31 Ekim 2016 Pazartesi

Darbe yapanların psikolojisi **

Bazı kişiler, 15 Temmuz darbesini bir senaryo olarak görmektedir. Yapıya ait kişiler ise, darbeyi yapanların arkasında Fetö yok,  belki yapıya ait olan bazı kişilerin darbeye katılmış olabileceğini iddia etmektedirler.

Bir an için birilerinin kurgusu diyelim bu darbe işini. Hangi bir vicdan sahibi yüzlerce insanın ölmesini göze alabilir. Anlaşılan darbeyi kurgu ve senaryo olarak görenler bol bilgisayar oyunu oynamış kişiler olmalı.

Darbenin arkasında Fetö yok, yani biz yokuz diyenlere basit bir soru sormak lazım. Madem ki siz yoksunuz. Peki yapının tüm ileri gelenleri yurt dışında ve özellikle ABD'de firari durumdalar. İnsan niye kaçar? Bir suç kendisine isnat edilir, korkusundan kaçar. Ya da suçludur, yakalanmamak için kaçar. Eğer kendilerine iftira atılmışsa aklanmak için bizzat gelip teslim olacaklar. Kendilerine atılan suçlar için gelip savunma yapacaklar. Kaçarak bir suç ve suçlu yok olmaz. Sadece kafanızı kuma gömmüş olursunuz. Haydi size iftira atıldı diyelim. Siz tertemizsiniz. Kaçarak tüm suçu üzerinize almış olmuyor musunuz?

Sonra size güvenip size bağlanan sevenlerinizi geride yüzüstü bırakarak gitmek hiç vefaya, dava adamlığına yakışır mı? 40 yıldır kazandıklarınızı bir bir kaybederken "Tırnaklarımızla kazıyıp buraya getirdiğimiz bir camia ve kazanımlarımız  yok ediliyor" diye düşünüp kaybetmemek, kaybettiklerinizi geri almak için gelip teslim olmanız gerekmiyor mu? Sizi seven üyeleriniz işinden atılırken, cezaevine girerken sizin yurt dışında geziyor olmanız bir ideal(!) için çalışan size yakışır mı? Yok, suçluysanız -ki suçlusunuz- gelip cezanızı çekmeniz gerekmiyor mu? Madem bir halt işleyip yediğiniz çanağa pislediniz, ağzınıza yüzünüze bulaştırdınız..."Bir ihanet içerisine girdik, bir başka aklın emriyle hareket ettik, kendimize çok güveniyorduk, ama beceremedik. Suçluyuz, suçumuzu çekmeye razıyız..." demek daha mertçe bir tavır olmaz mı? Haydi onları kullanıp attınız. Dünya küçüktür haberiniz olsun. Yarın o sevenlerinizden biriyle karşılaşsanız nasıl onların yüzüne bakacaksınız? Gerçi bu durumda yüzünüze tükürse yağmur yağıyor dersiniz. Bu da ayrı. Hoş, yüzünüze tüküreceklerini de sanmıyorum. Çünkü onlar hala size güveniyorlar. Büyüklerim ne yaparsa mutlaka bir bildikleri vardır diye düşünüyorlar. Hatta sizin, "Darbenin arkasında biz yokuz" sözünüze de inanıyorlar. İçiniz rahat olsun. Bu aklını kullanmayan adanmışlarınız olduğu müddetçe onlara ne yapsanız müstehaklar.

"Yüzdük yüzdük kuyruğuna gelmiştik, biz niye başarılı olamadık" diye bir öz eleştiri yaparsanız bilin ki arkasına sığındığınız devletlere ve  ülkenin her bir kurumunda yerleştirmiş olduğunuz adamlarınıza çok güvendiniz. Bu güven ve güç sizi o kadar kibirlendirmişti ki...İşte bu kibir, gurur ve mağrurluktur sizi başarısızlığa götüren. Kibir İblis'in vasfıdır. Ki Şeytan, büyüklenmesi sonucunda lanetlenmiştir. Başarısız olmanızın bir sebebi daha var: Oluşturduğunuz mağduriyetler...Çoğu insanı ezdiniz, onları mağdur ettiniz... Çünkü başarıya o kadar şartlanmıştınız ki önünüze çıkan herkesi haklı haksız demeden tuttuğunuzu içeriye attınız, bazen soru çaldınız, bazen bir yere gelmesini istediğiniz adamınızı getirmek için mevcudun veya bir başka adayın ayağını kaydırdınız.

Başarısızlığınızın diğer bir sebebi, Anadolu'nun süper ve zeki çocuklarının beyinlerini uyuşturarak kendinize kul-köle ettiniz. Çocuğunu size teslim eden anne ve babaların ahı tuttu, haberiniz olsun. Süper ve zeki çocukların kullandırmadığınız akıllarını kullanarak fazla aklın içerisinde boğuldunuz. Halbuki o anne ve babalar nelerden korumak için sizlere çocuklarını emanet etmişti. Tek kaygıları, "Çocuğum başarılı olsun, ahlaki bozulmaya gitmesin, dinini ve diyanetini de yaşasın" idi. Siz emanete de ihanet ettiniz. Bu kadar ihanet içerisinde olan bu yapının başarılı olması mümkün mü?  Hiç topu, tüfeği ve silahı olmasa da oluşturduğunuz mazlumların ahı boğdu sizi. Yine siz bu milletin düşmana karşı kullanılsın diye emanet ettiği savaş araçlarını bu milletin üzerine yağdırdınız. Böylece kime düşman olduğunuz da ortaya çıkmış oldu.

Kendinize kızmayın niye başarılı olamadık diye. Dedim ya sizin planlarınız tıkır tıkır işliyordu, hiç hata riski de yoktu. Hesap edemediğiniz Anadolu'nun mazlum insanının sizi Allah'a havale etmesiydi. Aslında yaptığınız en büyük kötülük bu milletin güvenini yok ettiniz. Bu milletin içine nifak soktunuz. Dünyanızı berbat ettiniz, gelin ahiretinizi bari heba etmeyin. Gelin bu ülkenin mahkemelerine kendinizi emanet edin. Ahiretinizi kurtarmak için de gözyaşı içerisinde nedamet duyun, tövbe edin. Yoksa ebedi alemde "Yakıtı siz ve taşlar olan Cehennem azabını" çekersiniz. Kendi düşen de ağlamaz. İhanetin bedeli ödenecek ama aynı zamanda mahşerde tüm mazlumlar sizin yakanıza yapışacak, onların haklarını nasıl verirsiniz bilemem.

Bu ülkenin içine öyle bir güvensizlik tohumları  attınız. Eserinizle ne kadar gurur duysanız azdır. Artık devlet şimdi her türlü atamayı sözlü mülakat ile yapıyor... Kendiniz çekip gittiniz. Şimdi yurt dışında bir eliniz yağda, diğeri balda olmak üzere yaşıyorsunuz. Ya geride bıraktığınız kişiler... İşte devlet onların ensesinde. Dün siz bu ülkede palazlanırken uyuyan devlet bugün gözünü açtı. Açtı açmasına ama  esas  siz elebaşılar kaçtı. Devlet; size gönül vermiş, aklını kullanmayan adanmışlarınızın peşinde. Belki de istediğiniz bu idi: Kullanıp kullanıp atmak. Devlet sizin bu ülkede bıraktığınız piyonlarla uğraşıyor. Halbuki burada bıraktıklarınız size gönülden bağlı idi. Hani aşkın gözü kör derler ya. İşte öyle bir şey. Bu, aklı kullanmamaktır... 

Siz kaçın bakalım. Nereye kadar kaçacaksanız.  Bu dünyada olmasa da öbür dünyada er-geç yakanıza yapışılacak. Ama şunu bilin ki, bu dünyada cezanızı çekmeseniz de, sırça köşklerde ağırlansanız da çok huzur bulacağınızı sanmıyorum. Çok rahat uyuyamayacaksınız, hep kabusla uyanacaksınız.


İyi ki ebedi alem var. Siz bekleyin, biz de bekleyelim. Bakalım er mi yaman bey mi yaman? 31/10/2016
** 05/11/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.

FETÖ'den öğreneceklerimiz

Kırk yıl boyunca içimizde neşvünema bulan FETÖ'ye geçmişte kah cemaat, kah "Nur talebesi", kah "Hizmet hareketi" dendi. En son 15 Temmuz itibariyle intihar etti. Kendisiyle beraber bir milleti de devletiyle beraber götürmek istedi fakat beceremedi. Gerçeği anlamak isteyenler onların nihai hedefini anlamış oldu. Biraz pahalıya mal oldu ama sonunda anladık. Şehitler verdik, gazilerimiz oldu, birbirimize güvenimiz hiç olmadığı kadar kayboldu. Menfur olaya bilfiil katılanlar yargılanmak üzere içeriye alındı. Olayın baş kahramanı elebaşısı zaten dışarıdaydı. İçimizde yaşayan birinci derece sorumluları ve baş aktörleri soluğu dışarıda aldı.

Her hayır bildiğimizde bir şer, şer bildiğimizde de bir hayır olabilir. Hiçbir şey % yüz doğru, ya da yanlış olamaz.  Başımıza gelen her bir şerden mutlaka tecrübeler ediniriz, bir daha aynı duvara toslamayalım diye. "Tecrübe, hayatta yenen kazıkların bileşkesi" denir kimilerince.

İçerideki ve dışarıdaki devasa gücüne rağmen iyi ki başarılı olamadı. Ya bir de başarılı olsaydı, bu ülkenin hali nice olurdu. Eğer planı şaşmasaydı Türkiye, 'Gülen Devleti' adını alırdı. Ne kadar kişinin kellesi giderdi kim bilir. Bu yüzden bugünkü mevcut duruma ne kadar şükretsek azdır. Devlet bir taraftan yaraları sararken, diğer taraftan suçlularla mücadele etmekte. Devlet aynı zamanda yeniden yapılandırılmaya çalışılıyor.


Bu kadar uzun zaman diliminde kendini nasıl gizleyebildi? Eğitim ve öğretim başta olmak üzere medya, ekonomi vb her alanda nasıl devasa bir güç oldu? Neredeyse devlet bütçesi kadar bir paraya sahip oldu. Yetiştirdiği adamları vasıtasıyla devletin her bir aşamasında kadrolaşarak devletin kılcal damarlarına kadar girebildi. Herkesle ilişkileri sıcak tuttu. İlgilendiği alan küçük yaşta elde ettiği zeki ve süper çocuklar oldu. Bu çocukları nasıl kendine bende yapabildi? Her türlü melaneti ortaya çıkmasına rağmen arkasından gidenlerde hala niçin gözle görülür bir dağılma ve parçalanma yok? Görevine son verenler bile hala sessiz. Bunun ilacı nedir? Bu insanlar sarhoş mu yapılıyor, uyuşturan ilaç mı veriliyor, bu kadar zeki neslin beynini nasıl yıkayabildi? Milletin gözü önünde her alanda kendini olduğundan farklı göstererek nasıl gizleyebildi? Gizlilik içerisinde tüm planlarını hatasız yerine getirdi? Bu adamdaki maharet nedir? İlk ortaya çıktığı andan itibaren gizli ve planlı çalışmayı prensip edinmiş bu yapı mutlaka uzmanlarınca iyi irdelenmelidir.


Bu yapının çalışma şekli mutlaka masaya yatırılmalı, özellikle sos veren eğitim ve öğretimimizi ayağa kaldırmak için bu yapının arazi çalışması, çalışma metodu ve şekli, başta milli eğitim olmak üzere diğer kurumlarımıza yaygınlaştırılmalıdır. Öğrenciye yaptıkları rehberlik, ev ziyaretleri, takip vb durumları mutlaka örnek alınmalıdır. Görev yapma ve nakil işlemlerine bakıldığı zaman belli zaman diliminde sorunsuz atamaları yapılmaktadır. Karşı gelme ve ayrılma, küsme ve darılma söz konusu olmamaktadır. Devlet; çalışanlarına nakil, rotasyon uyguladığı zaman çalışan gitmemek için her yolu denerken bu yapının çalışanları hiç itiraz etmeden, küsüp darılmadan bir başka yerde görev yapabilmektedir. Biz köşemizde otururken bu yapıya gönül verenler ev-bark, il ve ilçe ziyaretleri yaparak arazi çalışmasına katılmaktadır. 79 yılında beldemde hafızlığı bitirdiğim zaman bu grup ailemin yanına gelerek: "Çocuğunuzun üniversite bitirinceye kadar eğitim ve barınma ihtiyaçlarını karşılayalım" demişlerdi.  Beni 79 yılında Konya'da bunlara ait bir vakfa getirmişlerdi. Vakıfta oturan beli bükülmüş yaşlı bir amcayı bana gösterdiler. "İşte bu amca, bu sene 40 milyon olan zekatını bize verdi" demişlerdi. Biz hayır işlerinde kullanmak üzere camilerde bozuk para toplarken bunlar iletişim kurdukları zenginlerden ve yanlarında çalışan gönüllülerden belirli bir oran kesinti yapmak suretiyle gelirlerini de temin ediyorlardı. Himmet adı altında aldıkları yüklü miktar parayı veren kişinin adını da herhangi bir binalarına ismini  vermek suretiyle onore edebiliyorlardı.

Bugün bu yapının bu ülkeden yok olması için uğraşılırken yapının halkla iletişim kurma, zengin kişilerden aldıkları bağış, çalışma metotları, öğrenci yetiştirme vb yönleri irdelenip diğer kurum ve kuruluşlarımızda uygulama yoluna gidilmelidir. Bu toplumun yumuşak karnı olan din, uzmanlarınca açık bir şekilde anlatılmalıdır.

Sonuç olarak; bu yapının iyi olan yönlerini kendimize örnek olalım, bu yapının benzeri grupların ortaya çıkmaması için devlet olarak gerekli tedbirleri alalım. 31/10/2016

30 Ekim 2016 Pazar

Ağzından çıkmaya görsün... Öğretmen seçimi

30.10.2014 tarihinde bir felaket tellalının öğretmen seçimiyle ilgili önerisi:

BİR OKULDA 8 YILINI TAMAMLAYAN ÖĞRETMENLER İÇİN.....
* ÖĞRETMENLERİN YETERLİ OLUP OLMADIĞINI TEST EDECEK HER İLDE BİR KOMİSYON KURULMALIDIR.
* ÖĞRETMENLER SÖZLÜ MÜLAKATA ALINMALIDIR.
* ROTASYON İÇİN ÖĞRETİM YILI SONU BEKLENMEMELİDİR.
* HER BİR ÖĞRETMENE 3 DAKİKADA 3 SORU SORULMALIDIR. KOMİSYON ÖĞRETMENİN FİZİĞİNİ, YETERLİLİĞİNİ...VB ÖLÇSÜN.
* YETERLİ OLMAYAN ÖĞRETMENİN GÖREVİNE SON VERİLEREK MEMUR OLARAK BİR DEVLET KURUMUNDA GÖREVLENDİRİLSİN VE ÖĞRETMEN ÜNVANINI BİR DAHA KULLANMASIN.
* BAŞARILI OLAMAYAN ÖĞRETMENLERİN YERLERİ MÜLAKATTA BAŞARILI OLAN ÖĞRETMENLERE TERCİHTE BULUNDURULSUN.
* BAŞARISIZ KILINAN ÖĞRETMENLERE, ATANINCAYA KADAR EĞİTİM VE ÖĞRETİM İÇERİSİNDE YAZ TATİLİ İZNİ KULLANDIRILSIN.
* BAŞARISIZ OLUP HERHANGİ BİR KURUMA ATANAN ÖĞRETMENLERİN YERİNE ÖĞRETMEN İHTİYACINI KARŞILAMAK İÇİN YENİ MEZUN OLANLARDAN MÜLAKAT YOLUYLA BAŞARILI OLANLARDAN ÖĞRETMEN OLARAK GÖREVLENDİRİLME YAPILSIN. BU MÜLAKATA DAHA ÖNCE ÖĞRETMEN OLUP DA BAŞARISIZ OLAN ÖĞRETMENLER DE BAŞVURABİLSİN.
* ÖĞRETMENLER İÇİN HER YIL YAPILMAKTA OLAN KPSS İSİMLİ YAZILI SINAV YAPILMASIN. 30.10.2014

Yakıt parasının yerini fotokopi parası aldı

Devletin yakıtını tam veremediği zamanlarda okullar öğrenci velilerinden yakıt parası isterlerdi. Devlet yakıtını tam verdiği zamanlar da bile okul yönetimi para istediği zaman veli bu parayı yakıt parası olarak bildi hep.

Kayıtlarda paralar alınmaya devam etti yine. Her kayıt döneminde Bakanlık, kayıt parası adı altında para alınmaması şeklinde uyarılar yaptı. Cazibe merkezi olan okullar velilerden yüklü miktarda kayıt parası almaya devam etti. Kenardaki okullar ise sembolik yardımlarla kayıt yapabildi. Bir zaman okullar pul parası, zarf parası adı altında para aldı. Hiç alamayan bir top fotokopi kağıdı istedi.

Bakanlık sonunda kayıtları otomatik olarak yapmaya başladı. veli oturduğu yerden çocuğunun hangi okula kayıt olduğunu sistemden öğrendi. Bakanlık her okulun yakıt, elektrik, telefon ve su giderlerini tamamen üstlendi. Temizlik ve kırtasiye giderlerinin ekseriyetini de karşılamaya başladı. Okullar artık para isteyen yerler olmaktan çıktı dense yeridir. Fakat yine de okullar eğitim ve öğretim yardımı adı altında velilerden para talebinde bulunmaya devam ediyor. Çünkü koskoca okulun ihtiyacı yakıt, kırtasiye, su, elektrik vb ihtiyaçlardan ibaret değildir. Veli bu konuda ikna edildiği takdirde alınan bu paraların çok da sorun olacağını sanmıyorum.

Dikkatimi çeken bir sorun var. bazı liselerde veya ortaokullarda öğrenciden öğretmen fotokopi parası istiyor. Çünkü okullar öğretmene şifre vermişler. Öğretmen de çektiği fotokopi ücretini öğrenciden istiyor. Garip bir durum gerçekten. Öğretmenin öğrencisinden 5-10 kuruş gibi bir parayı istemesi gerçekten çok ayıp. Düşünün ki bir çocuğun dersine 12 tane öğretmen giriyor. Her bir öğretmen ayrı ayrı öğrenciden para talep edecek. Yok mu bunun başka yolu...Zaten veliden belirli bir miktar yardım talep ediliyor. Fotokopi ücreti de eklenip istense ne olur, kıyamet mi kopar... 30/10/2016

Yok mu bu işin ortası?

Perakende alışverişi sevmeyiz. Toptancıyız toptancı. Bizim için bir şey ya vardır ya da yoktur. Hiç ortası olmaz. Hep kenarlardayız. Aşırı uçtur bizim mesken edindiğimiz yerler. Bereket inananlar arasında ortak bir Allah'a inanıyoruz. Allah nazardan saklasın.

Allah'a inanıyoruz ama nasıl bir Allah? Daha işin başında başlıyor bizim ayrılığımız. Kader anlayışımız zaten evlere şenlik. Ne anlatan anlattığını anlar ne de dinleyen. Kafamızdaki problemler çözüleceği yerde iyice sarpa sarar. İman esaslarından mı değil mi? Kabir hayatı var mı yok mu? Hz Muhammed, son peygamber. Şükür bir ortak noktamız daha. Fazla sevinme dur hele. Peygamberin şari yönü var mı/yok mu? Hadisleri nereye koyacağız? Sahih mi/uydurma mı/zayıf mı/ amel edilir mi? Kur'an tek başına bize yeter/yetmez.

Tarikat/cemaat/şefaat/keşif/tasavvuf/keramet vardır/yoktur. Mehdi/Mesih/Deccal gelecek mi? Kıyametin alametleri olur/olmaz. Teravih diye bir namaz vardır/yoktur. Recm var/yok. Mürted öldürülür/öldürülmez. İctihat kapısı kapandı/kapanmadı.

Uzar gider bizim meselelerimiz. Niyetimiz sona erdirmek değildir. Muhabbetini severiz. Konuştukça konu konuyu açar. Herkes diğerini kendi görüşüne inandırmaya çalışır. İnanmazsa makbul biri değildir. Kimse doğruyu bulmak için konuşuyor değildir. Herkesin amacı öbürünün görüşünü alt etmektir. Kendi yumuşak karnını koruma altına almaktır. Bu bazen savunma bazen de saldırı ile olur. Baktı ki karşı tarafı ikna edemiyor, ya adamı mürted ilan ederiz. Ya da gücümüz yetiyorsa şiddet uygularız. Dışlarız. Arkamızdan gelenlere "Falan sapıktır, uzak durun, sakın dinlemeyin" diye  sıkı sıkıya tembih de bulunuruz. Derdimiz ardımızdan gelenlerin gözünde sıfırlanmamak ve onları yanımızda tutmaya devam etmek. Bu şekilde yuvarlanır gideriz. Kendimizin düşüncesi dışındaki insanlara hayat hakkı tanımayız. Gücü ele geçirirsek  bastırırız, gerekirse yok ederiz, ezer geçeriz. Amacımız nedir bizim gerçekten? Üzüm yemek mi bağcıyı dövmek mi? Gördüğüm kadarıyla kimse üzüm yeme niyetinde değil. Hep germek, hep germek.

Nedir bizdeki bu hastalığın adı? Tedavisi var mı bunun? Bir olmak için binlerce ortak noktamız varken bu kadar gayrılık niye? Yetmedi mi dışımızdakilerin gözünde gülünç duruma düştüğümüz? Eskiden cehaletten dert yanardık. Şimdi herkes allameyi cihan maşallah! Cahil meseleyi kavga gürültüyle çözerdi, bugün okumuşlar ve köşe başını tutmuşlar vatandaşı birbirine geriyor. Aynı gemide ateş ve barut yolculuk yapıyoruz.

Neden farklı fikre sıcak bakmıyoruz? Niçin herkesi kendimiz gibi düşünsün diye mahalle baskısı yapıyoruz. Eğer bir konuda hepimiz aynı düşünürsek bu kadar insan olması normal mi? Bırakın da insanlar farklı farklı düşünsünler. Saygıya ve anlamaya dayalı farklı fikirlerin bize faydası olur, zararı olmaz. Allah bile emrine karşı gelen Şeytan'a kıyamete kadar insanları saptırmak için mühlet verdi. Bırakın da farklı fikirler şiddet ve baskıya yol açmadığı müddetçe içimizde devam etsin.

Bırakalım da herkes ahiret azığını hazırlasın. Orada herkes, bu dünyada ektiklerini biçecektir. Kimin doğru yolda olduğunu mahşerde hesaba çekileceğimiz zaman görsek. Bu acelecilik niye? Yoksa ahirete de mi inanmıyoruz? Ahiret inancımızda da mı sorun var?

Oturup konuştuk. Anlaşamadık. "Senin dinin/düşüncen; fikrin sana, benim ki de bana" demek yetmesin mi? Yok mu bu işin orta yolu ey Allah'ın kulları! 30/10/2016


28 Ekim 2016 Cuma

Bu toprağın insanı bunu yapmaz!..

Biri çıksın ortaya. Altın nesil yetiştirmek amacıyla etrafına topladığı az sayıdaki öğrenciyi yetiştirsin. Ardından öğrenci evleri, dershane, okullar ve  yurtlar açsın.
Zeki çocukları bulup buluştursun.

Kendisine inanan, ardından giden samimi insanlar tarafından, dişinden tırnağından biriktirerek eğitim yuvaları yapılsın. Yapılan hizmetler dolayısıyla ülkenin her bir yerinde marka haline gelsin.

Yetiştirdiği öğrencileri askeriye, emniyet, yargı başta olmak üzere insanın olduğu her yerde olsun.

Marka haline gelen eğitim kurumları dolayısıyla okulları cazibe haline gelsin, her bir yerden himmet ve yardım paraları gelsin, bu paralarla birinci sınıf binalar yapılsın. Ardından ticaretten, basın ve medyaya varıncaya kadar paranın olduğu her yerde olsun. Oluşturduğu güç ve kuvvet sayesinde devletin her kademesinde kadrolaşsın, istediği adamı istediği yere getirebilsin, istemediğini tu kaka yapabilsin. Siyasi ve ekonomi çevreleriyle ilişkileri sıcak tutsun, güç olduktan sonra devletin bütün imkanlarından yararlansın. Yurt içinde yapılanmasını tamamladıktan sonra 170-180 ülkede eğitim görünümlü bir yapı ve güç oluşturabilsin. Yurt içinde ve dışında bir lobi yürütebilsin, devletin gidemediği yerlerde okullar açabilsin. İçeride ve dışarıda reklam ve pazarlamasını yapabilsin, Olimpiyatlarla göz doldurabilsin.

Bu yapı 40 yıl içerisinde devasa bir duruma gelirken devlet seyredebilsin, gerçek yüzünü 40 yıl boyunca gizleyebilsin. Para, güç, kuvvet, itibar elde edebilsin, dokunanın yandığı duruma gelebilsin. Neredeyse bu yapıdan habersiz, devlette yaprak kıpırdamasın. Devletin kozmik odasına ve en tepedeki devlet yetkilisinin burnunun ucuna yaverlerini yerleştirebilsin, içeride ve dışarıda bir güç olduğunu dost-düşman herkes kabul edebilsin...

Böyle şeffaf görünümlü gizlilik içerisinde yürüyen yapıya karşı devlet uyuyabilsin, bir zaman gelsin ki insanlar çocuklarını onlara vermek için abi-abla arar duruma gelsin. Biz oturup kalkalım, devletin içerisine sızmışlar diyelim. Kusura bakmayın! Bir kaç masum insan varsa çalışan, bunlar bu yapının içine sızmış diyelim. Yani devlet bunların içine sızmış.

Bir eli yağda, diğer eli balda olan içeride ve dışarıda bir güç haline gelen bu yapı, 40 yıldır kazandığı müktesebatını darbe yaparak yok etsin. İnsanın akıl ve hafsalası almıyor. Sevenlerinin himmetleriyle oluşturulan bu devasa güç, devletle giriştiği kirli savaşla tüm kazanımlarını bir bir yok etsin. Bu durum açıklanmaya muhtaç. Bir insan nice yıllardır gizlilik içerisinde boy ölçüşemez, yarışılamaz durumunun yok olması uğruna bir savaşa niye girer. Bütün bu gücü, kendi parasıyla yapan biri, sermayenin elden gitmemesi için didinir durur. Sevenlerinin emeğine saygısı olan biri sevenlerinin emeğini, parasını bu şekilde heba etmez. Allah korkusu olan biri bunu yapmaz. Bu toprağın insanı, bu toprağın çocuğu olan biri bunların hiçbirini yapmaz. Bunu yapsa yapsa ancak dışa hizmet eden biri yapabilir. İhanet şebekesinin bir taşeronu yapabilir. Tüm elde edilmiş kalelerini yok etme uğruna da olsa "Bizim geri vitesimiz yok " diyerek tam gaz devletle mücadeleye girişmek ancak satılık bir kiralık katilin yapacağı bir hareket olabilir.

Hacı Veyis Zade Merhum, Konya İHL'nin açılması için çok uğraşan biridir. Binanın yapımında bizzat bedenen çalışmış ve para bulmak için didinmiş durmuştur. Binasının yapımında çalışan Hoca'ya, aynı okulunda hocalık yapmak da nasip olur. Birlikte çalıştığı müdür münafık ruhlu biri  olsa da ona saygıda kusur etmez. Bu durum halkın garibine gider. "Koskoca Hacı Veyis Zade, şu münafık tipli birine saygı gösteriyor, ona yakışmıyor" diye eleştiriler gelince, Hoca: "Ben bu okulların açılması için çok uğraştım, yine bu okulların devamı için gerekirse onların karşısında eğilirim" cevabı verir. Gerçekten bu yapı, yaptıklarında samimi olsaydı kazanımlarını korumak için devletle iyi geçinmeye çalışırdı.

Bu yapının 15 Temmuz itibarıyla yaptığı olsa olsa bir intihardır. Cinnet halidir. Eğitimi, devleti, dini dert edinen biri eğer bu toprakların insanı olsaydı gerçekten bunları yapmazdı. Demek ki bu toprakların değil, dışarının içerideki jandarmasıymış meğer. Bunun başka izahı yok.

Görünen bir şey var. Bu seri katilin bizde ve ülkemize bıraktığı iz kolay kolay silinmez. Oluşturulan güvensiz ortam kolay kolay telafi edilemez. Bu ülke 1915'de baba, oğul ve torundan oluşan üç okumuş nesli Çanakkale'de yok etmiş. 100 yıl sonra yine okumuş beyinler bu yapı tarafından yok edildi. 15 Temmuz maalesef okumuşların hezeyanı idi. Çanakkale'de İngilizler yok etti okumuş neslimizi. Şimdi de bizden görünen pirincin içindeki beyaz taşlar yaptı. Vah yazık ülkeme! 28/10/2016

Helal be sana Diyanet! *

Eskiden hutbeleri devlet başkanı ya da bölgenin en yüksek mülki amiri i'rad ederdi. Hutbelerde siyasi, sosyal, ekonomik, dini vb Müslümanları ilgilendiren her konu  hutbe konusu olurdu.  Abbasilerle birlikte hutbeleri i'rad etme görevi kadılara bırakıldı. Kadılarla beraber hutbenin konusu da tamamen dini bir içeriğe büründü.

Türkiye'de bir zamanlar okunan hutbeler etliye, sütlüye dokunmayacak şekilde hazırlanmış, bazı zamanlar hükümet veya devletin resmi politikasının anlatıldığı, belirli gün ve hafta konularının işlendiği  bir durum söz konusu olmuştu.

Son zamanlarda Diyanet İşleri Başkanlığının hazırlatıp yayına verdiği ve okuttuğu hutbeleri daha bir seçici bulmaya başladım. 28/10/2016 günü "Din-i Mübin-i İslam" başlıklı hutbesini daha bir can kulağıyla dinledim. Dinlerken heyecanlandım, duygulandım. Keşke hatip konuyu ve cümleleri bitirmese diye temenni ettim. Cuma namazına gidenler mutlaka dinlemiştir. Gidemeyip konusunu merak edenler de bir zahmet Diyanetin web sayfasına girerek hutbeyi bir okusunlar. Yine de hutbeden biraz alıntı yapmak istiyorum: "Kardeşlerim! İslam kaynaklarında Cibril hadisi diye bilinen bu hadis, bize İslam’ın şartlarını, imanın esaslarını, ahlakın ilkelerini açık bir şekilde göstermiştir. Buna göre İslam, açık, net, sade, arı, duru ve berraktır. Bu kadar açık hükümler varken, elde Kur’an gibi bâkî bir hakikat bulunuyorken, Yüce Dinimiz İslam’ı; sır, gizem, rüya, keşif, kerametler ve gelecek tasavvurları üzerine bina etmeye kalkışmak asla kabul edilemez. En büyük keramet daima sırat-ı müstakim üzere olmaktır. Önümüzde Peygamberimiz (s.a.s) gibi büyük bir rehber varken, kurtarıcı beklentileri içerisinde, kıyamet alametleri üzerinden bir din ihdas etmek asla kabul edilemez...Aziz Kardeşlerim! Cebrail (a.s)’ın kıyamet ne zaman kopacak? sorusuna Peygamberimiz (s.a.s)’in verdiği cevap çok manidardır; “Bu konuda kendisine soru sorulan kimse, soruyu sorandan daha bilgili değildir” buyurmuştur. Buna rağmen gayb âlemine dair, Peygamberimiz (s.a.s)’in bile “ben bilmiyorum” dediği bilgilerle akılları karıştırmak, zihinleri bulandırmak beyhudedir. Bugün birilerinin gayptan verdiği haberler üzerine hayatımızı bina etmemiz anlamsızdır. Gayb ve melekût âlemine dair kıyamet senaryoları üzerinden dini anlamak, dini okumak kabul edilemez. Kardeşlerim! Bize düşen ahirete inanmak ve ona hazırlanmaktır. Bir gün bir sahabi, Allah Resulü’ne “kıyamet ne zaman kopacak?” diye sorduğunda, Peygamberimiz (s.a.s), “O gün için ne hazırladın?” diye cevap verdi.4 Allah Resulü (s.a.s), bu cevabı ile bize kıyametin ne zaman kopacağıyla ilgilenmek yerine, ondan sonrası için ne hazırladığımızı sorgulamamızı öğütlemektedir..." 

25/10/2016 günü yazıp blogspotumda paylaştığım (http://dilinkemigiyok.blogspot.com.tr/2016/10/dinin-muhabbetini-seviyoruz.html) yazımda ben de bu konuyu dert edinmiştim. Derdimiz ortakmış meğer. Bu içerikli bir hutbeyi konu olarak seçen Diyaneti ve başlığa uygun bir şekilde hazırlayan "Din Hizmetleri Genel Müdürlüğünü" tebrik etmek lazım. Bu demektir ki son zamanlarda kendini hissettirmeye çalışan Diyanet, artık bundan sonra bize ayakları yere basan bir din ve peygamber anlatacaktır. Dinin sahih kaynaklardan doğru anlaşılmasını bu konuda otorite olan bu kurumumuz dert edinerek toplumsal yaralarımıza parmak basacak demektir. 

Böylesi hutbelerin arkası gelir inşallah! Teşekkürler Diyanet İşleri Başkanlığı, teşekkürler Din Hizmetleri Genel Müdürlüğü!.. 28/10/2016

*29/10/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



"Bu yaptığın vatan hainliğiyle eş değer!.."

-Müdür Bey! Bana sınıf listelerini getirir misin?
-Buyurun müfettişim!
-Hocam senin bir kişilik sınıfın mı var?
-Evet!
-Nasıl açtın bu sınıfı?
-Yabancı dil alanı bir öğrenci seçti, ilçede aynı statüde bir başka okul olmadığı için ilçeye yazı yazdım, ilçeden gelen yazıya binaen yönetmeliğe dayanarak açtım.
-Yönetmelikte bir kişiye ders açılır yazıyor mu?
-Yazıyor.
-Böyle bir yönetmelik olmaz hocam. Bu, vatan hainliğiyle eş değerdir. Getir bakalım, o dediğin yönetmelik neredeymiş, gösterebilir misin?
-2005 yılında yapılan bir değişikliğe göre açmak zorunda kaldım. İşte yönetmelik maddesi.
-Allah Allah! Ben yönetmeliğin bu maddesini nasıl es geçmişim. Müdür bey, sizi tebrik ederim. Açmakla iyi yapmışsınız. Yoksa eğitim ve öğretimi engellemekten hapis cezası bile alabilirdiniz...
***
- Arkadaşlar! Alan seçimi dolayısıyla 10.sınıflarda yabancı dil alanından bir öğrenci ve sosyal ilimler  alanından dolayı üç öğrenci için zorunluluk dolayısıyla sınıf açmış bulunmaktayız. 10.sınıflarımızın toplamı 40 kişi. 20+16+3+1 şeklinde sınıf mevcutlarımız olacak. BCD şubelerinin ortak derslerini aynı saate denk getirerek tek şubede ders işlenmesini düşünüyorum. Siz ne dersiniz?
-Çok iyi olur hocam, tek kişiyle ders işlemek hem öğrenci için hem de bizim için zor olur.(Sadece bir öğretmen ben ayrı işlemek istiyorum dediği için onun şubeleri için ayrı program yapılmıştır. İlk ayın ek dersleri yapılıp banka hesabında ücretini gören bir öğretmen gelerek)
-Hocam benim ek ders ücretim eksik yatırılmış, bir inceler misiniz?
-Hocam size toplamda haftalık 16 saat ücret tahakkuk ettirilmiş ve bu doğru. Yanlışlık yok.
-Nasıl olur? Ben 10.sınıf BCD sınıflarının derslerine de giriyorum.
-Hocam siz bu sınıfların dersini ortak işliyorsunuz. Sene başı toplantısında kabul etmiştiniz.
-Bu sınıflara ayrı ayrı ücret tahakkuk ettirilmemiş. Ben ayrı ayrı üç sınıfın ders defterini imzalıyorum.
-İmzalıyorsunuz ama tek derste işliyorsunuz. Bir ders işleyip de 3 ders işlemiş gibi ücret tahakkuk ettiremem. Eğer defterlere ayrı ayrı yazmayı dert ediniyorsanız isterseniz girdiğiniz diğer iki sınıfın ders defterine konu yazmayın ve imzanızı da atmayın.
-Ama hocam ben mağdur oluyorum bu durumda. Programı değiştirelim dersleri ayrı ayrı işleyeyim o zaman.
-Pekiyi hocam, dediğiniz gibi yapalım.

Yeni bir programda dersini ayrı ve bir işlemek isteyen öğretmenlerin istekleri dikkate alındı. Ertesi yıl müdür yardımcılığı dışında bir göreve talip oldu. Öğretmenimizin derse girme statüsü değişti. Okuldaki ders yükü kadar derse girmesi, geri kalan zamanda da ek görevini yerine getirmesi gerekiyordu. Aynı öğretmen odama geldi:
-Hocam siz geçen yıl bir şey yapmıştınız ya.
-Ne yapmıştım hocam!
-Mevcudu az olan sınıfların dersini diğer şube ile eşleştirip birlikte işletiyordunuz.
-Evet, geçen yıl öyle yapmıştık, ama siz karşı çıkmış ve ayrı ayrı işleyeceğim demiştiniz.
-Hocam bu sene birleştirelim. Ne kadar az derse girsem iyidir. Çünkü ek dersim değişmeyecek.
-Pekiyi hocam! Madem öyle verimli olur diyorsunuz, dediğiniz şekilde yapalım.
***
-Hocam! Bizim sınıfta iki tane geri zekalı var...
-Öbür kim kızım!
***
Uzun süre aynı ilçede çalıştığım biri ile yıllar sonrasında karşılaştım. Yüzünde nokta nokta beyazlaşmalar olduğunu gördüm.
-Hocam hayırdır, bu yüzündekiler ne, rahatsızlığın mı var?
-Hayır, rahatsız falan değilim, eskiden beri var o dediklerin.
-Demek ki ben ayağına bakmaktan hiç yüzüne bakmaya fırsat bulamamışım.
***
Sınavını erken bitiren bir öğrenci kağıdını verdi. Diğer arkadaşlarının kopya çekmesine zemin hazırlamak için beni oyalamak istedi. Çantasında olan kendisine ait fotoğraflarını göstermek istedi:
-Hocam! Fotoğraflarıma bakar mısın, güzel çıkmış mıyım?
-Güzel, güzel..
-Ama bakmadınız ki!
-Gerek yok güzel olduğuna inanıyorum.
-Ama hocam lütfen bakar mısın?
-Hayır bakmam.
-Niye hocam!
-Kızım orijinali varken ben sahtesine bakmam.
***
-Hocam! tebrik ederim, hayırlı olsun. Şube müdür olmuşsunuz.
-Teşekkür ederim.
-Şube müdürü olacağını bilseydim sana daha önce iyi davranırdım. Nereden bilebilirdim ki.
***
-Hocam okulunuzda ikili öğretim mi yapılıyor, yoksa normal öğretim mi?
-İkili öğretim hoca hanım!
-İyi... Normal öğretimden nefret ederim de...
***
-Hocam kaç güne ders veriyorsunuz ders programında.
-Cumartesi-pazar günlerine ders vermiyoruz.
***
Lise öğrencilerine soruyorum:
-Yarın 29 Ekim biliyorsunuz? Sizin için ne ifade ediyor bugün?
-Tatil...Tatil...tatil... 28/10/2016






27 Ekim 2016 Perşembe

Aslanın kediye boğdurulacağı bir sistem geliyor

Meb'de değişim tüm hızıyla devam ediyor. Ne zamandır uygulamak isteyip de uygulayamadığını yürürlüğe koymakla meşgul Bakanlık. Şimdilerde 2004 yılında pilot okullarda denenmiş fakat uygulanamamış bir sistem gündemimizde.

Eğitimimizde sorun var. Anladığım kadarıyla temel sorun olarak öğretmen görünmektedir. Bu yüzden öğretmeni harekete geçireceği düşünülen performans sistemine geçmeyi düşünmektedir Bakanlığımız.

2004 yılında bir MLO okulunda çalışırken okulum pilot okul seçilmişti. Öğretmeni değerlendirme kriterleri, veli ve öğrenci sayısınca çoğaltılmış ve belirlenen sayı kadar öğrencinin notla değerlendirmesi istenmişti:
***
Beni değerlendirmeleri için okul yönetimi okulumuz Coğrafya öğretmenine değerlendirme kağıtlarını verir. Sınıf olarak 10/D veya 10/E seçilir. Öğretmen kağıtları dağıtıp gerekli açıklamaları yapar. Öğrenciler kendi arasında fısır fısır konuşmaya başlar. Öğretmen ne konuştuklarını sorsa da söylemek istemezler. Israr üzerine sınıf: "Hocam bu din hocasına düşük puan verelim diye konuşuyoruz" derler. Coğrafyacı: " Niye, ne yaptı ki size" deyince öğrenciler: "Çünkü dersinde, bizim  başka derse çalışmamıza için vermiyor" açıklamasını yapıyorlar. Bana bu olayı bizzat olayın kahramanı öğretmenimiz anlatmıştı.
***
İsmi 2004 yılındaki değerlendirme sistemiyle aynı olan bu sistemin içeriğinde değişiklikler yapılmış olabilir. Ama bu sistem görüldüğü gibi yeni değil, 2004 yılında pilot olarak uygulanan bir sistemdir. Bugün sanırım ısıtılıp yeniden önümüze konacaktır.

Bu performans sistemi uygulanır mı, uygulanmaz mı, objektif kriterlerle değerlendirme yapılır mı yapılmaz mı bilmem. Ama bildiğim bir şey var: Bizde her şey kağıt üzerinde güzel düşünülür, uygulamada bütün projeler ölü doğar. Çünkü her şeyi, bir müddet sonra biz formaliteye indirgeriz. Genelde objektif olamayız, taraflı değerlendiririz.

Öğretmen, öğrenciyi değerlendiriyor, öğrenci ve veli de öğretmeni değerlendirecek, ne var bunda, diye düşünülebilir. Öğretmenin değerlendirmesinde cevap anahtarı hazırlanmış yazılı sınav sistemi var. Sorulan sorulara verilen puanlarla ölçülür öğrenci. Veli ve öğrenci neye göre puanlayacak. Orta yerde belirlenmiş bir kıstas  mı var? 

Toplum  olarak biz genelde toptancıyız. Biz kişiyi değerlendirmeden önce iyi-kötü karar verir ondan sonra puanlarız. Aynı düşüncedeki kişiyi koruma, zıt düşüncedeki insana had bildirme yoluna gideriz. Orta yerde objektif kriterler belirlenmeden bu şekilde yapılacak değerlendirmeler subjektif olmaktan öteye gidemeyecektir. Bu, öğretmenin öğrenci ve velisine yani aslanın kediye boğdurulması demektir. Eğer Bakanlık, sorunun kaynağında öğretmeni sorumlu görüyorsa -ki görüyor- öğretmenin başarılı-başarısız olduğunu kendi iç kaynakları vasıtasıyla bir değerlendirmeye tabi tutar. Başarılı görmez ise önce hizmet içi eğitime alır, sonra aynı okulunda bir yıl daha çalışır, kendisini geliştirememiş ve başarılı olamamışsa bir başka okula naklini yapar, başarısızlığı devam ederse bürolarda memur olarak çalışmak için planlama yapabilir.

Bakanlık'ın eğitim ve öğretime neşter vurmada samimi olduğuna inanıyorum. Fakat yanlış yerden başlıyor gibi geliyor bana. Yetkililer öğretmenden verim almak istiyorlarsa tıpkı doktorlarda olduğu gibi öğretmenlere "Tam Gün Eğitim Yasası" çıkarmalıdır. Tüm sınavları bakanlık merkezi sistemle yapmalıdır... Öğretmenin aldığı sınıfın net ortalaması her merkezi sınavdan sonra masaya yatırılır, öğretmenin başarılı olup olmadığı  net bir şekilde ortaya konur. Bunun için Amerika'yı yeniden keşfe gerek yok.

Yok, bu sistem olacak deniyorsa... aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıda tüm iç ve dış paydaşlar birbirini puanlasın. Öğrenci öğretmeni, öğretmen müdürü, müdür milli eğitim müdürünü, milli eğitim müdürü bakanlık yetkililerini... şeklinde puanlama yoluna gitsin.

Herkes öğretmeni sorun yumağı olarak görüyor. Bence öğretmen sorunlardan sadece bir tanesidir. Sorunun kaynağı olarak merkeze kendisini koymayanlar genelde suçu başkasında arar. Gelin öğretmeni sorun olarak görenler ne olur kısa süreliğine de olsa sınıflara girin, bir ders işleyin. Ondan sonra konuşalım. Aynı tornadan çıkmış aynı yaştaki öğrencilerin ister hedefi olsun veya olmasın eleme olmadan doldur boşalt yapıldığı bir eğitim sistemimiz var. Öğretmen sınıfa hakim olmak, ders işleyebilmek için dokuz doğuruyor...müşteri olmayınca verdiğinin bir anlamı olmuyor. Çünkü müşterisiz meta zayidir, marifet iltifata tabidir. 

Öğrenci istediği kadar devamsızlık yapacak, derste istediği kadar gürültü yapacak, dersi dinlemeyecek, verdiği ödevi yapmayacak... öğretmenin bu duruma hiç bir yaptırımı olmayacak. Kazara bir kızsa, ya da bu durumu bir notla değerlendirme hesap sormak için veli; sülalesiyle beraber okulu basacak, milli eğitim alo 147'den hesap soracak, Bilgi Edinme bilgi isteyecek, gerekirse öğretmene inceleme başlatılacak. Kusura bakmayın da arkamda bu kadar iyilik meleği, koruyucum olduktan sonra ben de çalışmam. Zaten suçlu belli: öğretmen. O zaman vurun abalıya...  27/10/2016

İnsanları suçtan kurtarıp kazanma yoluna gidelim!

1992 yılında Gaziantep'de çalışırken birlikte görev yaptığım bir bayan öğretmen, dersin sürekli ahengini bozan bir öğrenci için ne yapacağını şaşırır. Bir meslektaşı kendisine disipline ver diye tavsiyede bulunur. Öğretmen öğrenci için okul müdürlüğüne dilekçe verir. Disiplin kurulu öğrenciyi üç gün kısa süreli bir ceza ile tecziye eder.

Okul müdürü cezayı tebliğ etmek için öğrenciyi odasına çağırır: "Üç gün ceza aldın. Yarından itibaren okula üç gün gelmeyeceksin. Bundan sonra senin resmi hayatın bitti, bu cezadan dolayı asla devlette görev alamazsın" der ve öğrenciye cezasını tebliğ eder. Öğrenci okuldan çıkar, evine gider, yolda bir plan yapar. Morali de bozuktur. Kendi kendine: "Madem ki benim memuriyet hayatım hiç olmayacak, devlette görev alamayacağım, ben de benim hayatımı söndürenin hayatını söndüreyim, der. Babasının beylik tabancasını alır. Okul çıkışı okula gelir. Okulun dış kapısının önünde kendisini disipline veren öğretmenin boynuna tabancayı dayar ve bir el ateş eder. Öğretmen aynı anda yere yıkılır ve kurtarılamaz.

Sonunda 17 yaşında olan katil öğrenci 8 yıl ceza aldı. Hapishaneye gitti cezasını çekmek için. Öğretmen de bir çocuğunu geride bırakarak bir daha öğrencisi rahatsız etmeyecek şekilde mezara gitti.
***
2012 yılında bir okulda çalışırken okulumuza nakil bir öğrenci geldi. Geldiği ilk günde onu tüm okul öğrenci ve öğretmeniyle tanıdı. Kavga etmedik kimse kalmadı. Onun dersine giren öğretmen soluğu odamda alıyordu. Çocuk esmer vatandaşlardan idi. Kısa zamanda mahalle de tanıdı onu. Servisçi: "Hocam şunun verdiği para bana nasip olmasın" diye servis parasını okula bağışladı. Öğrenci bir teneffüs olmasa diğerinde hep odamda misafirimdi. Nasihat, uyarı, ikaz her yolu denedim. Ama nafile...Bu sefer diğer öğrencilere sıkı sıkıya tembihledim: İlişmeyin diye.

Bir gün cennetten çıkmadır dedim bir tokat attım. Okuldan kaçtı. Ertesi günü babasını çağırdım okula: Çocuğunuz için her yolu denedim, başarılı olamadım. Çocuğunuzu siz daha iyi tanırsınız, ne yapmamı, nasıl davranmamı istersiniz, dedim. Veli: "Hocam benim ne haddime size tavsiyede bulunmak, siz koskoca müdürsünüz" dedi, ayrıldı. Vukuat yine eksik değildi. Artık hareketli bir okulumuz olmuştu. Bir gün yine velisini çağırdım, bu sefer annesi geldi. Durumu izah ettim. Kadın: "Hocam, çocuğum problem olmaya problem, evin en küçüğü, evimiz kalabalık, her kafadan bir ses çıkar, biri döver, biri korur, evin yüzlü çocuğu. Geldiğim okulda da problemdi, herkes şikayetçi idi. Ben de şikayetçiyim çocuğumdan. Ama ben okuyup adam olsun istiyorum, bu çocuk okula gelmediği zaman ve herkes tarafından dışlandığı ve itildiği zaman hep kötülüğe bulaşacak, bunu topluma kazandırmak istiyorum..." dedi. Kadının bu konuşması hoşuma gitti.

Bir kaç defa kavga etti. Özür dilettim. Bazı zamanlarda bana söz ver bir daha yapmayacağına, diye söz almaya çalıştım. Bir kaç defa söz verdi. Sonradan söz de vermez oldu. Niye söz vermiyorsun bir daha yapmayacağına, dediğimde. "Ben söz veremem öğretmenim, çünkü söz verdiğim zaman sözümde duramıyorum" demeye başlamıştı.

Bir gün babasını okula çağırıp Psikiyatri bölümüne bir götürün dedim. Telefonla tıp fakültesinden randevu aldım. Pazartesi okula geldim. Hastanede olması gereken öğrenciyi randevu saatinde okulda gördüm. Yanıma çağırdım. Okula gelmişsin, hastaneye niye gitmedin, dedim. "Gitmedim öğretmenim, ben deli miyim?" dedi, uzaklaştı yanımdan, oynamaya daldı. Biz onu deli diye göndermemiştik ki... hareketliliğine doktorlar bir çözüm bulabilir miydi derdimiz. Ben zaten bu toplumda deliye rastlamadım ki. En zırdelimiz bile "Ben deli miyim" der. Kerata, yaramaz olduğu kadar sevimliydi de. Bir o kadar da zeki. Kavga gürültü etse de halen ayrıldığım okulda öğrenci. Okuldan atılsa potansiyel suç makinesi. Okulları en fazla uğraştıran kişiler bunlar. Genelde her okulda vardır bu şekil okulun altını üstüne getirenler.

Okul yönetimi bu tip çocukları farklı yöntemlerle okula fazla zarar vermeden mezun etmenin yoluna giderler. Hiç kimseye tahammül etmeyecek şekilde sabrederler. Bazen müellefeyi kulüp gibi davranır, bazen başkan yapar, bazen ödüllendirir, bazen de cezalandırır. Ama okulda tutmaya devam ederler. Çünkü çocuğu dışarı attığın zaman problem bitmiyor. Hatta daha büyük bir suçla karşına çıkabiliyor. Okulun sabretmesiyle mezun edilen öğrencilerin hem kötülük yapmalarının önüne geçilmiş, hem de mezun olduktan sonra topluma kazandırılmış olabiliyor. Okula sahip çıkanlar, mezun olduktan sonra okulu ziyaret edenler ve saygıda kusur etmeyenler genelde bu tiplerden çıkıyor.
***
Şerif Hüseyin Araplar tarafından sevilen biri. Osmanlı'ya karşı Arapları ayaklandırması için İngilizler tarafından kendisine çil çil altın verilir. Bu durumu bilen II. Abdulhamit, Şerif Hüseyin'i İstanbul'a davet eder. Onu Meclisi Mebusan'a alır. Ayrıca kalacağı bir ev verir ve bir araç tahsis eder. Hüseyin bir kaç defa affını isteyip Hicaz'a gitmek istediğini beyan etse de Padişah: "Bana burada lazımsın" diye bırakmaz.

Ne zaman ki II.Abdulhamit ha'l edilir, yerine İttihat ve Terakki başa geçer. İlk işleri Şerifi Hüseyin'in Hicaz'a gitmesine izin verirler. Hicaz'a giden Şerif, Osmanlı'ya karşı halkı ayaklanmaları için organize işine girer, Osmanlı'yı arkadan vuran grup, işte bu Şerif Hüseyin'in liderliğini yaptığı gruptu maalesef.
***
Elimizde kimin suç işleyip işlemeyeceğine dair tespit edecek bir alet yok. Musa ile birlikte yolculuk yapan -bizde Hızır ismiyle maruf- kişinin  yaptığı gibi "İleride anne babasına asi olacak" deyip öldürdüğü gibi öldürme imkanımız da yok. İnsanın olduğu yerde suç da potansiyel olarak bulunmaktadır.

Bir kaç tane anekdot anlattım. Niyetim suçlular  suç işlemeye ve toplum içerisinde elini kolunu sallaya sallaya gezip dolaşsınlar değildir. Devlet ve toplum mutlaka suçluyla mücadele etmelidir. Suçun çıkma ihtimali olan delikleri kapamalı, suçlunun yakasına yapışmalı, suç ve suçlulara karşı vatandaşını bilgilendirmeli ve uyarmalıdır. Kuracağı istihbaratı sayesinde ortaya çıkma ihtimali olan suçun örgütlü hale gelmeden tedbirini almalıdır. Bir taraftan suçluyla mücadele ederken diğer taraftan da suçluları topluma kazandırmak için çaba sarf etmeli, bu konuda projeler geliştirmelidir. Suç potansiyeli olanlara sakıncalı piyade muamelesi yaparak yakın takibe almalıdır. Hala eski yaptığı suyu işlemeye meylederse yakasına yapışmalıdır. Suçlu ile mücadele ederken ibreti alem için ele başlarına en ağır cezayı vermelidir. Sakıncalı gördüğü kişileri devletin kilit noktalarına ve üst birimlerine getirmemelidir. Bu tip kişileri rızık endişesi ile muhatap etmemelidir. Suça bulaşmasından dolayı kapı dışarı edilen kişilerin farklı yapılar tarafından el altından desteklenmeyeceğine dair elimizde bir veri yoktur. Bu kişiler el altından maddi destek gördüğü yapılar adına çalışmaya devam edebilirler. Destek alamasa da işinden olmuş, evine ekmek götüremeyen bir kişi: "Aç köpek fırın deler" misali başka suçlara yönelebilir. Çünkü kapı dışarı etmekle sorun çözülmüyor.

Nasıl ki okullarda yaramaz çocuklar okuyor ve bu çocuklar en az zararlı bir şekilde okullardan mezun edilme yoluna gidiliyorsa, suça bulanmış insanlar da maalesef bu toplumda yaşıyor. Bunları yeni suça itecek ortamlardan kaçınmada fayda vardır. Kendilerini ve ailesini geçindirebilecek asgari bir işte denetimli olarak çalıştırılmalarında hem devlet  hem de toplum için fayda olacağını düşünmekteyim. İş verdiğimiz böylelerine de aba altından sopa göstermeyi ihmal etmeyelim.

Bilelim ki, "Her suç işleyeni Allah yok etmiş olsaydı yeryüzünde canlı kalmazdı." Nedamet duyan, tövbe eden, özür dileyen insanlar varsa eğer, bunlara mutlaka şans verilmeli. Yoksa daha büyük toplumsal yaraların açılmasına zemin hazırlayabiliriz. Yazımı çok uzattım biliyorum. Ama yukarıda verdiğim örnekleri sonuçları itibariyle bir düşünelim. Ne demek istediğim daha iyi anlaşılabilir. 27/10/2016

Camilerimiz cazibe merkezi olmalıdır...

Son zamanlarda sanal alemde: "En iyi cemaat,  cami cemaatidir"  paylaşımları revaçta bugünlerde. Çünkü cemaat görünümlü  bazı yapılardan dilimiz yandı.  Bu olay bize gösterdi ki özellikle gizli ajandası olan ve merdiven altı olan yapılardan uzak durulmalı.

Cami cemaati denince benim aklıma; kimsenin kimseye karışmadığı, kimsenin kimseden haberinin olmadığı,  namazdan önce bir araya  gelen insanların sadece namazlarını kılmak için saf tuttukları,  safların düzgün olması için görevlinin her defasında uyarı yaptığı, namazdan önce ve sonrasında imamın cemaate,  cemaatin de imama karışmadığı bir ortam  gelir. Bazen de görevli ile namaza gelenler arasında uyuşmazlık olur,  birbirinin ayağını  çekmeye çalışır. Namazdan 10-15 dakika önce camilerimiz şenlenir,  namazdan sonra yeniden sessizliğe  bürünür o koskoca mabetler. Genelde başka bir amaç için kullanılmaz.

Peygamberimizin Medine'ye gidince ilk yaptığı Mescidi Nebi olduğunu biliriz. Bu mescit, namaz kılmanın ötesinde çoklu bir işleve sahipti: Her türlü istişarenin yapıldığı, oturup sohbet edildiği, uyunduğu, güreş tutulduğu... bir sosyal alandı. Şehrin nabzı orada atardı. Ya günümüzde ise; günde 5 vakit namazın kılındığı, toplamda iki saat açık tutulan garip yerler. Asla dünya kelamı konuşulmaz.

Camilere mutlaka işlerlik kazandırılması lazım. Buralar namaz kılmanın da ötesinde başka faaliyetlere açık tutulmalıdır. Yeniden sosyal alan haline getirilmelidir. Buralarda göreve başlayan din görevlisi mutlaka mahallesinde çok aktif olmalıdır. Ev ev gezerek adına bastırdığı kartvizitini verip: "Ben caminizde görev yapan/başlayan falan kimseyim. Tanışmak için geldim. Camimizde şu şu aktiviteler şu saatler arasında yapılmaktadır. Ben bir acı kahvenizi içmeye geldim. Namaz vakti dışında da sizi yerimizde görmek isteriz. Sizin şu yönünüz itibariyle faydalanmak isteriz..." gibi bir çalışma yapılmalıdır.

Caminin müştemilatında namaz vakti dışında çay içme, gazete okuma, dinen mubah görülen oyunların oynanabileceği müştemilat olmalıdır. Caminin etrafı piknik ve mesire yeri gibi olmalıdır. Namaz vakti dışında camiye gelen mahalle sakinlerinin din görevlilerini yerinde bulabileceği bir mesai belirlenmelidir. Görevlilere mutlaka resmi nikah kıyma yetkisi verilmelidir.

Cemaatin müdavimlerinden birinin başına bir şey geldiği zaman başta cami görevlisinin haberi olmalıdır. Görevlide cemaati bilgilendirmelidir. Hastalık, ameliyat, düğün ve cenaze durumları oluşturulacak mesaj sistemiyle tüm mahalle sakinlerine duyurulmalıdır. Mutlu ve üzüntülü durumlara cami cemaatinden katılım ve destek olmalıdır.

Camilerde cami veya diyanetin ihtiyaçları için kesinlikle sergi açılmamalıdır. Mahalle sakinlerine cami mütevelli heyeti tarafından belirlenen ve sakinlerine duyurulan aidat sistemi oluşturulmalıdır. Toplanan aidat,  komisyon marifetiyle şeffaf bir şekilde ihtiyaçlara harcanmalıdır.

Cami görevlisi muhitindeki cemaatinde daha fazla okumuş veya seviyesinde olan kişilerden seçilmelidir. Dini bilginin yanında iyi bir genel kültüre sahip olmalıdır. Muhitinin en sosyal ve en aktif insanı olmalıdır. Davranışlarıyla örnek, konuşmasında nazik olmalıdır. Dini anlatırken asli kaynakların dışına çıkmamalıdır. Özü sözü bir, sözü dinlenen biri olmalıdır. Cemaat nezdinde saygınlığı olmalıdır. Rutin vaaz ver nasihatlerin dışında mutlaka belirli periyotlarla ev ziyaretleri yapmalıdır. Adam adama markaj uygulamalıdır. Mahallesinden namaza gelsin veya gelmesin her evi mutlaka ziyaret etmelidir.

Hasılı camilerimiz farklı işlevlere büründürülmelidir. Cami görevlileri namaz kılmanın ötesinde bir misyona sahip olmalıdırlar. Camilerimiz cazibe merkezi haline gelmelidir. Mahallenin nabzı orada atmalıdır. 27/10/2016

26 Ekim 2016 Çarşamba

Kayıp eşekten son dakika


Kaybettiğim eşeği bulmak için uğradığım zor bir geçitte yetkililerle 2-3 dakika görüştüm. Çok da iyi davrandılar, sıcak bir sohbet oldu, hatta eşeğimle ilgili bazı sorular da sordular.

Hasılı Yetkililer: "Önceki eşeğin başkasına verildiğini, emsal eşeklerin çokça olduğunu ama eşeklerin önemli sahiplerinin olduğunu, benim mevcut göz önündeki eşeklere kapasitemin yetmeyeceğini; bana kenar, köşede, gözden ırak ve gönülden ırak bir yerde verebilecekleri bir eşeklerinin olduğunu, bu yaptıkları kıyağı da asla unutmamam gerektiğini, ayrıca bulunmaz Hint kumaşı olmadığımı, yerimi ve haddimi bilmem gerektiğini ve kendileri için iyi bir meze olduğumu lisan-i hal ile ifade ettiler.

Ben de "Kararınız mahşeri vicdanda karşılığını bulmuştur, eyvallah bundan sonra haddimi bilirim ayrıca bir delikten ikinci defa ısırılmamam gerektiğini de bana hatırlattınız" diyerek uykumdan uyandım. 26.10.2014

25 Ekim 2016 Salı

Atom parçalandı ama...

Ortaokulda okurken atom: "Maddenin en küçük yapı taşı" olarak tanımlanırdı. Bölünemez ve parçalanamaz denirdi. Günümüzde atomun parçalanabileceği de ifade edilmeye başlandı ve parçalandığı da doğrulandı.

Parçalanamaz ve bölünemez denilen atom bölündü bölünmeye. Ama parçalanamayan bir şeyimiz daha var. Kafamızdaki doğmalar, ön yargılar ve yanlış bilgiler.

Genelde mesleğin dışından olanlar öğretmenleri eleştirir. Bu çocuklara doğru olan niye anlatılmaz diye. Eskiden öğrenci bilginin kaynağı olarak sadece öğretmeni görürdü. Kafasına ilk bilgiyi öğretmen verirdi. Şimdilerde ise öğrenci bilgiyi ailesinden, sokaktan, mahallesinden, görsel ve yazılı medyadan ve sanal alemden öğrenerek geliyor. Bilgi doğruysa eyvallah! Ya öğrendiği bilgi yanlış ise yedi düveli bir araya getirsen öğrencinin kafasında oluşan yanlış bilgiyi düzeltemiyorsun. Çünkü öğrencinin bilgide önceliği öğretmen değil artık. Öğretmen ağzıyla kuş tutsa, doğruyu anlatmak için takla atsa öğrenciyi maalesef ikna edemiyor.

Atom, müspet bilimin konusu. genelde müspet bilimde farklı görüş pek yok. Ama dini konularda ise öğrendiğimiz ilk bilgiyi korumaya çalışıyoruz. Uzun süre direniyoruz. yeni bilgiye açılmıyoruz. Bir de ardında koca koca ana babalar var. Çocuğu ikna etsen, anne babayı nasıl ikna edeceksin. Sen söylüyorsun, çocuk eve gidip öğretmen böyle diyor deyince aile bu sefer: Öğretmenin verdiği bilginin yanlışlığını çocuğuna ispata çalışıyor ya da okula gelip görüşünü sorgular duruma geliyor. İyi de be kardeş, madem bu kadar biliyorsun,  yeni ve farklı fikre açık değilsin, o zaman ne diye çocuğun boşu boşuna ömür tüketiyor okulda. Bu zihniyete sahip anne ve babalar oldukça maalesef  öğretmenlerin özellikle dini alanda çok söyleyeceği bir şey yok. Sadece havanda su dövmüş olunur. 25/10/2016

Okul başkanlığı seçimleri

Ekim ayı okullarda öğrenci meclis başkanlığı seçimlerinin yapıldığı ay. Bugünlerde öğrencilerde bir heyecan baş gösterir. Aday olanlar, ona destek verenler, vaatler, propagandalar hız kazandı bile okullarda.

Tam derse kendini verdiğin esnada kapı çalınıp içeriye 3 öğrenci gelmişse bilin ki seçim çalışması var demektir. Dersin anası ağlatılıyor ama olsun, bu da demokrasinin bir cilvesi olsa gerek. Gelen her bir aday, yanında iki destekçisi ile birlikte kazanırsa neler neler yapacağını bir bir sıralıyor. Genelde vaatler uçuk-kaçık hep. Boyundan büyük vaatler birbirini izliyor. Aday önce neler yapacağını anlatıyor, ardından seçmeninden isteklerini soruyor. Kendinden emin bir şekilde cevaplar da veriyor daha küçücük dimağlar. Vaatler sıralanınca kalkan bir parmak: "Bunlar büyük masraf gerektiren yatırımlar. Bunları nasıl yapacaksın" diye bir soru soruyor. Aday: "Babamdan alacağım" diyor. Genelde tuvalet kapılarına kilit, WC'lere peçete, kaliteli sıvı sabun, okul basket ve voleybol file ve potalarını yenileme, sosyal etkinliklere ağırlık verme, sınıf içlerine öğrenci dolabı, pencere kilitlerini ve kapı kollarını değiştirme... vb vaatler genelde. Okul müdürünün kendi başına imkan bulamadığı bazı maliyetleri nasıl temin edecekler? Bunu da kazanacak adayların icraatlarında göreceğiz elbet.

Benim propaganda sürecinde adayların rahat tavırları ve kendilerine olan öz güvenleri. Takdire şayan gerçekten. Helal olsun yeni nesle. Vaat etme bakımından büyükleri pek aratmıyorlar. Daha küçük yaşta bunları bunları yapacağım diye boyundan büyük vaat veren bu yumurcaklar yarın büyüdükleri zaman neler vaat etmezler kim bilir?

Koridorda adayların kendini tanıtmak için hazırlamış oldukları afişlerin yırtılıp yere ve çöpe atıldığını görünce siyasetin kirliliğini daha iyi anlıyor insan. Siyasetin özünde mi var acaba kirlilik? Belki de iyi bir rehberlik yapılsa daha kötülüklere bulaşmamış kalbi temiz bu çocuklar daha iyi ve güzel bir propaganda süreci geçirebilirler.

Adayların bolluğu da dikkatimi çekti. Neredeyse her sınıfın bir adayı var. Tıpkı ülkemizde 100 civarında siyasi parti olduğu gibi. Yoksa çocuklar siyasette rantın olduğunu da mı biliyorlar?

Biz büyükler siyaseti düzgün ve temiz yapamadık, umarım bu küçükler daha temiz bir siyasete kapı aralar. Temiz siyaseti başlatanlar olur...25/10/2016

Kimler ilahiyat eğitimi almalıdır?

Bir büyüğüm : İmam Hatip Lisesini bitirenler ve İlahiyat fakültesini bitirenler dini kaynağından öğrenerek diğerlerine göre daha iyi bildiklerinden dolayı akıllarını kiraya vermezler.." demişti.

Zaman zaman ben de benzer kanaatleri taşırdım. Dini iyi bilen sorgular diye. Cemaatler ve özellikle FETÖ denilen yapı kolay kolay İlahiyatçıları içine alamaz. Çünkü her dediklerini yaptıramazlar diye düşünürdüm. 15 Temmuz itibariyle işin içinde olanlara şöyle bir göz attım. Hatırı sayılır türden ilahiyatçının işin içinde veya pasif destek verdiğini maalesef gözlemledim. Camiam adına üzüldüm gerçekten. Dini iyi bildiğini sandığım insanların nasıl savrulduğunu gördüm. Hatta bir çok yerde elebaşıları olduğuna şahit oldum. Dinini tam kaynağından öğrenmemiş, dini tedrisat verilen yerlerde okumamış insanların bu tuzaklara daha kolay düşebileceğini düşünürdüm de, bir ilahiyatçının hiç sorgulamadan, aklını kullanmadan böyle yapıların içerisinde olmasını bir türlü anlayamadım. İşin garibi halihazırda darbenin sivil ayağında bir numaralı sanık olarak gösterilen kişi de bir ilahiyatçı.

Ne diyeceğimi bilmiyorum gerçekten. Acınası bir durum. Bir gariplik var bu işin içinde. Bakıyorum bildiği dini kendinden emin bir şekilde kitlelere anlatacağı yerde bir başkasına stepne olmuş benim ilahiyatçı meslektaşım. Minnet borcunu ödüyor. Vay yazık, aldığı eğitime yazık! Dini iyi bildiklerini saydığım bu camianın bu derece savrulmasının nedenleri üzerinde iyi durmak lazım. Uzmanlarınca iyi araştırılmalıdır. Acizane bu konuda ya bu kişiler dini yeterince bilmeden mezun oldular, ya da genelde maddi imkanlardan yoksun kişilerin çocukları bu okullarda okuyorlar. Okurken maddi destek aldıkları cemaat, camia ve yapılara karşı bedel ödüyorlar. Bunun başka açıklaması olamaz.

FETÖ ile organik ve inorganik bağı olan bir meslektaşımla 15 Temmuz'dan 6 ay kadar önce konuşmuştum: "Niçin bu yapının içerisindesin. yanlışlık yapıyorlar, görüyorsun. Hala niye orada duruyorsun" dediğimde bana: "Ben onların yurtlarında kaldım, çok iyiliklerini gördüm, bunu inkar edemem" diye cevap vermişti.

Başkasından destek alarak okuyanlar asla kendileri olamazlar. Bu ülkede din eğitimi alanlardan başarı beklenecekse eğer, maddi yönden imkanları iyi olanların bu okullarda okumaları sağlanmalıdır. Maddi olarak bir başkasına el avuç açmayan biri kendinden emin bir şekilde okur, daha öz güven sahibi olur. Gelecek ve maddi kaygı taşımaz. Tıpkı Ebu Hanife gibi kimseye eyvallah demez. 25/10/2016

Memur sendikaları ne işe yarar?

Türkiye'de işçi sendikaları var. Bir zamanlar çok etkili idiler. Özellikle zamlarının konuşulduğu dönemlerde anlaşamazlarsa grev olacak şeklinde gündemimize gelirdi. İşçi temsilcileri hükümetlerle sıkı bir pazarlığa girer genelde istediklerini elde ederlerdi.

90'lardan sonra kamu sendikaları da kurulmaya başlandı. 50'ye yakın kamu görevlileri sendikası mevcut. Memur sendikalarında ip hükümetin elinde. İşçinin oturduğu gibi masaya oturamıyor kamu sendika temsilcileri. Hükümetin verdiğiyle yetinmek zorunda kalıyorlar çoğu zaman.

Üye sayısı fazla olan 3-4 sendika var. Ne yaptıklarını hep merak etmişimdir. En fazla üyeye sahip olan memurlar adına pazarlığa oturuyor iki yılda bir. Bizde garip olan üyelerin aidatını da devlet öder. Toplanan paralar nereye gider, ne yapılır, nerede harcanır? Bunu ancak sendika yönetiminde olanlar bilir. Üyeler de sormaz zaten bu paralar nereye gitti diye. Çünkü kimsenin cebinden bir şey çıkmaz.

Sendikaların çok bir ağırlığı yok. Her bir sendika en fazla üyeye sahip olmak için çabalar durur. Temsilciler kurum, kuruluş dolaşır durur. Her bir sendika mutlaka bir siyasi parti ile irtibatlıdır. Bağı olan sendika iktidara gelmişse keyfine diyecek yoktur, böylece kısa bir zamanda en fazla üyeye sahip olur. Masalarda sendikasını ve diğer memurları temsil etmeye başlar.

Genelde iktidardaki parti ile uyum içerisinde çalışır. Kendi üyelerini yönetici kademelerine getirmeye çalışır. Hakkaniyet ve ehliyete burada pek dikkat edilmez. Üye sayısı az olan sendika bu duruma isyan eder durur. Her çıkan yönetmelikte soluğu mahkemelerde alır, bu haksızlık diye. İktidardaki sendika ise işini yaptırmaya devam eder. Ne zaman ki sendikanın yakın olduğu iktidar muhalefete düşerse sendika da en fazla üyeyi kaybeder. Öbür gelen partinin sendikası bu sefer en fazla üyeye sahip olur. O da daha önce karşı çıktığı yönetmeliklere göre kendi adamlarını bir yerlere yerleştirmeye çalışır. Dün sesini çıkarmayan sendika da soluğu mahkemede alır.

Bizdeki sendikacılık bu şekilde devam eder gider. Halinden memnun olanlar yönetimde olanlar ve bir yerlere gelenlerdir. Makam, mevkiler bunlar arasında dolaşır durur. Üye aidatlarından da bunlar faydalanır. Onlar istediği şekilde usulüne uydurarak harcamaya devam eder. Sendika yönetiminde dura dura çevresinde tanınır, bir müddet sonra milletvekilliğine çıkar.

Üye sayısı fazla olan sendika yeni üye için pek dolaşmaz. Nasılsa kendi partisi iktidarda olduğu müddetçe kendisi ve sendikası zirvede olmaya devam edecektir. Muhalefette olan sendika ise kapı kapı dolaşır. Hem yeni üye kazanmak hem de eski üyeleri korumak için. Zirvede olan sendikanın burnu havadadır. Çünkü üye zaten oturduğu yerde gelmektedir. Ayrıca çalışmasına gerek yoktur.

Hasılı bizim ülkemizde yapılan sendikacılık sarı sendikacılıktır. Herhangi bir şey üretmez. Kendi üyelerinin sırtına basarak devletten aldığı aidatlarla beraber bazıları makam, mevkiye sahip olur. Şan ve şöhrete kavuşur. Üye sayısı arttıkça kendi başarısı sanır... 25.10.2016

Dinin muhabbetini seviyoruz...

Sizi bilmem  ama ben nasıl bir dine  inandığımızı bir türlü çözemedim gitti. Özden ziyade dinin  teferruatıyla uğraşıyoruz gibi geldi bana.

Sorumluluk vermeyen bir dine inanıyoruz sanki.  Durmadan tartışıyoruz "Kıyametin  alametleri  var mı,  yok mu? İsa gelecek mi,  Mehdi kimdir. . ." gibi konulara giriyoruz.  Kıyametin alametleri vardır,  şunlardır diyenler eleştiriliyor, yoktur diyenler de...  Aslında var desek de bize faydası yok,  yok desek de. Konuştuğumuz  bu tür konular ne imanî bir meseledir,  ne ibadet konusuna girer,  ne de ahlaki bir konuya  taalluk ediyor. Yaptığımız  sadece var-yok tartışması. Tartışanların  hiçbiri de doğruyu bulmak için tartışmıyor. Amaç karşı tarafı  alt etmektir,  vakit geçirmedir. Bu konuda hadisler var diyenler bir tarafta, diğer tarafta ise adı geçen hadisler mevzu diyenler. Sonucunda da biri diğerine gelenekçi, diğeri de öbürünü hadis düşmanı olarak görmeye başlıyor. Aslında dini yaşamaktan ziyade muhabbetini seviyoruz. Yaptığımız her bir muhabbet, sonucunda da kırgınlıklara sebebiyet vermektedir. Ne işin uzmanları bu konuda doyurucu açıklama yapıyor, ne de yetkililer. Konuşanlar ve dinler görünenler körler ve sağırlara oynuyor.

2000 öncesi Hayrettin Karaman bir gazetede iki gün boyunca İsa-Mesih'in geleceğini yazdı. Yazıdan bir-kaç gün sonra içlerinde Hayrettin Hoca'nın da olduğu bir kaç tane bilim adamını İsa-Mesih konusunu tartışmak için bir TV programında izledim. Konuşmacılar Hayrettin Karaman'a: "Hocam siz İsa-Mesih'in geleceğini yazdınız, nasıl böyle bir şeyi söylersiniz" dediler. Hayrettin Hoca: "Ben de gelmeyeceğini biliyorum. Doğrusu da bu. Ben kültürümüze girmiş İsa-Mesih olayını anlattım. Bu konudaki hadislerin zayıf ve mevzu olduğunu söylüyorum. Kültürümüze girmiş olan bu İsa-Mesih konusu yazıla, çizile tevatür derecesine ulaşmıştır.." şeklinde bir açıklama getirdi yazdığı yazılara.

Türkiye'de din konusunda uzman olduğunu düşünüyorum Sayın Karaman'ın. Konuşmasında İsa-Mesih diye birinin gelmeyeceğini belirtiyor. Şimdi Hayrettin Hoca, hadisleri inkar mı ediyor? İnkar ettiği falan yok. O zaman kafamızda oluşturduğumuz mehdi, Mesih düşüncesinden kurtulmak lazım. Yok, geleceğine inanıyorsanız saygı duyarım. Ama aynı saygının 'gelmeyecek' diyenlere de gösterilmesini istiyorum.

Kıyamet bir defa gaybi bir konudur. Yani gelecek bilgisini ifade eder. Kur'an'da kaç defa Allah, peygamber diliyle: "Ben gaybı bilmem...ben de sizin gibi bir insanım" derken bize ne oluyor da gelecek bilgisini peygambere söyletiyoruz. Kur'an'da kıyametin kopuş sahnelerinden kesitler görürüz farklı ayetlerde. Aniden ve ansızın  olacağını, habersiz olacağını ifade etmektedir. Aniden-ansızın olacak olan kopuşun alameti olur mu Allah aşkına! Kıyameti Allah'tan başka kimsenin bilmeyeceği belirtiliyor. Ne peygamber ne de melek...kimse bilmiyor. Kıyametin şartları oluşmuştur deniyor ayette. Nedense gizemli hayatı, gaybi konuları konuşmayı seviyoruz. Herkes neye inanacağını kendisi bilir. Ama hiç kimse "Gaybı bilmiyorum" diyen Hz Muhammed'i, gelecek bilgisi olan kıyametin alametlerini söyletmeye alet edemez. Bu, bize faydası olmayan netameli konunun mutlaka vuzuha kavuşturulması gerekiyor.

Ehli, bu konuları konuşmadıkça: "Ben mehdiyim, İsa-Mesih'im..." diyen insanlarla muhatap olacağız daha çok. Bu şekil din tacirleri her devirde çıkmaya, arkasından binleri sürüklemeye çalışacaktır. Aklımızı başımıza alalım. Başka kültürlerden bizim kültürlerimize gelen düşünceleri din diye insanlara anlatıp onları aldatmayalım.

Nasıl ki depremler önceden bilinemiyorsa kıyametin de ne zaman kopacağı asla bilinemez. Kıyametin ne şekilde olacağını merak ediyorsak beklenen saatin bir provası olan depremlere bir göz atalım.

Eğer dinimizi seviyor, onun dediği gibi yaşamak istiyor ve ahiret hayatının mutlaka olacağına inanıyorsak -ki inanıyoruz- kitap ve sünnet çerçevesinde ahiretimize azık hazırlamaya bakalım. Biz gelecekte olacak olan şeylerden sorumlu değiliz. Zaten öldük mü bizim için kıyamet kopmuş demektir. 25/10/2016



24 Ekim 2016 Pazartesi

Helal olsun be sana! *

Görsel ve yazılı medyada: "Alaplı'da cami imamının camiye geldiği esnada 'Telefonu şarj ettik. Hakkınızı helal edin' şeklinde camiye bir not  ve üzerinde de 1 lira şarj ücretinin bırakıldığı' haberleri yer aldı. Alaplı nerenin ilçesi diye araştırırken Zonguldak'a bağlı olduğunu ve bu olayın bir benzerinin de mayıs ayında Bodrum'da yine bir camide benzeri bir notla birlikte yanına da bozuk paraların bırakıldığını öğrenmiş oldum. 

Duyduğum haberler hep içimi kararttığı için nice zamandır haberleri de izlemez olmuştum. Son zamanlarda duyduğum en güzel haberlerden biri idi. Bu küçük olayın haberlere konu olması özlemini duyduğumuz güzel bir davranış olduğu içindir mutlaka. Konulan paranın bir değeri yok, şarj edilen telefon için tüketilen elektriğin de bir kıymeti harbiyesi yok. Belki de haber konusu  bile olmaması gerekirdi. Ama değerlerimizin kaybedilmeye yüz tuttuğu, helal ve haramın gözetilmediği günümüzde, mayamızda var olan temiz duyguların nadir de olsa ortaya çıkıyor olması sevindiriyor bizi gerçekten. Aslında yabancısı olmadığımız bir zihniyetti bu. Hatta çoğumuz: "Ecdadımız savaşa giderken yediği üzümün parasını asmaya iliştirirdi. Savaşların kazanılmasında işte bu zihniyet vardır" şeklinde büyüklerimizin anlattığı enstantane ile büyüdük. Çok eski zamanların bu davranışını anlatır dururduk hep. Artık günümüzde bu duyarlılığa sahip insanları da işitir olduk. İnşallah sayısı artar. Bizden sonraki nesil de asrımızdaki bu duyarlılığı anlatır çocuklarına.

Burkina Faso'da görev yapan bir arkadaşımız, "Bizim İslam'ımız ne işe yarar?" başlıklı yazısında 'Katolik iken Müslümanlığı seçen birine:  Niçin Müslüman oldun? Seni İslam’a yaklaştıran sebep neydi? diye bir soru sordurduğunu ve  şu cevabı aldığını ifade etmiştir: "Ben bir işyerinde çalışıyorum. Orada çalışan dört Müslüman arkadaşım var. Onların dürüstlüğü, güveni, çalışkanlıkları beni İslam’a yaklaştırdı. Aslında onlar benim Müslüman olmam için çok özel bir çağrıda bulunmadılar. Tamamen benim isteğim bu... Ama beni İslam’a çağıran asıl şey, onların hayatı ve yaşamı oldu.” Dürüstlük ve güven İslam’ın olmazsa olmaz nişanesidir. Yaşadıkları İslam ile etrafına örnek olan bu şekil isimsiz kahramanlardan Allah razı olsun.

Nice zamandır kaybettiğimiz yitiğimizdir bu değerler. Bu değerleri ne yaşayabiliyor ne de terk edebiliyorduk. İyi olduğunu bilmemize rağmen vicdanımızın sesine kulak vermeden hatta onu bastırarak "Uydum kalabalığa" diyorduk. Bu milletin fıtratı bozulmadı, mayası da temiz. Teoride doğru olduğunu bildiğimiz ama pratikten çıkardığımız duygularımız ve değerlerimiz bizim. Ne zaman ki bildiğimiz güzel doğruları pratikle buluşturabilir isek bu milleti ve bu milletin inancının yükselişini kimse durduramaz. Her şeyden önce ahlaki yozlaşmadan ve dezenformasyondan kurtulmamız lazım. Ne zaman 'kal ehli' olmaktan çıkıp 'hal ehli' olursak, bize ve bizim zihniyetimize düşman olanları bile kazanabiliriz.

Hepimizin iyi ve güzel bildiği bu güzel hasletlerden niçin uzaklaştık, yeniden nasıl kazanabiliriz diye kafa yormamızın zamanı geldi ve çoktan geçiyor bile. Zararın neresinden dönersek kardır. Asmaya yediği üzümün karşılığını koyma olayının ve kendisine ait olmayan bir yerde habersizce şarj ettiği telefonunun ücretini bırakma ve helallik dileme olaylarının vakayi adiyeden olması gerekiyor artık. Toplumun büyük-küçük tüm katmanlarına yayılmalı. Bunun için tedbirler alınmalı. İşin uzmanları bunun üzerine kafa yormalı. Çözüm yolları ortaya konulmalı. Aslında biz büyükler iyi örnek olsak helal-haram konusunda duyarlı olsak ardımızdan gelen nesil de iyi olur. Çünkü üzüm üzüme baka baka kararır.

Bunun için -kanaatimce- biz büyükler değerlerimiz konusunda küçüklere yaşantımızla örnek olmalıyız. Her şeyden önce beynini sadece bilgiyle yüklediğimiz küçük dimağları yarış atı gibi yarıştıran sınav sisteminden vazgeçmemiz ve davranış bilimi üzerine yoğunlaşmamış gerekiyor. Onlara, evde başlayıp okulda sürecek ve hayat boyu devam ettirecek şekilde daha okumayı öğrenmeden ‘Paylaşmayı, sosyalleşmeyi, yerleri kirletmemeyi, başkasının malına el uzatmamayı, başkasına zarar vermemeyi... zerk etmemiz gerekecek. Gelecek kaygısı güdülen bir eğitim sistemi sadece canavar yetiştirir... 24/10/2016

26/10/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde "Helal olsun be sana!" başlığıyla yayımlanmıştır.







Ne kadar çok maşamız varmış meğer...

Bize karşı kötü emel besleyenler hiç ellerini Türkiye’den çekmediler. İstiyorlar ki; onların emirlerinden çıkmayalım, hep onların dediğini yapalım, kendimize gelmeyelim.

Elimizi, ayağımızı bağlamışlar. Ağzımızı kapatmışlar. Harekat alanımızı daraltmışlar. Düşünmemize bile fırsat vermiyorlar.

Her şeyden geçtik…nefes almamızı bile istemiyorlar artık. Yememiz ve içmemiz için her bir yeni güne kan ve gözyaşıyla uyanıyoruz. Emperyalizm çok aşama katetti.  Eskiden beğenmediği ülkeyi topuyla, tüfeğiyle işgal ederdi. Bu şekil işgal çok masraflı geldiği için Batı bundan vazgeçti. İçimizden devşirdikleri yerli işbirlikçileriyle yapıyorlar artık işgallerini.

İçimizdeki maşaları koruyup kolluyorlar, onlara her türlü imkanı sağlıyorlar. Belirli bir kıvama geldiği zaman beslemeleri ortaya çıkıyor. Her yeri kan gölü haline çevirebiliyor.

Sömürgeciler nerede isterlerse diledikleri kadar maşa bulabiliyorlar. Hem de  aynı havayı teneffüs ettiği soydaş ve dindaşlarına silahları döndürebiliyorlar. Bu insanoğlu ne zaman akıllanacak, ne zaman kendini kullandırmayı bırakacak, kendi olacak?

Yazıklar olsun! Kendini maşa olarak kullandıranlara... Yeryüzünde yaşadığı müddetçe yüzleri gülmesin. Öbür dünyada ise cezanın beterini çeksinler ebediyyen... 20/07/2016

Bu iki ayak ne için var?

Ekseriyetimizin bedenini ve uzuvlarını kullanmadığı bir devri yaşıyoruz. İşimizi ya teknoloji yapıyor, ya da teknolojinin nimetlerinden yararlanarak yapıyoruz. Sonucunda da tembel, üşengeç, rahatına düşkün, rahatından ödün vermeyen bir vücut yapımız ve onun akıl hocası beynimiz var. Konuşma ve laklak yapmaya daha fazla vakit buluyoruz artık.

Teknoloji,  külfet ve sıkıntıyı da beraberinde getirdi. Cadde, sokaklar, yollar, evlerin önü  araba yığınıyla dolu. Gidip-geldiğimiz her yere vasıtayla gidip geliyoruz. Ayaklar vasıta olmaktan çıktı. Yürümüyoruz. Kısa mesafeler uzak gelmeye başladı. Direksiyondan aşağıya inmiyoruz. Ekmek almaya bile arabayı kullanıyoruz. Wc ihtiyacımızı gidermek için bile eğer insanlık yol yaparsa oraya da araçla gireceğiz bu gidişle.

Çarşıya çıktığın zaman adım attığın yer araba dolu. Park yasağı olan yerlerde ve yayaların yürüyeceği yerlerde bile araç dolu. Çoğu zaman yollar kilitleniyor araç yoğunluğundan dolayı.

Eskiden zaruri ihtiyaçlarımızda kullanırız diye bir tane alınıp evin önünde dururdu. Şimdilerde neredeyse 18 yaşını doldurmuş kişi sayısında bir evde araç olmaya başlandı. Herkes işine gücüne tek başına aracıyla gitmeye başladı. Toprak yüzü görmeyen vücudumuz neredeyse dokunanı çarpacak, içimizdeki elektrikten dolayı.

Yürüyüş yapmayı tavsiye ederdi doktorlar sağlığımız için. Şimdi  belediyelerin yaptığı parkların kenarındaki yürüyüş parkurlarında az sayıda yürüyüş yapanlar var. Çoğu da kilo sorunundan dolayı.

İşimize de gecikiyoruz. Çünkü arabamıza güvenerek son ana kadar bekliyoruz. Zamanında çıkamıyoruz evlerimizden. Aracıyla işine gelmeyenler garipsenir oldu.

Rahatımıza düşkünlüğümüzden dolayı hem sağlıklı yaşayamıyoruz, hem yolları kalabalıklaştırıyoruz. Park edilen araçlardan dolayı görüntüyü çirkinleştiriyoruz, yolları daraltıyoruz. Tek başına yaptığımız yolculuktan dolayı giden milli serveti hesaba katmıyoruz.

Bu kadar araçla içli dışlı olan bizler bir gün herhangi bir nedenle arabasız kalsak ne yaparız ki!...Bari bu ayakları kullanmıyoruz, ihtiyacı olan birine vermeye ne dersiniz?  24/10/2016



23 Ekim 2016 Pazar

Doğuştan yorgun olanlar

Günlük hayatta çeşit çeşit insanlarla karşılaşırsınız. Bu da doğaldır. Çünkü Allah insanları farklı farklı yaratmıştır. Hepsine eyvallah! Ama bir tip vardır ki gördükçe hayret edersiniz. Ben bu tiplere doğuştan yorgun tipler diyorum. Ben özelliklerini söyleyeyim. Siz ne isim verirseniz verin.

Yaptığı işi gözünde büyütür. Kendi yaptığı işi dünyanın en önemli ve en zor işi olarak görür. İşini gözünde büyüttükçe hayatı kendisine ve çevresine zindan eder. Ne kendisini mutlu eder ne de etrafını. Ne kendi güler ne de çevresi. Yaptığı işin zorluğuna kendisini inandırmıştır. Sırada diğer insanlar vardır ikna edeceği. Onları ikna edince biraz keyfi yerine gelir. Çünkü bu durumda kimse ona iş vermez, iş yapması beklenmez. Hep kendisine yardım edilmesini bekler. Kendisi bir başkasına asla sadra şifa olmaz. Çünkü zaten derdi başından aşkındır. Herkesin yaptığı işler ona dağ gibi gelir: Ütü yapması bir derttir, yemek yapması zaten bir meşakkattir. İşe gitmesi ayrı bir dert, işten gelmesi sıkıntı. Yürümesi bir sorun, çocuğu varsa ona bakması, uyutması, bezini değiştirmesi, giydirmesi...vs mübarek sanki bu dünyaya iş yapmaya gelmiş. Şu dünyada iş yapması olmasa aslında yaşanacak alemdir ona göre. gezecek, tozacak, oturup kalkacak. Yiyeceği lokmayı da biri bölüp parçalasa, ağzına verse, aldığı nefesi bir başkası alıverse aliyyül a'la olur aslında.

İş yapmaya gönlü yoktur böylelerinin. Aslında maharetlidir. Daha şu şu işleri yapacağım diye sayar durur. Kafasında sayıncaya kadar kalkıp yapıverse problem gidecek. Ama sorun beyinde bitirmekte. Tembel, üşengeç ve rahatına düşkün olduğu için hep kaçak güreşir. Böylelerinin beyni yorgun aslında. Beyin nakli imkanı olsa da bu tiplerin beyinlerini değiştirmekle işe başlamak lazım.

Konya'ya nakil geldiğim yıl kafamı sokacak bir ev nasip olmuştu. Doğal gaz döşenmesi için apartmana öncülük yapmak istedim. Sakinlerden çoğunluğu kiracı idi. Yönetici olmamama rağmen Konya'nın değişik yerlerinde ikamet eden ev sahiplerine ulaştım, durumu izah ettim. Bir tanesine ulaşamadım, evi nerede onu da bilmiyordum. Kiracısına ev sahibi ile görüştür dedim bir kaç defa. Bugün, yarın derken uzadı iyice. Sonunda kadına dedim: Kardeş, şu ev sahibinin adresini ver, bir görüşeyim dedin. Bana: "Kirayı yeni verdim, diğer aya kadar gidemem, öbür ay söyleyeyim" dedi. Telefonunu ver dedim. Telefonu bende yok dedi. Adresini ver dedim. Adresini de bilmiyorum dedi. Evini tarif ediver, ben gidip geleyim dedim. Evi uzak dedi. uzak olsun. Allah rızası için ne olur evini söyle dedim. Nihayet evi tarih etti. Apartmanımla ev sahibinin oturduğu apartmanın arası inanın 150 metre yoktu. Aynı sitenin farklı binasındaymış. bana göre 150 metre çok yakın bir mesafeydi ama kadına göre çok çok uzak bir mesafeydi anlaşılan. Kadın göründüğü kadar çok kötü niyetli biri değil. Yalan söyleyecek kapasitesi bile yok. Demek ki o 150 metrelik mesafe ona dağ gibi geliyordu.

Ruhen ve bedenen yorgun olan bu tiplerin samimi olduklarına inanıyorum. İşim çok diye korktukları kendi beyinlerinde oluşturdukları içinden çıkılmaz algıdan ibarettir. İşleri zor gerçekten. Tedavisi de olacağını sanmıyorum. Allah bunlara yardım etsin. 23/10/2016

Kazalarda soğukkanlı olabilmek

2000 öncesi idi sanırım. "B" sınıfı bir ehliyet almak için müracaat etmiştim. Bizden öncekilerin ehliyetleri eve teslim yapılırken ilk defa bizde kurs zorunluluğu getirildi. O kadar ciddiye alındı ki İlçe milli eğitim müdürü hafta sonu kurs merkezine gelerek bizzat kendisi yoklama alıyordu.

Kurs sahibi ve kurs öğreticilerinin iki sözlerinden biri "Bu sınavda asla yardım edilmeyecek, sınavdan kalabilirsiniz" şeklinde aba altından sopa gösteriyorlardı. Arabam yok, illaki ehliyetim olacak diye bir iddiam yoktu, ama görev yaptığım okulda dersine girdiğim bir öğrenci de vardı kursiyer olarak. Sınavı geçemesem öğrencimin yanında mahcup olmak da vardı. hele bir de okula gelip "Hocamız geçemedi, ben geçtim" derse yandın oğlum Ramazan dedim. Sürücü kursunun verdiği kitaba iyi bir çalıştım mecburiyet karşısında.

Sınav günü geldi çattı. Sınavı yaptım çıkacağım zaman cevaplar söylenmeye başladı. Oturdum, seçeneklerimi kontrol ettim. Bir seçeneğin dışında bütün seçenekler doğru idi. Söylediğiniz ilk sorunun cevabı yanlış, "B" değil, "C" olacak dedim. "Ben ne bileyim kardeşim, bana verilen seçenekler bunlar" dedi başımızdaki gözetmen. Yaptığım seçenekleri hiç düzeltmeden cevap anahtarını verip çıktım. Trafik ve İlk Yardım dersinden  100 almıştım, Sağlık Bilgisi sanırım 98, Motor ise 92-94 idi sanırım. Yazılıyı geçtim, en azından öğrencimin yanında mahcup olmamıştım.

Direksiyon sınavına hazırlamak için araba sürmeyi bilmeyen benim gibi 3-4 kişi vardı. Kurs merkezi bizi trafik eğitiminin yapıldığı piste götürerek arabayı kaldırmayı, belli bir süre götürmeyi ve durdurmayı öğretti.

Direksiyon pistine gitmek için kurs merkezine gittim. Benimle beraber aynı araca bizi sınav yapacaklar da bindi. Sessiz bir şekilde ilerliyoruz. Hem sessizliği bozayım, hem de şaka yapayım diye aracı süren kurs sahibine: "Direksiyon hangisi idi" diye  sordum. şakadan anlayanın  hali başka: "Unuttun mu hocam, işte şu" diyerek vitesi gösterdi. Yanımızdakilerin ciddiyetine rağmen kurs sahibiyle gülüştük.

Heyecanla piste vardık. Biz varırken çoğu polis nezaretinde önce gelenler imzasını atıp gidiyorlardı. Polisler bana da "İmzanı at" dedi. Tam imzamı atacağım zaman aynı araçla geldiklerimden biri: "Daha araba sürmeyi bilmeyenler var, nereye gidersiniz" diye itiraz etti. Bu ses oradaki herkeste bir soğuk duş etkisi yaptı. Kimse ne diyeceğini bilemedi. Polis: "Giden gitti" diyebildi. Ben benimle beraber gelen sonradan bizi sınav yapacak kişiler olduğunu öğrendiğim kişilere dönüp: "Sizin kastettiğiniz kişi galiba benim, buyurun aracıma, süreyim" dedim. hazır bekliyorlarmış, araca bindiler. Sür dedikleri yere kadar sürdüm. Sonra geri geldim. "Yeter mi" dedim. "Tamam" dediler, sonra arabayı park edip imzamı attım ve oradan ayrıldım. Bir kaç ay sonra gerekli evrakı hazırlayarak ehliyetimi alabildim. Arabam yoktu ama bir gün nasip olur inşallah dedim kendi kendime.

Niyetim ehliyeti nasıl aldığım değildi. Sağlık Bilgisi dersini bir eczacı veriyordu kurs merkezinde. "Kaza anında soğukkanlı olmak lazım, panik olmamalı..." şeklinde dersini işlerken parmak kaldırdım: "İyi de hocam kaza olduğu zaman soğukkanlı olmayı bizim toplum pek kabullenmez. üzüldüğümüzü belli etmek için mutlaka iki elimizi dizlerimize vurup bir o yana bir bu yana koşmamız lazım, yoksa bizi ayıplarlar" demiştim. Bu vesileyle ölümüne derse gelen kursiyerler biraz gülümsemişlerdi.  Hoca da hak verip: "Maalesef bizde öyle, ellerini yana vurmazsan üzülmüyor" muamelesi görürsün, demişti.

21/10/2016 günü okuldan geldikten sonra evde abdestimi alıp camiye gitmek için evden hareketlendiğimde ani fren yapan bir araç sesini duyunca, kaza oldu sanırım dedim. Caddeye çıktığımda kalabalığı görünce kaza olduğunu anladım. yanlarına vardığım zaman ambulans da gelmişti bu arada. İhtiyar bir amcaya vurmuştu bir taksi. Amcanın bastonu kırılmış, kendisi ise bastonunu da bırakmamış yerde oturuyordu sersem bir şekilde. Bir evden bir hanımefendi bir bardak su getirdi. Amca suyu içti. Bu arada oğlu olduğunu sonradan anladığım amcanın evladı geldi. Anlaşılan telefon açılmıştı kendisine. Babasına: Nasıl oldu, geçmiş olsun, ağrıyan ve sızlayan bir yerin var mı" demeden, "Sana kim vurdu" dedi. İhtiyar amca, elinden bırakmadığı kırık bastonuyla vuranı işaret etti. Oğlu hemen adama yöneldi, yakasından tuttu, bir kaç el salladı. Bekleşenler neye uğradığını şaşırdı, kısa bir duraklamadan sonra kazayı gören birkaç kişi araya girip kavganın büyümesine engel oldu. Bir kaç yumruk yiyen sürücü ise: "Arkadaş ben kaçtım mı sanki" diyebildi. Uzaklaştırılan babanın evladı ise: "Daha sana göstereceğim" diye elini sallıyordu durmadan.

Kalabalık durmaya devam ederken camiye doğru yöneldim. Kazazedenin evladının yaptığını görünce 15-20 önce ehliyet kursunda Sağlık hocasının: "Soğukkanlı olmak lazım" sözü aklıma geldi. Hata sürücü de miydi, yoksa görünüşünden yürümekte zorlanan amca da mı idi bilmem. Ama olan olmuş, şükür ölen yok. Herkes ayakta. Böyle bir durumda oğlu yangına körükle gitmeye devam ediyor. Güya babasını korumuş olacak. Madem bu kadar babanı düşünüyorsun, bu yaşlı amcayı kendi başına camiye niye gönderdin, yanında ya da peşi sıra niye gitmedin dedim kendi kendime camiye girerken. Nedense sorunlarımızı şiddet uygulamadan halledemiyoruz. Ufacık bir kaza, büyük yaralar açabilirdi.

Her birimizin bu şekilde veya daha büyük kazalara sebebiyet verebiliriz. Bu tür durumlarda Sağlık hocamızın dediği gibi "Soğukkanlı olmak" lazım vesselam!.. 23/10/2016

Kıssadan hisse...Arpa ve saman*


Eski Ramazanlardan birinde iki arkadaş adet olduğu üzere Anadolu köylerine ramazan hocalığı yapmaya çıktılar. Rahat birer köy bulmak için yollarına devam ederken bir akşam vakti yolları üzerindeki bir köyde misafir oldular. 

Ev sahibi köylü irfan sahibi, umur görmüş biriydi iki arkadaş akşam namazı yaklaştığı için, hazırlanmak istediler. Biri abdest almak için dışarı çıktı. Ev sahibi köylü içeride kalana sordu. Arkadaşının tahsili, terbiyesi yeterli midir. Kur'an'ı iyi okur mu, tefsir ve hadis öğrenmiş midir? Odada kalan cevap verdi. Yok canım, ne tahsil ve terbiyesi, ne ilmi? Eşeğin biridir, bir şeyden anlamaz biraz şarlatandır, ona güveniyor. 

Bu arada dışarı çıkan içeri girdi ve içerideki dışarı çıktı Köylü içeri girene de arkadaşı için aynı soruyu sordu O da arkadaşı için şöyle dedi. Sığırın biridir İlim ve edepten hiç nasip almamıştır İstanbul'da boşuna kaldırım çiğnemiştir. 

İki arkadaşın hazırlanması bitince birlikte akşam namazı kıldılar. Namazdan sonra ev sahibi akşam yemeği getirdi ve iki arkadaşı sofraya buyur etti. Sofrada ağzı kapalı üç tabak yemek vardı. Ev sahibi bunlardan ikisini birer tane önlerine, diğerini de kendi önüne koydu. "Haydi buyurun" deyince herkes önündeki tabağı açtı. İki arkadaştan birinin tabağında arpa diğerinin tabağında saman vardı. Ev sahibi köylünün tabağında ise nefis bir tas kebabı bulunuyordu iki arkadaş şaşırdılar, kızarıp bozardılar. Ev sahibi onların bir şey söylemesine fırsat bırakmadan durumu aydınlatmaya başladı. Önce önünde arpa olana dönüp şöyle dedi.  Arkadaşın senin için eşeğin biridir dedi. Bunun için sana arpa koydurdum. Çünkü bir kimseyi en iyi arkadaşı tanır. Kişiyi arkadaşından sorarlar. Sonra önünde saman olana döndü. Senin için de arkadaşın "sığırdır" dedi. En iyi sığır yiyeceği saman olduğu için senin tabağına da saman koydurdum.

 Buyurun, afiyet olsun, dedi.

*Hikayeden çıkardığım sonuç; bir evde misafir olduğumda lavaboya çıkmamak. 23/10/2014

"...Nerede o eski öğretmenler..."

Eğitimde sorunumuzun olduğu herkesin malumu. Bunda hemfikiriz. Bir yerde sorun varsa sorunu çözmekten ziyade bir yılan başı ararız. Bulduk mu vururuz abalıya. Keyfimize diyecek olmaz o zaman. Bu şekilde sorunu çözmüş gibi oluruz.

Gözlemlerime göre bakanlık, yetkililer, veli, öğrenci ve halk nezdinde sorun olarak öğretmen görünmektedir. Herkesin ortak algısı, eskiye oranla maddi ve manevi imkanlar var. Okumaya önem veriyor herkes. Kimse eğitimde tasarruf yoluna gitmiyor. Bunca imkanın sağlandığı eğitimde beklenen başarı bir türlü gelmiyor. Eskiden kıt imkanlarla başarı geliyordu da şimdi gelmiyorsa o zaman geriye kim kalıyor? O zaman öğretmenler yetersiz... şeklinde ardı arkası kesilmeyen eleştiriler gelmeye devam ediyor.

Gerçekten eğitimimizin sos vermesinin sebebi nedir? Sorumlu tek başına öğretmen midir? Öğretmen sorumlulardan sadece bir tanesidir zannımca.

Nerede o öğretmenler sahi!.. diye başlarız söze. Ardından bugünkü öğretmenlere döndürürüz keserin ucunu. Evet eskiye oranla öğretmenlerde mesleğiyle ilgili bir itibar kaybı söz konusu. Bunun sebepleri üzerine yoğunlaşmakta fayda vardır. İtibar kaybında öğretmenlerin de payı vardır. Bu itibar kaybının tek nedeni başlı başına öğretmenin kendisi değildir: Yazılı ve görsel medyanın, Bakanlığın, vatandaşın, milli eğitim yöneticilerinin, veli ve öğrencilerinin de payı vardır. Öğretmenler üzerine oluşmuş epey bir algı/tespit vardır. Bu algı ve tespitlerin  bir kısmı doğru olmakla beraber bir kısmı da dezenformasyondan ibarettir. Eğitimdeki tüm suçu öğretmene yıkmak gerçekle bağdaşmaz. Eğer tüm suçu öğretmene yıkarak eğitim düzelecekse buyurun hep birlikte öğretmenin üzerine yıkalım bu başarısızlığı.

Eğitim ve öğretimdeki başarısızlığı eleştirmek ve suçlu aramaktan ziyade ilk önce 80'lerden sonra toplumun tüm kesiminde gözle görülür bir şekilde hayat standardı, yaşayış, hayata bakış ve değer yargılarında tümden değişmeler meydana gelmiştir. Bu değişimi hesaba katmadan elde edeceğimiz sonuç sağlıklı olmaz. Toplumun tüm kesiminde isteyerek veya istemeyerek meydana gelen bu değişiklik ister istemez öğretmenlerde de bir değişikliğin olmasına zemin hazırlamıştır.  80'lerden önce hemen herkeste bir ideal vardı bir defa. Her sorumlu makamdaki kişinin birinci önceliği vatana hizmet idi. 80 sonrası bu mantalite dumura uğradı: Artık herkes ilk önce can demeye başladı. Yaptığım hizmetten ilk önce vatandan ziyade kendim faydalanmalıyım. Daha konforlu yaşamalıyım düşüncesi hakim oldu.

Şimdi eğitimdeki başarısızlığın nedenleri üzerinde durmak istiyorum:
1. Her kesimde olduğu gibi öğretmenlerde  daha konforlu yaşayayım düşüncesiyle ek işe yöneldi. Çoğu etüt merkezlerinde, kurslarda çalışmaya ve özel ders vermeye başladılar. Devlet okulunda vermekle yükümlü olduğu dersten daha fazlasını kurumu dışında vermek suretiyle eforunu çalıştığı yerin dışında tüketmeye başladı. Tabir yerinde ise öğretmenler "Tam Gün Yasası" çıkmadan önceki doktorların durumunu yaşıyor. Branşı özel ders vermeye, etüt merkezlerinde çalışmaya müsait değilse gayri resmi emlakçilik, oto galericilik yapmaya başladı. Kimi de eşinin  veya ailesinin işinde çalışmak suretiyle kendisine bir meşgale bulmuştur. Bazısı da hiç yapamazsa besicilik yapma yoluna gitmektedir. Kimi ziraatla uğraşmakta, kimi de pazarlamacılık yapmaya başladı. Hatta eşi adına açtığı iş yeri işletenler bile var. İstisnalar kaideyi bozmaz ama bir koltukta iki karpuz taşınmıyor maalesef. İkinci işine ağırlık veren birinci asil işini ihmal edebiliyor. Ek işinde yorulan devlet işinde dinlenme yoluna gidiyor. Öğretmenliğin dışındaki ek işler öğretmenin dersine hazırlıksız gitmesine sebebiyet verir oldu.
2. Öğretmenin okulunda tüm gün bulunmaması yine öğretmenin itibarını halk nezdinde düşürmektedir. Çünkü kimi okullar ikili öğretim yapıyor. Böylece öğretmenin yarım günü boşa çıkmaktadır. Ya da çalıştığı okulda ve eğitim bölgesinde yeterince girebileceği ders yükü olmadığından haftanın her günü okula gidememektedir. Kendisini boşlukta bulan öğretmen ya ikinci bir iş yoluna gidiyor, ya da ev-çarşı arasında mekik dokumak suretiyle sürekli halkın arasında gezince insanlar bu öğretmenler de hep boş duruyor denmesine sebebiyet verilmektedir.
3. Öğretmenin 15 günü ocakta, 2 ayı da yazın olmak suretiyle yaptığı 2.5 aylık tatil herkesin gündeminde. Ağzını açan "Öğretmenler 3-4 ay tatil yapıyor" demeye başlıyor. Okulların kapanacağı son haftalarda çocuğunun okula gelmemesini veliler ve esnaf öğretmeni de tatil yapıyor algısına itmektedir. Vatandaş uzun tatil imkanı veren Bakanlığa serzenişte bulunacağı yerde öğretmene kızıyor. Devlet çalışma şartlarını düzenledi, tatili kısalttı da öğretmen mi karşı çıktı anlamakta zorlanıyorum gerçekten.
4. Hiç olmadığı kadar öğretmenlik şeffaf hale geldi: Öğretmen kimsenin çalışma şartlarını ve aldığı maaşını, kazancını ve yan ödemesini bilmediği halde her kesim öğretmenin maaşının ne kadar olduğunu, ek dersini ne zaman alacağını, eylül ayında aldığı 'Eğitim ve öğretim ödeneğini' ve hangi ayda maaşına zam geldiğini, ne zamandan itibaren enflasyon farkı alacağını bilir oldu. Öğretmenlikteki gizemlilik kalktı. Herkes öğretmenin ne yapamayacağını, ne yapması gerektiğini bilir ve öğretmene öğretir noktasına geldi. Çünkü eğitimin görünen yüzünde hep öğretmen vardır.
5. Eski öğretmenini özlemle yad edip "Nerede o eski öğretmenler" diyen veli, "Nerede o eski öğrenciler" demeyi ihmal ediyor. Dün çocuğunu "Eti senin kemiği benim" diyen veli bugün: "Çocuğuma yan bakan karşısında beni bulur noktasına geldiğini unuttu maalesef. Dün eğitimdeki başarısızlığı kendi çocuğunda bulan veli bugün suçu öğretmene atma yoluna gidiyor: "Aslında çocuğum çok zeki, ama okulda ve öğretmende iş yok" diyerek egosunu tatmin etme yoluna gidiyor.
6. Herkes her türlü sorumluluğu öğretmene yüklüyor... Çocuk ders çalışmayacak, okulda ve sınıfta dersin işlenmesini engelleyecek...ne yapıp edip öğretmen  iyi ders işleyecek, sınıfı susturacak. Susturma esnasında çocuğa hiçbir şey yapamayacak. Öğretmen hiçbir ceza vermeden tüm maharetini gösterecek. Yani ağzıyla kuş tutacak. Çocuğa bilgi öğretecek, çocuğu uçuracak yani. Asla sınıfta bırakamayacak. Hiç yetkisi olmayan etkisiz eleman olacak ama başarı sağlayacak.
7. Öğretmenlikteki gizemlilik ortadan kalktı...Eskiden öğretmenin sayısı az idi, maaşı az da olsa değerliydi. Şimdi her evde neredeyse bir öğretmen var. Eskiden öğretmen bilginin tek kaynağı idi. Saman kağıdından yapılma deftere ne yazdırırsa bilgiye susamış, hevesliler tarafından ezberlenip yutulurdu neredeyse. Yani bilgiyi öğrenci ilk defa öğretmeninden duyar ve öğrenirdi. Şimdi öğrenci bilgiyi daha okula gelmeden evinden, özel dersten, etüt merkezinden, sanal alemden, yardımcı kaynaktan... öğrenerek geliyor. Ya da öğrenci dersi tam dinlemiyor, nasılsa ben bu bilgileri falan yerden öğrenirim diye düşünüyor. Öğretmenlerin yapması gereken resmi yazılar daha öğretmenlere ve okul idaresine gelmeden sanal alemden, yazılı ve görsel medyadan sağır sultan duyuyor...öğretmen para toplayamaz, yardımcı kaynak aldıramaz, çocukların kulağını çekemez...vs.
8. Bir okulda öğretmen bir hata yapsa veli, vatandaş okulu basar. Görsel ve yazılı medya okulu ve öğretmeni haber konusu yapar. Cumhuriyet savcılığı harekete geçer...Hep birlikte bu öğretmene had bildirilmeye çalışılır. Kimse çalışma şartlarını, ortamı hesaba katmaz. Veli evinde iki çocuğuna sahip çıkamaz, durdurmakta zorlanır. Gerekirse çoluğunu, çocuğunu kırar geçirir. Ama okulda öğretmen eli kol bağlı olacak. Elindeki sihirli değnekle her şeye hakim olacak.
9. Öğretmenin okulda yaptığı bir hareket aynı günde öğrenci sayısınca bir çok eve yayılır. Veli okulu ve öğretmeni çocuğunun ağzıyla tanır ve ona göre yargılar.
10. Öğretmen yardımcı kaynak aldırsa da suçludur, aldırmasa da. Aldırsa aldırıyor denir, aldırmasa "Bu adam niye aldırmıyor" denir.
11. Çocuğu başarılı olan veli kerameti çocuğunda bulur, başarılı olmayan ise tüm suçu öğretmene atar.
12.Mevzuatta, eğitim sisteminde yapılan değişikliklerden en büyük darbeyi öğretmenler yer. Vatandaştan gelebilecek her türlü eleştirilere öğretmenler muhatap olur. Bir sistem daha oturmadan diğer sisteme geçilmektedir.
13. Öğretmen önüne gelen hiçbir öğrenciyi eleme yoluna tabi tutmadan mezun etmek zorundadır. Okulun altını üstüne getiren ile örnek öğrenci aynı okul ve aynı sınıf ortamında mezun edilecektir. Ben okumayacağım diye bar bar bağıranları bile "Sen okuyacaksın yavrum" demek zorundadır. Çürükleri ayıklamadan aldığı gibi mezun etmelidir.
14. Okullardaki sık sık öğretmen ve idareci değişimi de yine eğitim ve öğretimdeki başarısızlığı getiren etkenlerden biridir. Eskiden yaz döneminde bir defa yapılan yer değişimi neredeyse tüm yıla yayılmıştır. Bir seyir oyunu olan futbolda bile oyuncu maçlar başlamadan aylar öncesinden satın alınır, takıma monte etmeye çalışılır, uyum süreci atlatılmaya çalışılır. Okullarda ise dönem içerisinde sürekli değişikliğe gidilmektedir. Öğretmenin bir okula uyum süreci nedense dikkate alınmaz.
15. Öğretmen alımında sürekli olan belirlenmiş bir atama kriteri yoktur. Bakanlığın plansızlığını nedense hep okullar çeker. Bakanlığın yıllara göre branş bazında bir öğretmen planlaması yoktur. Üniversiteler durmadan mezun vermektedir. Dışarıda atanmayı bekleyen binlerce alternatifi var öğretmenin. Bir defa alternatifi olan bir mesleğin asla itibarı olmaz. Şimdilerde her branştan fazla mezun atanmayı beklerken Bakanlık dünkü öğretmen ihtiyacını alan değişikliği, ücretli öğretmen, sözleşmeli öğretmen, alanı dışından atamak suretiyle gidermeye çalıştı. Haftalık ders saatlerinde  yapılan sık değişiklik bazı branşlarda fazlalığa sebebiyet verirken bazılarında da ihtiyacın doğmasına sebep oldu. Çocuğu iyi bir bölümü kazanamayan vatandaş: "Okusun, hiçbir şey olamasa öğretmen bari olur" düşüncesiyle hareket eder oldu.
16. Bir çok öğretmen okumuyor, 4-5 yılda fakülteden öğrendiğine hiç ilave yapmadan emekli oluncaya kadar öğretme yoluna gidiyor.
17. Bakanlık, MEM yetkilileri ve vatandaş okullarda her türlü etkinlik olsun, okullar sadece akademik başarıya odaklanmamalı, çocuklar sosyalleşmeyi okullarda öğrenmelidir, okullarda durmadan aktivite yapılmalıdır düşüncesine sahip. Okul bitince de "Sayın müdürüm, değerli öğretmenim! Nerede senin akademik başarın" diyerek hesap sorma yoluna gidiyor. İyi de siz hesap sorabilirken öğretmen size ve çocuğunuza: "Niye şu soruları çözmedi, niye çalışmadı, niye zayıf aldı" diyerek hesap soramıyor.
18. Sayıları bir milyonu bulan öğretmen camiası toplumun bir aynasını temsil eder. Bu büyük camia içerisinde her türlü insanlar görev yapabilir. Bu büyük camia içerisinde öğretmenlik yapmaması gereken, ehil olmayan kişiler de barınmaktadır tıpkı toplumun diğer iş bölümlerinde de olduğu gibi. Diğer meslek gruplarında biri bir hata yaptığı zaman Türkiye gündemine, basın ve medyaya fazla konu olmaz. Ama bir öğretmen kazara bir  çocuk dövse, çocuğun sülalesi, devlet, basın kapının ağzına birikir öğretmeni linç etmek için. Öğretmeni biri bir sapıklık yapar, o okuldaki diğer öğrenciler etkilenir mi demeden basında haber konusu yapılmaktadır. Son zamanlarda sapık ararsanız, PKK'lı ve FETÖ örgütüne mensup birilerini ararsanız bol miktarda öğretmenler arasında bulabilirsiniz. Neredeyse darbeye katılan polis ve asker unutuldu, öğretmenler hala gündemdeki yerini korumaktadır. hangi taşı kaldırsanız maalesef öğretmen çıkıyor altından. Suç makinesi mübarekler! Bu meselenin de iyice irdelenmesi gerekiyor.
19. Öğretmenin yetkililer tarafından kamuoyu önünde eleştirilmesi öğretmenlerde de motive eksikliğine zemin hazırlamaktadır.
20. Okullarda görev yapan müdür ve yardımcısının belli bir kriter konmaksızın sürekli değişikliğe tabi tutulması... Öğretmenliğinin çoğunu müdürlük yaprak geçiren, bu arada asıl mesleği öğretmenliği unutan kişilerin öğretmenliğe döndürülmesi, hiç kriter konmadan ve idarecilik tecrübesi olmayan kişilerin yönetici yapılması da öğretmenin itibar kaybına sebebiyet veren etkenlerdendir.

Öğretmenin itibar kaybetmesinin öğretmenden ve öğretmenin dışından kaynaklanan bazı nedenlerini ifade etmeye çalıştım. Daha başka nedenler de vardır mutlaka. Öğretmen itibar kazanmadan eğitim ve öğretime katkısı olamaz. Biz eğitim ve öğretimden başarı bekliyorsak öğretmenleri tu kaka yaparak bir yere varamayız. Bu günün öğretmeni dünün öğretmenine göre daha bilgili, dünün öğretmenine göre daha az okuyor. Dünün öğretmenine göre ideali kalmamış. Toplumda bilerek veya bilmeyerek oluşturulan algı onları da okul ortamından soğutmuş, uzatmalara oynamaya itmiştir. Öğretmenin her şeyden önce tıpkı öğrenci gibi motiveye ihtiyacı vardır. Nasıl ki "Tam Gün Yasası" çıkmadan önce özel muayeneden beri gelmeyen, hastanede hastalarını adam akıllı muayene etmeyen, kimsenin beğenmediği doktorlardan bugün hastanelerde fazlasıyla faydalanılıyorsa öğretmenlerden de çok iyi fayda mülahaza edilebilir. Yeter ki objektif kriterler ortaya konsun, öğretmen alımından, öğretmen nakline varıncaya kadar bir dizi değişmez kurallar konsun. Öğretmenin eğitimi başarıya götürmek için veli ve öğrenci üzerinde yaptırımı olsun, eleme sistemi uygulansın, hangi öğretmenin ne kadar süreyle nerede çalışabileceğinin kriterleri belirlensin, hangi yere, ne zaman geleceği takvime bağlansın, öğretmenin öğrencisine neyi verebildiği, neyi veremediği objektif kriterlere göre belirlensin. Öğretmene hesap sorulabildiği gibi diğer paydaşlarına da hesap sorulabilsin. Çalışan, görevini hakkıyla yapan ödüllendirilsin, Görevini savsaklayan kişi ile yol ayrımına gidilsin.

Öğretmen camiası neyi, nerede, niçin eksik yaptık bunun öz eleştirisini yapsın. Öğretmen kendi kendini değerlendirmeye tabi tutarken veli eksikliğim nedir diyebilsin, Bakanlık nerede hata yaptım, öğrenci bu başarısızlıkta benim  payım nedir diyebilsin...Herkes kendini eleştirsin. İnanın, başarı kendiliğinden gelir. Yeter ki derdimiz eğitim olsun, herkes kendi işini ve üzerine düşeni yapsın, üzüm yemek olsun.

Niyetimiz üzüm yemek değil de bağcıyı dövmekse vurun abalıya...işte öğretmen burada. 22/10/2016