Ana içeriğe atla

İnsanları suçtan kurtarıp kazanma yoluna gidelim!

1992 yılında Gaziantep'de çalışırken birlikte görev yaptığım bir bayan öğretmen, dersin sürekli ahengini bozan bir öğrenci için ne yapacağını şaşırır. Bir meslektaşı kendisine disipline ver diye tavsiyede bulunur. Öğretmen öğrenci için okul müdürlüğüne dilekçe verir. Disiplin kurulu öğrenciyi üç gün kısa süreli bir ceza ile tecziye eder.

Okul müdürü cezayı tebliğ etmek için öğrenciyi odasına çağırır: "Üç gün ceza aldın. Yarından itibaren okula üç gün gelmeyeceksin. Bundan sonra senin resmi hayatın bitti, bu cezadan dolayı asla devlette görev alamazsın" der ve öğrenciye cezasını tebliğ eder. Öğrenci okuldan çıkar, evine gider, yolda bir plan yapar. Morali de bozuktur. Kendi kendine: "Madem ki benim memuriyet hayatım hiç olmayacak, devlette görev alamayacağım, ben de benim hayatımı söndürenin hayatını söndüreyim, der. Babasının beylik tabancasını alır. Okul çıkışı okula gelir. Okulun dış kapısının önünde kendisini disipline veren öğretmenin boynuna tabancayı dayar ve bir el ateş eder. Öğretmen aynı anda yere yıkılır ve kurtarılamaz.

Sonunda 17 yaşında olan katil öğrenci 8 yıl ceza aldı. Hapishaneye gitti cezasını çekmek için. Öğretmen de bir çocuğunu geride bırakarak bir daha öğrencisi rahatsız etmeyecek şekilde mezara gitti.
***
2012 yılında bir okulda çalışırken okulumuza nakil bir öğrenci geldi. Geldiği ilk günde onu tüm okul öğrenci ve öğretmeniyle tanıdı. Kavga etmedik kimse kalmadı. Onun dersine giren öğretmen soluğu odamda alıyordu. Çocuk esmer vatandaşlardan idi. Kısa zamanda mahalle de tanıdı onu. Servisçi: "Hocam şunun verdiği para bana nasip olmasın" diye servis parasını okula bağışladı. Öğrenci bir teneffüs olmasa diğerinde hep odamda misafirimdi. Nasihat, uyarı, ikaz her yolu denedim. Ama nafile...Bu sefer diğer öğrencilere sıkı sıkıya tembihledim: İlişmeyin diye.

Bir gün cennetten çıkmadır dedim bir tokat attım. Okuldan kaçtı. Ertesi günü babasını çağırdım okula: Çocuğunuz için her yolu denedim, başarılı olamadım. Çocuğunuzu siz daha iyi tanırsınız, ne yapmamı, nasıl davranmamı istersiniz, dedim. Veli: "Hocam benim ne haddime size tavsiyede bulunmak, siz koskoca müdürsünüz" dedi, ayrıldı. Vukuat yine eksik değildi. Artık hareketli bir okulumuz olmuştu. Bir gün yine velisini çağırdım, bu sefer annesi geldi. Durumu izah ettim. Kadın: "Hocam, çocuğum problem olmaya problem, evin en küçüğü, evimiz kalabalık, her kafadan bir ses çıkar, biri döver, biri korur, evin yüzlü çocuğu. Geldiğim okulda da problemdi, herkes şikayetçi idi. Ben de şikayetçiyim çocuğumdan. Ama ben okuyup adam olsun istiyorum, bu çocuk okula gelmediği zaman ve herkes tarafından dışlandığı ve itildiği zaman hep kötülüğe bulaşacak, bunu topluma kazandırmak istiyorum..." dedi. Kadının bu konuşması hoşuma gitti.

Bir kaç defa kavga etti. Özür dilettim. Bazı zamanlarda bana söz ver bir daha yapmayacağına, diye söz almaya çalıştım. Bir kaç defa söz verdi. Sonradan söz de vermez oldu. Niye söz vermiyorsun bir daha yapmayacağına, dediğimde. "Ben söz veremem öğretmenim, çünkü söz verdiğim zaman sözümde duramıyorum" demeye başlamıştı.

Bir gün babasını okula çağırıp Psikiyatri bölümüne bir götürün dedim. Telefonla tıp fakültesinden randevu aldım. Pazartesi okula geldim. Hastanede olması gereken öğrenciyi randevu saatinde okulda gördüm. Yanıma çağırdım. Okula gelmişsin, hastaneye niye gitmedin, dedim. "Gitmedim öğretmenim, ben deli miyim?" dedi, uzaklaştı yanımdan, oynamaya daldı. Biz onu deli diye göndermemiştik ki... hareketliliğine doktorlar bir çözüm bulabilir miydi derdimiz. Ben zaten bu toplumda deliye rastlamadım ki. En zırdelimiz bile "Ben deli miyim" der. Kerata, yaramaz olduğu kadar sevimliydi de. Bir o kadar da zeki. Kavga gürültü etse de halen ayrıldığım okulda öğrenci. Okuldan atılsa potansiyel suç makinesi. Okulları en fazla uğraştıran kişiler bunlar. Genelde her okulda vardır bu şekil okulun altını üstüne getirenler.

Okul yönetimi bu tip çocukları farklı yöntemlerle okula fazla zarar vermeden mezun etmenin yoluna giderler. Hiç kimseye tahammül etmeyecek şekilde sabrederler. Bazen müellefeyi kulüp gibi davranır, bazen başkan yapar, bazen ödüllendirir, bazen de cezalandırır. Ama okulda tutmaya devam ederler. Çünkü çocuğu dışarı attığın zaman problem bitmiyor. Hatta daha büyük bir suçla karşına çıkabiliyor. Okulun sabretmesiyle mezun edilen öğrencilerin hem kötülük yapmalarının önüne geçilmiş, hem de mezun olduktan sonra topluma kazandırılmış olabiliyor. Okula sahip çıkanlar, mezun olduktan sonra okulu ziyaret edenler ve saygıda kusur etmeyenler genelde bu tiplerden çıkıyor.
***
Şerif Hüseyin Araplar tarafından sevilen biri. Osmanlı'ya karşı Arapları ayaklandırması için İngilizler tarafından kendisine çil çil altın verilir. Bu durumu bilen II. Abdulhamit, Şerif Hüseyin'i İstanbul'a davet eder. Onu Meclisi Mebusan'a alır. Ayrıca kalacağı bir ev verir ve bir araç tahsis eder. Hüseyin bir kaç defa affını isteyip Hicaz'a gitmek istediğini beyan etse de Padişah: "Bana burada lazımsın" diye bırakmaz.

Ne zaman ki II.Abdulhamit ha'l edilir, yerine İttihat ve Terakki başa geçer. İlk işleri Şerifi Hüseyin'in Hicaz'a gitmesine izin verirler. Hicaz'a giden Şerif, Osmanlı'ya karşı halkı ayaklanmaları için organize işine girer, Osmanlı'yı arkadan vuran grup, işte bu Şerif Hüseyin'in liderliğini yaptığı gruptu maalesef.
***
Elimizde kimin suç işleyip işlemeyeceğine dair tespit edecek bir alet yok. Musa ile birlikte yolculuk yapan -bizde Hızır ismiyle maruf- kişinin  yaptığı gibi "İleride anne babasına asi olacak" deyip öldürdüğü gibi öldürme imkanımız da yok. İnsanın olduğu yerde suç da potansiyel olarak bulunmaktadır.

Bir kaç tane anekdot anlattım. Niyetim suçlular  suç işlemeye ve toplum içerisinde elini kolunu sallaya sallaya gezip dolaşsınlar değildir. Devlet ve toplum mutlaka suçluyla mücadele etmelidir. Suçun çıkma ihtimali olan delikleri kapamalı, suçlunun yakasına yapışmalı, suç ve suçlulara karşı vatandaşını bilgilendirmeli ve uyarmalıdır. Kuracağı istihbaratı sayesinde ortaya çıkma ihtimali olan suçun örgütlü hale gelmeden tedbirini almalıdır. Bir taraftan suçluyla mücadele ederken diğer taraftan da suçluları topluma kazandırmak için çaba sarf etmeli, bu konuda projeler geliştirmelidir. Suç potansiyeli olanlara sakıncalı piyade muamelesi yaparak yakın takibe almalıdır. Hala eski yaptığı suyu işlemeye meylederse yakasına yapışmalıdır. Suçlu ile mücadele ederken ibreti alem için ele başlarına en ağır cezayı vermelidir. Sakıncalı gördüğü kişileri devletin kilit noktalarına ve üst birimlerine getirmemelidir. Bu tip kişileri rızık endişesi ile muhatap etmemelidir. Suça bulaşmasından dolayı kapı dışarı edilen kişilerin farklı yapılar tarafından el altından desteklenmeyeceğine dair elimizde bir veri yoktur. Bu kişiler el altından maddi destek gördüğü yapılar adına çalışmaya devam edebilirler. Destek alamasa da işinden olmuş, evine ekmek götüremeyen bir kişi: "Aç köpek fırın deler" misali başka suçlara yönelebilir. Çünkü kapı dışarı etmekle sorun çözülmüyor.

Nasıl ki okullarda yaramaz çocuklar okuyor ve bu çocuklar en az zararlı bir şekilde okullardan mezun edilme yoluna gidiliyorsa, suça bulanmış insanlar da maalesef bu toplumda yaşıyor. Bunları yeni suça itecek ortamlardan kaçınmada fayda vardır. Kendilerini ve ailesini geçindirebilecek asgari bir işte denetimli olarak çalıştırılmalarında hem devlet  hem de toplum için fayda olacağını düşünmekteyim. İş verdiğimiz böylelerine de aba altından sopa göstermeyi ihmal etmeyelim.

Bilelim ki, "Her suç işleyeni Allah yok etmiş olsaydı yeryüzünde canlı kalmazdı." Nedamet duyan, tövbe eden, özür dileyen insanlar varsa eğer, bunlara mutlaka şans verilmeli. Yoksa daha büyük toplumsal yaraların açılmasına zemin hazırlayabiliriz. Yazımı çok uzattım biliyorum. Ama yukarıda verdiğim örnekleri sonuçları itibariyle bir düşünelim. Ne demek istediğim daha iyi anlaşılabilir. 27/10/2016

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde