31 Ocak 2019 Perşembe

Bir Toplum Kendini Değiştirmezse *


Kur'an'ı Kerim'de Rad Süresi 11.ayette Allah "Bir toplum kendini değiştirmediği müddetçe Allah hiçbir topluluğu değiştirmez" buyurmaktadır. Başka ne diyor Allah? Bir de Enfal 53.ayete bakalım: "Çünkü bir topluluk kendisini değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirecek değildir." Şimdi bu ayetler ne demek istiyor?

Bu ayetler Allah'ın değişmez dediği sünnetullah adını verdiği toplumsal yasalarıdır. Ne demek bu yasa? “Bizim âlimlerimizin sık sık tekrar ettikleri sünnetullah (Allah’ın yasası) -konumuz bağlamında- şudur: İyi eğitilmiş, uzmanlığa saygısı olan; dürüst, düzenli ve disiplinli çalışan; yöneticisiyle halkıyla israf etmemeyi, ürettiğinden fazla tüketmemeyi, sade yaşamayı kültür haline getirmiş, hukuk ve ahlak kurallarında istisna oluşturmamayı ahlak yasası olarak içleştirmiş toplumlar başarılı olurlar. Böyle toplumlar, savaş gibi büyük felaketler dışında, mesela şu günlerde bizim yaşadığımız ekonomik sıkıntıları, dolayısıyla buradan kaynaklanan, toplumsal ve siyasal sorunları yaşamazlar. Çünkü o toplumlarda ahlak ve hukuk bakımından bir iş yanlışsa her zaman ve herkes için yanlıştır. Bu sebeple öyle toplumlarda çoğunlukla sürprizler azdır; devletiyle halkıyla herkes işini objektif kurallara ve ilkelere göre yaptığı için geleceği öngörmek kolaydır ve projeler, planlar genellikle tutar. Bu da o topluma ve o ülkeye içeride ve dışarıda güven oluşturur.

Umumiyetle ilkeli ve kurallı toplumlar daha az sorun yaşarlar. Çünkü bu toplumlarda kurallar toplum yararı gözetilerek belirlenir ve işletilir; ilkelere ve kurallara göre yaşama alışkanlığı okullarda verilir. Bu sayede kurallar ne kişiler ne kesimler ne de devlet adına, özellikle de din adı kullanılarak ihlal edilmez, istisnalar yapılmaz.” (Mustafa Çağrıcı)

Şimdi bu değişmez yasalar çerçevesinde İslam dünyasının durumuna bir bakalım. Hangi İslam dünyasına bakarsak bakalım, bu dünyanın durumunun içler acısı içerisinde olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz. Bu durum, Allah'ın İslam dünyasına verdiği bir kaderi değildir. İslam dünyası bu durumu kendisi kader haline getirmiş ve mevcut durumunu değiştirmemek üzere direniyor. Yani muhafazakarlık yapıyor. Kimse bu durumdan memnun değil, fakat mevcudu korumayı marifet sayıyor. Değişip gelişelim diyen az sayıdaki insanlar da tu kaka yapılıp dışlanıyor. Sonuç; ekonomide, siyasette, teknolojide, ticarette dökülüyoruz.

Başta yazdığım sünnetullah yasalarına tekrar dönersek nimetlere kavuşmak istiyorsak her alanda topyekûn mücadele etmemiz gerekiyor. Bu mücadelede işin kolayına kaçma yerine taşın altına elimizi uzatmalıyız. Hele İslam dünyası öncelikle kurtarıcılardan kurtulması lazım. Çünkü bizde biri gelecek, bizi kurtaracak kolaycılığı var. Öyle ben çalışmayacağım, işin kolayına kaçacağım, biri gelip beni kurtaracak olmaz. Bu anlayıştan kurtulmadıkça İslam dünyası mevcut durumunu da koruyamaz. Gittikçe daha kötüye gider.

Bir kişi veya toplum mevcut durumunu korumak ister; açılım, değişim ve gelişmeye karşı çıkarsa Allah bu toplum veya kişiyi değiştirmez, aynı hal üzere devam etmelerine onay verir. Yine bir toplum veya kişi çalışıp çabalar, mevcut durumundan kurtulmaya çalışırsa Allah o toplum veya kişinin önünü açar, gelişme ve değişmelerinin önünü açar.

*08/02/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Var mı Bu Veliyi Eğitecek Olan? (2)


2006-2007 öğretim yılı olsa gerek. Okul müdürü olarak görev yapıyorum. Çocuğu 9.sınıfta okuyan öğretmen emeklisi bir velim vardı.

Karne haftası yanıma geldi. Okulun Biyoloji öğretmeninden dertli idi. Çocuğunun dersi 41 ortalama ile karneye zayıf düşüyormuş. Benden öğretmenle görüşüp bu zayıfı düzelttirmemi istedi. Kendisine ortalaması 41 olan bir çocuğu kendi dersim olsa geçirebileceğimi, bugüne kadar bu şekil kritik puanları 45'e tamamladığımı, fakat öğretmenin verdiği nota müdahale edemeyeceğimi; çocuğunuzun yazılı ortalaması 36 düşüyor iken öğretmen, kullandığı sözlülerle 41'e yükselttiğini, isterse kendisinin öğretmenle görüşmesinin uygun olacağını söyledim. Bana ders öğretmeninin kendisinin liseden öğrencisi olduğunu, bu konuda kendisiyle görüşmek istemediğini, çocuğunun ortaokulda iken bütün notlarının beş olduğunu, bu okula geldikten sonra bu öğretmenler yüzünden çocuğunun başarısının düştüğünü, sene sonunda  teşekkür-takdirle gelmediği takdirde okuldan alacağına dair yemin ettiğini, kendi çocuğunu aldıktan sonra diğer velileri de organize edip çocuklarını bu okuldan aldıracağını, çünkü halkın kendisini çok sevdiğini, sözünün dinlendiğini söyledi. 

Emekli öğretmenimiz tehdit ve şantajlarına devam ettikçe saygıda kusur etmedim, alttan almaya ve kendisini ikna etmeye çalıştım. Kendisine, hocam! Sen şair adamsın, şairler duygusal olur, aynı zamanda anlayışlı olur. Burası lise. Lise, ortaokula göre daha zordur, çocuğunuz bu okulda uyum sorunu yaşıyor olabilir, önümüzdeki sene kendisini toparlayıp beklediğiniz başarıyı göstereceğine inanıyorum. Bu süreçte çocuğuna not yüzünden bu şekilde baskı uygulaman yanlıştır. Bırak çocuğun belge almasın, Biyoloji dersinin zayıf olması dünyanın sonu değil, yazın ortalama yükseltme(OYS) sınavına girip kurtarır dedim. Bana OYS'de dersi kurtarırsa çocuğunun teşekkür alıp almayacağını sordu. Hocam, sen Edebiyat öğretmenisin. İyi biliyor olmalısın ki OYS'ye kalan öğrenci belge alamaz dedim. Başka neler dedim neler! Ama Nuh dedi, peygamber demedi. Ayrılırken bu işi burada bırakmayacağını, ilçe milli eğitime şikayet edeceğini, çözüm olmazsa il milli eğitime gidip şikayetçi olacağını, ardından televizyona çıkıp okulu yerle bir edeceğini, kendisini yok saymamın bedelini bana ödeteceğini söyleyip çıktı, gitti.

Birkaç gün sonra ilçe milli eğitim müdürü kendisinde okulumuzla ilgili bir şikayet dilekçesi olduğunu söyledi. Milli Eğitim Müdürünü okula davet ettim. Hocam, sizin branşınız Fen Bilgisi ama Biyolojiden de anlarsınız, öğretmenin yazılı kağıtlarını inceler misiniz dedim. Olur dedi. Öğretmenin cevap anahtarıyla birlikte güzelce istiflediği yazılı tomarlarını Milli Eğitim Müdürünün önüne koydum. Adı geçen öğrencinin kağıtlarını inceledi. “Öğretmen bol bol not vermiş, yapılacak bir şey yok” dedi. Müsaade alıp gitti. (Devam edecek)




Var mı Bu Veliyi Eğitecek Olan? (1)


Günümüzde öğretmenlerin yaptığı yazılıların ve verdikleri ders içi etkinlik puanlarının öğrenci, veli ve merkezi sınavlar nezdinde pek bir değeri yok. Daha doğrusu notun/puanın bir önemi yok. Bunda sınıfta kalmamanın ve verilen notların, merkezi sınavlarda katkı yapmamasının etkisi büyüktür. Verilen notlar sadece öğrencinin teşekkür ve takdir almasında önemli. Başka da bir anlam ifade etmiyor. 

Öğretmenlerin verdiği bu notların, çocuğun geleceğinde bir etkisi olmamasına rağmen bazı velilerin okul ortamına gelip çocukları adına not istediklerini görünce “Çocuğundan önce bu veliyi eğitmek lazım” diyesi geliyor insanın. Not dilenirken edebini takınıp haddini bilse eh diyeceğim.

27 yıllık öğretmenlik hayatımda sayıları az olmakla beraber öyle veliler gördüm ki “Bu veliye göre bu çocuk, çok çok iyi” dediğim oldu çoğu zaman. Öğretmenleri en fazla uğraştıranlar da maalesef öğretmen velilerdir. Güya öğretmenleri en iyi anlamaları gereken kesim! İnsanı üzen de meslektaşının bile kendisini anlamaması. İşin garibi çocuklarını koruma adına bu tip velilerin  bu yaptıkları, meslektaşlarını üzse de en büyük zararı kendi çocuklarına vermektedirler. Tecrübeyle sabittir bu.

Size bir meslektaşımın karne haftası bir öğretmen veli ile aralarında geçen diyalogdan kısaca bahsetmek istiyorum: 6.sınıflara giren öğretmen, sene başında öğrencilerine, sınıf içi etkinlik puanını ne şekilde vereceğini açıklar: “Üç tane sınıf içi etkinlik puanı vereceğim. İki tanesini sizin sınıf içi performansınıza göre diğer bir tanesini de performansınızı ölçmek için test usulü iki tane daha sınav yapacağım. Bu iki sınavın ortalaması ne ise onu, diğer sınıf içi etkinlik puanı olarak vereceğim” der. Amacı hem öğrencileri çalışmaya sevk etmek, hem yüksek puan almalarını sağlamak, hem de yaptığı bu sınavlar vereceği sınıf içi etkinlik puanı için birer dayanak olsun. 

Girdiği dört sınıfın toplam öğrenci sayısı 170 civarındadır. Her birine sene başında koyduğu bu karar gereği puanlarını verir. Hiçbir veli ve öğrenciden itiraz yok.

Karne haftası, kendisi de öğretmen olan bir öğrencisinin velisi çıkagelir. Veli isyanlarda. Durdurabilene, sakinleştirebilene aşk olsun! Çünkü veli, öğretmenin verdiği bir sınıf içi etkinlik puanından şikâyetçidir. Önce sınıf öğretmenine gider. Sınıf öğretmeninin yönlendirmesiyle veli, ders öğretmeniyle görüşür. Öğrenci sınavlardan 100 ve 95 almış, sınıf içi etkinlik puanı olarak öğretmen 100, 100 vermiş, üçüncüsüne ise öğrencinin ilave sınavlardan aldığı 90 ve 95'in ortalamasını aldıktan sonra öğretmen, tek puan olarak girmiş sisteme. Öğretmen, bu puanları ne şekilde verdiğini bir de veliye anlatmış. Ama veli ikna olmadığı gibi öğretmenden sınıf içi etkinlik puanını yüze çıkarmasını ister. Öğretmen, böyle bir şey yapmasının diğer öğrencilere haksızlık olacağını söylemesine rağmen veli, "Çocuğunun başarılı bir çocuk olduğunu, bu ayrıcalığı hak ettiğini, şayet bu puanı 100'e tamamlamazsa müdüre çıkıp oradan düzelttireceğini, bu işlerin böyle yapıldığını, düzeltmezse okuldan çocuğunu alacağını, çünkü çocuğunun okuldan nefret eder hale geldiğini..." bir bir  sıralar. Daha başka şeyler de söyler. Çünkü densizliğin sınırı yoktur. Bunu ancak edep ve haya engeller. O da eksikse söyler, karşısında genç bir bayan olduğuna aldırmadan...

Çalıştığı okula bu sene il dışından gelen idealist öğretmen, terbiye sınırlarını aşan bu velinin konuşmasına çok üzülür. Çünkü böyle bir olayla daha önce  hiç karşılaşmamıştır. Kendisinden bu olayı yazı konusu edineceğim, bana olayı kısaca aktarabilir misin, dediğimde olayın üzerinden üç hafta geçmesine rağmen hala olayın etkisinden kurtulamadığını sezdim. Ne edersiniz ki sapı bizden. Sapı bizden olan böyle yaparsa varın siz öbür velileri düşünün diyeceğim ama diğer veliler bu tiplerden çok ehven.

İyi ki verdiğimiz notların merkezi sınavlarda bir etkisi yok. Şayet etkisi olsaydı belki de bu veli, yedi puan için kavga bile ederdi. 

Bence, öğrenciden önce bu tür velileri eğitmek lazım. Var mı bu veliyi eğitecek olan? Kendisine güvenen çıksın ortaya! 




30 Ocak 2019 Çarşamba

Siyasilerimiz Bu Ülkeyi Vatandaş Kadar Düşünmüyor ***


—Şu siyasilerin çalışmalarına bak! Gece gündüz demeyip durmadan koşturuyorlar. Herkes bunlar gibi çalışsa bu ülkenin çözülmedik sorunu kalmaz. 
—Ne yapıyorlar da?
—Baksana! Belediye Başkan adaylarını belirlemek için toplantı üzerine toplantı yapıyorlar. Bir şehre hizmet edecek en iyi belediye başkanını tespit için kılı kırk yarıyorlar. Bir belediye daha fazla kazanmak için gerekirse ittifak içinde yer alıyorlar. Memleket için yanıp tutuşuyorlar.
—Evet!
—Bu kadar açıklamama tek kelimeyle evet dedin. Gününde mi değilsin, yoksa açıklamamdan hoşnut mu olmadın?
—Aynı görüşte değilim. Keşke açıkladığınız gibi olsaydı.
—Sebep?
—Açıkçası siyasilerin çok memleketi düşündüklerini sanmıyorum. Hepsi demeyeyim ama çoğu kendi ikballeri peşinde. Tüm çabaları da bundan ibaret. Yani memlekete hizmet, öncelikleri değil.
—Katılmıyorum bu görüşünüze. Bana bir örnek verebilir misin memleketi düşünmediklerine dair?
—Örnek çok. Ben sana en yakın bir örnek vereyim. Biz en son seçimi ne zaman yapmıştık? 
—24 Haziran 2018'de.
—Süresinden önce erken genel seçim yaptık değil mi?
—Evet…
—Şimdi yeni bir seçime daha gidiyoruz, değil mi? Bu sefer mahalli idareler seçimi. Erkene alınan genel seçimle şimdi yapacağımız seçim arasında ne kadar süre var?
—9 ay var  iki seçim arasında.
—Bu iki seçim birleştirilemez miydi?
—Olurdu ama böyle düşündü Meclisimiz. Nereye varmak istiyorsun?
—Seçim demek sınıf başkanı seçmek değil, bir maliyet ister. Hem de büyük maliyet. 
—Ama seçimler demokrasinin bir gereği. Masraf olacak diye seçim yapmayacak mıyız?
—Elbette yapılacak. Seçimsiz olmaz. Benim demek istediğim siyasilerimiz kendi çıkarları kadar ülkeyi düşünselerdi, bu iki seçimi birleştirirler ve memleket dokuz ay arayla iki seçim masrafı yapmaz ve bu işten en az masrafla kurtulurdu.
—Ama ikisi ayrı seçim!
—Olsun, fark etmez. Muhtarlık ve belediye başkanları için iki sandık daha fazla konurdu. İki seçimi yaptıktan sonra ülke önüne bakar, ülkenin çözüm bekleyen sorunlarına neşter vurulurdu. Seçim dediğin sandık gününden ibaret değil ki! Bunun için bir süreç lazım. Biz geçen Nisan ayından bu Mart sonuna kadar seçimle uğraşıyoruz. 
—Doğru söylüyorsun. Fakat partilerin kendi parası değil mi seçimde harcadıkları?
—Değil maalesef. Yüzde üç ve üzeri oy alan siyasi partiler, aldıkları oy oranlarına göre her seçimde hazineden seçim yardımı alırlar. Yani seçim atmosferinde harcanan para senin, benim, bu milletin öp öz parasıdır. İnan seçimde harcadıkları kendi paraları olsa masraftan kaçınmak için iki seçimi birleştirirlerdi.
—Haklısın.
—Başka örnek ister misin?
—Hayır, sadece bu örnek bile siyasilerin kendi çıkarlarının, memleketin çıkarından daha önce geldiğini göstermektedir.

***21/02/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Öğretmenim! Niye Ders İşliyorsun?

—Çocuğum! Bak ders anlatıyorum, lütfen dersi dinler misin? Sonra nerede senin defter, kitabın?
—Evde kaldı, getirmedim.
—O zaman arkadaşının kitabından takip et. Anlatılanları da bir kağıda not al, eve varınca geçersin.
—Dersi dinlemek istemiyorum.
—Niçin?
—Sıkılıyorum. Dışarı çıkıp top oynasak olmaz mı? Ya da film izlesek.
—Ders ne olacak? Sonra sen bu okula niçin geliyorsun?
—Hep ders ders ders...
—Başka ne yapacaktık?
—Ben ders işlemek istemiyorum.
—Dersi dinlemezsen merkezi sınavlarda başarılı olamazsın.
—Niye başarılı olmayayım ki? Ben kendime güveniyorum.
—Dersi dinlemeden, çalışmadan bir de kendine güveniyorsun. Evladım! Bu işler çalışmadan olur mu? Milyonlarca insan çalıştığı halde başaramıyor. Sen nasıl başaracaksın?
—Ben başaracağım. Öğrenciler boşuna ders dinleyip sınava hazırlanıyorlar.
—Başka ne yapacaklardı?
—Anlamıyorum sizi ve ders çalışan öğrencileri. Sınav sistemi değişti. Bundan sonra ders çalışmaya gerek yok bence.
—Oğlum! Biz de seni anlamıyoruz. Bu ülkede nice sınav sistemleri değişti ama değişmeyen tek şey öğrencilerin çalışması. Değişirse değişsin. Bu işler çalışmadan olur mu?
—Bu sınav sisteminin diğerlerinden bir farkı var: Sorunun içinde cevabı olacak. Formül mü lazım? O da olacak. Bilgi mi lazım? Soruda o da olacak. Yani o soruyu cevaplamam için ne gerekiyorsa o sorunun içinde hepsi olacak. Bakan böyle dedi. Duymadınız mı? Bu durumda sınavlara önceden hazırlığa gerek yok.
—Tamam söyledi, duyduk. Ama?
—Öğretmenim! Hala ama diyorsunuz.  Soruda her şey varsa çalışmaya, dersi dinlemeye hatta okullara gerek var mı? Bırakın çocukluğumuzu yaşayalım.
—Oğlum! Kafanda hiçbir bilgi olmayacak mı?
—Ne gerek var? Hepsi var orada zaten.
—Allah'ım bana sabır ver, aklıma mukayyet ol.
—Öğretmenim! Hiç boşuna sinirlenme! Durum aynen böyle ve ben doğru yoldayım.
—Oğlum! İyi de okula niye geliyorsun o zaman?
—Ailem zorlamasa gelmem aslında. Ama annem babam çalışıyor. Evde gün boyu bir başıma oturamam ya. Sıkılırım. Anlatabildim mi?
—Gayet iyi anlaşıldı evlat! Sen bu düşüncede olmaya devam et. Ben de dört gözle senin sınava gitmeni ve sonuçların açıklanmasını bekliyorum.
—Öğretmenim, bir şey sorabilir miyim? Madem beni anladınız. Bu durumda benim defter, kitap getirmeme gerek var mı?
—Biz ne dersek boş nasılsa. Sen istediğin şekilde derse gelmeye devam et. Senden tek istediğim, biz diğer arkadaşlarınla ders işlerken gürültü yapmaman.

Bu Suçluları Ne Yapalım?

—Efendim! Suç yönünden ne bitek ülkeymişiz böyle! Maden bulmuş gibi deşeledikçe suçlu çıkıyor. Biz bu suçluları ne yapalım?
—Sallandırın gitsin!
—Ah keşke! Ama idam yasak! Öldüremiyoruz ki! Aslında çözüm o.
—Hapse atın, Güneş yüzü görmesin.
—Olurdu da hapishanelerimiz tıka basa dolu. Yüzde yüzün üzerinde bir kapasiteyle çalışıyoruz.
—O zaman ölmekten ve içeriye girmekten beter yapın, yani sürüm sürüm süründürün.
—Nasıl?
—Suçlu, kamuda çalışıyorsa görevine son verin, özel sektörde çalışmasına izin vermeyin, çalıştıranı yakın takibe alın, yurt dışına gitmesine izin vermeyin. Suçluya telefon açanı dinlemeye alın, yardım edenin ensesinde pişin.
—Faydası olur mu?
—Olmaz olur mu? Bu yöntem ölmekten beter yapar onu. Bu durum onun için ha ölmüş, ha yaşamış. Hatta ölmek isterse ölmesine de izin vermemek lazım. Yaşamalı ki her gün ölmeli.
—Bu çok insafsızca bir muamele olmaz mı? Bunları kazanmaya çalışsak.
—Suç işlemeselerdi efendim! Bunlara merhamet etsek merhamet maraz doğurur. Bırak bunları kazanmaya çalışmayı; düşüyorum, ölüyorum,  imdat deseler bile bırak kurtarmayı, tutunduğu yerden elini bırakması için bir de tekme vurmak lazım.
—Yani yaşamasınlar...
—Evet yaşamasınlar. Bugün nefes alıyorlarsa hallerine şükretsinler, bir de idamın kalktığına. Aslında dinlemeden kellesini almak lazım.
—Pişman olsalar da mı?
—Onu zamanında suç işlemezken düşüneceklerdi. İşledikten sonra pişmanlık neye yarar? Sonra ne belli pişman oldukları?
—Pişmanlığa sıcak bakmıyorsun?
—Evet.
—Ama Hz Adem de hata yaptı. Duyduğu pişmanlık sonucu Allah onu affetmekle kalmadı, ardından onu peygamber tayin etti.
—O ayrı. Sonra herkes Adem gibi olsa sorun olmaz zaten.
—Yanlış düşünüyorsun. Hadiste peygamber "Günahından tevbe eden hiç günah işlememiş gibidir" der. Allah Fatır süresinde "Her suç işleyeni Allah yok etmiş olsaydı yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı" buyurur. Dinin bu konuda görüşü bu iken bize ne oluyor da bu kadar acımasız olabiliyoruz...

29 Ocak 2019 Salı

Baba, Ben Siyasete Atılmak İstiyorum!

—Oğlum! Büyüdün artık, ne düşünüyorsun?
—Siyasete atılmayı düşünüyorum baba!
—Yapma evlat! Siyaset bize göre değil. 
—Niye bize göre değil? Yapanlar nasıl yapıyor? Üstelik nimetlerinden faydalanırken ülkene hizmet ediyorsun.
—İyi düşünürsün evlat. Siyasete atıldığın zaman en iyisini yapacağına da inanıyorum. Fakat siyaset, ülkeme hizmet edeceğim diye yola çıkan nice insanları yutmuştur. Çünkü bu yola girdikten sonra işleyişi görünce siyasetin kendine hizmet olduğunu görmeye başlıyorsun. Yani evdeki temiz duyguların siyasette yok olup gidiyor. Kusura bakma ama seni kaybetmek istemiyorum.
—Niye kaybolacak mışım ki? Niyetim siyasete yeni bir soluk getirmek, farkındalık oluşturmak, işte siyaset böyle yapılır dedirtmek.
—Evlat! Bizim ülkemizdeki siyaset adamı bozar. Girme bu yola. Sonra bu ülkede yapılan siyaset değil, politikadır. Siyaset yapılsa eh diyeceğim.
—Siyaset ile politika aynı değil mi?
—Bugün aynı anlamda kullansak da aynı değil. Bizdeki politikadır. Politika çok yüzlülük demektir. Sen çok yüzlü olabilecek misin? Dün dediğini bugün inkar edeceksin, nabza göre şerbet vereceksin, iyi bir demagog olacaksın, liderine bağlı olup halkı kutuplaştıracaksın, zaaf gösterdiği zaman rakibini ezeceksin, iyi yapsalar da kötü yapsalar da rakibini devamlı kötüleyeceksin, gerekirse çamur atacaksın. Tüm bunları yapabilecek misin?
—Baba! Dedim ya, ben farklı bir siyaset izleyeceğim.
—Diyelim ki siyasete girdin, yaptığın siyasetle bir farkındalık oluşturdun. Yaptıklarınla göz doldurdun. Peki biz ne olacağız, sülale ve akrabaların ne olacak?
—Benim siyasete girmemle akrabalarımın ne alakası var?
—Öyle deme evlat! Siyasi rakiplerin seni alt etmek için her yolu deneyecek. Sende hiçbir şey bulamazsa şecereni araştırıp ortaya koyacak.
—Mesela?
—Seni benle vurmaya çalışacaklar, amca, dayı, teyze...sülalende kim var, onların geçmişine bakılır, işlerine yarayacak bir malzeme varsa kullanırlar. Mesela ben görev yaparken fi tarihinde bir öğrencinin kulağını çekmişsem, sana "Dayakçı babanın oğlu" derler. Kazara aileden biri savcı olsa savcı dediğin iddianame hazırlar, zanlıyı suçlar. Bunu devlet adına yapar. Kararı millet adına hakim verir. Görevin bu iken siyasete atıldıktan sonra "Bunun falan akrabası falanı suçladı" diyerek seni yıpratmaya çalışırlar. Hasılı seni çocuklarınla, baban ve annenle, sair akrabalarınla siyaseten yıpratmaya çalışırlar. Tüm istedikleri seni kendi seviyelerine indirmeye çalışmak olacaktır.
—İyi de baba! Suçun ferdiliği yok mu? Senin, dayımın geçmişte işlediği suçtan bana ne? Suç dediğin bulaşıcı bir hastalık gibi sirayet eden bir hastalık mıdır ki beni suçlayacaklar? Sonra biz Hıristiyan mıyız ki "ilk günah" anlayışına göre babadan oğula geçecek? Senin işlediğin suç senin, benimki de benim. 
—Öyle deme evlat! Bizde siyaset böyle maalesef. Sen ve ailen yunmuş, yıkanmış olsa, hiçbir yanlışını bulamasalar yedi ceddine inerler, mutlaka kullanabilecekleri cemaziyelevvelini bulurlar. Hiçbir şey bulamasalar bunun nesli Adem'dendir. Adem kim? Kendisine yemesi yasaklanan ağacın meyvesinden yiyen kimsenin torunu derler. 
—Derler mi?
—Derler!


Bir Öğretmen Niçin Yönetici Olmak İster?

—Sana yüz puanlık bir soru. Hazır mısın?
—Sınava mı tabi tutacaksın?
—Est. Seni konuşturup tecrübenden faydalanmak istiyorum.
—İyi. Sor bakalım!
—Sorumluluğu çok, fakat yetkisi olmayan bir geçici görev.
—Sorumluluğu çok, yetkisi yok... Bu ne demek şimdi? Olur mu böyle şey? Sorumluluk verilmişse yetkisi de olmalı. Yetkisi olmayan sorumluluk ne işe yarar? Bu, neye benzer, biliyor musun? Bir kuşun kolunu, kanadını kırmışsın, haydi uç. Uçamazsan sen bilirsin demektir bu. Böyle bir görev olamaz. 
—Var maalesef!
—Afrika'da bir ülkede mi bu görev?
—Hayır bu ülkede.
—Ne olabilir ki? Biraz kopya verebilir misin? En azından meslek grubunu söylerek soruyu bilmeme yardımcı ol.
—Öğretmenlik diyelim.
—Eğitim uzmanı diyeceğim ama bunlar da ne sorumluluk var, ne de yetki! Bu değil. İl-ilçe milli eğitim müdürü veya şube müdürleri diyeceğim. Bunlarda hem yetki, hem de sorumluluk var. Üstelik geçici görev de değil.
—Çok yukarı çıkma, in biraz aşağıya!
—Okul müdürü olmasın senin dediğin.
—Tam üstüne bastın, kaldır ayağını. Yüz puanı aldım ama biraz zor oldu.
—Güç de olsa buldum. Ama katılmıyorum. Okul müdürlerinin sorumluluğu çok, yetkisi yok ise o zaman ne diye öğretmenlerin çoğu müdür olmak için koşuyor?
—İşte ben de bunu öğrenmek için sana soru sordum. Ama görüyorum ki sen bana soruyorsun. İşte ben de bunu anlamaya çalışıyorum.
—Öğretmenliğe göre müdürlüğün avantajı olmalı.
—Keşke olsa, o da yok.
—İnanmıyorum.
—İnansan iyi olur. Zira müdür olarak görevlendirilen dört yıllığına görevlendirilir. Dört yıl sonunda kendisine görev verenler müdürden memnun ise bir dört yıl daha uzatırlar. 8 yılın sonunda aynı okulda görev yapamazsın. Başka bir okula geçmesi gerekiyor. Görev yaptığı sürede hata yaparsa veya kendinden memnun kalınmazsa görevlendirmeye yetkili olan, süresi dolmadan görevlendirmeyi iptal edebilir. Görevden el çektirilen müdür idari mahkemeye de müracaat edemez, etse de dava lehine sonuçlanmaz. Bu aşamadan sonra tekrar öğretmenliğe dönmesi gerekir, neresi boş ise kendini orada bulur. 
—Maddi menfaati yok mu?
—Yok, hatta öğretmenlerine göre daha dezavantaja sahip. Öğretmeni yeri geldiği zaman müdüründen yüksek alır.
—Sorumluluğu çok, yetkisi yok, maddi olarak emsallerine göre dezavantajlı ise bu geçici göreve bu öğretmenler müdür olmak için niçin koşar?
—Davulun sesi uzaktan gür geldiği için ben bu işi daha iyi yaparım diyerek çoğu kimse kimseyi memnun edemediği bu göreve talip olur. Göreve gelir gelmez de pişman olur. Çünkü işler göründüğü gibi değildir. Naçar devam eder.
—Durum aynen bu şekil mi?
—Maalesef aynen böyle.
—Eğer durum bu ise müdürlüğe talip olanın aklından zoru olması lazım.

28 Ocak 2019 Pazartesi

Bir Siyasi Parti mi Kursam Acaba?

—Beklediğin başkan adaylığı gelmediğine göre bundan sonra ne yapmayı düşünüyorsun?
—Bir parti mi kursam diyorum.
—Parti kurmayı kolay mı sanıyorsun? Tüm Türkiye'de teşkilatlanabilmen için para lazım. Haydi parayı buldun, ekip gerek. Ekibi de buldun diyelim, halkta bir karşılığın olacak mı? Malum yüzde 10 barajı var.
—Kolay değil elbet. Siyaset zoru başarma sanatıdır. Biz de sanatımızı göstereceğiz. Ayrıca baraj problemi yaşayacağımızı sanmıyorum. Olursa da sorun olmaz.
—Sorun olmaz olur mu? Baraj altında kalınca siyasetin bir anlamı olur mu?
—Türkiye yeni sistemle birlikte ittifaklar yapıyor. İrili-ufaklı partiler bir araya geliyor. Bizim parti de ittifakların birinde yerini alır. Bu işe 3-5 vekil ile başlasak fena olmaz.
—Buna da tamam diyelim. Seçmenler kutuplaşmış durumda. Her biri takım tutar gibi partisine oy veriyor. Senin partin hangi kesime hitap edecek?
—Niyetimiz Türkiye partisi olmakla birlikte kararsız seçmeni kararlı hale getirmektir. Açıkçası partisi olan seçmenden ziyade kararsız seçmen bizim seçmen kitlemiz olacaktır. Her seçim öncesinde nereden baksan yüzde 20-25 civarında bir kitle var. Bu kesimin oylarına talip olacağız öncelikli olarak. Ardından her seçimde sandığa gitmeyen yüzde 15'lik bir kesim var. Bunları sandığa getirmek ikinci hedefimiz. Bir üçüncü kesim daha var: Tepki oyları. Bnların da oylarına talip olacağız. Partilerine kızan bize gelebilir.
—Diyelim ki kararsızları, sandığa gitmeyenleri size oy vermesi için çaba sarf ettiniz, tepki oyları gelmedi, yaptığınız ittifaklar da fayda etmedi, siyasette fazla bir varlık gösteremediniz. Bu durumda kurduğunuz bu partiyi feshetmeyi düşünür müsünüz?
—Dediğiniz gibi olmaz da... Diyelim ki seçmenin güvenini kazanamadık, ittifaklar fayda vermedi. Bu durumda pes etmek yok. Partimiz Türk siyasetinde tabela partisi olarak yerini almaya devam edecektir. 
—Tabela partileri ha var, ha yoklar. Her seçim girerler, binde bir bile oy alamıyorlar. Partilerini feshetmeyip hala durmalarının bir anlamı var mı?
—Diğer tabela partileri için bir şey söyleyemem ama bizim tabela partimiz siyasetimize bir renk getirecektir, siyasetten uzak olanları bile siyasetin içine çekecektir. Çünkü onlara güven verecektir.
—Ne rengi getirecek, ne güveni vereceksiniz? Zaten halka güven verseydiniz halk size oy verirdi.
—Öyle deme! Halkın arasında biz yapamayız diye siyasetten uzak duran o kadar insan var. Benim parti kurduğumu gören vatandaş "Bu da siyaset yapıyorsa biz hayli hayli yaparız" deyip siyasete girecektir. Siyasetten uzak kalanların kendilerine güven duymalarını sağlayacaktır bu yaptığımız. Bu da bizim siyasetimize katkımız olsun.



Sigarayla Topyekûn Mücadele *

Diyanet İşleri Başkanı Sayın Ali Erbaş yaptığı açıklamada "Bu sene hac ve umreye görevli olarak gidecek din görevlilerini seçerken sigara içmeyenlerin tercih sebebi olacağını, önümüzdeki yıllarda ise sigara içenlerin hac ve umreye görevli olarak götürülmeyeceğini, hatta sınava bile giremeyeceklerini, belki de ileride sigara içenlerin din görevlisi olarak tercih edilmeyeceğini; sigaranın birçok âlime göre haram olduğunu, kendisinin de aynı görüşte olduğunu" söyledi.

Yaptığı bu açıklamayla Sayın Erbaş, camiasında sigara içen personelini sigarayı bırakmaya özendirmek istediği anlaşılmaktadır. Başarabilirse doğrusu da budur. Çünkü sigara ile din görevliliği yan yana gelmemeli. Aslında Erbaş'ın sigara konusundaki bu hassasiyeti bir devlet politikası haline gelmeli. Yani sigarayla topyekûn bir mücadele başlatılmalı. Kamuya eleman alımında sigara içmeme tercih nedeni olmalı. Fakat devletten böyle bir şey yapması beklenebilir mi? Şahsen ben beklemiyorum. Çünkü bizim devlet bir şeyle topyekûn mücadele etmez, yani bataklığı kurutma gibi bir derdi bugüne kadar hiç olmadı. Tek yaptığı Yeşilay'ı kurarak sigarayla mücadele eder, kamu spotu hazırlatır, kapalı yerlerde sigara yasağı koyar. O da pek uygulanmaz. 18 yaş altındakilere sigara yasağı koyar. Nedense 10-12 yaşındaki çocuklar sigaraya başlar. Sigarayı nereden, nasıl alırlar bilinmez. Yani mücadele eder gibi görünür.

Devletin aklına tütün ektirmemek, sigara fabrikası kurdurmamak, sigara ithalatına için vermemek, kaçak sigaranın ülkeye girişine izi vermemek vs gelmiyor. Çünkü devlet topyekûn mücadeleyi sevmiyor. Ya gücü yetmiyor, ya da samimi değil. Belki ikisi de var. Çünkü sigara sektörü buna izin vermez. Diyelim ki her şeye gücü yetti, başardı. Sonra devlet ne iş yapacak? Devlete iş lazım değil mi?

Gördüğüm kadarıyla devlet ipe un seriyor, bataklığı kurutma yerine sivrisinekle mücadele ediyor. Halbuki devletin başta çocuk ve gençler olmak üzere tüm vatandaşlarının sağlığını koruma gibi bir görevi var. Bu görev sadece Diyanet İşleri Başkanının kendi personelini korumaktan ibaret değildir.

Konu sigaradan açılmışken bu konuda devletiyle, milletiyle topyekûn bir mücadele başlatalım. Devlet sigarayla mücadelesinde samimi olsun, en büyük desteği sigara tiryakileri verir. Çünkü zevkten veya kederden sigaraya başlayıp bağımlı hale gelen nice insanımız bu meretten kurtulmak ister. Bakmayın siz tiryakilerin biz sigarayı bırakamayız dediklerine. Hemen hemen hepsi bu bataklıktan kurtulmayı canı gönülden istiyor.

*30/01/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.








26 Ocak 2019 Cumartesi

Geçmişinle Yüzleş! ***


—Efendim demokrasiye falan inanmıyorum artık!
—Niye ki?
—Kaç nesil geçti, partim bir türlü iktidar yüzü görmedi. Böyle giderse torunlarımın torunları da göremeyecek. Müzmin muhalif olmaya devam ediyoruz.
—Çalışmanız yeterli değil demek ki!
—Ne alaka? Didinip çırpınıyoruz gece gündüz durmadan.
—Partinizin görüşlerini halk tasvip etmiyor olabilir mi?
—Tüm haksızlıklara karşı çıkıyoruz. Mesela adalet yürüyüşü yaptım. Bayram-seyran demeden km'lerce yürüdüm. Kim yürür benim kadar.
—Ekibinde mi iş yok acaba?
—Türkiye'nin en okumuş ekibi, hatta seçmeni de bende.
—Halkta karşılığınız yok o zaman.
—Efendim! Türkiye'nin kurucu unsuruyuz, biz Türkiye'yiz. Nasıl karşılığımız olmaz?
—Güven sorunu olmalı.
—Benden güvenilir insan mı olur? Çalmadım çırpmadım.
—Halkın değerleriyle aranız nasıl?
—Fena değil. Son yıllarda meydan ve salon toplantılarında okumadığım ayet, hadis kalmadı. Cuma ve cenaze namazlarını da kaçırmıyorum. Partimi dönüştürmeye çalışıyorum. Karşı mahalleden siyasilere yer veriyorum. Daha ne yapabilirim ki?
—Mesajlarınız büyük kitlelerde karşılık bulmuyor anlaşılan. Demek ki hitap ettiğiniz kesimin verdiği oy, sizi iktidara taşımaya yetmiyor.
—Bunu da aşmak ve geniş kitlelerden oy almak için denemediğim yol kalmadı. Çatı aday çıkardım olmadı. Birkaç partiyi bir araya getirerek ittifak kurdum, olmadı. Ülkenin tüm farklı kutuplarıyla dirsek temasına geçip iktidara yürümek istedim, yine de iktidarı devralamadım. Bu iktidar yürüyüşü bana Ankara-İstanbul arası yürümekten daha zor geliyor.
—Anladığım kadarıyla siz seçmenin oyunu almak için her fırsatı değerlendiriyorsunuz ama seçmen yine de size yetki vermiyor. 
—Öyle!
—Siz hiç geçmişte bu ülkede iktidar oldunuz mu?
—Olduk. Hem de uzun yıllar... Ama biz iktidarı bıraktıktan bu yana yarım asrı geçti.
—O zaman nasıl iktidar olmuştunuz?
—Rakibimiz yoktu. Çünkü tek partiydik. Çok partili sistem bize yaramadı anlayacağın.
—Demek ki kötü bir iz bırakmış partiniz. Halkın size yetki vermemesinin nedeni bu geçmişiniz olmasın. Belki de sizin yumuşak karnınız geçmişinizdir.
—Ama bu geçti gitti. O gün iktidar olup ülkeyi yönetenler öldü gittiler. Sonra güzel hizmetler de yapıldı.
—Güzel hizmetler yapılmış olabilir. Ki böyle olsa halk yapılan iyiliği kolay kolay unutmaz, kötülüğü de unutmaz. Demek ki o zamanın halkı sizin tasarruflarınızdan pek memnun kalmamış. Bu geçmişinizle hiç yüzleşmeyi düşündünüz mü?
—Ama geçmişi o günün şartlarına göre düşünmek lazım.
—O günü savunuyorsun.
—Başka ne yapacaktım?
—Bence siz o sırtınızda taşıdığınız yükten kurtulmalısınız. Geçmişimiz diyerek hatalarınızı savunursanız bu halk size prim vermez. 
—Ben bu ülkede iktidar olmak istiyorum. Bu durumda gelemeyecek miyim?
—Gelirsiniz efendim. Bu halkın kimseye önyargısı yok. Kimleri getirdi, kimleri götürdü. Yapacağınız tek şey, geçmişinizle samimi bir şekilde yüzleşmek. Halkın karşısına geçip "Bizim partimiz geçmişte şu şu yanlışları yapmıştır. Bunlar bizim yanlışlarımızdır. Partimiz geçmişte halkın değerleriyle mücadele etmiştir. "Biz bugün o yanlışları reddediyoruz. Yapılan bu yanlışlardan dolayı mağdur ettiklerimizden özür diliyoruz" demelisiniz. Bu dediklerinizde samimi olduğunuza inanırsa halk size koyduğu iktidar rezervini kaldırır, size iktidar yolunu açar.
—Olur mu dersin?
—Bu durumda başka seçeneğiniz yok gibi.  

***31/01/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



Tek Giyimlik Elbiselerimiz *


Bir mesele var ki kapalı kapılar ardında dillendirilse de alenen pek konuşulmaz. Zira konuşan yanar. Daha doğrusu yakarlar. Gizemli gizemli konuşma, ağzındaki baklayı çıkar dediğinizi duyar gibiyim. Çıkarırım çıkarmaya. Zira bende bakla ıslanmaz. Ama bu durumda beni yakmış olursunuz. Evlilik ve evlilik aşamalarında adaylardan gelin ve gelin adaylarının giydiklerini konu edinmek istiyorum.

Her devirde düğünler masraf mı masraf bu ülkede. Bu işe kalkan sıfırı tüketir. İşin sonunda yeni bir ev kurulacak, masraf olacak elbet. Burada ev kurmak amacıyla çiftin ihtiyaçlarından bahsetmeyeceğim. Bunlar olmazsa olmazdır, alınacak. Benim derdim gelin ve gelin adayının bir defa giyip çıkarıp attıklarıdır. Aslında atılmıyor. Bir defa giyip bir daha giyilmeyecek şekilde gardırop veya çeyizlik sandığına konuyor ve hayat boyu saklanıyor. Sen öbür dünyaya gidersin, bunlar hatıra olarak kalır. Bunlar: Ağız tadında giyilen elbise, nişan elbisesi, abiye, gelinlik elbisesi ve gelinliğin altına giyilen ayakkabı vs. Gerçi gelin elbisesi çoğu zaman kiralanır ve düğünden sonra gidip teslim edilir. Ama kirası satın almak gibidir. Ha almışsın, ha kiralamışsın. Yine bunlar pahalı mı pahalı. Yeter ki gelin kızımız beğensin.

"Hayda... Giymeyecek mi, seninki de laf yani! Bu saydığın şeyler her kızın en önemli günlerinde giymeyi hayal ettiği elbiselerdir. Zira hayatında bir defa evlenir, en mutlu gününde giymeyip de ne zaman giyecektir? Bu konu şakasından bile olsa asla mevzubahis edilemez" dediğinizi duyar gibiyim. Haklısınız. Alınacak, alınmalı, almak zorundasın. Çünkü örf ve adetlerimiz böyle der. Ne kriz, ne fakirlik, ne de yokluk dinler. Zira bunlar, kız ve kız evinin kırmızıçizgisidir.

Kına, nişan, gelinlik, abiye, gelinliğin altına giyilecek ayakkabı israf dersen kim inanır. Zira bizde israf deyince akla ekmek israfı gelir sadece. Kimse bu alınanları israf olarak görmez, göremez. Kazara yazık, israf de; Müslümanlığın sorgulanır. Ardından ince düşünmeyen, anlayışsız biri ilan edilirsin.

Neyse bu kadar anlayışsızlık yeter, bende de hiç ummadığınız kadar bir incelik olduğunu göstermemin zamanı. Her genç kızın düşü olan bu tek giyimlikler alınsın ve giysinler. Biz de alalım. Burada istediğim tek giyimlik olan bu elbiselerin sair günlerde de giyilecek şekilde revize edilmesi. Kızlarımız hatıralarını gözden ırak yerlerde yaşatacaklarına üzerlerine giyerek yaşatsın ve eskitsinler. Böylesi daha faydalı olur diye düşünüyorum, israf da olmaz üstelik.

Biliyorum bu önerimi düğün sektörüne hitap eden  ve bu işten ekmek yiyen firmalar beğenmeyecektir. Varsın beğenmesinler. Zira bu öneriyi herkes beğensin diye bir düşüncem yok. Zaten herkesi memnun edemeyiz. Ama düşünmeye değer.

*20/03/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Katoliklikten Protestanlığa Doğru *

Hepimiz biliriz ki bu ülkede boşanma oranları her geçen gün daha bir artış göstermektedir. Çoğu evlilikler başlamadan bittiği gibi bir kısmı da uzatmalarla birlikte bir müddet kör topal ilerliyor, sonra bu tür evlilikler de sona eriyor. Boşananların bir kısmı bir müddet sonra bir daha deneyelim deyip tekrar bir araya geliyor. Fakat bu tür evliliklerin çoğu da devam etmiyor.

Allah sonumuzu hayreylesin ama böyle gider, taraflar aklını başına almaz ise yakın zamanda evli hane sayısı mumla aranır hale gelecek. Belki de ileride evliliğini devam ettirenlere "Tebrik ederiz siz evli çiftleri! Şu kadar yıl evliliğinizi devam ettirdiniz" deyip plaketler verir hale gelirsek şaşırmayalım.

Evlenip ayrılanların durumuna üzülmekle beraber ayıplamıyor; suç erkekte, yok kadında veya anne babalarda demiyorum. Bir yerde sorun varsa hiçbir sorun tek taraflı olmaz. Tarafların payı vardır bunda. Sadece oranları farklı olabilir.

Evliliklerde karı-koca birbirine anlayış gösterip saygıda kusur etmez ve sırt sırta verirlerse evliliklerin devamı öncelikli olur, aralarında çıkan sorunları da konuşarak ve zamana yayarak çözerler. Çocukları da iki arada bir derede kalmazlar. Fakat evli çiftler eften püften nedenlerle soluğu mahkeme koridorlarında alırlarsa niyetimizin hayatımızı birleştirmek değil, evcilik oyunu oynamak olduğu ortaya çıkar. Bu işe yargı kararlarının da çanak tuttuğu göz önüne alınırsa boşanmalarda artışın niçin çoğaldığını anlayabiliriz. 

Size boşanma nedeni sayılan bazı yargı kararlarına örnekler vermek istiyorum:
“Kadının, vefat eden kayınbabasının cenazesine katılmamak”, “Eşinden habersiz kredi çekmek”, “Kaynanaya hakaret etmek”, “Maddi imkânları yerinde olduğu halde eşine harçlık vermemek”, “Eşin telefonlarına cevap vermemek”, “Ayakların kokuyor demek”, “Kayınvalide ile aynı evde yaşamak”, “Kayınvalide ve kayınpedere evin anahtarını vermek…”gibi gerekçeleri, boşanma nedenleri/sebepleri arasında sayıyor bizim yargımız, verdiği kararlarla.

Yukarıda kısaca gerekçelerinden bahsettiğim nedenlerle bitirilen evliliklere öyle zannediyorum, “Ne günlere kaldık, bu kadar da mı olur, bunlardan evlilik bitirilir mi” diyerek dudak büktünüz. Dudak bükülmeyecek gibi değil gerçekten. Verdiğim örneklere bakınca mevcut evliliklerin devam etmesine şükretmek lazım. İyi ki çoğunluk böyle değil diyorum. Bu gerekçelerle boşanmak için başvuran aileleri zaten bir arada tutmak mümkün değil. Ama mahkemelerimizin bu şekil gerekçelerle ciddi olan evlilik müessesesini pamuk ipliğine indirgememesi gerekir diye düşünüyorum.

İnsanımız, sorunsuz bir evlilik istiyorsa evlenmesin. Çünkü sorunsuz evlilik olmaz. Sorun olacak ve taraflar bunu çözecek. Olmadı deyip en ufak bir şeyde mahkemeye başvurmak hiç çözüm değil. Şayet insanımız çok basit meselelerini çözecek kadar bir iradeye sahip değillerse “Bekarlık sultanlıktır” deyip sultan olarak kalsınlar. Bu ülkenin sultanlara da ihtiyacı var. Bu şekil gerekçelerle mahkemeye başvuranlara hakimlerimiz “Ne sandınız? Evlilik dediğiniz çocuk oyuncağı mı, lütfen dışarı” deyip mahkemeleri yolgeçen hanına döndürmemeli ve bu nedenlerle evlilikleri bitirip yangına körükle gitmemeli.

Uzatmadan şunu söyleyeyim. Bu ülkede evlilikleri devam ettirmede toplumumuz yakın zamana kadar Katolik idi. Ne alaka Katolik demeyin. Hristiyanlığın en katı mezhebi olan Katoliklerde boşanma yasaktır, diğer mezhepleri olan Protestanlıkta ise serbesttir. Bizim toplumumuz da boşanmalara pek sıcak bakmazdı. Çünkü “Allah’ın hoşnut olmadığı helal” olarak kabul edilirdi. Nedense boşanmalar konusunda yavaş yavaş Protestanlaşıyoruz. Unutmayalım ki biz ne Katolik ne de Protestan’ız! Müslüman oğlu Müslüman’ız. O zaman kendimize yakışanı yapalım.

*28/01/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

25 Ocak 2019 Cuma

Senin Cuma ile Benimki Farklı mı? *


--Allah cumanızı kabul etsin efendim. Sizi buralarda görmek ne güzel böyle!
--Allah kabul etsin!
--Efendim, size bir soru sorabilir miyim?
-- Cumadan sonra bir yere yetişmem gerekiyor. İşim acele. Sor hemen.
--Sosyal medyadaki cuma mesajınızı gördüm dün akşam. Maşallah ne çok beğenip yorum yapanınız var böyle.
--Evet öyle.
--Mesajınızın bu kadar ilgi görmesini neye bağlıyorsunuz?
--Cuma Müslümanların bayram günüdür. Elbette ilgi ve alaka görecek.
--Efendim, ben de Müslümanların bayramı diye mesaj paylaşıyorum. Beğenip yorum yazan bir elin parmaklarını geçmiyor.
--Yazmasını bilmek lazım, bir de çevre meselesi…
--İyi de efendim! Bazen sizin cümlenizi aynen paylaşıyorum. Yine ilgi yok. Bak gördüğün gibi sizinle aynı camide, aynı safta cuma kıldık. Çevreyse benim de çevrem fena değil, sizinki kadar olmasa da. Üstelik sayfanda ortak arkadaşlarımız var. Merak ediyorum sizin cumayla benim cuma farklı mı? Yoksa ilgi cumaya mı, statüye mi?
--Ne alakası var efendim!
--İşte ben de o alakayı soruyorum; kıldığımız cuma, kutladığımız cuma farklı mı?
*
--Efendim, sosyal medyada bir görünüyorsun, sonra bir bakmışsın kaybolmuşsun?
--Evet, öyle oluyor.
--Hayırdır bir durum mu var?
-Hayır elbet! Bir adaylık durumu vardı da.
--Olsun, adaylıkla ne alakası var sosyal medyanın?
--Adaylığımı koyunca dostlarım herkes sosyal medyada. Sesini oradan daha gür çıkartabilir, kendini anlatabilirsin, dediler. O yüzden açmıştım.
--İyi düşünmüşler. Bu âlemde herkese ulaşabilirsin. Ama kapatmışsın.
--Evet kapattım. Çünkü aday olamadım. Bir daha ki seçime kadar sayfamı dondurdum. Diğer seçime tekrar aktif hale getiririm.
--Bir daha ki seçim için sayfanı dondurmasan, seçimden seçime sayfa açıp paylaşım yapacağına diğer zamanlarda da paylaşımlarını görelim. Kimin ne derdi var, kimin ilgisi neye görürsün. Çünkü piyasanın nabzı buralarda atıyor. Öyle seçimden seçime görünmek olur mu? Seçimlik mi bu âlem? Halk burada. Sonra bu sayfada görünenleri aday yapmıyorlar. Başka mahfillerin gönlüne girmen gerek.
--Hayırlısı diyelim.

*01.02.2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.






24 Ocak 2019 Perşembe

Olması Gerekeni Söylediğimden Kimse Memnun Kalmadı(3)

Sahil kenarında beş yıldızlı bir otelde üç günlük bir seminere çağrıldım. Katılım yine zorunlu. Yeme, içme, barınma ve yol masrafları sponsora ait.

Okulların açıldığının üçüncü günü öğrenci ve öğretmen okula giderken biz aynı ilden iki yüz kadar yöneticiyle sahile gidiyorduk. Eğitim ve öğretimi beş yıldızlı otelde kurtaracaktık.

Firmanın temin ettiği otobüslere doluştuk, çıktık yola. Hareket noktamızdan 150 km kadar gitmiştik ki otobüsümüz arızalandı. Yeni bakımdan çıkmış otobüs dayanamadı bizim yükümüze. Aklı, iradesi ve vicdanı olmayan otobüs, sizin gittiğiniz bu seminerden ben memnun değilim arkadaş diyordu sanki. Doğru dürüst telefonun çekmediği mesken mahalin olmadığı uçsuz bucaksız bu yerde hizmette sınır tanımayan firmamızın harekat noktamızdan gönderdiği otobüsün gelmesini saatlerce bekledik. Önden giden diğer partnerlerimizden 4-5 saat gecikmeli olarak otelimize intikal ettik. 

Akşamında başlayan seminer, diğer günlerde sabahtan akşama yoğun bir şekilde devam etti. Konuşmacıların biri indi, diğeri çıktı hatip kürsüsüne. Biz ise koltuğumuza oturarak dinledik konuşmacıları. Sıkılıp çıkmak istesek kapıda bizi çıkarmamak için bekleyen milli eğitim müdür yardımcısını aşmak gerekecekti. Mümkün mü bu? Naçar dinledik tüm konuşmaları. Bana bu seminerin faydası ne oldu deseniz, benim için en büyük faydası milli eğitim müdür yardımcısının görev tanımları arasında kapıda bekleyip giriş ve çıkışlara izin vermemesi olduğunu öğrenmek oldu.

Sabah, öğle, akşam ve ara öğünlerle birlikte karnımızı bir güzel doyurduk. Kuş sütü eksik yiyecekleri gördükçe şundan da alayım, bundan da alayım derken gözümün istediğini midemin kabul etmediğini gördüm. Yeter bu kadar eziyet, benim de bir istiap haddim var değil mi serzenişine aldırmadan tabağıma aldığımı bitirmeye çalıştım, bitirdim de. Ki artık bırakmamak gerekiyordu. Yoksa israf olurdu. Davul gibi şişti karnım. Ne eğilebiliyor, ne de kalkabiliyorum. Tuvalete gidince de rahatlayamıyorum. Çünkü arkama bırakmadan  yediklerimden kabız olmuştum. Soda bile fayda etmedi rahatlamama. Durumum bu iken yiyemediklerimi gördükçe kaç defa içimden "Ya Rabbi, ya midemi büyüt, ya da canımı al" diyesim geldi.

Akşam yemeğinden sonra madem buraya geldik, yüzme bilmesem de girmedim demeyeyim diye havuza girdim, çıktım, saunaya girip terledim. Çıkışta lobide oturarak geç vakte kadar sınırsız çay içtim. Niye içmeyeyim ki çayı seviyorum, üstelik beleş. Beleş olunca kaçırır mıyım. Şu durumda eksik olan aradığım boş mezardı. Bulabilseydim oraya da girerdim.

Seminerin son günü cumartesi günü kahvaltıdan sonra yola çıktık, güç bela evimize geldik. 3-4 saatlik bir otobüs yolculuğu karnımın şişini indirmese de acıktırmıştı. 3-4 gün boyunca gördüğüm  sınırsız cennet nimetlerinden sonra evde beni dünya nimeti pırasa karşıladı. Moralim bozulsa da oturdum sofraya, birkaç alayım dedim. Birkaç derken pırasadan nasibimi tattım. Epey de yedim hayatım boyunca ölmeyecek kadar yediğim bu nimeti. Çünkü kaç gün boyunca yediğim sınırsız envaiçeşit yemekten daha lezzetli geldi. Karnımın şişi gitti, bağırsak sistemim düzene girdi. Oh be! Dünya varmış! Pırasa Allah'ın bahşettiği en büyük nimet, dedim.

Niyetim beş yıldızlı otelde eğitim ve öğretim seminerini konu edinmekti. Gördüğünüz gibi ben eğitimden ziyade yediğim ve içtiğimi anlattım. Şimdi gelelim sadede.

Seminer dönüşünden bir ay sonra yöneticiler, seminere katılan ilçemiz müdürlerini bir yerde toplayarak semineri değerlendirmemizi istediler. Bu sefer toplandığımız yer yıldızı olmayan bir okulun konferans salonuydu. 40 kadar müdür vardık toplantıda. Herkese tek tek söz verdiler. Her sözü alan "Çok iyiydi, değişiklik oldu, tekrarını bekleriz" dedi. Sıra bana geldi. Sayın hocam, beş yıldızlı otelde yapılan bu semineri içerik yönünden beğendim. Zira dolu dolu bir programdı. Yalnız seminer yerini tasvip etmedim. İsraf diz boyuydu. Bu seminer özel sektöre ait beş yıldızlı bir otelde yapılacağına devletin değişik illerde hizmetiçi eğitim enstitüleri var. Keşke bu seminer oralarda yapılsaydı, tam büfe yemek yiyeceğimize tabldot usulü yemek" der demez cümlemi tamamlamadan milli eğitim müdürü, eliyle işaret ederek "sıradaki" dedi ve sözü ona verdi. Yanımdakiler de ne söyleyeceklerini daha önceden belirlemişcesine "Çok iyi oldu, memnun kaldık, tekrarını bekleriz, teşekkür ediyoruz" dediler. Herkes memnuniyetini ifade ettikçe yönetici ve bu semineri organize edenler dört köşe oluyordu. Memnuniyetleri ağızları açık dinlediler.

Körler ve sağırlar birbirine pas atarak birbirlerini ağırlarken memnuniyetini ifade etmeyen tek kişi olarak sap gibi orta yerde  kalmıştım. Sıra en son konuşmacıdaydı. "Ramazan abiyi es geçtiniz, ben de tıpkı onun gibi düşünüyor ve bu seminer yerini tasvip etmiyorum, israf görüyorum" dedi. Tek başına kaldığım, kimseye derdimi anlatamadığım bir ortamda benim gibi düşünen ikinci bir cinsin daha çıkması beni fazlasıyla memnun etti. Allah razı olsun kendisinden.

Yeme, içme, konaklama ve yol ücretlerinin bir belediye tarafından karşılandığı bu semineri, tasvip etmediğimi söylediğimden gördüğünüz gibi bir kişinin dışında kimse memnun kalmadı. Ne diyelim, buna da şükür! Bir kişi de olsa beni anlayan çıktı. Çoğunluk ise yediği üzümün bağını sormadı ve sorgulamadı. Tekrarını bekleriz diyerek memnuniyetlerini ifade etmekle yetindiler.



Olması Gerekeni Söylediğimden Kimse Memnun Kalmadı(2)

Bir okulda yönetici olarak çalışırken beş yıldızlı bir otelde yemekli bir toplantıya davet edildim. Sadece ben değil, şehrimdeki 40-50 kadar okul da var davetliler arasında. Davet dedimse zorunlu davet bizimkisi. Önce telefon açtılar, sonra davetiye gönderdiler, ardından milli eğitim müdürü imzalı "katılım zorunlu" yazısı geldi.

Gönülsüz de olsa çağrıldığımız otele gittim. Masalar yemek servisi için hazırdı. Oturdum, başkaları da oturdu yanıma. Oturanların çoğu, toplantılardan tanıdığım yüzler idi. Arkadaşlar, bu yemeği kim veriyor dedim. Ses gelmedi. Sorumu tekrarladım. Biri "Proje karşılığı" dedi. Ne projesi, yemeğin projesi mi olur, sonra niçin bu yemek  devlete ait bir kurumda, mesela öğretmenevinde değil de beş yıldızlı bir otelde yapılıyor? Haydi yapıldı. Niçin yemekli? Pekala ben evimde karnımı doyurduktan sonra bu toplantıya gelebilirdim, dedim. "Kurumlar kendi arasında bu şekil projeler geliştirerek aralarında birbirlerine sponsor oluyor" dedi.

Biz böyle konuşurken daha doğrusu benim ortaya attığım sorulara kısa, net ve zoraki cevaplar alırken ardından servise geçildi. Önümüze konanları ardımıza bırakmadan afiyetle yedik. Ardından toplantı başladı, bildik protokol konuşmalarının ardından toplantı sona erdi.

Yapılan proje karşılığı sponsorun çektiği bir yemekli toplantıya belki de ilk defa katılan ben karnımı doyurdum. Bu durum nefsimin de hoşuna gitti. Ama vicdanım el vermedi. Bunu da yanımda oturanlara bu bağın üzümü nereden diye sorarak gösterdim. Ama ortaya attığım bu kılçıktan yanımdakiler memnun kalmadı. Hal ve tavırlarından sezdim bunu.

Yapılan İyilik Unutulur mu? (2)

Öğretmenliğe başladığımın 2.yılı. İdealist bir öğretmeniz o yıllar. Öğretmenlerimizden gördüğümüz gibi gramla not verdiğim dönemler.

Yıl 1993 veya 94. Bir İHL'de öğretmenim. Lise 3.sınıflardan bir sınıfın Arapça derslerine giriyorum. Lise 3'ün Arapçası da diğer sınıflara göre daha zor. 

Girdiğim 11 A sınıfı diğer sınıflara göre başarılı öğrencilerin çoğunlukta olduğu bir sınıftı. Bir öğrencim var, Arapçası iyi idi. Herkes zorlanırken yaptığım üç sınavda hep 10 almıştı. (Onluk sisteme göre) Sözlüsüne de 10 vererek dönem notu 10 düştü. Bu notu da hakkıyla aldı. Yani ben vermedim.

İkinci dönem başladı. İlk dönemde derse katılan ve her sınavda 10 üzerinden 10 alan öğrencim, ikinci dönemde derse katılmayı bıraktığı gibi sınavlardan da 7'nin üzerinde not alamadı veya almadı. Çünkü dersi tamamen bırakmış ve hazırdan yiyordu.

İkinci dönem sonuna yaklaştık. Sözlüleri vereceğim. Sözlü notunu verirken de yazılıları göz önünde bulunduruyoruz elbet. Derse katılana yüksek sözlü notu takdir ederken katılmayana yazılı ortalamasını etkilemeyecek bir not veriyordum. Verdiğim sözlü sayısı da bir tane. Prensip olarak her öğrenciye sadece bir sözlü notu verirdim.

En yüksek not 10'dan ikinci dönem ortalaması 7 düşecek bu başarılı, efendi ve saygılı öğrenciyi ne yapmalıydım? Evet dersi bırakmıştı ama 10 alacak kapasitede bir öğrenci idi. Prensibim tek sözlü notu notunu 10 yapmazdı. Elime hesap makinesini aldım. Kaç sözlü verirsem notu 10'a çıkardı tekrar? Vereceğim üç sözlü notu, öğrencinin Arapça notunu tekrar 10'a yükseltebileceğini gördüm. Döşedim üç tane 10 sözlü notunu. Değerdi bu başarılı öğrenci için. Ona verince tüm sınıfa da üç sözlü girdim, sadece o sınıfa has.

O zaman ki yıllar not girmek şimdiki gibi değildi. Önce silinti ve kazıntı olmadan not defterine yazacaksın, ardından not fişine tüm yazılı ve sözlüleri tek tek tükenmez kalemle yazacaksın. Not fişinde de silinti ve kazıntı olmayacak. 30-35 kişilik sınıfta not fişini tüm dikkatinle özene bezene yazıyorsun. Kazara son öğrencide bir hata yaptın, sil baştan not fişini yenileyeceksin.

Öğrencimizin 7 olan ortalaması, verdiğim üç sözlü notu ile ikinci dönem de 10 düştü. Benim için külfetli oldu ama değdi. Çünkü gelecek vadeden bir öğrenci için değerdi. Bundan sayesinde sınıfı da faydalandı. Onun adına sevinmiştim.

Gelecek vadeden ve yaşantısıyla örnek olan bu öğrencimiz liseden sonra yükseğini de okudu, çalıştı, çabaladı. Bugün çoğu kimseye nasip olmayan bir yere geldi. Kendisinden randevu talep ettim, dönüş yapmadı. Demek ki bana ayıracak üç beş dakikası yokmuş. En azından "Kusura bakma! Randevu ajandam dolu" diyebilirdi. Hiç hatırım yokmuş demek ki. Umarım makam değiştirmemiştir kendisini.

Nedense ona verdiğim üç sözlü notu aklıma geldi. Lise 3'de Biyoloji öğretmenimin bana verdiği sözlü notunu unutmadım. Ama görüyorum ki benim notum kendisinin hiç aklında kalmamış. Canı sağ olsun! Ne diyelim? 

23 Ocak 2019 Çarşamba

Yapılan İyilik Unutulur mu? (1)

Lise üçüncü sınıftayım. İlk yazılıların tarihleri ikisi dışında bir bir açıklandı. Sınavlara çalışmaya bugün başlarım, yarın başlarım derken yazılı haftası geldi çattı. Tarihi açıklanmayan iki dersin öğretmeni sınıfa gelerek salı gün sınav olduğumuzu duyurdu.

Pazartesi gününe konmuş iki sınavı olduktan sonra akşamında dalı günü yapılacak sınavlara çalışayım diye oturdum. Bir günde üç sınav var. Hangi birine bakacaksın? Son güne bırakırsam olacağı buydu. Ne yapayım, ne edeyim derken kendimi ikna edecek bir fikir belirdi zihnimde: Ramazan, sen üç derse birden bakarsan içinden de zayıf alırsın, en iyisi ikisine çalış, diğerini bırak. Bu yol ile en azından iki dersten yüksek not alırsın. İyi de hangisini bırakayım? Zor olanını bırak. Çünkü sadece bu zor derse baksan, zaten bu dersi halledemezsin. Bu ders de benim için Biyoloji dersi idi. Öyle yaptım o akşam. İsimlerini unuttuğum iki derse çalıştım. Biyolojinin yüzünü açmadım. Benim için canıma minnet idi. Çünkü bu ders sayısal bir ders idi. Bu tür sayısal derslerle aram hiç iyi olmadı. Biyolojiden boş kağıt vermeye karar verdim.

Ertesi gün üç sınava birden girdim. Diğer iki dersin sınavı iyi geçti. Kafama koyduğum gibi Biyolojiden boş kağıt vermek üzere adımı soyadımı yazdım, ders boyunca sınıf, bildiğini yazarken ben boş boş bekledim. Yarım yamalak bildiğim soruları da cevaplamadım. Ders öğretmeni Osman Kırlar, hiçbir şey yazmadığımı görünce "Bu bir tavır mı" dedi. Hayır hocam, çalışmadım dedim. 

Sınav sonuçları açıklanınca Biyoloji, beklediğim gibi 1(bir) geldi. Diğer iki dersin sonucu iyi geldi. Benim gibi sınav gecesi dersin başına oturan ve üç sınava da hazırlanmaya çalışan arkadaşların üç sınavı birden kötü kötü geldi. Hatta bazı arkadaşlar, "Sen boş kağıt verdin, bir aldın; biz doldurup verdik, yine bir aldık dediler.

İkinci sınavlarda Biyolojiden 5 aldım. Beş derken onluk sisteme göre beş. Şimdinin 2'si yani. Hacı beş derlerdi o zamanlarda. Üçüncü sınavda da yine 5 aldım. Zaten en iyi alacağım not da bu idi. Dedim ya sayısal özürlüyüm.

Dönemin son haftası karneyi almadan çekip gittim köyüme. 25 tatilinde bir arkadaşım, "Konya'ya gidiyorum. Verirlerse karneni alayım mı" dedi. Olur dedim. "Zayıfın var mı" dedi. Biyoloji zayıf dedim.

Dönüşte "Ne yalan söylen, zayıfın olmadığı gibi takdirin bile var" dedi. Notlarına baktım, Biyoloji dönem notum beş idi. Şaşırmıştım. Nasıl olur? 3.5 düşen ortalamama öğretmenimiz sözlüden kanaat kullanarak beş vermişti. O anda madem Osman Hocam bana güvenip beş verdi, ikinci dönem sınıfta Biyolojiden en yüksek not benim olacak dedim.

İkinci dönem başladı. Osman Hoca derse girdi. İçinizde takdir alan var mı" dedi. Herkes birbirine baktı, ben de baktım herkese. Kalkan parmak yoktu. Olmazsa ben kaldırayım dedim, parmağımı kaldırdım. Hafifçe gülümsedi ve başını salladı. Ne var bunda demeyin. Osman Hocadan bahsediyorum. Pek gülmesi görülmezdi. Ben bu gülme ve başını sallamadan iki anlam çıkardım: 1.Ben sana ortalaman 3.5 düşerken kanaat kullanıp beş vermeseydim, sen o takdiri rüyanda bile göremezdin. 2.Vay be! Demek ki biz o beşi tam adamına vermişiz, verdiğimiz beş de bir işe yaramış.

İkinci dönemin sonu geldi çattı. Benim Biyoloji bütün sınıfta yedi idi. Sınıfın en yüksek notu da bu idi. 

Sevmediğim ve başarmakta zorlandığım bir dersten sınıfta en yüksek notu almamda öğretmenin bana güvenmesi etkili oldu ve beni teşvik etti. Osman Hocamın 1984-1985 öğretim yılında yaptığı bu iyiliği hiç unutmam. Hatırıma geldikçe kendisini hayırla yad ederim. Bugün karşılaşsam saygıda kusur etmem, elini öperim.  Yaşıyorsa kulakları çınlasın, vefat ettiyse Allah rahmet eylesin.

Küçük veya büyük yapılan iyilik unutulur mu? Unutulmaz. Ben de unutmayanlardanım. Unutanlar yok mu? Var elbet! Onu da diğer yazımda anlatayım.

Not: Onluk sisteme göre en yüksek notun 10 olduğu not sisteminde 7, yüksek bir not değil. Yüzlük sisteme göre 70 demektir. O zamanlarda bir dersten yüz almak, hele Osman Hoca gibi gramla not veren bir hocadan 7 almak kolay değildi. Öğretmenler idealist idi, haybeye not vermezlerdi. Öğrenci not dilenmezdi. Veli okulu aşındırmadı. Takdir kaçla alınır, kimse bilmezdi. Sınıfta şimdilerde olduğu gibi hemen hemen herkes gibi takdir almazdı. 40-45 kişilik sınıfta takdir alan en fazla üçü gezmez, bazı sınıflarda hiç alan olmazdı. 7-8 kişi ortalama teşekkür alırdı. Verilen notun da, alınan notun da bir değeri var idi.






Ben Hala O Kimseyim. Ya Sen? *

"Eski tarihlerde bir medresede okuyan üç idealist arkadaş varmış. Medreseden mezun olduktan sonra nerede ve hangi işte, hangi görevde olurlarsa olsunlar, birbirleri ile irtibatı kesmeyeceklerine, doğru yoldan, adalet ve hakkaniyetten ayrılmayacaklarına, İslâm davasına hizmetten asla geri durmayacaklarına dair söz vermişler. Fakat o dönemlerde iletişim araçları yetersiz ve sınırlı olduğundan, sonraki yıllarda karşılaşmaları halinde birbirlerini tanımakta zorluk çekmemeleri için aralarında bir şifre belirlemeye karar vermişler. Çok kısa ve hatırda kalıcı bir şifrede anlaşmışlar: “Ben O’yum!”
Aradan uzun yıllar geçmiş, bizim üç idealist dava arkadaşının her biri bir köşeye savrulmuş: Biri müderris (hoca), diğeri tüccar, bir diğeri de mutasarrıf (vali) olmuş. Tüccar şehir şehir dolaşırken bir şehirde arkadaşının mutasarrıf olduğunu öğrenmiş ve hemen kadim dava arkadaşını ziyaret ve tebrik etmek istemiş. Lakin güvenlik ve bürokrasi çarkını aşmak kolay olmamış. Görevlilere kendini tanıtıp vali beyin medrese arkadaşı olduğunu, yıllar öncesinden tanıştıklarını anlatmışsa da sırasını beklemek zorunda kalmış. Vakit geçmiş, lakin kendisine bir türlü sıra gelmemiş.
Nice sonra bizim tüccarın aklına o yıllarda belirledikleri şifre gelmiş. Derhal küçük bir kâğıt parçasına “Ben O’yum” yazmış ve görevliye uzatarak bunu vali beye iletmesini istirham etmiş. Onun bu ricasını isteksizce yerine getiren görevli az sonra geri dönüp aynı kâğıdı tüccara uzatmış. Bizimki şaşırmış. Ama asıl şaşkınlığı kâğıdın arkasını çevirince yaşamış: “Sen O olabilirsin ama… Ben O değilim!” (Abdullah Yılmaz-Yeni Akit gazetesi)
Yukarıdaki hikayenin bir benzerini hepimiz çoğu zaman yaşarız. Çünkü zaman, şartlar, makam, mevki ve şöhret yıllardır tanıdığınız insanı değiştiriveriyor. Bu hikayeyi en iyi başına böyle bir şey gelenler anlar. Çünkü eşekten düşmüştür. Eşekten düşmeyenler "Benim tanıdıklarım, dostlarım yapmaz böyle bir şey" der. Çünkü daha başına gelmemiştir. Yine bu hikayeyi okuyan biri "Ben ileride makam sahibi olursam asla eski dostlarımı ve onlarla geçen hukukumu unutmam, bir makam için insan değişir mi" der. Ama bir zaman gelir ki o da makam ve mevki sahibi olunca daha önce ayıpladığını kendisi de yapabilir. Zira bunun örnekleri çok.
Tüm makam sahipleri böyle eski dostlarını unutur, onlara sırtını döner, görmezden gelir mi? Değil elbet. Eğer bir kişi bir makama hak ederek gelmişse makamdaki görevini layıkıyla yerine getirdiği gibi eski dostlarına da zaman ayırır, onları makamında ağırlamaktan onur duyar. Bu tipler makamla, koltukla değişeceklerden değildir. Ama bulunduğu makama birilerinin elini, eteğini öperek hak etmeden gelmişse işte bu tipler geçmiş hukuku unutur, dostlarını hatırlamaz. Onun gözü bulunduğu makamı garantiye almak ve daha da yukarılara çıkmak. Bunun için üstlerine göz kırpar, onların gözüne girmeye çalışır. İşte bunlar koltuğun değiştirdiği tiplerdir. Bunlardan dost falan olmaz. Değiştiğini gördüğün zaman geçmişine hayıflanır, tanıyamamışım der, yoluna devam eder, geçer gidersin. İçinde bir burukluk, bir kırgınlık olur sadece. Sen de seni hesaba katmayan bu eski dostunu unutmaya çalışır ve onunla gurur duymazsın. Çünkü sen hala o'sun, fakat tanıdığın o, o değildir artık.

* 10/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Yalnızsın Bey Baba! ***


—Allah'tan isteyip de elde edemediğin, hayal edip de gerçekleştiremediğin var mı?
—Yok elhamdülillah! İstemediğimi ve hayal edemediğimi de verdi. Görmediğim zirve kalmadı desem yeridir. Hala ayakta ve zirvedeyim. 
—Her insana nasip olmayanı Allah sana bahşetmiş. Çevren de çok genişlemiştir, dostların çoğalmıştır. Bu durumda sırtın yere gelmez desene.
—Çevrem geniş, sevenlerim çok, düşmanlarım da. Hatta benim için ölüme koşanlar bile var. Gördüğün gibi sırtım da yere gelmiyor. Çevrem de kalabalık. 
—Daha ne istersin? Şükret haline!
—Şükür de, yalnızım.
—Az önce sevenlerin çok etrafım da kalabalık demiştin.
—Orası öyle de yine yalnızım.
—Desene kalabalıklar içerisinde yalnızsın. Niçin yalnız kaldığını en iyi sen bilirsin o zaman. Şayet bilemiyorsan birlikte baş koyduğun yoldaşlarına sor. Çünkü kişiyi en iyi yola çıktıkları bilir.
—Bilemedim ki! Onlar yok şimdi etrafımda. 
—Niçin, ne yaptılar da seni yalnız bıraktılar? Ya da sen mi onları bıraktın?
—Ben hiç onları yalnız bırakır mıyım? Onlar beni terk etti. Otobüsten iner gibi birer birer çekip gittiler.
—Kaç kişi bunlar?
—Çok! Hangi birini sayayım.
—Anlaşılan kırmış olmalısın onları.
—Ne kırması! Her biri bugün varlarsa, isimleri anılıyorsa hepsi benim sayemde tanınır oldular, makam sahibi yaptım hepsini. Benim onlara yaptığım iyiliği ana-babaları yapmamıştır. Ben olmasaydım onlar bir hiç idi.
—Yaptığın iyilikleri başa kakıyorsun. Başa kakılmayı kulu sevmediği gibi Allah da sevmez. Allah'ın gücüne gider bu.
—Doğruya doğru. Ama doğrusu bu… Bugün varlarsa benim onlara verdiğim imkanlar sayesindedir. Bana bunu yapmayacaklardı.
—Birlikte yola çıktığın, kendilerine iyilik yaptığın ve bugün otobüsten indiler dediğin kişiler, sen bir şey yapmadan mı çekip gittiler?
—Hepsinin hatası vardı. Nankörlermiş meğer!
—Yahu yanından çekip giden bir kişi olsa eh diyeceğim; iki, üç, dört, beş olsa olabilir diyeceğim. Hepsi gitmiş, sen hala benim hatam yok diyorsun. Kusura bakma ama bu gidişte senin de payın var, belki de fazlası sende, ekibi tutamamışsın yanında.
—Onları her bir makama ben getirdim.
—Diyelim ki sen getirdin, senin sayende makam, mevki ve şöhret sahibi oldular ve nankörlük yapıp çekip gittiler. Adama sormazlar mı, sen insan sarrafı değil misin, bu kadar kadir kıymet bilmeyen nanköre zamanında nasıl/niçin makam verdin?
—Sen beni suçluyorsun. Benim yanlışım yok hiç.  
—Sen ki birçok konuda yaptığın hatalarınla yüzleşebilen birisin. Bu konuda da kendinle yüzleşmelisin. Eski dostlarının gönlünü almalısın. Yoksa gittikçe yalnızlaşırsın. Benden sana bir dost nasihati. Bir de sana bir soru soracağım. Dostların tek tek çekip giderken onların yokluğunu ne ile doldurdun? Çünkü sorumlu bir makamdasın. Bunun için ekip gerek.
—Onların yerine yenisini buldum.
—Yani yola çıktıklarını yolda bulduklarınla değiştirdim desene.
—Hayır, ben vefalıyım. 
—Çekip gidene niçin gidiyorsun dedin mi? Onların gönlünü aldın mı?
—Hayır, ben niye gönüllerini alacağım. Benden uzaklaşan onlar. 
—Kusura bakma da ben bunca kalabalıklar arasında senin niye yalnız olduğunu, yalnızlık çektiğini galiba buldum: Yola çıktıklarını yolda ekmek, yerine yenisini almak. Maalesef gittikçe yalnızlaşacaksın bey baba! 

***26/01/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.