31 Ağustos 2018 Cuma

Hayır Anlayışımız Değişmeli Artık! *

Yazımıza Karar gazetesi yazarlarından Mustafa Çağrıcı’nın, 29/08/2018 günkü “Din-dünya ilişkisini doğru anlamak” başlıklı yazısından bir alıntı yaparak başlayalım:

“…din öğretimi ve eğitimimizin hem dinin belirttiğimiz özünden hem de günümüz şartlarının beklentilerinden koptuğunu görüyoruz. Doğal olarak kasaba ekonomisinin hâkim olduğu bir çağdan kalma din ve dindarlık anlayışını her şeyin küreselleştiği bir çağda inatla ve ısrarla aynen sürdürmeye uğraşıyoruz. Dünya bize ters gelince, daha doğrusu biz dünyaya ters düşünce de ağır sorunlar yaşamamız kaçınılmaz oluyor.
Oysa dinimizi çağımızın şartlarını dikkate alarak okuyup anlamaya başlasak öyle bereketli sonuçlar elde ederiz ki! Söz gelimi dinimiz genellikle hayır yapmanın ne kadar değerli ve sevap olduğunu anlatır. Hayır yapmak dün muhtaçların avucuna para koymak şeklinde olurdu, bugün iş alanları açarak çalışanın hesabına ücret koymakla olur. Bildiğim kadarıyla dünyada en çok kurban kesen, en çok iftar veren, yardım kampanyalarında en çok yardım yapan ülkeyiz. Bu, dinimizin halkımıza kazandırdığı hayırseverlik ruhunun tezahürüdür.
Ama bizim insanımızhayır yapmak deyince sadece karşılıksız vermeyi anlıyor. Çünkü kendisine öyle öğretildi. Hâlbuki günümüz ekonomik şartlarındaki ve insan onuru gibi değerler alanındaki gelişmelere göre hayır anlayışımızı da güncellememiz gerekiyordu. Mesela insanlara iş vererek işsizlik sorununu çözmeye, az tüketip çok üreterek cari açığı kapatmaya katkıda bulunmanın da din ile ilişkisini kurabilirdik; daha doğrusu var olan ilişkiyi gösteren bir din eğitimi verebilirdik.”

Hayır yapmak bu milletin en güzel hasletlerindendir. Zira dini ve insani bir vazifemizdir. Bu millet geçmişte hayır ve hasenatta üzerine düşeni fazlasıyla yapmış, hala da iyilikte yarışmaya devam ediyor. Yaptığı iyiliği de karşılıksız yapmış ve bir karşılık beklememiştir. İşte bu yardım anlayışının değişmesini istiyor Sayın Çağrıcı. İyilik yapmaya aynen devam ama değiştirerek kapsamını geliştirerek ve genişleterek. Tespitlerine aynen katılıyor ve dikkate alınmasını istiyorum. 

Ne varmış eski hayır anlayışımızda? Eski köye yeni adet getirmesin kimse derseniz eski hayır anlayışımız, iyilik yaptığımız kimseye hep balık yedirmek şeklinde cereyan etmiş ve günümüze değin aynı minval üzere tevarüs etmiştir. Halbuki biz balık yedirmeyi değil, muhtaca ayakları üzerinde durabileceği şekilde balık tutmayı öğretmemiz gerekir. Zira hayır geniş ve zengin bir kavramdır. Biz hayrın sadece bir yönünü ele almışız. Devam ettirdiğimiz bu yardım şekli muhtacı sürekli avuç açar durumda bırakmaktadır. Siz hiç avucuna para konan bir kimsenin bir müddet sonra verir duruma geldiğini gördünüz mü? Halbuki İslam'da yardım etmenin amacı, yardım edilenin bir müddet sonra yardım eder hale gelmesidir. Bizim bu yardım anlayışımızla veren vermeye, alan da almaya devam ediyor. Üstelik ala ala meslek haline getirenler de yok değil bu işte. Zengin olsa bile veremiyor bir türlü. Yine bu yöntemle ihtiyaç sahibinin ihtiyacı her zaman karşılanamıyor. Çünkü elden gelenle öğün olmaz, o da zamanında gelmez.

Çağrıcı; iş yeri açıp iş verelim, üretelim, tasarruf edelim, az tüketelim, üreterek cari açığın kapanmasına katkıda bulunalım demek istiyor. Gerçekten bu açılım, işsizliği düşürebileceği gibi ekonomimizin gelişmesine de katkı sağlayacaktır. Fakirin onurunu koruyacaktır. Gücü-kuvveti yerinde olan herkese çalışma yolunu açacaktır.

* 21/11/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.






Düşman Nereden Saldırır?


Su uyur, düşman uyumaz sözünü hepimiz biliriz. Biliriz ama önceden tedbiri almayız. Çünkü biz herkesi kendimiz gibi biliriz. Filmlerimizde böyle gördük. 

Vurup kıran, yıkıp döken, ocakları söndüren, orantısız güç kullanan kötü roldeki başrol oyuncusunu bizim başrol oyuncusu, filmin sonlarında yakaladığında kötü adam; bizim başrol oyuncumuza silahını doğrultur, hatta birkaç el ateş eder, vuramaz veya yaralar. Sonunda mermisi biter. Bu sefer ben ettim sen etme diye yalvarır yakarır. Rakibinin zayıflığını gören bizim iyilik meleği, düşmanıyla eşit şartlarda mücadele etmek için silahını atar.  Çünkü bizde ne kadar kötü olursa olsun aman dileyene silah çekilmez. Kötü roldeki arka cebindeki kama veya bıçağı çıkararak silahı olmayan bizim oyuncuya saplar veya saplamaya yeltenir, beceremez.

Anlattığım bu sahne benim yaşlardaki insanların küçükken bolca izlediği sahnelerdir. Birbirinin benzeri filmleri izlemek için ailemizden habersiz sinemaya gittik, okuldan kaçıp sinemanın yolunu tuttuk. Biz böyle büyüdük.

Askerde satranç turnuvası düzenlendi. Karşıma çıkan rakibin taraftarları olduğu kadar beni de destekleyenler vardı. Herkes nefeslerini tutmuş, oyunu izliyor ve oyunun sonunu merak ediyor. Ben güçlü rakibimi yendim. Destekçilerim de bir sevinç bir sevinç! Rakibimin destekçileri sonucu hazmetmemiş olmalılar ki "Akşamdan uykusuzdu, formunda değildi" dediler. Tamam, arkadaşınız formda değilmiş, yarın tekrarlayalım isterseniz diyerek centilmenlik yaptım. Çünkü satranç bir centilmenlik oyunudur. Olur dediler. Oynanmış, sonucu belirlenmiş oyun tekrarlanır mıydı? Ertesi günü oynadık ve ben yenildim. Benim yaptığım centilmenliği maalesef rakibimden göremedim. Sonunda o arkadaş üst tura yükseldi. İzlediğim filmlerden epey etkilenmişim anlayacağınız.

Aman dileyen rakibe silah çekmemek, onu gafil avlamamak, onunla eşit şartlarda mücadele etmek güzel bir haslet! Ama tedbiri elden bırakmamayı da iyi bilmemiz, rakibe fırsat vermememiz gerekir. Çünkü rakip zayıf anımızı kollar. Bizim teptiğimiz fırsatı rakibimiz tepe tepe kullanır. 

Adına "stratejik ortaklık" denilen Türkiye-ABD ilişkilerini bilmek için uluslararası ilişkiler okumaya gerek yok. Sokaktaki ilkokul mezunu bir vatandaşımıza sorsak "ABD'nin yaralı parmağa işemediğini, çıkarının olmadığı bir yerde at oynatmadığını, dünyada cereyan eden kötülüklerin babası olduğunu, bizim filmlerdeki başroldeki kötü rol oyuncusu gibi olduğunu, ondan her türlü melanetin beklenebileceğini, rakiplerine diz çöktürmek için zayıf noktalarını kolladığını, fırsatını bulduğu zaman orantısızca saldıracağını" söyler. Nitekim ağustos ayında ABD bize saldırdıkça saldırıyor, vurdukça vuruyor. Neremize vuruyor? Ekonomimize, yani zayıf noktamıza! 

Ve biz oturup kalkıp devletiyle, milletiyle ABD'ye kızıyoruz, ortaklığa sığmaz yaptığın diyoruz. Niye kızıyoruz ki ABD'ye. Zihniyetini, tıynetini, meşrebini ortaya koyuyor. Başkası da beklenmez zaten. Onun görevi sokmak, yıkmak, vurmak, kırmak. Tıpkı yılan gibi, akrep gibi! Yılan ve akrep bizi soktuğu zaman bu hayvanlara kızar mıyız? Çünkü doğasında sokmak var bu hayvanların. Kızsak da faydası olmaz zaten. Belki de en fazla kendimize kızarız, niçin tedbirimizi almadık diye. ABD de doğasının gereğini yapıyor. Biz kızalım da kendimize kızalım. Çünkü düşmanımıza çalım verdik, malzeme verdik. Zamanında tedbirimizi almadık. O da şimdi zayıf yönümüz olan ekonomimize vuruyor.

Sıkıntılı anlarda ne tedbir alabiliriz demekten ziyade barış ortamlarında gevşeklik göstermeden tıpkı düşmanımız gibi silahlanmamız, ekonomimizi düzeltmemiz gerekirdi.

Bu da bize ibret  ve kulağımıza küpe olsun!


Cumhurbaşkanı Erdoğan Öğrenmeye Devam Ediyor! *

“Öğrenmenin yaşı yok denir bizde. Hatta “Beşikten mezara ilim öğreniniz” hadisini bilmeyenimiz yoktur. Ülkenin en üst tepesinde olmasına rağmen bu ülkenin Cumhurbaşkanı da öğrenmeye devam ediyor. Üstelik öğrenirken değme hoca falan aramıyor. “İlim, müminin yitiğidir. Nereden bulursa alır” hadisini kendisine düstur edinircesine herkesten bilgi almaya çalışıyor. Örnek mi istersiniz? Buyurun:

15 Temmuz darbesini kendisine bağlı olan MİT Müsteşarından öğrenmesi gereken Cumhurbaşkanı, ülkede darbenin yapılmakta olduğunu eniştesinden öğreniyor. Yetinmiyor ve bilgiye doymuyor Erdoğan. Şimdi de kapatılan dershanelerin merdiven altı olarak devam ettiğini Milli Eğitim Bakanından öğrenmiyor. Kimden öğreniyor? Ömer Halisdemir’in oğlu Doğan Ertuğrul’dan öğreniyor. Nasıl öğreniyor? Oğul halisdemir, “Sınava hazırlık için dershaneden geldiğini” söylemesi üzerine Erdoğan dershanelerin kapatılmadığından haberdar oluyor.

Güya devletimiz aşağıdan yukarıya merkez ve taşra teşkilatını kurmuş; kimin kime bağlı olduğu, herhangi bir durumda kimin kime sorumluluğunun gereği olarak bilgi vereceği belli. Ülkenin tüm kurumları kendisine bağlı olan kişi darbeyi enişteden, kapatılan dershanelerin hala devam ettiğini “Çocuktan al haberi” çerçevesinde bir öğrenciden haber alıyor ve MEB Bakanını arayarak bu sefer kapatın talimatını veriyor. Adamdaki mütevaziliğe bak. Maşallah! Tevazuundan dolayı Erdoğan’ı tebrik etmemek elde değil.

Bereket Erdoğan, kendisini saraya hapsetmiş, protokol takılan biri değil. Halkın içine giren, her türlü insanla irtibat ve iletişime geçen biri! Eğer halkın içinden biri olmasa inanın ne darbeden haberi olur, ne de dershanelerin devam ettiğinden.

Şimdi komediyi bir tarafa bırakalım, sadede gelelim. Dünün büyük kavgalarının verilerek kapatıldığı dershaneler etüt merkezi, kurs merkezi adı altında resmi veya merdiven altı olarak devam ediyor. Kimi kaçak çalışsa da resmi olarak izin alanlar da mevzuatı delerek kılıfına uydurup merdiven altı olarak çalışıyor. Merdiven altı derken benim küçüklüğümde anladığım gibi anlamayın. Ben küçüklüğümde merdiven altı üretim deyinde gizli-kaçak iş yapanlar apartmanların merdiveninin altına geçer, kimse görmeden oradan üretim yapar sanırdım. Kazın ayağı hiç öyle değilmiş. Bugün merdiven altı dediğimiz dershanecilik çarşının göbeğinde, insan selinin aktığı meydanlarda, herkesin gözü önünde arzı endam ediyor. Üstelik bu tür dershaneciliğin devam ettiği yerlerin hepsinde il ve ilçe milli eğitimler var, kaymakamlıklar var, valilik var, partinin il ve ilçe teşkilatları var, haftalık seçim bölgesine giden vekilleri var: Var oğlu var. Ama merdiven altı öğretim devam ediyor. Üstelik eski dershanelerin aldığı ücretten kat kat fazlasını alarak. Bunlar bu cesareti nereden alıyor? Mahallinde adam gibi denetimler yapılsa, yetkili ve sorumlu kişiler kafasını kuma gömüp ben görmedim demese, formalite denetim yapılmasa kim gizli-kapaklı dershaneciliğe cesaret eder? (Dershane ihtiyacını karşılamak amacıyla okullarda merdiven üstünde yapılan Hazırlık ve Yetiştirme Kursları da evlere şenlik olarak devam ediyor. Bu da ayrı bir yazı konusu)

Erdoğan’ın tesadüfen öğrendiği usulsüzlükler belki de buz dağının görünen yüzüdür. Teşkilatların bu aymazlığı sadece Erdoğan’ın kuyusunu kazarken birileri cebini dolduruyor, birileri de bunları görüp rapor etmeyerek baba muamelesi görmeye devam ediyor.  Maalesef kumaşımız budur. Merak ediyorum, her şeyin kendisine bağlı olduğu bu durumdan atadığı ve birlikte çalıştığı insanların ipe un sermesinden Erdoğan nasıl kurtulacak? Kim Erdoğan’a “kral çıplak” diyecek? Sanırım bunu diyecek olan da Hayrettin Karaman’ın “Çınarımızı kurutmayalım” başlıklı yazısında gizli: “Mümkünse her şehirden gayr-i resmi olarak beş altı iyi kişi seçin, bunları yalnızca siz bilin; bu “iyi” den maksadım “güzel ahlakı ile tanınmış, bilgili ve ehliyetli, iktidardan hiçbir beklentisi olmayan” kişilerdir. O şehrin ve çevrenin doğru bilgisini bunlardan alın. Aday seçiminden imkan tahsisine kadar önemli tasarruflarınızda teşkilattan ziyade bu kişilerin raporlarına güvenin.

* 01/09/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Yav! Ne zorlayıp duruyorsun? Almayız diyorlar ya!"

Fakültede öğrenciyim ve evliyim. Kuvvetle muhtemel bir çocuğum var. Fırsat ve iş buldukça inşaatlarda amele olarak çalışıyorum.

Bir haftasonu idi. Bozkır'da bir sınıf arkadaşımın düğünü var. Tam düğüne gitmeye hazırlanırken eşimin bir akrabasının bir inşaat işi varmış, çatıya makat atılacakmış. (Kiremitin altına kiremiti tutsun diye konan çamur) 

Bozkır'a düğüne gitsem hem masraf edeceğim. En iyisi çalışmaya gideyim ki hem aile bütçeme katkı olsun, hem de akrabanın işi görülsün. 

Sabahleyin erkenden ortaokulda okuyan kayın biraderimle birlikte akrabanın evinin yolunu tuttuk. Ücret falan konuşmadık. Zira akraba ile ücret konuşulur mu? Akşama kadar ben, kayın birader, akrabanın kendisi, usta (var mıydı hatırlamıyorum) ahır veya samanlığın tüm makat işini bitirdik. İyi de yorulduk. Çalışanlar bilir, inşaatta çalışmak zordur. Hele makat atmak belki de en zoru. Toprağı samanla bir güzel harmanlayacaksın. Su ile karıştırıp karmak için daire şeklinde havuz yapacaksın. İçini su ile dolduracaksın. Ardından elindeki kürekle toprağı suya yavaş yavaş bir güzel emdirip çamur yapacaksın. Çamur ne cıvık, ne de pek olacak. Yan kıvamında olması için kürekle durmadan aktaracaksın. Yani bu arada suyu da dışarı kaçırmayacaksın. Güneş tepene dikilmiş, elime geçtin, ne yapayım sana der gibi ısısını verdikçe buram buram terletip ter akıtıyor, üzerimizde boza pişiriyor. Sarısın zaten Güneşin seni yakmaması mümkün değil. Kıvamına getirdiğin çamuru kürekle kovaya doldurup dört gözle çatıda bekleyen ustaya uzatıyorsun. Gönderdiğin kovayı boşaltmasıyla birlikte usta sana boş kovayı tekrar uzatıyor ve ardından çamuuur diye sesleniyor. Soluklanmadan gelen kovayı tekrar tekrar doldurup uzatıyorsun. Gönderdiğin kovadaki çamur ne ki? Bir kiremitin altını kapatacak şekilde kalınca döşeyiveriyor. Mesai kavramı da yok. İş bitinceye kadar çalışacaksın, bu iş zormuş, ben bırakıyorum, ne halin varsa gör deme durumun da yok. Çalışıyoruz ama emeğimizin, alın terlememizin ve kürek sallamamızın karşılığını alacaktık. Şurada akşama ne kaldı? Ceniniz para görürse tüm yorgunluğumuz giderdi nasılsa.

Bize su getirip götüren, getir-görür işi yapan ev sahibinin hanımı kocasının huyunu iyi biliyormuş ki biz çalıştıkça "Sağ olsun çocuklar yardımımıza geldi. Bu çocukların yevmiyesini ver" dedi kocasına. Bunu birkaç defa tekrarladı. Kayın biraderle ben, "Yok ya, ne parası? Biz öylesine yardıma geldik" dedik. Kadın akşama doğru "Bu çocuklara paralarını vereceksin" diye kocasına bir daha söyledi. Adam, "Yav! Ne zorlayıp duruyorsun? Almayız diyorlar ya!" demez mi? Buyur buradan yak şimdi! 

Akşam ezanlarıyla birlikte (belki de ezan okulalı epey olmuştu) işi bitirdik. Vedalaşıp ayrıldık. Yürüyerek evin yolunu tuttuk. Belki de bir saat yürüdük. Çünkü uzaktı mesafe. Enişte ayrılırken sağ olun dedi mi hatırlamıyorum.  Yorgunluğu, terlemeyi, yürüme mesafe ve saatini de unuttuk. Çünkü aradan 29 yıl geçti en azından. Her şeyi unuttuk ama noktası virgülüne unutmadığımız tek şey eniştenin hanımına kızarak "Yav! Ne zorlayıp duruyorsun? Almayız diyorlar ya!" şeklinde bağırmasıydı. Kayın ile bir araya geldikçe hatırlarız o anı.

Rahmetliden ne ne umduk, ne bulduk! Enişteyi tanırdım ama cebinde bu kadar akrep olduğunu bilmiyordum. Böyle dedi ya, giderken cebimize biraz para koyar umudu vardı. Zira öğrenciydik ne de olsa. Ayrılırken arkamıza baka baks gittik acaba insafa gelir mi diye. Ama ne Nuh dedi, ne de peygamber! İşini bedava yaptırdığını kar saydı.

Aradan yıllar geçti. Bir gün eşi, "Beni evime bir bırakıver, neyse paranı vereyim" dedi. "Ben para falan istemem. Eğer illa para vereceksen eniştenin bizi çalıştırdığı o bir günlük yevmiyeyi verseniz iyi olur, zira hiç aklımdan çıkmadı. Oğlunuz müteahhitlik yapıyormuş, üstelik işi de iyiymiş. Babası rahmetlinin borcunu ödeyiversin" dedim. Sadece güldüler o ve arabadaki diğer taşıdıklarım. Tamam söyleyeyim de versin dedi. Yine öyle kaldı. Şaka yaptığımı sandılar. Ciddi olduğumu nasıl gösterebilirim ki? Gerçi vermezler. Verseler de ne ifade eder ki? İşçinin alnının teri kuruduktan sonra ne işe yarar ki?

Bilemediğim Hassasiyetleri Ne Ola ki?

—Üstat! ...gazetede yazmak ister misin? Ben yazmanı istiyorum. Gazetenin sahibi arkadaşım olur. Sizi bir görüştüreyim.
—Olabilir.
*
—Alo üstadım! Müsait misin haydi gidiyoruz.
—Gidelim.
—Selamün aleyküm!
—Aleyküm selam!
—Size bahsettiğim arkadaş. Ben aradan çekiliyorum. Aranızda şartları konuşursunuz.
*
—Kaç gün yazarsınız?
—İki gün.
—Salı-perşembe uygun olur mu?
—Olur.
—Yayımlanacak yazımı en geç ne zamana kadar göndermem gerek?
—Akşam 17.00'ye kadar.
—Yazı konusunda herhangi bir hassasiyetiniz var mı?
—Hayır! İstediğinizi yazabilirsiniz. Size referans olanın hassasiyeti bizim de hassasiyetimiz. Zaten müstear isimle yazacaksınız. Daha rahat yazarsınız.
*
—Selamün aleyküm!
—Aleyküm selam!
—Benim yazıya yer vermemişsiniz gazetenizde.
—Erken seçim kararı alınınca baskıya erken geçtik, sizin yazı da geç gelince giremedik. Yarın yayımlayacağız. İki yazı göndermişsiniz. Son gönderdiğinizi yayımlamazsak...
—Niçin? Yazıda bir sorun mu var?
—Yazının içeriğinde sorun yok da. Başlıkta bir sıkıntı var. 
—Ne var başlıkta?
—Başlığınız "Baskın Seçim" ifadesini şu şu siyasi parti liderleri de kullandı. Buna tepki gösterildi. O yüzden yani.
—Ama alınan bu karar olsa olsa ancak baskın bir seçim olur.
—Öyle de, yani!
—Tamam o zaman önceki gönderdiğim yazıyı yayımlayabilirsiniz.
—Teşekkür ediyorum.
*
Günler, aylar geçti. Gönderdiğim yazılar haftada iki gün yayımlanmaya devam etti. Bayramdan sonra gönderdiğim (https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2018/08/ekonomide-geldigimiz-nokta-duvara.html)
yazım yine yayımlanmadı. Ne ben aradım niye yayımlanmadı diye. Ne de gazeteden bir arayan oldu. 

Üzüldüm mü? Evet! Kırıldım mı? Elbette! Kim üzülüp kırılmaz, kim yazısının çizik almasını ister ki? İlk çizikten sonra ikinci çizik almak... İçim rahat mı? Fazlasıyla. Zira amatörce, severek yaptığım bu işte yüz kızartacak bir şey yapmadım, kimseyi mahcup etmedim. Tüm yazılarımda yaptığım, içimi içtenlikle yazıya dökmektir. Adı geçen gazetenin, başlığından korkarak yayıma vermekten imtina ettiği yazıyı diğer yazdığım gazeteye gönderdim, aynen yayımlandı. Hiç de sorun olmadı. İkinci çizik alan yazımı da noktası, virgülüne dokunmadan diğer gazeteye göndereceğim. Yine bir sorun olmayacak. 

2015 yılından beri yazdığım bütün yazılarım "dilinkemigiyok.blogspot.com" adlı mütevazı blogumda yayımda ve herkesin okumasına açık. Bugüne kadar 1800'den fazla yazı yazarak yayımlamışım. İki-üç gazeteye gönderdiğim yazılarım da bloğumdan seçerek gönderdiklerimden oluşuyor. Bir kısmını da sosyal medyada kendim paylaşıyorum. Son üç-dört aydır yazdığım tüm yazılarımı whatsappımdaki durumdan da paylaşıyorum. Bugüne kadar kimseden bir yergi, herhangi bir makamdan uyarı almadım.

Hiçbir zaman için iyi yazarım, iyi düşünüyorum, yazdıklarım doğru iddiasında olmadım. Yazmaya başlarken neyi dert ediniyorsam o konuyu ele alacağım demiştim. Şükür ki hemen hemen her konuda yazdığım bir birikimim oldu. Yazdığımdan para kazanmadım. Kazanmayı da düşünmüyorum. İleride derli toplu olsun diye bloğumdaki yazılarımı derleyip kitap haline getirirsem ne ala. Bunun için de bir çabam yok.

Tekrar çizik yediğim konuya gelirsek; üzülsem de, kırılsam da içimde adını koyamadığım bir sevinç var. Çünkü birden fazla yerde yazmak bana sıkıntı vermişti. Çizik yediğim gazeteye çok iştahlı göndermedim. Dostumun yazar mısın teklifine gayri ihtiyari olarak telefonda olabilir dedikten sonra, olmaz diyememiştim. İlk çizikten sonra iyice soğumuştum. Şükür ki bırakan taraf ben olmadım. Böylece zoraki evlilik sona ermiş oldu. 

Yazımı uzattım biliyorum. Son kez gazetenin duruşu bir şey söyleyeyim. Zira içimde bir ukde kalmasın. Gazetenin yayın politikasına saygı duyarım. Mutlaka her gazetenin bir hassasiyeti vardır. İşin başında gazetenizin herhangi bir konuda bir hassasiyeti var mı diye sordum. Yok dendi. Pekala bana "Bizim şu konuda, şöyle şöyle hassasiyetimiz var" şeklinde açıkça söyleyebilirlerdi. Ama söylemediler. Çalışırken gördüm ki en ufak bir yapıcı eleştiriye bile tahammülleri yokmuş. Buna tahammülleri yok da niye çıkarıyorlar ki gazeteyi? Gazete ve gazeteci dediğin olaylara biraz eleştirel yaklaşır, halkın nabzını tutar, halka doğru haber vermeye çalışır. Bir partinin bülteni gibi çıkmaz, kraldan fazla kralcı olmaz. Ödü kopmaz. 

Kimse kusura bakmasın, tıpkı insan gibi gazetelerin de bir onur ve itibarı vardır. İnsan da kendi itibarını kendi kazanır ve kaybeder. Gazete ve gazeteci de. Kimse, kimseye bir itibar elbisesi kazandırmaz. Bu durumda gazeteye tavsiyem, gazetenin başlığının altına "Gazetemiz x partisinin bültenidir" yazmasıdır. Bu durumda kimse bir şey demez. Çünkü adı üzerinde bir partinin bültenidir.

30 Ağustos 2018 Perşembe

Dilime Kemik Koydurmak İstiyorum

—Neyin var?
—Bir şeyim yok.
—Ne demek bir şeyim yok? Niye geldin ya?
—Benim bir isteğim var.
—Burası istek kapısı değil, hastane. Lütfen meşgul etme. Başka hasta alacağım.
—Dur hele dur! Dilimin kemiği yokmuş benim.
—Ne yapayım yoksa? Ne var bunda? Dilin kemiği mi olurmuş? Sonra kimin var?  Allah öyle yaratmış.
—Deme ya! Ama bana herkes "Senin dilinin kemiği yok" diyor.
—Evladım, Allah öyle yaratmış. Atasözümüz bile var, dilin kemiği yok diye. Zaten olması mümkün değil. Zira dilde kemik olsa dil sağa sola dönmez. İstediği lafı evirip çeviremez. Zaten dilde kemik olmamalı.
—O zaman ne diye bana durmadan senin dilinin kemiği yok diyorlar. Bende bir eksiklik olmalı. Ama ne?
—Diline sahip çık, ne konuştuğuna dikkat et demek istiyorlardır. Benlik işin yok senin. Haydi lütfen!
—Ben dilime kemik koydurmak istiyorum ama...
—Fesübhanallah! Be adam dile kemik konur mu? Dil dediğin kemiksiz olur. Al bak! Bende de yok. (Burada doktor dilini çıkarıp bir güzel gösteriyor.)
—O zaman ben ne yapacağım şimdi?
—Sen şimdi git, öğle arası oturalım seninle. Ben sana ne yapman gerektiğini bir güzel anlatırım.
—Çok teşekkür ederim.
*
—Anladığım kadarıyla senin dilin biraz sivri. Diline mukayyet olacaksın, olur olmaz konuşmayacaksın. "Sövene dilsiz, dövene elsiz" olacaksın. Her doğruyu, her yerde söylemeyeceksin. Köre kör, sağıra sağır, şaşıya şaşı, kiloluya kilolu; gözün üstünde kaşın var demeyeceksin.  Nabza göre şerbet vermeyi bileceksin. Fincancı katırlarını ürkütmeyeceksin. İyi bir tasdikleyici olacaksın. Rüzgara doğru işemeyeceksin, ona göre yön değiştireceksin. Asla muhalif olmayacaksın. Doğrucu davutluk yapmayacaksın. Sürü psikolojisini iyi bileceksin. Kalabalık nere gidiyorsa, ne diyorsa vardır bir bildikleri diyeceksin. Muhatabın konuşurken kendisiyle çelişirse, bir sözü öncekini tutmuyorsa "Efendim siz daha önce şöyle demiştiniz" demeyeceksin. Gücü-kuvveti elinde bulunduranlara karşı nezaket ve saygıyı elden bırakmayacaksın. Onlar konuşurken can kulağıyla dinleyeceksin. Konuşmaları içine sinmese bile asla karşı gelmeyeceksin, onlar gibi düşüneceksin. Hatta çok haklısınız, çok güzel tespit yaptınız diyeceksin. Su akarken testini doldurmayı bileceksin. Dediklerimi yaparsan diline kemik koymaya gerek yok. Zaten konmaz. En azından ben bilmiyorum.
—Çok teşekkür ederim doktor bey!
—Ne işle iştigal ediyordunuz?
—Eğitimciyim.
—Eğitimciler çok konuşur.
—Mesleğin dışında ne tür hobilerin var?
—Kendi halimde karalarım.
—Resim mi yapıyorsun?
—Bloğum var. Oraya dökerim içimi.
—İyi güzelmiş. Adı ne bloğunun?
—dilinkemigiyok.blogspot.com.
—Ne tür konulara değiniyorsun blogta?
—Siyasi, sosyal, güncel, dini-ahlaki, ekonomi konuları... İnsanı ilgilendiren her konu ilgi alanıma girer. Neyi dert ediniyorsam onu.
—Yazman güzel. Ama sana tavsiyem bloğun adını değiştir. Tehlikeli zira. Üstelik file benzemez yazı. Dilden çıkan uçar gider, ama yazı kalır. Yazarken çok dikkatli olmalısın. Yoksa başına iş açarsın. Sen diline dikkat ederken eline de çok dikkat edeceksin.
—Bunları biliyorum da yapamıyorum ki...
—Yapacaksın, yapmalısın, yapmak zorundasın. Senin bu hastalığının ilacı benim söylediklerimdir. Yoksa ağrımaz başını ağrıtırsın. Bundan başka diline kilit vurup elini bağlayamam ya...
—Teşekkür ediyorum.


"Bu İş Yerinde Türk Lirası Geçerlidir" *


Çarşıda bir çay ocağının önünden geçerken A4 kağıdına büyük puntolarla "Bu İş Yerinde Türk Lirası Geçerlidir" yazılı bir kağıt gözüme ilişti. Küçük esnafımız kendince Türk lirasına destek veriyor. Tebrik ederim kendisini. Malum paramızla imtihan oluyoruz bugünlerde.

Bu yazıyı sanki bir kampanya düzenlenmiş birkaç yerde daha gördüm. Bu yazıya iki yönden bakacağım. İlki, vatandaşımız bir operasyona bağlı olarak TL üzerinde oynanan oyuna kayıtsız kalmamış, tepkisini bu şekil broşürle gösteriyor. Yani ABD-Türkiye arasında ABD merkezli başlatılan dolar-TL savaşında devletimin yanındayım demek istiyor ve manevi bir destek veriyor. Faydası olur mu? Bir duruş göstermesi bakımından anlamlı ve bir kamuoyu oluşturmaya yönelik olsa gerek. Tebrik ederim bu duyarlılıkta olanları. 

Şimdi gelelim bu yazının ikinci veçhesine. Bu yön tamamen benim muzipliğim. Yazıyı görür görmez hoşuma gitmekle beraber garipsedim. Bu iş yerinde TL geçerli derken merak ettim başka hangi para geçerli olacaktı? Bu esnaf bu küçük işletmesini açtı açalı kendisine bugüne kadar dolar, Euro, riyal vb. yabancı para uzatan olmuş mudur? Ya da daha önce iş yerini TL değil de diğer paralarla mı işletmiş? Çay kaç para diyene şu kadar sent mi dedi? Bu şekil yazıp duyarlılık göstermek güzel ama bir o kadar da garip. Bu para çay ocağında da geçerli olmayacak da cebimizde süs olsun diye mi taşıyacaktık? Sonra bu iş yerinin dövizle ne işi olur? İthal bir malzeme kullanmıyor ki... Çay ülkemizden, su ülkemizden! Hatta tatlı su kullanırsa beleş! Başka neye ihtiyacı var ki? Kaynar suya çayı demleyip bardağa katıp önümüze koyuyor. İsterse bundan sonra gelen müşteriden çay parasını dolar cinsinden istesin de gününü bir görsün. Ne kafası kalır, ne de gözü. Gün görmedik lafları da işitir bizim insanımızdan.

Bu esnafımız iyi niyetli biliyorum. Diğer yazıp yapıştıranlar da. Keşke bu yazıyı "ABD-Türkiye ekonomi savaşında her yönüyle devletimin yanındayım" şeklinde yazıp assalardı daha iyi olurdu. İçinizden bu yazının da diğerlerinden farkı yok, bir de ABD safında mı yer alacaktı diyebilirsiniz. Haklısınız. Ama içimizdeki sayısız ABD hayranı ve haini göz önüne alırsak bana hak verirsiniz.

Esnafımızın dövizle işi olmasa da verdiği manevi ve psikolojik destek takdire şayan! Bakmayın siz benim garip karşıladığıma… Keşke alın terleterek damlaya damlaya para kazanan bu küçük esnafımızdaki duyarlılık; paraya para demeyen, döviz yükseldikçe zam aklına gelen bazı sırtı kalın insanlarımızda da olsa. İş yerine böyle bir kağıt asmasa bile kazanacağı kardan biraz ödün verse ülkesine en büyük desteği vermiş olur.

* 03/09/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



29 Ağustos 2018 Çarşamba

Tarikat ve Cemaatler

Anlamları farklı olsa da tarikat ve cemaat kelimeleri çoğu zaman karıştırılır ve birbirinin yerine kullanılır. Bu yazımda gözlemlerime dayanarak tarikat ve cemaatlerin işlevlerine, benzerlik ve ayrılıklarına değineceğim.
1. Tarikat aynı hedefe odaklanmış insanların gittiği yoldur. Tasavvufun günümüzde kurumsallaşmış halidir. Cemaat ise aynı hedefi gerçekleştirmek için insan topluluklarının bir araya geldiği yapılardır. Günümüzün STK'ları denebilir.
2. Tarikatın başında şeyh, cemaatin başında dini lider olur.
3. Tarikatlarda bir silsile takip eden bir gelenek vardır. Cemaatlerde ise genelde cemaati kuran kişi başkan olur.
4. Tarikat insan terbiyesine önem verirken cemaatler sosyal bir yapı olarak işlev görür.
5. Günümüzde -istisnaları olmakla beraber- her ikisi de vakıf, dernek adı altında görev ifa eder.
6. Tarikatın başında bulunan şeyh ölünceye kadar tarikatın başında kalır. Hepsi olmamakla beraber cemaatin başındaki de ölünceye kadar görevini yürütür. Sağlığı elverdiği müddetçe cemaatin başında kalır.
7. Bariz bir şekilde olmasa da her ikisinde de ticaret ile uğraşma vardır.
8. Her ikisi de siyasetten uzak gibi görünse de seçim öncesinde makamlarına siyasiler mutlaka uğrar. Perde gerisinde dirsek teması vardır. Önceleri siyasilere verilen gizli destek günümüzde alenen basın yoluyla açıklanmaktadır. Her ikisinde de grup psikolojisi vardır. Bireysel çıkışlar tasvip edilmez.
9. Her ikisinde de amaçları çerçevesinde çalışma yapan tarikat ve cemaat olabildiği gibi kötü amaçlı görev ifa edenleri vardır.
10. Her ikisi de işlevlerini yerine getirmek için yardım alırlar. Tarikatler resmen yok hükmünde olduğu için gelir ve gideri devletin yetkili kurulları tarafından denetlenmez. Cemaatlerin denetimleri ise yüzeysel yapılmaktadır.
11. Her ikisi de dini oluşumdur. Tarikatlerin geçmişi silsileye dayanırken cemaatler kökü olmadan sonradan kurulabiliyor.
12. Her ikisinde de tabilerini eğitmek, onlara yol göstermek ve hareketlerini anlatmak amacıyla dergi çıkarma vardır. Bu dergide mutlaka tarikat şeyhinin ve cemaat liderinin yazısına yer verilir. Müntesipleri tarafından bu yazılar ciddiyetle okunur.
13. Her ikisinde de belirli periyotlarla evlerde veya cemaat veya tarikata tahsis edilmiş yerlerde toplantılar yapılır.
14. Her ikisinde de oluşumun büyüklerine ziyaret yapılır. 
15. Tarikat şeyhi ve cemaat lideri gönüllüleri tarafından el üstünde tutulur,  saygıda kusur edilmez, asla eleştirilmez, dedikleri ikiletilmez, sözlerinin üzerine söz söylenmez.
16.  Her ikisinde de merkez, il ve ilçe yapılanması vardır. Tarikatlerde mahalle, köye kadar temsilci bulunur.
17. Her ikisinin toplantılarında dini konular konuşulur, vaz-ı nasihat edilir, dini sohbet yapılır.
18. Tarikatlerde müridin yapacağı zikir, evrad, tesbihat vb ev ödevleri vardır. Teheccüde kalkmak esastır. Sohbetlerinin bazısında topluca zikir çekilir. Cemaatlerde etkinliklerde görev verilir. Bazı cemaatlerde de tarikatlarda olduğu gibi ev ödevi verilebilmektedir. 
19. Tarikat şeyhine ve cemaat liderine nasıl geçinirsin, gelirim ne kadardır sorulmaz. En azından ben görmedim.
20. Her ikisinde de kitap vb okunacaksa kendi çıkardıkları kitabı okumak önceliklidir.
21. Her ikisinde de itaat kültürü vardır. Cemaat ve tarikattan ayrılan veya uzaklaşan tasvip edilmez.
Bir tarikat veya cemaatin müntesibi olmayan biri olarak bunlar benim dışarıdan gözlemlerimdir. Yazdıklarımı eleştirebilirsiniz, katılır veya katılmazsınız, ilave de yapabilirsiniz. Tarikat ve cemaat kelimesi kuruluşu, işlevi itibariyle ayrı olsa da görüleceği üzere benzerlikleri daha fazladır. Belki de bu benzerlikleri fazla olduğundandır çoğu zaman birbirine karıştırılmakta, hatta birbirinin yerine kullanılabilmektedir. Birden fazla kişinin bir araya gelmesine cemaat diyorsak bundan hareketle her tarikat cemaattir, ama her cemaat tarikat değildir sonucu çıkarabiliriz. Birbirinin yerine kullanılmasında bir sakınca yoktur kanaatime göre. 

Krizi Fırsata Çevirebiliriz *

Şu iyice anlaşıldı ki ABD bizimle sadece uğraşmıyor, savaşıyor. Savaşın adı da ekonomik savaş. Belli ki ABD'nin kuyruğuna iyi basmışız ki vurdukça vuruyor, saldırdıkça saldırıyor. Devlet ciddiyetiyle bağdaşmayan saldırılar bitecek gibi değil. Bizi bitirmeye azmetmiş gayri. 

Dünyaya dağ kanunlarını uygulayan dünün Kızılderililerin kanı elinde olan bu devlet, çevirip dünyaya pazarladığı kovboy filmlerindeki başrolü oynuyor. Bu rolünü devam ettirebilmesi için kendisine baş kaldıran Türkiye'yi ya yola getirecek, ya da bitirecek. Eğer bu ikisinden birini yapamazsa dünya devi karizmasını fena halde çizdirecek. Böyle bir durum ABD için sonun başlangıcı demektir. Saldırısı, hırçınlığı, küstahlığı da bundan! Umarım eceli Türkiye'nin eliyle olur.

ABD'nin fütursuzca saldırılarına karşı biz ne durumdayız? Ne yapabiliriz ki? Etimiz belli, budumuz belli, ekonomik gücümüz belli. Alınan onca tedbire rağmen dünya sömürü aracı dolar karşısında paramız hız kesmeden eriyor. Kimse önünü göremiyor, tedirgin bir bekleyiş var herkeste. Bu kabus ne zaman bitecek diyor. Ülke olarak yeniden zamlarla tanıştık. Çünkü iğneden ipliğe her şeye zam geldi. Böyle giderse zamların büyüğü arkadan gelecek. Esas sıkıntı sanayici ve iş adamları batarsa o zaman baş gösterecek. Her şeyimiz dolara endeksli olunca bu durum kaçınılmaz maalesef. Görülmedik bu saldırı karşısında hükümet de aciz durumda. Çünkü elinde oynayabileceği kozu yok ya da sınırlı.

Gidişat ekonomimizin sıfırlanması, hatta eksiye doğru gitmesi yönünde. Dibi göreceğiz yani. Elimizde, avucumuzda  ne varsa kaybedeceğiz. Dünyanın sonu mu bu? Hayır, ne münasebet! Hangimizin doğduğunda neyi vardı? Çırılçıplaktık hepimiz.  Kazandık ve tekrar sıfırlandık. Farz edelim ki aynı durumdayız. Bu durumda ne yapmalıyız? Bu kötü durumdan sıyrılabiliriz. Nasıl mı? Hiç dertlenmeden, sızlanmadan; dün ne idik, bugün ne olduk demeden işe sıfırdan başlayabiliriz.  Çünkü sıfırı tüketmeden, ayakta sendeleyerek yeniden ayağa kalkılmaz. Önce yere düşüp yerden güç alıp ayağa kalkacağız. Milletçe sıfırdan bir ekonomi geliştirebiliriz. Yapacağımız şey geçmişten ibretler çıkarıp ayağımızı sağlam basmak, rahatımızdan ödün vermek, bilinçli bir şekilde çalışmayı seçmek, üretmek. Bunun için milletçe bir ekonomik seferberlik başlatmalıyız. Kimin gücü ve yeteneği neye yeterse oradan başlamalı. Rahata kavuşuncaya kadar baldan börekten vazgeçmeli, gerekirse kuru ekmek yemeliyiz. Bunu yapabilmek için önce "Biz bunu başarabiliriz" deyip kendimize güvenimiz gelmeli. Yurtdışından kimseye avuç açmadan kendi yağımızla kavrulmalıyız. Üretime dayalı bir ekonominin temellerini atmalıyız. 

Sıfırdan kuracağımız bu ekonomi modeli dünya milletlerine örnek bile olur. Bu millet ne badireler atlatıp bugüne gelmiştir. Yeter ki soğukkanlılığı elden bırakmayalım, kendimize ve birbirimize güvenelim, bir ve beraber olalım.  Unutmayalım ki ağustos ayımız zaferlerle doludur. Bizi parçalamak isteyenler ağustos ayında Sevr'i dayatmışlar bize, tıpkı bugün bizi bitirmek istedikleri gibi. Ama gelecekleri varsa görecekleri de vardır. Ağustos ayında şaha kalkmışız her defasında: Malazgirt, Otlukbeli, Çaldıran, Mercidabık, Belgrat, Mohaç, Kıbrıs, Erzurum Kongresi, Sakarya Meydan Savaşı, Büyük Taarruz hep ağustos ayında gösterdiğimiz zaferlerdir. Ağustosun son gününü yaşadığımız bugün niçin ekonomik krizlerden kurtuluşumuzun ve şaha kalkışımızın başlangıç noktası olmasın. Yeter ki biz kendimize inanalım ve güvenelim. Bizim için zafer yakındır.

* 31/08/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Aramızdaki Alaverelerde Yapmamız Gereken

Geçen günü bir tanıdığım aradı: "İki sene önce bir tanıdığıma peyderpey biraz borç verdim. Ödemeyeceğim demiyor ama ödemiyor da. Tanıdık bir avukatın var mı? Aramızda bir senet yapalım, hatta ne yapılacaksa yapalım" dedi.

Çarşıda borçlusuyla beraber buluştuk. Borçlunun konuşması, hal ve hareketinden ödemeyecek bir durum sezmedim. Eşi, oğlu ve kendisi çalışmasına, eve üç maaş girmesine rağmen ödeyemiyor. Kredi burcu var mı dedim. "İki tüketici, bir de konut(dedi sanırım) kredim var, kredi kartı ödemelerim var. 2019 Ocağında bitiriyorum borçlarımı" dedi. Adamı borç batağı içinde gördüm.

Alacaklı, kıt-kanaat geçinen asgari ücretli biri. Ek iş yapmak suretiyle dişinden tırnağından artırdığını ileride bir ev almak umuduyla üç-beş kuruş bir tarafa atmış. Arkadaşının ev almak/yaptırmak istediğini duyunca kenara attığını ona borç vermiş. 

Karşımızda iyi niyet ve karşılıklı güvene dayalı bir borç verme ve alma muamelesi var. İki yıl geçmiş ama orta yerde ne bir geri ödeme var, ne çek, ne senet. Sadece borç veren verdiğini, borç alan da aldığını biliyor. Tamamen karşılıklı güven esasına dayalı bir borçlanma. Benzer alavereyi ülkemizde çoğu kimse yapıyor. Geri ödeme yapılınca sorun yok. Ya ödenemiyorsa...işte esas sorun burada başlıyor. 

Doğru mu bu şekil borçlanma yöntemi? Doğru değil maalesef. Ne çek var, ne senet, ne şahit, ne yazılı bir kayıt, ne de ödeme takvimi! Kur'an-ı Kerim'e ters bir defa. Çünkü Kur'an-ı Kerim'in en uzun ayeti Bakara süresinde geçen borç ayetidir. Allah bu ayette her ayrıntıya yer vererek borç alma ve vermede izlememiz gereken yolu anlatır. "Borçlandığınız zaman yazın, iki de şahit bulundurun, yazmayı bilmiyorsanız birini katip seçin veya verdiğiniz borca karşılık bir rehin alın..." buyurur Allah. Neresi uyuyor bizim alacak/verecek meselemiz ayete? Ayete uygun borçlanmadığımız gibi biri çek, senet yapmaya kalksa "Arkadaş güvenmiyor musun" deriz. Hele verdiğimizin karşılığında bir ipotek istesek kıyamet kopar. Çünkü bu işlerimiz hep "Bana güven, gerisini merak etme sen"  mantığına dayalı.

Bir okula giderek borcun altı ay sonra ödenmesi için aralarında bir senet ve bir sözleşme hazırlayıverdim. Karşılıklı imzalar atıldı. Borçlu kimse altı ay sonra borcunu öder mi? Bunu zaman gösterecek. Ama en azından ellerinde kimin kime, ne kadar borçlu olduğuna ve borcun ne zaman ne şekilde ödeneceğine dair yazılı bir kayıt-kürekleri var. Bu aşamadan sonra söz uçsa da yazı kalır.

Bizim sadece borçlanma şeklimiz değil, hemen hemen bütün işlerimiz böyle. Ailenin temeli dediğimiz evlilik aktimiz de böyle. Resmi nikahın dışında adına dini nikah dediğimiz ve ekseriyetimizin kıydırdığı bu nikah türünde sadece söz var. Ne kayıt var, ne kürek, ne de yaptırım.  Evlilik devam ettiği müddetçe sorun yok. Esas sorun anlaşamayıp ayrıldıkları zaman ortaya çıkıyor. Maalesef bu yaptığımız da doğru değil. 

Adana'da birlikte aynı okulda çalıştığım bir meslektaşım boşalan evine oturmamı istedi. Önce olur dedim. Ardından hocam,! Aramızda bir hukuk var, dostluğumuz var. Biz mesai arkadaşıyız. Ben evini tutmayayım. Çünkü işin içine para girerse yarın kötü olabiliriz dedim. Bana, "İşimizi sağlam yaparsak niye sorun olsun, sen düşünme bunu" dedi. Gitti bir kira kontratı getirdi. Önce onu doldurup bana imzalattı, ardından bir de tahliye belgesini doldurup imzalattı. Haydi hayırlı dedi. Ev sahibimin evinde 3.5 yıl oturdum hiç sorun yaşamadım. Tayinim çıkınca evini tahliye ettim, helalleşip ayrıldık. Ben kendisinden ayrılalı 13 yıl oldu, kendisiyle hala hukukumuz devam ediyor.

Biz ne zaman ki aramızdaki muamelelerde işi resmiyete dökersek başımız huzurlu olur, işlerimiz tıkırında yürür. Aramızda hır-gür olmaz. İlişki ve dostluklar ilanihaye devam eder. Birbirimize güvenelim. Çünkü güvenmeden olmaz. Ama tedbiri elden bırakmamalıyız. Tedbirin olduğu yerde aldanma/aldatma olmaz. Fazla bir şey istemiyorum, araba alım-satım işlerinde gösterdiğimiz noter tasdikli satış duyarlılığını hayatın diğer alanlarında da gösterelim. Yoksa başımız çok ağrır.

Tekne Kazıntısı

Dört çocuktan üçü baş göz olup çekti gitti. Evde kala kala tekne kazıntısı kaldı. Bugün size ondan bahsedeceğim. 

Evin neşesi, ailenin son nefesi. Elim, ayağım aynı zamanda. Espri anlayışına derman yetmez. Ne de olsa adı Fehmi. Adına çekmiş olmalı. Namı diğer Hoşçocuk. Asrın Nasrettin'i olursa hiç şaşırmam. Ne lafın altında kalır, ne de sözün. Dili pabuç gibi zira. Her söze söyleyecek sözü vardır. Yeter ki gününde olsun. Ciddi görüntüsünün altında müthiş bir espri yeteneği var. Ciddi olduğu kadar ortamı sulandırmayı, sen kızdıkça espri ile cevap vermeyi ve gülmeyi iyi becerir. Oğlum, ben ekmek almaya gidiyorum diye seslenirim. Kendisine bir imada bulunduğumu bilmesine rağmen hiç bozuntuya vermeden "tamam baba, iyi olur" der.

Becerikli olmasına rağmen iş yapmayı pek sevmez, tıpkı ders çalışmayı sevmediği gibi. 
Kendisinden istenen bir işi bir başkasına yaptırmayı da pek sever. Üşengeç mi üşengeç, rahat mı rahat! Tam bir "z" nesli, milenyum çocuğu. Becerisi dijital oyunlarında da kendini gösteriyor. İstediğini aldırtmayı da iyi bilir, mücadelesinde kolay kolay pes etmez. Açık sözlüdür aynı zamanda.

Bilgisayar bilgisayar dedi tutturdu. Ne yapacaksın, daha evde var ya dedim. "Ben oyun bilgisayarı istiyorum" dedi. Aklının ucundan bile geçirme, evdekilerle oyna dedim. "Benim oynayacağım oyunları kaldırmaz bunlar" dedi. Şakasına git, bin lira biriktir alalım dedim. Tamam dedi. Kısa zamanda harçlığından biriktirerek getirdi önüme koydu. Hasılı almak zorunda kaldım.

Çay içmeyi pek sevmez ama aksiliği de üzerinde. İçerse diye bardak getiririz, çay içmeye gelmez. Nasılsa çay içmiyor diye bardak getirmeyiz o çay içmeye gelir. Orta yerde ne bardak var, ne de şeker. Çünkü evde çaya şeker atan yok. Şeker almaya mutfağa gitmektense çaya şeker atmayı bırakırım dedi ve şimdi çayı şekersiz içiyor. Üşengeçliğin zaferi bu. Bir de üşengeçlik iyi değil derler. Oğlum ekmek lazım deriz. "Tamam o iş bende" der, ekmek almaya gitmez. Bizimki evlenmeden önce akşam işten gelecek ağabeylerine "Abi, gelirken ekmek alın gelin" diye mesaj gönderiyormuş. Bir gün evde ekmek alınacak. Kendi kendine ekmeği mesele edinirken abilerinden biri eve geleceğini, gelecek bir şey var mı diye telefon açtı. Gelirken iki ekmek getir dedim. Telefon konuşmamı odasından dinleyen bizimki ekmeğin başkasına sipariş edildiğini duyunca sevinçle yanıma geldi. Elimi öptü, boynuma sarıldı: "Allah razı olsun baba, beni bir yükten kurtardın" diye bir sevindi bir sevindi. Bazı zamanlarda ekmeği bırakalım dedi bize. Tamam desek dünden razı, ekmek yemeyi de bırakırdı.

Rahatına düşkünlüğünün yanında aksiliği de var. Nasılsa ekmek almıyor, ben alayım dersin, ekmek almış olur. İşin yoksa onun ve benim aldığım ekmeği günlerce bayat bir şekilde bitirmek için uğraş dur. Sorumluluğunu üstlendi artık, ekmek almıştır deyip eve ekmek almadan gelirim. Bizimki de almadan gelir. Dedik ya aksi diye. Spor ayakkabısı almaya gittik beraber. Makul bir ayakkabı olsun dedim. Tezgâhtar fiyatı normal olan bölümü gösterdi. Şu taraftan düşünürseniz dedi. O bölümün fiyatlarına bir göz attım. Pahalı mı pahalı. Bakma o tarafa dedim bizimkine. Vara demez olaydım. İyi o zaman bu taraftan bakayım dedi, gitti en pahalısına sarıldı. Sağ olsun olmaz desem de alınmaz ama elimiz mahkum bu aksiliğe. Aksiliğin zaferi bu.

Açık sözlü ve tuttuğunu koparır. Damarına damarına basmayı, taşı gediğine koymayı iyi bilir. Durur durur çarşı-pazarda bayram yoğunluğu başlayınca giyecek almaya kalkar. Oğlum yaz boyunca evden çıkmadın, madem ihtiyacın vardı, ne diye mağazaların tenha olduğu zamanda düşünmedin alacağını dediğime gülme şeklinde cevap verdi. Haydi gidip şu alacağın pantolonu alalım dedim, birlikte evden çıktık. Bir pantolon için çarşıya çıkan bizim oğlan bir de penye alayım dedi. Şu penye de güzelmiş, bunu da alayım, bir pantolon daha alayım dedi. Sen misin alan dedim. Bir de ben kendime aldım. Mağazadan üç pantolon, iki penye alarak çıktık. Oğlum ocağıma incir diktin dedim. "Geçen gün ağabeylerime 'Bedelli paranızı ben çekeyim dedin' bana yaptığın masraf ne ki" demez mi? Gel de kız bu cevaba.

Bu bayramda bayram harçlığını vermeyi biraz geciktirdim. Girdi çıktı bayramın mübarek olsun baba! Ver elini öpeyim dedi. Sayısını bilmiyorum bayram kutlamasının. Verdim kurtuldum. Odasına çekildi. Biraz rahat ettim. Birkaç gün sonra "Baba yüzmeye gideceğim, dolmuş parası ver, bende bozuk yok, dolmuşçuya tüm para versem olmaz" dedi. Makul bir açıklamaydı. Çıkarıp verdim cebimden bozuk para. Ama bitmedi benden dolmuş parası istemesi. Bir daha bir daha istedi. İstek aynı, gerekçe aynı. Sonunda oğlum sen bu parayı ne zaman bozduracaksın dedim. Hiç bozuntuya vermedi, gülmekle yetindi her zaman ki gibi.

Ağabeylerinden görmediğimi gördüm ondan. İstemediklerini istedi benden bu tekne kazıntısı. Onlara alalım desem de içleri gitse de canları çekse de istemez, gerek yok derlerdi. Bu ise istediğini açıkça söyler. Onların cebinde harçlığı olmasa da var derlerdi. Bu ise harçlığını bitirmeden "Baba bugün harçlık günü, harçlığımı alayım" diye damlar her pazar akşamı. Boşuna söylememişim üç çocuktan daha masraflı bu diye.

Benim torun niyetine büyüttüğüm küçüğüm böyle işte! Hoş mu Hoşçocuk! Allah hepimize hayırlı evlatlar nasip etsin,  yolları açık olsun, acılarını göstermesin.

Yoksa bu çocuk şımarık mı biraz? Ah biraz annesini kızdırmasa, biraz üşengeç olmasa,  aldıklarını biraz bol alsa, yüzmeye gittiği zaman havluları çaldırmasa, bana biraz masrafı az yaptırsa, derslerine de bir güzel çalışsa...(Burası önemli!)

Bu yazı 16.yaşını bitirip 17'den gün almasının hatırına kaleme alınmıştır. Malum ekonomik kriz. Doğum günü kutlaması da bu yüzden ekonomik krize takıldı. Ucuzundan masrafsız ve maliyetsiz bir doğum günü kutlaması benimki. Nice 17 yıllara evlat! Yolun, bahtın açık, geleceğin parlak olsun.


28 Ağustos 2018 Salı

Bazı Gazeteler Niçin Çıkar ki?

Eskiden belli başlı gazeteler vardı. Yazdıkları ve yaptıkları haber gündem oluşturur, kamuoyunu etkiler, sorumluları açıklama yapmaya iterdi. Çünkü haberlerin bazısı doğru olsa da çoğu asparagas idi. İnsanımız şu gazetede ne havadis var diye merak eder bir göz atardı. Çünkü gazeteler dördüncü kuvvet olarak konuşlanmıştı; hükümet kurar, hükümet yıkardı.  

Günümüzde ise gazetecilik dördüncü kuvvet olmaktan çıktı. İyi ki de çıktı. Çünkü gazetenin görevi okuyucusunu doğru bilgilendirmektir. Tirajlarını bilmiyorum ama gündem güne okuyucu kaybettiğini düşünüyorum gazetelerin. Ne haberleri ilgi çekiyor, ne gündem oluşturabiliyor, ne de ağırlıkları var. Sadece çıkmış olmak için çıkıyor. Hemen hemen hepsinin yazıp çizdikleri ve yaptıkları haberler tıpatıp aynı. Kopyası demeyeceğim. Çünkü kopya bir maharettir aynı zamanda. Birine göz atınca diğerlerine bakma ihtiyacı hissetmiyorsun. Zira aynı elden çıkmış, haber kaynakları aynı. Farklı gazete muhabiri, rakibi meslektaşı ile aynı cümleleri kurmuş; noktası, virgülüne aynı. Sadece isimleri farklı gazetelerde çalışıyor, ekmek yiyorlar o kadar. Eskiden olduğu gibi haber atlama/atlatma yok artık. Gazetelerdeki bu aynılık, bu uyum, aynı düşünürlük ve hemfikirlik  aynı mevzuata bağlı olan devletin resmi kurumlarında çalışanlarda yok.

Birbirinin aynısı olan gazeteler aynı yerden besleniyor belli. Ya hükümet taraftarı, ya da muhalifi. Gazeteci veya muhabir ne tarafta çalışıyorsa ekmeğini yiyen kılıcını sallar misali görev yapıyor. Bir konuda farklı düşünseler bile dillendiremiyor, yazamıyor, yazı konusu yapamıyor. Geleceği için özümsüyor bulunduğu yeri, ekmek teknesini. Hükümet taraftarı gazetelerde yazıyorsa hükümet aleyhine tek kelime bulamazsın, iktidara muhalif gazetelerde yazıyorsan hükümet lehine tek cümle bulamazsın. Kimse fincancı katırlarını ürküteyim demiyor. Yoksa görürler gününü. Tası-tarağı toplayıp gitmek var bu için ucunda. Akıllı adamlar vesselam!

Bazı mahalli gazeteler var ki kırmızı çizgileri çoktur, asla çizginin yanına bile yaklaşamazlar yazıp çizdiklerinde. Ne olur ne olmaz diye ödleri kopuyor. Yasak olmayanları bile yasaklıyorlar kendilerine. Yazısı kendisini bağlayan bir köşe yazarının uzun yazısındaki bir başlık, içeriğindeki bir kelime bile adamları hop oturtup hop kaldırıyor. Çıkış parolaları bize ne misyon verilmişse ya süpürüp alacağız, ya da süpürüp atacağız anlaşılan. Bunlar da çok akıllı. Zira kraldan fazla kralcı olmakta fayda var. Çünkü başka türlü ayakta durup yaşayamazlar.

Merak ettiğim gazetelerin niçin farklı isimlerle çıkmaya devam ettiği? Bire bir aynı olacaksa ayrı ayrı matbalarda basılmalarına, ayrı ayrı muhabir çalıştırmalarına gerek yok. Tek bir gazete çatısı altında birleşsinler bugünkü görünümünden kurtulsunlar, maliyetleri de düşer. Yok gazetemizin ismi yaşayacak denirse birleştikleri gazetenin altına "Şu şu gazete aynı düşünüyor, bizim ayrımız gayrımız yok. Biz aynı yerden besleniyoruz,  eski çamlar bardak oldu. Biz biriz, hepimiz biriz, aklın yolu birdir" yazabilirler. 

Bu şartlar altında basınımız hür, özgür, tarafsız ve bağımsız olmaya devam etsin. Çünkü onların özgürlüğü/hürlüğü asla sansürlenemez. Tıpkı Güneşin balçıkla sıvanamadığı gibi hür ve sansürlenmeden  "Ne güzel özgürlük bizimki" deyip kafalarını kuma gömerek gazete çıkarmaya  devam etsinler. Zira böyle özgürlük hangi köleye nasip olur? 


Ocağıma İncir Dikmeye Namzet Su Faturaları Üzerine Uygulayacağım İlave Tedbirler

Gelen yüksek su faturalarını düşürmek amacıyla 29 Mayıs 2018 günü yazdığım bir yazı ile sudan tasarruf etmek için bir dizi tedbir sıralamıştım. (https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2018/05/yuksek-su-faturalarna-kars-tasarruf.html) İyi uygulayamamışım ki daha fazlası geldi bu ay. O zaman sıraladıklarıma ilave olmak üzere yeni tasarruf tedbirlerini devreye sokacağım bundan sonra. 

Sudan tasarruf etme tedbirlerim arasında evime gelen/gelecek misafirleri dahil etmemişim. Evime gelip suyu istediği gibi kullanmak yok öyle. Şimdi size suyu tasarruflu kullanmak amacıyla misafirlere uygulayacağım tasarruf tedbirlerini sıralayacağım ki evime gelecek olan misafirim hazırlı gelsin.
1. Evime gelecek misafir "Lavaboyu kullanabilir miyim, wc müsait mi" demeyecek. Evime tüm ihtiyaçlarından arınmış bir şekilde gelmeli. Sıkıştıkça sıkacak kendini. Sıkamıyorsa mazeretim var deyip erken kalkacak. Bunu da yapamam diyorsa kendisi tuvalete atacak kadar yiyip içmeyecek.
2. Misafirimin evime abdestli gelmesini isterim. "Efendim, ben bir abdest tazeleyeyim" demeyecek. Abdestin bayatı, tazesi mi olur? Abdest abdesttir.
3. Bulur da kendisine bir şey ikram edersem yedikten sonra "Efendim, lavabonuz müsaitse şu elimi yıkayıvereyim" demeyecek. Lavabo tercihi yerine ıslak mendil kullanacak. "Ben ıslak mendil kullanmam diyen olursa o zaman yemeyecek ve içmeyecek. Evimde oruç tutar gibi oturacak.
4. "Efendim, bir bardak su alabilir miyim" demeyecek. Susuzluktan adam ölmez bir defa. Evine gidince kana kana içsin. "Yok ben susuzluğa dayanamam" derse o zaman yanında su şişesi ile gelecek.
5. Çay ikram edilirse tadında bırakacak. Öyle Abbas'ın kör gazı gibi arka arkaya midesine indirmeyecek. Ziyad olsun sözünü ne kadar erken söylerse makbulümdür. Çünkü mideye inen her çay sudur. Ayrıca çayı elinde güzel tutmalıdır. Kazara bir dökerse, bir de o güzelim halıya dökerse çayın lekesini çıkarmak için giden dutu aklıma bile getirmek istemiyorum.
6. "Efendim burası çok sıcak, terledim. Mümkünse elimi yüzümü bir yıkayabilir miyim" demeyecek. Sıcaktan adam ölmez bir defa. Böyle durumlarda Güneşin altında çalışanları gözünün önüne getirmesi lazım misafirimin. Sonra benim evime ziyarete mi geldin yoksa serinlemeye mi? Ayrıca sendeki terleme terleme midir benim terlememin yanında. Hele bir de burası hamam gibi demesi yok mu? Sen hamam görmemişsin bir kere. Otur oturduğu yerde, terle terleyebildiğin kadar. Evine gidince bir güzel duşunu alırsın.
7. Sigara denen mereti evde içmeyecek. Çünkü perdeleri sarartır. Sararsın efendim diyemezsiniz. Dikkatini çekerim çamaşır makinesi susuz çalışmıyor.
8. Pek hazzetmem ama misafir yemekli geldi diyelim. Ben de naçar önüne sofra koydum. İllaki ayrı kaptan yemek istiyorum diye tutturmayacak. Ortak kaba kaşık sallayacak. Çünkü her ayrı kap yıkanacak bulaşık demektir, bulaşık makinesi çalışacak demektir. Maalesef evimde susuz çalışan makinem yok.

Bu şart ve ahvalde evime gelecek misafir başın gözüm üstüne. Zira misafir ev sahibine eziyet etmediği gibi maliyet de çıkarmaz. Ne demiş atalarımız, "Misafir ev sahibinin danasıdır." Ne güzel demiş. Misafir misafirliğini bilecek, ona göre hareket edecek. Benim evimi kendi evi gibi bilmeyecek. Bu şartlarımı kabul eden misafirlerime kapım her daim açıktır.

Su Faturasına Bakarken(e) Ben

3 kişinin kaldığı evde 32 günde 18 ton su kullanmışız. Su bedeli 55.44, atık su bedeli 13.86, ÇTV bedeli 5.76, KDV ise 5.55  olmak üzere toplam 80.50 TL su bedeli geldi. Son ödeme tarihi 11.09.2018 günü.
Gelen su bedelini böyle ayrıntılı yazdığıma bakmayın. İlk önce toplam bedele baktım korka korka. Korkunun ecele faydası yokmuş. Bedeli görür görmez yüreğime inecekti diyeceğim ama böyle bir şey olmadı. Sağ olsun belediye kaç aydır göstere göstere ben geliyorum, hazırlı ol demişti her ay yüksek yüksek gönderdiği faturalarla. Birkaç ay önce yine böyle bir fatura gelmişti. Sonraki bir iki ay 55-60 lira olan bedel yeniden zirveye oturdu. 

Anlaşılan kara delikleri kapatmak için belediye damlaya damlaya göl olur misali tüm umudunu su parasına bağlamış, tek yaptığı "Su bedellerine bir dokunalım, nasılsa bedeli ne olursa olsun vatandaşın eli mahkum, zaten diğer şehirlere göre biz  suyu ucuz veriyoruz" diye düşünüyor olmalı. Anlayacağınız belediye hanelerimize incir dikmeye devam edecek. Böylece "Sudan ucuz" deyimi de rafa kalkmış olacak. Çünkü kullandığımız su ateş pahası olmaya doğru gidiyor. Belediyelerde bu savurganlık, başına buyrukluk, ben yaptım olduluk devam ettikçe biz daha ne bedeller öderiz. Belki de gelen bu fiyatlar daha iyi günlerimiz. Sıfırı tükettikleri faturanın son ödeme tarihini belirlemelerinden belli. Bordro mahkumu biri maaşını aldıktan sonra ödesin düşüncesi bile yok. Ben sizden daha bataktayım der gibi ödeme tarihi belirliyor.

Sakın bana "Sana iyi gelmiş, bana her ay şu kadar fatura geliyor" demeyin. Yoksa belediyeye olan kızgınlığım -şakam yoktur- size döner, kalbinizi kırarım.

Ciddi bir iş yaptıklarını göstermek için su bedelini, çevre temizlik vergisini, atık su bedelini, KDV'yi, fatura edilmeyen bedeli ayrı ayrı, kuruşu kuruşuna hesaplayıp ayrı sütunlarda faturalandırması yok mu? Sonra nereden biliyor belediye atık suya gönderdiğim su miktarını? Belki ben evde yiyip içtikten sonra yiyip içtiğimi atmak için belediyenin ücretsiz wc'lerini kullandım. Git işine diyesi geliyor insanın. Yoksa belediye çarşı-pazarda ücretsiz verdiği wc'lerin masrafını da evlere mi fatura ediyor. Eğer böyle bir şey varsa fatura ayrıntısına bir sütun daha açarak "Ücretsiz diye sevindiğin wc'nin ve tatlı su diye doldurduğun suyun bedeli" desin.

Su, bedelsiz olsun iddiam yok. Vatandaşın olmazsa olmaz bu zaruri ihtiyacının bedeli makul olsun isterim. Bazı şeyleri bedava yapıp suya yüklenmesin. Bu şehirde dar ve orta gelirli binler var. Onları da düşünmek lazım. 

Belediyeler kendi yağıyla kavrulacak şekilde yaptığı her hizmetten makul bir bedel almalı. Asla bedava, ücretsiz hizmet yapmaya kalkmamalı. 

Hasılı belediyeler, belediyecilerin eline bırakılmayacak kadar önemli yerel bir kamu hizmetidir. Ama denetlenmez ve hesap sorulmaz ise belediyeler çok can yakmaya devam edecektir.

İnsaf belediye, insaf ki insaf! 29.05.2018 günü yazdığım (https://dilinkemigiyok.blogspot.com/2018/05/yuksek-su-faturalarna-kars-tasarruf.html) su kullanımı ile ilgili tasarruf tedbirlerini uygulamaya mecburiyete beni! Ha gayret! Daha olmadı, su aboneliğini kapattırır, akşam-sabah tatlı su çeşmesinden su çekerim. İnadım inattır haberin olsun.



27 Ağustos 2018 Pazartesi

Hatay'ı Alacaklarmış!

Suriye Dışişleri Bakanı Velid Muallim, "İskenderun, Suriye'nin sancağıdır ve onu bir gün er veya geç zorla da olsa alacağız" açıklamasını yapmış. Daha doğrusu yumurtlamış. Malum Hatay meselesi.

Ülkesi yedi yıldır paramparça olmuş, terör örgütlerinin merkezi olmuş, taş üstünde taş kalmamış, savaş dolayısıyla milyonlarca Suriyeli mülteci durumuna düşmüş, uluslararası güçler topraklarında cirit atmaya devam ediyor. Kuvvetle muhtemel ülkesi ikiye, belki de üçe bölünecek. Adam, biz bu ülkeyi içerideki düşmandan ve dış güçlerin istilasından nasıl kurtaracağız hesabı yapacağı yerde gözünü Hatay'a dikmiş. Hayal mı görüyor diyeceğim ama gördüğü hayal değil. Şaka mı yapıyor diyeceğim. Ama şakanın sırası değil. Çünkü ülke kan gölü iken şaka hiç olmaz. Olsa olsa Çölde yaşayan birinin serap görmesi bu. Başka bir açıklaması olamaz bu densiz ve hadsizliğin. Gülünç duruma düştüğünün farkında değil Velid Muallim. Evindeki bulgura sahip çıkarmayan biri bizdeki pirince göz dikmiş. 

Bakanlık denilen böyle bir şey mi ki? Benim bildiğim bakan koltuğuna oturan biri akıllı biri olmalı. Hele dışişlerine oturtulan biri kapasiteli ve çaplı biri olur. Suriye'nin diğer bakanları da böyle olmalı ki ülkeleri yol geçen hanına döndü. Beceriksizliklerinin bedelini bugün kanla ödüyorlar. Ceremesini de bizim ülke çekiyor. Bu kadar beceriksiz sorumlu kişinin yönettiği Suriye yedi yıl öncesine kadar iyi ayakta durmuş.

Kapasite ve akıl noksanı bu bakan kendisini darı ambarında görmeyi bıraksın. Hatay da İskenderun da bizimdir, bizim kalacaktır. Hatta yüzde yüzü Arap olan Samandağı da bizim. Eğer geçmiş defterler ortaya dökülecek ve bir hesap-kitap yapılacaksa biz varız. Onlar eski defterlerini koysunlar masaya, biz de koyalım. Onlar Hatay'ı istesinler, biz de tüm Suriye'yi isteriz. Çünkü Suriye, düne gelinceye kadar bizim Şam vilâyetimizdi. Buyrun Halep oradaysa arşın burada. Bakalım er mi yaman yoksa bey mi? 

Bakan dediğin ne dediğini bilen, ağzından çıkanı duyan sorumluluk sahibi biri olmalı. Havaya konuşma yapmamalı. Yavaş atacak ki civcivler de yiyecek. Otursun oturduğu yerde bülbüllerden değil Antakya'yı, bir çakıl taşı bile alamaz. Önce mevcut ülkesinin ahvaline baksın. Akıl varsa öyle yapar zaten...

12 Eylül 1980 *


Yaşadığımız coğrafyadan mıdır, içinde yaşayan insanında mıdır, komşularımızdan mıdır, yürüttüğümüz iç ve dış politikadan mıdır, oyun kurucu olmayıp figüran olduğumuzdan mıdır, ülkeyi yöneten insan unsurundan mıdır, iç ve dış etkilere açık olduğumuzdan mıdır, yeterince mücadele edemediğinden midir, kendi kendimize yetmediğinden midir, bize biçilen rolden midir, birilerinin bedduasını aldığımızdan mıdır -kendimi bildim bileli- bu ülke sorunlarla mücadele ediyor, ya da mücadele eder görünüyor. Kah teröre maruz kalıyor, kah ekonomik krize duçar oluyor, kah dış politikada dışlanıyor.

Bize bu ülkeyi verenler "Size öyle bir ülke bırakıyoruz ki sorunlarla boğuşacaksınız. Çünkü ipiniz bizim elimde" demiş olmalı ki sorunlarımız bitmiyor, pansuman tedbirlerle yolumuza devam ediyoruz. Sanki bize ölümü gösterip sıtmaya razı etmişler, yerseniz demişler. Biz de sorun çözeceğiz diye didinip duruyoruz.

Yaşım 55. Yarım asrı devirdim. Bana "Bu ülkenin sorunları çözememesinin sebebi nedir dense askeriye tarafından yapılan darbeler derim. 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 bu ülkenin on yılda bir yapılan darbelerin tarihleridir. On yılın tek istisnası 28 Şubat 1997 post modern darbesidir. 80 ihtilalinden 17 yıl sonra yapılmıştır. 15 Temmuz 2016 kanlı darbe kalkışması bile 12 Eylül'de yolu açılan FETÖ'nün eseridir.

Darbelerin içerisinde en köklüsü hangisi dense bugün 38 yılını geride bıraktığımız 12 Eylül ihtilali derim. Hani şu ABD istihbarat temsilcisi Paul Henze'nin dönemin ABD başkanı Jimmy Carter'a "Bizim çocuklar başardı" dediği darbe. Ülkemizdeki kara bulutların dağılmamasının, sürekli sorunlarla boğuşmasının temeli 12 Eylül darbesidir. Bu ülkeye yapılan her kötülüğün altında bu darbenin kökleri yatmaktadır. Kırk yıla yakın bir zamandır ülkemizde terör yapan, hala da terörüne devam eden, kandan beslenen örgüt bu dönemin eseridir. Dağ, kırsal veya bölgesel terörün şehir yapılanması olan FETÖ ise yine bu dönemde neşvünema bulmuştur. Adnan Oktarcılar diyebileceğimiz sosyete ve zengin  yapılanması yine bu döneme rastlar. DHKP-C'nin kuruluşu aynı dönemlere işaret ediyor Bugün bunlara DAEŞ eklenmiştir. Saydığım örgütler 80 öncesi kuluçkaya yatırılmış, ülkede akan kanı durdurmak için yapıldığı söylenen 80 ihtilalinden sonra ise doğum gerçekleşmiş ve derinden derine büyütülerek bir ahtapot gibi ülkenin her yerini sarmıştır. Birbirinin ikizi olan bu yapılar aynı amaca hizmet etmiştir. Sırası gelen harekete geçmiştir.

12 Eylül 1980 ülkenin ABD'nin oyunlarına peşkeş çekildiği gündür. Öyle bir temel atmışlar ki on yılda bir darbe yaptırmaya ihtiyaçları kalmamış. Sadece 17 yıl sonrasında 28 Şubat 1997'de bir ayar yapılmış o kadar. Biz hala 1982'de yapılan darbe Anayasası ile yönetiliyoruz. Her iktidara gelen yeni bir anayasa yapma sözü vermesine rağmen 38 yıl geçmiş hala yeni bir anayasa yapamamışız. Yamalı bohça gibi değiştirile değiştirile günümüze dek gelen mevcut Anayasadan kimse memnun değil, buna rağmen değiştirilemedi gitti.

Bunca yıl geçmesine rağmen maalesef biz 12 Eylül ile doğru dürüst yüzleşemedik. Ahı gitmiş, vahı kalmış iki darbe komutanını formaliteden yargıladık o kadar. Bugünkü kötülüklerin temelinin 12 Eylül olduğunu bilelim. Bilelim ki bir daha bizi gafil avlamasınlar.

* 12/09/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Bayram Bilançosu *

Ne zaman bu ülkenin bayramları uzun tatile denk gelmişse trafikte ölenlerin sayısında anormal bir artış olmuştur. Geçen yıl 10 günlük bayram tatilinde ölenlerin sayısı 103 iken bu seneki 9 günlük bayram tatilinde bu sayı 142 ölü, 859 yaralı şeklinde cereyan etmiştir. Oranlarsak bayram tatilinin her günü yaklaşık 16 kişi ölmüş, 95 kişi ise yaralanmıştır. Yani kazalarda ölenlerin sayısı geçen yıl yüzde 10,3 olarak gerçekleşirken bu yıl 12,78’e çıkmıştır.

Yollarımız mı kötü, arabalarımız çok mu modelsiz? Aksine yollarımız otoban gibi, arabalarımız ise neredeyse son model. Doğal olan kazalarda azalma olacağı yerde artış oluyor. Yetkililer bayram gelmeden tatile çıkacakları değişik yollarla uyarmasına rağmen maalesef yollarımız yine can pazarı.
Kaza yapanların ne kadarının aşırı hız dolayısıyla olduğuna dair elimde bir veri yok ama genelde kazaların ekseriyeti hız sebebiyle olmaktadır. Çünkü dümdüz, geniş, gidişli-gelişli yolu gören arabasının gücüne göre Allah ne verdiyse basıyor. Maalesef uyarıları dikkate almıyor, karayollarının belirlediği hız sınırlarına uymuyoruz. Çünkü ecele gitmeyi kafaya koymuşuz bir defa. Ha aşırı hız yaparak kendimizi ve çevremizi tehlikeye atmışız, ha intihara kalkışmışız. Arasında fark yok. Bu laf anlamaz, söz dinlemez tavrımız nereye kadar devam edecek, her uzun bayram tatillerinde başımıza gelecek olanı bu şekil seyretmeye devam mı edeceğiz? Arabaya atlayan bir an evvel gideceği yere varmak amacıyla kural dinlemez tavrına devam ettiği müddetçe bayramlarımız can pazarı olmaya devam edeceğe benziyor. Kaza yapanların şoförlük durumu incelense hemen hemen hepsi kendisine çok güvenen usta şoför. Çünkü acemi şoför kolay kolay kaza yapmaz.

Kazaların çoğunun trafik kurallarına uymamaktan kaynaklandığı, trafiğe çıkanlar kendi başına buyruk hareket ettiği dikkate alınırsa sanırım denetim eksikliği var. Trafik yeterince görevini yapmamış demektir. Belirli yerlerde trafik kontrol noktaları oluşturulmuş olsaydı öyle zannediyorum sürücüler biraz kendilerine çekidüzen verirdi. Belli noktalara gerçekmiş gibi polis arabası fotoğrafını koymakla olmuyor bu işler. Çünkü trafik canavarı, sanalı dikkate almaz. Bizzat karşısında canlı bir muhatap görmek ister. Anlaşılan sorumlular da tatil yapıyor bayram tatillerinde.

Son model arabaların çoğunda vites atma derdi de yok. Arabaya binince sadece gaza basmak kalıyor. Çünkü otomatik vitesli arabalar yaygın şimdi. Hız yapılacak yerlerde eskiden radarlar olurdu, şimdilerde yok. İçişleri Bakanlığı sürücülerin dikkatli olması için yol kenarlarına koyduğu sanal trafik arabalarına yaptığı masrafı belli yerlere mobese koysa daha etkili olur diye düşünüyorum. Konya’da yaşayanlar bilir. Şehirlerarası yol gibi olan İstanbul Yolunda mobese uygulaması diyebileceğimiz TEDES uygulaması var. TEDES başlangıç noktasına gelen sürücü, belirlenen hız sınırına riayet ediyor. Çünkü işin ucunda radara girmek var. Kaza oranları da yok denecek kadar azaldı. Üstelik bu yolda TEDES uygulaması günün iki saatinde yapılıyor. Belirlenen iki saatin hangi zaman diliminde olduğunu bilmeyen sürücü TEDES uygulaması varmış gibi hız kurallarına riayet ediyor. Çünkü hız ihlalinin cezası yüksek. Bizim hakkımızdan da ancak ceza gelir.

TEDES, radar veya mobese uygulamasının maliyetli ve masraflı olduğunu biliyorum. Ama giden canların yanında maliyete bakılmaz. Bir an evvel şehirlerarası yollarda bu uygulamaya geçilmelidir.

* 29/08/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





26 Ağustos 2018 Pazar

Dişlerimize dair

Vücudumuzun her bir organı Allah'ın bize bahşettiği en güzel nimettir. Dişlerimiz de sayısız nimetlerden biridir. Hem de 32 tanesi birden. Birbirine kenetlenmiş dişlerimizin her birinin ayrı bir fonksiyonu var: Bazısıyla ısırır, bazısıyla böler, bazısıyla da çiğneriz. 

Dişlerimizin bir tespihin taneleri gibi yanyana durması "Bak insanoğlu! Biz hepimiz aynı amaca hizmet eden, yanyana durmuş; birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için parolasıyla sana hizmet ediyoruz. Birimiz rahatsızlandığı zaman aynı acıyı hepimiz çekeriz. Birimiz eksikliği zaman onun eksikliğini 31'imiz birden çeker. Çekeriz ama çekememezlik yapmayız. Sağ yorulursa sol devreye, sol yorulunca sağ devreye girer. Siz de bizim gibi birbirinize omuz omuza olursanız bizim birliğimizden güç-kuvvet doğduğu gibi sizin birlikteliğinizden de iyi bir sinerji meydana gelir" der gibi.

Yeme, içme ve konuşmamızın olmazsa olmazı dişlerimizin kıymetini biliyor muyuz? Çok bildiğimizi söyleyemem. Çünkü zamanında hoyratça kullanıyoruz. Onlarla kırıyor, ufalıyor, parçalıyoruz. Soğuk-sıcak demeden ağzımıza kattığımız her şey mideden önce dişlerden geçiyor. Bakımını da yapmıyoruz doğru dürüst. Ne zamanki dişler çürümeye, sancı yapmaya başladığı zaman kıymetini anlıyoruz ama iş işten geçmiş oluyor. İşte o zaman eyvah ki eyvah diyoruz ama geriye dönüş yok maalesef.

Dişler sıkıntı vermeye başlayınca acaba kendiliğinden geçer mi diye bekliyoruz. Kolay kolay diş hekimine uğramıyoruz. Oranını bilmem ama herhalde yüzde doksanımızda dişçi fobisi var. Yani korkuyoruz dişçiye gitmekten. Üstelik masraflı ve git-gel isteyen bir iş. Hele bir diş fakültesine yolun düşerse yandın demektir. Farklı günlerde tedavi için gider gider, gelirsin. Çünkü tedavi birden bitmiyor.

Korksan da, iş bitmese de kaça kaça dişçiye teslim edersin kendini. Tek yapacağımız ağzımızı iyi açmak, dilini sağa sola oynamamak ve kaldırmamak. Dişçi el emeği, göz nuru didinir durur biz onları kasap gibi görsek de. Kolay kolay çekmez dişi. Kurtarabilir miyim diye dolgu, kanal tedavisi, kaplama vb. her yolu dener. Seni bir daha çağırır bir daha. Dişçideki sabır olmaz bizde. Bir bitse der dururuz.

İşi bitirdikten sonra dişçinin üşenmeyip diş fırçalama usulünü göstermesi görmeye değer. Çünkü diş fırçalama yöntemimizi beğenmezler. Şöyle böyle fırçalayacaksın der, uygulamalı olarak gösterirler.

Dişimize bu kadar özen gösteren dişçiler ah biraz da moral verseler! "Dişlerin ölmüş, diş etlerinde hastalık var, dişlerini sıkıyorsun,  gece plağı yaptırmanı öneririm. Dişlerin diş etlerinden ayrılmaya başlamış, dişlerinin arası açılmış, düzgün fırçalamıyorsun, diş ipliği kullanmalısın" gibi.

Hasılı her türlü derdimize katlanan, her ağzımıza aldığımızı bir güzel öğüten dişler bir zaman sonra ağzımızda sıkıntı olmaya başlıyor. Demek ki insanın ömrü gibi onların da bir ömrü var. Allah kimseye diş sıkıntısı, diş sancısı vermesin, dişle imtihan etmesin, ağzımızın tadını bozmasın. Dişlerin kendi aralarında bir ve beraber iş bölümü yaptıkları gibi insanların da birbirine sımsıkı kenetlenmesini nasip etsin.




Af Maraz Doğurur

"Kader mahkumları" diye bir şey yoktur.
Kişinin yapıp ettikleri vardır.

Yapıp edilenin karşılığı cezadır. Bu, adalettir.

Yapılan cezanın karşılığını gördürmemek, affetmek hakkaniyete uygun değildir.
Adaletin yerini hiçbir şey tutmaz. Zira mülkün temelidir.

Bu dünya affa da, merhamete de, adalete de  muhtaçtır. Af (merhamet) mi yoksa adalet mi? İkisi  karşı karşıya gelirse adalet tercih edilir. Zira af, maraz doğurur. O yüzden affı konuşmamak, kaşımamak, akla bile getirmemek gerekir. Af tartışmaları dolayısıyla hapisteki uyuyan hücreleri uyandırmamak, yakınlarına umut vermemek gerek.

Suçlu cezasını çekmelidir. Asla aftan yararlanmamalıdır. Evet, affetmek büyüklüktür ama kadir kıymet bilene.  Eğer bir af düşünülüyorsa af, mağdurun affetme şartına bağlanmalıdır. Bu, Meclisin üzerine vazife olmamalıdır. Eğer bir genel af düşünülüyorsa, ülke için elzemse Meclisin karar vermesinden ziyade bu konuda halka gidilmelidir.

Bazı siyasi partiler bazı mahkumların haksız yere içeride yattıklarına dair bir kanaate sahip iseler o kişiler için yeniden yargılama isteyebilirler. Ama bir genel af için bırakın teklif vermeyi, düşünmemeliler bile. Zira ülkeye en büyük kötülüğü yapmış olurlar. Kimsenin buna hakkı yoktur.


25 Ağustos 2018 Cumartesi

Gelin Bu Profili Tanıyalım!

Kendisini 24 yıl öncesinde tanıdım. Birlikte çalıştık bir süre. Kendi halinde sakin, beyefendi bir görüntüsü var. Yine kendisini öğretmenler kurulu toplantısında her konuda görüş serdeden, konuştuğu zaman mangalda kül bırakmayan, işini en iyi şekilde yaptığını hissettiren ve herkesin kendisini öyle sanmasını bekleyen biri imajı edindim. Öğretmenliğin yanında ticaretle uğraşır, aynı zamanda bir oluşumun temsilciliğini yapardı. 

Her şeyi bilirim, her şeyden anlarım görüntüsü veren bu bilge kişiyi çalıştıkça daha iyi tanıdım. Bu cevher içimde kalsın istemedim. En iyisi bu profili bir yazı konusu edinerek taçlandırayım istedim.

Benden kıdemli olan bu kişi ben derse girdikten sonra kaç defa kapımı açtı. Hayırdır hocam soruma "Ders senin mi, benim dersim bu sınıfa değil mi" cevabı alırdım. Ben dersi işlemeye başlayalı ne oldu, garibim sallana sallana derse yeni geliyor, ah bir de yanlış sınıfa gelmese derdim kendi kendime. O kapıyı kapatırken öğrencilere "Bunlar aşağıda ders programına bakar, hangi sınıfa dersi olduğunu öğrenir, yine de yanlış sınıfa girerler" der demez öğrenciler kahkahayı basardı. Hemen bu arkadaş kapıyı tekrar açar: "Ramazan Hoca yine ne dedin" derdi. Ben de az önce öğrencilere söylediğimi kendisine tekrar ederdim. Hafif bir gülümseme edasıyla kapıyı tekrar kapatırdı. Ama sağ olsun ders arasında bana bu şekilde soluk aldırırdı.

Ders çıkışı biraz nefesleneyim, öğretmenlerle muhabbet edeyim derken arkadan bu arkadaş gelirdi. Ama tek başına gelmezdi. Kendisiyle beraber sınıfın yarısı ardından öğretmenlere has odaya gelirdi. Gelen çocukların biri hocayla konuşurken diğerleri ağzını ayırır, diğer öğretmenleri süzerdi. Bu rahatsızlığımı birkaç defa öğretmenler kurulunda dile getirdim. Hatta öğrenci ve öğretmen görüşme odası ayarlansın, bazı arkadaşlar teneffüste öğrencileriyle görüşsün, biz dr rahat rahat çayımızı yudumlayalım teklifi yaptım. "Bundan sonra kimse ardından öğrenci getirmeyecek, görülme yapacak çıkıp koridorda konuşsun" kararı alındı. Ama nafile! Kellim kellim, la yenfeu oldu. Çünkü aynı kişi hiç dinlemedi. Sınıftaki söküğünü öğretmenler odasında dikmeye devam etti.

Kimsede cep telefonu yokken bunda cep telefonu vardı. Ne de olsa iş adamıydı. Öğretmen görünümlü iş adamı. Dersten sonra işinin başına geçen bu arkadaş dersi olduğu zamanlarda bir çalışanına emanet ediyormuş dükkanını. Ben görmedim ama bazı öğretmenler söyledi. Dersteyken telefonu kalınca açar, müşteriyle çatır çatır pazarlık yaparmış. Ne güzel değil mi? Bir taşla iki kuş! Hem öğretmenliğini yapıyor, hem dersin arasında telefonla konuşuyor, hem ticaretini yapıyor, hem de arta kalan zamanda dersini işliyor.

Ders anlayışı, dersteki verimi nasıldı bilmiyorum ama istenen evrakı vermediğini, çünkü yapmadığını ya da savsakladığını duyardım müdür yardımcılarından. Çünkü ona göre formaliteydi bunlar. Öğretmenlik dediğin derse girip çıkmaktan ibaretti ona göre. Gereksizdi aynı zamanda. Sonra kim yapacaktı bunları? Onlara ayıracağı zamanını işine verirdi. Bu yüzden okul idaresi ona sorumluluk vermezdi. Semeri benim gibi birkaç kişiye yüklerdi.

Okulun son haftaları ve sınav dönemlerinde okul müdürü öğrenci kişisel dosyalarını doldurun, en azından teşekkür ve takdir durumunu not edin derdi. Benim gibi çaylaklar müdür yardımcısı odasından tüm sınıfının öğrenci kişisel dosyalarını alır, öğretmenler odasındaki masaya koyar, tek tek öğrenci bilgilerini doldururken bu arkadaş bir patron edasında öğretmenler odasına girer. Kolay gelsin arkadaşlar diyeceği yerde "Çalışın çalışın, belki müdür ödül verir" derdi aymazca.

İnternetin olmadığı ya da varsa da erişimin pahalı olduğu o dönemlerde okuduğumuz gazeteleri eleştirir: "Bunları okumayın, doğru yazmazlar" derdi. Hocam hangisi doğru yazar sorumuza hiçbiri derdi. Bir zaman geldi. Bağlı olduğu ve temsilciliğini yaptığı cemaat bir gazete çıkarınca koltuğunun altında o gazeteyle beraber gelmeye başladı. Hocam, siz gazete almaya ve okunmasına karşıydınız. Zira doğru yazmıyorlardı. Şimdi gazeteyle geliyorsun. Fikrin mi değişti, yoksa bu gazete doğruları mı yazıyor dedim. "Bu gazete doğru yazar, tavsiye ederim" dedi. Ne de olsa cemaatinin gazetesiydi. Ona göre cemaatinin yazdığı her şey doğruydu.

Ben vardığımda aynı okulda yıllar yılı öğretmenlik yapıyormuş, epey birlikte çalıştık, ben o okulu terki diyar eyledim, aradan 17 yıl geçti. Arkadaş aynı okulda halen çalışıyor. Öyle zannediyorum tedrisinden baba/anne, oğul/kız, torun geçmiştir. Nice müdür ve yardımcılar eskitti. Gelen gitti ama o demirbaş olarak kaldı, eskimedi. Saçı-başı ağarsa da dinçliği hala devam ediyor. Sanırım 65'ten emekli olacak.

Bir ara yaptığım hizmete biraz da siyasette devam edeyim diye milletvekili aday adaylığına soyundu. Ama siyaset onun değerini tespit edemedi, elinin tersiyle itti. Aday yapılmadı. Halbuki tam zamanıydı. Bir zamanlar cemaati hakaretler ederek gittiği partiye geri dönmüş, şimdilerde el üstünde tutuluyordu. Nasılsa cemaatinin her bir ferdi FETÖ'den sonra bürokrasinin her yerindeydi. Bunun cemaatinin borusu ötüyordu. Ha buna da bir vekillik verselerdi ne güzel olurdu. Öğretmenlikteki kıdemi 35 yılı geçmiş, ticareti alasıyla yapmış, cemaatinin temsilciliğini şeyhin değişmediği gibi değişmeden bugüne kadar getirmiş, her parmağında ayrı bir hüner olan bu tecrübeye aday adaylığı başvurusu yaptığı parti havada kapmalıydı. Belki de o parti onun sayesinde o bölgede oy patlaması yapardı. Çünkü sadece yetiştirdiği kaç nesil ona oy verseydi vekil seçilmesi hiçten değildi. Mecliste tecrübe konuşacaktı. Burada hocamız değil, onu tercih etmeyen siyaset kaybetmiştir. Çalıştığı okul mesleğin duayenini kaybetmemiş oldu.

Kendisini uzun yıllardır görmem. Sadece öğretmenliğe devam ettiğini biliyorum. Size onu daha çok anlatmak, taze haberler vermek, onu daha iyi tanıtmak isterdim.  Bu vesileyle müstefit olurdunuz. Ama takdir edersiniz ki kendisinden 17 yıldır uzağım. Tıpkı sizin gibi onun yeni hizmetlerinden ben de mahrumum. Üzüldüğüm bir değerden koca Türkiye'nin mahrum kalması...




"Davetiye 2 Kişiliktir"

Üzerinde "Davetiye 2 kişiliktir" not yazılı bir düğün davetiyesi aldım. Davetiye üzerinde bu şekil not çok yaygın değil. İçinizden rastlayan vardır. Notu görünce garipsemiş olabilirsiniz.

Bana çok garip gelmedi. Belki de olması gereken bu şekil not yazılmasıdır. Hatta "Düğünümüze çiçek gönderilmemesi, kap-kacak getirilmemesi şeklinde ilave notlar eklenmelidir. Çünkü ne gönderilen çiçek, ne de getirilen kap-kacak sadra şifadır. Düğün sahibinin işi yoksa düğün bittikten sonra yorgun-argın bir şekilde iken getirilen eşyayı ve çiçekleri evine taşısın. Çiçek kuruyacak, kullanmayacağı birbirinin aynısı hediyeyi muhafaza için evinde depolayacak. Hediye faslı başlı başına bir sorun. Şimdi gelelim 2 kişilik davetiye notuna.

İçinizde düğünlere iştirak etmeyeniniz yoktur. Düğünde ikram edilen yemeğin yetmediğine de şahit olmuşsunuzdur. Davetli olarak gittiğiniz düğünden karnınızı doğurmadan geri dönünce ne hissettiniz? Ya düğün sahibi yemek yetmeyince kimseye görünmemek için kaybolur, ayakta dursa bile  başından kaynar sular dökülmüş hisseder. Bir de yemeğin yetmediğini görenlerin gittikleri yerde "Falanın yemeği yetmedi, gelen geri döndü, aman senin düğün onunkine benzemesin" dediğini bir düşünün.

Düğünde yemek niçin yetmez? Gelecek sayıdan daha fazla bir davetiye mi bastırmıştır düğün sahibi? Belki şunun da gönlü olsun, bunun da gönlünü yapalım, şunu çağırmazsak olmaz deyip fazla çağıran olmuş olabilir. Ama bunun dışında yemeğin yetmemesinin sebebi bizde davetiyeler dipsiz bir kuyu gibidir. Kimin kaç kişiyle geleceği, gelip gelmeyeceği, kız evinden ne kadar katılım olur belli değil. Şurada düğün yemeği var diye davetsiz katılanlar da var. Yemeğin yetmemesinin bir diğer sebebi de normal yemiyoruz. Sofraya oturan kendini merkeze alıyor; arkada bekleyenler var, diğer davetlilere yetmez diye düşünmüyor. Arka arkaya pilav istenir. Üstelik etli olacak. Birini bitirmeden diğeri istenir. Tıka basa yenir. Mide, "Yeter Allah aşkına" der ama biz ona da aldırmıyoruz. Yemekten sonra bir de "Baya yedik" diyor ve sağa sola bakınıyoruz soda bulmak için. Gerçi içi pirinç ile dolu mideyi maden suyu falan paklemez ya. Ha bir umut bizimkisi. Ardından 

Hasılı "Davetiye 2 kişiliktir" notu bana garip gelmedi. Belki de olması gereken bu. Aslında nota bile gerek yoktu. Ama biz istedik böyle not yazılmasını. Çünkü düğüne katılırken normal katılmadık. Hasılı kaç kişi varsa koştuk. Oturduk mu ölümüne yedik. Düğün sahibinin ucu açık bir şekilde cümle alemi doyurma imkanı olamaz. Düğünlere cümbür cemaat değil, temsilen katılmayı öğrenmemiz ve buna alışmamız gerekiyor.
*
Yemeğe eşimle birlikte katıldım. Boş masalardan birine oturduk. Nikahtan sonra yemek servisi yapıldı. Yemek Konya'nın meşhur düğün yemeği değildi. Alakart usulü. Tek tek herkese servis yapıldı. Ayakta bekleyen, arkamızda bekleşen yoktu. Menüde yoğurt çorbası, ardından börek, sonra ana yemek olarak kavurma/pilav, en son tatlı ikramı yapıldı. Kimse ilave yemek istemedi, ortak kaba kalık sallamadı. Az gibi görünen menü herkesi doyurdu.

Konya düğünlerinde yemek faslının bu şekil alakart usulüne geçmesinde fayda var. Çünkü ne israf oldu, ne fazla yendi, ne kargaşa oldu. 200-250 kadar davetli hem yedi, hem oturdu, düğün sahibi yemeğim yeter/yetmez endişesine kapılmadı.