Ana içeriğe atla

Vira Bismillah! ***


Birkaç defa çay ve kahve içmek suretiyle hukukumuz oluşan bir arkadaşım telefonla aradı: “Hocam! Yeni Haber gazetesinde yazar mısın?” diye. Olabilir dedim gayri ihtiyari.  “Sorumlu kişi ile görüşelim, sizi tanıştırayım” dedi. Bir gün görüşürüz, dedim ise de, “Sıcağı sıcağına konuşup halledelim, yarın seni alırım” diyerek ipe un sermeme fırsat vermedi.

Ertesi gün birlikte gazeteye geldik, gazetenin Genel Yayın Yönetmeni ile görüşüp tanıştık. Çayımızı, kahvemizi yudumlarken haftada iki gün -salı ve perşembe günleri- yazma konusunda görüş birliğine vardık. İlgi-alaka ve ikram dolu kısa bir muhabbetten sonra dostum, “Benden buraya kadar, haydi gidelim” diyerek müsaade aldık, beni gideceğim yere kadar da bırakıverdi sağ olsun.

Gazete ile tanışmama aracı olan arkadaşım aradan çekildi. Evli evine, köylü köyüne misali. Aynen öyle oldu. Şimdi ben gazete ile baş başa kaldım. İlk yazımı yazmak için bilgisayarın başına oturdum. Gazetede yazabilirim demiştim ama ne yazacaktım, nasıl başlayacaktım? Cahil cesaretiymiş bendeki. Derdin ne idi de olabilir dedin ey Barbaros! Oturup başkalarının yazdığını çayını yudumlarken okusaydın, ağrımaz başını ağrıtmazdın, dedim kendi kendime. Ama söz ağızdan çıktı bir kere. Nasıl ki hamama giren terleyecekse biz de bu yola girerek terleyeceğiz. Başka çarem yok. Anladım ki başlamak zormuş. Hele bir de ham isen, gazetenin okuyucusunu doğru dürüst tanımıyorsan…gel de çık işin içinden şimdi. Başlamak bir işi başarmanın yarısıdır, dedikleri bu olsa gerek. Önemli olan işin ortası ve sonu değil, başıymış. Ben de şu anda bu duyguları yaşıyorum. Telefon açıp “Ben yazabilirim demiştim, ama olmayacak” demek de geçti içimden. Ama kahvesini de içmiştim gazetenin. Zaten kahvesini içmişsen bir yerin, elin mahkum artık. Zira kırk yıl hatırı var. O zaman ya bu deveyi güdeceğiz, ya bu deveyi güdeceğiz.

Ben ilk günün acemiliğini, yaşadığımı yazıya aktarıp atlatmaya çalışırken beşer olarak şaşar da yazımı okursanız, “Ne diyor bu adam? Be adam! Yazacağını bilmiyorsun, ne diye podyuma çıktın? Madem yazacak bir şeyin yok, daha işin başında bırakıver bari” diyebilirsiniz. El hak doğrudur. Ama bu durum ilk defa benim başıma gelmiyor. Zamanında Nasrettin Hoca’nın da başına gelmiş: “Hoca, vaazına hazırlanıp camide kürsüye çıkmış. Cemaat pürdikkat ne diyecek diye hocaya bakıyor. Ama hoca bir türlü konuşmaya başlamamış. Nihayet, ‘Cemaati Müslimîn! Hazırlanıp gelmiştim, ama ne diyeceğimi unuttum’ demiş. Ardından hoca ve cemaat beklemeye koyulmuş. Konuyu hatırlamak için hoca, pencereden dışarıya bakar bir müddet: ‘Develer geçiyor…’ der ama ne diyeceğini yine bilmez. Ardından tekrar ‘Ne anlatacağımı unuttum, hiçbir şey aklıma gelmiyor’ deyip yine beklemeye koyulur. Cemaatin içerisinde kendisini dinlemeye gelen oğlu, kafasını kaldırır babasına: “Babacığım! Hiçbir şey aklına gelmiyor da kürsüden inmek de mi gelmiyor?’ demiş.” Benimki de o hesap. Hoca kürsüde dut yemiş, bülbüle dönmüş, ben de bilgisayar masasının önünde. Hazırcevap olan Nasrettin Hoca’da da tutukluk olabildiğine göre bizde de hayli hayli olur. Ne de olsa hemşeriyiz.  
Siz, “Bu adam işi nereye getirecek?” diye merak ederken farkında olmadan gazetemdeki ilk yazımı bitirmiş oldum hoşgörünüze sığınarak. Böylece şeytanın bacağını da kırmış oldum.  Bir işe besmeleyle başlanınca hangi iş yarım kalır zaten? Ben muradıma erdim, artık siz de kerevetine çıkabilirsiniz. Sayfam, her türlü yapıcı eleştirinize açıktır. Baki selam! 30/03/2018,  Barbaros ULU

*** 03/04/2018 tarihinde yenihaberden.com gazetesinde  yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde