatı sorgulamaya devam eder. Çünkü hem mantıksız buluyor hem de içindeki boşluğu doldurmuyor. Sonunda hepimizin bildiği gibi düşmanı bildiği dine giriyor ve yeni dinin en önde gelenlerinden oluyor. Halifeliğe kadar yükseliyor ve bu görevi de hakkıyla yerine getiriyor. Bugün bile onu ve dönemini hayırla yad ediyoruz.

Ünlü komutanlarımızdan Halit b. Velit hakeza. Cahiliye dönemini yaşamakta iken cesareti, akıl ve zekasıyla Müslümanlara Uhut Savaşında yenilgiyi tattıran bir komutan iken sorgulayıp Müslüman olduktan sonra da kalitesini konuşturmaya devam etmiş, girdiği hiçbir savaşı kaybetmemiştir.

İngiliz bestekar ve müzisyen iken aynı zamanda Hıristiyan hayatı yaşayan Yusuf İslam, içindeki boşluğu İslam'la dolduruyor.

Yeni kaybettiğimiz Şule Yüksel Şenler 25 yaşına kadar mini etek giyen, başı açık, makyaj yapan, tırnaklarına oje süren biri iken ailesinin karşı koymasına rağmen yaşadığı hayatı terk ederek tesettüre giren birisidir.

Size dört tane örnek verdim. İkisi putperestlikten, biri Hıristiyanlıktan Müslümanlığa geçiyor. Son verdiğim örnek ise Türkiye'de yaşayan birçok kişi gibi Müslüman, ama Müslümanlığın gereğini yerine getirmeyen biri. Bu dört şahsiyet, önceki yaşadıkları hayatta el üstünde tutulan önemli kişiler iken yaşadıkları hayatın hayat olmadığının farkına varan ve iyi bir sorgulama sonucu yaşantılarının zıddı bir hayatta karar kılıyorlar. Karar kıldıktan sonra inzivaya çekilmiyorlar. Bundan sonra tüm birikimlerini yeni hayatları için harcıyorlar. Burada çok güzel hizmetlere imza atıyorlar, insanlara faydalı oluyorlar.

Bu örneklerden nereye gelmek istiyorum? Daha önce deli dolu yaşayan, yaşadıkları hayatın her türlü pisliğini gören, görürken de bu hayatın ucundan, köşesinden veya tam göbeğinden tutan kişiler, içinde bulundukları hayatı tadarken aynı zamanda içlerinde hissettikleri boşluğu sorgulamış ve bu hayatı terk etmişlerdir. Yeni hayatları onlara sorumluluk yüklemiştir ve bu sorumluluklarını da en güzel şekilde yerine getirmişlerdir. Çünkü bir hedef ve ideal için yaşamaktadırlar artık. İçlerinde hissettikleri susuzluğu yeni hayat tarzlarında bulmuşlar ve susuzluklarını gidermişlerdir. Aksiyon adamı veya kadını olmuşlardır.

Örneğini verdiğim bu dört kişiden birinin yerinde olmak isterdim. Çünkü onların daha önceki debdebeli hayatını yaşamadığım için kendimi içinde bulduğum nimetlerin farkında değilim. Farkında olmadığın için faydalı da olamıyorum. Zira kendim de düzgün yaşamıyorum. Aksiyon adamı hiç değilim. Buradan şuraya gelmek istiyorum. Kötülüğü görmeden iyiliğin kıymeti bilinmez. Bu yüzden özellikle eğitimde, insan yetiştirme ve insan kazanmada zamanlama, susama önemlidir. Kıvama gelmeden başa örtülen başörtü kişi için bir şey ifade etmeyebilir. İhtiyaç hissetmeden bir şeyi öğretmek de böyledir. Baskı, nefreti doğurabilir. Baskı gören o anda sesini çıkarmasa da fırsatını bulduğu ilk anda tepkisini, tersini yaparak gösterebilir ya da bastırılmış duygularla yaptığından zevk almadan yaşamaya devam edebilir. Bu durumu araba aksamıyla anlatayım. Manüel bir arabayı yürütmek için debriyajın bir kavrama noktası vardır. Hareket edecek aracın tavıdır o. O tavı yakalayan şoför gaza yüklenince aracı bağırtmaz, hoplatmaz ve stop ettirmez. Eğer şoför o tavı yakalayamadan aracı kaldırmaya kalkarsa yürütmenin dışında o araca her türlü eziyeti yapmış olur. Birini kazanmak veya çocuk yetiştirmek için tav zamanını beklemek gerek. Erkeni de yanlış, gecikilmesi de. Tam tavı... Çünkü demir bile tavında dövülür.

*07/09/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.







29 Ağustos 2019 Perşembe

Bedeli Ödenmeyen Hiçbir Şeyin Kıymeti Bilinmez

Yaşadığım hayat bana şunu göstermiştir ki tecrübe edilip bedeli ödenmeyen hiçbir şeyin kıymeti harbiyesi yoktur. Bundandır ki bir musibet bin nasihattan evladır denir. Yaşayıp burnumuz sürtülecek ki ondan sonra kendimize geleceğiz. Ne de denenmişsek o konuda tövbekar olur, yoğurdu üfleyerek yeriz. Tecrübe edinmeden hiçbir nimetin kıymetini bilmeyiz.

*Uzun süre işsiz kalan biri bulduğu işine dört elle sarılır. Çünkü açlığı, çaresizliği ve değersiz hissedilmeyi bir güzel tatmıştır.
*Önemini ve ne anlam ifade ettiğini kavra-t-madan tesettüre gir-dir- me kişiyi örtmez. Özünü kavramadan aramızda kapalı açık olarak dolaşır. Ne zaman ki bir ihtiyaç olduğunu hisseder, kendisiyle yüzleşir, ince çizgiyi tespit eder. İşte o zaman tesettürün farkına varır ve kendisi için bir kıymet ifade eder.
*Emek sarf edilmeden başkasından gelen ile geçinen, harcadığı paranın kıymetini bilmez. Ne zaman ki kendi emeğini kazanır, parayı daha dikkatli harcar.
*Susamadan su içene su, acıkmadan yemek yiyene yemek bir eziyettir. Ne zaman ki susadı ve açıktı, yediği ve içtiği kişi için bir anlam ifade eder.
*Pratiğe dönüştürülemeyen bilgi sinede beyinde yüktür. Ehliyeti olup araba sürmeyi bilmemeye benzer. 
*Kıvama gelmeden, zamanlamasına dikkat etmeden, ihtiyaç hissetmeden öğren/t/ilen bilgiler kişiye bir karakter kazandırmaz ve dikkatini çekmez. Yaşantısında bir değişiklik meydana getirmez. Ahlakla bezenmeyen dini bilgi de böyledir. 
*Hiç kaybetmeden hep kazananlar kaybetmenin nasıl bir duygu olduğunu bilmez. Ne zaman ki kaybeder, işte o zaman  kişiyi kendine getirir.
*Sağlığı kaybetmeden sıhhatin değeri yoktur, hoyratça kullanılır. Ne zaman ki bir organımız hastalandı, eyvah denir. Sağlığa dört elle sarılır.
*Bir hata ve yanlış ölümle burun buruna getirirse hata ve yanlış yapma lüksünün olmadığını anlar.
*Bir sıkıntıya düşmeden kişi, dost ve arkadaşlarını test edemez. Ne zaman ki düştü, insan sarrafı olmaya başlar.
*Varlık şımartır iken yokluk insanı terbiye eder. Varlık yok olunca kafa dank eder, yokluk var olunca insana şükrü hatırlatır...

Yaşadığımız tecrübeler kaybettiklerimizi bazen geri getirmez, bir ömür boyu pişmanlık olarak bizimle yaşamaya devam eder. Bazen de kendimize getirir, hayatımıza iyi yön verir.

Huzur Sokağı *

Huzur Sokağı romanı ile adı özdeşleşmiş Şule Yüksel Şenler hanımefendi vefat edince sosyal medyada yazılıp çizilenlere ve paylaşımlara bir göz attım. Samimi duygu ve düşüncelerini ifade eden, üzüntülerini paylaşan çok kişi gördüm. Paylaşımcıların ortak noktası sanki okullarda ders kitabı olarak okutulmuş da herkes zorunluluktan onun kitabı "Huzur Sokağı" isimli kitabını okumuş. Sadece benim nesil değil, benden kaç nesil sonrası da bu kitabı okumuş. Çok satan kitaplar arasında yer alan bu kitap, öyle zannediyorum satışından fazla bir okuyucuyla buluşmuş. Kitabı kim okuduysa kitapta kendinden bir şey bulmuş ve etkilemediği kişi kalmamış. Kadını da okumuş, erkeği de.

Kitabı bu derece değerli kılan ne olabilir diye düşünüyorum. Aklıma merhumenin samimiyeti geliyor ilk başta. İkincisi kendisini anlatması geliyor. Zira romanın kahramanlarından Feyza ile kendisini anlatmış rahmetli. Üçüncüsü, halkı Müslüman olan bir ülkede dinin bir emri olan başörtüsünü takanların, devleti yönetenler nezdinde parya olarak görülmesinin işlenmesidir. Zira az bedel ödenmedi bu uğurda. Romanına yansıttığı bu toplumsal vakıanın çözümü için mütedeyyin kesimin öncü ve simge ismi olmuştur. Öyle ki kendi bulduğu örtünme modeli, başını örtenler arasında “şulebaş” olarak anılmıştır.

Yazdığı kitaplarla, verdiği konferanslarla, gazete ve dergi yazılarıyla davasını anlatmış, anlatmakla da kalmamış, yaşantısıyla genç kızlara örnek olmuştur. Kendisine çok sayıda soruşturma açılmış, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay'a yazdığı bir mektuptan dolayı sekiz ay kadar cezaevinde kalmış, çile çekmiş İslam davasının bir neferidir.

Sayın Şenler'i tek başına çıktığı bu kutlu davasında kendisini -nazarımda- değerli kılan, ortaokul iki terk olması. Beşikten mezara ilim dedikleri bu olsa gerek. İnanmış bir defa bu yola baş koyarken. İnancın ve azmin elinden ne kurtulabilir? Okul dışında, hayatın içinde yaşamanın ve yaşam mücadelesi vermenin en büyük okul olduğunu, verdiği ve bıraktığı birbirinden değerli eserleriyle gösterdi bize. Bir kişinin neler yapabileceğini, çoğu kimsenin hayatını değiştirebileceğini, kalitenin tesadüfi olmadığını yaşayarak bizzat gösterdi cümle aleme.

Ömrü biraz daha kifayet etseydi, örtündüğü başörtüsünün hakkını veremeyen kişilere de öyle zannediyorum birkaç söz ederdi. En azından ne umdum, ne buldum derdi. Belki de söyledi, ben vakıf değilim. Belki de içine atarak içinde bir ukde olarak kaldı, öbür dünyaya götürdü. Umarım vefatının ardından samimi duygu ve düşünceleri hayatımıza yön verir.

Kaybından büyük üzüntü duyduğum ve giderken hoş bir seda bırakan Sayın Şule Yüksel Şenler'e Allah'tan rahmet diliyorum. Dilerim "Huzur Sokağı" romanında düşlediği huzura, ukbâ âlemde kavuşur. Mekanı inşallah cennet olur. Allah ondan ve onun yolunu takip edenlerden ebeden razı olsun.

*30/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bir Gün Yetkili Bir Sendika Olursam...*

Olur ya bir gün, oldu olacak, bir de sendikacılığa soyunayım dedim. Maceranın sonu yok biliyorsunuz. Kendi başıma bir sendika kurdum. Çiçeği burnundaki sendikam, umduğumdan öte bir ilgi gördü. Memurlar, "İktidar yanlısı ve iktidar karşıtı normal sendika ve konfederasyonlardan pek bir şey görmedik, bir de deli dolu konuşan anormalini deneyelim" dedi. Demekle de kalmadı, çoğunluk mevcut sendikalarından istifa ederek benim sendikama üye oldular. Kısa zamanda temsil ettiğim iş kolunda en çok üyeye ulaştım. 

Baktım iş kolu sendikam umut vaat ediyor. Diğer iş kollarında da sendikacılığa soyunurum. Beş tane sendikayı bir araya getirerek bir çatı konfederasyon kurarım. Gelecek vadeden konfederasyonumuza "ille bizi de alın" diyecekler. Kısa zamanda on bir iş kolunda da memurları temsil etme gücüne ulaşırım.

Bu durumda toplu sözleşmede kamu işveren heyetinin karşısına kim oturacak? Benimki de laf! Elbette ben oturacağım. Görün o zaman toplu sözleşme nasıl yapılır?

Sanmayın ki hükümetle çatır çatır pazarlık yapacağım, kavga edeceğim. Yok öyle bir niyetim. Zira ben uyumlu bir insanım. Ayrıca muhatap olacağım heyetin hükümeti, hükümetin de devleti temsil ettiğini bilirim, aynı zamanda haddimi de. Devlete karşı gelinmeyeceğini zaten biliyorum.

Ağustos bir dedi. Zam pazarlığı için hükümetle aynı masa etrafında buluştum. Hükümet bana "Ne isten, söyle" diyecek. Ben de canınızın sağlığı diyeceğim. "İste bir şeyler, verelim" diyecekler. Ne haddime benim efendim, vermeseniz de olur diyeceğim. Baktım vermekte ısrarcılar. Ağanın eli tutulur mu efendim, ne takdir ederseniz kabulümdür diyeceğim. Yine ısrar var, teklif yok. O zaman işveren heyetine, efendim! Ben bir oran vermeden size bir soru sorabilir miyim diyeceğim. Onlar da elbette diyecekler. Kaça kadar saymayı biliyorsunuz diyeceğim. Doğaldır ki bozulacaklar ve ne alaka diyecekler. Hiç efendim! Bugüne kadar benden önceki yetkili konfederasyonlarla toplu sözleşme yaparken dörtten yukarı hiç çıkmadınız. Bu, bütçe imkanlarını zorladığınız anlamına mı geliyor yoksa en büyük rakam olarak dört sayısını mı biliyorsunuz ya da siz hiç çift haneli rakam duydunuz mu diyeceğim. Kızıp sinirlenecekler. Bununla kalmayıp köpürecekler.  Sinirle beraber akılları başlarından gidecek, sinirleri tavan yapacak ve bana dörtten yukarı bir rakam bildiklerini göstermek ve caka satmak için dördün çok  üzerinde bir rakam söyleyecekler. "Nasıl söyledik bunu, bütçe disiplini ne olacak" deyip biraz dövünecekler ama geri dönemezler. Çünkü söz ağızdan bir kere çıkar. Böylece ilk görüşmede toplu sözleşme imzalanmış ve memur bugüne kadar Refah-Yol Hükümetinden sonra alamadığı zam oranını almış, muradına ermiş olur. Hükümet biz ne yaptık diye kara kara düşüne dursun. Ben nerde miyim? Tabii ki memurların omuzlarında. Çünkü bu sevinç beni olsa olsa omuzlara çıkarır. En büyük endişem, sevinç narası atacağız derken beni omuzlarından düşürmeleri.

Gördüğünüz gibi bir toplu sözleşmeyi tereyağından kıl çeker gibi ilk gününde hallettim. Şimdi sırada ne var, neyi halledeceksin derseniz bu başarıya göre, önce bir sendika kurmam gerekecek. Sonrası benim için çocuk oyuncağı. Yukarıda gördünüz.

Şunu da ilave edeyim. Bu toplu sözleşme masasında çok esnek olacağım. Taviz vermeyeceğim tek konu, toplu sözleşmenin notere pardon hakem kuruluna gitmesinin önüne geçmektir. Zira hakemden zırnık çıkmaz. Biz yine hükümeti öpüp başımıza koyalım. Hükümet bu sene size para yok dese de boş evraka imza atarım, işi hakeme bırakmam. Bu da benim olmazsa olmaz prensibim, yani kırmızı çizgimdir.

*31/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Hükümet Bana Yeni Bir Görev Tevdi Ederse...***

Olmaz da. Oldu diyelim. Hükümet bana "Bugüne kadar bir şey olmak için olur olmaz her göreve talip oldun. Bahtından mıdır? Hiçbiri olmadı. Bugüne kadar çok kişiyi sevindirdiğimiz gibi geç de olsa ahir ömründe seni de sevindirmek istiyoruz. İstediğin olacak. Çünkü sen nazarımızda idam sehpasına giden bir idam mahkumu gibisin. Dile bizden, mesela bir kurul" dese, acaba hangisini istesem diye hiç tereddüt etmem. Direk Hakem Kurulu derim.

Bugüne kadar talip olduğun her görevi biliyoruz. Hakem Kurulu da nereden çıktı derseniz? Atlamışım bugüne kadar. Aslında benim yerim burasıymış. Hiç aklıma gelmedi nedense.

İyi de niçin Hakem Kurulu dediniz. Güzel bir soru. O zaman söyleyeyim niçin bu kurulu seçmek istediğimi.

Gördüğüm kadarıyla fazla bir iş yükü yok bu kurulun. İki yılda bir yapılan toplu sözleşmede hükümet ile memurlar adına yetkili konfederasyon, maaş zammı görüşmesinde anlaşamazlar ise işte o zaman bize iş  düşecek. Anlaşırlarsa zaten bize ihtiyaçları olmayacak. 

Burada bizi bağlayan, anlaşmazlığın beş iş gününde çözülmesi. Bu bizim iki ayağımızı bir pabuca sokar ama olsun. Vatan-millet için bu kadar sıkıntıya da katlanırız. Beş gün boyunca gecemizi gündüzümüze katarak çalışır, tarafları dinler; ser verir, sır vermeyiz. Çünkü ihsası reyde  bulunmuş oluruz. 

Beşinci günün sonunda nihai kararımızı veririz. Her ne kadar ihsası reyde bulunmasak da Amerika'yı yeniden keşfe gerek yok. İmkanlar bellidir. Hükümet ölçüp biçmiş, düşünüp tartmıştır. Hükümetin teklifini aynen onaylarız.  Zira devlete karşı gelinmez, boynumuz kıldan incedir. Onayladıktan sonra kimse sözümüzün üzerine söz söyleyemez. Memur kesimi bu sonuçtan yani vereceğimiz karardan çok hoşnut olmasa da karar karardır. Önemli olan hükümeti memnun etmektir. Zira biz aklımızı yolda bulmadık. Ayrıca hükümet koskoca ülkeyi yönetiyor, kime ne vereceğini bir güzel hesaplamıştır. Kamu disiplininden ödün vermemesi gerekir. Biz her şeyi göze alıp hükümetin verdiğinin birkaç puan yukarısını da versek bile zaten memuru yine memnun edemezdik. Onlar ister de ister. Varsın isteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara yani bizim iki yüzümüz kara olsun. Mesele devlet bütçesi ise gerisi teferruattır. Değer bu tepkilere göğüs germeye. Zaten memurun bize çok kızacağını da sanmıyorum. Çünkü bugüne kadar onlara hiç umut vermedik. Onlar hükümete ve yetkili sendika ve konfederasyona kıza kıza bize pek sıra gelmez. Ayrıca kızacaklarsa kızsınlar. Ancak kendilerine zarar verirler. Zira kızgın sirke kendi küpüne zarar verir. Sonra kızsalar kaç yazar? Ellerinde bir yaptırımları yok. Birkaç gün kızarlar. Sonra unutur giderler. Ayrıca bize kızmaya hakları yok ki... Kendileri yirmi gün boyunca anlaşamayıp bir orta yol bulamadılarsa biz toru topu bir beş iş gününde ne yapabilirdik? Hasılı bize bırakmayacaklardı bu işi. 

Gördüğünüz gibi görev alacağım bu kurulda iki yılda bir iş düşerse toplamda beş gün çalışacağım. Böyle bir görevi seve seve kabul ederim.

Böyle bir durumda toplu sözleşme için kamu işveren ile masaya oturan yetkili konfederasyonun yerinde olmak istemezdim. Gariplerim, ne İsa'ya yaranacaklar ne de Musa'ya. Hükümetin zam teklifini kabul etselerdi de çoğu onlara kızacak, imza etmeseler de onlara kızacak.

***31/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




28 Ağustos 2019 Çarşamba

Şule Yüksel Şenler ***

1979 yılında orta birinci sınıfta okumakta iken okul dersleri dışında ilk okuduğum kitap Mustafa Yazgan’a ait “Sessiz Çığlık” isimli ince bir kitap idi. Ardından hangi kitabı okuyayım demedim. Çünkü ne maddi durumum ne de bilgi dağarcığım şu kitabı oku diyemezdi. Kimin elinde ne kitap varsa ondan emanet alıp okuyacaktım. Elime, Şule Yüksel Şenler’e ait “Huzur Sokağı” isimli kitap geçti. İlk okuduğum kitaba göre çok kalın bir kitaptı. Görünce gözüm korktu. Okumaya yeni başlamış, okuma zevkini henüz tatmıştım. Ebadı kalın bu kitap beni okumaktan soğutur ama neyse dedim. Zaten başka da seçeneğim yoktu.

Belli bir süre sonra vermek üzere aldığım Huzur Sokağı kitabını okumaya başladım. Okudukça kitap beni kendine çekti. Biter mi diye gözümü korkutan bu kitabı okumaya başlayınca bitmesin demeye başladım. Süresinden önce bitirdiğim kitabın ikinci cildini de bularak onu da bir çırpıda okudum.
Kitap beni çok etkilemişti. Tenha yerlerde okurken az ağlatmadı beni. Hem duygulandırdı, hem heyecanlandırdı, hem de üzdü, zaman zaman da sevindirdi. Kitap ortaokul boyunca okuyacağım yüzlerce kitabın tetikleyicisi oldu. Çünkü içimdeki boşluğu doldurarak bana okuma zevki de aşılamıştı.

Şule Yüksel Şenler vefat etti haberini okuyunca 1979 yılında okuduğun “Huzur Sokağı” isimli kitabı ve içeriği gözümün önüne geldi. İstanbul’un gecekondu mahallesinde annesiyle birlikte yaşayan, aynı zamanda üniversiteyi bitirmiş, yaşantısıyla çevresine örnek bir şahsiyet olan Bilal; evlerinin karşısına dikilen apartmanda yaşayamaya başlayan, arkadaşlarıyla birlikte Bilal’in yaşantısına tepeden bakan Feyza, romanın başkahramanlarından idi. Çok istemelerine ve aynı mahallede yaşamalarına rağmen farklı dünyaların insanları oldukları için evliliklerini birleştiremezler. Her ikisi de başkasıyla evlenir. Bu evliliklerinden Bilal’in Nusret, Feyza’nın da Hilal isimli kızı dünyaya gelir. Daha önce başörtüsüne mesafeli olan Feyza, kendisi kapandığı gibi kızı Hilal’i de -Bilal’in istediği gibi- tesettürlü olarak yetiştirir. Kitapta Hilal’in başörtülü olarak okuma mücadelesi de işlenir. Kitabın ilerleyen bölümlerinde kendilerine nasip olmayan birliktelik çocuklarına nasip olur. Nusret ile Hilal hayatlarını birleştirirler.

Niyetim kitabı anlatmak değildi. Sayın Şule Yüksel Şenler’in vefat haberini duyunca nedense kitabın içeriğine gittim. Sayın Şenler, kendisini anlatmış bu kitabında.

Ortaokul ikinci sınıftan terk olan Sayın Şenler, buraya kadar deyip köşesine çekilmemiş, gezip tozmamış, okuduğu kitaplarla kendisini yetiştirmiş münevver bir kadındır. Gazetelerde yazdığı yazılarla, Türkiye’nin her yerinde verdiği konferanslarla ve yazdığı birbirinden güzel ve değerli kitaplarıyla ömrünü dopdolu geçirmiş saliha bir kadındır. Hayatı incelendiğinde okumanın dört duvar ve sıralardan ibaret olmadığına, insan isterse kendisini okul dışında da yetiştirebileceğine en güzel örnektir. Başörtüsü mücadelesinin öncü isimlerinden olan Şenler, 81 yıllık ömrünü mücadeleye adamış dense yeridir. Gençliğin bilinçlendirilmesinde katkısı büyüktür. Allah kendisinden razı olsun, mekanı cennet olsun.

***29/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

27 Ağustos 2019 Salı

Orman Yangınlarında PKK'nın Eli *


“Yanan orman yangınlarını terör örgütü PKK üstlendi” haberini bir gazeteden okuyunca haberin doğruluğunu teyit için diğer gazetelere de göz attım. Ormanlarımızı yakan 'Ateşin Çocukları İnisiyatifi' adıyla PKK'nın yandaşı bir grup imiş. Yaktığını üstlenmiş de. Üstelik üstlenmekle de kalmamış, bugüne kadar yaktıkları ormanların listesini 'Nûçe Ciwan' sitesi yayınlamış.

Bir devlete düşman olabilirsiniz, halkını sevmeyebilirsiniz, o ülkenin polis ve askeriyle sorununuz olabilir, bir dış gücün silahlı askeri olup vur-kaç taktiğiyle o ülkeyi zayıf düşürmeyi isteyebilirsiniz, emellerinize ulaşmak için her şeyi mubah görebilirsiniz, "Biz haklı mücadelemiz için savaşıyoruz" da diyebilirsiniz. Hiçbir gerekçenizi haklı görmesem de, yanlış olsa da bir yol tutturmuşlar, beyhude bir çaba gösteriyorlar, halkın nefretini kazanıyorlar diyeceğim. Uyguladıkları terörü bir yere koyup bir mantık göremesem de anlamaya çalışacağım. Ama hiç anlayamayacağım ve anlamak istemeyeceğim, bir örgüt ormanları niçin yakar? Ormanlar bize olduğu kadar kendilerine de nefes veriyor. Çünkü ağaç demek, orman demek bir ülkenin akciğerleridir. Akciğeri olmadan bir ülke, bir insan yaşayabilir mi? 

Demek ki PKK ve yandaş örgütlerinin bu ülkeyi ele geçirme ve yurt edinme gibi bir niyetleri yok. Öyle bir niyetleri olsa kendilerine de nefes aldıracak akciğerleri niye yaksınlar? Bir, iki, üç değil; binlerce hektar alanı yakıp kül edecek kadar gözleri dönmüşse, karşımızda yarınını düşünemeyecek kadar gözü dönmüş, ne menem bir örgüt var. Bu tipler ne Allah'tan korkar ne de kuldan utanır. Doğaya zaten saygıları olmaz. Varsa yoksa maşalıklarını yapacaklar. Zaten yaptıkları da o. Bunların insanlıktan zerre nasipleri olsaydı dili olmayan, sesi çıkmayan, bize faydadan başka bir şeyi murat etmeyen ağaçların arkasına sığınarak ormanları ateşe vermezlerdi. Çünkü savaşların bile bir hukuku vardır: Yaşlıya, silah doğrultmayana, kadına, çocuğa, yeşile ve ağaçlara zarar verilmez. 

Tüm bunları gözü dönmüş, bize karşı kahpece, kirli bir savaş yürüten insan görünümlü kişilere söylüyorum. Benimki de laf! Beyhude bir çaba yani… O zaman sözümü "Bu adamlar var ya, bu adamlar; bizim haklı mücadelemiz için Türkiye Cumhuriyeti ile savaşıyorlar" diyerek PKK ve onun uzantılarını destekleyen, içimizde yaşayan ve benim gibi bu ülkenin her türlü imkanından faydalanan kişilere çeviriyorum: 

Sizin destek verdiğiniz bu örgüt, polis ve askerin karşısına çıkamıyor. Hıncını ağaçlardan alıyor. Yani akciğerlerinize ateş ediyor. Bu kalbinize atış demektir. Yani bize kızarak sizi de oksijensiz bırakıyorlar. Bunların derdi sizi korumak falan değil, aklınızı başınıza alın. Bu satılmış örgüte destek vermeyin, hatta sempati bile duymayın. Unutmayın ki ağaçla barışık olmayanlar insanla hiç barışık olmazlar. 

Lanet olsun orman yakanların mücadele anlayışına! Yuh olsun onların insanlıklarına!

*23/09/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




Fıkıh İlmine Dair (2)

"Fıkıh İlmine Dair" başlığını koyduğum yazıda geçmiş içtihat ve fetvaların günümüzde bazı sorunlarımızı çözmekten uzak olduğunu, şartların ve zamanın değişmesiyle birlikte geçmiş ictihatların günümüz bakış açısıyla yeniden değerlendirilmesinde fayda olacağını izah etmeye çalıştım. Bu yazımda da günümüzde Müslümanların önünde problem gibi duran bazı konuları örnek olarak vermek istiyorum.
1.Evlilik ve boşanma...Müslümanlar, örf veya dini görüş diyebileceğimiz evlenme ve boşanma konusunda medeni hukuk ile çelişki yaşamaktadırlar. Kayda alınmayan "imam-hoca veya dini nikah" ve boşanma konusunda insanımız çoğu zaman ikilem içerisinde kalmakta ve sorun yaşamaktadır. Bugün toplumun büyük bir kesiminin resmi nikah dışında evlilik akdi olarak kıydırdığı "dini nikah" konusunda fıkıh ne der. Yine erkeğin "boş ol" demesi hususunda fıkıh, günümüze dair ne söylemek ister? Çünkü birçok insan söylediği bit sözden dolayı çoğu zaman bir çıkış kapısı aramaktadır. Kayda bağlı olmayan evlilik ve boşanma durumu kadının aleyhine bir durum ortaya çıkarmaktadır. Bir ticari alışverişte borçlanılacağı zaman(borç ayeti) neler yapılması gerektiğini Bakara süresinde Allah bir sayfada izah ederken daha önemlisi ve toplumun temel taşı olan ailenin birleşmesinde ve ayrılmadında biz niçin işi kayıt küreğe bağlamayız, uçup giden söz ile hallediyoruz. Bence nikah ve talak işini ciddiye alıp yeni bir açılım ve bakış açısı getirilmelidir.
2.Miras meselesi...Nisa süresinde miras taksimi ayrıntılı bir şekilde verilmiş. Kısaca erkeğe bir, kadına onun yarısı diye özetleyebileceğimiz miras hukuku toplum yapısının değişmesi nedeniyle günümüzde pek çok aile tarafından uygulanmamaktadır. Bunun yerine kadın ve erkeğe paylaşımı eşit gören medeni hukuku tercih etmektedir. Bu çelişkinin önüne geçmek için Nisa süresi 7.ayetten hareketle aile fertlerinin sorumluluğu, aile bütçesine katkısı gibi illetlerle yeni bir bakış açısı getirilebilir mi? Nisa 7.ayet geneli, Nisa 11.ayet, ayetin indiği toplum yapısını kastediyor olabilir mi?
3.Seferilik konusu...İlmihal kitaplarında yazan seferilik şartlarından biri diye bilinen 90 km'lik mesafeyi günümüz vasıtalarına uygun olarak yeni mesafe ve kıstaslara bağlayamaz mıyız?
4.Faiz konusu...Günümüzde bankaların verdiği krediler konusunda bazıları bu kredilerin ve bankaların mevduat hesabına yatırılan paraların Kur'an'da riba ismiyle bahsedilen faiz olmadığını, kastettiğinin tefeci faizi olduğunu dillendirmeye başladı. İnsanımızın büyük bir kısmı konut, araba kredisi adı altında kredi çektiği düşünülürse faiz konusunda eski hassasiyetlerimizin kalmadığı maalesef görülecektir. Bankalara ve faize mesafeli olanlar da paramıza faiz bulaşmasın diye parasını yastık altında tutmaya çalışmakta. Çoğu zaman da hırsızlara kaptırmaktadır. Günümüz bankacılık sistemine dair İslam hukukçularının iktisatçılardan destek alarak son noktayı koymalarında ve tartışmaları bitirmelerinde fayda vardır.

Sayfam el vermediği için verdiğim örnekleri dört örnekle sonlandırıyorum. Başka çözüm bekleyen konularımız da vardır. Burada İslam hukukunu kuşa çevirelim, birçok kural ve prensipten vazgeçelim demiyorum. Günümüzde Müslümanların yaşadığı ikilem ve çelişki durumunu çözelim demek istiyorum.

Fıkıh İlmine Dair (1)

Müslümanların çıkmazlarının başında dini yönden uymaya çalıştıkları fıkıh ve ilmihal bilgisi gelir diye düşünüyorum. Malumunuz fıkıh, kişinin lehinde ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir. Yine fıkıh Müslümanların gündelik hayatını, ibadetini,  evlilik ve boşanma işlerini ve toplum ilişkilerini düzenleyen bir bilim dalıdır. 

Yanlış anlaşılmasın fıkhın kendisine değil serzenişim. Daha doğrusu fıkha yüklediğimiz anlamda sorun var. Her devirde ortaya çıkan sorunlara, dinin görüşünü ortaya koyması gereken fıkhı çoğumuz, dinin kendisi ve değiştirilemez olarak anlıyor. Asırlar öncesinde o günün şartlarına uygun ve sorunlara çözüm üreten görüşleri İslam'ın görüşü budur diyerek hayatına uygulamaya çalışıyor. Halbuki fıkıh dinin kendisi değil, dinin bir görüşüdür. Dini görüş de zamana ve şartlara göre değişir. Sadece ibadetler değişmez. Çünkü ibadetler tevakkufidir. 

İslami görüşün her devirde uygulanabilir olması için müçtehitler geçmiş görüşleri gözden geçirerek ihtiyaca cevap vermeyen görüşleri günümüzde uygulanabilir hale getirmelidir. Yani güncellemelidir. Çünkü İslam her devre hitap eder. Fıkıhtaki birçok görüş bugün ihtiyaçlara cevap vermiyor. Ki bu da doğaldır. Zira eskimeyen İslamdır, görüşleri eskir. Fakat çoğu kimse geçmiş bir görüşün değiştirilmesine karşı çıkıyor. Çünkü alimler olması gerekeni söylemiş, başka görüşe ihtiyaç yoktur görüşündeler. Maalesef bu görüşte olanların sayısı da çoktur ve bu zihniyet İslam'ın her çağda yaşanmasının önündeki en büyük engeldir. Hepimizin bildiği gibi İmamı Şafi, bir bölgeden başka bölgeye gidince önceki görüşlerini değiştirmiştir. Çünkü şartlar değişmiştir.

Geçmiş fıkhî görüşler güncelliğini kaybetti, hepsini süpürüp atalım, yerine sıfırdan başlayarak yeni görüşler monte edelim demek istemiyorum. Geçmiş görüşler bizim müktesebatımızdır. Alimlerimiz o müktesebatı oluşturmak için az çaba sarf etmediler zamanında. Günümüz müçtehitleri, bugün bir konuda yeni bir görüş ortaya koyacağı zaman mutlaka geçmiş alimlerin, görüşü ortaya koyarken kullandığı delil ve illeti, aynı zamanda şartları incelemelerinde fayda var. Yine günümüzde verilecek görüşlerin oluşturulan bir komisyon marifetiyle olmasında yarar görüyorum. Çünkü tek kişinin çıkardığı görüş isabetli olmayabilir ve hata riski daha fazladır. Komisyonda ayat, hadis ve fıkıh bilenlerin yanında görüş hangi alanı ilgilendiriyorsa o alandan uzmanlar da yer almalıdır.

Bazılarımız buna ihtiyaç var mı diyebilir. Bence ihtiyaç var. Çünkü geçmiş müktesebatımızda genelde yoğurdu üfleyerek yeme hassasiyeti gözetilerek birçok meseleye yasakçı bir anlayışla yaklaşılmıştır. Bugün de her meseleyi mübah gören, görmek isteyen bir sosyolojik taban oluşmuş durumda. Alimlerimiz halkın istediği yolu açsın, her şeye cevaz versin, İslam'ı şirin göstersin gibi bir düşüncem yok. Zaman ve şartların değişmesiyle bazı görüşlere yeniden bir bakış açısı getirilmelidir ve sağlam delillerle insanımız ikna edilmelidir. Böyle yapılmazsa dini görüşü bilen fakat uygulamayan insanımızın sayısı giderek çoğalacaktır. Bu da Hz. Ömer'in dediği gibi "İnandığı gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlar" durumunu ortaya çıkaracaktır.

Hasılı fıkıh ilmi önümüzü açan, önümüzü açarken frenleyen, İslam'ın her devre hitap ettiğini gösteren, günümüz problemlerine çözüm üreten ve Müslümanlara sağlıklı bir bakış açısı getiren ve onlara hassasiyetleri hatırlatan bir işleve kavuşturulmalıdır. 

26 Ağustos 2019 Pazartesi

Profesörlerin Liselerde Ders Vermesi *

Milli Eğitim Bakanı Sayın Ziya Selçuk, detaya girmeden "Fen liselerinde Fizik, Kimya, Biyoloji ve Matematik derslerini üniversite hocası profesörler verecek" açıklaması yaptı. Bakanın eğitim adına bugüne kadar yaptığı bazı açıklamalar yüreklere su serperken bu açıklamasına eyvah ki eyvah dedim.

Ne var bunda? Koskoca akademisyenler liselerde derslere girecek diyebilirsiniz. Bana göre bu uygulama ölü doğar, uygulansa da fayda sağlamaz. Ayrıca profesörlerimiz "İyi ya, liselerde ders anlatacağız" deyip koşa koşa gelecekler mi?

Niçin derseniz? İzah etmeye çalışayım: Öğretim görevlilerinin FKB(Fizik-Kimya-Biyoloji) ve Matematik bilgileri değil mesele. Bence bu uygulamada en büyük sorun, seviye meselesidir. Üniversite amfilerinde rüştünü ispatlamış gençlere ders anlatan bir profesör, lisede okuyan öğrencilere ders anlatmada zorlanabilir. Çünkü öğrencilerin seviyelerine inemeyebilir. 

Haydi akademisyenlerimiz çok donanımlı, kısa sürede çocukların seviyesine inme problemini hallederler diyelim. Bu öğretim görevlileri, derslere sürekli girebilecekler mi? Sanmıyorum. Çünkü çoğu zaman akademisyenler il dışına çıkar, kurul ve komisyonlara katılır, konferanslar verir, bir başka üniversitede jüri olarak görevlendirilirler. Böyle durumlarda üniversitedeki derslerine giremezler, yerlerine asistanları girer. Üniversitede dersi doldurma bu şekil oluyorsa bu durum lisede de aynıyla gerçekleşir. Yani görevinden dolayı dersine giremeyen profesörün dersini lisede de asistanı doldurur. Bu durum liselerde Milli Güvenlik dersi varken derse girmekle yükümlü albay veya yarbayın derse giremeyip yerine teğmen veya üsteğmenini göndermesine benzer. 

Diyelim ki her şey planlandı. Bu mesele de çözüldü. Norma göre fen liselerine atanan FKB ve Matematik öğretmenleri ne iş yapacak? Haydi bunu da çözdük. Öğretmenler öğrenci gibi en arkaya oturacaklar, dersine giren akademisyeni dinleyecekler. Bu öğretmenler kendilerinin yetersiz addedildiğini düşünmeyecekler mi? Ayrıca her şeyden geçtim. Akademisyenler lise şartlarına uyum sağlayabilecekler mi? Zor dostum zor…

Detayını bilmediğimiz bu proje ile ilgili ilk etapta aklıma gelenler bunlar. Sembolik olarak birkaç derse girip örnek bir sunum yapacaklar (ders anlatacaklar) veya öğrencilere tecrübelerini aktararak rehberlik yapacaklar denir ise olabilir derim. Ötesi başlı başına sorundur. Yol yakınken hiç başlanmasın. 

Bu konuda son söz olarak şunu söyleyeyim. Akademisyenleri tenzih ederim. Gören de üniversitelerimiz güllük gülistan, hiçbir sorunları yok. Akademisyenler de görevlerini harfiyen yerine getiriyorlar, üniversitelerini dünyada ilk beş yüz üniversitenin içine girdirdiler sanır. Sorun ders anlatanlarda ise üniversitedeki akademisyenler üniversitelerindeki kendi söküklerini, lisedeki öğretmenler de liselerindeki kendi söküklerini diksinler.

*28/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Kayyum İşi de Olmadı

Herkes bana "Kayyumlarla ilgili ne diyorsun" diye soruyor. Kimse Sayın Soylu'yu sormuyor bana. Kırgın ve kızgınım kendisine. Bir de "İstediğimi kayyum olarak atayabilirim, açıklaması yapıyor. Madem öyle...Niçin hep valileri kayyum olarak görevlendiriyor? Bir vali, ilin güvenliğine mi bakacak yoksa şehrin altyapı işlerine mi? Yazık değil mi kayyum valilere! Zira bir koltukta iki karpuz taşıyacaklar.

Merak ediyorum, biz neyiz burada? Elimizde bir karpuz bile yok. Bize ne zaman sıra gelecek? Bu birikimleri biz ne zaman belediyelerde hizmete dönüştüreceğiz?

Hasılı kırgın ve kızgınım Soylu'ya. Üstelik bu sefer beklenti içerisine girmeme bile fırsat vermedi. Sabaha kayyumla uyandık.

Halbuki Soylu'dan bu sefer beklenen şeytanın bacağını kırmasıydı. Sabah sabah acı acı çalan kapı ziline uyansaydım. Uyku semesi kapıyı açtığımda karşımda siyah plakalı, siyah bir araba görseydim... O değilden görevliye ne iş deseydim... Görevli de bana "Efendim, sizi almaya geldik. Zira siz kayyum olarak atandınız, deseydi... Ben de deme ya! Bu da nereden çıktı şimdi deseydim...fena mı olurdu.

Arabanın arka koltuğuna oturarak sür oğlum der, yapacağım ilk icraatı planlamaya koyulurdum. Bu arada "Hak yerini buldu, nihayet beni gördüler. Şimdi icraat zamanı" derdim. İlk icraatımı sorarsanız makam odamdaki çerçeveyi kendi ellerimle indirip yanımda götürdüğüm çerçeveyi takacaktım.

Hasılı kayyum işi de bu şekil başlamadan bitti. Alacağı olsun Soylu'nun. Zira bir kayyumluğu çok gördü bana.

Yaşanmış İki Hikaye

Hastanede röntgen çektirmek için sıramın gelmesini beklerken kim var, kim yok diye sağıma soluma baktım. Yıllardır karşılaşmadığım bir tanıdığıma gözüm ilişti. Karşılıklı başımızla selamlaştık. Ardından yanına vardım.

Geçmiş olsun dileklerimden sonra halini hatırını, ne yapıp ne ettiğini sordum. Yatıyorum bol bol dedi. Ardından site yöneticiliği yapıyorum dedi. Sanırım ihraçsın, durumun ne, komisyona falan başvurdun mu dedim. "Ben ihraç değilim, üç yıldır açıktayım. Milli Eğitim Müdürünün 'Örgütün kasası, örgüte ait üzerinde gayri menkuller var' iddialarına yönelik olarak yargılandım. Çalıştığım okuldan da birkaç şahit bulmuş. On bir defa hakim huzuruna çıktım. Sonunda berat ettim. Savcının itirazı üzerine davam Yargıtay'a taşındı. Şimdi temyiz sonucunu bekliyorum" dedi. Sıram geldi, ayrıldım yanından.

Görüştüğüm kişi FETÖ üyesi mi yoksa iltisaklı mı, temyiz sonucu ne olur, görevine geri döner mi bilmiyorum. Garibime giden somut delillere dayalı olmayan iddialarla üç yıldır yargılanmış. Temyizde berat ederse suç isnat eden kimse elini kolunu sallayarak aramızda dolaşacak mı? Kendisine ve şahitlere "Bu kişinin kesin örgüt üyesi olduğunu bilmeden bu haltı niye işlediniz" diye sorulacak mı? Sonra bir dava üç yıl sürer mi? Üç yıl boyunca bir kişi maaşının üçte ikisini almaya devam eder mi? Bu kişi berat ettiği takdirde tazminatıyla birlikte maaşından geri kalan kesintilerini de alacak. Devlet üç yıldır açıkta beklettiği bu kişinin yerine ya yerine yeni atama yaptı ya da ücret karşılığı bir başkasını çalıştırıyor. Nereden bakarsanız feci bir durum var ortada. Zaman, para ve insan kaybı var, mahkemelere iş yükü çıkarılmış. Bu kişi görevine döndüğü zaman devletle, çevresiyle, kendisini şikayet edenlerle barışık olacak mı? Üzücü ve garip bir durum gerçekten. 
İşin garibi örgütün kasası diye şikayet edilip açığa alınan bu okul müdürü, 2014 yılında çıkarılan kanunla ilçesinde müdür olarak kalan 7-8 okul müdüründen biri idi. Bunun müdür olarak kalmasını sağlayan da hakkında örgütün kasası diye şikayet eden de aynı milli eğitim müdürü idi. Şimdilerde o milli eğitim müdürü araştırmacı olarak kızağa alınanlardan ve yüzüne bakan yok. Kendisi de kimsenin yanına yaklaşamıyor. 
*

Yıllık lise sınıf pikniğimize yıllardır katılmayan bir sınıf arkadaşım da katıldı bu sene. Kendisine, arkadaşların çoğu düğün yaptı. Davetli olmana rağmen hiçbirine teşrif etmedin. Yarın sen çocuklarının düğünlerini kiminle yapacaksın, sana kırgınız dedim. "Ne deseniz, yerden göğe haklısınız. Başıma geleni bir bilseniz, bana hak verirsiniz" dedi. Açıkta olduğunu göreve iade edildiğin zaman haberimiz oldu. Ama nicedir görevdesin. Pekala düğünlere katılabilirdin dedim. "Göreve dönmeme rağmen dava sürecim yeni bitti. Şükür, rahatladım" dedi. Senin başına bu durum nasıl geldi dedim. Bir vaiz FETÖ'cü olduğuma dair bir şikayet dilekçesi vermiş. Yargılandım. Mahkemem dolayısıyla beni şikayet edeni ilk defa görmüş oldum. Çünkü şahit de oradaydı. Hakim 'Bu kişinin FETÖ'cü olduğunu nereden biliyorsun, tanıyor musun? Elinde bilgi, belge ne var' diye sordu. Vaiz 'Elimde bilgi ve belge yok' dedi. Hakim, 'O zaman bu dilekçe neyin nesi' dedi. Vaiz, 'Ben bilmiyorum efendim. Bu kişinin FETÖ'cü olduğunu duydum. Başka da bir bilgi sahibi değilim" deyince hakim 'Sayın hocam, sen camide kürsüye çıkınca cemaati bu şekil duyumlarla mı bilgilendiriyorsun? Hucurat 6.ayette Allah, 'Ey imam edenler! Bir fasık size bir bilgi/haber getirdiği zaman doğruluğunu araştırın yoksa bir topluluğa bilgisizce kötülük yaparsınız da sonra pişmanlık duyarsınız' demiyor mu? Yazık sana' demiş ve arkadaşın beraatine karar vermiş. 

FETÖ ile mücadele kapsamında yaşanmış iki hikaye. Daha başka ne hikayeler vardır, kim bilir. 




25 Ağustos 2019 Pazar

Peçete Beyefendiler

Peçeteleri bilirsiniz. Her bir paketin içinde üst üste düzgünce istiflenmiş, içinde yüz tane olan, kağıttan yapılmış mamuldür. Her evin vazgeçilmezidir. Elimiz, ayağımızdır dense yeridir. Naylon ambalajının içinden çıkarıldıktan sonra oturma odası, mutfak, misafir odası, ve yemek masasında mutlaka bulunur. Her bir yere özel kabının içine bir güzel istiflenir. Adı tuvalette tuvalet kağıdı, lavaboda havlu peçete, diğer yerlerde servis peçete olsa da aynı işleve sahiptir.

Kardeşim! Peçete peçetedir. Hepimiz biliyoruz. Neyini anlatıyorsun diyebilirsiniz. Öyle demeyin! Peçete deyip geçip gitmeyin. Özellikle yeme, içme esnasında geçici temizleme işlevine sahiptir. Hatta yemek yerken bile dökülmesin diye yediğimiz yere peçete sereriz. Hapşırsak bile elimiz peçeteye gider veya elimize peçete uzatırlar. Burnumuz akınca, terleyince imdadımıza peçete yetişir. 

Anlatmak istediğim, gündelik hayatta önemli bir işleve sahiptir peçeteler. Değişik ebat ve desende olanları olsa da hepsi aynı işi görür. Alır; ağzımızı, yüzümüzü siler, ardından çöpe atarız. Tüm işlevi budur. Başka da bir görevi yoktur. Ev, lokanta gibi her görünür yerde bulundurulması da bundandır. Çok amaçlı kullanıldığı için eşiniz her alışveriş listesine peçete de yazar. Sen de çifter çifter alırsın. Hatta al al bitiremezsin. Bir daha bir daha alırsın. 

Her türlü temizlik ve çok amaçlı kullanılan peçeteler çok pahalı değildir. Sudan ucuz dense yeridir. Kullanıp kullanıp atıldığı için çabuk bitiyor. Bir de çöp kutusunu çabuk dolduruyor. 

Sıkıldınız biliyorum. Sıktı bu peçete muhabbeti dediniz. Sabredemediniz tabii. Merak ediyorum dokuz ay nasıl durdunuz?

Derdim peçete değildi. Peçete gibi işleve sahip insanlardan bahsetmekti. Bu tip insanlar var aramızda, kullanılıp kullanılıp atılan. Sayıları çoktur. Sırada peçete olmayı bekleyenler de az değil. Yeter ki bu tiplere hak etmedikleri halde geçici temizlik işi havale edin. Dört elle sarılırlar işlerine. Şu adam hak etti, bu adam hak etmedi demezler. Ellerine tutuşturulan listeye göre insanları yerlerinden ederler. Tüm bunları yaparken de makam koltuğuna bağlı vicdanları da rahattır. İbadet aşkıyla yerine getirirler misyonlarını.

Bunlar yerlerinde tutunabilmek için göze girmeye devam ede dursunlar. Temizlik harekatı bittikten sonra tıpkı kullanılıp atılan kağıt peçeteler gibi bunlar da makamlarından el çektirilirler. Yaramazsın artık deyip bir kenara konuverilirler. 

Makamlar öyledir, oturunca gözün hiçbir şey görmez. Gücüne güç katar. Önüne gelenin kellesini alırsın. indirilince kafanız dank eder. Ama iş işten geçmiştir. 

Şimdi bu tiplere "Vicdanınız rahat mı diye sormak lazım. Ardından "Bir peçete gibi kullanılıp kenara konuluvermek nasıl bir duygu, tavsiye eder misin" demek lazım. Ardından "Değer miydi üç-beş yıllık bir makam için ömrünüzü heba etmeye" demek lazım. Ama değmez. Sorular insan olana sorulur. Zaten bu durumdaki haleti ruhiyeleri kendilerini yavaş yavaş bitirir, kolay kolay el içine çıkamazlar. Bu da onlara yeter de artar bile. 

İyi de bunlarla karşılaşınca ne diye hitap edeceğiz? Zira eskisi gibi beylikleri de kalmadı. Ne desek ne desek... En iyisi "Peçete beyefendi" demek galiba! Ne de güzel yakıştı.

Yok yok olmadı. Kurban olsunlar peçetelere. Peçeteler en azından geçici temizlik işlevi görürler. Bunlar bulundukları yeri temizlerken kirletirler. Çünkü elleri kanlıdır. Ama kullanıldıktan sonra çöpe atılma yönünden benzerler.

Çok mu Zor? Sen Yoluna, Ben Yoluma Demek! ***


İnsan tek başına yaşayamaz. Çünkü sosyal bir varlıktır. Bundan dolayıdır ki toplu halde yaşarız. Bir araya gelir birlikte iş tutar, ticaret yaparız. Evleniriz. Birlikte siyasete girip ülke yönetmeye talip olur, hatta yönetebiliriz de. Arkadaşlar ediniriz, sonra dostluğa dönüştürürüz. Birlikte hayat mücadelesi veririz. 

Bazılarıyla bir ömür boyu birlikte oluruz, bazılarıyla başlamadan bitiririz, bazılarıyla uzun bir birlikteliğin ardından yollarımızı ayırırız. Bazılarıyla iyi, bazılarıyla da kavga ederek veya kırgın ayrılırız. 

Birlikte bir yola çıkmanın doğasında anca beraber kanca beraber olma vardır. İdeal olan da budur. Ama bu idealler, birlikteliğin temelini iyi atmadığımızdan veya başlangıçta olması muhtemel her şeyi konuşup kayda küreğe geçirmediğimizden ya da birlikteliğimizde çıkması muhtemel sorunları nasıl, ne şekilde çözeceğimizi konuşmadan, içimizdeki gizli ajandamızı gizleyerek kervan yolda düzülür prensibiyle yola çıkarız. Bu yolculuğumuzda iyi günler yaşar, acı-tatlı hatıralar da görürüz. Hayat böyle devam ederken arada bazen tatsızlıklar baş gösterebilir. Bu, yol kazasıdır. Sıcağı sıcağına konuşup sorunu çözmek varken ya büyütür, kırar geçiririz ya da içimize atarak bizi içten içe kemirir. Baktık olmayacak...Her geçen gün bu birlikteliğimiz bize zarar verecek. Oturur, düşünür, yeni bir yol haritası belirleyerek yollarımızı ayırırız. Nasıl ki birliktelik hak ise çok istenmese de ayrılık da bir haktır. Orta Asya'da Çinliler ile birbirimizi yiyip bitirirken Kavimler Göçü nedeniyle Anadolu'yu mesken edinmişiz. Çin de yaşıyor bugün, biz de. Üstelik en az sorun yaşadığımız ülkelerdendir Çin.

Tekrar esas konumuza gelirsek...Evlenip bir araya geldik. Az veya çok mutlu günlerimiz oldu. Ticaret yaparken başkasıyla ortaklık yaptık, kazandık da. Sonra baktık olmayacak...ayrıldık. Birlikte siyaset yaptık, başarılı da olduk. Bu başarı bizi zirveye de taşıdı. Değişik kademelerde sorumluluk üstendik. Sonra? Birbirimizin dilini anlamamaya başladık. Yollarımızı ayırdık. Böylesi durumlarda ne yapmak gerekiyor? Olmaz, mümkün değil, nasıl olur, beni bırakamaz deyip meseleyi Filistin-İsrail meselesi haline mi getireceğiz yoksa geçmiş birlikteliğin hatırına ayrı kulvarlarda birbirimize saygı duyarak mı yola devam edeceğiz? Bence ikinci yol en mantıklı ve doğru olan yoldur. Neden derseniz?

Bizim kültürümüzde bir kahvenin kırk yıl hatırı vardır, denir. Evlendik. Aynı yastığa baş koyduk. İyi günlerimiz de olmuştur mutlaka. En azından bir balayı dönemi yaşamışızdır. Defalarca birlikte kahve de içmişizdir. Belki çocuklarımız da oldu. Sonra anlaşamadık, ayrılmaya karar verdik. Niçin medenice ayrılmıyoruz? Niçin işi kavgaya götürüyoruz? Niçin öldürmeye kadar gözümüzü kan bürüyor? Niçin birbirimizi anlamamaya devam ediyor, birbirimize hayatı zindan etmeye devam ediyoruz? Demek ki bizde doku uyuşmazlığı varmış, bundan sonra sen yoluna, ben yoluma demiyoruz? Niçin benden uzak, Allah'a yakın ol diyemiyoruz? Geçmiş birlikteliğin ve iyi günlerin hiç mi hatırı olmaz böylesi durumlarda?

Siyasetimiz böyle değil mi? Birlikteyiz, ayrıldık. Seyret sen manzarayı artık! Sanki biri birlerinin babalarını öldürdüler. Ne bu şiddet ne bu celal! Kızgın sirke küpüne zarar verir beyler... Hiç mi iyi gününüz geçmedi geçmişte? Hiç mi bir arada kahve içmediniz? Öküz öldü diye ortaklığı bozup niçin birbirinizin kuyusunu kazmaya çalışıyorsunuz?

Ticari ortaklığımız sona erince de durumumuz evlilik ve siyasi ortaklığımıza benziyor. Diğer alanlarda da böyleyiz.

Bana göre hangi alanda iş tutarsak tutalım, hangi birlikteliği yaparsak yapalım, bir ve beraber iken nasıl ki birbirimizin aleyhinde konuşmadıysak ayrıldıktan sonra da konuşmayalım. Hoşlanmadığımız bu durumun ardından birbirimize "Rabbim selamet versin; sen yoluna, ben yoluma" diyelim. En azından geçmişin hatırına bunu yapalım. Kimse yol ayrımından sonra birbirinin yoluna çıkıp çomak sokmasın, aleyhinde konuşmasın. Çünkü böyle bir durumun ne ahlakta ne dinde ne de inandırıcılıkta yeri vardır. Hem ne belli ayrılığımızda hayır olmadığı? "Sizin hayır bildiğinizde şer, şer bildiğinizde de hayır olabilir" demiyor mu ayet? Bırakın tabiatı zorlamayın. Kırarsınız. Zorla güzellik olmaz. Eğer illa bir şeyi zorlayacaksanız kendinizi sorgulayın. Çünkü başımıza gelenler kendi yapıp ettiklerimizden dolayıdır.

***07/09/2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

24 Ağustos 2019 Cumartesi

Yüz Niye Kapatılır ki!

Çarşı, pazarda, toplu taşımada, mahalle ve çarşıda sayıları az da olsa yüzünü kapatan kadın ve kızlarımız var. Yüzü ve gözü kapalı bir şekilde yürüyebildiklerine göre sanırım onlar bizi görüyorlar ama onların kim olduğunu biz bilmiyoruz. 

Aşırı açık giyinenlerden nasıl rahatsız oluyorsam yüzüne ve gözüne varıncaya kadar kapatanlardan da rahatsız oluyorum.  Tercih kendilerinin elbet. Kimseye niçin böyle giyiniyorsun deme durumum yok. Burada açık giyinenleri konu edinmeyeceğim. Siyah bir elbise içinde çarşı, pazara çıkanları ele almaya çalışacağım.

Kadınların örf ve adetlerimize, milli değerlerimize ve inancımıza uygun giyinmeleri istediğim ve takdir ettiğim bir şey. Ama göz ve yüz de kapanınca şaşırıp kalıyorum. Kendi tercihleri olan bu şekil giyime saygı duymakla beraber mantığını anlamış değilim. Eğer bu şekil giyimi dinin bir emri olarak görüyorlarsa bildiğim kadarıyla dinin böyle bir emri yok. Örfümüzde de böyle bir giyime yer yoktur. 

Ben bu tür giyimi yani yüz ve gözün ya da gözün dışında her yeri kapatmayı bir aşırılık olarak görüyor ve böyle giyinenlerin kendilerine eziyet ettiklerini düşünüyorum. Haydi diyelim ki vücut onların, istedikleri şekilde örtünürler. Bir an için öyle diyelim. Küçük bir çocuk bunlar niçin böyle giyinmiş dese ne cevap verebilirim, bilmiyorum. 

Ülkemiz terör ülkesi. Bu şekil el, yüz ve göz kapatanların giyim ve kuşamları bir yeri bombalayacak veya canlı bomba olmayı göze alan teröristlere bir yol gösterebilir. Kendilerini kamufle edip bombalama eylemine katılabilirler. Çünkü kıyafetin altında ne saklandığı veya kim olduğu bilinemez. Pekala erkek bir terörist de böylesi bir kıyafetle kendini gizleyebilir. O yüzden makul kıyafetle toplum içine çıkmak en iyisi diye düşünüyorum. Yüz ve göz görünmeli. Herkes kiminle muhatap olduğunu bilmeli.

Sosyal Medya Paylaşım-cı-ları

Sosyal medya paylaşım-cı-ları gerçek hayatta olduğu gibi çeşit çeşittir. Aklımda kaldığı kadarıyla bu paylaşım ve paylaşımcı çeşitlerini ve bu aleme girip çıkanları yazmaya çalışacağım.
1.Durmadan sadece resim paylaşanlar. Tabii her fotoğraf karesinde kendisi de olanlar.
2.Cuma mesajı paylaşanlar 
3.Kendisi bir paylaşımda bulunmayıp başka paylaşımları beğenip yorum yazanlar
4.Kendisine ait bir profili olduğu halde hiç paylaşım yapmayanlar
5.Her türlü paylaşımı, paylaşımın altına yapılan yorumları okuduğu halde girip okumamış gibi iz bırakmayanlar
6.Sadece resim ve fotoğrafı beğenenler
7.Durmadan bir partinin lehine paylaşım yapanlar
8.Tüm paylaşımını bir parti aleyhine yapanlar
9.Makamca kendisinden yukarı seviyedekinin paylaşımını beğenip altındakileri beğenmeyenler
10.Paylaşımının doğru olup olmadığını araştırmadan amacıma hizmet ediyor deyip paylaşanlar 
11.Her paylaşıma yorum yazıp beğenenler 
12.Beğendiği bir paylaşımı rengimi belli eder düşüncesiyle beğenemeyenler
13.Seçim zamanı aday adayı veya aday olduğu zaman kendisine ait bir profil açıp seçim sonrası kapatanlar
14.Kendi cemaat, tarikatına ait paylaşım yapanlar
15.Önemli gün ve hafta ile ilgili paylaşım yapanlar
16.Dini paylaşım yapanlar
17.Komik video paylaşımı yapanlar
18.Yediğini, içtiğini, gezdiğini paylaşanlar
19.İşi ve mesleğiyle ilgili paylaşım ve bilgilendirme, aynı zamanda reklamını yapanlar
20 Anılarını tazeleyenler
21 Ana, baba ve sevip saydığı kişilerin ölüm yıldönümlerini kaçırmayalar, acısını ilk gün gibi duyanlar ve yıllar sonra da olsa taziye yorumu alanlar
22.Türki Cumhuriyetleriyle ilgili paylaşımlar
23.İslam dünyasıyla ilgili paylaşımlar
24.Türki Cumhuriyetleri paylaşımları ile İslam dünyasındaki işkencelerin karşılaştırılması
25.Milliyetçilik paylaşımları
26.Doğum günü mesajları. Kutlayıp kutlamayana teşekkürler
27.Yeni göreve başlama, atanma mesajları
28.Bir müddet sosyal medya fenemoni olduktan sonra sosyal medyaya veda edenler ve bir müddet sonra yeniden merhaba diyenler
29.Mutlu, üzüntülü, kızgın anını paylaşanlar
30.Doğum-vefat paylaşımları
31.Sendika paylaşımları
32.Hastanede kafa göz sarılı iken yapılan paylaşımlar(Bu halde kime fotoğraf çektiriyorlar bilmiyorum)
33.Dua isteyenler
34.Ziyaret ve görüşme paylaşımları
35.Doğanın güzelliklerini paylaşanlar
36.Yazı paylaşanlar
37.Kes-kopyala yapıştır yapanlar
38.Dünyayı düzeltmeye çalışanlar, tebliğ görevi yapanlar...


23 Ağustos 2019 Cuma

Uzaklaştırma Kararı ***

"Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair 6284 Sayılı Kanun" 8 Mart 2012 tarihinde TBMM tarafından kabul edildi. Kanunun amacı -adından da anlaşılabileceği gibi- ailenin özellikle kadına şiddeti önlemektir. Kanunun çıkarıldığı gün de önemli. Çünkü 8 Mart Dünya kadınlar Günü olarak kutlanmaktadır.

Bu kanunun en dikkat çeken, zaman zaman tartışmalara neden olan yönü kadının beyanı meselesidir. Kadın veya şiddete maruz kalan; savcılığa, aile mahkemesine, polis veya jandarmaya başvurarak şikayette bulunması halinde mahkeme, şiddete başvuran kişi hakkında altı aya kadar uzaklaştırma cezası verebiliyor. Görüldüğü gibi kadın ve aileyi korumak amacıyla iyi niyetle çıkarılmış bir kanun var önümüzde.

Peki, bu kanuna rağmen kadına şiddeti daha ötesi kadın cinayetlerini önleyebildik mi? Kanunun çıktığı günden bugüne şiddete maruz kalan veya cinayete kurban giden kadın sayısı ile kanun çıkmadan önceki şiddet ve cinayetin bir istatistiği var mı elimizde? En azından benim elimde böyle bir istatistik yok. Ama kadına şiddet veya cinayete kurban giden kadın cinayetlerini her gün haberlerde seyrettiğimi söyleyebilirim.

Neden derseniz? Kanun yapıcılar kanunu çıkarırken bu toplumun yapısını göz önünde bulundurmamıştır. Niçin derseniz? Bir an için düşünelim. Kadın, kocasını şikayet etmek için ilgili mercilere başvuruyor. Mahkeme de kocaya “İki ay boyunca eşine, çocuğuna, evine yaklaşmayacaksın” desin. Bu tebliği alan koca “Öyle mi? Tüh ya! Madem öyle, ben de iki ay boyunca evime yaklaşmam, ne yapalım? Başa gelen çekilir” deyip evinden uzak mı kalacak? Adam ölümü göze alır, o eve yine yaklaşmaya çalışır ve eline geçirdiği zaman eşine, elinden gelen her türlü kötülüğü yapar. Haydi bir an için koca dişini sıktı, iki ay boyunca evine yaklaşmadı diyelim. İki ay sonra evine girişi serbest olan koca, o eve hayır eder mi? Hayır etmediğini hepimiz biliyoruz. Çünkü çoğu uzaklaştırma cezası verilen aile mahkeme kararları şiddet veya cinayeti tetiklediği görülmektedir.

6284 Sayılı Kanun, tamamen söz dinleyen normal insanlar için çıkarılmış bir kanundur. Karşımızda eşine şiddet uygulayan anormal bir durum ve anormal bir kişi var. Biz bu anormal kişiden normal davranmasını bekliyoruz. Ayrıca uzaklaştırma kararından sonra kadını kim koruyor? Böylesi durumlarda devletin 24 saat evi bekleyecek durumu yok. O zaman uzaklaştırma cezası alan kişi elini, kolunu sallayarak evine girebiliyor.

Kanun hazırlayıcıları ve uygulayıcıları daha iyi bilir ama bu haliyle bu kanun şiddeti önlememekte, hatta şiddeti körüklemektedir. Bence bunun nedeni ev içinde cereyan eden bir olayın şikayet konusu edilerek dışarıya çıkarılmasıdır.

Bana “O zaman kadın dayak yemeye devam mı etsin, şikayet edilmesin mi” diyebilirsiniz. Böylesi durumlarda şayet eşler medeni bir şekilde aralarındaki sorunu çözemiyorlarsa devreye aile büyükleri girmelidir. Aile büyüklerinin yapacağı arabuluculuk, kadını korumaya yönelik 6284 sayılı kanundan daha etkili olur kanaatini taşımaktayım.

***27/08/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Kadına Şiddet Sorunu *

Gün geçmiyor ki ülke; kadına şiddet, kadına taciz, eşi tarafından öldürülen kadın olayıyla sarsılmasın. Her vukuatta Aile Sosyal Politikalar Bakanlığı olaya el koyar, vatandaş sosyal medyadan tepkisini dile getirir, siyasiler sert açıklamalarda bulunur. Birkaç gün tepkiler sıcaklığını korur, olay tam soğumaya yüz yuttuğu zaman bir başka kadın cinayeti patlak verir.

Durum aynen böyle değil mi? Tam bir kısır döngü yaşıyoruz. Ne tedbir alırsak alalım, ne tepki gösterirsek gösterelim kadınların maruz kaldığı bildik sahneler artarak tekrarlanıyor. Çünkü kumaşımız bu.

Bir diğer konu, sürüp gitmekte olan bu sorunun adını "Kadına şiddet" diyerek yanlış koyuyoruz. Sorun kadına şiddet sorunu değil, güçlü olanın güçsüze güç gösterisinden ibarettir. Bu ülkede kimin gücü kime yetiyorsa o; şiddetin, cinayetin, tecavüzün nesnesidir. Koca karısını, ana çocuğunu, trafik magandası suyunu bulandıranı, öğretmen öğrencisini, öğrenci öğretmen ve idarecisini, veli çocuğunun  öğretmenini, komşu komşusunu, çoğumuzun kedi ve köpeğe muamelesini gözünüzün önüne bir getirin. Bana hak vereceksiniz. Biz buyuz. Sayıları ne kadar bilmem ama bu ülkede karısından dayak yiyen erkekler de var. Sadece erkekliğe halel getirmeyeyim diye içine atıyor, şikayet konusu etmiyor, o kadar...

Hasılı şiddet toplumuyuz. Öyle bir toplumuz ki şiddeti çözmeye giderken bile şiddet uygularız. Çoğumuz küçüklükte şiddetle yoğrulduk. Büyüyüp güç-kuvvete ulaşınca bilinçaltına yerleşen şiddet nefretini başkasının sırtında uyguluyoruz. Niyetim bu durumu savunmak ve masum göstermek değil. Şiddet ve dayak en masum halimiz. Daha içimizde gün görmedik, daha uygulamaya koymadığımız ne fikirlerimiz var: Öldürmek, kurşun yağmuruna tutmak, boğazını kesmek, çoluk-çocuk demeden hepsini öldürmek gibi cinnet hallerimiz de var. Şimdilik lokal olsa da bunlar da artacak.

Neden böyleyiz derseniz? Biz medenice konuşamayız, konuşmayı acizlik görürüz. Kazara konuşmaya başlasak bile birkaç cümlede sesimiz yükselir. Bu demektir ki kafamın tasını arttırma, beş kardeş geliyor demektir. Hoş konuşmayı denesek bile beceremeyiz. Çünkü kendimizi anlatacak ve karşı tarafı anlayacak kelime hazinesine sahip değiliz. Bildiğimiz kelimeler; vur, kır, öldür gibi az sayıdaki sözcükten ibarettir.

Kadına şiddeti önlemenin bir yolu, evlenirken gösterdiğimiz alakayı ayrılırken nefrete dönüştürmemektir. Evlenmeyi doğal gördüğümüz kadar geçim olmadığı takdirde boşanmayı da doğal görmektir. Ne evlenmek mutluluğun/dünyanın başıdır ne de boşanmak mutsuzluğun/dünyanın sonudur. Olmuyorsa medenice ayrılmaktır. Herkes yoluna gitmelidir. Bu meseleyi hayat-memat meselesi olarak görmemek lazım. Yollar ayrıldıktan sonra birlikte yaşanılan günlerin hatırına, birbirinin aleyhinde konuşmamaktır. Kendilerini yanlış tercih olarak görüp doğru tercihlere yönelmektir.

Aslında eşler arasında şiddeti kökten çözmenin yolu, evlenirken tarafların birbirine açık oynamalarıdır. Adaylar birbirleriyle sadece kaporta, soy-sop ve meslek yönüyle değil, iç dünyasıyla da evlenmelidir. Birbirlerini beğendikten sonra kimin ajandasında hangi yönü varsa ortaya dökülmeli. Olaylar karşısında nasıl tavır takınacakları dahi konuşulmalı. Bu şekil birbirlerini beğenirlerse yollarını birleştirmeliler. Evlendikten sonra ortaya çıkacak yeni huylar ile eşler şok yaşamamalılar. İnanın böyle davranmak yani evlenmeden önce açık oynamak sonradan ortaya çıkacak birçok sorunu çözer. Ama biz kötü yönlerimizi gizlemeyi çok severiz.

*26/08/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Faiz Denince Ürperiyor, Kredi Denince İştahım Kabarıyor *

Biri veya herhangi bir banka "Gel sana faizle borç vereyim" dese adamı veya bankayı düşman beller, ağzıma geleni söyler. Allah faize haram derken, benim bu konudaki hassasiyetim belli iken sen nasıl olur da bana faizden bahsedersin, derim. Ama aynı kişi veya banka bana "Krediler düştü, çok uygun. Gel sana kredi vereyim, kefilsiz-senetsiz ve beklemeden şu kadar çekebilirsin, on yıl boyunca zorlanmadan aylık bu kadar ödersin" dese tepki göstermediğim gibi demek ki bankada kredim varmış der, biraz ürksem de bir sevinirim, sormayın gitsin. Ardından "Bu kadar çeksem, buna bir ev alsam, aylık ödediğim kiradan kurtulur ve kira öder gibi bir zaman sonra ev sahibi olurum. Bu devirde kim, kime bu şekil borç verir, baba oğluna bile vermez" diye düşünürüm.

Aslında faiz, nema, riba, kredi dediğimiz şeylerin adları farklı farklı olsa da hepsi aynı işlemdir. Yani faizdir. Düpedüz faiz olan bu işi sürekli borçlanarak devlet yapıyor, yani benim adıma devlet borçlanıyor, işletmelerin çoğu yapıyor. Vatandaşın epey bir kısmı araç, konut, tüketici kredisi adı altında fırsatını buldu mu çekiyor. 

Piyasayı hareketlendirmek ve inşaat sektörünü canlandırmak amacıyla kamu bankaları faiz oranlarını cazip bir orana çekti. Bazı özel bankalar da bu kervana katıldı. Konut alacaklar açıklanan bu faiz oranlarını uygun görmüş olmalı ki kredi çekmek için bankaların kapısını aşındırmaya başladılar.

Faizle ilgili durum bu ve vatandaş bununla ilgili hesap-kitap yapar iken 23 Ağustos Cuma gününün hutbesi faiz üzerineydi. Hiç kredi isminden bahsetmedi ama faizin cahiliye âdeti olan bir haram olduğuna, peygamberimizin ayakları altına aldığına işaret etti. Hutbelerde niçin faizden bahsedilmiyor, hep hükümetin emrinde diye Diyanet'e eleştiri getirenlere duyurulur. Diyanet, konut kredilerinin teşvik edildiği bir aşamada hutbede faiz konusunu ele alarak duruşunu gösterdi. Bu açıdan Diyanet'i tebrik etmek lazım.

Şimdi gelelim bana, sana, ona, bize... Biz de faizle, krediyle işimiz olmaz, Allah bugüne kadar düşürmedi, inşallah bundan sonra da düşürmez diye sevine duralım. Sevinelim ama elimizin değmediği ve çekmekten kaçındığımız faiz veya kredinin faturası bize çıkıyor. Yani dolaylı yoldan biz ödüyoruz. Devlet likidite ihtiyacını karşılamak için faizle borç alıyor, tüm milletin sırtına yüklüyor, vadesi geldiği zaman "Sana hizmet yapacağım" diye aldığı verginin bir kısmını faiz ödemesine yatırıyor. Esnaf veya işletme, üretim yapmak için kredi çekiyor. Mamulü piyasaya sürerken ödeyeceği vergi ve faizin maliyetini de gidere dahil ediyor. Bu durumda faizi kim ödüyor? İşletme kazandığı kardan mı ödüyor yoksa bizden mi? Herhalde üretilen malı alanların sırtına yüklese gerek. Müteahhit kredi çekip ev yapıyorsa herhalde maliyetlere kredi ödemesini de ekliyor olmalı.

Hasılı vatandaşın bir kısmı faiz illetine bulaşmasa bile ödemesinde faize dolaylı olarak müdahil oluyor. Çünkü dayatılan ekonomi çarkı böyle dönüyor. "Hiç faiz yemiyorum diyenler tozundan nasiplenecek" denilen bu olsa gerek. Biz dünyaya faizsiz bir ekonomi modeli sunamadığımız müddetçe kökü ta Cahiliye Dönemine uzanan bu çark, maalesef bu şekilde "hayatın bir gerçeği" olarak piyasaları etkilemeye devam edecek.

*06/09/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

22 Ağustos 2019 Perşembe

Kişilere Adanmış Ömürler ***

Hepimizin bildiği bir söz ile başlayacağım yazıma: "Büyük kafalar fikirleri, orta kafalar olayları, küçük kafalar kişileri tartışır." Bu sözün doğruluğunu herhalde kabul etmeyeniniz yoktur. Bu söze inanırız ama çoğu zaman uygulamaya koymayız. Çünkü hayatın içinde cereyan eden olaylara kendimizi o kadar kaptırırız ki nereye girdiğimizi, ne yaptığımızı kendimiz bile bilemeyiz. 

Sebebi nedir bilmiyorum ama çoğumuz büyük kafa olmayı değil, kişileri tartışır dururuz. Bu durum tevazuumuzdan mıdır yoksa büyük adam, büyük kafa olacak kapasitemiz olmadığından mıdır? Kendimiz olacağımız yerde sürü psikolojisi ile hareket ediyor, algılarla yaşıyoruz. Kendi aklımıza güvenmeyerek başkalarının dolduruşuyla kendimizi bir yere veya kişiye ait hissetmeye çalışıyoruz. Kendimizin kişi veya kişileri savunan ya da kişi veya kişilere saldıran bireyler olarak görüntü vermesinden de rahatsız olmuyoruz.

Kişileri savunma veya kötülemeye adadığımız ömrümüzü, uğruna inandığımız prensiplere harcasak fena mı olur? Şayet savunduğumuz fikir, düşünce ve ideallerin uzun ömürlü olmasını istiyorsak; kişilere gösterdiğimiz sevgi ve nefretin onda birini, inandığımız prensiplerimize göstersek, prensipler çerçevesinde hareket etsek, başarı/başarısızlığı kişilere bağlamasak, bu alanda bir kültür oluştursak hiç de fena olmaz. Çünkü bu yol, bir ideal uğruna bizi yaşatır, inandığımız değerleri yarınlara taşır. Kişilere sevgi ve nefret duyarak gösterdiğimiz bağlılık kişi ile sınırlıdır. Kişi öldü mü orta yerde kalakalırız veya sevdiğimiz kişi hata veya yanlışlar yapmaya başlarsa kendimizi kandırılmış hisseder, hayal kırıklığına uğrarız. 

Şunu unutmayalım ki hiçbir dava, ideoloji, fikir kişiler üzerine yürümez. Kişiler üstüdür bunlar. Bugün sevgi gösterdiğimiz kişiler, davayı menzile götürmeye çalışan birer aktördür. O olmasa, bir başkası bayrağı devralır, bayrağı tepeye dikmeye çalışır. Bu davanın en altında yer alanla en üstünde yer alan arasında bir fark yoktur. Herkes o dava için çalışır. Bu şekil davranılırsa herkes davanın hizmetkârı olur. Ama kişileri davanın önüne çıkarırsak yaptığımız, dava mücadelesinden ziyade kişi mücadelesi haline döner. Unutmayalım ki kişiler gelip geçicidir, kimse vazgeçilmez değildir. 

Prensipleri değil de kişileri prensiplerin önüne geçirmek ve sensiz olmaz demek o kişiye de yapılan en büyük kötülüktür. Çünkü normalinden fazla gösterilen sevgi, kişileri güç zehirlenmesine götürebilir. Çünkü var bende bir şey demeye başlar.

Gelin bir seçim yapalım. Kişileri tartışarak küçük adamlar olarak mı kalmaya devam edeceğiz yoksa olayları tartışarak orta adam mı olacağız ya da prensipleri tartışarak büyük adam mı olacağız? Karar bizim...

***18/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

Taifliler ve Kürtler

Adına ister Güneydoğu ister Kürt sorunu diyelim, ülkemizin Güneydoğusu bizi yıllardır uğraştırıyor. İhmal ettiğimiz, yönetmek için birilerine ihale ettiğimiz Güneydoğuyu PKK, parsellemiş durumda. Tabiat boşluk kabul etmez. Nereyi boşaltır, ihmal edersen orasını birileri doldurur.

Önceleri vur-kaç taktiğiyle dağda yuvalanan terör örgütü bitti bitiyor derken daha da büyüdüğü görülüyor. Dağ kadrosu var, şehir kadrosu var, arkalarında maddi ve manevi destek sağlayan emperyalist devletler var. 

Dağdan inip ovada siyaset yapmaya başladıkları ilk zamanlarda az sayıdaki sempatizanlarının yanında kırsaldaki halkı da sindirerek bir taban oluşturmaya çalıştılar. Bunda da başarılı oldukları görülüyor. Bugün korkuya dayalı olmadan bölgedeki halkın çoğunun oyunu almayı da başardılar. Güneydoğuda bir taban oluşturduktan sonra Batıya göç edip yerleşmiş, iş-güç sahibi olmuş Kürtlerin de oylarını alabiliyorlar artık. Önceleri sadece Güneydoğuya hapsolmuş lokal bir bölge partisi, yeni sistemle birlikte kilit parti durumuna geldi. Artık Kürtleri hesaba katmayan ve yanlarına çekemeyen hiçbir siyasi partinin tek başına çoğunluğu sağlayamayacağı ortaya çıktı. İşin ilginci PKK ve onun siyasi uzantısı HDP yetkilileri Kürtlere yabancı Marksist, Leninist bir düşünce yapısına sahip olmasına rağmen dindar Kürtlerin bir kısmından da oy alabiliyor. Sanırım hepsi olmasa da Kürtlerin bir kısmı PKK veya HDP'yi haklarını savunan bir parti olarak görüyor.

Güneydoğu'da başlayan terör eylemleriyle birlikte devlet de üzerine düşen görevi yerine getirmeye çalıştı. Hizmeti önceledi, zaman zaman Kürtleri kucakladı. Teröristle Kürtler arasına mesafe koymaya çalıştı. Terörle mücadele ederken polisiye tedbirlere başvurdu. Her ne yaptıysa Güneydoğu'ya hakim olan yapının belini kıramadı, hatta yapı daha da büyüdü. Bu durum hep böyle mi devam edecek? Güneydoğu'nun yavaş yavaş elimizin altından kayıp gitmesine seyirci mi kalacağız? Dini hassasiyetleri yüksek olan Kürtlerin çoğunu, bu yapının elinden kurtarmanın mutlaka bir yolu olmalı. Ama ne?

Aklıma Taifliler geldi. Baştan beri Taif, peygamberimize kök söktürdü. Az uğraşmadı peygamberimiz Taif'le ya da Taif az uğraştırmadı peygamberimizi. En zor ve son İslam beldesi olan yerdir. Taifliler ne Müslüman olmuşlar ne de şehri teslim etmişlerdir. Zaman zaman peygambere karşı düşmanların safında yer almışlardır. Peygamber kendisine onca kötülük yapan bu şehri elde etmek ve onların da İslam'la şereflenmelerini sağlamak için soğukkanlılığı hiç elden bırakmamıştır, sağduyulu davranmıştır, zamana yayarak Taiflileri kazanmayı yeğlemiştir. Taifliler Müslüman olmak için heyet gönderdiklerinde şartlı Müslüman olma seçeneğini peygambere sunmuşlardır: 
1.Namaz ve zekattan muaf olursak,
2.Lat'a dokunulmaz ise,
3.Taif kutsal bölge ilan edilir ise,
4.İçki ve faize izin verilir ise gibi birçok şartlar ileri sürmüşler, kendileri için taviz istemişlerdir. 
Peygamberimiz şartların hepsini kabul etmemiş, onları ikna etmiş ama İslam'ın bir emri olmasına rağmen onları zekat ve sadakadan muaf tutmuştur. Taif'i de kutsal bölge ilan etmiştir. Farkındaysanız peygamber burada ödün vermiştir. Belki de peygamberin verdiği bu tavizler sonucunda Taifliler Müslümanlığı seçti, Taif İslam beldesi oldu. Zekattan muaf olmaları Hz Ömer zamanına kadar devam etti. Hz Ömer bu imtiyazı kaldırmıştır.

Burada Taif ile Güneydoğuyu veya Taifliler ile Kürtleri karşılaştırırken niyetim Kürtleri Müslüman yapmak değil. Kürtler zaten bizim yüzyıllardır beraber yaşadığımız, aynı inancı paylaştığımız din kardeşlerimizdir. Hatta çoğunun dini hassasiyeti ileri seviyededir. Bu ikisini karşılaştırmadaki niyetim her iki bölgenin ve bölge insanlarının yönetiminin zor olması. (Olaya inanç açısından bakmıyorum)  Bizim Güneydoğumuzun yönetimi de tıpkı Taif gibi zordur. Dış güçler bu bölgeden ellerini çekmedikleri müddetçe de bu zorluk artarak devam edecektir. 

Sadede gelirsem, bugün PKK ve HDP'yi muhatap almadan devlet, yetkili organlarıyla her bir Kürt'ün talepleri nedir? Bunları tespit etse, ardından Kürtlerin sevilen ve sayılan kişileriyle komisyon vasıtasıyla bir araya gelinse, masada tüm talepler tek tek gözden geçirilse, bölünmenin dışında makul istek ve taleplerin bir listesi tutulsa, bu liste çerçevesinde bir vatandaşlık sözleşmesi ortaya çıkarılsa nasıl olur? Yani tıpkı Taiflilere verilen bir kısım imtiyazlar Kürtlere de verilse diyorum. Biliyorum içimizden bazıları taviz, tavizi doğurur deyip bana kızacaktır. İnanın denemekle bir zarar görmeyiz. Kürtlerin tüm istekleri devlet nezdinde kabul görmese bile muhatap alıp samimiyet göstermek bile bizi bize yaklaştıracaktır.