30 Kasım 2024 Cumartesi

Bisikletli Canavarlar

Bisiklet sürmeyi bilsem de çok sürmem. Ne kadar sağlığa faydalı dense de hiç sürme hevesim olmadı. Hoş, sürmek istesem bile evde bisiklet yok. Çocuklar için alınanları da sağa sola dağıttım. 

Araba sürmede de hiç merakım olmadı. Evin önünde ayağımı yerden kessin diye bekliyor. 

Belki de bisiklet de olsa araba da olsa ayağımı yerden kestiği için yani 2-4 teker üzerinde gittiğinden midir benim için en uygunu yürümek. Olmadı toplu taşıma kullanmak. 

Ara ara mecburiyetten araba sürsem de yılların şoförü olmama rağmen hala acemiyim. Bisiklet sürüşüm de öyle. 

Bisiklete binsem tir tir titrerim. 

Lisede iken Rahmetli Hasan Hüseyin Gürses'in bisikletini alıp çarşıya gitmiştim. Tam Şems Caminin önüne gelmiştim ki karşımda bir araba belirtmişti. Yolun sağında da seyyar satıcılar vardı. Seyyardan alışveriş yapan birine arkadan vurmuştum. Özür diledim. Adam, özür diledin ama öldüreceksin, haydi git şuradan demişti. Hasılı bisikletle tek tecrübem bundan ibaret. 

Ben böyleyim ama ne bisiklet sürenler görürüm zaman zaman. 

Bisiklet sürerken ellerini direksiyondan bırakıyor. Ön tekeri kaldırıyor. Tek eli direksiyonu tutarken diğer elini kulağına götürerek telefonla konuşuyor. Sigara içiyor. Elinde paket taşıyor. Karşılaştığı tanıdığına elini kaldırarak selam veriyor. 

Kaldırımdan gidiyor. Ters yola giriyor. Yürüyüş parkurunda bisiklet sürüyor. 

Akan, yoğun trafiğin içinde son surat bisiklet sürüyor. 

Hasılı gördüğüm bisikletçilerin çoğunun iki elinde on marifet var. Say say bitmez ve bu sessiz tayyarelerin ne zaman nereden çıkacakları hiç belli olmuyor. 

Yürüyüş için bazen Karatay Terminali civarına giderim. Yürürken Yeni Larende Caddesinin sol kaldırımını tercih ederim. Bu kaldırım iki kişinin yan yana gidemeyeceği şekilde dar. 

Bu kaldırımı sadece ben değil, aynı zamanda bisiklet sürücüleri de kullanıyor. Sanki sürüş için başka uygun yer bulamamışlar gibi. 

Bu kaldırımda giderken ikidir bisiklet sürücüleriyle burun buruna geliyorum. Gençten biri ardımdan jet hızıyla yanımdan geçip hop dayı, iyisin değil mi dedi. Görüyorsunuz aramızdaki samimiyet ve iletişimi. Üslup zaten o biçim. 

Bir başka gün yine yürüyorum aynı kaldırımda. Kaldırımdan inip ara yoldan karşı kaldırıma geçeceğim. Sağımda araba var. Sağ elime de telefonu almıştım bu ara. Ardımdan sağ koluma biraz sert bir dokunma oldu. Geriye dönüp baktım. Yine bir bisikletli. Ellili yaşlarda biri. Ne yaptın dercesine yüzüne baktım. Tamam geç dedi beyefendi. 

Bana vurmasından geçtim. Sağımdaki arabayla aramda neredeyse yarım metrelik bir mesafe var. Solumda o kadar geniş mesafe varken bu daracık yerden geçmeye çalışması gerçekten garip. Genç olsa macera peşinde bu genç diyeceğim. Yaşını başını almış bu kişi de herhalde macera peşinde değildir. 

Sözün özü, kimsenin sürdüğü bisiklette değilim. Sürsünler varsın. Arabasıyla çarşıya çıkanlardan iyidir bisikletler. Toplu taşıma dertleri yok, masraf da etmiyorlar. Arabalar gibi havayı da kirletmiyorlar. 

Yalnız yerinde ve yolunda sürmek şartıyla.

Kaldırımda ne işleri var bisikletçilerin? Haydi araba sürücüleri kendilerini ciddiye almadığı ve canları tehlike arz ettiği için kaldırımı tercih ettiler. Bari bisikletlerine bir zil taktırsınlar. Arkadan gelirken çarpma yerine zil çalsınlar. 

Sahi bu kaldırımları işgal eden, tehlike saçan, yayaları hiçe sayan bu kaldırım işgalcilerine dur diyecek yok mu? Bu kaldırım işgalcileri yolda giderken arabalar bizi hiç sayıyor, biz de kaldırımdaki yayaları hiç sayalım diye mi düşünüyorlar? Hiç mi empati yapmazlar bunlar? Bazı araç sürücülerine bisikletlere saygısızlığını hıncını yaralardan mı çıkarmaya kalkıyorlar? 

Merak ediyorum, lise son sınıfta iken bisikletiyle ters yola girdiği için ceza yiyen daha reşit olmamış çocuğum gibi kurallara uymadığı için ceza yiyen bisikletçi var mı? Bu ceza ilk ve son olarak sadece benim çocuğuma mı uygulandı? 

Hasılı, bisiklet sürücüleri, ayıp ediyorsunuz ayıp.

Sözüm kurallara uyan az sayıdaki bisiklet sürücülerine değil. Zira onlar takdiri hak ediyor. 

28 Kasım 2024 Perşembe

Yeni Versiyon Dilenciliğimin Semeresi

Bu yıllarda kaç okulda çalıştığımı aklımda tutmama gerek kalmadı. Çünkü  her öğretmenler gününde Bakan'dan gelen tebrik mektubunda kaç il, kaç okulda çalıştığım yazıyor. Sağ olsun benim adıma sayıyor her çalıştığım şehir ve okulu. Dört şehir on dört okul olmuş Bakan'ın verdiği bilgiye göre. 
Yeni yani 14. okulumdayım bu sene. Gördüğümüz gibi 10.köyü pardon okulu geride bırakmışım. 
Yeni okulumda pek bir kimseyi tanımıyorum. Pek azının ismini bir kısmını da simaen tanıyorum. 
Okul hem öğrenci hem de öğretmen yönünden kalabalık olunca, tanışsak bile çoğunun ismi aklımda kalmıyor. İmdadıma hocam yetişiyor. İyi ki var şu hocam hitabı. Değilse ne yapardım bu yaşımda. 
Kendi halimde girip çıkıyorum derslere. 
Teneffüsleri, elime çayımı alıp sırtımı binaya vererek okulun önünde ve ayakta değerlendiriyorum. Diğer elimde de bir şey var ama ne olduğunu merak edin diye söylemeyeceğim.
Okulun dışında teneffüs arası çayımızı yudumlarken daha yakın tanıştığım müdür yardımcısı da birkaç arkadaşı ile birlikte bir elinde çay ve diğeri olmasa da muhabbet ediyorlar.
Antalya'dan avakado satın almış. Tanesi 40 liradan 40 adet sipariş vermiş.
Âdet ve fiyatı duyunca bir başka öğretmen 1600 lira yapıyor. Vay be dedi.
40'ı duyar duymaz ben de hocam, branşım itibariyle araya giriyorum. 40 adet alıyorsanız, bir tanesini zekât olarak vermeniz gerek dedim. Elbette dedi gülüştük. Ardından yeni versiyon dilencilik bu dedim. Buna da gülüştük. 
Aradan bir hafta geçmişti ki cepten aradı, hocam görüşebilir miyiz diye. 
Teneffüse çıkınca odasına vardım. Gördüğünüz iki adet avakodayı poşetin içine koymuş. Hocam, biraz daha yumuşaması gerekir. Buyurun afiyet olsun dedi. Ne şekilde yememiz gerektiğinin tarifini de verdi. Hocam, şaka yapmıştım ama mahcup oldum. Çok teşekkür ederim dedim ama kırmızı yüzüm kıpkırmızı oldu.
Eve getirip hanıma verdim. Avakoda mı aldın dedi. Benim avakoda ile hiç işim olur mu? Yeni versiyon dilenciliğimin semeresi. Müdür yardımcımıza şaka yapmıştım. Üstelik iki tane birden getirmiş, cömertliğini fazlasıyla gösterdi, sağ olsun dedim.
Şakayla başlayan muhabbet bu şekilde ciddiye bindi. Bu vesileyle market ve pazarda gördüğüm ama avakoda olduğunu bilmediğim, daha önce tatmadığım bu meyvenin adının da avakoda olduğunu öğrenmiş oldum.
Daha neler öğrendim neler... Avakodanın yazılışını ve okunuşunu ve tane ile satıldığını da. Tane ile satıldığını öğrenince biz de olduk bir Avrupalı dedim kendi kendime. Öyle ya Avrupalılar meyveyi tane tane alıyorlar diye duyardım da ülkemde satıldığını bilmiyordum. Pek çok konuda Avrupa’dan geri olsak da avakodanın tek satışıyla onları yakaladığımızı söyleyebilirim.
Başka bir şey daha öğrendim. Avakodayı görünce hanım heyecanlanıp şaşırmadı. Meğerse daha önce oğulları almış kendisine. Benim yeşilliklerle aram olmayınca karşımda yemiş ama benim haberim yok. 
Şimdi öğreneceğim son bir şey kaldı. O da hediyemizin iyice olgunlaşmasını bekliyorum. Bir de tattım mı, dışı yeşil olan bu meyvenin tadının nasıl olduğunu öğreneceğim bu yaşımda. Bir de beğenirsem, gitti altmış yılım boşa diyeceğim.
Ana len. Ya bir de tadını beğenirsem... Faydası say say bitmeyen bu meyveyi sık sık almam gerekecek ki bu da yandığımın resmi olacaktır. 
Gördünüz mü başıma açtığım işi. Ne çekiyorsam bu dilimden çekiyorum. Bildiğimiz gibi bu dilimden yazıya dökülenler bazen başıma iş açsa da faydası da oluyor gördüğünüz gibi. 
Yazıma son verirken izzet ve ikramından dolayı müdür yardımcımız hoca hanımın kesesine ve ömrüne bereket, geçmişlerine rahmet diliyorum ve her şeyin gönlünce olmasını temenni ediyorum. 

26 Kasım 2024 Salı

Yaşayan Yedi Uyurlar

Halk arasında "Yedi Uyurlar" diye bilinen grup  Kur'an'da Ashabı Kehf ismiyle geçer. Mağara arkadaşları anlamına gelir. Hikayede adı geçen mağaranın Tarsus, Afşin ve Lice’de olduğu belirtiliyor. 

İnançlarından dolayı kralın korkusundan mağaraya sığınan bu gençlerin üç yüz küsur yıl uyutulduğu, uyandırıldıktan sonra ne kadar uyuduklarını birbirlerine sordukları, ya bir gün ya da yarım gün uyuduk dedikleri, ardından alışveriş için çarşıya birini gönderdikleri, şehrin değiştiğini, uzattığı paranın tedavülden kalktığını vb. Görünce, giyim ve kuşamı farklı olan bu kişilerin mağaraya sığınan gençler olduğu anlatılır. 

Kısaca ya bir ya da yarım gün uyuduk diyen Yedi Uyurlar şehrin değişiminden, kullandıkları paranın tedavülden kalktığından dolayı şaşırırlar. Bunları gören halk da giyim ve kuşamlarından, saç ve sakallarından ve tedavülden kalkan parayı görmelerinden dolayı şaşkınlık yaşarlar. 

Her birimizin bildiği bu hikayeye kısaca değindim. Daha fazlasına da gerek yok. Zaten niyetim Ashabı Kehf’i anlatmak değil. Esas niyetim 1940'lı, 1950'li, 1960'lı, 1970'li ve 1980'li olup da hâlâ yaşayan kuşağın her birinin Ashabı Kehf hayatını yaşadığını ifade etmeye çalışmaktır. 

Ne alaka demeyin. Bu kuşak neler gördü neler... Yokluğu gördü. Beden gücüyle çalışmayı gördü. Açlığı gördü. Tek göz odada büyümeyi gördü. Tüp, yağ kuyruğunu gördü. Aynı nesil enflasyonu ve hayat pahalılığını gördü. Bir ürünün fiyatının ikinci gidişinde değiştiğini gördü. Paramızın pul olmasını gördü. Paranın pul olması demek, paramızın döviz karşısında iyice değersizleştiğinden dolayı bir nevi tedavülden kalkmış sayılır. 

Açlığı da gördü, tokluğu da. 

Tek oda evlerden 2+1, 3+1, 4+1 evlere taşındı. Beden gücünün ardından teknolojinin her türlüsünü gördü. 

Büyük aileden çekirdek aileye evrildi. 

Kısaca bu kuşak birkaç kuşağın görmesi gerekeni gördü. Yaşarlarsa daha neler görecekler neler... 

Özellikle 40'lı, 50'li ve 60'lı neslin gördüğünü bugünkü nesil o kadar da olmaz dercesine masal gibi dinliyor. Halbuki masal değil. Geçmiş kuşak hepsini yaşadı. 

Anlatmak istediğim, 2000'li yıllardan itibaren baş döndürücü değişim ve gelişme söz konusu. Yaşadıkça yeni şeyler ortaya çıkıyor. 

Öyle zannediyorum, daha önce ölen insanlar günümüz dünyasına geri dönüp bugünkü ortamı ve gelişmeyi bir görse, yanlış yere geldik, biz dünyayı bırakırken böyle değildi, kısa zamanda bu kadar değişim nasıl olur deyip tıpkı Ashabı Kehf gibi şok üstüne şok yaşar. Ne ara dünya böyle değişti derler. 

Ölümü de bir nevi uyku haline benzetebiliriz. Ölen insanlar için de zaman duruyor. Öyle zannediyorum, asırlar önce ölen biri diriltilip ne kadar uyudun dense, tıpkı Ashabı Kehf’in dediği gibi ya bir gün ya da yarım gün derler. 

Bu yönüyle halihazırda yaşayan, özellikle 1980 öncesi nesle, modern Ashabı Kehf dense yanlışlık olmaz. Umarım teşbihte hata yapmamışımdır. 

25 Kasım 2024 Pazartesi

Anlamlı Bir Öğretmenler Günü Hediyesi

24 Kasım 2024 günü öğretmenliğimin 32.yılı. 

Akşamında koltuğuma oturup "Kim Milyoner Olmak İster" programını açtım. 

Kulağım yarışmayı dinlerken elime telefonu alarak Facebook'a girdim. Geçmişte bugün neler paylaşmışım diye "Anılar" bölümüne baktım. 

Karşıma, yan tarafta gördüğünüz not çıktı. Bu not, 2015 yılının 24 Kasımında öğretmenliğimin 23.yılında öğretmenler günü dolayısıyla bana hediye getiren 6.sınıf bir kız öğrenciye ait: "Sevgili Ramazan Hocam, okul formamı giymediğim zaman sizi üzdüysem özür dilerim. Öğretmenler gününüz kutlu olsun. Size bir şey alamadım ama bunu getirdim. Umarım beğenirsiniz". 

Hediyesini değil de hediyenin üstüne iliştirdiği bu notu paylaşmışım o gün. 

Getirdiği hediye yanlış hatırlamıyorsam, 6'lı meyve bıçağından biri eksik beş âdet meyve bıçağı idi. 

Meyve bıçaklarını güzelce sarmış, üzerine de kendi el yazısıyla yazdığı bu notu iliştirip odama getirmişti.

32 yıllık meslek hayatımda değişik il, okul ve okul kademelerinde çalıştım. 

Zaman zaman değişik hediyeler aldım. Her hediyenin yeri ayrıdır. Hepsi anlamlıdır ama bu kızın getirdiği hediyeden ziyade yazdığı not benim için çok anlamlı.

Seneyi devriyesinde karşıma çıkınca tekrar 2015 yılına gittim ve duygulandım.

Kızımızın yazdığı nota tekrar bakıyorum. Hediye, not ve özür. "Formamı giymediğim zaman sizi üzdüysem özür dilerim" diyor. 

Duygulanmanın yanında nottaki forma beni üzdü. Okul müdürlerinin en büyük handikapı maalesef okul forması, kılık ve kıyafet. Öyle üzerinde duruyoruz ki gören de sanki kılık kıyafet oldu mu eğitim ve öğretimin tüm derdi bitecek, eğitim ve öğretimimiz şaha kalkacak.

Bugünden geriye dönüp bakınca, okul disiplini adına bu kılık kıyafet dayatmamdan mahcubiyet duyuyorum. Nicedir denetimli serbest kıyafet uygulamasını savunuyorum. Ne edersiniz ki eğitim ve öğretim camiası olarak daha bu kabuğumuzu kıramadık. 

Bu özeleştiriden sonra tekrar kızımızın notuna gelirsem, 2015'den bu yana 9 yıl geçmiş. İsmini ve simasını unuttum. Görsem tanımam. 

Bu kızımız öyle zannediyorum, şimdilerde 20'li yaşlarda olmalı. Liseyi bitirmiş, üniversitede okuyordur.

Hatırlanmak güzel bir duygudur. Allah yolunu ve bahtını açık etsin. Daima haturlananlardan eylesin. 

24 Kasım 2024 Pazar

Dondurucu Soğuk ve Ayaz

Nicedir doğru dürüst kış görmüyorduk. Hele 2023 yılında Konya'ya kar yağmadı dense yanlış olmaz. Bazı ilçelere ve yüksek yerlere az yağdı, hepsi o kadar.

Kar yağmayınca barajlar da çekildi. Susuzluk kapıda.

Kâr yağmasa da civarda kar yağdıkça Konya'nın nasibine civarın ayazını çekmek kalmıştı. 

2024'e geldiğimizde her sene ocak ayına doğru yüzünü gösteren kış bu sene yüzünü erken gösterdi.

23 Kasım gecesi bastıran kış yerleri ağarttı. Arabaların üstünü karla kapladı.

24 Kasıma gözümüzü açtığımızda ise gündüz vakti bile buz kesti. 57,6 km/s hızındaki rüzgar ayazın derecesini daha da artırdı. 

İliklerine kadar işliyor soğuk.

Nem ne şekil bir soğuk var dışarıda. 

Son yıllarda böyle ayaz, böyle soğuk görmedim desem abartı olmaz.

Aslında hava durumu gündüzü sıfır, geceyi ise -5 gösteriyor. 

-20 dereceleri gördüğümüz zaman bile bu derece üşütmedi hava. Öyle zannediyorum, ayaz ve soğuğu artıran rüzgarın fazla olması. 

Bir gün öncesi yani 23 Kasım günü gündüzü de sıfır derece olmasına rağmen çarşıya çıkıp bir çay ocağının dışında oturarak çay içtim. Çok üşüdüğümü de hissetmedim. Üstelik üzerimde kalın kışlık ve mont yoktu. 

Bugün de yani 24 Kasım günü çarşıya yürümek istedim. İlk defa üzerime kışlık montu giydim. Kaşkolu boynuma doladım. Başıma takkeyi geçirdim. 100 metre yürüdükten sonra çarşıya gitmekten vazgeçip markete geçtim. Alacağımı alıp eve attım kendimi. 

Gündüzü sıfır, gecesi -5 derece olan 24 Kasımdaki bu hava, belli bir sürenin üzerinde dışarıda kalmak zorunda kalan canlıyı dondurur.

Dışarıdaki bu dondurucu hava, ister istemez evi ve barkı olmayanları düşündürüyor insana.

Aynı şekilde yakıtı olmayanları da evde olmasına rağmen buz keser.

Yine bu soğuk dışarıda kalan sokak hayvanlarını bu havada sığınacak kuytu yerleri yoksa dondurur.

Bu havada dışarıda çalışmak zorunda kalanlar öyle zannediyorum, soğuk ve ayazı iliklerine kadar hissetmişlerdir. 

Bu havada dışarıda çalışmak zorunda kalanların, evsiz ve barksız olanların, evinde yakıtı olmayanların Allah yardımcısı olsun. 

Öğrenci ve Öğretmenler Günü

Hemen hemen her meslek grubuna 365 gün içerisinde yer vermişiz. 
Günü geldiği zaman da anarız, kutlarız, mesajlar göndeririz. 
Genelde her meslek grubu da kendi gününü kendi kutlar. 
Merak etmişimdir, günler niye var diye.
Sahi niye kutlar ya da anarız bazı günleri? 
Önemsendiği için midir, unutulmamak için midir yoksa önem atfetmek için için midir?
Kutlanan günlerden bir tanesi de her yılın 24 Kasımını, öğrenen ve öğreten yönünden Öğretmenler Günü olarak kutlarız. Dar anlamda okullara ve okullardaki öğretmene indirgiyoruz. 
Aslında 24 Kasım sadece okullarda ders veren öğretmenlere indirgense de öğrenen ve öğreten yönünden herkes öğrenci ve öğretmendir. İşi, gücü, mesleği ne olursa olsun, birinden bir şey öğrenmişsek biz onun öğrencisiyiz, o da bizim öğretmenimizdir.
Bu yönüyle aynı evde büyüdüğümüz anne babamız ve büyüklerimizden çok şey öğreniriz. Çünkü bilginin, görgünün ve terbiyenin ilk mektebi ailedir. 
Sanayi ve iş yerinde usta, kalfa ve çırağına, kalfa çırağa ustalık öğretir.
Birlikte gezip dolaştığımız arkadaşımızdan, sınıf, sıra ve okul arkadaşımızdan da yeni şeyler görür, uygularız.
Çarşı, pazarda tanıdık ve tanımadık insan manzaraları görürüz. Bazısı hoşumuza gider, bazısı gitmez. Bilerek veya bilmeyerek bunlardan da yeni şeyler öğreniriz ama olumlu ama olumsuz. 
Yemek pişirirken bile tarifini veren kişiden yemek yapmayı öğreniriz.
İbret aldığımız her şey bir bilgidir. Bu yönüyle de canlı veya cansızdan bir şeyler öğreniriz. 
Tecrübe de bir bilgidir. 
Yediğimiz kazık da. 
Kısaca kişi bir yerden veya kişiden bir şeyler öğrenirken öğrenci, öğrendiğimiz kişi ise öğretmendir. Yaşayan her varlık hem öğrenen hem de öğretendir. Herkes birbirinin hem öğrencisi hem de öğretmenidir. 
Bu yönüyle hayat öğrenen ve öğretenden ibaret desem yanlış olmaz. Beşikten mezara ilim denilen de bu olsa gerek. Çünkü hem öğreniyoruz hem öğretiyoruz. Bir yerde öğretmen varsa öğrenci de vardır. Aynı şekilde öğrenci varsa öğretmen de vardır. 
İsterim ki öğretmenler günü sadece okul öğretmenlerine indirgenmesin. Özelde okullu öğretmenlerin gününü kutlarken kendimizin de alanında bir öğretmen olduğumuzu unutmayalım. Güne de sadece öğretmenler günü denmesin. Günün adı, Öğrenci ve Öğretmenler Günü olsun. 
Herkesin öğretmenler günü kutlu olsun. 

23 Kasım 2024 Cumartesi

Tanımadığım Bir Hadsiz

Gezdim dolaştım. Evime doğru yaklaşırken eve girmeden şu zıkkımdan bir tane içip öyle gireyim diye bir tane yaktım.
Rüzgarla birlikte dumanın gelip gelmediğini test ederken marketten çıkan biri ne biçim çekiş öyle dedi. 
Rüzgardan duman gelmedi dedim. 
Verdiğim cevaptan cesaret bularak tekrar ne biçim çekiş öyle dedi. 
Bu sefer susma hakkımı kullandım. 
Ardından bırakmıyor mu seni dedi. 
Cevap vermeyip önü sıra yürümeye devam ettim. 
Tanıyor muyum bu kişiyi?
Hayır.
O halde bu samimiyet nereden?
İnsan hiç tanımadığına sen der mi? 
Kendini bilen, seviyesini korumak isteyen demez. 
Belli ki bu zıkkımla arası olmayan biri. 
Belki de yıllar yılı içip bıraktı. 
Tanımasam bile ben şu kadar içtim. Şöyle bir hastalığa maruz kaldım. Bıraktım. İnşallah siz de bırakırsınız dese, görmüş geçirmiş, iyiliğimi düşünüyor ve haklı dersin. Teşekkür edersin bu tavsiyesine. 
Gel gör tanımadığı biri ile senli benli olacak kadar laubali. 
Neyi, nerede, kime, ne şekilde konuşacağını dahi tartamayacak kadar haddini ve yol yordam bilmeyen biri. 
Toplumda bu tip itici tiplerin sayısı az değil. Bir şekilde karşına çıkar böyleleri. Moral bozmak için üstlerine yok. 
Böyle haddini bilmeyene cevap vermeyerek en güzel cevabı vermiş oldum. Cevap vermeyince de kös kös yürüyüp gitti. Şayet cevap verseydim, daha ne yumurtlardı, kim bilir. Böyle hadsiz ve seviyesiz biri olduğunu bilseydim, ilk başta hiç cevap vermezdim. 
Yürüyüp giderken, aa hocam, nasılsın diye bir öğrencim karşıma geldi. Hadsizden esirgediğimiz güler yüzü ve hal hatırı öğrencime gösterdim. İşe gidiyormuş akşam akşam. Kolay gelsin temennisiyle yoluma devam ettim. Öğrencimle yaptığım konuşmayı haddini bilmez de duydu. Umarım, bana cevap vermedi ama öğrencisiyle konuştu diyerek kırdığı potun farkına varmıştır. 

22 Kasım 2024 Cuma

Pazar Alışverişim

Okul çıkışı ekmek alıp eve döneceğim.

Ekmeği aldım. Bir de Çarşamba pazarına uğrayayım dedim. 

Girişte bir kadın ıspanak satıyor. Görünüşünden belli iyi olduğu. Bu ıspanağı gözüme kestirdim. 

İlerledim biraz. 

Gençten bir erkek ikiye bölünmüş mandalina uzattı. Al tadına bak diye. Tadına bakmaya gerek yok. Zira ince kabuk mandalina al beni diyor. 

Delikanlı, o o kadarından tatmakla anlamam ben dedim. Al amca başka da vereyim. Soy soy ye. Hatta önüne bir kasa koyayım. Şuraya otur, ye dedi.

Maşallah pek de cömert. 

İyi, ver iki kilo dedim. İki yüz lira uzattım. 

Hemencecik o kadar mı, dört bari olsun dedi.

Delikanlı, almak isterim. Yalnız evim mesafeli. Ağır olur, sen iki ver dedim. 

Olmadı ama daha şu çocuğu evereceğiz dedi, yanındaki kardeşini göstererek.

O zaman dört kilo parası al, bana iki kilo ver dedim. 

O da olmaz dedi. 

İki kilo tarttı. Para üstünü uzattı. 

Baktım tezgahta nar da var. 

Nar mayhoşu mu tatlı mı dedim yeni evlenecek olana. 

Mayhoşu. Vereyim mi dedi. 

Mayhoşu yiyemem. Benimki tatlı olmalı dedim.

Amca, irilerinden vereyim. Tatlı dedi. 

Yahu tatlı mı, mayhoşu mu? Az önce mayhoş dedin dedim.

Bu saat oldu amca. Ayakta duruyorum. Ne dediğimi biliyor muyum dedi. Gülüştük. Ayrıldım o tezgahtan. 

Az ileride bir nar gördüm. Nereden aklıma geldiyse gözüm hep narda. Alırsam, bu senenin ilk narını alacağım. 

Yaklaştım tezgaha. Mayhoş mu, tatlı mı dememe gerek kalmadı. Hem fiyatı hem de tatlı diye yazıyordu. 

Elli liralık ver dedim. 

Bir oradan, bir buradan aldı birer tane. Nereden, hangisini alayım diye tezgahın arka tarafına epey bir göz gezdirdi. Poşete dört tane koyup tartıya götürdü. Ne kadar geldiyse, poşetin içinden bir tanesini alıp bir başkasıyla değiştirdi. 

Tam bana uzatırken poşettekileri düşürdü. Her biri bir yere serpildi. Kah yerden kah tezgahtan bir dört tane daha alıp poşete koydu. Eli de terazi olmalı. Koymasıyla kaldırıp bana uzatması bir oldu. Tartıda ne kadar geldiğini görme imkanım yok. Arka tarafta kendi göreceği şekilde tartıp getiriyor.

Hem ekmek hem mandalina hem nar yeter bu kadar. Yükümü artırmaya gerek yok dedim. Çıkışa yöneldim. 

Girişte gördüğüm ıspanakla yüz yüze geldim. 40 lira imiş fiyatı. Bir kilo verir misin dedim. Poşete doldurup arka tarafa tartıya gitti. Demek ki terazinin ön tarafta olması sakıncalı. Mahrem diye bir şey var değil mi? 

Amca, elli liralık olsun mu dedi. Olsun dedim. 

Elinde poşetle kızımız diğer elinde de bir tek ıspanakla geri geldi. Kızım, fazlalık sadece bu tek ıspanak mıymış? Bunu da çekip aldın mı dedim.

Al amca, istediğin ıspanak olsun. Zaten 51 liralık geldiydi. Fazlaca vermiştim dedi. Elindeki tek ıspanağı da içine koydu. 

Soğan falan ister misin dedi. Yok dedim. 

Ispanağı aldım elime. Çıkışa doğru yürümeye başladım. 

Dur amca, nereye kaçıyorsun dedi.

Pek oralı olmadım. 

Amca paranın üstünü al diye seslendi. 

Geri döndüm. Teşekkür ederek uzattığı 50 lirayı aldım. Tekrar niye kaçıyorsun dedi kızımız.

Kızım, para üstünü unuttum. Seni bana soğan satmaya çalışıyor diye kaçıyordum dedim.

Yükümü aldıktan sonra tabanlarıma kuvvet evin yolunu tuttum.

Mandalina ve ıspanak on numara imiş. Satıcıların kazançları bereketli olsun. Nara gelince bir kabın içine konmuş narlar. Bir tanesini elime alıp kaldırdım. Kabın içi kıpkırmızı suyla dolmuş. Meğer pazarcının yere düşürdüğü veya koyduğu narlardan biri ikiye bölünmüş. İnce ince suyu akıyor. O haliyle niye koydu bilmem. Allah hayrını versin bu nar satan pazarcının. 

Kaht-ı Rical

Eğer bir ülkede;

Seçimle de gelse aynı kişi yıllar yılı oda veya herhangi bir tüzel kişiliğin başkanı seçiliyorsa, 

Bir parti genel başkanı iktidar olsun veya olmasın, partiyi kurduğu andan itibaren ölünceye kadar karşısına rakip çıkmadan her kongrede o partiye genel başkan seçiliyorsa, 

Anayasal süresi dolmasına rağmen devam etmesi için kişiye özel kanuni veya anayasal düzenleme yapılmak suretiyle tekrar tekrar seçiliyorsa veya bunun çabası içine giriliyorsa, 

Seçimlerde iktidar muhalefete, muhalefet iktidara şeklinde yer değiştirmeyip iktidar olan hep iktidarda, muhalefet olan hep muhalefette duruyorsa,

Hiçbir seçim kazanamamasına rağmen istifa denen müessese düşünülmüyorsa ve sonucu belli seçime girmeye devam ediyorsa, 

Süresi dolmasına rağmen süre uzatımına gidiliyorsa, 

Başarısızlığı veya sağlık gerekçesini öne sürerek bulunduğu koltuğu bırakmak isteyene, yalvar yakar yapılarak efendim, sizsiz olmaz demek suretiyle koltukta ilanihaye kalması sağlanıyorsa, 

Süper Lig kulüplerinin çoğu futbolcusu yabancı oyunculardan oluşuyorsa,

Spor kulüplerinin çoğunu yabancı teknik direktörler çalıştırıyorsa, 

Ülkenin milli takımını bile yabancı teknik ekip çalıştırıyorsa, 

Futbol maçlarında adaletli maç yönetimi için yabancı var hakemlerine görev veriliyorsa, 

Ülkenin tarım, hayvancılık, çobanlık, inşaat ve sanayi gibi sektörleri yabancı uyruklu kişilere teslim edilmişse, 

Ülkenin kuruluşundan bu yana ülkeyi yönetenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyorsa, hâlâ geçmiş yöneticilere özlem duyuluyorsa, mevcut yöneticilerin alternatifi yoksa, 

Çocuk bakıcısı olarak yabancıların ağırlığı varsa, 

Evlenmek için Fas gibi Afrika’dan eş arayışına giriliyorsa, 

Bir derneğin bir vakfın bir yardım kuruluşunun bir STK’nin başında, kuruluşundan bu yana aynı kişi ve kişilerin başkanlığı devam ediyorsa, 

Bir kişiye birden fazla görev veriliyor, her görevine ayrı ayrı maaş veriliyorsa, ilaveten yönetim kurulu üyeliği görevini yürütüyorsa, 

Kısaca her alanın gediklileri sen, ben, bizim oğlana kalıyorsa, kimse benden bu kadar deyip görevini ve işini tadında, kıvamında süresinde bırakmıyorsa veya bıraktırılmıyorsa... 

O ülkede kaht-ı rical durumu söz konusudur. Bu, o ülke için en büyük sorundur. Bu da adam sıkıntısı demektir. Bu adam sıkıntısı ve adam yokluğundan, gelmiş geçmişlere özlem duyulmaya devam edilir. Yokluğu doldurulamaz. Mevcutlar da kendilerini bulunmaz Hint kumaşı görmeye devam eder. Olan da ülkeye olur. Böyle ülke gelişmediği gibi sürünmeye devam eder. Buna da yaşama denirse tabi. 

21 Kasım 2024 Perşembe

Roka ile Brokoli Benzerliği

Bir cuma günüydü. Fotokopi çektirmek için okula gitmeye niyetlendim. Çıkarken alınacak bir şey var mı dedim. Acil bir şey yok ama şunu şunu alabilirsin. Bir de bunu dedi içişleri bakanı. Aklım var nasılsa. Ne gerek var yazmaya dedim kendi kendime. 

Cumadan önce okula gidip fotokopi işlerini hallettim. Dönüşte cumayı markete yakın bir camide kıldım. 

İmam vaazdan "Samet ve Rahim isimlerini koymanın caiz olmadığını" işledi. Hutbeyi bitirirken de "Dışarıda gıybet yapmayın, iftira atmayın. Yeni bir din ihdas etmiyoruz. Dinde reforma gitmiyoruz. Zuhri ahiri kaldırmadık. Pandemide tespihatın sevabından herkes faydalansın diye zuhri ahiri ve vaktin sünnetini tespihat ve dua sonrasına bıraktık. Camimiz açık. İsteyen kılar. Gelip bunu sorsanız, açıklardım" şeklinde cemaatini haşladı. Ardından “bir de cumanın son sünnetini kılmadan çıkıp gidenler var. Bunlar, sevabı hak edip almadan gidenler” dedi. 

İmam kafamı iyice karıştırdı. 

Çıkışta markete uğradım. Sipariş şu şu vardı dedim, aldım. Sebze reyonuna göz gezdirdim. Zira bir de yeşillik vardı sipariş. Hatırlamaya çalıştım. Ne mümkün. Yeşillikle de aram olmayınca, uçup gitmiş aklımdan. 

İçişleri bakanını arasam, evde torun vardı. Uyuma saati. Tam torunu uyuturken telefonum çalarsa, uyumaya çalışan torunun gözleri açılır, bir daha uyumaz. En iyisi oğlanı arayayım. Annesine sorsun dedim.

Aradım oğlanı. Annen ne yapıyor dedim. Çocuğu uyutuyor dedi. Evlat, evden çıkarken annen bir yeşillik istemişti. Neydi adı dedim. Hatırlamıyorum dedi. Öyle ya alışverişte gözü olmayan ne bilecekti ne istendiğini. Anneme sorayım mı dedi. Kapı kapalı mı dedim. Evet dedi. Kapıyı açarken torun uyanabilir, kalsın dedim. 

Bahtıma artık. Sebze ve meyve reyonuna özellikle yeşilliklere bir kez daha göz attım. Belki görünce ha şuydu diyeceğim. Hoş, yeşillik adına bir maydanoz, yeşil soğan, karnabahar, lahana, pırasa ve marulu bilirim. Bu arada yeşillik dağarcığım da fena değilmiş. Bir "r" olmalıydı alacağım yeşilliğin başında dedim. R ile başlayan yeşillik ne olabilirdi?

Galiba brokoli olmalı dedim. Başında olmasa da hemen ikinci harfinde baskın bir şekilde kendini gösteriyordu brokolinin "r" si. Tartıdaki kıza, kızım, brokoli hangisi dedim. İşte şu önündeki dedi. Burnumun ucundaymış. Önümdeki brokoliye baktım. Karnabaharın yeşil görünümlüsü dedim. Ne kadar kilosu dedim. Yeni geldi amca, bakayım fiyatına dedi. 100 lira imiş dedi. Annah dedim içimden. Bu annahı yer duysa ağlardı. 

Fiyatının tuzlu olduğunu, bir de başında olmasa da içinde r harfini baskın bir şekilde görünce, evin istediği bu olmalı dedim. Bu fiyata ben bu brokoliyi eve bastırmam ama ne edersin ki emir demiri keser. Kızım, şunu çıkarır mısın kasadan dedim. Tartıp verdi.

Ödemeyi yapıp eve geçtim. Aldıklarımı eve bırakıp çarşıya geçtim.

Gez dolaş, kürkçü dükkanına geri döndüm. Brokoli istememiştim. Niye aldın sorgusuna maruz kaldım. Sen ne istemiştin dedim. Demek ki zaruri bir şey değilmiş ki ev de hatırlamadı. Yahu r ile başlayan bir şey olmalı dedim. Tamam, şimdi oldu. Ben roka istemiştim dedi nice sonra.

Vay be, gitti 100 lira dedim içimden ama iş içten geçti. Bir rokayı, bir brokoliyi bir rokanın fiyatını bir de brokolinin kilosunu gözümün önüne getirdim. Ne fiyat yönünden ne görüntü yönünden ne de ihtiyaç yönünden bir bağlantı kurabildim. Nereden aklıma geldiyse bu brokoli. Eve bastırmadığım bu brokoliye verdiğim 100 lira, akşam yemeği öncesi içime ok gibi saplandı ama yapılacak bir şey yok. Halbuki roka alsaydım, 10-15 lira ile kurtaracaktım bu işi.

Saplanan oku hazmetmek için ha roka ha brokoli. Bir harf değişikliği ile brokolinin içinde roko var. Bu benzerlik insanı yanıltabilir, insanlık hali dedim ama saplanan ok hiç merhamete gelmedi. Züğürt tesellisi der gibiydi. 

Birkaç gün sonra akşam menüsünde brokoli vardı. Bir şey pahalı ise iyi olmalı. Şundan yiyeyim ki vücudum bayram etsin dedim. Zeytin yağı, sarımsaklı yoğurt, nar ekşisi ve limon suyu ile salata gibi yapılan brokoliye çatalı uzattım. Mide kabul etmedi. Öyle zannediyorum, dünya kuruldu kurulalı midem böyle eziyet görmemiştir. İlki böyle olur, ikincisine midem alışır deyip ikinci kez aldım. Midem Nuh dedi, peygamber demedi. Kilosuna 100 lira verdiğim brokoliden geçtim. İçine katılan yoğurda, nar ekşisine, limon suyuna yazık dedim ama olan oldu artık.

Son pişmanlık fayda vermese de benim için bir tecrübe oldu. En azından hayatımda brokoli yemedim demeyeceğim. Ben de pişman olup tecrübe kazanmak istiyorum diyorsanız, lütfen en yakın marketinize veya pazara gidin.

Yok, ben zaten haftalık brokoli alırım diyorsanız size afiyet olsun. Her ne kadar benim için bir şey ifade etmedi ise de zevklerle renkler tartışılmaz ise ağız tadı da tartışılmaz. Nimettir ne de olsa. Belki de vitamin deposudur. Faydası say say bitmez. 

Bu arada roka ile brokoliyi karıştıranınız varsa, bir iyilik yapmak isterim. Sizin için roka ve brokolinin görüntüsünü ekliyorum. Yine de karıştırmayın diye altlarına ismini yazdım. 

19 Kasım 2024 Salı

Telefonumun Kılıfı

Bugünlerde yeni mi aldınız hayırlı olsun diyen diyene.

Aldığım yeni bir şey yok aslında. 

Tek yaptığım, kaç senedir kullandığım cep telefonunun mevcut kılıfını değiştirip yenisini takmak. 

Sağ olun da telefonum eski. Yeni olan sadece kılıf diyorum.

Kısaca yeni olan telefon değil, kılıfıdır. 

Telefonu ne zaman aldığımı hatırlamıyorum. Sanırım pandemi döneminde almış olmam lazım. 

Mevcut telefonum işimi görüyordu aslında. Ben bu telefonla giderim diyordum. Beni yeni telefon almayan iten sebep telefonun yeni güncelleme kabul etmemesiydi. EBA'yı indiremiyorum. Aynı şekilde Hayat Eve Sığar uygulamasını telefonuma indirmeme izin vermiyordu telefonun sürümü. “Ne indirmeye kalksam, “Telefonunuz bu sürümü indirmeye uygun değil” uyarısı alıyordum. Mecbur kalmıştım yeni telefon almaya.

Pandemiden beri kullandığım telefonun kılıfı ne şekil olmuştu elimde tuta tuta. Sapsarı idi kılıf.

Hatta bir defasında bir telefoncuya girmiştim de "kılıfın kötü olmuş. Normalde ben bu telefonu ve kılıfını satmıyorum. Biri için getirtmiştim. Elimde bir tane kılıf var. Vereyim" dedi. Teşekkür ederim. Evde var. Onu takayım dedim.

Bugün yarın evde yeni kılıfı sordum. Aşağıda izbede dendi. İyi de izbeye kim gidecekti. Herhalde bir sene daha geçti üzerinden.

Bir gün aile efradından biri bir ihtiyaç için izbeye inince kılıfı da getirmiş. Öyle değiştirmiştim.

Yeni kılıf öncekine göre daha ince ve kibar idi. Yeni kılıfla beraber telefonum inceliverdi. Görenlere göre telefon yenilenmişti. Bir kılıf telefonu yeniler mi, yeniliyor. 

Merak ettiğim, cebimde, zaman zaman elimde taşıdığım bu telefonun insanlar nezdinde dikkat çekmesi. Zamanın ruhu olsa gerek. Belki de elbise, ayakkabı değiştirsen insanların o kadar dikkatini çekmiyor. Bu da dervişin fikri ne ise zikri de odur sözünü akla getiriyor. 

Zamanın ruhunu yakalayamadığımdan olsa gerek. İnsanların ne yeni ne de eski telefonu dikkatimi çeker. Hele ki kılıfı dikkatimi çeksin. Benim için telefon, konuşma, mesajlaşma, video ve fotoğraf çekmekten ibarettir. Bu özellikler varsa daha ne isterim. 

17 Kasım 2024 Pazar

Eden Bulur (2)

Nihayet gelen iki muhakkik basın özgürlüğünün gereğini yapar. Yazara bu sen misin bile demezler. Çünkü ben değilim dese inceleme ve soruşturma biter. Suç delilleri ortaya konmaz. O kadar yolu da boşu boşuna tepmiş olurlardı. 

Kendi halinde müstear isimle yazı yazan mütevazı yazarı genel idare hizmetleri sınıfından eğitim ve öğretim hizmetleri sınıfına tenzili rütbe olarak teklif ederler. Bakan da kanunun kendine verdiği yetkiyi kullanarak 71 ve 76.maddelere göre ilgili kişiyi yönetici görevinden alarak asli görevi öğretmenliğe döndürür. 

Bereket, mülki amir terör örgütleriyle bağlantısı var şeklinde bir şikayette bulunmamış. Öyle olsaydı, öğretmenliği bile mumla arardı ilgili yazar. Çünkü işin içine terör iddiası girerse yandı demektir. Öyle ya bugüne kadar terör haftasından kim kurtulmuş ki o kurtulacak. Bu da mülki amirin merhametini gösterir. 

Ama bu merhameti daha mülki amirliğin başında bir kelle aldığı havasını atmasına engel değil. Öyle ya hangi kula nasip olur daha görevinin başında iken kelle almak.

İdari yönden öğretmenliğe döndürülen ilgili kişiye, disiplin yönden teklif edilen cezayı vermek için son savunması istenir. Öyle ya hukuk devleti burası. Savunması alınmadan ceza verilir miydi. Savunmanın da şikayet eden kişiye verilmesi istenir.

Savunmanın yedi günlük süresi bitmeden mülki amirin şürekası günbegün öğretmenin kurumunu arar. Bizim bir kardeşimize bir şey yapanın savunması geldi mi diye. Ne yaptıysa artık. Cezayı vermek için dört gözle bekliyorlar. 

Meslek dayanışması denilen şey bu olsa gerek. Öyle ya bugün bir kardeşlerine bunu yapanın yani eserini ortaya koyanın başı ezilmezse ve hak ettiği ceza verilmezse, yarın bir başkası da kendilerine dair bir şeyler yazıp çizebilirdi. Bakmayın siz öğretmenin kurumunun sarı öküzü verdiğine. Çünkü onlarda verilecek sarı öküz çoktu. Yeter ki istesinler. Önemli olan mülki idarenin gönlünü almak değil mi? 

Başından büyük ve vazifesi olmayan işlere burnunu sokan müstear isimli yazar büyükşehirde tekrar öğretmenliğe döner. 

Her ne kadar tenzili rütbe olsa da mütevazı yazarın keyfine diyecek yoktur. Her gün o kadar yolu tepmeye devam etmeyecek. 8-5 mesaisi yapmayacak. Daha çocuk denecek yaştaki kişilerin oyuncağı olmayacak. 

İlgili kişi idarecilik defterini kapatmış, öğretmenliğe yeniden dönmüş. Emeklilik öncesi emeklilik hali yaşıyormuş. 

Bir gün kendisine bir mesaj gelmiş. Yazılardan suç delili tespit ederek şikayette bulunan mülki amirin de tayini çıkmış. Gittiği yerde mevcut köyden bozma ilçenin daha küçüğü bir ilçe imiş. 

Ardından meslek dayanışması gereği meslektaşını milli eğitime yedirmeyen ve kırmızıya dokunana hak ettiği cezayı onaylatan mülki amir de bir nevi tenzili rütbe gibi daha küçük bir yere nakil gider. 

Fazla vakit geçmez, daha küçük yere giden mülki amir gittiği yerde bir altı ayını doldurmadan merkeze çekilir ve mülki amirliği sona erer. Bir daha mülki amir olur mu, olursa yeni eserler vermeye devam eder mi bilinmez. Yine bir bilinemeyen var ki mülki amirlikten geri çekilmek, nasıl bir duygu? İşte bu da bilinmez. Ancak yaşayan bilir. Yalnız şu var ki kelle alanın kellesi alınır. Ama öyle ama böyle. Çünkü eden bulur. 

Eden Bulur (1)

En büyük hayali bir mülki amir olmakmış. Önce küçük yerlerden başlayıp büyük yerlerde çalışmayı kafasına koyar. Niçin böyle bir hedef koyar? Çünkü ülkeyi ilçelerden başlayarak düzeltecek, bir de düzeltirken kimseden emir ve talimat almayacak. Birinin göbeğini kesmesi gerekiyorsa o kesecek.

Mülki amir olmaması için hiçbir neden yok. Yazılıdan yüksek puan almış. Boy pos yerinde. Vizyon ve misyon sahibi. Mülakattan da geçer puan alırsa niye olmasın. Ki yüksek puan almaması için bir sebep de yok. 

Fakat gel gör ki yüreği hizmet aşkı ile dolu kişi iki mülakattan elenir. 

Nihayet üçüncüde mülakatı başarıyla geçer ve köyden bozma bir yere atanır. 

Mülakattan kaynaklı gecikmeyi de telafi etmek için işe hızlı girer. İlk başta yapması gereken kediyi bacağından ayıracak ki herkes geldiğinden haberdar olacak. 

Kısa zamanda yaptıklarıyla, hakkında kitap yazılacak kadar icraata imza atar. 

Garibin bir tanesi de böylesi bir daha gelmez. Şunun yaptıklarını yazayım da gelecek nesillere yol haritası olsun diye yapıp ettiklerini yazar. 

Kısa zamanda hakkında kalem oynatılması insanın hoşuna gitmez mi? Normal şartlarda evet, ben bunları bunları yaptım. Yaptıklarım yapacaklarımın teminatıdır der. Ben neymişim diyerek kendisiyle gurur duyar. 

Ama öyle olmuyor. Çünkü yapıp ettikleri, kırıp döktükleri, söz ve eylemleri kaleme alınınca iyi bir görüntü vermiyor. Öyle ya kişi ne olursa olsun, kendisini ne şekilde anlatırsa anlatsın, kişi insanların anladığı kadardır. 

Yazıyı okuyan mülki amirin morali bozulur. Nasıl bozulmasın ki. Çünkü en moral bozucu olan isabet eden gerçeklermiş. Halbuki ne ummuştu ne bulmuştu. 

Yatsa da tadı yok, kalksa da görevine devam etse de. Çünkü hakkında yazılan yazıyı bir türlü hazmedemez. Bir mülki amir olarak hakkında yazı yazanla kavga etse şanına yakışmaz. Hakkımda yazı yazmış diye şikayet etse, bu yazıdaki sen misin? Sen bunları yaptın mı diyecekler? Bu da olmaz. Çünkü karizmayı çizdirir. 

Üstelik hakkında yazılan yazı da ülkede çoğu kimse tarafından okunmuş. İmajını yerle bir etmiş.  

Yazı yazan kişiyi de her gün görüyor ve görevine devam ediyor. Zaman zaman ismi önüne düşüyor. Kendisinden nefret ettiği gibi isminden de nefret eder. Bu burada durduğu müddetçe bu yazı kendini içten içe bitirecek. 

O zaman ne yapmalıydı? Bu yazıyı yazanın geçmiş yazılarını okumalıydı. O yazılardan suç unsuru bulmalıydı. Çünkü hakkında yazılan yazıda ne yer ne şahıs ne kişi ismine yer verilmişti. 

Geriye dönük yazılarının çoğunu okur. Her birini not ederek suç delillerini tespit eder. 

Yalnız ortada bir sorun vardı. Çünkü yazıyı yazan kişi müstear isimle yazıyormuş. Önce bunu itiraf ettirmeliydi. 

Bunun için bir kumpas kurmaya karar verir. Belki de kumpas onun işiydi. Tüm daire amirlerini makamında toplar. Yazıyı yazanı da çağırır. Herkesin huzurunda yazıyı yazanın kendisi olduğunu önce itiraf ettirip onları şahit tutacak. 

Tüm daire amirlerinin olduğu ortamda yazıyı yazana, bu yazıyı yazan sen misin diye sorar. O kişi de evet benim, ben yazdım der. Ardından herkesin huzurunda yazıyı okur. Daha önce yazıdan haberi olmayan ve yazıyı okumayanlar da bu vesileyle haberdar olur. Yazıyı bölüm bölüm okur. Her okuduğu bölüm için yorum ve değerlendirme yapar. 

Ardından, basın özgürlüğü var. Herhangi bir şey yapmayacağım der ve toplantıyı sonlandırır. 

Daha doğrusu herkes öyle sanır. Yazarın önceki yazılarını ilgi tutarak bir dilekçe yazar: “Bu kişi devlet düşmanlığı yapıyor, siyasi yazılar yazıyor, devlet kurumlarını kötülüyor, yazdığı gazeteden para alıyor. Suç delilleri de şunlar” gibi. (Devam edecek) 

16 Kasım 2024 Cumartesi

Evlilikten Maksat Bilek Güreşi midir?

Evlenmek niyetiyle görüşmeye gelmişlerdi.

Delikanlı, genç kızı, şöyle bir süzdü ve sessizce düşündü: 

"Güzel kız fena değil. Ama biraz kendini beğenmiş. Acaba bu hali devam eder mi? Ya ederse? O zaman bununla yaşanmaz. Kadın dediğin biraz uysal olmalı... Neyse canım, hele bir evlenmeyi kabul etsin. Ben onu değiştirmeyi bilirim."

Genç kız da simasının ortasına sinsi bir tebessüm kondurdu. 

"Fena çocuk değil. İşi de yerinde. Rahat bir hayat yaşarım. Lâkin biraz' dediğim dedik' gibi. 

Acaba buna, sözümü dinletebilir miyim? 

Aman canım, düşündüğüm şeye bak. Evlenelim de ben onu mum gibi yapmasını bilirim”.

Ve değişim savaşının imzaları alkışlar arasında atılır. Ayaklar birbirini ezmek için yarışır.

 "Bal/ayının" tatlı meltemi yerini yavaş yavaş kuzey rüzgârlarına bırakır. 

Genç adam, sabah işe gitmeden eşini uyandırmaya çalışır: "Ben hazırlanırken sen de kahvaltı hazırlayabilir misin?" 

Genç kadın uyumaya devam eder. "Hayatım, geç kalıyorum haydi uyan." 

Genç kadın sağından soluna dönerek, "Sabahın bu saatinde de kalkılmaz ki? İşyerinde bir tostla çay alırsın." der. 

"Allah! Allah! Ben akşama kadar çalışacağım, sen bir kahvaltı hazırlamaya zorlanıyorsun." 

"Ama çok uykum var."

 "Benim de uykum var ama kalkıp işe gitmek zorundayım."

Kadın istifini bozmaz, kapıyı çarpıp çıkarken "Can çıkmayınca huy değişmezmiş." diye söylenerek işe gider genç adam. 

Başka bir gün. "Hayatım, bugün yemek yapamadım. Dışarıya çıksak diyorum." 

"Yine mi? Ama çok yorgunum, şöyle evimde dinlenmek istiyorum. Dışarıya hafta sonu gideriz." 

"Annem haklıymış. 'Bu adamı değiştiremezsin' demişti de inanmamıştım."

Evlilik, "Ben seni adam ederim" yerine "ben seni mutlu ederim" düşüncesi üzerine kurulduğu zaman evin pencerelerinde mutluluk meltemi eser. 

Odalarında şen kahkahalar çınlar. Eşler, birbirini mutlu etmek için yarışır, Planlar, “onu nasıl değiştiririm" yerine "onu nasıl mutlu ederim" üzerine yapılır.

Mürebbiye gibi değil, psikolog gibi davranılır. "Değişim savaşı" vererek ne kendisini tüketir ne de eşini. 

Aksi halde kadın "dırdırcı", erkek "baskıcı", mutluluksa "toz-duman" olur.

Bu sebeple, evlenecek gençler, ruhen uyum sağlayabilecekleri kişileri seçmelidir. 

"Ben onu değiştiririm" diye düşünerek başlıyorlarsa, boşuna evlerini dayayıp döşemesinler. 

Gelin arabasının arkasına da “Evleniyoruz mutluyuz" yerine, 

"Evleniyoruz savaşa gidiyoruz" diye yazmayı unutmasınlar. (Başlık hariç Kişisel Gelişim Hikayelerinden alıntıdır.)

Paha Biçilmez Öğütler *

Dostuna borç verirken dikkatli ol. Aksi halde her ikisini de kaybedebilirsin.

Hafızana güvenme. Her şeyi kağıda yaz. 

Bir ev satın almak istediğinde üç önemli şeyi düşün: Mevki, mevki mevki... 

Hiç kimseye işini tamamlamadan önce ücretini verme. 

Hayat arkadaşını özenle seç. Çünkü hayatının saadeti de, sefaleti de yüzde doksan ona bağlıdır.

Yarınki işini iyi yapmayı düşünüyorsan geç uyuma.

Ödünç şeyler almaya kendini alıştırma.

Telefonun hayatının güzel anlarını alıp götürmesine müsaade etme. Zira telefon senin kendi rahatın içindir, telefon ettiğin kişinin rahatı için değil.

Eğer annen sen bu işi yaparsan pişman olacaksın diyorsa, çoğunlukla bu gerçekleşir.

Cesur ol. Olamazsan, bari cesurmuş gibi görün. Çoğu kimseler aradaki farkı göremez.

İyi bir kitaba rast gelirsen, okuyamazsan dahi onu satın al.

Üç kez başarısız kalmış birine ortak olma.

Çocukların akıl baliğ olunca onları çalışmaya teşvik et. Hatta daha küçük yaşlarda da “Bunu  yapabilirsin” diyerek onları cesaretlendir.

Her duyduğunu tasdik etme. Her elindeki malı hemen harcama. Ve ihtiyaçtan fazla uyuma.

Harcamalarında dengeyi kaybeden, diğer işlerinde de başarılı olamaz.

Üç şeyi bozma: Asabını, güvenini, ahlakını. 

Kendin yapmadığın şeyleri çocuklarından bekleme.

Eşin için en iyi arkadaş ol.

"Bunu yapmaya asla vaktim yetmez" deme. Bütün başarılı insanların sahip olduğu vakit 24 saatten fazla değildi.

Cebinde daima bir küçük defter ve kalem olsun. Bazı değerli düşünceler aklına gelir de yazmazsan onları kaybedebilirsin.

Herkes övülmeyi sever. Övmek konusunda cimrilik etme. Ancak iki yüzlülükten de sakın.

Çocuklarınla oyun oynarsan, seni yenmelerine imkan tanı. 

Ve şunu asla unutma ki, yarınki başarın, bugünkü çalışmana bağlıdır.

Her ne olursa olsun çocuklarının yanında eşini eleştirme.

Bir yemeğe davetli olduğunda ev sahibinin gücünü aşan bir şey isteme.

*Mehmet Cömert’in Arapça çevirilerinden.

İmralı Kartı

İmralı'daki aktör bir zamanlar kendisine lider payesi verilmiş bir figürandı. Dağda iken dağa hakim idi.
Ne zaman ki dağdaki görevi bitip derdest edilip asmamak şartıyla paketlenerek bize teslim edildi. 
Beslemek için İmralı'ya koyduk.
Terörü bitirmek için biz her ne kadar İmralı'yı muhatap alsak da İmralı artık aktör değil. Onun yerine başkasını buldukları için o görevi başkası yapıyor.
Hoş dağda iken de aktör ve lider değildi. Olsa olsa emri başkasından alan lider görünümlü bir maşa olabilir. 
Çünkü nerede bir terör örgütü varsa o örgütün elebaşısı, dış güçlerin bir piyonudur.
Türkiye terörün kökünü kurutmak istiyorsa, İmralı’yı muhatap almaktan ziyade o terör örgütüne destek veren, koruyup kollayan dış gücün desteğini kesmesi gerekir. Çünkü terör örgütleri dış destek almadan yaşayamaz.
Türkiye bu dış desteği kesemediği için yıllardır terörle boğuşuyor. Operasyon düzenliyor, öldürüyor ve şehit veriyor. Yani bataklığı kurutamıyor. Bataklık kurutulmadıkça o bataklık terörü beslemeye ve üretmeye devam ediyor.
Kısaca terörün kökünü kurutmanın yolu İmralı değildir. Hele terör örgütü, sınırın ötesinde devletleşme yolunda hızla mesafe kat ederken Suriye'deki yapı İmralı’yı dinlemeyecektir. En azından özgürlüğü yok. Özgür olmayan kişi baskı altında diyecektir.
Biz Türkiye'de terör örgütünün belini kırdık, operasyon yapamaz noktaya getirdik diyeduralım. Terör örgütü ABD desteğinde Suriye'de devlet olma yolunda ilerliyor. Yani terör örgütü daha büyük oynuyor. Kobani olaylarıyla birlikte terör örgütü Irak’taki ve Türkiye’deki bütün güçlerini Suriye’ye kaydırdı. İki yüz bin kişilik düzenli bir ordusu olduğundan bahsediliyor. Biz ise yıllardır terörü bitirme noktasına geldik. Ülkedeki terörist sayısı belli. Ayakkabı numaralarına varıncaya kadar biliyoruz sözleriyle kendimizi avuttuk. 
Bu örgüt şimdilik devlet olmasa da fiili olarak ABD destekli bölgede varlığını sürdürüyor. İleride Kuzey Irak’ta olduğu gibi önce içişlerinde özerk bir devlet olur. Daha ilerisinde de bağımsızlığını ilan ederek tanınmayı bekler. 
Dünyaya ve bölgeye yön veren güçler Kuzey Irak, Kuzey Suriye ve İran içinden de benzeri bir oluşum içine girdikten sonra bu yapı, Türkiye’nin üç cephesinde bizim komşumuz olacak. Yani Türkiye bizim terör örgütü diye tanımladığımız bu örgütün başka ismiyle kuşatılacak. 
Türkiye’yi bekleyen en büyük tehlike, kuzeyimizde ABD tarafından oluşturulan bu oluşumdur. 
Anlatmak istediğim burnumuzun ucunda oyunlar oynanıyor. Buna dair tedbir ve önlemler almak yerine sembolik değerinden öte bir ağırlığı kalmayan İmralı kartını öne sürüyoruz. Bu da çevremizde ve sınırımızda olup biteni okuyamadığımız anlamına geliyor. 

Kişişelleştiriyor muyum?

Bir yazımdan nem kapan bir nemci, nem kaptığı yazıdan bir şey çıkmayacağını anlayınca, geçmiş yazılarıma bel bağlamış. Suç unsuru bulabilir miyim diye aramış taramış. Sonunda bazı yazıları tespit ederek üzerine bir dilekçe yazmak suretiyle hakkımda şikayette bulunmuş.
İki eli çantalı gelmiş suç unsuru bulmaya. 
Gelen çantalılar ilk önce şikayetçinin huzuruna çıkarlar. Ne de olsa büyük makam ve güç sahibi. Dediklerini bir bir dinlerler ama kayda geçirmezler.
Ardından bir başkasının, sonra benim ifademe başvurdular. 
Önce hal hatır sordular. Sen mi yazdın bunları dediler. Yaz yaz güzel yazıyorsun, her konuda yazmışsın dediler. 
Sonra sadede geldiler. 
Niçin yazı yazdığıma, bu kadar çeşit yazı konusunu nereden bulduğuma, nasıl vakit ayırdığıma, işlerimi aksatıp aksatmadığıma, şu yazıda şöyle diyorsun, burada ne kastettiğime, şu şu kurumları niçin kötülediğime, maksadımın ne olduğuna, eleştirerek elime ne geçtiğine dair sorular sordular.
Hepsine kendimce cevap verdim. Bir soruları çok ilgincime gitti. Niçin kişiselleştiriyorsun, kişileri niçin hedef gösteriyorsun dediler? Niye kişiselleştireyim niye hedef göstereyim ki. Kişiselleştirsem ve hedef göstersem yazılarımda yer ve şahıstan bahsederim. Hiçbir yazımda kişilere yer olmaz. Yapılanlara yer veririm. Daha doğrusu kişilerin eylemlerine yer veririm. Yapılan hareket iyi de olabilir, kötü de. Över gibi yaparken eleştiririm. Eleştirir gibi yaparken överim. Gözlemlere dayanan toplumsal olaylara yer veririm. Daha doğrusu eleştiri konularım kişiler değil, eylemleridir. Kişilerin yapıp ettiklerini ortaya koyarım. Yapıp ettiklerin bunlar. Bunlar senin ürünün. Ürününü beğendi isen bu ürünü üretmeye devam et. Yok, beğenmedi isen bundan vazgeç demek isterim. Bu tür makamlara talip olanlara da bak, bu kişinin verdiği imaj bu. Sakın ola ki böyle yapma. Yoksa karizmayı çizdirirsin demek isterim. 
Gel gör ki ürününü ya da eserini ortaya koyduğum kişiler ortaya konan bu eserlerinden pek memnun kalmıyor. Koyduğum bu eserin görüntüsü hiç iyi değil, dost acı söyler. En iyisi ben bundan vazgeçeyim diyeceği yerde, acaba bunun kalemini nasıl kırarım hesabını yapmaya kalkıyor. Güçlü ise kalemi kırmak çok kolay. Bulursun iki tane kelle avcısı. Onlar da minareyi çalarak kılıfı hazırlar. Bu gerekçeyi hazırlamaktan da büyük zevk alırlar. Çünkü gücün yanında durmak, gücün emrine girmek bir şereftir onlar için. Öyle ya zayıfın yanında niye yer alsınlar. Ne karın doyurur ne de yükseltir insanı. 
Sadede gelirsem, yazılarımda kişiselleştirme yapmam. Zira hiç işim olmaz. Çünkü kişiselleştirme küçük insanların işidir. Büyük insan olmasam da küçük insanla işim olmaz. 
O yüzden yazılarım okunurken kimi kastediyordan ziyade yapılıp edilene bakmak ve buradan hisse kapmak gerek. Hala da nem kapılacaksa o zaman amme hizmeti yapmayacaksın. Yapacaksan da işini düzgün yapacaksın. Makamının hakkını vereceksin. Emanet edilen makamdan gücünü almayacaksın. Makama güç vereceksin. Makama oturarak ne oldum delisi olmayacaksın. Bu makam benim, istediğimi yaparım demeyeceksin. Alttakilere tepeden bakmayacaksın. Yapıp ettiklerini ortaya koyanlara tavır almayacaksın. Çünkü esas kişiselleştirme seni anlatana daha doğrusu ürününü yani eserini ortaya koyana had bildirmeye kalkmaktır. 

15 Kasım 2024 Cuma

Başarısız Öğrencinin Başarısızlık Gerekçeleri

Öğretmen dersi iyi anlatamıyor.
Zaten bu öğretmenden kimse memnun değil. 
Herkesin puanı düşük. Benimki yine iyi. 
Herkes kopya çekti. Ben çekmedim. Ben de kopya çekseydim, yüksek puan alırdım.
Bizim okul zaten iyi değil. 
Herkes etüt merkezine gidiyor, özel ders alıyor. Ben de bunları yapsaydım, benim puanım da yüksek olurdu. 
Öğretmenin puanı çok kıt. Başka sınıfın öğrencileri daha şanslı. Onların öğretmeni bol not veriyor. Bizimki çok cimri. 
Bizim öğretmen sınavda çok zor soru hazırlıyor. 
Öğrenciyi dökmekten büyük zevk alıyor. 
Zaten bu öğretmen iyi bir öğretmen olsaydı, bu okulda olmazdı. 
Öğretmen kendi sorduğu problemi çözemiyor, sınavda bize soruyor. 
Normalde iyi yaptım ama öğretmen kağıdımı göstermiyor.
Bana kafayı taktı. Aynı cevapları yazdım. Arkadaşım 50 alırken bana 40 verdi. 
Sınavda anlatmadığı yerden sordu. 
Beni dersten soğuttu.
Sınavda çok yerden sorumlu tuttu. 
İki grup yaptı. Diğer grubun soruları çok kolaydı. Ben o grupta olsaydım, yüz çekerdim.
Hem çok soru sormuş hem de sınava geç geldi. Kağıtları erken topladı. Haliyle yetiştiremedim. 
Öyle zannediyorum, yukarıda yazdığım gerekçeleri etrafınızda çok duymuşsunuzdur. 
Bu kadar mazeret üretenlerin yanında başarısızlığı kendinde gören az sayıda insanımız var. Bunlar, çalışamadım. Öğretmen iyi anlatıyor ama ben anlamıyorum derler. 
Başarısızlığı başkasının üzerine yıkma gerekçe ve mazeretimiz sadece eğitim alanında değil, bu tür gerekçeleri hemen hemen her alanda görebiliriz. 

Bigane Kaldığım Bir Trafik Kazası

12 Kasım 2024 Salı günü akşam saatinde çarşıdan eve adımlarken üç kişiden müteşekkil (kalmış) aile efradını arayarak akşam yemeğini dışarıda yiyelim. Kelle paça içelim dedim.

Onlar evden ben de çarşıdan kavilleştiğimiz çorbacıya doğru adımlarken yollarımız bir yerde kesişti. Birlikte tankın karşısındaki çorbacıya doğru yürüdük.

Çorbacıya varırken tankın bulunduğu kavşağın trafiğini sair günlere göre daha yoğun gördüm. Bir kaza olmalı dedim. Lokantaya girdik. Kavşağı gören bir masaya oturduk. 

Önümüze yemek menüsünü getiren gence, karşıda kaza mı var dedim. Bir mobilet süren düşmüş dedi. Küçük bir kaza olmalı dedim.

Bir taraftan çorbamızı beklerken kavşaktaki yoğunluğu izliyorum. Ne olup bittiğini anlamaya çalışıyorum. Buradaki kavşak diğer kavşaklara göre biraz yüksek olduğu için olup biteni tam göremiyorum.

Az sonra ambulans geldi. İyice tıkanan kavşağı açmak için insanımız trafiği düzenledi. Eksik olmasınlar. 

Ambulans yaralıyı alıp gitmedi. Epey bir oyalandı. Trafik polisi de geldi bu arada. 

Birkaç defa bu kaza bir mobiletçinin düştüğü kaza değil, daha büyük olmalı. Gidip bakayım diye niyetlendim. Nedense yerimden kalkıp gitmedim. 

Nice sonra ambulans gitti. Polis arabası uzun süre durdu. 

Çorbamızı içip evimize yollandık. 

Ertesi gün ne yapayım derken Meram Devlet Hastanesine yürüyeyim. Hem yürüyüşümü yapar hem de oradaki doktor arkadaş müsait ise kısacık bir ziyaret yapayım. Vakti varsa belki yürüyüş de yaparız dedim. Çünkü zaman zaman idari görevi olan bu arkadaşla öğle arası adımlarız. 

13.20 gibi hastaneye geldim. Odasına gitmeden telefonla aradım. Cevap vermedi. Mesai başlasın diye bahçede oturup bir şeyler yazmaya koyuldum. Az sonra bahçedeyim. Müsait isen görüşmek isterim mesajı yazdım. Mesaj görülmesine rağmen geri dönüş olmadı. Sanırım müsait değil deyip geldiğim gibi geri döndüm. 

Çarşamba pazarına uğradım. Çıkışta oğlan bir mesaj göndermiş: "Baba, bir motorlu bir yayaya çarpmış. Sanırım kaza geçiren sizin arkadaş olmalı. Kırık var sanırım" diye. Baktım bizim arkadaş. Verdiği bilgiye göre kaza, dün akşam benim çorbacıda iken gördüğüm kazadan başkası değildi. Yine oğlanın verdiği bilgiye göre arkadaşın Meram Tıp'a kaldırıldığını öğrendim. 

Çarşamba Pazarından Meram Tıp'a yöneldim. 

Poliklinikler girişinden danışmaya kazazedenin ismini verdim. Nerede olabilir dedim. Önündeki sisteme bakmadan üçüncü kattaki ortopediye git dedi. 

Ortopedi servisindeki görevliye şu isimli bir hastanız var mı dedim. Sisteme baktı. Öyle isimli biri yok dedi. 

İndim merdivenlerden. Acil tarafına geçtim. Oradaki sekretere hastanın adını ve babasının adını vererek sordum. Üçüncü kat reanimasyonda dedi. 

İlgili yere geldim. Birkaç kişi reanimasyon önündeki bekleme salonunda idi. Onlara doktorun yakınları mısınız dedim. Yeğeni ve kardeşi imiş bekleyenler. Sol ayağında üç kırık olduğu, ameliyat edildiği, durumunun iyi olduğu bilgisini aldım. Geçmiş olsun diyerek yanlarından ayrıldım. 

Bu arkadaşa çarpan sürücü 16 yaşında bir çocuk. Arkadaş yaya geçidinden geçerken gelip vurmuş. Çocuğun devlet nezdinde ceza ehliyeti olmadığı gibi ehliyeti de yoktur. Kenarda köşede de sürmüyor bu çocuk. Trafiğin yoğun olduğu cadde, sokak ve kavşakta bu tip çocukları her zaman görmek mümkün. 

Önüne gelenin altında mobilet, daha büyüğü, bisiklet var. Trafik kurallarına uyan pek az sayıdaki iki tekerlekli sürücüyü bir tarafa bırakırsak, büyük çoğunluğu için trafikte kurala uymak hak getire. Nereden çıkacakları belli değil. Kah kaldırımda sürerler kah ters yoldan gelirler. Normal bir hızla da sürmüyorlar. Bir de bağırtanlar var. 

Olan da bu doktor arkadaşın başına geldiği gibi insanımıza oluyor. 

Arkadaşın bu durumuna üzüldüm. Bir an için bu arkadaşın tempolu yürüyüşüne nazar değdim galiba dedim. Çünkü çok teknik yürüyen, yürüyüşü seven biriydi. Nereye giderse önceliği yürümek idi. Birlikte zaman zaman yürürken hiç geri kaldığını görmedim. Hatta ondan geri kalmamak için adımlarımı sıklaştırdığım olur. 

Çorbacıda iken birkaç defa niyetlenmeme rağmen kalkıp kaza yerine gitmediğine de pişman oldum. Gitseydim, en azından yere düşmüş telefonunu alır, ailesini bilgilendirirdim. Çünkü başkasının yanlış bilgilenmesiyle hastaya ulaşmak için ailesi epey bir zaman kaybetmiş. 

Bu kaza, küçük olsun, büyük olsun, gördüğüm kazaya bigane kalmamam gerektiğini bana göstermiş oldu. 

Gelmiş geçmiş olsun. İnşallah en kısa zamanda kazadan bir iz kalmayacak şekilde aramızda görürüz kendisini. 

13 Kasım 2024 Çarşamba

Bir Kiracı Hikayem (2)

Kiracıdan dönüş olmayınca evi babasına vermiştim. Nedir durum diye babasını aradım. Bizim kiracı, bir yolunu bulup kaçak yollarla yurtdışına gitmiş. Görüştüğümde söyleyeyim de sizi arasın dedi. 

Ertesi gün oğlu aradı. Abi, babamı aramasan iyiydi. Keşke beni arasaydın dedi. İyi olurdu ama sizden dönüş olmayınca, mecbur kaldım. Üstelik sana mesaj gönderdim dedim. O zaman yolda idim. Baktım ama okumadım. Sonra da yazdığınızı sildiniz dedi. Pekala sonradan abi bir şeyler yazıp sildiniz. Müsait değildim. Tekrar gönderebilir misin diyebilirdin dedim. Abi, evden çıkınca helalleşmiştik dedi. Alacak vereceği konuşmadan helalleşme olur mu? Bugün yarın ararsın diye bekledim durdum dedim. Abi, yazdıklarını bir gönder dedi. Gönderdim. Ben müsait olunca bir okuyayım. Dönerim dedi. 

Birkaç gün sonra aradı. Abi baktım. Hepsini kalem kalem yazmışsın. Pek alacak verecek yok gibi. Yalnız ben beş ay değil, dört ay oturdum. Dolaplar için ödemeyi ikinci ay başlatmışsın. Daha o zaman dolaplar takılmamıştı dedi. Beş ay oturdun. Aralığın ilk haftası boşalttın. İlk ay temizlik bedelini düşerek bir beş bin verdin. İkinci ay bana 3000 gönderdin. 2500'ünü de mobilya için kiradan düştük dedim. Üçüncü ay kirayı on beşinden beşine çekelim dedin. Çektik. Düğün hediyesi ve mobilyacı parasının düştükten sonra 1166 lira gönderdin. Dekontları çıkartırsan görürsün. Ekim ve kasım kirası, yakıt gideri ve kapıcı aidatları duruyor. 15000 olan dolap parasından ilk beş binini Ağustos ve eylül ayında düştük. Geriye kalan 10 bin dolap parasını da düşersek, 2500 küsur bir alacak kalıyor dedim. Döndü döndü. Daha ağustos ayında dolap yoktu diyor. İlk kiradan sonra dolap yaptıralım dedin. Tamam dedim. Ağustostan itibaren düştüm. Verdin veya vermedin. Toplam 15000 mobilyacı parasından ne aşağı ne yukarı bir rakam. Ne fark eder dedim. Beyefendi, ağustos ayında mobilyacıya para verdin veya vermedin dediğime bozulmuş. Beni mobilyacıya para vermemekle itham ettin dedi. Öyle bir niyetim yok. Ben sadece dolap parasını düştüğümü söylüyorum dedim. 

Sonunda, delikanlı, işin parasında değilim. İstedim ki aramızda hak hukuk kalmasın deyince, parasında değilim diyorsun ama her şeyi yazmışsın, hiçbir ayrıntıyı atlamamışsın demez mi? Delikanlı, ayıp ediyorsun. Parasında olsam, sen evden çıkalı bir yıla yaklaştı. Bugüne kadar tek kelime etmedim. Böyle diyerek ayıp ediyorsun. Sonra yazmanın neresi ayıp. Bak sen yazmamışsın. Mobilya parasını bir 11 bin diyorsun, acaba 14 bin miydi diyorsun. Yok 15 bin idi diyorsun. Acaba 16 bin miydi diyorsun. Bak ben yine parasında değilim. İki lafının biri aşağı yukarı alacak verecek yok diyorsun. Hatta ben şunları şunları yaptırdım diyorsun. Şayet benim sana vereceğim kaldı ise ben göndereyim dedi. Bereket, borcun yok dedi. 

Delikanlı, borcun var dediğime pişman ettin. Alacak verecek yok. Senin ve babanın telefonlarını engelliyorum. Bundan sonra muhatap değiliz. Yolun açık olsun deyip telefonu kapattım. 

Başımdan geçen alavereyi ayrıntıya girerek anlatmaya çalıştım. Gördüğünüz gibi öyle büyük alacak verecek yok. Alacağım 2544 lira beni ne öldürür ne de ondurur. İstedim ki kuruş da olsa kimseye ne borcum kalsın ne de kimsede alacağım. 

Bu kiracı normalde böyle biri değildi. Öyle görünüyor ki kafasını hala toparlayamamış. Toparlaması da kolay değil. Allah kimseye vermesin bu durumu. İstedim ki evimden çıktıktan sonra da birbirimizin yüzüne bakacak hukukumuz olsun. 

Deseydi bana, abi, hala kendimi toparlayamadım. İnan kuruşa ihtiyacım var. Durumum düzgün olsaydı, arar, ödeme yapardım deseydi, üste para gönderirdim. 

Bana, para hesabı yaptığımı söylemesi zoruma gitti. Para hesabı yapsaydım, kira dolayısıyla daha dün tanıdığım kimseye, 500 lira temizlik yardımı, 150 lira düğün hediyesi vermezdim. Beşinde verdiğim evin kirasını on beşinde başlatmazdım. Kira gecikti mi arardım. Mobilya zamanı değil, ben şu kadar masraf ettim. Yaptıramam derdim. Evin salonuna ve yatak odasına matkapla delik açmak suretiyle yıprattığı boyadan dolayı evi boya derdim. Eşi ile kavgalı ayrıldığından dolayı çelik kapıya ve kilidine verdikleri zararı karşılayın derdim. Alacağımı bir sene beklemezdim. Gidip mobilyacıyı bulup dolapları kaça yaptın derdim. Çünkü kah 11, 14, 15, 16.000 lira rakamlarını telaffuz etti. Hasılı kiracının bana verdiği hakı b.kunu kurtarmadı. Doğru dürüst kullanmadığı evi yıprattığına da değmedi. Toru topu kendisinden 9666 lira almış oldum. 

Böyle biri için değer miydi yaptıklarım? Düşünüyorum da değmezmiş. İnsanlar iyiyken iyiymiş. Borcunu isteyince kötü oluyormuşsun. Halbuki her görüştüğümüzde, abi, çok iyisin, çok anlayışlısın. Başkası bu kadar iyiliği yapmaz, bu kadar hoşgörülü olmaz derdi. Ne zaman ki kalan borcumu istedim. Para göz olup çıktım. 

En iyisi yaptığım iyilikse denize atayım. Görünen o ki denizdeki balık bilmiyor. 

Bir Kiracı Hikayem (1)

2023 Nisan ayında 2+1 bir evim oldu. Bu evi ne yapayım, satayım mı, kiraya mı vereyim derken ev temmuz ayına kadar boş durdu.
Evin üst komşusu aradı. Kiraya vermek istersen, yeni evlenecek bir çift ev arıyor. Numaranı vereyim mi dedi. Kiraya verip vermeyeceğimin kararını vermedim ama numaramı verebilirsin. Bir görüşelim dedim. 
Birkaç gün sonra evde buluştuk. Eve baktılar. Tutuyoruz dediler. 
5.500 liraya anlaşmadan önce evi tutacak gence ve babasına, belki ileride anlaşamayabiliriz. Evi beğenmezseniz, çıkarsınız. Ben sizden memnun kalmam. Çık derim, uygun zamanda çıkarsınız. Kira için bir iki gün gecikme olabilir. Daha fazlası için haber verirseniz, idare ederim. İşin parasında değilim. Yıllarca kirada oturdum. Ev sahiplerimle iyi ayrıldım. Çoğu ile hukukum devam ediyor. Sizinle de öyle olsun isterim. Yarın anlaşamadığımız zaman şöyleydi, böyleydi demeyelim dedim. Tamam dediler. 
Bugün temmuzun beşi. Kirayı on beşinde başlatalım. Yeni evleneceksiniz. Ev temizliği için beş yüz lira vereyim dedim. 
Hemen ertesi gün elektrik, su ve doğal gaz aboneliği için müracaat ettim. Ankastre aldım. Kombi satın aldım. Korniş taktırdım. Elektrikçi göndererek ankastrenin yerini kestirdim. 
İlk ayın kirasını beş yüz eksikle aldım. Kiranın ardından kiracı, evin şurasına, burasına dolap, kapının yanına vestiyer yaptırabilir miyiz dedi. Tanıdığın mobilyacı var mı dedim. Var dedi. Bir fiyat al, değerlendirelim dedim. 
Arkadaşı mobilyacıdan fiyat almış. İster peşin ver ister taksitli olsun, 15.000 liraya yaparım demiş. Tamam yaptır. Bana her ay 3000 gönder, 2500'ünü de mobilyacıya ver dedim. 
İkinci ay bana üç bin gönderdi. Mobilyacı için 2500 not ettim. 
Eylül ayı gelince, ilk hafta düğünü oldu. Ayın on beşi geçti, yirmisi oldu. Kiracı telefon açtı. Abi, kirayı on beşinde değil de beşine çeksek nasıl olur dedi. Olur dedim. Bu ay gönder. Öbür ay öyle olsun dedim. Bu ay yapalım dedi. İyi öyle olsun. Bu ay yirmi günlük gönder. Mobilyacıya vereceğin parayı kes, 150 lira da düğün hediyesi olarak düş. Gerisini gönder dedim. 1166 TL düştü payıma. 
Ekim ayı kira zamanı geldi. Beş altı gün geçti. Nihayet aradı. Sesi bozuktu. Hayırdır dedim. Abi, ben uzaklaştırma aldım. Ayrılacağız. Boşanmak için dava açtılar. Ben eve giremiyorum. Kirayı karşı taraf versin. Ben onların numarasını vereyim, görüş dedi. İyi de ben karşı tarafı bilmem. Muhatabım sensin. Ben onları ne diye arayacağım. Sen işini düzene koy, arayı bulmaya çalış. Kirayı şimdilik düşünme. Uygun olduğun ve kafayı toparladığın zaman kirayı verirsin. Arayı da düzeltmeye çalış dedim. Tamam abi dedi. 
Ekim ve kasım ayında da evi işgal etmeye devam ettiler. 
Aralık ayının ilk haftası uzaklaştırma cezası sona erince evi boşalttı. 
Anahtarı üst komşuya veriver dedim. Abi bir helalleşelim. Anahtarı sana vereyim dedi. Bir ara helalleşiriz. Alacak verecek konuşuruz dedim. Tamam dedi. 
Bir ara aradı. Abi, yakıt parası gelmiş. Uygun olduğum zaman ödeyeceğim dedi. Tamam. Yalnız yakıt parasının dışında alacak verecek de konuşmamız lazım dedim. Konuşuruz abi dedi. 
Aradan epey bir zaman geçti. Ne yaptın, kafanı toplayabildin mi yazdım. İyiyim dedi. Yeni iş bulmuş. Çalışıyormuş. Alacak vereceğim var mı, yakıt borcum vardı demedi. 
Bir yıla yakın zaman geçti. Görüşüp helalleşelim demiştin. Bu kadar zaman geçti. İki aylık kira, kapıcı aidatı, ısınma gideri duruyor yazdım. Okudu ama dönüş yapmadı. Ben de gönderdiğim mesajı sildim. 
Pek ehemmiyeti olmayan alacağımı da sileceğim ama baba, oğul beni durumdan takip ediyor, baba üstüne üstlük cuma mesajı gönderiyor. (Devam edecek) 

12 Kasım 2024 Salı

Elektronik Seçim Eli Kulağında

YSK Başkanı, "Elektronik seçim yapılmasıyla ilgili başka ülkeleri inceleyerek ve üniversitelerle birlikte çalışarak çalışmayı bitirip Meclise gönderdiklerini, bundan sonra söz Meclisin takdirinde olduğu haberi beni hem sevindirdi hem heyecanlandırdı. 

YSK'nin bu çalışması gecikmiş bir adım olsa da yerinde ve olması gereken idi. Çünkü pusula ve zarftan ibaret bir alay kağıt kürek; mühür, sandık ve oy verme kabini, 5-6 kişiden ibaret devlet çalışanı ve partili üyelerden ibaret sandık kurulunun teşkili, zarf ve pusulaların mühürlenmesi, oy sayım ve dökümü, sandık torbasının polis nezaretinde götürülmesi ve ilçe seçim kuruluna teslimi gibi işlemler ve süreç hem pahalı hem de meşakkatli idi. Aynı zamanda bu şekil oy verme bu çağda çok çağ dışı kalmıştı. Üstelik hem oy sayımında hem oyların birleştirilmesinde şaibe hiç eksik olmuyordu. İtirazlar da bitmiyordu. Tekrar tekrar sayım yapılıyordu. 

Bu süreçte en büyük sıkıntıyı özellikle seçim torbasını ve ıslak imzalı tutanakları teslimatta sandık başkanları çekiyordu. Sabahın erken saatinden gecenin geç vaktine kadar kesintisiz görev yapıyordu. 

Seçimde görev yapan partili, partisiz o kadar kişiye seçim parası harcanarak bütçeye artı bir yük oluşuyordu. 

Say say bitmez sandıklı seçimin problemleri...   

Elektronik seçimin detaylarını ve nasıl uygulayacağını bilmiyorum. Yalnız bu çalışma uygulamaya geçirilirse;

Devletin alt yapıyı oluşturduktan sonra çok seçim masrafı yapmayacağını, en azından kağıt, kürek, sandık, kabin, mühür vs. masrafından kurtulacağını, 

Oy verme sürecinin uzun sürmeyeceğini, 

Sonuçların daha hızlı açıklanacağını,

Seçim sonuçlarının daha güvenilir olacağını,

Kasıtlı veya kasıtsız insani hata ve yanlışların olmayacağını, 

Seçimlerde daha az kişinin görev yapacağını vs. düşünüyorum. 

En azından oy verme işlemi daha modern bir görünüm kazanacaktır. 

YSK’nin tüm çalışmaları yaparak gereği için Meclise gönderdiği bu elektronik oy verme çalışması; sumen altı edilmez, ötelenmez ve hayata geçirilirse, seçim, sandık ve siyasete dair her geçen yıl umutları tükenmeye yüz tutan ve zaman zaman sandığa gitmeyen ve sandıkta görev almayan biri olarak belki meraktan elektronik oy kullanabilirim. 

Elektronik oy çalışması sebebiyle YSK'yi ve bu kurumu bu çalışmaya sevk edenleri tebrik etmek lazım.

10 Kasım 2024 Pazar

Kırk Yaşın Ergenleri

Kız olsun, erkek olsun her birimiz çocukluk döneminden sonra ergenlik yaşarız.

Ergenlik kişide biyolojik değişim olsa da kişinin karşıt cinse ilgi duyduğu, kanının deli olduğu, isyanlara oynadığı, heyecana kapıldığı, ateşli konuşmalar yaptığı, idealist ve gözü pek olduğu dönemdir. 

Çocukluk dönemi gibi ergenlik dönemi de bir müddet sonra evlilik ve iş hayatının ardından yerini 25-30'lu yaşlara bırakır.

30'lu yıllar yavaş yavaş ayakların yere bastığı yıllardır. Yine de idealler devam eder.

40'lı yıllar ise hata ve yanlışların geride bırakıldığı, olgunluk ve tecrübenin arttığı, tarafgirliğin yerini tespitlere, ateşli savunuculuğun yerini soğukkanlılığa bıraktığı, olayların geri planının görüldüğü, hayata daha geniş perspektiften bakıldığı bir dönemdir.

Bu dönem kişinin durulduğu çağdır.

Bu dönemleri aşağı yukarı insanımız hepsi şu ya da bu şekilde yaşar.

Yaşı 40'ı geçtiği halde heyecanı kaybolmayan, ateşli konuşmalar yapmaya devam eden, parti fanatikliğini devam ettiren, yaşına rağmen hâlâ durulmayanlar var. Yaşını başını almasına rağmen bu tiplere ben ergen diyorum. Çünkü kafa yapısı olarak daha ergenlikten kurtulamamış görüyorum bunları. 

Bir savunuyorlar bir savunuyorlar. Aralarında tartışmalar yapıyorlar. Sesleri yükseliyor. Çoğu zaman birbirlerini kırıyorlar. 

Bu yaşlarına rağmen olup biteni görmüyorlar. Hayata daha geniş açıdan bakamıyorlar. Farklı fikir ve görüşlere tahammül edemiyorlar. Hâlâ sırtlarındaki yumurta küfesini atamıyorlar.

Halbuki kırk yaş olgunluk çağıdır. Tecrübedir. Birikimdir. Olup bitenle yüzleşmektir. Farklı fikirlere tahammüldür. 

Öyle görünüyor ki yaşı kırkı geçmiş bu tiplerin ergenliği, yaşlılık dönemi dahil, ölünceye kadar devam edecek. Bunların ergenliği ancak mezarda sona erer.

Siz ergenliği geride bırakanlardan mısınız yoksa yaşınıza rağmen hâlâ ergenliğe devam edenlerden misiniz? 

Bu tür ergenlik faydalı mı, zarar mı, bunun takdirini size bırakıyorum. 

9 Kasım 2024 Cumartesi

Reâyâdan Halka

“Reaya, sözlükte “sığır, koyun sürüsü” anlamına gelen raiyye/raiyyet kelimesinin çoğuludur. 
İslâm dünyasında yönetici konumundaki askerî tabaka ile ulemânın dışındaki vergi mükellefi halkı ifade eden bir terim olmuş, XIX. yüzyılda Osmanlı Devleti’ne haraç ödeyen gayri müslim tebaa için de kullanılmıştır. 
“Raâ” fiilinin Kur’ân-ı Kerîm’deki türevlerinin iki anlamı vardır: “Sürüleri otlatmak, hayvanları yaymak” (Tâhâ 20/54; el-Kasas 28/23); “birinin çıkarlarını gözetmek, bakmak, mukayyet olmak, gütmek” (el-Mü’minûn 23/8; el-Meâric 70/32).
Yakındoğu dinleri ve kültürlerinin hem teokratik hem dünyevî anlamda sürüsüne nezaret eden bir çoban şeklinde geliştirdiği hükümdar sembolü için İslâm toplumlarında benzer mecaz ve kavramlar kullanılmıştır. 
Zamanla reâyâ, toplumun yönetici ve üst sınıflarını oluşturan kalem ve kılıç ehlinin dışında vergiye tâbi esnaf ve çiftçileri ifade eden bir kavram haline gelmiştir.” (İslam Ansiklopedisi)
Tebaa, “2.Mahmud devri, modernleşme çabaları doğrultusunda gerçekleştirilen reformlarla anılır. Söz konusu reformların başında devletin yönetimi altındaki insanlar için reaya (sürü) yerine, tebaa (tabi olanlar) şeklinde bir kavramı tercih etmesi gelmektedir”. (dergipark)
Halk, “Aynı ülkede yaşayan ve o ülkenin yurttaşı olan insan topluluğu”.
Vatandaş, “Aynı yurt üzerinde yaşayan, bir yurda yurttaşlık bağıyla bağlı bulunan kimselerden her biri”.
Günümüzde bir devletin çatısı altında yaşayan insanlara halk, ulus, vatandaş, yurttaş dense de eskiden reâyâ, sonraları tebaa denmiş. 
Yukarıda alıntı yaptığım reâyâ ve tebaanın anlamlarına bakınca vatandaş güdülmesi gereken hayvan sürüsüne benzetilmiş. Bu benzetme ve kelime kökeninin, halkı aşağılama durumu söz konusu. Özellikle reâyâ. Tebaa, reâyâ anlamında kullanılsa da en azından tabi olanlar anlamına gelir ve çok horlayıcı değil denebilir. 
İşin en üzücü yanı da asker ve bürokrasi dışındaki vergiye tâbi kişilere reâyâ denmesi. Bu demektir ki reâyâ kabul edilmeyen elit bir kesim var demektir. 
Batı o zamanlarda halkına ne derdi bilmiyorum ama İslam dünyası için vergiye tâbi halk için reâyâ kullanımı, onur kırıcı ve küçük düşürücü. Güya İslam dünyasında sınıf ayrımı ve kast sistemi yok. Bu isimlendirme bile İslam dünyasında bal gibi sınıf ayrımının olduğunu gösterir. Dün de böyleymiş, bugün de böyle, yarın da böyle olacak. 
Gerçi günümüzde vatandaş, yurttaş, halk dense de reâyâ ile ortak noktası, vergiye tâbi olması. 
Bir ülkede yaşayan dar, orta gelirli ve orta direğin görevi vergi vermektir. Bunun karşılığında da yönetilmektir. İster halk ister yurttaş ister reâyâ densin, halkın yönetime katılması, söz sahibi olması, yöneticilerinin eleştirmesi, onlara hesap sorması söz konusu değil. Çünkü sürüler çobanlarına hesap soramaz. 
Bahtımıza yanalım. 

Çarşı Görmemiş Asırlık Bir Ömür

Bir gün annemin amcaoğlu ile halaoğlu ziyaretine geldi. Hoşbeş esnasında annemin yaşında olan halaoğlunun anneme aba demesi dikkatimi çekti. Abi, kaç doğumlusun dedim. 1939'luyum dedi. Annem de 1939'lu dedim. Olamaz dedi. Çünkü biz küçükken annen büyüktü. Biz onun arkasına takılır giderdik. Nereden bakarsan aramızda beş-altı yaş var dedi.
Eskiden günü gününe yazılan çok ender kişiler vardır. Geneli annem gibi. Ya ilkokula giderken ya evleneceğinde ya askere gideceğinde nüfus cüzdanı lazım olurdu.
Nüfus kağıdı çıkarmak için ya nüfustan köye gelirler, kütüğe toplu kaydedilirlerdi ya da nahiyeye gidilerek nüfuz cüzdanı çıkarılırdı. Kaydı alan nüfus memuru doğum tarihini sorduğu zaman harmanda doğduydu, çiçekler açtığı zaman doğmuştu denirmiş. Boyu postuna göre nüfus memuru bir tarihi doğum tarihi olarak yazarmış. Gün ve ay olarak da genel de 01.01 yazılırmış. Hatta bazıları ölen kardeşinin nüfus tarihi yazıldığı bile olurmuş.
Şu var ki çoğu eski kişiye yaşı sorulduğunda resmi olarak yaşım şu ama esas doğum tarihim bu. Küçük ya da büyük yazdırmışlar dediğine şahit olursunuz. 
Babam da beni günü gününe yazdırdığını söylerdi. Ama okul arkadaşlarımdan büyük okula gittiğim bir vakıa. Ramazanda doğduğum için de isim arayışına gidilmemiş. Adı Ramazan olsun denmiş. İşin ilginci, resmi olarak kullandığım tarih ve ay ramazan ayına denk gelmiyor.
Tarihler konusunda babam hassastı normalde. Çünkü ineğin buzuladığı ve kendisinin tıraş olduğu tarihleri duvar takviminin arkasına yazardı. Belli ki tıraş olduğu ve ineğin buzuladığı tarihe verdiği önemi bizim doğum tarihine vermemiş. Gerçi bu tarihler de o yılın takvimi bitinceye kadardı. Sonrasında atılır, yerine yenisi takılırdı. 
Anama gelirsem, kafa kağıdına göre anam 1939 doğumlu olsa da beş altı yaş küçük yazıldığı, halaoğlunun dediğinden anlaşılıyor. Bu demektir ki anam 90 yaşında var. 
Bir asra yaklaşan yaşına rağmen gözleri tam görmese de bazen bastonla bazen bastonsuz yavaş yavaş yürüyerek kendi işini kendi görmekte. Yatağını kendi toplar, odasının panjurunu kaldırır, yediği yemeğin tepsisini mutfağa getirir, içeceği suyunu kendi doldurur. 
Ömrü koşuşturmakla geçmiş. Kah bağ çapalamış kah üzüm toplamış kah dağdan çalı çırpı getirmiş sırtında. Hem tarlada hem ekin harmanda hem başkasının işinde yevmiyeci hem de ev işleri ve yemek hep elinden geçmiş. 
Ölenler hariç yedi çocuk büyütmüş tek odalı evde. Sanırım üç tane kardeşim de ölmüş. 
Ne doğumda ne doğum öncesi kontrollerde doktor yüzü görmüş. Tüm çocukları evde doğurmuş. Şimdiki gibi hazır bez de yok. O günün bezini alacak para da yok. Çaput namına ne bulmuşsa bez diye kullanmış. 
Evin içinde banyo, WC ve şebeke suyu da yok. Çamaşır makinesi zaten olmaz. Tüm çamaşırlar leğen içinde ve dışarıda tokucak marifetiyle yıkanmış. 
Evin bahçesine şebeke suyunu gelmesi de çok sonraları. Bundan önce dokuz gözlü diye nam salmış aşağı çeşmeden sırtta veya eşek üstünde su taşınıp ihtiyaç giderilmiş. 
Öyle zannediyorum, anne sütüyle besledi hepimizi. Mama namına bir şey görmüş olamaz. 
Birçok kadın gibi annem de okuryazar değil. Kadın kısmı okur mu demiştir ailesi her ailede olduğu gibi. 
Tüm dünyası, doğup büyüdüğü köyünden ve evlendikten sonra gelin gittiği beldeden ibaret. Doktora bile belki de en erken yetmiş yaşında gitmiştir. Kolu kırılmıştır. Bildik yöntem olan kırık ve çıkıkçı eliyle tedavi görmüştür. 
Şehir namına gördüğü oğlanlarının evine birinin nezaretinde gitmekten ibaret. 
Çarşı, pazar, alışveriş nedir görmemiş. 
Esas yaşı doksana merdiven dayadığı yılların birinde evimde iken zaman zaman ana ben çarşıya gidip geleceğim dedim. Hepsine tamam kuzum dedi. Bir böyle, üç böyle. Bir gün kuzum bir şey soracağım dedi. Buyur ana dedim. "Bu çarşı dediğin köy gibi bir yer mi" demez mi? Değil ana. Alışveriş yerlerinin ve insan yoğunluğunun olduğu yer dedim. Dedim ama içim cız etti. Çünkü yetiştiği belde de alışveriş, pazar ve park ve bahçenin olduğu yerin adı “aşağı” idi. Evden çıkarken aşağıya gidiyorum derdik. 
Ne babam yanına alıp şehre götürüp çarşı pazar gezdirmiş ne de evlatları olan bizler. Hayatında çarşı pazar görmemişse ne bilsin çarşı denen yerin ne menem bir yer olduğunu.
Vah bize vah... 

Futboldaki Yapı

FB bu ülkenin en eski ve köklü aynı zamanda yakın zamana gelinceye kadar şampiyonlukları, zaferleri konuşulan ve belki de en fazla taraftarı olan bir kulübü idi.
Geçmiş başarılarından gittikçe uzaklaşan bu kulüp, günümüzde, başarısızlığını başka gerekçelere bağlamak suretiyle gerçekleri manipüle etmeye çalışıyor.
Başarısızlık gerekçelerini yapı ve sisteme bağlamışlar.
Oturuyorlar yapıyla, kalkıyorlar, yapı ve sistem konuşuyorlar. 
Galip gelirler. Yapıya rağmen galip geldik diyorlar. 
Mağlup olurlar, yapıya mağlup olduk diyorlar. 
Bizi şampiyon yapmazlar diye kendilerini inandırmışlar.  
Hakemlerle uğraşıyorlar, MHK ile cebelleşiyorlar, Federasyona veryansın ediyorlar. 
Kendi oynadıkları maçlardan ziyade ezeli rakiplerinin maç ve pozisyonlarını konuşuyorlar. Bak burada sarı kart var, kırmızı olmalıydı. Maçı uzattılar gibi. 
Ezeli rakiplerini yenerler. Kendilerini gerçek şampiyon ilan ediyorlar. 
Resmi olarak kabul edilmeyen yıldızlara formalarında yer veriyorlar. 
Hakemlerden dert yanarlar. Yurtdışından hakem talep ederler. 
Kendi oyunlarına ve oynadıkları oyunu değerlendirmeye bir türlü sıra gelmiyor. 
Ezeli rakibiyle uğraşmaktan vakit kalıp da bir defa olsun, biz iyi oynayamadık, rakibimiz daha iyiydi demiyorlar.  
Tek adam başkanları, as başkanları, teknik direktörleri, futbolcuları, bir kısım taraftarları ve bu takımı tutan spor yazarları ağız birliği etmişçesine kendilerini buna inandırmışlar. 
Ligi töhmet altında bırakmak, germek, şaibe bulaştırmak için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar. 
Bu nasıl zihniyet nasıl kafa yapısı inanın anlamış değilim. 
Bu yaptıklarıyla, bir zamanların büyük kulübü sayılan FB'yi aşağıda çektiklerinin ya farkında değiller ya da bu gerekçelerle başarısızlıklarını örtbas etmeye çalışıyorlar. 
Başarısız oldukça ligi çirkinleştirmek suretiyle yetkilileri kendilerini kurtarmaya çalışıyor. Dünyaca ünlü, geçmişi başarılar ve aldığı tazminatlarla ünlü teknik direktörleri de ligi çirkinleştirmek için elinden geleni ardına koymuyor. 
FB'yi anlamak isteyen bir FB'nin geçmişine baksın, bir de Mourinho'ya baksın. Kulübün geçmişi başarılarla dolu. Mourinho'nun da geçmişi başarılarla dolu. Dişleri dökülmüş aslan gibi hem kulübün hem de teknik direktörlerinin. Günümüz futboluna dair söyleyecekleri bir şeyleri yok maalesef. Sadece rakibi üzerine oynayan, rakibiyle yatıp kalkan bir teknik direktöre bunun için çuvalla para vermelerine gerek var mıydı? 
FB'nin en büyük sorunu paralı başkanları. İşin ilginci çoğu taraftar bunun farkında değil. Bu takım kahtı rical sorunu çekiyor. Sanıyorlar ki paralı başkan olursa iyi transfer yapıp şampiyon olacağız. Koskoca camia farklı başkan adayı çıkaramıyor. 
Bilmiyorlar ki bu başkanları ve gerçeği yazmaktan kaçınan spor yazarları eliyle bu takımı küçültüyorlar. 
FB'liler aklını başına alıp sadede gelmezse bu takım gittikçe küçülecek. Bir zamanların büyük takımı idi diye anılacak. 
Şampiyonluklar kazanmak kadar takımlarını küçültmek de kendi ellerinde. Kendileri bilir. Bilirim ki bu ülkenin FB'ye ihtiyacı var. 
FB’nin en büyük sorunu FB’ye kurtarıcı aranması, FB’ye en büyük kötülüğü rakipleri değil, kendileri veriyor. 
Başkanları varken, FB’nin başarısızlığını gerekçe üreten spor yazarları varken, olup biteni algılamak istemeyen fanatik taraftarları varken, başkana uygun teknik direktör tercihi varken FB’nin başka düşmana ihtiyacı yoktur. Çünkü FB'lilerin yapı yapı dedikleri yapı kendileridir. Lütfen aynaya baksınlar.