30 Haziran 2024 Pazar

Küflü Çıkı Komodinim

Komodinim, ne kadar gereksiz şeyim varsa onunla dolu. Cebimde lazım olmayan ne varsa oraya atarım çünkü. Kapağını da kapattım mı ayak altında bir şey görünmez. 

Bir akşam eve geldim. Yine komodine bir şey koyacağım. Bir de ne göreyim. Benim lüzumsuz işler dolabım olan komodinimin içinde, daha bükülmemiş gıcır gıcır iki yüzlük ve yüzlük para vardı. 

Sağa sola baktım. Kimsecikler yoktu. Elim hemen paraya gitti. 4 âdet 200'lük, 2 âdet 100'lük vardı. Tamı tamına 1000 lira. Bir sevindim bir sevindim. Sormayın. Günlerden 23 Nisan diyeyim de sevincimi anlayın.

Gündüzünde de bir ihtiyacım için birinden 2.500 lira almıştım. Benim gereksiz işler küflü çıkımda adeta bir hazine varmış da haberim yokmuş.

Sevindim ama dur Ramazan. Belki senin değildir bu para. Az sonra sahibi çıkarsa üzülürsün dedim. 

İyi de benim özel dolabıma bu parayı kim koymuştu? Düşün dur.

Acaba evin içişleri bakanı koymuş olabilir miydi? İyi de kendi dolabı varken benim dolaba niye koysun. Üstelik bu, kıyametin kopması demekti. O zaman Oğlan? Haydi canım. Oğlan züğürt zaten. Parayı nereden bulsun da benim dolabıma koysun. Üstelik odama da girmez.

Acaba kulum sevinsin diye birini vesile edip Allah harçlık göndermiş olabilir miydi?

Acaba eve hırsız girdi de bu adam züğürt. Şuraya para koyayım da bayram edip sevinsin mi dedi?

Aman neyse ne? Buldun bir para. Bağını soruyorum. İkiye katlayıp koydum cebe. Cepte para olunca mutluluğuma da diyecek yok.

O değilden benim komodinde bu para ne arar diye sordum çocuğun annesine. Benim dese bilin ki yıkılacağım. O para ne zamandır senin komodinde. Haberin yok muydu yoksa dedi. Nereden haberim olsun dedim. Haberin olmadığını bilseydim alırdım. Böyle alsaydım, günah olur muydu dedi. Hem de ne günah olurdu. Almamakla iyi yapmışsın. Boşu boşuna günaha girerdin dedim.

Yahu sonradan böyle para bulmak hoşuma gitti. Ara ara evin değişik yerlerine böyle para koyayım. Sonra buldukça sevineyim dedim. 

Bu arada birileri beni küflü çıkı sanırdı. Halbuki küflü çıkı benim komodinmiş. Sevdim bu komodini. Bundan sonra ara ara bakacağım. 

Ardından beleş gelen bu para mutluluğuma evi de ortak edineyim, haydi dışarı çıkıp bu parayı harcayalım dedim. Dünden hazırmış. Her zaman yavaş yavaş hazırlanıp beni dışarıda direk yapan çocukların annesi, baktım benden önce hazırlanıp çıkmış.

Kredi kartı ile harcamalar dışında bu nakidin 400'ünü de harcayıvermişim. Geriye kala kala bu altı yüz kaldı. 

Tam eve geldim ki daha önce sipariş verdiğim firma aradı. Emanetiniz hazır diye. Unutmuştum siparişi de. Beni bir düşüncedir aldı. Çünkü sipariş için 800 vermem gerekecek. Üzüldüm de üzüldüm. Akşam yemeseydim, param hazırmış halbuki. Heyhat ki heyhat... 

Hasılı akşamki sevincim hüzne dönüştü. Çünkü bana lazım şimdi bir 200 lira. Sizden istesem aramız bozulur. Acaba evin altını üstüne getirip bir yerlerden bin lira olmasa da bir iki yüz çıkar mı?

Sağlık Bakanlığı Neden Olmasın

Kulislerde Sağlık Bakanı Fahrettin Koca'nın istifa ettiği ya da af talebinde bulunduğu konuşuluyor. Hatta özel eşyalarını toplayıp makamını terk ettiği belirtiliyor.

Yerine kim atanır bilmem ama kulislerde yardımcısının atanacağı yazılıp çiziliyor.

Yardımcısı bakan olarak atanır mı bilmem. Bildiğim, bu ülkede her alanda atamalar ehliyet ve liyakate göre yapılır. Zira bugüne kadar bundan hiç şaşıldığına şahit olmadım. 

Her ne kadar yardımcısının adı geçse de kendimde bakanlığa atanacak bilumum kabiliyetler gördüğümden bu göreve atanmamak için hiçbir sebep göremiyorum.

Burada doktor musun ki bu bakanlığa talipsiniz sorusu sorulabilir. Sağlıkçı değilim elbet. Eee o zaman demeyin. Nice bakanlıklar bilirim ki bakanları o bakanlıkla alakası olmayan kişilerdi. Özellikle Milli Eğitim Bakanları pek eğitimden gelen kişiler değildi. Gemi mezunu bile Milli Eğitim Bakanı oldu. Üstelik bu gemi mezunu hem Savunma hem de MEB'de Bakanlık yaptı. 

Sağlık Bakanlığı diğer bakanlıklara benzemez. Bugüne kadar gelmiş geçmiş tüm sağlık bakanları doktordu denebilir. Bildiğim kadarıyla öyle. Ama her şeyin bir ilkinin ve istisnasının olacağını da bilirim.

Bir defa sağlık bakanı olursam, mevcutlardan geri kalmayacağıma hatta onları başarı yönden geçebileceğime inancım tam. Üstelik sabık bakanlardan farklı olarak hastanelerdeki hasta yoğunluğunu azaltacağıma inanıyorum. 

Lafı uzatmadan Sağlık Bakanı olmuş gibi icraata başlamak isterim. Elbette ismimi görünce gazeteler “Şok şok şok. Türkiye Cumhuriyetinde bir ilk. Sağlık Bakanlığına ilk defa bir ilahiyatçı” diyecek. Desinler varsın. Bunların hiçbirine kulak asmayacağım. Cevap da vermeyeceğim. Çünkü yapacağım çok iş var. Üstelik sağlık ihmale gelmez.

Sonra ne olmuş ilahiyatçı isem? İlk defa mı göreceksiniz ilahiyatçı birini böyle bir yerde. Bir defa biz her yerdeyiz. Sanırım bir Merkez Bankası başkanlığı, bir Milli Takım Teknik direktörlüğü, bir de Sağlık Bakanlığı gibi pek az yerde yokuz. Buralara da ben veya benden biri atanırsa gözümüz açık gitmeyecek.

Ayrıca doktor değilsem de sağlıktan anlamadığım anlamına gelmez. Her Türk insanı gibi sağlıktan da anlarım. Koruyucu hekimlik ve ilaçsız tedavi temel felsefemdir. Öyle şuram ağrıyor, buram ağrıyor diye gelene muayene yok. Ağrı kesici kullanımına son. Kafam ağrıyor diyene, git yüzünü yıka, ağrıyan yerlerini ov, geçer diyeceğim. Canım sıkılıyor, kilom var diyene yürüyüş yap diyeceğim. Sol tarafımla yemek yiyemiyorum diyene, yemek yemeyiver diyeceğim gibi. Ki bir diş hekimi bana böyle dedi. Ben de böyle düşünüyorum demiştim de gülüşmüştük. Kısaca bu tedavi yöntemimle hastaneler boşalacak. Doktorlar sinek avlayacak. Eczaneler kepenk kapatacak. Devlet ilaç sektörüne yüklü paralar ödemeyecek. Sağlığa giden para hazineye gelir irat edilecek. Bütçede gelir gider dengesi sağlanacak. Ardından bütçe cari fazlası verecek. Bu da beklenen, bir türlü gerçekleşmeyen enflasyonun inmesi demek.

Tüm bunları yapmam için iyi bir ekip kuracağım. Ekip derken dığdığının dığdığını yanıma almayacağım. Çünkü liyakat önemli. Makam ve mevkilere en yakınımdan kişileri getireceğim. Türkiye’yi yedi bölgeden dört bölgeye indireceğim. Çünkü dört çocuğum var. Onları her bir bölgeden sorumlu dört bakan yardımcısı yapacağım. Bunlar sağlığa katkı ve bölge insanına hizmet olsun diye bölgelerinde hastaneler açabilecek. Devleti beğenmeyen, özele gidecek.

Tüm kamuoyuna ve devletin etkili ve yetkili makamlarına ayrıca Kızılcahamam'a ilanen duyurulur.

29 Haziran 2024 Cumartesi

Gece Kuşları *

Gece kuşu dendiği zaman halk ağzında yarasalar akla gelir. Çünkü yarasalar gündüz ya uyur ya da dinlenir. Geceleri uyumazlar.

"Her gece dışarılarda eğlenen, eve geç dönen, gece eğlenmeyi ve gezmeyi seven kimselere" de mecazen gece kuşu tabiri kullanılır. 

Geceleri uyumayan sadece yarasalar ve gece eğlenen kişiler mi?

Keşke sadece bunlarla sınırlı kalsaydı. 

Günümüzde gece kuşu denmesi gereken bir sektör daha ortaya çıktı. 

Kimi sabaha kadar dijital oyun oynuyor. Genelde gençler bunlar. 

Kimi kripto para takibi yapıyor. Ağırlıklı olarak orta yaşlı kişiler. Acaba elimdeki parayı nasıl değerlendirir nasıl köşeyi dönerim diyenler. 

Kimi arkadaşlarıyla çetleşiyor. Bunların çoğu lise öğrencisi. 

Kimi dijital kumar oynuyor. Gencinden orta yaşlısına varıncaya kadar bir kesim bu kumarı oynuyor. Yeter ki az veya çok maaşlı bir işe başlamış olsun. Kazandıkça oynuyor, kaybettikçe oynuyor. Para lazım oldukça sağdan soldan borç alma, kredi çekme, evden para çalma gibi vahim durumlar ortaya çıkıyor. Aile farkına vardığı zaman iş işten geçmiş, bundan sonraki ömrünü, çocuğunun taktığı borcu ödemeye adıyor. 

Bunlar, gündüz veya akşam yemeğinden sonra az bir kestirdikten sonra cep telefonu ya da bilgisayar karşısında sabahlayan kesim. Bunlara İnternet bağımlısı da dense yeridir. 

Gece sabaha kadar bir gram uyku uyumadan çetleşerek sabahı yapan üç öğrenci tanıdım. Ayakta gezen uyurgezer gibiler. Bu ne hal, niye böylesiniz dedim. Uyuyamıyoruz dediler. Hiç mi dedim. Evet dediler. Kitap uykuyu getiren en önemli ilaçtır dedim. Çok denedik dediler. Kafanızdaki problemi yatmadan önce halledin, sonra yatın dedim. Denedik dediler. Sayı sayma, hayal kurma, iyi şeyler düşünme vs. dedim. Biz her yolu denedik. Olmadı. Gündüz ya da akşam yemekten sonra biraz kestiriyor musunuz dedim. Gündüz derste kafamızı sıraya koyarak az bir uyuyoruz. Hepsi bu dediler. Okul rehber öğretmeninden destek alın dedim. Alıyoruz dediler. Bir psikoloğa gidin dedim. Gidiyoruz ama faydasını görmedik dediler.

Kendilerine, okul bitince gece bekçiliğine müracaat edin. Çünkü bu durumda siz en iyi gece bekçiliği yapabilirsiniz. Böylece çetleşmeyip sabaha kadar mıntıkanızda turlarsınız, bir işiniz olur ve bu iş size çok güzel yakışır. Devlet sizden iyisini mi bulacak dedim. Öyle deyip güldüler.

Gülseler de sersem, bitkin ve yaşayan bir ölü gibiler. Çünkü bu öğrencileri hiç dinç görmedim. Gece uykusu görmeyince başka bir görüntü de beklenmez zaten. Bu öğrenciler maalesef daha lise çağında yeşil reçete ilaç kullanıyorlar. Bu yaşta ne dertleri varsa artık.

Gece kuşu dediğim, gece uyumayan kim varsa, söyleyeceğim, gece uykusu gibisi yoktur. Çünkü insanın en büyük nimetidir. Kişiyi gündüz dinç yapan da verimli hale getiren de bu uykudur. Ne yapıp ne edip az veya çok gece uyumanın yoluna bakalım.

*05.07.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

28 Haziran 2024 Cuma

Elektrik Zammına Bir de Bu Gözle Bakalım

Bazılarını anlamak zor. Adeta eleştirmek için fırsat kolluyorlar.

Neymiş de 1 Temmuzdan geçerli olmak üzere evlerde kullanılan elektriğe yüzde 38 zam yapılmış. Bu olur muymuş?

Tabi, bardağın boş tarafından bakınca eleştiri de arkasından geliyor.

Halbuki ne zaman bardağın dolu tarafından bakmayı öğrenirsek bu ülkeyi kimse tutamaz. Belki bazı eksikliklerimiz, olur olmaz eleştirilerden olsa gerek.

Şimdi boş verelim bardağa boş tarafından bakanlara. Biz bardağa dolu tarafından bakalım:

Bir defa 2022 Eylülden bu yana elektriğe gelen ilk zam bu. Bu demektir ki iki seneye yakın zamsız elektrik kullandık. Üstelik yüksek enflasyona rağmen.

Ayrıca bu gelen % 38’lik zam, yüzde 76 olan yıllık enflasyonun yarısı. Halbuki enflasyon oranında artırılmış olsaydı elektriğe en az % 76 zam konması gerekirdi. Bu bile zam koyucunun insafını ortaya koyuyor. Gel de bunu gözü dönmüş, ön yargılı kişilere anlat. Bu tip ön yargılı sayısı az olsa gam yemeyeceğim. Maalesef bu ülkede ganimet gibi. Bu ülke bu kadar ön yargılı ve nankör kişilere rağmen iyi ayakta duruyor.

Bu tiplerde kıyas da yok, insaf da. Kafaları az bir kıyasa çalışsa bu ülkede elektrik daima sudan pahalı gelirdi. İki senedir su fiyatları elektriği solladı geçti. Bu tiplerin kaçı Allah razı olsun, sayelerinde elektriği iki senedir ucuz ucuz kullanıyoruz dedi? Derler mi? Demezler. Halbuki sudan ucuz elektrik kullandık bu zaman zarfında. İnsaf, bu kıyası görmeyi gerektirirdi. Tek kelimeyle insafları kurusun bu tür nankörlerin.

Bu tipler aynı zamanda unutkan.

Ne ara unuttular Bulgaristan’dan elektrik aldığımızı.

Ne çabuk unuttular günlük ve planlı elektrik kesintilerini. Eskiden elektrik kesintileri olurdu. Yeterli gelmezdi çünkü. Doğru dürüst ve planlı elektrik kesintisi var mı şimdi?

Hem hiç elektrik kesilmeyecek hem sürekli aydınlanacağız hem de elektriğe zam gelmeyecek. Aydınlanmanın hiç bedeli olmasın mı? Unutmayın ki aydınlanmanın bedeli ağır olur. Yok öyle yağma. Hem aydınlanacağız hem de az para ödeyeceğiz. Gidin işinize. Elektrik dediğin öyle suya sabuna dokunmayan cinsten değil. Aydınlattığın gibi bazen çarpacak bazen de cebine dokunacak. 

Az daha eskiye gitsek, ya hu bu ülkenin çoğu köylerinde elektrik yoktu elektrik. Gaz lambası ile aydınlanırdık.

Lambaya gazyağı almak için sıraya girerdik. Şimdi kaçınız lamba kullanıyor?

Sonra Gazze kan ağlarken, adamların bırakın elektriği, evi barkı yokken bu küçük zammı mesele edinmenin vicdanla hiç alakası var mı?

Var gör bu tipler Kola boykotuna bile katılmayanlardır. Çünkü bu tür boykotu küçümser bunlar.

Sonuç olarak bu tipler elektrik zammını yüksek görüp eleştiriyor mu? Yakmayın, kullanmayın, aboneliklerinizi iptal ettirin kardeş. Karanlıkta oturun. Bu durumda bir kuruş elektrik parası ödemezsiniz. Size yok yakacaksınız diyen mi var? Bu zorunlu ve makul güncellemeyi kabullenemeyenler bu ülkeyi terk edip daha ucuz elektrik veren ülke varsa hazır yurtdışı çıkış harçları da yükselmeden çekip gitsinler.

Hasılı kaç aydır politika faizi yerinde sayarken, döviz-TL paritesi TL lehine iken, bu aydan sonra enflasyon düşecek iken, uygulanan ekonomik model sayesinde Türkiye önünü görmeye başlamışken, iyi günler bizi beklerken bu tür eleştirileri haksız ve yersiz bulduğumu açıklamayı bir vatandaşlık borcu biliyorum.

Bu yazdıklarıma ciddi misin diyeceklere şimdiden hiç olmadığı kadar diyorum.

Kaliteli Ekmekte Konya *

Bir ara Konya'da meşhur bir ekmek fırınından birkaç defa ekmek aldım. Hiçbirini beğenmedim. Böyle meşhur bir fırın nasıl bu şekil ekmek çıkarır da satışa koyar dedim. Bir daha bu fırına gidip de ekmek almadım.

Dün akşam sabaha hazır olsun diye istemeye istemeye yine bu fırına gittim. Poşetin içinde verilen ekmeğe o değilden elimi bir dokundum. Taş gibiydi ekmek. Sanırım biri böyledir, diğerine bakayım dedim. O da aynı. Öbürüne baktım. Aynı. Sanırım bu işi meslek edinmiş, kaç nesil boyu bu sektörde olan bu fırının ekmekten anladığı bu idi. Öyle ya taş ekmek taş gibi olmalıydı. Birini kafasına atsan silah görevi görmeliydi.

Beyaz ekmeği de böyleydi bu ekmek fırınının, tam buğday ekmeği de.

Yolda eve giderken moralim bozuldu. Vara ekmeği akşamdan bu fırından almayayım da sabah gidip başkasından alsaydım dedim. Aklıma gazetemizin Genel Yayın Yönetmeni Erhan Bey geldi. Çünkü ne zaman bir ekmek zammı gelse çoğunluk bu ekmek zammından dert yanarken Erhan Bey ise ekmek zammından ziyade ekmeğin kalitesine dikkat çeker. Konya'da iyi ekmeğin çıkarılmadığına işaret eder. Yerden göğe hak verdim Erhan Bey’in bu tespitine.

Eve gelince sabaha kadar yumuşasın diye poşetin ağzını güzelce bağladım. Sabah kalkınca baktım ki poşet bile yumuşatmamış ekmeği.

Genelleme yapmak istemiyorum. Konya'da istisna fırınlar veya ekmek fabrikaları vardır. Buralar kaliteli ekmek yapıyordur. Yalnız bunların sayısının da fazla olduğunu düşünmüyorum. Şu var ki çoğu firmanın ekmeğinde bir kalite sorunu olduğu aşikar. 

Başka şehirlerde ekmekte kalite yakalandığı halde Konya'nın neyi eksik ki Konyalı kaliteli ekmekten mahrum kalıyor? 

İyi ekmek ustamız mı yok? 

Firmalar maliyeti düşürmek amacıyla malzemeden mi kısıyor? 

Konyalı kaliteli olsun veya olmasın, nasılsa alıyor. O zaman kaliteli ekmeğe ne gerek var diye mi düşünülüyor? 

Fırıncılar adımız Hıdır, elimizden gelen budur mu demek istiyor?

Nasılsa peynir ekmek gibi bu şehirde ekmek gidiyor. Ne çıkarırsak gidiyor. Müşteriden de şikayet gelmediğine göre ne gerek var kaliteli ekmeğe mi deniyor?

Ekmeğimiz kaliteli de biz mi kaliteden anlamıyoruz? 

Zaten Konyalının çoğu kilolu. Üstelik hamur işi ve ekmeği de çok yiyor. Çok kaliteli ekmek yaparsak Konyalı daha da fazla ekmek yiyerek kilo alır. O yüzden kaliteyi düşürelim ki Konyalı ekmeğe kendini vermesin dercesine halkın sağlığı mı düşünülüyor?  

Aklımca sorular soruyorum. Hiçbir sorunun da cevabını bilmiyorum. Kalite düşüklüğünün gerekçesini de bilmiyorum. 

Ne derece doğru bilmiyorum. Bir ara Konya’nın ünlü bir fırınında çalışan biri “ekmek daha beyaz görünsün diye bir bardak kireç dökerdik” demişti.

Sebep her ne ise bilinen bir gerçek var ki bu şehir doğru dürüst kalite ekmekten mahrum ve çıkarılan bu ekmekler bu şehre yakışmıyor.

*01.07.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Vicdansız Hoca

Öğretmenliğimin ilk on yılında bir İHL'de çalışıyorum. Kredili sistemin uygulandığı dönem.

Bir sınıfın Kur'an derslerine giriyorum.

Sene başında yüzünden okuma, tecvit ve ezber için yanlış hatırlamıyorsam, şöyle bir kriter koymuştum. Yüzünden okuma 40, tecvit uygulama 20, ezber 40 puan şeklinde. 

Öğrencilere yüzünden okuma ve tecvit ile 60 puan alır geçeriz diye düşünmeyin. Ne kadar iyi okursanız okuyun, ezberleri vermeden sınıf geçemezsiniz uyarısında bulundum. 

Bir öğrencinin yüzünden okuması çok iyi. Ama ezberi iyi değil. Daha doğrusu, ezberi iyi olsa da ihmalkarlığı vardı. Daha okuması gereken üç ezberi var. Kendisine sene sonuna kadar bu üç ezberi getirmezsen kalırsın, haberin olsun dedim. Valla mı hocam dedi. Hiç şakam yok dedim.

Ezberi eksik olan bu öğrenci, ezberini okumak için önüme gelirse, bırak üçünü birden okumasını, bir tanesini dahi okumaya çalışsa, bunu beceremese dahi bu öğrenciye geçer not vereyim dedim.

Bekledim gelmedi. Kendi düşen ağlamaz deyip 44,49 puan ile bu öğrenciyi bırakacak şekilde puanları ayarladım.

O zamanlar çarşaf liste kalkmış. Not defterindeki notları biz okur, ilgili müdür yardımcısı da Bilsa adı verilen programa girerdi.

Bu öğrencinin notlarını okuyunca, sisteme giren müdür yardımcısı, öğrencinin sınırda kaldığını görmüş. Hocam, bu çocuk 44,49 ile kalıyor. Haberin olsun. Düzelt istersen dedi. Dedim düzeltmeyeceğim. Bu notu bile bile verdim. Yalvardım gel çocuğum oku. Bak şakam yok diye. Gelmedi. Benden günah gitti. Yazın geçsin nasıl geçerse. Öğrenci de bu durumunu biliyor zaten dedim. Biliyorsa problem değil dedi.

Bu öğrenciyi istemeyerek de olsa bıraktım.

Ben o lisede ayrıldım. Aradan yıllar yıllar geçti.

Bir gün sosyal medyadan arkadaşlık isteği bir bildirim aldım. İsteği gönderen "Beni hatırladın mı Hocam, notu yazmış. Şu 44,50 ile Kur'an-ı Kerim'den bıraktığım öğrenci değil misin dedim. Ta kendisi dedi. Tanıdığıma ve hatırladığıma sevindi.

Ailecek tanıyordum öğrenciyi aynı zamanda. Bu vesileyle biraz yazıştık. Kızdın mı bana o zaman dedim. Ne kızması hocam. Siz haklıydınız dedi. O zaman önüme gelip okuyamasan bile geçirecektim. Gelmeyince zoruma gitti dedim. Yine valla mı hocam dedi. Kendisine, o zamanlar idealist idim. Şimdiki aklım olsaydı, bırakmazdım, hakkını helal et dedim. Helalleştik.

Baban o zaman kızmış mıydı dedim. Hem de nasıl dedi. Bir dövdü. Ardından burnum sürtülsün diye beni Harran'a çalışmaya gönderdi. Bu arada ezberlerimi de bir güzel yaptım dedi. 

Bu öğrencim ve babasını hiç unutmam. Zaman zaman da görüşürüz. Öğrencim esnaf oldu. Başarılı bir esnaf. Bu öğrencimi gözümde büyüten kin gütmemesi, beni sınırda bıraktın hesabı yapmaması. Öyle ya madem bırakacaktım. 30-35 verip bırakmalıydım. Nasılsa yazılı da değildi ders. Sözlü ya da uygulamadan verdiğim puandı. Hasılı vicdansızlık yapmışım. Kendime vicdansız hoca desem, fena olmaz. 

İşte bir zamanlar benim böyle öğrencilerim vardı. Allah onlardan razı olsun.

26 Haziran 2024 Çarşamba

Kılık Kıyafette Kontrollü Serbestlik

Bir önceki yazımda ilk, orta ve lise öğrencileri için dayatılan tek tip kıyafeti eleştirmiştim. Çünkü okul formasını pedagojik bulmuyorum. Çocukların zihin yapısında ve hayata bakış açısında olumsuzluklara sebebiyet verebileceğini, yine özgür bir birey olan kişiye tek tip elbise giydirmek suretiyle teşbihte hata olmazsa adeta kişinin sürü psikolojisi ile yönetilmesinin murat edildiğini düşünüyorum. Bunun yerine giyim-kuşam ve kılık-kıyafette kontrollü serbestliği savunuyorum ki sürüden ziyade kişilerin birey olarak yetiştirilmesinin ön planda tutulmasının, çocukların gelişiminde daha yararlı olacağına inanıyorum. Nasıl ki farklı renk bir zenginlik ise farklı giyinmek ve farklı düşünmek de bir zenginliktir. Çocukları dar kalıplara sığdırmanın bir gereği yok.

Bu demek değildir ki okula öğrenci istediği şekilde gelsin. Vücut hattını gösterecek şekilde dar giyen ya da yüzünü göstermeyecek şekilde kapalı giyen, saçı ve sakalı aşırı anormal olanlara rehberlik yapmak suretiyle normale dönmesi denenebilir. 

Burada uyguladığım kontrollü serbestliğe dair iki örnek vereceğim. 

Bir lisede çalışıyorum. Formanın dışında serbest kıyafetle gelenlere de geçit verdim. Müdür yardımcılarına da çok anormal olanları çağırıp odamızda gerekli uyarıyı yapalım dedim. 

Bir gün 10/E sınıfının dersine girdim. Konumu anlatırken arka orta sırada bir öğrencinin öne eğilmesiyle birlikte giydiği giyeceğin bolluğundan içinin göründüğüne şahit oldum. Hiç belli etmedim. Dersin bitiminde kız öğrenciye, teneffüste odama gelebilir misin, sizinle bir hususu görüşeceğim dedim. 

Kız öğrenci gelmeden müdür yardımcısını da odama çağırdım. Az sonra kız öğrenci geldi. Uygun bir yere oturttum. Hemen konuya girdim. Niçin böyle giyindiğini sordum. Şaşırdı. Kıyafetinde ne olduğunu sordu. Kızım, eğilince vücudunun içinde ne varsa adeta dışarı çıkacak duruma geliyor. Böyle giyinmesen iyi olur. Yine de kendin bilirsin dedim. Tamam hocam, dikkat ederim diyerek sınıfına gitti. 

Birkaç gün sonra bahçede adımlıyorum. Kapalı bir öğrenci dikkatimi çekti. Kızım, bu okulun öğrencisi değilsin galiba, kimsin dedim. "Hocam, 10/E sınıfından falanım, tanıyamadınız mı” dedi. Kızım, geçen hafta böyle değildin, tepeden tırnağa kıyafetin ve giyim şeklin değişmiş. Ne hayır dedim. "Kapanmaya karar verdim. Bundan sonra böyle giyineceğim" dedi. 

Bu öğrenci, birkaç gün önce çok açık giyindiğinden dolayı odama çağırıp konuştuğum öğrenciden başkası değildi. Vücudunun içi görünmeyecek şekilde tam zıddı bir giyimi tercih etmişti. 

Beş erkek öğrencinin saçları dikkatimi çekti. Kıvırcık saçları orman gibi olmuştu. Yanıma çağırıp gençler, siz belki kendinize yakıştırıyorsunuz ama karşıdan çok farklı görünüyorsunuz ve dikkat çekiyorsunuz. Bu saçları pazartesiye kadar keselim. Gelip saçınızı bana gösterin dedim.

Pazartesi günü dört tanesi gelip saçımızı kestirdik dedi. Sıhhatler olsun gençler. Yakışmış. Tebrik ederim sizi dedim. 

Gelmeyen beşinci öğrencinin sınıfına gittim. Saçını kesmemişti. Delikanlı, niye kesmedin dedim. Hocam, ciddi misiniz? Saçımı kesecek miyim dedi. Aynen öyle genç. Yarın saçlarını kestirmiş bir şekilde odama bekliyorum. Diğer arkadaşların kestirdi. Sen kestirmezsen olmaz dedim. Odama geçtim. 

Ardından öğrenci geldi. Kesemem dedi ise de hiç taviz vermedim. 

Ertesi günü öğrenci saçlarını bir güzel kestirmiş bir şekilde utana sıkıla odama geldi. Aferin, yakışmış, teşekkür ederim deyip sınıfına gönderdim. 

Birkaç gün sonra bir karı koca geldi. Giyim-kuşamlarından, sosyete bir aileye benziyordu. Benimle görüşmek istediklerini söylediler. Odama aldım. Biz falan öğrencinin velisiyiz dediler. Çocuğunuzu tanıyamadım. Hangi sınıftaydı dedim. Sınıfını da söylediler. Çıkaramadım dedim.

Tanıyamamam normal. Çünkü bu lisede 5-6 aydır çalışıyorum. Öğrenci mevcudu da 600'un üzerindeydi. Üstelik dersine gitmediğim bir öğrenci idi.

Aile, çocuklarını tanıtmak için hani saçları orman gibi olan var ya dediler. Ha, o orman saçlardan eser kalmadı. Kestirdim. Şimdi tanıdım dedim. Biz de o yüzden geldik dediler. Hayırdır dedim. Biz bir yıldır ne yaptıysak kestirememiştik. O kadar dil dökmüştük. Siz kestirdiniz. Bu yüzden teşekküre geldik dediler. Ben de bana tepki göstermek için geldiniz sanmıştım dedim. Ne tepkisi hocam. Çok memnun olduk. Tekrar teşekkür ediyoruz deyip ayrıldılar. 

Okullarda Tek Tip Kıyafet

Bu ülke kılık kıyafet, saç ve sakaldan çok çekti. Ülke az gerilim yaşamadı. Yaptığımız bu anlamsız uygulama dolayısıyla birçok kişiyi mağdur ettik.

Şimdilerde nicedir kılık kıyafet, saç ve sakal gerilimi yaşanmasa da herkes istediği gibi giyinebilse de farklı giyindiği için kimse sıkıntı yaşamasa da ortaokul ve liselerde tek tip okul formaları yaygın.  

Her yıl okul yönetimleri veliye, serbest kıyafet mi okul forması mı istiyorsunuz tercihi sunuyor. Çocukları okul forması istemese de veliler formayı tercih ediyor. Velilerin yüzde ellisi forma deyince, öğrenciler okula formayla gelecek demektir. Böylece sabah sabah öğrenci annesine, bugün ne giyeyim diyemeyecek. İstese de istemese de okul formasını giyinip okulun yolunu tutacak. Forma veliler için bir kolaylık. Hem farklı farklı kıyafet almayacak hem de sabahın köründe çocuk annesini uyandırıp ne giyeyim diyemeyecek.

Forma seçeneğini isteyen bir kesim daha var. Onlar da okul forması satan firmalar. Ömer Dinçer serbest kıyafeti getirince, okul forması satan işletmelerin tüm malları ellerinde kaldı. Bu sektör aralarında organize olup soluğu Ankara'daki aldı. Bakanlıktan veli tercihi seçeneğini getirmesi istendi. Böylece istedikleri oldu. Sektör ayakta ve tam gaz forma satışına devam ediyor.

Serbest kıyafetten yana olmayanlar sadece veliler ve forma firmaları değil. Okul müdürlerinin ve öğretmenlerin çoğu da tek giysi formadan yana. Güya okula yabancı girmeyecekmiş, öğrenci formadan bilinecekmiş. Halbuki okula girmek isteyen yabancı, bir şekil ya formayla ya da formasız girebiliyor.

Bir diğer gerekçe de öğrenciler arasında fakiri var, zengini var. Bazı öğrenciler farklı kıyafet alamayacağı için zengin aile çocukları nezdinde ezilir endişesi var. Herkes tek tip giyerse çocuklar bu ezikliği çekmeyecek. İyi de okul dışında cadde ve pazarda farklı giyinen, giyindiğiyle farklılığını gösteren yok mu? Bir şekil alışılacak farklı kıyafete. 

Veli tercihlerine saygı duysam da zevklere, renkler tartışılmaz sözünde olduğu gibi elbise ve renk seçimimi öğrenciye bırakmadan yanayım. Çünkü tek tip kıyafeti tek tip insan yetiştirme gibi anlıyorum. Herkes her konuda aynı şeyi düşünürse bu kadar kişinin yaşamasına gerek yok. Farklı kıyafet tercihiyle öğrencilerde farklı fikirlerin gelişeceğine inanıyorum.

Ayrıca tek tip elbise veya okul forması çoğu öğrencide bu kıyafet ve bu renge nefreti ön plana çıkardığını düşünüyorum. Öyle öğrenciler bilirim ki okula okul forması dışında bir kıyafetle gelerek tepkisini böyle gösterdiğini seziyorum.

Yine çoğu öğrenci okulun herhangi bir etkinliğinde okul yönetiminin yanına giderek serbest kıyafetle gelebilir miyiz isteğinde bulunuyor. Olumlu cevap alınca mutluluklarına diyecek olmuyor.

Öğrenciler farklı renk tercihini istese de yukarıda bahsettiğim gibi velilerin çoğu tek tip kıyafetten yana. Okul forması isteyen bir veliyle ilgili bir anımı burada paylaşmak istiyorum.

Bir lisede çalışırken Bakan Ömer Dinçer kılık kıyafet ve saç serbestisi getirince oh be dedim. Veliler de serbest kıyafet seçerse çok iyi olacak dedim. Velilerin görüşlerini aldık. Yüzde yetmiş oranında bir veli okul forması istedi.

Okullar açılınca öğrencilere okul formasını duyurduk. Yardımcılara da çok anormal bir giyim ve şekil şemail olmadıkça çocuklara müdahale etmeyelim dedim.

Öğrencilerin kimi okul formasıyla kimi de serbest kıyafetle gelmeye başladı.

Bir gün bir veli geldi okula. “Biz okul kıyafetini seçtik. Niye okul kıyafeti giydirmiyorsunuz” dedi. Velie, şu uzun boylu kızın babası mısın dedim. Evet dedi. Biz sizin okul kıyafeti tercihinizi çocuklarınıza duyurduk. Anne babanızın tercihlerine saygı gösterin. Lütfen okul kıyafetiyle gelin duyurusunu yaptık. Hepsi bu kadar. Anormal bir giyim olmadığı müddetçe çocuklara karışmadık. Sabah okul kapısının önünden geri gönderip moralini bozmadık. Çok anormal giyinen ile özel görüşüp hallettik. Bu arada senin bir çocuğun var burada. Sabah evden nasıl çıktığını bir baba olarak biliyor olmalısın. Niçin evden çıkarken çocuğuna, ben okul forması seçtim. Şu kıyafetini giy demedin de bu şekil gönderdin? Kusura bakma da sen baba olarak bir çocuğuna söz geçiremiyorsun ya da böyle giyindiğine sesini çıkarmıyorsun. Bizim karışmamızı istiyorsun. Böylece siz iyi baba olacaksınız. Biz ise burada sabah sabah polis ve asker rolü oynayacağız. Okula gelen 600 öğrencinin kılık kıyafet kontrolünü yaparak kötü idareci olacağız. Bunu da yapmayacağım. Bırak çocuğun da bu şekil gelsin. Çünkü bu farklı kıyafet bizi rahatsız etmiyor. Bundan sonra benim işim kontrollü serbestlik. Çok anormal bir giyim veya saç sakal görürsem, ikna yolunu deneyip müdahale edeceğim. Unutma ki bu ülke tek tip kıyafetten ve kılık kıyafet şöyle olacak acımasız ve anlamsız kuralından çok çekti. Durmadan mağduriyet ürettik. Bırakalım da çocuklarımız bu sıralarda iken nasıl giyineceğine kendisi karar versin. Çünkü okul forması baskısı çocukta nefret oluşturuyor. Giymemek için direniyor. Çocuk buradan üniversiteye gidince serbest kalıyor ve ne giyeceğini şaşırıyor dedim. Veli haklısın deyip sustu.

Bir sonraki yazımda da giyimini ve saçını beğenmediğim iki öğrenci ile aramda geçen iki anıya yer vererek kontrollü serbestlikten nasıl verim aldığıma yer vereceğim. Başlık da “Kılık Kıyafette Kontrollü Serbestlik" olsun.

Gördüğünü Uygulamada Ben

Acemi müdür olarak başladım işe. Bir iki hafta okulu izledikten sonra eski ezberleri okumaya başladım. 

Her cuma İstiklal Marşı töreninde pazartesiden itibaren farklı kıyafet olmayacak, herkes okul kıyafetiyle gelecek, saçlar uzun olmayacak, sakalı çıkanlar kesip gelecek. Bir de okula özellikle pazartesi İstiklal Marşı törenine zamanında gelinecek konuşmaları yapıyorum. 

Bıkmadan, usanmadan her törende söyledim bunları.

Söylemekle de yetinmedim. Bir zaman sonra günlük kıyafet, saç ve sakal kontrolü yapmaya başladım.

Bununla da yetinmiyorum. Gömleğinin bir düğmesi dışında ilikli olmayanları uyarıyorum. Gömleğini pantolonunun üzerine sarkıtanlara içine koyacaksınız. Okul kıyafetinin üzerine farklı renk giymeyeceksiniz gibi şeyler söylüyorum. 

Bir zaman sonra sabah derse geç gelenlerin, gömleğinin düğmeleri açık ve dışına sarkıtanların okul numaralarını almaya başladım. 

Zaman zaman sınıflara girip kılık kıyafet, saç ve sakal kontrolü sonucu yine okul numaralarını ajandama yazdım. Güya disipline sevk edecektim alışkanlık haline getirenleri. Hoş kimseyi bu yüzden disipline sevk etmedim. 

Böyle böyle öğrencileri yola getirecek, okul disipline girecek ve okulun başarı çıtası yükselecekti. Çünkü başarının önündeki en büyük engel kılık kıyafet ve saç sakal idi. 

Bir gün kapımı çaldı bir kız öğrenci. İçeride misafir olunca sonra geleyim dedi. Gel şimdi söyleyebilirsin dedim. Utana sıkıla "Benim üçüncü kez numaramı aldınız" dedi. Eee dedim. "3. oldu" dedi tekrar. Sizin numaranızı alıyorum, başkasınınkini almıyorum mu demek istiyorsun dedim. Evet dedi. İyi de herkesi uyarıyorum, çoğu kimsenin numarasını aldım. Aldığımla kaldı. Çünkü bundan dolayı da hiçbir şey yapmadım. Görmedin mi dedim. Hayır dedi. Yani sana kafayı taktım öyle mi dedim. Evet dedi. Tamam şimdilik gidebilirsin dedim. 

Ertesi günü tören alanında öğrencilere, bugüne kadar kılık kıyafetinden dolayı uyardığım öğrenciler parmağını kaldırsın dedim. Okulun üçte ikisi parmağını kaldırdı. Kendisine kastımın olduğu imajını edinen öğrenciye, bak arkadaşlarının parmaklarına. Bu kadar kişiyi uyarmışım dedim. Şaşırdı. Kendisine bir kastımın olmadığını uygulamalı olarak bu öğrencime göstermiş oldum. 

Bununla da yetinmedim. Başka ikna yolunu devreye soktum. Çünkü öğrencinin böyle düşünmesi, birine farklı, diğerine farklı muamele anlamına gelirdi. Bir öğrenci de olsa bu imajı yok etmeliydim. 

Kalkmayan parmaklar arasında en ön sağ tarafta son sınıf bir kız öğrencinin parmağının kalkmadığını gördüm. Kızım, bugüne kadar seni de uyardım. Sen niye kaldırmıyorsun dedim. Öğrenci, "Yanlışınız var. Beni hiç uyarmadınız. Tamam sizin hafızanız iyi. Hiç unutmazsınız. Geçmişte olup biteni hatırlarsınız ama bu defa yanıldınız" dedi. İyi düşün dedim ise de öğrenci hep hayır cevabı verdi. 

Bak kızım, mevsim kış günüydü. Dışarıda kar vardı ve hava soğuktu. Sen o zaman 9.sınıf idin. İstiklal Marşı'nı koridorda söyleyecektik. Sizler koridorda sıraya girmiştiniz. Sen elektrik panosunun önünde idin. Üzerinde kırmızı bir giysi vardı. Ben bu giysiden tutup kızım bu ne? Bir daha böyle giymeyeceksin demedim mi dedim. Kız öğrenci, "Evet, şimdi hatırladım. Valla doğru. Aynen öyle olmuştu." dedi. Ardından kızın hayreti gitti. Maşallah, hafızanız aynen duruyor dedi. Gülüştük. 

Her ne kadar bir öğrenci de olsa adaletsiz damgası yememek için verdiğim iki örnekle öğrenciyi ikna edip bundan memnun olsam da nicedir bu ilk müdürlüğümde yaptığım gereksiz kılık kıyafet ve saç sakal kontrolleri gözümün önüne geldikçe yanlış yapmışım. Keşke daha önce gördüğüm kötü örnekleri yapmasaydım dedim. Müdürlüğü bırakmadan kendimi sorguladım.

İlk müdürlük yerim değiştiği zaman diğer okullarda farklı da olsa kılık kıyafete, saç ve sakala çok karışmadım. Tören alanında kıyafet de kıyafet demedim. Çok anormal giyineni görmüşsem, çağırıp odamda rehberlik yaptım. Şöyle giyinsen daha iyi olur dedim. Geri olumlu dönüşler aldım.

Bir diğer yazımda okul forması dediğimi tek tip kıyafet üzerinde duracağım.

Bir Zamanlar Öğrencinin Saçı

En sevmediğim yönüm idarecilik. Mizacıma ters olmasına rağmen memlekete gelmek için müdürlük sınavına girerek hiç müdür yardımcılığı yapmadan bir lisede müdür oldum.

Acemiliğin doruğunu yaşadım. Ne yapayım ne edeyim derken öğrenciliğim gözümün önünden film şeridi gibi geçti: 

İdarecilerimiz her sabah içtima alanında kılık-kıyafet, saç-sakal kontrolü yapardı.  Bununla da yetinmezler. Olur ya gözden kaçırdığımız olur diye ellerinde makas bir de sınıf sınıf dolaşırlardı. Büyük saç gördüler mi tren yolu açarlardı. Çünkü saçlar üç numara olmalıydı. Öyle ya disiplin ve okul başarısının yolu bunların kontrolünden geçerdi.

Açılan tren yolundan kurtulmak için saçı üç numaraya ya da sıfıra vurdurmak da yetmezdi. Ancak ustura kurtarırdı saçı.

Okul idaresinin ve nöbetçi öğretmenlerin kontrolünden geçen saçlarım, dersimize giren bir İngilizce öğretmeninin gözüne arardı. Her derste saçların uzamış demesinden usandığımdan ona tepki olsun diye saçımı iki defa usturaya vurdurmuşluğum bile var. 

Her içtimada saçlar üç numara olacak sözlerini bugün bile unutmuş değilim. 

İçtimadan geri döndürülmemek için pazartesiye hazırlık olsun diye cumartesiden berbere gidip saçları kestirirdim. Kesilen bu saç üç numaradan büyük görüldüğü için pazartesi ikinci defa tekrar tıraş olmuşluğumuz var. 

Saçın üç numara olup olmadığının kontrolünü beş parmağı tıraş makinesi gibi saçlara girdirerek yaparlardı. Parmaklar saçın altında kalırsa, bu saçlar kesilmeliydi.

Saçtan kurtulan sakal tıraşı kontrolüne tabi tutulurdu. Sinekkaydı tıraş olup olmadığı eller çeneye konur, bir sağa bir sola bakılır, kıldan eser yoksa haydi geç denirdi. Tüy görünürse git, kes gel bunları derlerdi. Askerde iken bir haftalık sakalla içtimalara çıktım. Hiçbir komutan bu sakallar ne böyle demedi. Ama benim okuduğum okulun idarecileri yakın temas ile benim sarı kılları görürdü.

Kimi öğrenci bakkaldan permatik alır, tuvalete giderek aynanın karşısında alelacele çıkan sakallarını tıraş ederdi. Bunu beceremeyen soluğu berber koltuğuna oturmada alırdı.

Saç-sakal konusundaki bu anlaşılmaz ve bezdiren tutum dolayısıyla o günün öğrencileri burnundan solusa da o günün idarecileri okula yakın berberlerden bol bol hayır dua almışlardır. Çünkü 4.000 öğrenciden çoğu müşterileri olmuştur.

Ortaokul ve liseyi okuduğum yıllarda tek tip okul formaları yaygın olmadığı için forma zorunluluğu yoktu. Aynı renk olmasa da takım veya pantolon ve ceket olmalıydı üzerimizde. Bunlar varsa sorun yoktu. Bir de aynı renk forma kontrolü olsaydı, okulun kapısından girebilen öğrencilerin sayısı bir elin parmaklarını geçmezdi.

Bütün bunlar müdür olduktan sonra gözümün önüne geldi. Zamanında nefret ettiğim bu uygulamaları nasıl yapacaktım. İmdadıma milli eğitim müdürü yetişti. Bir toplantıda müdürlerden birine, “Hocam, bayram töreninde senin öğrencilerin saç sakalları neydi öyle? Kaymakam ve protokolün önünde hiç olmadı” dedi.

Okula gelen bazı veliler, “Nerede o eski öğretmen ve müdürler. Biz bu saçlarla giremezdik okula. Şimdiki öğrencilere bak. Müdürlerinden de çekinmiyor. Yok yok. Şimdiki müdürlerde iş yok” dedi durdu.

Öpretmen olarak görev yaparken de okul müdürlerinin birinci görevi yine saç-sakal ve kılık-kıyafet idi. Kötülüğün başı idi be de olsa bunlar. 

İyi de benim eski müdürlerden ne eksiğim vardı? Milli eğitim müdürü ve veliler böyle istiyorsa, ben de bir zamanlar nefret ettiğim kılık-kıyafet, saç ve sakal kontrolü yapmalıydım. Ne de olsa insan gördüğünü uygulardı.

Bir sonraki yazımda da “Gördüğünü Uygulama Biz” başlıklı yazımla bir anekdotumdan bahsetmek isterim.

25 Haziran 2024 Salı

BENDE PAYALAŞ! *

"Coca-Cola  ile 4 yıllık sponsorluk anlaşması yapan A milli futbol takımının yönetimini  kınıyorum 

 SENDE PAYALAŞ" 

Dünden beri sosyal medyada tırnak içine aldığım yazıyı paylaşan paylaşana.

Paylaşımdan anladığım kadarıyla bizim 7 Ekimden beri boykot ettiğimiz Coca Cola A Milli Takımın sponsoru olmuş. Hem de dört yıllığına. Sanırım önceki yıllarda da var bu sponsorluk.

Boykot listemizin en başında yer alan bu içecek firması ile sponsorluk anlaşması yapan Milli Takım yönetimi kınanıyor.

Kınamakla da kalınmıyor. "SENDE PAYALAŞ" demek suretiyle bizim de Milli Takım yönetimini kınamamız isteniyor.

Bu paylaşım üzerine birkaç kelam etmek isterim:

1.Bunu yazan, paylaşmış da bu yazının noktası virgülüne dokunmadan paylaşanlara ne demeli?

2.Bir defa bu yazı Türkçeyi katletmiş. "Kınıyorum" demek suretiyle cümleyi bitirmiş. Nokta yok. Diyelim ki önemli olan içerik. Şu takıldığın şeye bak. Peki, haklısınız. İyi de üstündeki kınanan cümleyi küçük harfle yazarken niçin "SENDE PAYALAŞ" kısmı büyük harfle yazılmış? Ha büyük ha küçük, ne fark eder demeyin. Çünkü mesajları büyük harfle yazmak azarlamak ve bağırmak anlamına gelir. Bu, yazılı olmayan yerleşmiş bir kuraldır. Yazışmayı büyük harf kullanmak suretiyle yapmak kişinin kabalığını ve cehaletini gösterir. Halbuki eğer birine kızıp bağırılacaksa kınanan kısım büyük harfle yazılmalıydı. "SENDE PAYALAŞ" derken burada paylaşacak kişi azarlanmış oluyor. Bunu da geçelim. Bir diğer husus "A Milli futbol takımı" derken A Milli Futbol Takımı şeklinde büyük harfle yazılmalıydı. 

3."SENDE PAYALAŞ"a gelelim. "SENDE" deki DE niçin ayrılmıyor? Çünkü DE burada beni ayır. Çünkü ben burada ayrı yazılırım diye bas bas bağırıyor. Sonra SEN derken bu samimiyet, bu laubalilik neyin nesi? Siz deseniz ölür müsünüz? 

4.Zurnanın zırt dediği "PAYALAŞ" fiilinde. Bunu yazıp çizen, paylaşan bir Allah'ın kulu, bu fiili ilk duyuyorum. Anlamı neymiş deyip TDK sözlüğüne hiç bakmaz mı? İlk yazan yanlış yazıp paylaşmış. Bu fiil olsa olsa paylaş olur denip niçin bu fiil düzeltilme yoluna gidilmez? Çünkü PAYALAŞ, böyle bir fiil yok diye adeta sırıtıyor orada.  

5.Haydi ilk yazıp paylaşan Coca Cola'nın sponsorluğunu görünce nevri döndü. Sinirinden ne yazdığını göremedi diyelim. Ya bu yanlışı başka gören de mi olmaz da paylaşan paylaşana böyle. Bu kadar mı metne sadıksınız, yanlışı düzeltmeyecek kadar dürüst müsünüz? Haydi paylaştınız. Paylaşımınızın altına metinde yanlışlar var. Metne sadık kalma adına aynen paylaşıyorum, pardon "payalaşıyorum" yazmazsınız. Bu kadar mı sapla samanı karıştırıyorsunuz? Bu kadar mı kopyacısınız? Paylaşımın doğrusunu yazsanız, Türkçenin ilk katili, mesajımın orijinalliğini bozdu diye size dava mı açacak? Ya da bu mesajdaki yanlışı görmeyecek kadar bilgisiz misiniz? Halbuki siz değil miydiniz benim Türkçem iyi diyen? 

6.Sonra Milli Takım'ın yönetimi mi var da Coca Cola ile sponsorluk anlaşması yapıyor? Varsa da bu yönetim Cola ile anlaşma yapmak yetkisine sahip mi? Sakın bu yönetim dediğimiz Türkiye Futbol Federasyonu olmasın. Çünkü ne kadar bağımsız ise bu anlaşmayı TFF yapar. 

7.Ayrıca sanal alemi bir gezinirseniz Cola 2004 yılından beri TFF'nin ana sponsorlarındanmış. Yani 2002 öncesi değil. O zamandan bu zamana neredeydiniz de kınama yapmadınız. 

8.Madem şimdi öğrendiniz. Bağırma ve azarlama anlamına gelen "SENDE PAYALAŞ" demek suretiyle paylaşacak olana kızıyorsunuz? Niçin TFF'ye kızmıyorsunuz? 

9.Yine TFF'nin etkili ve yetkili şahıslardan bağımsız bu sponsorluk anlaşmasına imza atabileceğini mi düşünüyorsunuz? Etkili ve yetkili makamlar Cola ile sponsorluğu yasakladı da A Milli Takım yönetimi veya TFF inadına Cola ile anlaşma mı yaptı? 

10.Cola'nın bu ülkede üretimi serbest, satışı serbest. Fabrikaları var. İzni A Milli Takım yönetimi mi verdi ya da TFF mi verdi? 

11.Diyelim ki Cola ile Milli Takım sponsorluğunu beğenmedik. "Helal gıda" sertifikasına sahip o kadar yerli ve milli zengininiz var. Cola'dan daha fazla para vererek sponsor olabilirdi Milli Takımımıza. Bulamadınız mı bir zengin ta 2004 yılından beri? 

12.A Milli Takım Cola ile sponsorluk anlaşması yaptığına göre şimdi benim milli takımı tutmam caiz mi? Pireye kızıp yorganı yakmalı mıyım? Avrupa şampiyonasında "İçimizdeki İrlandalı" olarak İrlanda'yı tutabilir miyim? 

Of... Gel de çık bu işin içinden. Bir akıl verin bana. Zira kafam çok karışık vesselam.

*Türkçeyi bir katleden de ben olayım. 

Futbolda 3.Stoper Ne Zaman Gerekli?

Yılmaz Vural, Özkan Sümer ile ilgili bir anısını anlatır:

"Malatyaspor'u çalıştırıyoruz. Ben Özkan Hoca'nın yardımcısıyım.

Bizim stoper kendi kalemize bir gol attı. Bununla yetinmedi. İkinci bir gol daha attı" .

Kendi kalelerine iki gol gittikten sonra Özkan Sümer ile Yılmaz Vural arasında şu konuşma geçer. 

-Yılmaz, ofansif bir futbolcumuzu çıkarıp yerine stoper sokalım.

-Hocam, üç stoperler mi oynayacağız?

-Buna mecburuz Yılmaz. Aldığımız stoper en azından şu şerefsizi tutsun da kendi kalemize bir üçüncü gol görmeyelim. Değilse, bu bizim anamızı ağlatacak.

Not: Portekiz maçında rahmetli Özkan Sümer olsaydı, takıma üç değil, beş stoper birden sokardı.

24 Haziran 2024 Pazartesi

Nass ve Nas

Bu yazımda nass ile nâs kavramlarını ele alacağım. 

Bir 's' fazlalığı var nassta. Nas ya da nâs şeklinde yazılan nasta ise bir 's' eksik veya uzatma işareti var. 

Nass ile Kur'an ve sünnet, nas  ile insanın çoğulu insanlar, kısaca toplum kastedilir. 

Nass, buna inanan nas için bağlayıcıdır. Üzerine söz söylenmez. Ama, fakat, lakin denmez. Mutlak itaat gerektirir. Nas, nassa aykırı hareket edemez.

Nassa inanmayan nas için nassın bağlayıcılığı yoktur. 

Yazılı metin olan nassı, nâs hayatına tatbik etmekle yükümlüdür.

Nassın dili yoktur. Konuşamaz. Neyse odur. Nassı nâs konuşturur. Bazen katı uygular bazen esnetir bazen yorumlar bazen kuşa çevirir.

Nass, nâsın bazen önünü açar bazen yasak koyar bazen sınırlar bazen de ayak bağı olur.

Samimi nâs için nass bir anlam ifade eder. Elinden geldiği kadar yerine getirmeye çalışır. Samimi olmayan veya din satıcı nâsın elinde nass adeta bir oyuncak gibidir. Nassı tekeline alır. Babasının malı gibi kullanır. Onunla kedinin fareyle oynadığı gibi oynar. Yeri geldiği zaman nassı öne sürer. Sonra bir bakmışsın nassı unutur, onu rafa kaldırır. Bir daha da ağzına almaz. Bu tip nâs için nass bir aksesuar, bir aparattır. Sıkıştığı ve ihtiyaç hissettiği zaman tepe tepe kullanır. 

Nass değişmez. Neyse odur. Nâsın görüşü, nasstan ne anladığı zamanla değişebilir.

Nass, nâsın elinden çektiği kadar hiçbir şeyden çekmez. Dili olsa da bu tür nâstan ne çektiğini bir anlatsa. Herhalde dokunulsa, başlar ağlamaya.

Nass, nâs içindir. Nâs nassa uyduğu oranda samimi Müslüman, az Müslüman ya da Müslümanlıktan uzak olarak değerlendirilir.

Nassı hayatına tatbik edene Müslüman, nâsı nassla yargılayana İslamcı denir.

Müslüman ya da İslamcı olan nasstan faydalanır. Müslüman hayatına tatbik ederken İslamcı nasstan nemalanır. Siyaset, ticaret vs. alanlarda kullanır. Yeri gelir nâsı nassla korkutur. Nassı hayatına tatbikten ziyade slogan ve hamaset olarak kullanır.

Nass, emrettiklerini menfaatsiz uygulayanları nâs nezdinde güvenilir yapar. Nassı emellerine alet edinenler çoğu nâs nezdinde rezil olur.

Allah herkesi nassı emellerine alet eden din bezirganı nâstan korusun. 

Asgari Ücretin Her Yıl Artması

Sosyal medyada şöyle bir alıntıya rastladım:

2001                   2024

       👇Asgari Ücret 👇

102 TL              17.002 TL

90 dolar           527 dolar

102 avro          488 avro

82 l benzin      412 l benzin

143 l mazot     418 l mazot

927 l LPG         890 l LPG

3,18 çeyrek      4,25 çeyrek

510 ekmek       1700 ekmek

12,4 kg et          23.6 kg et

Bu paylaşımda 2001 yılı ile 2024 yılının asgari ücreti ve bu asgari ücretle neler alınabildiğine yer verilmiş. Görünen o ki LPG dışında, diğer kalemlerde 2001 yılına göre 2024 yılında alım gücü daha iyiymiş. 

Bu tür paylaşımlar bir amaca mebni olarak hazırlanır ve sosyal medyada servis edilir. Nasılsa bedava servis yapacak gönüllüleri çok. 

Yine bu tür paylaşımlarla, öldük, bittik, enflasyondan belimizi doğrultamıyoruz diyenlere mesaj veriliyor. Yıllar kıyaslanıyor ve bununla, "Nankörlük ve fakir edebiyatı yapma, işte istatistikleri gör. Şimdiki haline şükret. Alım gücün daha iyi. Ne çabuk unuttun 2001'li yılları" mesajı verilmek isteniyor. 

Değerlendirmeye geçmeden şunu söyleyeyim. Niyetim siyaset değil. Zira siyasetle işim olmaz. Birilerini ya da Türkiye'nin bir dönemini kötülemek ya da övmek değil. Eskiden kötüydük, şimdi iyiyiz ya da şimdi kötüyüz eskiden iyiydik hiç değil. Bildiğim bir şey var. Bu tür paylaşımlarla istatistiki verilere yer verilerek algı oluşturmak isteniyor. Algılara da teslim olmam. Madem ki bir durum tespiti yapılmış ve bir veriye yer verilmiş. Ben de bu tespitten hareketle bir değerlendirmede bulunmak isterim. 

2001'de 102 lira olan asgari ücretin 2024 yılında 17 bin lira olması ne tür bir enflasyon halini yaşadığımıza en güzel örnektir. Adeta paramız erimiş. Erimesine paralel olarak her yıl katlanarak asgari ücret bu noktaya çıkmış. 

İsterim ki 2001 yılında 102 lira olan asgari ücret 2024 yılında da aynı olsun. Çünkü bu, fiyat istikrarı ve bu ülkenin parasının döviz karşısında erimemesi demektir.

Bildiğim kadarıyla parası kıymetli olan ülkeler, her yıl asgari ücretlisine, işçisine veya memuruna bu şekil katmerli zam yapmıyor. Çünkü o ülkeler fiyat istikrarını yakalamış ve parası pul olmuyor. Haliyle bizde olduğu gibi çalışanına bu derece yüksek zam vermeye gereksinim duymuyor. Bizde ise yeni zam verildiği zaman döviz cinsinden asgari ücret şu kadar dolar oldu deniyor. Aynı asgari ücret yeni bir zamma kadar döviz cinsinden adeta eriyor. Yeni zamla alım gücü biraz iyileşen sabit gelirlinin sonraki aylarda alım gücü yönünden zorlandığı bir vakıa. 

Aradan yıllar geçse de başta asgari ücretli olmak üzere sabit gelirlinin maaşının artmaması, üç aşağı beş yukarı aynı seviyede olması, enflasyon ve hayat pahalılığını yendiğimizin bir göstergesi olur. Bu da bu ülkenin hayrına olur. Değilse istatistiki veriler her yıl katlanarak gider, bol sıfırlı paramız olur. Bunun da bize ancak zararı olur. Paramız da durmadan itibar kaybeder.

Yürüyüş Parkuru Görgü Kuralları

Şehrin uygun yerlerine, insanımızın nefes alacağı yeşil alan yerleri oluşturmada belediyeler epey bir tecrübeli.

Belediyeler nereye bir park açarsa, yemyeşil yapıyor. Ağacından çimine, bankından kameriyesine, yürüyüş parkurundan ara geçiş yollarına, tuvaletinden kafesine varıncaya kadar hepsini düşünüyor ve halkın hizmetine sunuyor. 

Park yapmakla kalmıyor. Sulama, temizlik ve güvenliğini de ihmal etmiyor. Yürüyüş parkuru eskidikçe yeniliyor. 

Evinden bunalan; arkadaşıyla buluşmak, çayını bu parklarda içmek, kahvaltı yapmak, parkurunda yürümek isteyen bu parklarda buluyor kendisini.

Yediden yetmişe, kadınıyla erkeğiyle sabahın erken saatlerinde yürüyüş severlerle başlayan park sefası, gecenin geç saatine kadar devam ediyor. Adeta bir panayır yerini andırıyor bu tür parkların çoğu. Yaz akşamlarında iğne atsan düşmez buralarda.

Kısaca parklar önemli bir işlevi yerine getiriyor.

Bu tür parklara gelenlerin çoğu oturmak için geliyor. Kimi de sadece yürüyüş yapmak ve ter atmak için geliyor. Zevklerle renkler tartışılmaz. Elbette isteyen oturur isteyen de yürür. Yeter ki kimse kimseyi rahatsız etmesin. 

Kim kimi rahatsız ediyor parklarda? Özellikle parkurda yürürken belli bir tempoyu yakalamış yürüyüş severler rahatsız ediliyor.

Kimler rahatsız ediyor? O parkta uzun süre oturup biraz da yürüyeyim diyenler, parkı transit geçerken parkuru kullananlar, parkuru ters kullananlar, parkuru kesip geçenler, parkurda kalabalık yürüyenler, köpekler, bir de bisiklet sürenler. Bunlar yürüyüş yapanların hızını kesiyorlar. 

Malumunuz yürüyüş yapanlar bu işi günlük rutine bindirmiş, yürürken de belli bir tempoyu yakalarlar. Bir tempoda yürürler. Ama gel gör ki yukarıda saydığım kesimler bu tempolu yürüyüşü kesmede pek mahirler. Hele dört kişinin yürüyeceği parkuru 2-3 kişi öyle kapatıyor ki arkadan gelen isterse geçebilsin. Parkura öyle bir yayınlıyorlar ki yanlarından ve aralarından geçebilmek mümkün değil. Bu yürüyenler gerçek yürüyüş yapsalar tempoları bu dersin. Ama amaçları yürümek falan değil. Adeta yürüyenleri engellemek için parkura kullanıyorlar. 

Bence bu tür parkura yayılanları, futbol maçlarında kale önünde defans olarak görev vermek lazım. En azından memlekete bu şekil bir hayırları olur. Bak bakalım o zaman gol olur mu? Çünkü aralarından ne top geçer ne de insan. 

23 Haziran 2024 Pazar

Müslüman ile İslamcı *

Birbirinin yerine kullanılan iki tabir var. Bunlar: Müslüman ve İslamcı. 

Önce TDK bu iki tabire ne anlam vermiş bir bakalım. 

Müslüman: İslam dininden olan. İslam dininin kurallarını yerine getiren kimse. 

İslamcı: Müslümanlığın esaslarını sadece dinî hayatta değil, hukuksal, ekonomik ve siyasal düzenlemelerde de geçerli kılmak isteyen. 

Bu iki tabir bazen birbirinin yerine de kullanılır ise de her İslamcıya Müslüman denirken her Müslüman İslamcılığı kabul etmeyebiliyor. 

Bu iki kavram arasındaki ayrımı, Sunucu Mehmet Akif Ersoy'un kısa bir videosunda gördüm. Tanımadığım biriyle konuşuyor. Sizlerle paylaşmak isterim.

Sunucu, kendi dindarlığıyla meşgul olana Müslüman, başkasının Müslümanlığıyla meşgul olana İslamcı denir dedikten sonra sözü muhatabı aldı. 

Muhatabı, ben kendi dindarlığımla uğraşırım dedi. Ardından tasavvufta şöyle bir hikayeye yer verilir deyip hikayeyi anlatmaya başladı:

Şeyhin oğlu büyümüş. Şeyh, oğluna haydi sabah namazını kılmak için camiye gidelim demiş. 

Baba oğul camiye giderlerken oğlanın gözü mahalledeki evlere kaymış. Bakmış ki hiçbir evin ışığı yanmıyor. Hemen dönüp babasına, baba! Mahallede tek bir ışık yanmıyor. Hiç kimse sabah namazına kalkmamış deyince, şeyh:

Evlat, daha ilk defa sabah namazına gidiyorsun. Hemen mahalleliyi yargılamaya başladın demiş.

Sanırım Müslüman ile İslamcı tabirleri bu hikayeden daha güzel anlatılamazdı. Çünkü kendimizi ister İslamcı ister Müslüman görelim, kendi dindarlığı dışında başkasının dindarlığıyla uğraşan herkes, isterse İslamcı olmayı kabul etmesin, bir nevi İslamcı demektir.

Kendi Müslümanlığıyla uğraşanlar var aramızda. Onlara sözümüz olamaz. Ama kendini Müslüman gördüğü halde ya da Müslümanlığını yaşamaya çalıştığı halde başkasının Müslümanlığını sorgulayan milyonlar var bu ülkede.

Bu tür İslamcılar, İslamcılığını sosyal medya aracılığıyla yapıyor. Bunlara sosyal medya İslamcısı dense yeridir. Bunlar ha bire bu alem vasıtasıyla emir ve talimat yağdırıyor, birilerini eleştiriyor, yargılayıp duruyor:

Açık giyinene kızıyor. 

Oruç tutmayana veryansın ediyor. 

Alenen oruç yiyene demediğini bırakmıyor. 

Camiler bomboş, giden yok deyip maça gidenle, camileri karşılaştırıyor. Statlar dolu, camiler boş diyor.

Kendi düşüncesinde olmayan birilerinin namaz kılmasını, camiye gitmesini samimi bulmuyor. Gösteriş için gidiyor diyor. 

İçki içene köpürüyor.

Kısaca kendi Müslümanlığıyla meşgul olacağı yerde durmadan başkasının Müslümanlığıyla uğraşıyor. 

Bu demek değildir ki başkasına bakmayıp sadece kendimizle uğraşacağız. Kastım bu değil. Elbette her alandaki eksik ve aksak yönlere değinilecek. Ama önce kendimize bakmamız gerekiyor. Müslümanlığını iyi yaşayan birinin, sözünden ziyade yaşantısı insanlara örnek olur. Yaşantıyı bir tarafa bırakarak sürekli sözle dövmek iş değil. Çünkü bunun kimseye faydası olmaz. 

*28.06.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

21 Haziran 2024 Cuma

Nafile Boykot Turlarımız

Kökeni Beni Nadir, Beni Kaynuka, Beni Kureyza tehcirlerine mi yoksa Hayber Fethine mi ya da sonraki olaylara mı dayanır bilmem. 

Bildiğim, taraflar her ne kadar millet ve milliyetlerin düşmanı değiliz dese de Yahudiler Müslümanlardan, Müslümanlar da Yahudilerden hiç haz almaz. 

Biz bir de üstüne antisemitik değiliz deriz. 

Şu var ki bu iki millet bir kazana atılsa mümkün değil birlikte kaynamaları.

Hangisinin eline fırsat geçse yekdiğerini bir kaşık suda boğar. Nitekim şimdi fırsat, imkan ve güç Yahudilerin elinde. Var gücüyle Filistinlileri yok ediyor.

Yarın devir dönse, Yahudilerdeki bu fırsat, imkan ve güç Müslümanların eline geçse, İsrail devletinin bu yaptığına karşılık Müslümanlar da benzerini yapacak. Yahudi'ye dünyayı dar edecek. Çünkü ezilen ezer, incinen incitir, orantısız güç kullanılan, orantısız güç kullanır.

Yahudiler de daha doğrusu İsrail de bunu biliyor olmalı ki işi sıkı tutuyor. Kökünü kazıyayım diyor. Nasılsa bu aşamaya gelinceye kadar potansiyel tehlike olan Mısır, Irak, Suriye, Libya, Lübnan ve Ürdün etkisiz hale getirildi. İsrail'in önünde Gazze topraklarını temizlemek kaldı. Nitekim adım adım bunu yapıyor. Planından da ödün vermiyor. Onca tepkiye de kulak asmıyor. 

Aslında İsrail'in İslam dünyasından korkmasına hiç gerek yok. Yeter ki düşmanları İslam dünyası olsun. İslam dünyası bir güç olsa bile bu dünyanın İsrail'e göstereceği bir tehlikesi yoktur. Çünkü İslam dünyasının gücü olsa ve eline fırsat geçse birbirlerini boğazlar. Hoş İslam dünyasının güç olmaya zaten ne mecali var ne kapasitesi var ne niyeti var ne de böyle bir iradesi var. İslam dünyasında bu kafa olduğu müddetçe o küçük İsrail daha ne katliamlara imza atar.

Çünkü İslam dünyası sonuç alamayacağı işlerle uğraşıyor, nafile işler peşinde. Ellerinde Yahudi mallarını boykot silahı var. Dönerler dönerler Yahudi ürünlerini boykot ederler. Özellikle Cola boykotu. Bu Cola'ya öyle bir anlam yüklerler ki sanırsın ki Cola boykot edilince İsrail'in burnu sürtülecek, pes edecek. Böyle dediğin zaman boykotu küçümsememek lazım. Boykot önemli derler. Son zamanlarda da Mısır'ı örnek verirler paylaşımlarında. Bozuk cümlesiyle biri, güya "Mısır'da Cola satışları dip yaptığı için bedava dağıtmışlar. Hiçbir Mısırlı bedava olmasına rağmen Cola'nın yüzüne bakmamış". Haber ne kadar sahih bilen yok.

Diyelim ki Cola'yı boykot ederek sonuç alacağız. Peki, bunda ne kadar samimiyiz? Bir defa Cola bu ülkede kendiliğinden bitmiyor, merdiven altı üretilmiyor, bize dışarıdan ithal gelmiyor, birileri kaçak satmıyor. Yahudi de elini kolunu sallayarak gelip bu ülkede zorla Cola satışı yapmıyor. Bu ürün bu ülkedeki fabrikalarda, bizim işçiler eliyle üretiliyor. Bunun üretimine bizim ülkemizin etkili ve yetkili makamları izin veriyor. Hatta ülkemizde fabrika açın diye teşvik veriliyor. Biz her şeyden önce bu ürünün satışına onay verenleri protesto edeceğimize, izinli ve onaylı ürüne boykot yapmaya kalkıyoruz. Hiç kusura bakmayalım. Bizim bu yaptığımız sivrisinekten kurtulmak için bataklığı kurutmak gerekirken, biz bataklık yerine sivrisinek avına çıkıyoruz.

Sivrisinek avımız bitmiyor. Marketinde bu ürünleri satana kızıyoruz. Alana kızıyoruz. İçene kızıyoruz. Kızıyoruz oğlu kızıyoruz. Bilmeyiz ki kızan kızdığıyla kalır. Kızmayan ve işini yapan yol alır. Örnek verdiğim Cola boykotunu diğer Yahudi ürünlerine uyarlayalım. Sonuç, sıfır elde var sıfır.

Bir diğer yaptığımız, yaptıklarından dolayı Yahudi’ye lanet okumak.

Tüm bu sonuç alıcı olmayan yaptıklarımız, acziyetimizin bir tezahürüdür. Daha sonuç almak istemiyorsak, elimizdeki bu iki sermayeye sahip çıkalım.

Biz boykotu bırakalım da Yahudilerle nasıl rekabet ederiz, bunun yolunu bulalım. Yahudi’yi taşlamaktan ibadete zamanımız kalmıyor. Halbuki ilk yapacağımız, bu Yahudi ürünlerinin yüzüne bakılmayacak emsal kalitede ürün üretip seri üretim yapmaktır. Bunun için kafa yormak, plan yapmak ve çalışmak gerek. Bu da bizde yok. Çünkü durmadan kızanın, nefretini izhar edenin, beddua edenin, boykot yapanın ise marka üretmede gözü olmaz.

Bizim her şeyden önce Yahudi düşmanlığımızı bir tarafa bırakmamız lazım.

Lütfen, boykota kalkarak yenilmişliğimizi ve acziyetimizi marifetmiş gibi göstermeyelim. En azından gülünç duruma düşmemiş oluruz.