Ana içeriğe atla

Gelin Bu Profili Tanıyalım!

Kendisini 24 yıl öncesinde tanıdım. Birlikte çalıştık bir süre. Kendi halinde sakin, beyefendi bir görüntüsü var. Yine kendisini öğretmenler kurulu toplantısında her konuda görüş serdeden, konuştuğu zaman mangalda kül bırakmayan, işini en iyi şekilde yaptığını hissettiren ve herkesin kendisini öyle sanmasını bekleyen biri imajı edindim. Öğretmenliğin yanında ticaretle uğraşır, aynı zamanda bir oluşumun temsilciliğini yapardı. 

Her şeyi bilirim, her şeyden anlarım görüntüsü veren bu bilge kişiyi çalıştıkça daha iyi tanıdım. Bu cevher içimde kalsın istemedim. En iyisi bu profili bir yazı konusu edinerek taçlandırayım istedim.

Benden kıdemli olan bu kişi ben derse girdikten sonra kaç defa kapımı açtı. Hayırdır hocam soruma "Ders senin mi, benim dersim bu sınıfa değil mi" cevabı alırdım. Ben dersi işlemeye başlayalı ne oldu, garibim sallana sallana derse yeni geliyor, ah bir de yanlış sınıfa gelmese derdim kendi kendime. O kapıyı kapatırken öğrencilere "Bunlar aşağıda ders programına bakar, hangi sınıfa dersi olduğunu öğrenir, yine de yanlış sınıfa girerler" der demez öğrenciler kahkahayı basardı. Hemen bu arkadaş kapıyı tekrar açar: "Ramazan Hoca yine ne dedin" derdi. Ben de az önce öğrencilere söylediğimi kendisine tekrar ederdim. Hafif bir gülümseme edasıyla kapıyı tekrar kapatırdı. Ama sağ olsun ders arasında bana bu şekilde soluk aldırırdı.

Ders çıkışı biraz nefesleneyim, öğretmenlerle muhabbet edeyim derken arkadan bu arkadaş gelirdi. Ama tek başına gelmezdi. Kendisiyle beraber sınıfın yarısı ardından öğretmenlere has odaya gelirdi. Gelen çocukların biri hocayla konuşurken diğerleri ağzını ayırır, diğer öğretmenleri süzerdi. Bu rahatsızlığımı birkaç defa öğretmenler kurulunda dile getirdim. Hatta öğrenci ve öğretmen görüşme odası ayarlansın, bazı arkadaşlar teneffüste öğrencileriyle görüşsün, biz dr rahat rahat çayımızı yudumlayalım teklifi yaptım. "Bundan sonra kimse ardından öğrenci getirmeyecek, görülme yapacak çıkıp koridorda konuşsun" kararı alındı. Ama nafile! Kellim kellim, la yenfeu oldu. Çünkü aynı kişi hiç dinlemedi. Sınıftaki söküğünü öğretmenler odasında dikmeye devam etti.

Kimsede cep telefonu yokken bunda cep telefonu vardı. Ne de olsa iş adamıydı. Öğretmen görünümlü iş adamı. Dersten sonra işinin başına geçen bu arkadaş dersi olduğu zamanlarda bir çalışanına emanet ediyormuş dükkanını. Ben görmedim ama bazı öğretmenler söyledi. Dersteyken telefonu kalınca açar, müşteriyle çatır çatır pazarlık yaparmış. Ne güzel değil mi? Bir taşla iki kuş! Hem öğretmenliğini yapıyor, hem dersin arasında telefonla konuşuyor, hem ticaretini yapıyor, hem de arta kalan zamanda dersini işliyor.

Ders anlayışı, dersteki verimi nasıldı bilmiyorum ama istenen evrakı vermediğini, çünkü yapmadığını ya da savsakladığını duyardım müdür yardımcılarından. Çünkü ona göre formaliteydi bunlar. Öğretmenlik dediğin derse girip çıkmaktan ibaretti ona göre. Gereksizdi aynı zamanda. Sonra kim yapacaktı bunları? Onlara ayıracağı zamanını işine verirdi. Bu yüzden okul idaresi ona sorumluluk vermezdi. Semeri benim gibi birkaç kişiye yüklerdi.

Okulun son haftaları ve sınav dönemlerinde okul müdürü öğrenci kişisel dosyalarını doldurun, en azından teşekkür ve takdir durumunu not edin derdi. Benim gibi çaylaklar müdür yardımcısı odasından tüm sınıfının öğrenci kişisel dosyalarını alır, öğretmenler odasındaki masaya koyar, tek tek öğrenci bilgilerini doldururken bu arkadaş bir patron edasında öğretmenler odasına girer. Kolay gelsin arkadaşlar diyeceği yerde "Çalışın çalışın, belki müdür ödül verir" derdi aymazca.

İnternetin olmadığı ya da varsa da erişimin pahalı olduğu o dönemlerde okuduğumuz gazeteleri eleştirir: "Bunları okumayın, doğru yazmazlar" derdi. Hocam hangisi doğru yazar sorumuza hiçbiri derdi. Bir zaman geldi. Bağlı olduğu ve temsilciliğini yaptığı cemaat bir gazete çıkarınca koltuğunun altında o gazeteyle beraber gelmeye başladı. Hocam, siz gazete almaya ve okunmasına karşıydınız. Zira doğru yazmıyorlardı. Şimdi gazeteyle geliyorsun. Fikrin mi değişti, yoksa bu gazete doğruları mı yazıyor dedim. "Bu gazete doğru yazar, tavsiye ederim" dedi. Ne de olsa cemaatinin gazetesiydi. Ona göre cemaatinin yazdığı her şey doğruydu.

Ben vardığımda aynı okulda yıllar yılı öğretmenlik yapıyormuş, epey birlikte çalıştık, ben o okulu terki diyar eyledim, aradan 17 yıl geçti. Arkadaş aynı okulda halen çalışıyor. Öyle zannediyorum tedrisinden baba/anne, oğul/kız, torun geçmiştir. Nice müdür ve yardımcılar eskitti. Gelen gitti ama o demirbaş olarak kaldı, eskimedi. Saçı-başı ağarsa da dinçliği hala devam ediyor. Sanırım 65'ten emekli olacak.

Bir ara yaptığım hizmete biraz da siyasette devam edeyim diye milletvekili aday adaylığına soyundu. Ama siyaset onun değerini tespit edemedi, elinin tersiyle itti. Aday yapılmadı. Halbuki tam zamanıydı. Bir zamanlar cemaati hakaretler ederek gittiği partiye geri dönmüş, şimdilerde el üstünde tutuluyordu. Nasılsa cemaatinin her bir ferdi FETÖ'den sonra bürokrasinin her yerindeydi. Bunun cemaatinin borusu ötüyordu. Ha buna da bir vekillik verselerdi ne güzel olurdu. Öğretmenlikteki kıdemi 35 yılı geçmiş, ticareti alasıyla yapmış, cemaatinin temsilciliğini şeyhin değişmediği gibi değişmeden bugüne kadar getirmiş, her parmağında ayrı bir hüner olan bu tecrübeye aday adaylığı başvurusu yaptığı parti havada kapmalıydı. Belki de o parti onun sayesinde o bölgede oy patlaması yapardı. Çünkü sadece yetiştirdiği kaç nesil ona oy verseydi vekil seçilmesi hiçten değildi. Mecliste tecrübe konuşacaktı. Burada hocamız değil, onu tercih etmeyen siyaset kaybetmiştir. Çalıştığı okul mesleğin duayenini kaybetmemiş oldu.

Kendisini uzun yıllardır görmem. Sadece öğretmenliğe devam ettiğini biliyorum. Size onu daha çok anlatmak, taze haberler vermek, onu daha iyi tanıtmak isterdim.  Bu vesileyle müstefit olurdunuz. Ama takdir edersiniz ki kendisinden 17 yıldır uzağım. Tıpkı sizin gibi onun yeni hizmetlerinden ben de mahrumum. Üzüldüğüm bir değerden koca Türkiye'nin mahrum kalması...




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde