30 Mart 2018 Cuma

Cins misin Be Evlat?

Bir oğlum var, dünya harikası bir çocuk. Gerçi herkesin çocuğu böyledir. Namı diğer Hoşçocuk. Öz güveni tam, sosyal mi sosyal. Aynı zamanda hazırcevap. Mizah yeteneği oldukça gelişmiş. Evin en küçüğü ve neşesi.

İyidir, hoştur ama biraz üşengeç ve ters. Aksi mi aksi. Çayla pek arası yok. Nasılsa içmiyor dersin, içmeye gelir. İçiyor artık dersin, oralı olmaz. Madem içeceksin, git kendine şeker al-gel. Aramızda başka çay içen yok deriz. "Şimdi şeker almaya kim gidecek, ben de çayı şekersiz içeceğim dedi, başardı. Çayı şekersiz içiyor artık. Daha 16'ında çayı şekersiz içmek, azmin zaferi diyebilirsiniz. Olsa olsa üşengeçliğin zaferi. 

Evde ekmek olmaz, haydi ekmek al-gel derim. "Şimdi kim gidecek, ekmeksiz yiyelim" der. Alır gelirsen, bana mısın demez ekmeği götürür. Okuldan gelirken alıp gelseydin desem, ya para yoktu, ya da söyleseydiniz alırdım der. Okuldan gelince acıkır, mutfağa geçer, ekmek yoksa zeytini peynirin içine katık yapar, yine ekmek almaya gitmez. Kazara bazen ekmek alsa ekmeği ben aldım diye döner döner söyler. Oğlum, istersen ekmek almaya ben gideyim derim; olur, niye olmasın, der. İşi tadında bırak, haydi ekmek al gel derim; ağabeylerine mesaj gönderir, ekmek alın gelin diye. Yetenek ve iş bitiriciliğinin yanında dil de pabuç gibi maşallah!

Nasılsa bu evde ekmek alan yok diye gidip dört ekmek aldım, akşama ekmek alma sorunu olmasın diye. Bizimki gülerek yanıma geldi akşam. "Baba, okuldan gelirken ekmek yoktur, alayım mı almayayım mı dedim, gidip iki tane aldım. Eve gelince dört tane de senin aldığını gördüm dedi. İyi yapmışsın, amma aksi çocuksun; durdun durdun evde ekmek varken şimdi ekmek alıp geliyorsun. Madem tereddüt ettin, telefonla "Ekmek var mıydı? Alayım mı?" diye niçin sormadın dedim. "Telefon açamadım, çünkü kontörüm bitmiş" dedi. İyi bir hafta boyunca bayat ekmek yeriz, üstelik ekmek alma derdimiz olmaz, ayrıca aksilikte Nasrettin Hoca'nın oğlundan farkın yok, dedim. Hoca'nın oğlu ne yapmış derseniz, o zaman okuyalım birlikte: Hoca, oğluyla beraber unu öğütmüş, değirmenden geliyor. Un çuvalı eşeğin sırtında en önde, oğlu arkasında; hoca ise yaşın da getirdiği durum dolayısıyla en arkada kalmış. Arkada kalsa da gözü eşekte hocanın. Bir bakar ki eşek dere kenarından geçiyor, çuval düştü düşecek. Hoca kendi kendine: “Koşsam yetişemem, oğluma söylesem; aksi mi aksi. Her dediğimin tersini yapar. Onca emek de boşa gidecek. En iyisi ben tersini söyleyeyim. Oğlan doğrusunu yapsın” der. Aklına gelen bu fikir sayesinde hoca kendine de hayran kalır. Hemen seslenir: Oğlum! Çuval dereye düşecek. Kakala gitsin” der. Oğlu başını çevirir: Babacığım! İlk defa senin dediğini yapacağım” diyerek çuvalı dereye itekler.

Benim oğlan da terslikte Hoca'nın oğlunu aratmaz vesselam. Ters mi ters, cins mi cins, aksi mi aksi! Ne edersiniz ki evlat işte... Ama Hoşçocuk! 30.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

Vira Bismillah! ***


Birkaç defa çay ve kahve içmek suretiyle hukukumuz oluşan bir arkadaşım telefonla aradı: “Hocam! Yeni Haber gazetesinde yazar mısın?” diye. Olabilir dedim gayri ihtiyari.  “Sorumlu kişi ile görüşelim, sizi tanıştırayım” dedi. Bir gün görüşürüz, dedim ise de, “Sıcağı sıcağına konuşup halledelim, yarın seni alırım” diyerek ipe un sermeme fırsat vermedi.

Ertesi gün birlikte gazeteye geldik, gazetenin Genel Yayın Yönetmeni ile görüşüp tanıştık. Çayımızı, kahvemizi yudumlarken haftada iki gün -salı ve perşembe günleri- yazma konusunda görüş birliğine vardık. İlgi-alaka ve ikram dolu kısa bir muhabbetten sonra dostum, “Benden buraya kadar, haydi gidelim” diyerek müsaade aldık, beni gideceğim yere kadar da bırakıverdi sağ olsun.

Gazete ile tanışmama aracı olan arkadaşım aradan çekildi. Evli evine, köylü köyüne misali. Aynen öyle oldu. Şimdi ben gazete ile baş başa kaldım. İlk yazımı yazmak için bilgisayarın başına oturdum. Gazetede yazabilirim demiştim ama ne yazacaktım, nasıl başlayacaktım? Cahil cesaretiymiş bendeki. Derdin ne idi de olabilir dedin ey Barbaros! Oturup başkalarının yazdığını çayını yudumlarken okusaydın, ağrımaz başını ağrıtmazdın, dedim kendi kendime. Ama söz ağızdan çıktı bir kere. Nasıl ki hamama giren terleyecekse biz de bu yola girerek terleyeceğiz. Başka çarem yok. Anladım ki başlamak zormuş. Hele bir de ham isen, gazetenin okuyucusunu doğru dürüst tanımıyorsan…gel de çık işin içinden şimdi. Başlamak bir işi başarmanın yarısıdır, dedikleri bu olsa gerek. Önemli olan işin ortası ve sonu değil, başıymış. Ben de şu anda bu duyguları yaşıyorum. Telefon açıp “Ben yazabilirim demiştim, ama olmayacak” demek de geçti içimden. Ama kahvesini de içmiştim gazetenin. Zaten kahvesini içmişsen bir yerin, elin mahkum artık. Zira kırk yıl hatırı var. O zaman ya bu deveyi güdeceğiz, ya bu deveyi güdeceğiz.

Ben ilk günün acemiliğini, yaşadığımı yazıya aktarıp atlatmaya çalışırken beşer olarak şaşar da yazımı okursanız, “Ne diyor bu adam? Be adam! Yazacağını bilmiyorsun, ne diye podyuma çıktın? Madem yazacak bir şeyin yok, daha işin başında bırakıver bari” diyebilirsiniz. El hak doğrudur. Ama bu durum ilk defa benim başıma gelmiyor. Zamanında Nasrettin Hoca’nın da başına gelmiş: “Hoca, vaazına hazırlanıp camide kürsüye çıkmış. Cemaat pürdikkat ne diyecek diye hocaya bakıyor. Ama hoca bir türlü konuşmaya başlamamış. Nihayet, ‘Cemaati Müslimîn! Hazırlanıp gelmiştim, ama ne diyeceğimi unuttum’ demiş. Ardından hoca ve cemaat beklemeye koyulmuş. Konuyu hatırlamak için hoca, pencereden dışarıya bakar bir müddet: ‘Develer geçiyor…’ der ama ne diyeceğini yine bilmez. Ardından tekrar ‘Ne anlatacağımı unuttum, hiçbir şey aklıma gelmiyor’ deyip yine beklemeye koyulur. Cemaatin içerisinde kendisini dinlemeye gelen oğlu, kafasını kaldırır babasına: “Babacığım! Hiçbir şey aklına gelmiyor da kürsüden inmek de mi gelmiyor?’ demiş.” Benimki de o hesap. Hoca kürsüde dut yemiş, bülbüle dönmüş, ben de bilgisayar masasının önünde. Hazırcevap olan Nasrettin Hoca’da da tutukluk olabildiğine göre bizde de hayli hayli olur. Ne de olsa hemşeriyiz.  
Siz, “Bu adam işi nereye getirecek?” diye merak ederken farkında olmadan gazetemdeki ilk yazımı bitirmiş oldum hoşgörünüze sığınarak. Böylece şeytanın bacağını da kırmış oldum.  Bir işe besmeleyle başlanınca hangi iş yarım kalır zaten? Ben muradıma erdim, artık siz de kerevetine çıkabilirsiniz. Sayfam, her türlü yapıcı eleştirinize açıktır. Baki selam! 30/03/2018,  Barbaros ULU

*** 03/04/2018 tarihinde yenihaberden.com gazetesinde  yayımlanmıştır.

29 Mart 2018 Perşembe

Park ve Bahçelerimiz Birilerinin Gönül Eğlendirdiği Yerler Olmamalı! *


Bu sene kışı görmeden bahar geldi. Biraz serin geçse de bahar kendini hissettirmeye başladı iyice. Ağaçlarımız çiçek açtı. Park ve bahçelerimiz rengârenk çiçeklerle dolu. Tabiatın en güzel harikasını yaşıyoruz bugünlerde. Havaların üşütmeyecek bir seviyede olması, ağaçların çiçek açması çoğumuzu park ve bahçelere itti. Amaç seyir zevkimizi gidermek. Oturacak ve güzel bir ortam varsa niçin atmayalım kendimizi. Zira park ve bahçeler bunun için var.


Doğru dürüst soğuk ve karını görmediğimiz kışı geride bırakıp bahara merhaba derken bir dostumla karşılaştım geçen gün. Dertli mi dertliydi. Garibimin evi belediyeye ait bir parka bakıyor ve her gün parkın önünden geçmek zorunda. “Gençler, parklara akın etti, sarmaş-dolaşlar. Utanma, sıkılma da yok. Ne yapacağımı şaşırdım. Yazı konusu yapsan” dedi bana ayaküstü. Birkaç defa bu konuyu yazı konusu edindim desem de “Sen yine yaz” deyince hepimizin ortak derdi olan bu konuyu sipariş de olsa ele almaya karar verdim.


Kızın, erkeğe; erkeğin kıza ilgi duyması kadar doğal bir şey yok. İnsanların ve gençlerin parklara akın etmesine de bir diyeceğim yok. Herkes istediği parkta seyir, dinlenme ve muhabbet etme hakkını tepe tepe kullanır. Ama kullandığımız parklar kamuya ait, herkese açık yerler. Park ve bahçeleri gizli-kaçamaklı aşk yuvasına çevirme konusunda duyarlı olsak fena olmaz diyorum. Eğer gençlerimiz gönül eğlendirmek niyetindeler ise bu sevdadan vazgeçseler iyi olur. İlla gönül eğlendirmeye devam edeceklerse -hiç tavsiye etmem- bunun yeri, umuma ait yerler değil; gizli-kaçamak diyebileceğimiz sote yerler bu iş için daha uygun. Yok, ciddi ciddi evlenmeyi düşünüyorlarsa bunun yolu da park ve bahçelerde ilanı aşk yapmak değil; aile büyüklerine giderek “Biz karar verdik, bir yastıkta kocamak istiyoruz” demeliler. Güpegündüz, herkesin gözünün önünde bu yaptıklarını iyi bir şey sanıyorlarsa bilsinler ki yapılanı çevre hoş görmüyor. En iyisi, iyi olarak gördükleri bu hayatlarını kendi aile ortamlarında yapsalar fena olmaz diyorum.

Niyetim ahlak abidesi kesilmek, namus bekçiliği yapmak hiç değil. Herkes kendi namusunun bekçiliğini yapar ve yapmalı. Gençlerimiz evlilik öncesi ilişkilerinde ne şekilde davranmaları gerektiğini bilmiyorlarsa eğer, ilk önce Kur’an’ın “Kıssaların en güzeli” diye tavsif ettiği Yusuf süresini okuyarak işe başlayabilirler. Sürede; kimsenin göremeyeceği, kapalı bir ortamda, Züleyha’nın yanında yaşamak zorunda olan Yusuf’un, Züleyha’ya; Züleyha’nın da Yusuf’a ilgi duyduğunu, Züleyha’nın şiddetli bir şekilde arzulamasına rağmen Yusuf’un harama uçkur salmaktan kaçındığını ve bundan dolayı hapse gitmeyi göze aldığını görebilir gençlerimiz.  

Gençlerimiz kendileri bilir. Zira hayat onlarındır. Ama unutmasınlar ki içimizde yaşıyorlar, bir başkasına kötü örnek olmamalılar. Her nerede olurlarsa olsunlar “Ellerine, bellerine, dillerine,” hal ve hareketlerine dikkat etmeliler. Kendileri, ne kadar özgür düşünürlerse düşünsünler içindeki yaşadıkları toplumun değerlerine karşı hassasiyet gösterme gibi bir sorumlulukları vardır. Biz bunu gençlerimizden bekliyoruz. Allah hepimize en yakışıklı erkek diyebileceğimiz Yusuf peygamber gibi ahlak versin; harama yönelmekten, harama götüren yollardan sakınmayı nasip etsin ve Yusuf’u örnek alanlardan eylesin. 29/03/2018, Ramazan Yüce, Konya

* 31/03/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


28 Mart 2018 Çarşamba

MSB: Milli Seminer Bakanlığı


Sene başından beri görevli izinli sayılarak gittiğim seminerlerin sayısını unuttum. Bir de dersim yokken zorunlu gittiklerimi sayarsam epey bir yekûn tutar. Ben yine şanslı olanlardanım. Çünkü emsallerimin gittiği seminer, kurs, eylem planı ve sunumların haddi hesabı yok. Yani bilgi, birikim ve donanım yönünden benden fersah fersah ilerideler.

Merak edip ne zaman gidiyorsunuz bu seminerlere derseniz, eğitim ve öğretimin içindeyken, dersler boşaltılarak yapılmaktadır derim. Siz seminerler dışında ne yaparsınız derseniz yine derim ki, yaptığımız seminerlerden arta kalan zaman diliminde fırsat bulabilirsek derse girmektir. Milli Eğitim kendini aştı, tek felsefesi var: Eğitim ve öğretim boyunca güne gün, olmazsa gün aşırı seminer düzenlemektir. Yani hayat boyu eğitim felsefesi gibi hayat boyu semineri kendisine misyon edinmiş durumda. Oldu olacak adını da Milli Seminer Bakanlığı şeklinde değiştirse daha iyi olacak. Eğer bu yeni ismin MSB ile karıştırılacağı iddia edilirse çok problem olacağını sanmıyorum. Bu ülkenin kardeş kurumları ne de olsa. Üstelik her ikisinin başında "milli" var. Ayrıca mevcut Bakanımız, her iki bakanlıkta da çalışmış ender kişilerden hatta tek kişidir. Savunma Bakanlığından sonra yeni kabinede adını Eğitim Bakanı olarak görünce bir an için her iki bakanlığın başındaki "milli" kelimesinden dolayı karıştırılmış olabileceğini düşündüm. Bu düşüncenin sadece bana ait bir vehm olduğunu anlamam uzun sürmedi. Ardından kısa bir araştırma yapınca birbirine zıt gibi görünen iki bakanlığı birbirine yakınlaştıranın, Sayın Bakanın mezun olduğu okullar olduğu anlaşılacaktır. Zamanında düşünemedim tabi. Önümü görememişim. Aslında Bakanı şanslı kılan iki üniversite mezunu olması: hukuku bitirmesi değil, gemi mühendisliğini bitirmesi sanki. Ne edersiniz ki kör talih hiç peşimi bırakmadı. Bilseydim Sayın Bakanın okuduğu okulları okurdum. Haydi geçmişte düşünemedim. Çocuklarımı aynı okullarda okutarak önlerini açabilirdim. Ama burnunun ucunu göremeyen ben; ne kendime ne de çocuklarıma katkı verebildim bu konuda.

Bize durmadan seminer ve kurs düzenleyenlerin bilinçaltında eğitim ve öğretimin önündeki en büyük engelin öğretmen olduğu o kadar işlemiş olmalı ki biz bunları yola getirirsek eğitim ve öğretimimiz düze çıkar düşündesindeler. Bunun yolunu da öğretmenleri eğitmek, yani seminer vermek suretiyle halledebileceklerine kendilerini öyle inandırmışlar ki gece-gündüz seminer düzenliyorlar. Hatta hızlarını alamayıp seminerin bitiminde film bile izletiyorlar. 

Bize fırsat buldukça dersi var mı yok mu dersleri boş geçer, öğrenci mağdur olur, okulun düzeni bozulur demeden seminer düzenleyenler, yaptıklarınızda iyi niyetli olabilirsiniz. Ama bilin ki metodunuz, zamanlamanız yanlıştır. Usulsüz vusül olmaz. Biz yaparız olur diyorsanız oluyor. Ama bir faydadan hali değil yaptığınız. Yok, dostlar alışverişte görsün diyorsanız evet, herkes sizi görüyor, hatta seyrediyor. Hem de ibret ve hayretle. 28.03.2018, Ramazan Yüce, Konya


27 Mart 2018 Salı

Seminerler Arasında Eğitim veya Şeytan Taşlamaktan Tavafa Vakit Bulamamak

—Sayın müdürüm! Nereden böyle?
—Toplantıdan.
—Ne toplantısı bu saatte?
—Eksik olmaz bizde toplantı.
—Faydalı mı bari?
—Nerde? Eften-püften şeyler, ardı arkası kesilmeyen gündem...
—Kim yapar toplantıyı, amiriniz mi?
—Evet.
—Tüm toplantıları o mu yapar?
—Bizde amir çok, yedi kocalı hürmüz gibiyiz. Kafası esen yapar.
—Geçmiş olsun!
*
—Müdürüm, nereye böyle acele acele?
—Toplantı var da...onun için.
—Daha geçen gün yapmadınız mı?
—Yaptık, bu başka.
—Bu sefer konu ne?
—Varınca öğreneceğim.
—İnsan gündemi bilmez mi?
—Toplantıları kovalamaktan gündemi takip edemiyorum artık.
*
—Müdürüm, seni bir ziyarete geleceğin, yarın okulda mısın?
—Çok iyi olurdu ama okulda olamayacağım.
—Niçin, bir manin mi var?
—Toplantım var.
—Yine mi?
—Maalesef!
—Sahi siz okula ne zaman gidersiniz?
—Toplantılardan fırsat buldukça...
***
—Öğretmenim, hayırdır dersi yok mu bugün?
—Vaar.
—Niçin okulda değilsin?
—Seminer varmış, ona geldim.
—Okuldaki derslerin ne olacak?
—Programı uygunsa nöbetçi öğretmen, değilse okul idarecileri doldurur. Bu da mümkün değilse ders doldurulmaz, çocukların dersi boş geçer.
—Dersi dolduran sınıfta ne iş yapar?
—Sınıfa bekçilik yapar.
—İşlenmeyen konu ne olacak?
—Öğretmen daha sonra hızlandırarak konuyu telafi eder.
*
—Öğretmenim, dün dersimize gelmediniz, hasta mıydınız?
—Hayır çocuklar, hasta değildim, bizi kursa aldılar. Ondan dolayı gelemedim.
—Ama hocam, geçen hafta da gelmemiştiniz.
—O zaman da bizi seminere almışlardı.
—Bizim dersimiz ne olacak? Epeyce geride kaldık.
—Telafi edeceğiz.
—Bu nasıl olacak?
—Dört ders saatinde işlenmesi gereken dersi iki saatte hızlandırarak vereceğiz.
*
—Müdürüm, sınıfımda kimse yok. Çocuklar nerede?
—Aşağıda salonda bir seminer alıyorlar.
*
—Buyrun müdür bey!
—Hocam çocukları salona alacağız, zira bir sunum olacak. Siz de öğrencilerin başında gideceksiniz, orada bulunacaksınız.
—Hocam, zorunlu değilse benim sınıf gitmese olur mu? Konulardan epey geri kaldık da.
—Olmaz hocam! Sunum bu, mecburen yapmamız lazım.
—Hocam ben falan öğrencinin velisiyim. Öğretmenleriniz çok devamsızlık yapıyor, çocuklarımızın dersleri geride kalıyor. Dersleri boş geçince derslere odaklanamıyor.
—Hanımefendi! Devamsızlıkların çoğu mazeretten, keyfi devamsızlık olmaz bizde.
—Ne mazeretiymiş beyefendi! Eğitim ve öğretimden önemli mazeret ne ola ki?
—Mazeret dedimse öğretmenlerimize yönelik kurs, seminer ve toplantıdan kaynaklı. 
—Bu seminerleri yapmak için bula bula ders saatleri mi ayarlanıyor. Bu, bir şeyi yaparken başka bir şeyi yıkmak değil mi?
—Hanımefendi, bu durum bizden kaynaklanmıyor, planlayıcı biz değiliz, emir demiri keser.
—Bu planlayıcılar koca yaz dönemini bitirdiler de kervan yola çıktıktan sonra mı seminer yapmaya kalkıyor?
—Yaz dönemine gerek yok hanımefendi. Öğretmenlerin iki haftası haziran, iki haftası da eylülde olmak üzere toplam bir ay mesleki çalışma denilen seminer dönemleri var. Üstelik bu dönemde öğrenci de yok. Kimse mağdur olmaz. Yapılacak bütün seminerler bir planlamaya mesleki çalışma dönemlerinde verilebilir. Ama yapılmıyor maalesef.
—O zaman çocuklarımızın boşa geçen vakitleri ne olacak, bu mağduriyetimiz nasıl giderilecek?
—Seminerlerden fırsat buldukça ders işleyeceğiz.
—Sizinki teşbihte hata olmasın, şeytan taşlamaktan Kabe'yi tavaf edemeyen kişinin durumuna benziyor. 27.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

26 Mart 2018 Pazartesi

Bu Gidişle Kimseyi Hayırla Yâd Edemeyeceğiz *


Siyaset, bilim veya hayatın herhangi bir alanında fikri, zikri, duruşu ile gıpta ettiğimiz insanlar vardır. Çoğu, derdimize tercüman olur, göğsümüze su serper. İyi ki böyleleri var dedirtir insana. Kimi ekiple ön plana çıkar, kimi de kendisi tek başına bir ekiptir. Kiminin işi yaver gider, her türlü itibarı görür, makam-mevki edinir. Kimi de sevilmekle beraber tek gelir, tek gider. Çoğu zaman sevgiden öte karşılığını görmez.

Dünya dediğimiz; kiminin nasiplendiği, kiminin nasibini teptiği, kiminin de nasibinin ötelendiği bir yer olsa gerek. Kimi gücünü para-puldan, kimi makam-mevkiden alır. Kimi de karşılığını almasa da kişilik ve duruşuyla bir değer ifade eder. Gönüllerde taht kurar. Gözünü budaktan esirgemez böyleleri. Söylenmesi gerekeni usturuplu bir şekilde söyler, gerekirse vücudunu ve ruhunu ortaya koyar. Bedel ödenecekse en önde yer alır. Kınayanın kınamasına aldırmaz. Kendisinin gösteremediği cesareti böylelerinde görür insan. Takdirdir hep aldıkları bunların.

Ülkesi ve inandığı değerler adına tek başına mücadele ederek vatandaşın gönlünde taht kuran böyleleri vefat edince geride kalanların içi cız eder: “İyi adamdı, yeri doldurulamaz, kıymeti yeterince bilinemedi, emeğinin karşılığını alamadı, cebine değil, inandığı değerlere çalıştı, bu dünyadan dikili bir ağacı olmadan gitti” şeklinde içinden geldiği gibi yazar, çizer ve söyler. Yani ardından hayırla yâd eder. Fakat içimizde öyleleri var ki ölenin ardından hayırla yâd etmene bile fırsat vermiyor. Hemen başlar eleştirmeye: “Adamın değerini yeni mi anladınız, öldükten sonra badem gözlü mü oldu. Yaşarken neredeydiniz, madem bu kadar değerliydi, o zaman bu adama niçin oy vermediniz?”  şeklinde eleştiriler getirir sevdiğini izhar edenlere. Haklılık payı var mıdır bu tür eleştirilerin? Var elbet. Fakat hesap etmedikleri veya göz ardı ettikleri bir başka yön var. Sanıyorlar ki her değer, dünyadayken karşılığını alacak. Bu bakış açısı her zaman doğru olmaz. Çünkü dünyanın kuruluş felsefesine aykırıdır bu. Eğer dünyada her şeyin karşılığı alınsaydı veya karşılığı olsaydı ahiret olmazdı, ebedi âleme ihtiyaç olmazdı. Bu dünyanın adaleti, kiminin yüzünün güldüğü, kiminin de gülmediği yönündedir. Her şeyin, herkesin hak ettiği yer ancak ukba âlemdir. 

Olaya başka bir açıdan bakarsak siyaset dediğimiz alan bir arenadır, güç gösterisinin yapıldığı yerdir. Halka kendini beğendirme ve ikna etmedir, kendini ve fikirlerini pazarlamadır, podyuma çıkmadır. Bir ekip işidir aynı zamanda. Ekipsiz yola çıkan kişi, diğer aksesuarları olmayan bir aracın motoru gibidir. Motorsuz arabanın bir karşılığı olmadığı gibi kaportası olmayan motorun da kıymeti bilinmekle beraber tek başına bir değer ifade etmez. Motor ve diğer aksamı birlikte ancak araç olur ve yola koşulur. Siyaset böyle bir şeydir. Ayaklar yere basarak yapılır. Siyaseti tek başına sırtlayan değerler, gönüllerde taht kursalar da tek başına mücadeleleri oya tahvil edilemez. Çünkü siyasetin kendi başına raconu vardır: Baraj bunlardan biridir. Baraj problemini aşamayanlar değeri bilinse veya bir değer ifade etseler de hak ettiklerini alamazlar. Çünkü insanlar siyasette ideal olandan ziyade sonuç almaya yoğunlaşır. Ehveni olmuyorsa ehven-i şerde toplanır.

Tek başına yaptıkları siyaseti yapanlar, sevilmelerine rağmen halktan oy alamadıkları için kimseye kızıp gücenmediler, küsmediler, halkla barışık yaşadılar ve kendilerine yakışanı yaparak çekip gittiler. Buraya kadar bir sorun yok. Sorun, bu iyi insanlar adına racon kesenlerde, sevgisini izhar edenleri ayıplayanlarda diye düşünüyorum. 26.03.2018 Ramazan Yüce, Konya



* 28/03/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


25 Mart 2018 Pazar

Anlaşılan Biz Bu İleri-Geri Saatten Daha Çok Çekeceğiz! **

Pazar günü uyandığımda saatin kaçı olmuş diye cep telefonuma baktım. Saatler 11.00’i gösteriyordu. Nasıl yatmışım bu saate kadar dedim. Yarı uykulu halimden kurtulmak için gözlerimi biraz daha açtım. Gözlerimde sorun yoktu. Nasıl bu saate kadar yattım, bir anormallik var yine diyerek kolumdaki saatime baktım. Bu sefer saatim 10.00’u gösteriyordu. Uyku semesi saatleri yanlış okuyorum galiba dedim; tekrardan bir kolumdakine, bir de masamdaki cep telefonuma baktım. Aradaki fark bir saatti. Yatağın içinde bu sefer saatin kaç olduğunu bıraktım, aylardan hangi aydayız dedim kendi kendime. Martın sonlarındayız. Saatler ileri alınmış olmalı dedim. Sanal âleme girerek teyidini yaptım, ileri olan saatlerimiz bir daha ilerlemişti. Eskiden bir ileri yaparken bu sefer benim akıllı telefonum iki ileri yapmıştı.

Biz ülke olarak bundan sonra bir ileri, bir geri yapmayacağız, saat ikilemi yaşamayacağız diyerek saatlerimizi hep ileri saati kullanacak şekilde sabitlesek de anlaşılan senede iki defa dünyanın bir ileri, bir geri yaptığı zaman diliminde aynı sendromu tekrar yaşayacağız. Elimizde taşıdığımız cep telefonu senede iki defa “Siz saatlerle oynamaktan vazgeçseniz de ben size yılda iki kere hep bunu hatırlatacağım” der gibi oynuyor bizimle. Uyku sersemliğini atar atmaz aklıma bir papaz fıkrası geldi:Papazın biri kilisede kürsüye çıkar. Garibim vaaz verirken sesli bir şekilde yellenir. Cemaatinin karşısında mahcup olur. Toplum içerisine giremez. Sonunda kararını verir. Çok sevdiği memleketini terki diyar eder. 10 yıl başka şehirlerde ikamet eder. Unutulmuştur artık diyerek gözünde tüten memleketine geri gelir. Şehrin girişinde 12 yaşlarında bir çocuk vardır. Beldesi hakkında biraz nabız yoklamak amacıyla çocukla konuşmaya karar verir: ‘Yavrum! Adın ne senin, kimin oğlusun, kaç yaşındasın’ der. Çocuk: Adım Hans, bakkalın oğluyum, papazın yellenmesinden 2 yıl sonra doğmuşum” cevabını verir. Canın isterse hatırlama fıkrayı. Fıkra bu. Uyku mahmurluğu falan dinlemiyor.

Cebimizde taşıdığımız telefon güya akıllı! Hatta o kadar akıllı ki, bu ülke saati sabitledi, üstelik ileride hep. Ben burayı es geçeyim falan demiyor. Senede iki defa aynı haltı yaşatıyor bize. Kilisede yellenen papazın kokusu gitse de, aradan yıllar geçse de, eski çamlar bardak oldu, biz saatle oynamayı bıraktık, zamanla oynamayacağız artık; geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye desek de saat bize senede iki defa aynı sendromu yaşatacak. Tıpkı papazın yellenmesinin milat kabul edildiği gibi. Nasıl kurtulacağız bu terk ettiğimiz saatin senede iki defa kafamıza vururcasına “Ben daha ölmedim” demesinden.

Başımıza Ebu’l Kasım’ın ayakkabısı kesilen bu saatten nasıl kurtulacağız?  “Ebu’l Kasım, imkanı yerinde olmasına rağmen her tarafı yırtılmış ve yama yaptırılmış ayakkabısını giymeye devam ediyor. Ayakkabı, yamalardan olsa gerek ağır mı ağır! Herkesin tanıdığı bu ayakkabıdan kurtulması ve yeni bir ayakkabı alması için eşi-dostu, yeni bir ayakkabı al dese de Ebu’l Kasım, ‘Haklısınız, alayım” der ama cimriliği yeni bir ayakkabı almasının da önüne geçer her defasında. Bir gün hamama giden Ebu’l Kasım, hamam çıkışı elbiselerini giyerken kendi ayakkabılarının yanında gıcır gıcır yepyeni bir ayakkabı bulur: ‘Eş-dost bana acıdı, yeni bir ayakkabı alıverdi, sağ olsunlar’ diyerek yeni ayakkabıları ayağına giyer, çeker gider. Ayakkabı şehrin kadısınındır. Kadı, ayakkabısını yerinde bulamayınca kızar, bağırır. Kadının adamları giden ayakkabının yerine konmuş eski ve yamalı ayakkabıları görünce, ‘Sayın kadım! Bu ayakkabılar Ebu’l Kasım’ın, seninkileri o giymiş olmalı’ der. Ebu’l Kasım’ı derdest ederek kadının huzuruna çıkarırlar. Yargılama sonucunda belli bir para cezasına çarptırılan Ebu’l Kasım, ayakkabılarını eline alır, ‘Bu gidişle ben bu ayakkabılardan çok çekeceğim, en iyisi kurtulmak’ der yeni bir ayakkabı alır. Eski ayakkabısını gider denize atar ve evinin yolunu tutar. Günler sonrasında denizde balık tutan birinin oltasına ağır mı ağır bir şey takılır. Balıkçı, ‘Büyük bir balık yakaladım galiba’ diye sevinç içerisinde oltayı kaldırınca oltaya takılanın Ebu’l Kasım’ın ayakkabısı olduğunu görür, düşürmüş olmalı, diyerek Ebu’l Kasım’ın kapısını çalar. Malum ayakkabının sahibi evde yoktur. Kaybolmasın, gelip geçen almasın diye ayakkabıları evin damına atar. Damda gezinmekte olan kedinin ayağına takılan ayakkabı, yoldan geçmekte olan birinin kafasına düşer ve adamı yaralar. Yaralı adam hastanede tedavi görürken şehrin kadısı, yaralayanın peşindedir. Suç yerinde Ebu’l Kasım’ın ayakkabısı bulunur. Adam yaralamaktan Ebu’l Kasım’a hem hastane masrafları, ayrıca para cezası verilir. Olan bütün mal varlığını eski ayakkabısı sayesinde kaybeden Ebu’l Kasım, saçını-başını yolarak, “Ben bu ayakkabıdan nasıl kurtulacağım” diye düşünür ve sonunda eline tutuşturulan ayakkabılarla yeniden kadının huzuruna çıkar, kadıya: ‘Sayın kadım! Bu ayakkabı ile aramda hiçbir bağımın olmadığı ile ilgili bana resmi bir belge versen’ diye ricada bulunur. Ebu’l Kasım’ı dinlemekte olan kadı, acı acı gülümseyerek Ebu’l Kasım’a “Ayakkabı ile Ebu’l Kasım’ın hiçbir alakası yoktur” şeklinde bir berat verir ve böylece Ebu’l Kasım , servetine mal olan bu ayakkabıdan zor da olsa kurtulur.

Sahi biz papazın yellenmesi gibi senede iki defa karşımıza çıkan bu ileri-geri saat uygulamasından nasıl kurtulacağız? Ebu’l Kasım, kadıdan berat almakla kurtuluyor, biz nasıl kurtulacağız? Var mı bunun çaresini/yolunu bilen? 25/03/2018, Ramazan Yüce, Konya

** 25/03/2018 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.



24 Mart 2018 Cumartesi

MEB Personelinin BİMER ve CİMER Müracaatları

Vatandaş; bilgi edinmek, birisini veya bir kurumu şikayet etmek amacıyla yetkili mercilere ulaştırılmak üzere dilekçe hakkının yanında, Bimer veya Cimer gibi yolları kullanmaktadır. Her başvuruya süresi içerisinde cevap verilmektedir.

Şikayet, öneri, mağduriyet vb. nedenlerle kullanılan bu hak, sorunları ne kadar çözüyor konusu ayrı bir konu. Sivil vatandaş bu hakkı istediği şekilde rahat bir şekilde kullanmaktadır. Devlet memurları bu yöntemlerden herhangi birini kullanmaya kalksa karşısına hemen mevzuat çıkar. Kendisine cevap olarak "Bu konuyu çalıştığınız kurum amirine dilekçe vermek suretiyle çözmeniz gerekmektedir." denir. Çünkü dilekçe vermek için silsile takip edilmesi gerekir. Hatta bazı zamanlarda kamu personeline silsile atladığından dolayı inceleme ve soruşturma da açılabiliyor. Daha doğrusu soruşturma açılabiliyordu. Milli Eğitim Bakanlığı Müsteşarı Yusuf Tekin imzalı gönderilen yazıya göre memurların da Bimer, Cimer gibi bilgi edinme yollarını kullanabilecektir. Bu yazıyla birlikte memurlara konmuş yasak da kalkmış oldu. Olmadı gereken de buydu. Gecikmiş de olsa olumlu bir gelişmedir.

Gelelim Bimer ve Cimer'in işlevine. Beklenen işlevi yerine getirdiğini düşünmüyorum. Çünkü yaptığın şikayet vb. durum, "çöz-cevapla" diyerek tekrar şikayetçi olduğun kuruma gönderiliyor. Aşağı ne yapıyor? "Durum şöyle şöyle..." deyip hem yukarı gönderiyor. Yukarı, "Cevap aşağıdadır" şeklinde aynı yazıyı forward edip gönderiyor. Sorun çözülmüyor yani. Bunun mantığını anlamış değilim. Çünkü şikayet edilen kurum veya kişi sorunu çözse idi, zaten sorun yukarıya gitmeyecekti. Sadece yazışmak yanınıza kar kalıyor. Çünkü gelen cevap mağduriyeti çözmüyor. Ya da şikayetin aslı yoksa, çalışana iftira edilmişse şikayet edene bir yaptırımı yok. 

Bilgi edinmeyi daha işlevsel hale getirmek için bazı şeyler yapmak gerekir. Gerekli-gereksiz başvurunun önüne geçilmeli. Öyle her isteyenin canım sıkıldı diyerek yazı döşediği, kızdığı memura had bildirdiği bir yer olmamalı. Başvurusu yapılan konu ciddi olmalı. Lüzumsuz başvuruların önüne geçmek için başvuru esnasında cüz'i de olsa bir başvuru ücreti yatırma zorunluluğu getirilebilir. Şikayet edilen konunun adlı yoksa, çalışana iftira edilmişse başvuru sahibine müeyyide uygulanabilir. Şikayet edilen konu ve kişi, üst makam tarafından incelemeye alınmalıdır. Konunun aslı var ise kasdi olan davranışa ceza verilmelidir. 24.03.2018, Ramazan Yüce, Konya 




İnsan Gönül Koymaya Görsün!

İnsanoğlu boy-pos, kılık-kıyafet, tip yönünden farklı olduğu gibi duygu-düşünce, hissetme, incelik ve zerafet bakımından da farklıdır. Bilim ve teknoloji ne kadar ilerlerse ilerlesin bir insanı çözmek için tüm dünya bir araya gelse çözebildiği, buz dağının görünen kısmı kadardır. Bu da insanın onda birine tekabül eder. Daha görünmeyen kısmı vardır. Çünkü onca şeffaflığına rağmen insan gizemli bir varlıktır. Olaylara, zamana, ortama, psikolojisine göre değişiklik gösterir insanoğlu. Hele bir de içe dönük biri ise insan, çöz çözebilirsen.

Ne gülen yüzler vardır; içi kan ağlar, ne sakin insanlar vardır; içinde fırtınalar kopar, ne kızgın ve sinirli insanlar vardır; içi merhamet doludur. Ne insanlar vardır ki içi duygu yüklüdür, ne insanlar vardır ki kendini olduğundan farklı gösterir. Biz aysbergin görünen yüzünü biliyoruz. Sadece görünüşüne göre tanıyor ve tanımlıyoruz insanı. Mesela kırgınlığı, alınmayı, içe kapanmayı nereye koyacağız? Çünkü insanın ne zaman, neye alınacağını kestirmek mümkün değil.

Kişi bir şey umar; umduğu olmayınca alınır, ilgi alaka bekler; yeterince ilgilenilmediği için alınır, taltif bekler; olmayınca alınır, şaka yaparsın; kaldıramaz, alınır; şaka yapmazsın, herkese şaka yapıyor, bana şaka yapmıyor diye alınır... Alınır oğlu alınır. Parayla mı sanki. Çeker oğlu çeker, tıpkı mıknatıs gibi. Her şeyin çözüm ve tedavisi vardır ama alınganlığın, kırılmanın tedavisi yoktur. Hiç içinden çıkmaz, hep kendiyle yaşar. Belki de tek tedavisi hafıza kaybıdır. 24.03.2018, Ramazan Yüce, Konya 


Bu Ülkede Eğitim ve Öğretim Kötü de...


İster içinde olsun, ister hiç alakası olmasın bu ülkede herkesin ağzında eğitim ve öğretim var. Bilsin, bilmesin herkes konuşuyor ve eleştiriyor. “Ne olacak bu Milli Eğitimin hali?” diye söze başlıyor. “Ben devletin yerinde olsam, ah bir Milli Eğitim Bakanı olsam! Bak Milli Eğitimi nasıl yola getiririm…” diye devam ettiriyor. Eğitim ve öğretime eleştiri getiren, öneri sunan, eğitimi beğenmeyen kim varsa hepsi haklı. Gerçekten eğitim ve öğretimimiz adına yetkililer ne yaparsa yapsın, mevcut maarifimiz beklentilere cevap vermiyor. Tarafların beklentisi gerçekleşmeyince herkes hıncını ya sistemden, ya yöneticilerden ya da öğretmenlerden alıyor. Vurun abalıya diyerek yerden yere vuruyor. Sorumlulara yüklenelim yüklenmesine. Ama biraz da olaya başka açıdan bakalım.

Bu ülkede eğitim ve öğretim kötü de başka kurumlar çok mu iyi? Eğer çok iyi diye düşünüyorsanız baştan söyleyeyim, kendimizi kandırıyoruz. Niçin mi? Eğer bir toplumda bir kurumda çürümüşlük varsa diğer kurumların bundan azade olması mümkün değildir. Kokuşmuşluk tüm kurumlarımızda vardır. Bakmayın siz tüm kurumlarımızın uzaktan görkemli göründüğüne. Mangalda kül bırakmadığına, kendisine toz kondurmadığına. Bu ülkede hangi kurumun iç işleyişini bilirseniz o kuruma olan kanaatiniz değişir. Çünkü hiçbir kurum dıştan göründüğü gibi değildir.

Kamu adına iş yapan kurumların çoğu ya çok şeffaf değildir, ya da vatandaşın çoğunu ilgilendirmeyen, sadece ilgilisinin irtibat kurduğu kurumlardır. Halkın göz önünde olan iki kurumumuz vardır. Bunlardan biri sağlık alanı, diğeri de eğitim ve öğretim alanıdır. Halka açık olan bu kesimler dışındaki birçok kurum, kuruluş, işletme, müessese müşterisi her zaman aynı kişiler değildir ve kendilerine işi düşen kesimin sayısı azdır. Buralara işi düşenin işi olmasa da memnuniyetsizliğini tüm toplum kesimine duyurma imkanı yoktur. Okul  ve hastane dışındaki diğer alanları kapalı alan olarak değerlendirebiliriz. Özellikle okullar açık alandır. Okulda olan bir olay öğrenci vasıtasıyla tüm evlere gitmektedir. Bir kesimi eleştirirken, kötülerken işin bu yönünün de dikkate alınmasında fayda vardır.

Yukarıda sorduğumuz soruyu burada tekrar soralım: Bu ülkede eğitim ve öğretim kötü de diğer alanlarımız çok mu iyi? Eğer iyi diyorsanız sadece kendinizi kandırmış olursunuz. Adaletimiz, askeriyemiz, emniyetimiz, esnafımız... hangisi düzgün ya da bir numara? Deve gibi tüm kurum, kuruluş, STK'larımız. Hasılı yok aslında birbirimizden farkımız. Eğitim ve Öğretimi eleştirelim ama biraz da kendimize bakalım. 24.03.2018, Ramazan Yüce, Konya 



23 Mart 2018 Cuma

Yola çıktıklarımızı bir bir kaybetmek

Bir dava, bir fikir, bir hareket yola çıktığı kişilerle anlamlıdır. Çünkü neredeyse sıfırdan doğan hareketlerde dava arkadaşları omuz omuza verirler. Hareket yoluna devam ederken davaya güç katacak ve yeni bir vizyon getirecek kişilerle takviye yapılır. 

Harekette zaman zaman yol kazası diyebileceğimiz ayrılıklar olur. Çoğunluğun içinde bu ayrılıkların fazla esamesi okunmaz. Zira suç, ayrılan kişide görülür. Ama bir hareket düşünün ki doğduğu andan bugüne ölüm, hastalık vb. nedenler dışında anlaşmazlıklar nedeniyle yüzde yüze yakın değişmişse işte burada oturup düşünmek gerekir. Hata ya da suç kimde? Suçu tamamen bir tarafa atmak haksızlık olur. Taraflar arasında suçun oranı olur, az veya çok muhatapların sorumluluğu vardır. Önemli-önemsiz bir mesele veya meselelerde ortaya çıkan kırgınlıklar, küskünlükler bir araya gelip giderilmezse orta yerdeki küçücük problem dağ gibi olur, birbirinden uzaklaştıkça uzaklaşılır. 

Kırgınlıklar bazen dava arkadaşlarını bir araya getirmez. Böyle durumlarda kırgın olanların savunucuları "Efendim, siz haklısınız, siz olmasaydınız o bir hiç idi, nankörlük yapıyor" tarafgirliği yapar. İşte bu, dava arkadaşlarını iyice uçurumun kenarına iter. Aralarındaki kırgınlığı bir araya gelerek gideremeyenler meydanlarda birbirlerine laf sokuşturmaya başlarsa artık iyice yol ayrımına gelirler. Bu işin sonu, birbirlerine rakip olmaya kadar gider. Bu durum, rakiplerin istediği şeydi. Zil takıp oynasalar yeridir. Allah'tan istedikleri bir gözdü, Allah onlara verdi iki göz. 

Bu durum rakiplerin değil, aynı hareketin içindeki insanların, özellikle ağır toplarının başarısıdır. Bu konuda kimse bunların eline su dökemez. Bu kişiler elde ettikleri bu başarılarla ne kadar gurur duyarlarsa azdır. Hal böyle iken hiç başkasına kızmaya, sağda-solda suçlu aramaya, suçu birbirine atmaya hiç gerek yok. Buna başkasındaki merteği görme, fakat kendi gözündeki çöpü görmeme denir. Kendisini süt-beyaz görmedir bunun adı. İş o noktaya varır ki bir araya gelmez olurlar, ne senden uzağım, ne de bana yakınsın tavrıdır bu. Yanıma da yaklaşma, başka yere de gitme der gibi bir şey. Çok mu zor, bir araya gelip kozlarını paylaşmak, anlaşamıyoruz artık, sen yoluna, ben yoluma demek. "Bundan sonra dostluğumuz baki, fakat farklı kulvarlardayız, sana bundan sonraki hayatında başarılar dilerim" deyip kucaklaşarak vedalaşmak. Aracıları önlerinden çekseler veya enaniyetlerini bir kenara bıraksalar bu işin olmaması için hiçbir sebep yok. 22.03.2018, Ramazan Yüce, Konya 

22 Mart 2018 Perşembe

Kan Bağışı, Vücudumuzun Sadakasıdır/Zekatıdır *


Zaman zaman televizyonlarda kan vermenin önemine işaret eden kamu spotları görürüz. Yine Konya’nın değişik bölgelerinde gezici kan ekipleri tarafından gönüllülük esasına dayalı olarak halkımızdan kan alındığına şahit oluyoruz. Ayrıca TV ve sosyal medyada, “Tıp Fakültesinde yatmakta olan bir hastamız için acil …Rh (+), (-) kana ihtiyaç vardır.” duyurularını sık sık duyarız. Cep telefonumuza “Acil kana ihtiyaç var” mesajları alırız.  Bu alanda ihtiyaç olmalı ki her sıkıntılı anımızda imdadımıza koşan Kızılay; yaz-kış, soğuk-sıcak demeden vatandaşlarımızdan kan toplamaya devam etmektedir.


Değişik yollarla kan bağışı teşvikinin yapılmasından ve kan aranmasından, yeterince kan bağışı yapılmadığını anlıyorum. Başımıza gelmeyince ihtiyaç olarak mı görmüyoruz? Vücudumuzda yeterince kan yok diye mi düşünüyoruz, yoksa benim bilmediğim başka bir sebep mi var? Kanımız eksilirse masadan kalkamayız diye mi düşünüyoruz? Herhalde kimse, kan vermenin faydasını bilmiyor değildir. Kan vermenin faydalarını okumaya kalksak say say bitiremeyiz. Buna rağmen kan bağışlamada niçin duyarsızız? Eğer "Vücudum zayıf, zaten benim kanım az" diye düşünülüyorsa şunu bilelim ki insan vücudunda kilosuna oranla kan mevcuttur. Her insanda vücudun 1/13 oranında kan var. Vereceğimiz kan yarım litreye bile varmıyor. İçtiğimiz teneke kola kadar bir kan veriyoruz. Üstelik verdiğimiz kanı kısa zamanda yeniden elde ediyoruz.


Kime "Kan ver" desen; bir dokunur, bin ah işitirsin: "Efendim! İyi olurdu, vermek isterdim. Ama bende kansızlık var, ben sürekli ilaç kullanıyorum, kan görmeye dayanamıyorum, içim götürmüyor..." benzeri serzenişlerle karşılaşıyorsunuz. Elbette böyle diyenlerin içinde gerçekten mazereti olanlar vardır. Ama anlamadığım bu milletin hepsinin mi mazereti var, hepimiz mi hastayız? Düşünmeden edemiyor insan.  Gelişmiş ülkelerde gönüllü kan bağışında bulunanların oranı yüzde 5 iken, bu oran ülkemizde yüzde 2,5 dolaylarında. Yakışıyor mu bu ülkeye?

Yardımlaşma ve dayanışmada bu milletin eline kimse su dökemez. Varını yoğunu bu millet ortaya koyar. Yeter ki birinin ihtiyaç sahibi olduğuna inansın. Yardımlaşmada gösterdiğimiz bu duyarlılığı nedense kan vermede göstermiyoruz. Kan vermek de bir nevi yardımlaşma ve paylaşma değil mi? Maddi ve manevi olarak ihtiyaç sahiplerinin imdadına koşan bu millet niçin iş kan vermeye gelince kan verenlerin oranı bir elin parmaklarını geçmiyor?  Hiç mi veren yok? Bir hakkı teslim edelim, damlaya damlaya da olsa kan vermeyi rutin hale getirip veren duyarlı insanlarımız var. Bugün ülke, kan ihtiyacını bu gönüllüler sayesinde gidermektedir. Onlara minnet borçluyuz, iyi ki varlar!

Kan vermeyi insani, vicdani, dini bir görev olarak değerlendiriyorum. Hatta vatandaşlık ödevidir. Nasıl ki malın, paranın zekatı varsa vücudun zekatı ve sadakası da kan vermedir diye düşünüyorum. 18-65 yaş arasında kendini dinç ve sağlıklı hisseden erkekler yılda 4, bayanlar da 3 defa kan verebiliyor. Parolamız, “Bugün bana, yarın sana ve herkesin kana ihtiyacı olacağı bir günün geleceği” düşüncesiyle düzenli kan vermeyi alışkanlık haline getirmemiz lazım. Göreceğimiz tek kan, birinin hayrına verdiğimiz kan olsun!

Not: Kızılay Gezici Kan Ekibi, 5 Nisan 2018 Perşembe günü Meram Mehmet Beğen Ortaokulunda olacaktır. Kendini dinç hissedenler, vücudunun zekatını vermek isteyenler okula gelip kan bağışında bulunabilir. Unutmayalım ki ne verirsek elimizle, o gider bizimle. 22.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

* 04/04/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Nedir Şivlilik?

* Regaib Kandili günü yapılan Konya'ya mahsus bir etkinlik günüdür.
* Gün dolayısıyla bakkal ve marketlerde özel stand açılarak adı-sanı, markası duyulmamış ürünlerin satıldığı gündür.
* Okulların boşaldığı gündür.
* Ailelerin çocuklarını okula gönderemediği gündür.
* Öğretmenlerin sınav yapamadığı tek gündür.
* Öğrencilerin ellerine poşet aldığı gündür.
* Öğrenci ve çocukların, tanısın-tanımasın gruplar halinde ev ev dolaşarak zile basıp şivlilik topladığı gündür.
* Bayramlarda akrabasını, komşusunu bayramlamaya gitmeyen öğrencilerin bayramlık elbiselerini giyerek yakın-uzak ev ziyaretleri yaptığı gündür.
* Okullarda öğrenci olmamasına rağmen öğretmenin okullarda beklediği gündür.
* Okullarda öğrenci olmamasına rağmen giriş ve çıkış zilinin azim ve gayretle çalmaya devam ettiği gündür.
* Zil sesinden başka okulların sessizliğe büründüğü gündür.
* Okula gelen bir-iki öğrencinin sınıfa gelen öğretmene "Öğretmenim! Yoksa ders mi işleyeceksiniz? Kimse yok!" dediği gündür.
* Şivlilik toplamanın, okullarda son ders zilinin çalmasıyla öğrenci için mesainin bittiği gündür.
* Öğrencinin okuldan fazla yorulduğu gündür.
* Topladığı şivliliklerle evine giden öğrencinin poşeti evde boşalttığı, "Şu iyi, bu kötü, şunu severim, bunu sevmem" diye şivliliği ayırdığı, sevmediklerini başkasına ikram ettiği gündür.
* Okulda öğrencisini bulamadığı için öğretmenlerin için için sevindiği, "Keşke her gün şivlilik günü olsun" dediği, "Şu öğrenciler olmasa, şu okullar ne güzel olurdu" dediği gündür. 22.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

21 Mart 2018 Çarşamba

Had Bildirmede Ölçü


Toplumda kimse yeknesak değildir. Hayata bakışı, düşünce ve kanaati, olayları değerlendirmesi farklı farklıdır. Bu da normaldir. Çünkü tüm kanaatleri bir potada eritmek insanın ve tabiatın doğasına aykırıdır. Herkesin aynı minval üzere olması mümkün olmadığına göre ortak yaşamın etik ve ahlaki kurallarını oluşturmamızda fayda var diye düşünüyorum. Yine herkesin bu toplumda yaşayan her bir fert, ülkeyi kendisinin malı, herkesi düzelteceğim, herkes benim gibi düşünecek, benim dediğim kesin doğrudur, bakış açısını terk ederek işe başlamalıdır.

Toplum içinde ne zaman, nerede, ne konuşacağını bilmeyen, pot üzerine pot kıran, ortamı geren, kişileri küçük düşüren insanlar vardır. Zaman zaman böylelerin anlayacağı dilden konuşmakta fayda vardır. Bazıları bu tiplere haddini bildirince çoğu zaman “haddini bildirdin, ağzının payını verdin, bir daha karşına çıkamaz, nicedir çizmeyi aşıyordu, ağzına sağlık” diyerek destek veririz. Evet, bazılarına nerede, ne şekilde durması gerektiği birileri tarafından zaman zaman hatırlatılmalı. Ama bu nasıl olmalı?

Önce had bildirmek ne demekmiş ona bakalım: “Sert bir karşılıkla uslandırmak, yola getirmek, cezalandırmak” demekmiş TDK’ya göre.

Had bildirirken haddi aşmamak, had bilmek diyebiliriz buna. Kişilik haklarına saldırmadan, kişiyi toplum nezdinde küçük düşürmeden yapmalıyız bunu. Yoksa haddi aşarak biz de had bilmeyiz o zaman. Had bildirmek aynı zamanda taşı gediğine koymak demektir. Kıvamında ve yeterince olmalıdır. Birisine haddini bildireceğim diyerek o kişiyi toplum nezdinde küçük düşürmek, rencide etmek kişilik haklarına tecavüz anlamına gelir. Hele had bildirdiğimiz üzüntü ve kıvançta aynı düşünceyi, aynı fikri ve aynı ideali paylaştığımız kişiye karşı yapılacaksa yoğurdu üfleyerek yemekte fayda vardır. Çünkü dostun dosta attığı gül kişiyi yaralar, incitir.

Had bildirmede Peygamberimizin torunlarının uygulaması örnek alınabilir: Yanlış abdest alan birini gördükleri zaman Hasan ile Hüseyin, "Kırmadan, dökmeden nasıl yapabiliriz" diye düşünürler. Sonunda amcanın yanına yaklaşarak "Amcacığım, hangimiz güzel ve doğru abdest alacak, bize hakem olur musun" derler. Amca bunu kabul eder, dikkatli bir şekilde Hasan ile Hüseyin'in abdest alışlarını takip eder. Abdestin sonunda hangimizki doğru dediklerinde "İkiniz de doğru aldınız. Yanlışlık benim abdest alışımda" diye cevap verir. Burada amca hatasını görmüş, gençler de amcayı üzmeden bir hatayı düzeltmiş oldular. Eğer smaç üzüm yemekse güzel bir yol. Yok amaç bağcıyı dövmekse yapılacak bir şey yok o zaman.

Düzeltme metodunu iyi seçmeyenler hatayı düzeltmiş olmazlar. 21.03.2018, Ramazan Yüce, Konya



20 Mart 2018 Salı

Değerlerimizi Yok Etmenin Bedeli

Giderekten hiçbir mesleğin saygınlığı kalmayacak. Çünkü hepsinin tek tek ipini çekiyor, haddini bildiriyoruz. Alkışlayanımız da çok nasılsa. Bu iş böyle giderse saygınlığı olan meslek ve meslek erbabı ara ki bulasın. Saygınlığı sıfırlanan, yerlerde sürünen meslek erbabı başarılı biri de olsa, gecesini gündüzüne katıp çabalasa da veriminden bahsetmek mümkün değil.

Hiçbir kişi, zümre kendi itibarının zedelenmesini istemez. Ama en fazla da meslek erbabı itibarını kendisi düşürür. Bir de buna dış etkenler katıldı mı itibar denen şeyi bulamazsın. Mesleklerde mesleki etik oturmaz, uygulanmaz veya önemsenmezse başlayan kokuşmuşluk dış etkenlerle ayyuka çıkar ve meslekler yerlerde sürünür.

Son yıllarda bir furya başladı. İnsanların emeğine saygı kalmadı. İki kişi bir araya gelse başka meslek mensuplarını konuşuyor. Keşke başkalarını eleştirmeye ve kınamaya bulduğumuz vaktin milyonda birini de kendimizle ilgili öz eleştiri yapmaya ayırsak. Ama öyle değil. Kimse kendi üzerine toz kondurmuyor. Şunu herkes bilsin ki yapıcı olmayan hiçbir eleştiri, zarardan başka fayda sağlamaz.

Bugün öğretmen, din görevlisi ve doktorlar yerden yere vurulmaktadır. Hiç de insafımız yok. Eleştirdiğimiz yer ve ortama bile dikkat etmiyoruz. Bir gün çocuğumuzu eleştirdiğimiz öğretmene vereceğimiz ya da halen bu öğretmende okuduğunu düşünmüyoruz. Bir gün yerden yere vurduğumuz din görevlisine şu ya da bu şekilde işimizin düşeceğini aklımıza bile getirmiyoruz. Beğenmediğimiz doktorun önüne giderek muayene olacağımızı hiç hesaba katmayoruz. Bir gün işimiz düşerse bu eleştirdiğimiz kesimin bize bir faydası olur mu? İşlerini doğru yapsalar bile bize zerre faydası olmaz. Çünkü onlara inanmıyoruz. Önyargımız bunu engelliyor. Eleştire eleştire ipliğini pazara çıkardığımız bu kesimin itibarını sıfırlamıştık bir zaman. Bugün bir fayda da beklemeyelim.

Her şeyden önce emeğe saygı göstermek lazım. Eleştirilerimiz yapıcı olmalı, düzeltme niyetini taşımalıyız. Bir yerde bir sorun varsa eleştiri ortamını iyi ayarlamak ve eleştirirken verim almak hedefi gözetilmeli. Bu olumsuzluğa payı olan başkaları da hesaba katılmalı. Ben bir veli, bir hasta, bir cemaat olarak ne yapmalıyım diye sorulmalı. Bunu yapmazsak bugünümüzü yarın mumla ararız. 20.03.2018, Ramazan Yüce, Konya 


Ne İş TÜBİTAK? **

16 Mart 2018 günü bir Tv kanalında: "İzmir'de özel bir lisede okuyan iki öğrencinin, kimya öğretmenleri nezaretinde 4 aylık bir çalışma sonucunda atık maddelerden çimento ürettikleri, bu durumu bir proje haline getirip destek almak amacıyla TÜBİTAK'a başvurdukları, Kurumun projeyi reddettiği, bunun üzerine projenin İngilizceye çevrilerek yurtdışındaki ilgili kuruluşlara başvurdukları, ABD'den Harvard Üniversitesi başta olmak üzere Fransa ve Kanada'dan sunumlarını gerçekleştirmek için davet aldıkları" şeklinde bir haber izledim. Ağzım açık dinlediğim bu haberin aslı-astarı var mı diye sanal aleme bir göz attım. Fazla yer kaplamasa da haber medyada küçük de olsa yer almıştı. Anlaşılan TÜBİTAK'ın uygun proje görmeyip reddettiği gibi basınımız da bu olayda bir haber değeri görmemişti.

Liseli gençlerin atık maddelerden çimento ürettikleri proje TÜBİTAK'tan niçin geçmedi, niçin kayda değer görülmedi, gençler boşa kürek mi çekiyor, TÜBİTAK dediğimiz kurum bilim ve araştırmanın önünde en büyük engel olarak mı duruyor, bu bilimsel kurumun işlevi nedir, nasıl çalışır, kimlere hizmet ediyor? Anlamış değilim. Dün FETÖ'cülerin işgali altında olan, yıllar yılı çiftlik gibi yönetilen bu kurumda bugün kimler var? Bilim ve araştırmadan çok mu anlıyorlar? Yoksa bilime, teknolojiye, araştırmaya fransızlar mı?

Dört ay boyunca çalışıp didinerek bir proje gerçekleştiren bu gençlerin müracaatı yurtdışından sayılı üniversitelerden sunumlarını gerçekleştirmek üzere davetler alındığında veya bu olay haber kanallarında haber değeri bulunup verildiğinde TÜBİTAK'tan "Proje diye önümüze getirilen çalışma, hiçbir bilimsel değeri olmadığından Kurumumuz tarafından kayda değer bulunmadığı için reddedilmiştir." şeklinde bir açıklama var mı diye baktım. Maalesef böyle bir açıklamaya da rastlamadım. Belki bu gençler, yurtdışına giderek sunumlarını yaptıklarında projeleri ekonomik ve yeni bir icat olarak görülmeyecek. Olabilir. TÜBİTAK bu gençleri, yönlerini dışarıya dönmeyecek şekilde burada motive etmeliydi, onları "Şöyle şöyle yapın, projenizi şu şekilde revize edin, şu tarihte sizi bekliyoruz" diyerek yönlendirmeliydi. Yurtdışı, her fırsatı bir ganimet bilip değerlendirirken bizimkiler ipe un serercesine ayaklarına gelen katma değeri geri çevirerek bilime hizmet ettiğine mi inanıyor? Sahi onlar orada niçin varlar? Bilim ve araştırmanın önünü açıp destek olmak için mi oradalar? Yoksa köstek olmak için mi orayı işgal ediyorlar? Eğer amaçları köstek olmaksa hiç gölge etmesinler. Şayet bu gençlerin projesi yurtdışında kayda değer bulunursa bizim TÜBİTAK'ın kapısına kilit vurulmalı ve kapıya da "Bilimin önünde en büyük engel olduğu için açılmamak üzere ebediyen kapatılmıştır, içinde görev yapanların bilimsel ve akademik unvanlarına el konulmuş, kendileri devlet memurluğundan ve bilim adamlığından el çektirilmiştir" yazısı yazılmalıdır.

Siyasetimiz atık maddelerden çimento üretme işini mercek altına almalı, kasıt ve ihmal varsa kişiler hakkında işlem yaparak bilim, teknoloji ve araştırmayı engellemekten dava açılması için Cumhuriyet savcılarına suç duyurusunda bulunmalıdır, hem de gecikmeden.20.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

** 02/04/2018 tarihinde kahtasoz.com'da yayımlanmıştır.

Mekanın Cennet Olsun "Enayi" Adam! *

Eski bakan Hasan Celal Güzel durumu ağırlaşarak Ankara’ya sevk edilmişti. Türk devlet ve siyaset tarihinde çalışkanlığı, dobralığı, dürüstlüğü, sevecenliği, bilgi ve birikimi, kişilik ve duruşuyla farklı bir yeri olduğuna inandığım, kendisini dinlemekten hep zevk aldığım nevi şahsına münhasır bir değeri Türkiye,  üç ayların ilk gününde kaybetti. Hem devlet adamı, hem bilim adamı, hem siyasetçi, hem de köşe yazarlığı yaparak bilgi, birikim ve tecrübesini halkla bütünleşerek paylaşan bu şahsiyetin darı bekaya göçmesi,  ülke adına bir kayıp gerçekten. Hasan Celal Güzel’den bahsediyorum. Namı diğer, Tank Hasan’dan.

Adıyla, soyadıyla güzel bir insan olan Hasan Celal GÜZEL'i, Özal döneminde Milli Eğitim, Gençlik ve Spor Bakanı iken Tv’lerde gördüm. Her konuşmasında bir samimiyet, bir içtenlik gördüm, hoşsohbet birisiydi. Vekillik ve Bakanlığı fazla uzun ömürlü olmasa da siyasi hayatımızda hep var oldu; her duruşu, her konuşması dopdolu idi ve hep ses getirdi. Kimseden çekinmedi, gözünü budaktan esirgemedi. Bürokrasinin zirvesinde yer aldı. Türkiye'nin en genç müsteşarı olma ilkini yaşadı. Geleceği parlak olan vizyon ve misyon sahibi bu güzel insan, eline geçen fırsatları elinin tersiyle itti.

Halkımız, siyasetin bu renkli simasını askeri darbelere karşı dik duruşuyla ona “Tank -savar- Hasan” dedi. Siyasete atıldığında herkesle sarılarak ün yaptı. Sarıldığı sayısız insanların sakalları yüzünü yara yapınca iyileşsin diye yüzüne pudra sürmesiyle tarihe geçti. Haksızlık karşısında hep mağdurun yanında saf tuttu. Mücadele ederken beyefendi kişiliğini hiç bozmadı. Hapis yattı, siyasi yasaklı oldu. Tırnaklarıyla kazıyarak kurduğu partisinde pek varlık gösteremese de halkın gözünde ve gönlünde ayrı bir yeri vardı onun. Halktan biriydi çünkü. Kibir ve enaniyet yoktu hiç kendisinde.

Halkın gözünde hep ayrı bir yeri olan GÜZEL’in unutulmayacak en önemli yeri belki de dürüstlüğüdür. Çünkü o, Türk siyasetinde siyasete girerek temiz kalan ender kişi olarak tanınacak. 13/05/2013 günü Sabah gazetesindeki köşesinde milletvekillerine ithaf ettiği “Meğer ben ne enayiymişim!..” yazısıyla hatırda kalacak hep. Bugünlerde sosyal medyada paylaşım rekorları kıran bu yazısını okumadıysanız okumanızı tavsiye ederim. (https://www.sabah.com.tr/yazarlar/guzel/arsiv?getall=true). Yazısında kendisinin; “Su katılmamış bir avanak, bir budala, düzeltilmesi mümkün olmayan bir enayi olduğunu” belirtiyordu. Çünkü o, devletin malını deniz görüp yiyenlere inat, devlet malına el uzatmayarak domuz olmayı seçmişti. Yine yazısının devamında “Hayatının her bir safhasında eşek gibi çalıştığını, doğru-dürüst uyku uyumadığını, hayatında tek gün dahi izin kullanmadığını, devlete ait kurşun kalem, silgi ve kağıdını sadece resmi işlerde kullandığını, kırmızı plakalı aracına eş ve çocuklarını bindirmediğini, çocuklarının dahi devletin malına el uzatmadığını, Vakıflar Genel Müdürü olarak atanan eşinin genel müdür olmasını nasıl engellediğini, zorunlu birkaç yemeğin dışında Meclis’te yemek yemediğini, lojmanda oturmadığını, mal-mülk edinmediğini, YDP’i kurarken lazım olan parayı karşılamak için eşine ait ev ile baba ve dedesinden kalan evleri sattığını, siyasete zengin girip fakir çıktığını, müsteşarken hakkı olan sözleşmeyi yapmayarak emrindeki daire başkanlarından daha düşük maaş aldığını, kıyak emekliliğe karşı çıkarak tek maaşa talim ettiğini, yetmişe merdiven dayadığı halde hayatta tek dikili ağacının olmadığını, hala kirada oturduğunu, bundan pişman olmadığını, bugün elinde imkan olsa yine aynı enayiliği yapacağını” belirttiği yazısını “Beni bütün 'enayiliğime' rağmen kimseye muhtaç etmeyen Yüce Allah’ıma hamd ediyorum.” diyerek bitirmiş.

Sayın Güzel, her yönüyle unutulsa da “Meğer ben ne enayiymişim” yazısıyla hiç unutulmayacak. Böyle enayilere, budala ve ahmaklara can kurban! Diğer siyasetçilerimize örnek olmasını istediğim bu Güzel insana Allah’tan rahmet ve merhamet diliyorum. Allah, özellikle siyasette sayılarını çoğaltsın. Sevenlerinin, yakınlarının ve milletimizin başı sağ olsun.

Mekânın Cennet olsun enayi adam! Biz senden razıydık, Allah da senden razı olsun! 20/03/2018, Ramazan Yüce, Konya

* 21/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





18 Mart 2018 Pazar

Afrin'e Selam!

Zeytin Dalı 18 Mart'ta Afrin'e uzandı.
*
Selam olsun Afrin'e!
Selam olsun Mehmetçiğe!
Selam olsun inisiyatif alan iradeye!
Selam olsun Çanakkale, Afrin ve tüm şehitlerimize!
Selam olsun terörden canı yanmış, bedel ödemiş Anadolu insanına!
Selam olsun ülkenin geleceğine!..
*
Canı cehenneme bu ülkeye silah doğrultanların!
Canı cehenneme bu ülkede emelleri olanların!
Canı cehenneme Batı'nın ve ABD'nin taşeronluğunu yapanların!
Canı cehenneme terörü üzerimize salan emperyalist güçlerin!
Canı cehenneme teröre destek verenlerin!
Canı cehenneme yıllardır anamızı ağlatanların!
Canı cehenneme Mehmetçiğe Afrin'e giderken hop oturup hop kalkanların!
Allah'ın laneti ve lanetçilerin laneti terörden ekmek yiyen, terörden beslenen, terörden medet bekleyen, terörü destekleyenlerin üzerine olsun!.. 18.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

Yetmişinden Sonra Evlenen Erkeklerin Dramı *

Kadınlar erkeklere göre daha uzun ömürlü olduğu bilinen bir gerçek. Oranı ne kadar bilmiyorum ama hanımı ölüp de tek başına kalan erkekler çok aramızda. Bu durumda olup hanımı ölür ölmez kıran kırana eş arayan erkeklerin durumu, içler acısı hikayeleri filmlere konu olacak düzeyde. Çoluğu-çocuğu, "Baba olmaz, geçti artık" dese de erkek dullarda kadın arayışı hız kesmeden devam eder bu ülkede. Erkek arar, kadınlar olmaz, der. Hangi kapıyı çalsa kapılar yüzüne kapanır. Çünkü kadınların çoğunun ya sosyal güvencesi vardır, ya dul, ya da yaşlılık maaşı alır, bu yaştan sonra erkek kahrı çekemem, der.

Sağlığı doğru dürüst el vermeyen, yürümekte ve nefes almakta zorlanan çoğu yetmişlik/seksenlik torun ve torunun torunu sahibi ihtiyar delikanlılar, araya araya bulurlar kendilerinden 20-30 yaş küçük bir eş adayını. Kadını evlenmeye ikna etmek için kesenin ağzını açar: Evse ev, arabaysa araba, paraysa para, bilezikse bilezik...mehir bedeli olarak kadına verilir. Çiçeği burnundaki yeni damadımız ikinci baharımı yaşayacağım, günümü gün edeceğim heyecanıyla evliliğe adımını atar. Çok istediğini Allah vermiştir. Mutluluğuma bundan sonra diyecek yoktur derken ardı arkası kesilmeyen sıkıntılar kendisine tebelleş olur. Kadın ya çeker gider, giderken de  erkekten tırtıkladığı para, pul ne varsa götürür gider, izini kaybettirir. Sonra da uğraşır durur damadımız boşanmak için. Kadın ise, "Ben kocamı seviyorum, boşanmak istemiyorum" diyerek işi yokuşa sürer. Yetmişinden sonra evlenen kişilerin hepsinin durumu böyle değildir, mutlaka istisnaları vardır ama çoğu huzursuz. Aşağıda 80 küsur yaşlarında eşini kaybetmiş bir erkeğin dramında biraz bahsetmek istiyorum.

Eşi öldükten sonra evlenmek için didindi, üç-dört kadınla görüştü. Sonunda biriyle evlendi, evlenirken oturduğu evi, eşinin üzerine yaptırdı. Evi vermişti ama tapuya şerh koydurmuştu. İç halleri nasıldı bilinmez ama bir duydum, evi boşaltmış, kayıplara karıştı bir ara. Kayıp diye oğlu, savcılığa suç duyurusunda bulunur. Günlerce aranır ve taranır ama bir türlü bulunmaz. Sonunda bizim damat, yeni evlendiği eşinin evinde bulunur. Kadın 15 gün boyunca çok sevdiği kocasını bir odaya kilitleyerek dışarı çıkmasına imkan vermemiş. Kadın alttan girmiş, üstten çıkmış, evin üzerindeki şerhi kaldırtmada eşini ikna etmiş ve haberi yokken emlakçı vasıtasıyla evi satmış. Kaybettiği eşin yerine yeni bir eş alarak evlenen kişi evlendi ama yıllardır oturduğu evi de elden gitmişti.

Yeni eşi, evi satmak suretiyle bir anda büyük bir servete kavuştu. Parayı bir taraftan yiyip içerken altına da bir araba çekti. Keyfine diyeceği yoktu. Kadı kızında bile bir kusur olacağına göre bu kadının da bir kusuru vardı. Çünkü ehliyeti yoktu ve araba süremezdi. Bunun da yolunu buldu. Gideceği, gezeceği yere damadı getirip götürüyordu. Kadın keyif çata dursun, yıllardır evleneceğim diye tutturan ve evlenen,; evlenirken evini kaybeden damadımız, huzur bulamadığı yerden uzaklaşarak huzur bulmak için soluğu huzurevinde aldı. Şimdi aylığı beş yüz liradan huzurevinde kalırken bir taraftan da avukat tutarak boşanacağım derdinde. Hanımı ise "Ben kocamı seviyorum, boşanmayacağım" inadında. Ne de olsa ikinci baharını yaşıyor. (Daha doğrusu biz öyle biliyoruz. Kaçıncı baharı bilinmez, kaç ocak söndürdü, meçhul.) Çünkü adamın daha yenecek parası var. Ne de olsa hem yurtdışından hem de buradan maaş alıyor. Yani çift maaşlı altın yumurtlayan bir koca. Adam boşanır boşanmaya ama ömrü kifayet eder mi bilinmez. Oğluna göre "Parasını önce hanımına yedirdi, şimdi de avukata yediriyor, bize bir kuruş göstermedi" diyor.

Yazdığım bu durumu ayıpladığım anlamına gelmesin, Allah kimsenin huzurunu bozmasın, yuvaları yıkılmasın. Örneklerine çokça rastladığımız bu durumun daha fazla olmaması niyetim. Bu durumu yazdım ki yetmişinden sonra evlenmek isteyenlerin dikkatli olması, yoğurdu üfleyerek yemesi, huzur bulacağım derken huzuru mumla arar noktaya gelmemelerinin önüne geçmektir. 18.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

* 26/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Ödünç Alınan Kitabın Turşusunu mu Kuruyor Bazıları? *


Bugün Kültürpark'ta bulunan Konya İl Halk Kütüphanesine uğradım. Açıldığı andan bugüne üçüncü gidişim. Konya'nın en işlek ve gözde yerinde bulunan bu kütüphane, güzel bir işlevi yerine getiriyor. İçeride temiz, sessiz ve müreffeh bir ortamda kitap okuma, ders çalışma, ödünç kitap alma imkanı sağlıyor insanımıza. 

Geleceğimiz adına sevindirici bir durum göze çarpıyor, kütüphanenin salon ve koridorlarında gördüğümüz kişilerin kahir ekseriyetinin öğrenci ve genç oluşu. Emsallerinin Zafer alanında ve Kültürpark'ta adımladığı saatlerde bu gençlerimiz, kendilerini kapalı yerdeki kütüphane salonlarına hapsetmiş. Bu kütüphaneyi şehrimize kazandıran Konya Büyükşehir Belediyesini, içini kitapla donatan ve işleten Kültür ve Turizm Müdürlüğünü ve buradaki imkanlardan faydalanan gençlerimizi tebrik ediyorum. Özellikle buradan faydalanan gençlerimizin sayısının artmasını canı gönülden arzu ediyorum. Allah emeklerini yağlı etsin, okuduklarıyla yaşamayı, bu ülkeye hizmet etmeyi Allah onlara nasip etsin. 

Her girişimde hayran kaldığım İl Halk Kütüphanesinin işletilmesi konusunda ve buradan ödünç alınan kitaplar konusunda eleştirilerimi dile getirmek istiyorum. Girişte bulunan bilgisayardan birinin başına geçerek aradığım kitabın kütüphanede mevcut olup olmadığını öğrenmek için "Katalog Tarama" ekranını kullandım. Aradığım kitaptan kütüphanede 9 adet kitap olduğunu, fakat hepsinin ödünç alındığını, 15 günlük okuma süresini geçtiği halde teslim edilmediğini gördüm. Teslim edilme süresini 3-5 gün geçmemiş, 2013 yılında teslim edilmesi gereken kitap bile teslim edilmemiş. Hepsinin üzerinden kaç yıl geçmiş. Bu şekilde ödünç alınıp da teslim edilmeyen ne kadar kitap vardır? Bunu bilse bilse oradaki görevliler bilir. Katalog taramadan önce salonlardaki bir görevliden aradığım kitabı sorduğumda bir dokunup bin âh işitmiştim: "Maalesef aradığınız kitap yok, ne kadar varsa hepsi ödünçte. Süresi geçmesine rağmen teslim edilmedi. Üye olurken verdiği numarayı arıyoruz, ya telefon kapatılmış, ya cevap verilmiyor, ya da kem-küm..." dedi. “Üye olunurken depozite alsanız o gelmeyen kitapların hepsi gelirdi. Niçin böyle bir yol izlemiyorsunuz?” dedim. "Bakanlık, para alınmasına karşı" dedi. “Para almıyorsunuz, depozite üyelik kapatılırken geri verilir, raporlayın bu durumu,” dediğimde "Bakanlık, paranın her türlüsüne karşı" dedi tekrar. "O zaman gelecek diye bekleyin giden kitapları. Bizim Bakanlık da okullarda Takviye ve Yetiştirme Kursu açtırır. Bu kurslar da bedava. Çoğu kimse yazılır; devam etmez, devlet o kadar masraf eder, öğretmen 3-5 kişiye talim eder" dedim, ayrıldım.

Gelelim ödünç kitapların geri getirilmeyip iç edilişine. İçinizden "Yeter ki okusunlar, götürüp getirilmesin. Kitap dediğin bedeli ne kadar, helâli hoş olsun" diyebilirsiniz. Ben sizinle aynı kanaatte değilim. Mesele geri gelmeyen kitabın bedeli değil, emanet anlayışımızdır, emanete gösterdiğimiz duyarlılıktır. Bugün üç kuruş bedeli olan kitaba tenezzül eden, yarın eline fırsat geçerse nelere ihanet etmez. Biz gençlere kitap okutmadan önce alınan bir emanetin zamanında geri verilmesini öğretmemiz lazım. Etik ve ahlaki değerlerin onların davranışlarına sirayet etmesi için ne yapmamız gerekir? Bunun üzerine kafa yormak gerek.

Kültür Bakanlığı veya bir başka bakanlık, yapacakları hizmeti bedava yapma hastalığından veya iyi niyetinden vazgeçmeli her şeyden önce. Bedava işin hizmeti olmaz, az veya çok bir bedeli olmalıdır. İlgili Bakanlık, "Alınsın, okunsun, gerekirse kendisinin olsun, ben ihaleyle yayınevlerinden yükler dolusu kitap alır, yine gönderirim, asla depozite de olsa para alınmayacak" diyorsa ben de derim ki: "Siz kimin parasını, kime ulufe olarak dağıtıyorsunuz, bir defa bulunduğunuz yerde millet adına amme hizmeti yapıyorsunuz, harcadığınız her bir kuruş kendi cebinizden çıkmıyor, her bedava hizmet, yol-su-elektrik olarak vatandaşa külfetli olarak geri döner. Bir defa bulunduğunuz makam da milletin size verdiği bir emanettir, emaneti bu şekil hoyratça kullanamazsınız. Eğer illaki hizmet diyorsanız o zaman şehirlerde il halk kütüphanesi açmanıza gerek yok. Kim, hangi kitabı istiyorsa olmazsa kitabı evine gönderin. Hem bu tipler kütüphaneye kadar gelip yorulmamış olur. Ayrıca kütüphanede görev yapan onca görevliye maaş ödememiş ve binanın masrafıyla yüz yüze kalmamış olursunuz.

Siz devlete bakmayın gençler! “İnadım inat,” der, yoluna devam eder. Siz bari insafa gelin, o okumak ve geri vermek üzere aldığınız kitapları geri getirin, evinizde durarak o kitaptan bir daha kimse faydalanamaz, getirin ki bu kitaplardan ödünç almaya gelen niceleri faydalansın. Evde tutarak o kitabın turşusunu da kuramazsınız... 18.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

* 24/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


17 Mart 2018 Cumartesi

Kanan Kanana Bu Ülkede *


Yaşım elli beş. 80 öncesini pek bilmem. 80 sonrasına bugünden geriye doğru hafızamı bir yokladığımda bu milletin kanında veya genlerinde kendinden ayrılmaz bir şekilde babadan okula tevarüs eden kanma hastalığı var sanki. Çünkü kanan kanana. Çok mu safız, kandıranlar mı çok zeki? Sanmam. Bizim saflığımız salaklık derecesinde, üstelik müzmin.

Kimler kandırmadı ki bizi! Banker Kastelli'sinden Parsadan'ına,  holdinglerden Jet Fazıl'ına, kontör dolandırıcılığından terörle mücadele adına kredi çektirmeler/para kaptırmalar... Şimdi de sıcağı sıcağına Çiftlik Bank olayı var. İç edilen para 550 milyondan bahsediliyor. Bu son olayın içerik ve tokatlanma şeklini çok bilmiyorum. Doğrusu çok da merak etmedim. Çünkü vakayı adiden oldu artık, kanıksadık. İşin garibi kananları ayıplamaya gelmiyor, ilkokul mezunundan prof'una varıncaya kadar herkes kandırılıyor. Bugün başkası kanıyor, yarın biz.

Yetkililerin onca uyarısına rağmen bu kanma ve kandırılma niçin oluyor? Ya da millet kanarken bizim aynı zamanda güvenlik ve huzurumuzdan sorumlu devlet denen aygıtın eli armut mu topluyor? Armut toplasa yine gam yemeyeceğim. Görüntü, armut bile toplayamadığı şeklinde. Kötülerle mücadeleye devletin gücü yetmiyor, devletin gücü sadece düzgün vatandaşa yetiyor. Bu durumda devlet de en az vatandaş kadar saf. Şıp demiş burnumuzdan düşmüş. Gerçi devletin saflığı kötülere karşı. İyi vatandaşa aslan kesiliyor. Öyle zannediyorum Çiftlik Bank'ın sahibinden devlet bir kuruş vergi bile almamıştır.  Sen küçük bir işletme açmaya gör; vergi levhası, ruhsatı vb.  evrak için yetkilinin biri gelir, biri gider. Daha kazanmaya başlamadan sana, sene sonunda ödeyeceğin vergiyi bile hesaplar verir.

Haydi diyelim ki devlet kötülerle yeterince mücadele edemiyor. Ya vatandaşa ne diyelim? Hiç zorlama olmadan tıpış tıpış gidip para veriyor benim açıkgöz geçinen ülkemin insanı sahtekarlara. Bu kanan insanların açıkgözlülüğü de bana. Ben kandırmaya kalksam mümkün değil, zırnık koklatmazlar. Ne olur, ne olmaz diye eşimizden, dostumuzdan esirgediğimiz dişimizden-tırnağımızdan artırdığımız parayı tanımadığımız paragözlere elimizle teslim ediyoruz. Öyle zannediyorum, oturduğumuz yerden para kazanma hırsı var, bizdeki bu kanmanın arkasında. Terlemeden, çalışmadan köşeyi dönme düşüncesi içimize işlemiş. Bunun başka türlü izahı yok. Kısa yoldan köşeyi dönme tutkumuzu, yılbaşı yaklaşırken piyango bayilerinden milli piyango bileti almak isteyenlerin kuyruğundan, her hafta oynanan TOTO ve LOTO biletleri almak isteyenlerin iştahından daha iyi anlayabiliriz. Bu durum rahatımıza düşkünlüğümüzü, emek sarf etmeden köşeyi dönme anlayışımızı göstermektedir. Bizdeki bu tıyneti bilen sahtekârlara fazla iş düşmüyor, nasıl kandırırız diye uzun uzadıya düşünmelerine bile gerek yok.  Sadece ikna kabiliyetlerini kullanmaları yeterli. Kanıncaya kadar kimse sesini çıkarmıyor, çünkü herkes hayatından memnun. Sahtekarın kirli çamaşırları ortaya çıkınca vaveylayı basıyoruz ardından. Tokatçılara kızarken biraz da kendimize kızsak fena olmaz diyorum. Ne kadar kızsak da üzerine bir bardak soğuk su içmekten başka çare yok.

Konya merkezli çok ortaklı holdingler, 90'lı yıllarda mantar gibi çıkmaya başladığında çoğumuz koştu para yatırmak için. Çünkü döviz bazında yüzde 30 kâr veriyordu. Kimse bu paranın bolluğu nerede, siz bu parayı nasıl kazanıyorsunuz, demedi. Üzümünü yedi, bağını sormadı. Çünkü görünen saadet zinciri hoşumuza gitmişti. Ne zaman ki birbiri ardına battılar, biz isyanlara oynadık. Keşke başkasına isyan ederken biraz da para kazanma hırsımızı sorgulasak fena olmazdı aslında.

Çiftlik Bank olayı gözümüzü açar, “Bir daha tövbe” der miyiz? Sanmam. Bizde bu kanma balık hafızası olduğu müddetçe daha niceleri ekmek yer bu bitek topraklarda. Kanan, köşesine çekiliyor, bayrağı/nöbeti bir başkası devralıyor.  Bu durumda tokatçıların insafa gelmesini beklemekten başka çare yok. Bu da mümkün mü? O zaman kanmaya devam maalesef. Allah iyilerle karşılaştırsın. 17.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

* 19/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



16 Mart 2018 Cuma

Ömrünü Yemeye Adamış

Şeker hastalığı günümüzde yaygın olan hastalıklardan biridir. Yediden yetmişe çoğu kimsede görünmekte ve doktor raporuna bağlı olarak insanımızı hayatı boyunca ilaç kullanmaya mahkum ediyor. 

Şeker hastalığının kendi içinde tipleri ve dereceleri olmakla beraber bazı şeker hastalarının durumları bana garip geliyor. Tanıdığım bir şeker hastası var, ileri derecede şeker hastası. Hep aç, hiç tok olduğunu görmedim. Kıvranıyor açlıktan. Kendini bir yere gücün atar. Yerken de hızlı ve fazlaca yediği için yedikten sonra hazmetme sorunu yaşıyor.

Küçük çocuklar vardır öğün takip etmez. Tam öğün öncesi kırıntı yer. Az sonra yemek yenecek dense de basar ağlamayı. Mutlaka dediği olur. Benim tanıdığım şeker hastası da tıpkı laftan ve sözden anlamayan küçük çocuk gibi. Küçük çocuğun nazı çekilir de büyüğün nazı çekilmez. Tamam vücudu istiyordur. Vücut gıdasını alacak. Ama yerinde ve zamanında olmalı. Madem vücudu istiyor. O zaman çantasında atıştırmalık kırıntı bulundurmasında fayda var. Ama ne mümkün! O kadar hatırlatmaya rağmen çantasına bir bisküvi koyduğunu görmedim. Acıkır acıkmaz mutlaka önüne sofra konacak. Haydi her şeyden geçtim, çoğu kimsenin çaya şeker atmayı bıraktığı günümüzde bu hastamız hala çayı şekerle içiyor. Hem de öyle az-uz falan atmıyor, dolduruyor çayı şekerle. 

Benim bildiğim şeker hastaları perhiz yapar, her şeyi yemez ve içmez. Bizim ki zararlı-faydalı demez, ne bulursa götürüyor. Korkum bir gün yıkılacak ve bir daha kalkamayacak. Maalesef ne laftan anlıyor, ne de sözden. Tıpkı imam gibi kendi bildiğini okuyor, atın ölümü arpadan olsun dercesine geçiyor günleri. Allah kimseye hastalık özellikle şeker hastalığı vermesin. 16.03.2018, Ramazan Yüce, Konya

14 Mart 2018 Çarşamba

Dikkat! Bu Araç, "Ağır Kusurlu" *

Araç muayenesi için bugünlerde yolunuz TÜVTÜRK'e düşmüşse aracınız "ağır kusur" yerse hiç şaşırmayın. “Ağır Kusur” olunca aracınızın muayeneden geçmesi mümkün değil. Nereden mi biliyorum? Gittim, gördüm, hakk’a'l yakîn başıma geldi de ondan biliyorum. Ağır kusura maruz kalmak insanın hoşuna gitmiyor. O kadar beklediğin de işin cabası. 

Üç ağır kusur birden yedim. Aracımın birinci kusuru, "Plaka, Yönetmelikte belirtilen özelliklere uygun değil"miş. Sorun, plakanın kenarında düşmesin diye vidalanan iki vidaymış, görevlinin dediğine göre. Vidaları söksen de olmazmış, değişmesi gerekiyormuş, şoförler odası bakıyormuş bu işe. Bu şekilde vidalı iken bu araba 2014, 2016'da geçti, hiç sorun yok. 2018'e gelince sorunumuz “ağır kusur” oldu. Belli ki Yönetmelik değişmiş. Aracımın ikinci ağır kusuru, "Yakıt-/gaz boruları: uygun olarak serilmemiş." Bu da ağır kusura giriyormuş. Bu kusuru yedikten sonra aldığım darbeyle evin yolunu unutuyorsun. Çünkü ağır kusuru kim giderecekse onun yolunu tutuyorsun. Bu kusurun müsebbibi kim? Araç sahibi keyfi bir şeyler mi yaptırmış? Hayır. Araç, Bakanlığın LPG'li araçlar için istediği projeye uygun yapılmış, onaylanmış ve yıllarca muayeneden geçmiş, 2017'nin başından itibaren "ağır kusur"lu işlem görüyor. Bu kusur kimin? Araç sahibinin mi? Kurallara uygun olarak döşeyen oto gaz sistemleri ustasının mı? Aracı muayene eden firmanın mı? Yoksa bu kuralı 2017'nin başında değiştiren Bakanlığın mı? Burada gerçek kusurlu Bakanlıktır, onun işgüzarlığıdır. "Vatandaşım! Geçmişte düşünemedik, yanlış kural koymuşuz,  kusura bakmayın, bundan sonra şöyle olacak" dese özrü kabahatinden büyük diyeceğim. Ama özür kim, onlar kim? Koskoca Bakanlık özür diler mi? Nedir bu istenilen diye usta yaparken baktım. Usta, LPG beyninden tanka giden kabloların üzerine zamanında özene bezene deri sarar gibi sarılıp emniyete alınmış kabloların üzerindeki sarılı sacı söktü iyice. Şimdiki Yönetmeliğe göre kablo görünecekmiş. Mantığını kavrayamadığım bu yeniliği sordum: “Kardeş, kablonun saçla örülmesi daha emniyetli değil mi? Kablonun görünmesi doğru mu? Farz et ki arabanın altını sürttürdüm, o zaman o kablolar zarar görüp gaz kaçağı meydana gelmeyecek mi?” dedim. “Maalesef öyle, ama istenen bu şekil şimdi” dedi. Sizin yeniliğinizi sevsinler dedim kendi kendime. Aracımın üçüncü kusuru, “Egzoz bağlantısı kırılmış.” şeklinde idi. Raporun sonunda ise “ARAÇ, TRAFİĞE AÇIK KARAYOLUNDA KULLANILAMAZ” yazısı vardı bu şekil büyük harflerle.

Üç tane “Ağır kusur” darbesi yiyen aracımı bir ay zaman zarfında yaptırmam ve yeniden randevu, sıra, muayene yaptırmam gerekiyormuş. Hele raporun sonundaki “…KULLANILAMAZ” yazısını görünce “Ben bu aracı yıllardır bu şekil ağır kusurlu olarak iyi kullanmışım da haberim yokmuş” dedim. Aracı, trafiğe açık karayolunda kullanamayacağıma göre kendime trafiğe kapalı karayolu bulmam gerekecek, eğer inat edip yaptırmazsam. Böyle bir karayolunu bilmiyorum dostlar! Siz bu şekil trafiğe kapalı karayolu biliyor da bana söylerseniz size minnettar kalacağım.

“Egzoz bağlantısındaki kırığı anlarım. Ses yapar insanları rahatsız eder. Ama diğer iki kusuru anlamakta zorlandım. Yetkililerimiz kendi koydukları kuralı, yine kendisi değiştiriyor. Herhalde biraz da bu şekil olsun, değişiklilik ve çeşitlilik olsun diye düşünmüş olmalılar. Kusura bakmasınlar ama ben bu üç ağır kusurdan iki kusurun gerisinde kendi ağır suçları, pardon ağır kusurları var diyeceğim.  Hikmetinden sual olunmaz ama yetkililer, “Araç muayenelerinde birkaç yılda bir değişiklik yapalım ki sanayilerimiz hareketlensin, onlara destek olalım, hareket olan yerde bereket olur diye düşünmüş olmalılar. Amaçları bu ise, maksat hâsıl oldu. Cebimizde bizi rahatsız eden elimizin kiri olan paraları kardeş payı olarak paylaştı şimdilik egzozcu ve oto gazcı. Bakalım plaka değiştirecek olan şoförler odası ne diyecek?

Araç muayenesinden bana miras kalan: Zamanımdan bir yarım günümü çaldı. Sonra bol bol para çıktı cebimden. Önce oto gazcıyı, sonra egzozcuyu memnun ettim. Benden başka müşterileri de vardı. Özellikle oto gazcının. Hepsi de TÜVTÜRK mağduru. Daha doğrusu Yönetmelikzede. Şimdi sırada şoförler odasını memnun etmek var. Bir de onu gönüllersem vatandaşlık görevimi hakkıyla yerine getirmiş olacağım. Koca bir yarım günüm heba oldu ama tecrübe kazandım. Zaten tecrübeyi, “İnsanın hayatta yediği kazıkların bileşkesidir” diye tarif etmiyor muyuz biz?

Umarım ben yeniden randevu alıp muayeneye gidene kadar yaptırdığım “ağır kusurlar” bir yönetmelikle yeniden değişerek tekrar “ağır kusur” olmaz.  Olur mu olur. Devlettir ne de olsa. Ne yapsa yeridir. Yazımı nihayete erdirirken burada bir hakkı teslim edeyim: Araç muayenesinde aracımı tepeden tırnağa muayene eden eleman, nazik mi nazikti. Herhalde eleman, “Adam zaten darbeyi yedi, yaralı bir kurt. Hiç olmazsa bir de ben vurmayayım” diye düşünmüş olmalı. Kendisine buradan teşekkür ediyorum.

Akşama kadar ben bu kadar yoruldum. Vatandaşlık görevimi yerine getirdim. Çorbada sizin de tuzunuz olsun. Bir vatandaşlık görevi de siz yapın: “ARAÇ, TRAFİĞE AÇIK KARAYOLUNDA KULLANILAMAZ” yazısına rağmen aracımı açık karayolunda görürseniz lütfen trafiği ve yetkilileri “Şuna haddini bildirin” diye harekete geçirin. Size bir telefon kadar yakınlar. 14/03/2018, Ramazan Yüce, Konya

* 17/03/2018 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.