Ana içeriğe atla

Anlaşılan Biz Bu İleri-Geri Saatten Daha Çok Çekeceğiz! **

Pazar günü uyandığımda saatin kaçı olmuş diye cep telefonuma baktım. Saatler 11.00’i gösteriyordu. Nasıl yatmışım bu saate kadar dedim. Yarı uykulu halimden kurtulmak için gözlerimi biraz daha açtım. Gözlerimde sorun yoktu. Nasıl bu saate kadar yattım, bir anormallik var yine diyerek kolumdaki saatime baktım. Bu sefer saatim 10.00’u gösteriyordu. Uyku semesi saatleri yanlış okuyorum galiba dedim; tekrardan bir kolumdakine, bir de masamdaki cep telefonuma baktım. Aradaki fark bir saatti. Yatağın içinde bu sefer saatin kaç olduğunu bıraktım, aylardan hangi aydayız dedim kendi kendime. Martın sonlarındayız. Saatler ileri alınmış olmalı dedim. Sanal âleme girerek teyidini yaptım, ileri olan saatlerimiz bir daha ilerlemişti. Eskiden bir ileri yaparken bu sefer benim akıllı telefonum iki ileri yapmıştı.

Biz ülke olarak bundan sonra bir ileri, bir geri yapmayacağız, saat ikilemi yaşamayacağız diyerek saatlerimizi hep ileri saati kullanacak şekilde sabitlesek de anlaşılan senede iki defa dünyanın bir ileri, bir geri yaptığı zaman diliminde aynı sendromu tekrar yaşayacağız. Elimizde taşıdığımız cep telefonu senede iki defa “Siz saatlerle oynamaktan vazgeçseniz de ben size yılda iki kere hep bunu hatırlatacağım” der gibi oynuyor bizimle. Uyku sersemliğini atar atmaz aklıma bir papaz fıkrası geldi:Papazın biri kilisede kürsüye çıkar. Garibim vaaz verirken sesli bir şekilde yellenir. Cemaatinin karşısında mahcup olur. Toplum içerisine giremez. Sonunda kararını verir. Çok sevdiği memleketini terki diyar eder. 10 yıl başka şehirlerde ikamet eder. Unutulmuştur artık diyerek gözünde tüten memleketine geri gelir. Şehrin girişinde 12 yaşlarında bir çocuk vardır. Beldesi hakkında biraz nabız yoklamak amacıyla çocukla konuşmaya karar verir: ‘Yavrum! Adın ne senin, kimin oğlusun, kaç yaşındasın’ der. Çocuk: Adım Hans, bakkalın oğluyum, papazın yellenmesinden 2 yıl sonra doğmuşum” cevabını verir. Canın isterse hatırlama fıkrayı. Fıkra bu. Uyku mahmurluğu falan dinlemiyor.

Cebimizde taşıdığımız telefon güya akıllı! Hatta o kadar akıllı ki, bu ülke saati sabitledi, üstelik ileride hep. Ben burayı es geçeyim falan demiyor. Senede iki defa aynı haltı yaşatıyor bize. Kilisede yellenen papazın kokusu gitse de, aradan yıllar geçse de, eski çamlar bardak oldu, biz saatle oynamayı bıraktık, zamanla oynamayacağız artık; geçti Bor’un pazarı, sür eşeğini Niğde’ye desek de saat bize senede iki defa aynı sendromu yaşatacak. Tıpkı papazın yellenmesinin milat kabul edildiği gibi. Nasıl kurtulacağız bu terk ettiğimiz saatin senede iki defa kafamıza vururcasına “Ben daha ölmedim” demesinden.

Başımıza Ebu’l Kasım’ın ayakkabısı kesilen bu saatten nasıl kurtulacağız?  “Ebu’l Kasım, imkanı yerinde olmasına rağmen her tarafı yırtılmış ve yama yaptırılmış ayakkabısını giymeye devam ediyor. Ayakkabı, yamalardan olsa gerek ağır mı ağır! Herkesin tanıdığı bu ayakkabıdan kurtulması ve yeni bir ayakkabı alması için eşi-dostu, yeni bir ayakkabı al dese de Ebu’l Kasım, ‘Haklısınız, alayım” der ama cimriliği yeni bir ayakkabı almasının da önüne geçer her defasında. Bir gün hamama giden Ebu’l Kasım, hamam çıkışı elbiselerini giyerken kendi ayakkabılarının yanında gıcır gıcır yepyeni bir ayakkabı bulur: ‘Eş-dost bana acıdı, yeni bir ayakkabı alıverdi, sağ olsunlar’ diyerek yeni ayakkabıları ayağına giyer, çeker gider. Ayakkabı şehrin kadısınındır. Kadı, ayakkabısını yerinde bulamayınca kızar, bağırır. Kadının adamları giden ayakkabının yerine konmuş eski ve yamalı ayakkabıları görünce, ‘Sayın kadım! Bu ayakkabılar Ebu’l Kasım’ın, seninkileri o giymiş olmalı’ der. Ebu’l Kasım’ı derdest ederek kadının huzuruna çıkarırlar. Yargılama sonucunda belli bir para cezasına çarptırılan Ebu’l Kasım, ayakkabılarını eline alır, ‘Bu gidişle ben bu ayakkabılardan çok çekeceğim, en iyisi kurtulmak’ der yeni bir ayakkabı alır. Eski ayakkabısını gider denize atar ve evinin yolunu tutar. Günler sonrasında denizde balık tutan birinin oltasına ağır mı ağır bir şey takılır. Balıkçı, ‘Büyük bir balık yakaladım galiba’ diye sevinç içerisinde oltayı kaldırınca oltaya takılanın Ebu’l Kasım’ın ayakkabısı olduğunu görür, düşürmüş olmalı, diyerek Ebu’l Kasım’ın kapısını çalar. Malum ayakkabının sahibi evde yoktur. Kaybolmasın, gelip geçen almasın diye ayakkabıları evin damına atar. Damda gezinmekte olan kedinin ayağına takılan ayakkabı, yoldan geçmekte olan birinin kafasına düşer ve adamı yaralar. Yaralı adam hastanede tedavi görürken şehrin kadısı, yaralayanın peşindedir. Suç yerinde Ebu’l Kasım’ın ayakkabısı bulunur. Adam yaralamaktan Ebu’l Kasım’a hem hastane masrafları, ayrıca para cezası verilir. Olan bütün mal varlığını eski ayakkabısı sayesinde kaybeden Ebu’l Kasım, saçını-başını yolarak, “Ben bu ayakkabıdan nasıl kurtulacağım” diye düşünür ve sonunda eline tutuşturulan ayakkabılarla yeniden kadının huzuruna çıkar, kadıya: ‘Sayın kadım! Bu ayakkabı ile aramda hiçbir bağımın olmadığı ile ilgili bana resmi bir belge versen’ diye ricada bulunur. Ebu’l Kasım’ı dinlemekte olan kadı, acı acı gülümseyerek Ebu’l Kasım’a “Ayakkabı ile Ebu’l Kasım’ın hiçbir alakası yoktur” şeklinde bir berat verir ve böylece Ebu’l Kasım , servetine mal olan bu ayakkabıdan zor da olsa kurtulur.

Sahi biz papazın yellenmesi gibi senede iki defa karşımıza çıkan bu ileri-geri saat uygulamasından nasıl kurtulacağız? Ebu’l Kasım, kadıdan berat almakla kurtuluyor, biz nasıl kurtulacağız? Var mı bunun çaresini/yolunu bilen? 25/03/2018, Ramazan Yüce, Konya

** 25/03/2018 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde