29 Nisan 2024 Pazartesi

Yatalak Hastaların Bakımı

Bakıma muhtaç hastalar var. Yatağa bağlı yaşıyorlar. Kendi başlarına hayatını idame ettirme durumları yok. İyileşip ayağa kalkma durumları zaten yok.

Bu tip hastalar başkasının bakımına muhtaç olarak hayatın geri kalanını yatakta tamamlayacaklar.

Böyle hastalar için hayat çekilmez. Dört duvar arasında nefes alıp duracaklar. Böyle hastalara bakan için de hayat zor. 

Bu tip hastalara çocukları arasında sıraya konup bakılıyor ya da evi varsa evinde sırayla bakılıyor.

Bakan kimseler sıra kendisine gelince yemesini, içmesini, gezmesini, dolaşmasını, işini ve gücünü bırakıyor, hastasına bakıyor.

Bu durumdaki hastalar için özel bakımevleri var. Buralara her ailenin gücü yetmez. Çünkü hastane masrafı, yatak ücreti dünyanın parası. 

Devlete ait bazı hastanelerde palyatif odalar var. Bura için de refakatçi lazım. Bakıcı bulsan, çoğu ailenin gücü yetmez. Ayrıca her hastayı da palyatif odaya almazlar.

Yatağa bağlı hastaların bakımı, çoğu evlerde çocukları tarafından yapılıyor. Bu da kolay değil.

Evde hastalarına bakacak birilerini bulsalar en az asgari ücret para vermek lazım. Bunun için de bakıcının evine gittiği zamanlarda yine evde hastaya bakacak biri lazım. İkinci yani yatılı bakıcı bulmak hem zor hem de masraflı.

Dense ki masraf neyse karşılayalım. Bu sefer mahalle ve akraba baskısı gündeme geliyor. Babalarına bakmadı, anasına bakmadı deniyor ya da aileden biri başkası sizden iyi mi bakacak diyor. Ayrıca başkası ne der denerek çocuklar acı zulüm bakmaya devam ediyor.

Başına gelmeyen bilmez. Böylesine büyük konuşur.

Diyelim ki çocuklarının işi yok. Ailedeki hasta olanlara sırayla bakıyor. Ya işi varsa ne olacak? Ki günümüzde kadın, erkek herkes çalışmak zorunda. Pek çalışmayan kadın kalmadı.

Bu durumda ne yapılmalı? Hala eskisi gibi başkası ne der, ben bu çocukları bugünler için büyüttüm. Ben babama baktım. Çocuklarım da bana veya eşime bakacak mı diyecek? Ki diyenler de eksik olmuyor.

Geldiğimiz nokta itibariyle geçmişle kıyas yapmak yanlıştır.

Aslında yapılması gereken, yatağa mahkum yaşayacaklar ve ayağa kalkması mümkün olmayan hastalar için en güzeli, bir bakıcı bulmak. Hastanın parası varsa oradan yoksa çocukları tarafından ortaklaşa karşılanacak. Hasta bakıcı anne babaya bakarken çocukları da ziyaret ve süreci takip edecek. Bunun ayıplanacak bir tarafı yok. Bazı aileler bunu yapsa da yani bakıcı vasıtasıyla hastasına baktırsa da bazı aileler hala günümüz ruhunu yakalayamıyor. Halbuki bakıcıya baktırmak işten kaçmak değil, süreci yönetmektir.

Gel de bunu günümüzün ruhunu yakalayamayan büyüklere anlat.

Yatağa Bağlı Hastan mı Var?

İnsanın imtihanı bitmez. Belki de kurtuluşu ölümdür. Yüzü soğuk olsa da ölüm en büyük nimettir. Giderken hayatta gördüğü acı ve sıkıntıların hepsi bitiyor.

Ölüm geride kalanları üzse de hayatın da ölümün de hayırlısını ve bereketlisini dilemek lazım. 

Ölümün ardından geride kalanlar üzülse de ölenle ölünemeyeceği için onlar da bir zaman sonra ölenin yokluğuna alışacaklar. 

Ölümün en tehlikelisi yaşarken ölmektir. Yatağa bağlı hayattır bu. Ne ölürsün ne kalkar yürür, kendi işimi kendin yaparsın. 

Yatağa bağlı olunca esas ölüm bu hastaya bakanlar içindir. Hastadır. Ne atılır ne satılır. Bakmak zorundasın. Gözüne bakarsın, bu emanet ne zaman gider diye. Vakti gelmeden de gitmez. 

Hastanede yoğun bakımda aylar aylar kaldı. Bir umut gidip geldin ha şimdi uyanır şimdi kalkar diye. 

Her geçen gün umutlar biraz daha tükenmeye başlar. 

Ama hasta ayağa kalkamasa da ölü gibi yatmaya devam ediyor. 

Böyle ne olacak, yok mu bir çıkış yolu derken bir gün doktorlar, hastanızı ya eve çıkarın, evde bakın ya da bir palyatif oda bulalım derler. 

İyi de evde nasıl bakılacak? Palyatif odada nasıl olacak? 

Hastayı eve çıkarsan evde diri olmayan bir ceset var. Siz deyin buna bu ev cenaze evi. Aylar yıllar böyle devam eder mi? Yaşarken ölürsün. Ne bir yere gidebilir ne gülebilirsin ne sağlayabilirsiniz ne de özel bir yaşantın olur.  

Böyle olmaz. Palyatif oda olsun dediler veya dedin. Burası da ayrı bir dert. Çünkü buraya lazım refakatçi. Sabahtan akşama, 7/24 kim durur öndeki konuşmaz, kalkmaz ve yürümez cesetle?

Akıl veren çıkar. Efendim, böyle yerlerde hasta bakıcılık yapanlar var. Bulun böyle birini. Sizin yerinize baksın denir. İyi de böyle birini nereden, nasıl bulacaksın? Buldun. Böyle biri burada ücretsiz iş yapmayacak. Parayla bakacak bu işe. Vereceğin para da üç beş kuruş değil. Bir maaş vereceksin en azından. Bu maaşın en düşüğü de asgari ücret. Aldığın nedir ki aldığından asgari ücret para vereceksin. Verdin diyelim. Sen ne yiyeceksin? Haydi buldun bir iki ay. Borç dert geçindin. Ne zamana kadar devam edecek bu tür bir yaşam.

Gel de çık bu işin içinden. Çünkü çaresiz bir durum var karşında. 

Bir de özel bakımevleri vardır ki buralara hastasını koymak her kişinin harcı değil.

Sadede gelirsek, bu ülkede hastası palyatif oda hastası olan nice insanlar var. Ya kendileri hasta başında nöbetleşe hastaya refakat ediyorlar ya da her bir hasta sahibi, birini ücretle tutuyor. Böyle olacağına yani her bakıma muhtaç, yatağa bağlı hastalar için bir refakatçi olacağına, 8-10 kadar yatağa bağlı hastaya profesyonel bir hasta bakıcı görevlendirilse, bu hasta bakıcının ücretini de hasta yakınları ortaklaşa verse daha iyi olmaz mı? Bu öneri hasta yakınlarının elini hem madden hem de manen rahatlatacaktır. Üzerinde düşünmeye değer. Bunu da bünyesinde palyatif oda bulunan hastane yönetiminin düşünmesi lazım.

Muhtarlıkları Kaldırma Zamanı Gelmedi mi?

Mahalli seçimlerle birlikte seçimi yapılan ve seçimle iş başına gelen köy ve mahalle muhtarları üzerine geçmişte birkaç yazı yazdım. Geçmişte önemli bir görev ifa eden muhtarlığın, günümüzde devletin sırtında bir kambur olduğunu, sembolik anlamı dışında bir işlevi kalmadığını ve kaldırılması gerektiğini ifade ettim. 

Başta muhtarlar olmak üzere bazıları bu görüşüme tepki gösterse de halkın çoğunluğu muhtarlığın kaldırılması gerektiğine dair görüşümü destekledi. 

Yeni bir seçim arifesinde muhtar adaylarının boy boy resimlerinin paylaşıldığı bir dönemde hemen hemen halkın çoğunun muhtarlıkların kaldırılması yönündeki görüşlerini görünce, bu konuda giderek bir konsensüsün oluştuğunu görüyorum. Bu da sevindirici. 

Halkın bu önerisine kulaklarını tıkayan tek devlet kaldı. Bakalım devlet bu konuda ne zaman son noktayı koyacak ve muhtarlıklar da tarihteki yerini alacak. 

Bir zamanlar devletin taşra teşkilatında, devletin eli, ayağı olan nahiye ve bucaklar ve buralarda görev yapan nahiye müdürleri vardı. Devlet kaldırdı. Hizmette hiç aksama olmadı. Bugün hatırlayan bile yok.

Muhtarlıklar kaldırılsa hizmette bir aksama olur mu? Olmaz. Çünkü bir zamanlar önemli bir görev ifa eden muhtarlık, e-devletin yaygınlaşması ve muhtarın görevlerinin çoğunun nüfus müdürlüklerine aktarılması ile birlikte halihazırdaki muhtarlıklar neredeyse iş yönünden sinek avlıyor. Bu sinek avlama muhtarlık yönünden. Yoksa muhtarların çoğunun işi başından aşkın. Çünkü çoğu emekli ve bir işi var. Hem işine devam ediyor hem de muhtar seçilmek suretiyle asgari ücretten maaş almaya devam ediyor.

Bu arada hakkını yemeyelim. Bazı muhtarlar var ki her yerde. Mahallesine hizmet için koşturuyor. Alın size bir örnek. Bir okulda okul müdürüyüm. Okulların açılması yaklaştı. Bahçe girişindeyim. Biri geldi yanıma. Tanımam etmem. Okul eğitim ve öğretime hazır mı dedi. Olduğu kadar hazırız dedim. Şu bahçedeki taş ne ya dedi. Yüzüne baktım. Kimsin dedim. Ben bu mahallenin muhtarayım dedi. O gördüğün taş mahalledeki çocuklar futbol maçı yaparken kale görevi yapsın diye sağdan soldan bulup getirdiği taş. Şimdi kaldırsam akşama tekrar koyarlar. Rahatsız mı oldun bu taştan dedim. Evet. Okulun hazır olmadığı buradan belli dedi. O zaman git o taşı al, kenara atıver dedim bu eğitim gönüllüsü, tüm mahallenin yükünü alan muhtara.

Sahi köy ve mahallede bütçesi, ödeneği, yardımcısı ve hiçbir imkanı olmayan tek kişiden ibaret muhtarlık köy veya mahallenin hangi devasa işine derman olur?

Bugün muhtarlıklar kaldırılsa hizmette bir aksama olmadığı gibi 50 binden fazla muhtara asgari ücretten ödenen para devletin başka hizmetlerinde kullanılacak. Devletin üzerinden büyük bir yük kalkmış olacak.

Muhtarlıklar kaldırılırsa, seçimlerde muhtarlara ait pusula olmayacağı için  mahalli seçimlerde sandık başkanının korkulu rüyası  bitecek. Seçim sonuçları daha erken sonuçlanacak. Ayrıca muhtar ve aza sayım, döküm ve tutanak işi olmayacak.

Bu Ülkede Yaşamanın Bedeli

Efendim, otelinize iki kişilik rezervasyon yaptırmıştık.

Niçin tercih ettiniz otelimizi?

Fiyatı çok uygundu da ondan. 

Aksanın pek İngiliz’e benzemiyor.

İngiliz değilim ama İngilizcem çok iyi.

Belli. İngiliz sitesinden rezervasyon yaptırdığına göre. Bu arada nereden geliyorsunuz?

Türkiye'den efendim.

Milliyetiniz nedir?

Anlamadım. 

Uyruğunuz?

Ne alaka? Nüfus müdürlüğü mü burası?

Nüfus müdürlüğü değil ama milliyet önemli burada. Hele bu paraya bu otelde kalmak...

Türk'üm Türk. Öz ve Öz Türk'üm. Tıpkı sizin gibi.

O zaman sizden fark alacağız. 

Ne farkı?

Milliyet farkı? İngiliz ile aynı otelde kalmanın farkı.

Ne alaka?

İngiliz olsanız ne âlâ. Bu ülkede Türk olmanın bir bedeli var.

Niçin?

Senin rezervasyon yaptırdığın site İngilizce site. Bu kampanya da İngilizlere mahsus bir kampanya idi. İngiliz olmadığınıza göre bu farkı almak zorundayız.

Ne kadar fark?

120 euro kadar.

Ama bu bir çuval fark demek. Bir çuval da rezervasyonda yazılı olan yapar. Eder iki çuval para. 

Sadece burası değil. Her yere, her şeye çuvalla para vermiyor musunuz? Çünkü paranızın ederi bu. Halbuki İngiliz olsanız hem ucuza kalırsınız hem de verdiğiniz para bize yük olmaz. Sizin verdiğiniz para say say bitmez. Bu gidişle paranızı tartmak için buraya terazi yani kantar koyacağız.

Ama siz kamu adına iş yapıyorsunuz. Böyle para tasnifi yapmanız doğru mu? Biz ülkemizde, ülkemizin otelinde İngiliz’le aynı paraya kalamayacak mıyız?

Kalırsınız da dedim ya kalmanın bu ülkede yaşamanın bu ülke insanı olmanın bu parayı taşımanın bir bedeli var. Sonra İngiliz dediğin bize döviz getiriyor temizinden. Hem de bacasız fabrika. Sizin paranız bu ülke dışında nerede geçer bir düşün. 

Şimdi biz bu otelde kalamıyor muyuz?

Kalırsınız da ceremesini çekmek şartıyla. 

Desene ülkemizde biz parya olmuşuz da haberimiz yok. Hani biz dünyaya bedeldik.

Onlar lafta efendim. Bunların reel hayatta bir karşılığı yok. İngiliz ol, 120 euro daha düşük öde. 

Kırmızı Işık Fobimiz

Yazır'dan, Abdülhamit Caddesi üzerinden, Meram Tıp Fakültesine doğru yol alıyorsunuz. En son ışıklar olan dörtlü bir kavşağa geldiniz. Geçtiniz geçeceksiniz. Ama kırmızı ışık yandı. Işığı gören durdu.

Bu durumda sen ne yapacaksın? Kaderim kaderim deyip herkes gibi duracak mısın? Unutma ki sen kırmızı ışıkta bekleyecek, kurallara uyacak adam değilsin. Ayrıca kurallar aciz insanlar içindir. Hem senin acelen var. Acelen olmasa da kurallar çiğnenmek için vardır. Bir de kırmızı ışığa boyun eğmek senin lügatinde yok. Sonra senin bu ışığa karşı alerjin var. Üstelik akıl küpü bir zekan var. 

Bu durumda ne yapacaksın? Saksıyı çalıştıracaksın. Hemen yolun sağından Sarayköy istikametine giden kontrollü yolu kontrol edeceksin. Baktın ki bu yol bölünmemiş yol. Tamam, yırttın. Işıkta beklemeyeceksin. Sağ, sol sağ yapıp ışıkta hiç beklemeden yoluna devam edeceksin.

Ardından ışığın yanmasını bekleyenler sendeki bu zekayı görünce sana şapka çıkaracaklar. Onlar bekleye dursun ve sendeki zekanın niçin kendilerinde olmadığına kıza dursunlar. Onlar ışıktan kalkıncaya kadar sen zaten Meram Tıp Fakültesine vardın.

Kaza oldu mu? Hayır. Herhangi bir karışıklığa sebebiyet verdin mi? Hayır. O zaman ne diye bekleyeceksin kırmızıda değil mi? Anan seni kırmızı ışıklarda beklesin diye mi doğurdu değil mi?

Acelen mi vardı kırmızıda beklemeyecek kadar? Ne fark eder değil mi? Önemli olan kırmızıda beklememek ve herkesten önce menzile varmak.

Takkeli Dağın eteklerindeki Sarayköy'e yürüyüş yapmak için iki arkadaşı bu ışıklarda beklerken gördüm bu sahneyi. Bir yarım saat bekledim yol arkadaşlarımı. Onları beklerken birbirinin aynısının ta kendisi olan bu sahneyi farklı sürücülerde kaç defa izledim. Belli ki bu yolu sürekli kullanan kişiler bunlar. Bu yolu avuçlarının içi gibi biliyorlar. Bildikleri için de acemilik çekmiyorlar ve kırmızıda durmadan nasıl geçeceklerini çok iyi biliyorlar. Onlar için sağ, sol, sağ yapmak, belki de günlük rutin işlerinden biri. 

Bu kırmızı fobisi çoğu sürücülerde var. Ta ileriden gelirken yeşili görünce yeşilde nasıl geçerim düşüncesiyle bastıkça basıyor. Hızını bu kadar almışken durmak olmazdı artık. Ya son anda geçecek ya sarıya geçince gelecek ya da kırmızıda gelecek. Çoğu kazalar da böyle zamanlarda oluyor.

Yeşili görünce geçmek için tam bastırdığın zaman önündeki de bastırıyor. Diyorsun ki bu adamın niyeti de ciddi ve ışıktan geçecek. O gazlıyor, sen gazlıyorsun. Bir baktın ki kırmızı yanınca önündeki duruvermiş. O durdu ama bu hızla sana durmak yakışmazdı. Zaten durmak istemesen de duramazsın. Be kadar frene bassan da öndeki durana arkadan vuruveriyorsun. Herkes için beklenen kazaydı ama sana göre görünmez kazaydı ve tüm suç önde durandaydı. Ama gel de bunu öndekine anlat. Onlara göre hep arkadan vurandaydı. Aniden duranda hiç suç yoktu sanki.

Ardından o yeşilli, sarılı, kırmızı rengiyle trafiği bir düzen içinde akıtan kavşağın tamamını kapatıp trafiği bir güzel felç ediyorsun. Sen ise tutanak tutmakla meşgulsün.

Bir de seni yeşilde geçirmemek için önünde yavaş yavaş hareket eden birileri var. Onların görevi seni kırmızıda bıraktırmak. Kendisi mi? Kırmızıya rağmen geçer gider. Gelecek cezaya adam dünden razı. Önemli olan seni kırmızıda bıraktı ya. Cezanın ne önemi var, değil mi? 

Milliyet Farkı

Yabancı bir site üzerinden Antalya'daki bir otele rezervasyon yaptıran bir kişinin Türk olduğu anlaşılınca, kendisinden "milliyet farkı" adı altında 120 euro ilave para alınması sosyal medya üzerinden paylaşıldı.
Bu paylaşımın
ardından Kültür Bakanlığı haber üzerine bir kontrolör görevlendirdiğini, olayın aslı çıkarsa ilgili otele müeyyide uygulanacağını duyurdu. 
Bakanlık harekete geçtiğine göre olayın aslı var sanırım. Ümit ediyorum ki bu haber asparagas çıkar. Aksi çok vahim bir durumla karşı karşıya olduğumuz anlamına gelir. 
Yazıma böyle devam ederken ilgili otel grubunun bu konuya dair bir açıklaması var mı, ona göre yazayım. Şayet aslı yoksa boşu boşuna kalem oynatmayayım. Belki yalanlamıştır diye sanal aleme baktım. Bir açıklamaya yer verilmiş. Rezervasyon yaptıranın yanıltıcı bilgi verdiği, Romanya vatandaşı olduğunun anlaşıldığı, bölgesel ve dönemsel kampanyalardan kaynaklı farkın oluşabildiği, fiyat farkının milliyet farkı şeklinde yazıldığı, bu ifadenin dikkatsizlikten kaynaklandığını, bundan dolayı özür beyan eden bir açıklamaya yer verilmiş. 
Belli ki bu kampanya İngilizler özgü bir kampanya olarak düzenlenmiş. İngiltere'den gelen turistler daha uygun fiyata otelde kalabilecekler. Pekala bu fiyat farkına "yanlış beyan veya kampanya dışı rezervasyon farkı" yazılabilirdi. 
Otelin sisteminde "milliyet farkı" diye bir bölümün olması garip. Çünkü bu ifade tamamen ırkçılık kokan bir ifade. Demek ki böyle bir ayrım otelin felsefesinde var. 
Ayrıca aynı kampanya döneminde kim nereden gelirse gelsin, niye fiyat farkına tabi tutuluyor. Bunu da çok anlamış değilim. Tarih farkı vardır, kampanya tarihi bitmiştir. Yeni bir kampanya rakamları vardır. Bunu da anlarım. Öyle zannediyorum, bu site üzerinden rezervasyon yaptıran, bu rezervasyonu yaptırırken fiyatları görerek yaptırmıştır. Ayrıca fiyat farkı talebi olacak şey değil. 
Bir diğer husus, benim bildiğim, dışarıdan gelenler daha pahalıya kalırken ülke içinden gidenler daha ucuza kalırdı. Bugüne kadar hep böyle işittim. Bu uygulamada tamamen tersi bir durum söz konusu. 
Bir diğer husus, milliyet kavramı eski insanların kullandığı bir tabir. Yeni nesil ve günümüz Türkçesinde bu Arapça kelime pek kullanılmıyor. Bunun yerine uyruğu tabiri daha revaçta. 
Nereden bakılırsa, gerekçe ne olursa olsun, firmanın yaptığı büyük ayıptır, büyük gaftır, kamuoyunu bilgilendirmek amacıyla yaptığı açıklama ve özür için de özrü kabahatinden büyük dense yeridir. 

27 Nisan 2024 Cumartesi

Şehit Fethi Sekin MTAL'den Örnek Bir Sosyal Sorumluluk Projesi

Muhittin Güzelkılınç Anadolu Lisesinin ek binasında Hadimi Ticaret Meslek Lisesi olarak 2011-2012 öğretim yılında öğretime başlamış. 2019-2020 öğretim yılından itibaren Meram ilçesi Alakova mahallesinde yapılan yeni binaya taşınmış. Yeni binayla birlikte okulun adı da değişmiş. Okula, İzmir Adliyesinde menfur cinayete kurban giderek şehit olan polis memuru Fethi Sekin'in adı verilmiştir. Okulun adı Konya Şehit Fethi Sekin Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi olmuştur.

Şehir merkezine 13 km mesafedeki okula, çiçeği burnunda okul dense yeridir. Okulda 23 derslik ve 8 atölye bulunmaktadır. 29 öğretmen, 5 idareci, 1 teknisyen görev yapmaktadır. 513 öğrencinin okuduğu okulda üç ayrı statüde öğrenci eğitim ve öğretim yapmaktadır. Bunlar:

Bilişim teknolojileri, muhasebe ve finansman ve gıda teknolojileri bölümlerinde normal eğitim yapan öğrenciler.

Kuyumcu, takı imalatı, vitrin kuyumculuğu, satış elemanlığı, bilgisayar teknik servisi, muhasebe, şekerleme, emlak komisyonculuğu gibi dallarda eğitim ve öğretim yapan MESEM öğrencileri,

Değişik branşlarda çalışan, ustalık belgesine sahip ortaokul veya lise bitirmiş büyüklerin Mesleki ve teknik Anadolu Lisesi diploması elde etmek için Diploma Telafi Programı adı altında tabi oldukları eğitim ve öğretim.

Okulun, gıda dalında öğrenim gören öğrenci, öğretmen ve teknisyen eliyle üretim yapan bir de ekmek fırını var.

Geniş bahçesi; öğretmen, öğrenci ve yardımcı personel eliyle ağaçlandırılmıştır. Kırın yüzündeki okulun ağaçları büyüdüğü zaman gelecek nesil ağaçların gölgesinde soluklanma imkanına sahip olacak.

Okul, tamir ve onarımı için bir teknik elemana sahip olmasa da bu eksiklik okul müdürü eliyle giderilmektedir.

Öğrenci ve öğretmenin evi gibi bildiği, merkeze uzak, birçok dala hitap eden, adı ve sanı pek bilinmeyen bu mütevazı okul, akademik yönden çok ön plana çıkmasa da ara eleman ihtiyacını giderme yönünden önemli bir işleve sahip. Her bir öğrenci fedakar öğretmenleri eliyle alanında mesleğini öğreniyor. 

Meslek Lisesi öğrencisi olmasına rağmen öğrenciler saygıda kusur etmiyor, verilen görev ve işten kaçmıyor. Kıt, kanaat imkanlarla elinden geleni ardına koymuyor. Okulun her bir ferdi çorbada tuzum olsun diye uzanabildiği yere elini dokunuyor. 

Okul öğrencilerinin en son yaptığı da okul mahallinde bulunan camiler oldu. 

Malumunuz üzere lise öğrencilerinin her sınıf kademesinde 5 saat ile 20 saat arasında yapmakla yükümlü olduğu sosyal sorumluluk projesi var. Okulun Demokrasi ve İnsan Hakları ve Kişisel Verilerin Korunması Kulübü de bu proje çerçevesinde örnek bir davranışa imza attı. Kulüp öğretmenleri, okul idarecileri ve öğrenciler, camileri temizleme ve güzelleştirme sorumluluğunu üstlenerek okul çevresinde bulunan camilere giderek camilerin içini ve dışını ayakkabılıklarına varıncaya kadar bir güzel temizlediler. Mahfildeki halıları caminin dışına çıkararak elleriyle silkelediler. Halılardan çıkan toz arşı âlâyâ ulaştı dense teşbihte hata olmaz. Bana da tertemiz yapılan camide namaz kılmak düştü. Bu proje kimin fikri ise kim yürürlüğe koymuşsa kim gidip bu camileri temizlemede görev yapmışsa hepsi kocaman bir aferini, tebrik ve teşekkürü hak etti. Emeklerine sağlık hepsinin. Allah sebep olandan ve emek sarf edenden razı olsun. 

Bu güzel uygulamalı projenin örnek olması bakımından bu konuyu ele aldım. Merak edenler için okulun sayfasında görüntülerin yer aldığı linki buraya alıyorum.

"https://konyasehitfethisekinmtal.meb.k12.tr/icerikler/sehit-fethi-sekin-camileri-guzellestiriyor-sosyal-sorumluluk-projesi_15093760.html"  

25 Nisan 2024 Perşembe

Siz Hangi Mahallenin Muhtarı ya da Azasısınız?

Ama işte ama işim yokken evde fırsat buldukça yürüyüşe çıkarım. Bir çay ocağı bulunca da çay içmek için otururum. Otururken bloğumu açıp bir şeyler yazmaya başlarım. 

Yine rutin günlerimden birinde yürüyüşün ortasında bir çay ocağına oturdum. Yazmaya başladım. 

Bir başına otururken yan masada oturanların sesi de ister istemez bana kadar ulaştı. 

Ben falan mahallenin muhtarıyım dedi biri. 

Öbür masada oturan da ben de falan mahallenin muhtarıyım dedi. 

Bir diğeri ben iki dönem muhtarlık yaptıktan sonra bu dönem muhtar olmadım dedi. Niye dedi beriki? Biri, iki dönemdir yapıyorsun, bu dönem ben muhtar olacağım dedi. Ondan dolayı aday olmadım dedi. 

Bir diğeri de muhtar olmasa da iki dönemdir muhtar azasıydım. Bu dönem beni değil, oğlumu yazdı aza olarak dedi. 

Hasılı yan iki masa karşılıklı konuşmaya başladı. Konuşmaları da bahsettiğim gibi muhtarlık üzerine. İki ayrı masada iki ayrı muhtar, yanında eski aza ve bu dönemki azanın babası ile yan yan masalarda oturduk. 

İki dönem yaptıktan sonra bir başkası yeter senin yaptığın. Sıra ben de demesini garipsedim. Sanki sıraya koymuşlar gibi. Belli ki mahallede güçlü biri. İki dönem birini desteklemiş, sonra kendisi ortaya çıkmış ve muhtar olmuş.

Mevcut muhtarları ve eski muhtarları anlarım. Adı üzerinde eski ve yeni muhtar. Muhtarlığı bıraktıktan sonra bile ölünceye kadar eski muhtar diye anılacak. Çocukları da eski muhtarın çocukları diye tanınacak. 

Onlar oturmaya ve koyu muhabbete devam ederken azalar ne iş? Bunlar da muhtar gibi para alıyorlar mı diye düşündüm. Google'la yazdım. Meccanen çalışıyorlarmış. Yani bir ücret yok kendilerine. Ücreti de yoksa insanlar niye aza olur dedim. Adam kendisini tanıtırken iki dönem azalık yaptım dediğine göre getirisi olmasa da tanışmalarda demek ki ayrı bir havası var. Seçimde görev yaparken bile mahallemde tanıdığım bir çay ocağını işleten, dışarıda ve koridorda bir muhtar adayının pusulalarını dağıtıyor ve ne hayır dedim. Falan muhtar adayının pusulası. Babam da aza, amcam da aza dedi. Azaların çocuğu da babam ve amcam aza olsun diye pazar pazar çalıştı. 

Eski ve yeni muhtar, eski aza ve yeni azanın babası olmasam da onların yan masasında olduğum için bende de bir hava oluşur gibi oldu. Bir de muhtar ya da aza olsam, kim bilir daha dün ben de şunlar gibiydim diyeceğim. 

Yan masamda bu kadar muhtar ve aza olduğuna göre diğer çay ocaklarında ne kadar muhtar ve aza var, kim bilir. 

Yandaki masaların konuşmalarına bu kadar kulak misafiri olmuşsun. Anladık. Bir de muhtar ve aza olarak ne yaptıklarını anlat derseniz, inan bir iş yaptıklarını anlatmadılar. Muhtarım ve yazayım dediler o kadar. Kısaca işlerinin yoğunluğunu anlattılar da ben mi anlatmıyorum.

Tüm bunlar son yıllarda özellikle bu seçim öncesi ve sonrası sosyal medya paylaşımlarında, şu kadar muhtar var. Bunlar bu kadar maaş alıyor. Zaten bir iş yapmıyorlar. Bu ekonomik krizde muhtarlıklar kaldırılmalı şeklinde yazılıp çizildiği zaman oluyor. 

Gerçi birileri muhtarlıklar kaldırılsın dese de gördüğüm kadarıyla muhtarların keyfi yerinde. Biz maaşımızı almaya, işimizi yapmaya devam ederiz modundalar. 

Size muhtarların icraatları hakkında bilgi veremesem de aldıkları maaş ve ülkedeki muhtar sayısını söyleyebilirim. En düşüğü 17.002 TL, en yükseği, 18.500 TL alıyormuş 2024 itibariyle. Sayıları da 50.370’miş.

E devletin yaygınlaştığı, tüm işlerin nüfus müdürlükleri eliyle giderildiği ve geriye bir şeyin kalmadığı günümüzde bu kadar muhtara her ay bu kadar para gerçekten yazık. Çoğu muhtarın ikinci işi olan muhtarlar aktarılan bu para keşke başka ihtiyaçlarda kullanılsa. Muhtarlıklar da nahiye ve bucaklar gibi tarihteki yerini alsa.

Sadaka Ülkesiyiz Vesselam

Ne zaman bir camiye gitsem, çıkışta para isteyen bir veya birden fazla dilenciyle karşılaşırım.

Ne zaman bir cumaya gitsem, Diyanet İşleri Başkanlığının, din görevlileri eliyle hutbede yardım talebinde bulunduğunu ve çıkışta sergi açıldığını görürüm. 

Ne zaman bir esnafın yanına gitsem, otururken kapıdan Allah rızası için diyerek yardım talebinde bulunan dilencinin kapıda belirdiğine şahit olurum.

Ne zaman bir çay ocağına otursam, hemen birinin veya birden fazlasının geldiği ve yardım talebinde bulunduğu olur.

Ne zaman bir markete girsem, marketin çıkışında ve elimde alışveriş poşetiyle ilerlerken ha bana da bir şeyler alıver diyene rastlarım.

Esnafın kasasının önünde, fırında, marketlerde kasiyerin ön tarafında yardım isteyen olmasa da değişik yardım kuruluşlarına ait yardım kutusu eksik değil.

Caminin içinde her daim sabit yardım sandığı zaten var. 

İnşaat halindeki camilerin görünür tarafında yardım levhası dikkat çeker. 

Okullarda farklı yardım kuruluşlarına ait yetimlere kantin desteği adı altında yardım kutuları sınıf sınıf dolaştırılıyor. 

Lise öğrencilerinin sosyal sorumluluk programı çerçevesinde yapmakla yükümlü olduğu saatlere bakıyorum. Ağırlıklı olarak bir şeyler toplayalım. Bunları ihtiyaç sahiplerine verelim yönünde. 

Okullar, öğretmenlerden kendi okulundaki ihtiyaç sahibi öğrenciler için öğretmenlerden yardım talebinde bulunuyor. 

Çarşı, pazarda ve insan yoğunluğunun olduğu çoğu yerlerde yardım stantları çokça var. 

Belediyeler ihtiyaç sahiplerine yardım ediyor.

Kaymakamlıklar bünyesinde bulunan yardım vakfı için haftalık toplantı yapar. Yardım talebinde bulunanlardan kaç kişiye ne kadar yardım yapalım kararı alır.

Gezip dolaşırken caddede durdurup yanlış anlamayın, dilenci değilim diyenleri saymıyorum. 

Yardım kuruluşlarının yardım toplamasını ve yardım dağıtmasını da saymaya gerek yok.

Bu görüntümüzün hali nedir böyle? Çoğumuz ülkede fakir yok. Alışveriş merkezleri dolu. Millet deli gibi harcıyor. Para var ki alıyor. Tatil merkezleri dolu. Cadde ve sokaklar son model arabadan geçilmiyor türünden bir şeyler yazıp çiziyor. Bütün bunları görenler nedense hemen yanında bitiveren dilenci yoğunluğunu görmüyorlar.

Bu dilenciler ihtiyaç sahibi oldukları için mi her yerde varlar? Eğer öyle ise sosyal devlet anlayışı nerede kaldı? Devlet niçin bunların cadde ve sokaklarda dilenmesine izin veriyor? Şayet bu dilenenlerin çoğu ihtiyacından toplamıyor, bu işi meslek haline getirmişse devlet niçin tedbirini almıyor?

Bu kadar dilenci aç ve acından dileniyorsa bu bizim ayıbımız ve devletin sosyal devlet görevini yapamadığının bir göstergesidir. Yok, keyfi ve meslek edindiğinden bu kadar kişi dileniyorsa, bu da devletin görevini yapmadığını bir göstergesidir.

Hasılı, ülkemiz için sosyal devlet demekten ziyade sadaka ve dilenci devleti veya ülkesi dense herhalde yanlış olmaz.

Gerçekten bu ülke sosyal devlet mi ya da halkının önemli bir kesimi geçimini dilenerek mi temin ediyor?

Her iki halde de vah bize!

Savunma ve Suç Bastırma Psikolojisi

"Kendi cenahımızdan birilerinin, savunulamayacak bazı yaptıklarını örtbas etmek adına, karşı cenahın yaptıklarını gündeme getirmek, bir savunma ve suç bastırma psikolojisidir.

Biz onlara göre daha iyiyiz ya da bizim bu yaptığımızı herkes yapıyor. Eğer bu kötü bir şey ise niçin onlara bir şey demiyorsun demektir.

Bu savunma psikolojisinin maalesef bir tedavisi yoktur."

Yukarıdaki yazıyı yazıp yıllar öncesi sosyal medyada paylaşmıştım. Yazım, anılar bölümünde karşıma çıkınca, baktım bu yazı güncelliğini koruyor. Sosyal medyada yeniden paylaştım. Beğeni ve olumlu tepkilerin yanında şöyle bir yorum da yazıldı: "Karşı tarafa şirin görünmek için ha bire bu tarafın eksiğini, yanlışını dile getirmek de bir yanlıştır. Biz zannediyoruz ki böyle yapınca onlar yola gelecek". 

Bu yorum bile yazdığım yazının doğruluğunu ispatlıyor. Tipik bir savunma refleksi. Bu kişiye “Herkes kendi evinin önünü temizlemekle yükümlü” yazdım. Öyle ya her camianın içinde aklı selim insanlar var. Herkes düzelsin ve giderilsin diye kendi mahallesindeki eksiklik ve aksaklıkları eleştirip dile getirse mahalleler temizlenir gider.

Bu savunma refleksini ortaya koyan yazıda, karşı tarafa şirin görünmekten bahsediyor. Karşı taraf güç olsa, elindeki gücü dağıtsa, kendisini destekleyeni makam, mevki ve mansıba boğsa, dersin ki bu adamın onlardan bir beklentisi var. Esas şirin gözükmek ne olur ne olmaz deyip gücü elinde bulunduran mahallesine ses çıkarmamaktır. Hatta utanmayı bırakıp desteklemektir. Hızını alamayıp karşı tarafın hatalarını ortaya dökmeye kalkmaktır. Herkes yapıyor demektir.

Yine bu yazı, kopyada yakalanan bir öğrencinin “Herkes kopya çekiyor. Niçin beni görüyorsun” demeye benzer. Güya suçunu başkasına atarak suç bastırmaya çalışıyor.

Yine sınıfta konuşan bir öğrenciyi, konuşma diye öğretmen uyarınca, öğrencinin tepkisi, sadece ben mi konuşuyorum. Niye onları susturmuyorsun demeye benzer.

Bu, polisin suç üstü yakaladığı suçlunun sadece ben mi yapıyorum, o kadar yapan var, haydi onları da yakala demesi ile aynıdır.

İster kopya ister konuşarak başkasını rahatsız etme ister herhangi bir suç hali ile yakalanma durumunda, başkasını da emsal gösterip kendi yaptığını makul göstermeye çalışıyor. Halbuki suç bireyseldir ve kişiyi bağlar. Kişilerin yaptıkları da camiayı bağlamaz.

Her camia, bünyelerine giren, kendilerine zarar veren kişileri sahiplenmese, hatta hakkında suç duyurusunda bulunsa, senin bu yaptığın ayıp, savunulacak bir halin yok, temizlenmeden ve kendine çekidüzen vermeden benden ve bizden uzak dur dese, üzerindeki yumurta küfesini atmış ve rahatlamış olacaktır. Böyle yaptıkça her mahalle, içindeki irinlerden temizlenecektir ve her mahalle tertemiz olacaktır.

Kızlık Soyadı

Kızların, evlenmeden önceki ailesinin soyadını kullanmaya başlaması son yıllarda iyice yaygınlaştı. Kızlar böylece nikahla birlikte evinden çıkıp yuva kurmak için gittiği eve soyadını da resmen götürür oldu. Aynı zamanda tüm resmi işlerde bekarken kullandığı soyadını, eşinin soyadıyla birlikte kullanmakta. Çünkü soyadı adından bir parça olmuş oldu. 

Bazıları da evlendikten sonra aile soyadını bırakarak eşinin soyadını almaya devam ediyor.

Bazılarının, ailesinin soyadını kullanma özlemi vardır, kullanabilir. Bunun önünde bir engel yok. Yalnız ailenin soyadını kullanmanın bazı sakınca ve külfetinin olduğunu düşünüyorum.

Hem kendi ailesinin hem de eşinin soyadıyla beraber kadının ismi daha da uzun oluyor. Adıyla soyadıyla iki olan ismi eşinin soyadıyla üçe çıkmış oluyor. Çoğu kızlarda olduğu gibi kızın iki ismi varsa iki soyadı ile birlikte dört isme çıkıyor. Bu da ismi uzatıyor. Halbuki isim ve soy ismin kısa olmasında fayda var. 

Uzun ve çift isimler her zaman her yerde çoğu zaman kullanılmıyor. Biri kullanılıp diğeri sadece hüviyette yer kaplıyor. Yarışmalara çift isimle çıkan yarışmacılara hangi ismini tercih ediyorsun sorusu soruluyor. Yarışmacı da iki isminden birini tercih ettiğini söylüyor. 

Hitaplarda isimlerden biri pek kullanılmıyor. 

Aile büyüklerini memnun etmek adına konan çift isimlerin bazısı, birbirine uyumlu iken bazısında hiç uyum yoktur. Aynı şekilde iki soyadı taşıyan bazı kadınların bu soyadlarında uyum dikkat çekerken bazıları, ben yan yana gelmem dercesine sırıtıyor. 

Diyelim ki gülünü seven dikenine katlanır. İki isim ve iki soyadı taşıyacak kızımız. Yalnız burada bir risk var. Çünkü bizde annenin kızlık soyadı banka ve GS operatörlerinde bir güvenlik sorusu olarak karşımıza çıkıyor. Adıyla ve kendi soyadıyla tanınan bir kadının çocukları için bu soyadı ifşa olmuş oluyor. Bir banka bu kadının çocuğuna telefon açıp "Güvenliğiniz için annenizin kızlık soyadının birinci ve dördüncü harflerini söyler misiniz" dediğinde, herkesçe malum soyadın bu harflerini söylemeye gerek yok. Bu durumda dolandırıcılara gün doğabilir. Belki de bu riskten dolayı banka ve GSM operatörleri annelik kızlık soyadını güvenlik sorusu olarak sormayı bırakıp başka güvenlik sorusu bulmak zorunda kalacaklar. 

İşin içine biraz da yarı şaka yarı ciddi mizah ve hayatın gerçeği katalım. Sahi bir insan ismi uzayacağı ve kızlık soyadını afişe etmek suretiyle çocuklarına sorulacak güvenlik sorusunu niçin tehlikeye atar? Aile soyadını alanların niyetini bilmemekle beraber tasası bana düştü. Üzerine biraz kafa yorayım. Zaten işim de yoktu. Hem böylece vakit geçmiş olur.

Kadın erkeğe şöyle mesajlar vermek istiyor olabilir mi?

Beni alabilirsin ama soyadımla beraber gelirim.

İleride -Allah göstermesin- ayrılırsak, bil ki soyadım hazır. Senin soyadına kalmadım. Yoluma yalnız devam ederken sondaki senin soyadını silip yoluma devam ederim.

Belki aile olup hayatımızı birleştirebiliriz ama soyadlarımız her daim yan yana ve ayrı duracak.

Benim soyadım seni yener.

Baba ocağını terk edip sana geliyorum ama evde baskın unsur ben olacağım. Hep benim dediğim olacak. Bu soyadım da bunun göstergesidir. Senin kulağına küpe olsun.

Sanma ki soyadsız kaldım. Aha gözün görsün.

Daha neler neler...

24 Nisan 2024 Çarşamba

Yapmazdım (2)

Bir zamanlar eleştirdiklerimi fazlasıyla bir bir yapmazdım. Sözümde dururdum. 

Ülkeyi bankamatik memurlarıyla doldurmazdım. Hepsini faydalı olabileceği bir yerde istihdam ederek onlardan faydalanırdım. 

Diplomaside diplomatik bir dil kullanır, dilime kemik koyar, devletler arası ilişkilerde gerilimi yükseltmez, kazan kazan politikası uygulardım. 

Rakiplerimi hor görmez, onları eleştirirken güzel ve nazik bir üslup kullanırdım. 

Bu can, bu ten türü en son söylemem gereken sözleri ilk başta söylemezdim. 

Yol yürürken dini söylemlerden özellikle kaçınırdım. Nassı emellerime alet etmezdim. 

Kazanmak için her yolu, her kişiyle yol yürümeyi mubah görmezdim. 

İyiyken söz söylemediklerim, yolunu ayırdığında geçmiş hukuku gözetirdim. Karşıma rakip çıksa dahi onları eleştirirken saygıyı elden bırakmazdım. Öküz öldükten sonra ortaklık bozulur sözünü boşa çıkarırdım. 

Kaybettikten sonra nerede hata yaptık arayışına girmekten ziyade hata ve yanlışı ilk kendimde arardım. Önce kendi hatalarımı söyler, sonra teşkilatı bir incelemeye tabi tutardım. Bu incelemeyi de teşkilatlardan değil, teşkilatın işleyişini iyi bilen, onları 7/24 izleyen sessiz çoğunluğa sorardım. Hata ve yanlışta kastı olanların, yolsuzluk ve haksızlığa bulaşmışların gözünün yaşına bakmazdım. 

Metal yorgunu gerekçesiyle bazı belediye başkanlarını kamuoyu nezdinde istifaya çağırmazdım. Kendimde de bu yorgunluk olabilir mi diye kendime bakardım. Paraşütle bu illere başkan adayı belirlemezdim. Başkanlığı alamayan adayı mahalli idarelerden sorumlu bakanlığa getirmezdim. 2019 seçimlerini ağzına yüzüne bulaştırarak gülünç duruma düşen birine ne vekillik verirdim ne de seçim işlerinden sorumlu genel başkan yardımcısı yapardım. 

Yok haritamda "Siz kendinize bakın. Kendimizi düzeltin. Şayet siz doğru yolda iseniz başkasının sapıklığı size zarar veremez" ayetini düstur edinirdim. Öyle ya. Ben doğru yolda isem Allah verdiği nimeti çekmezdi. 

İzahı mümkün olmayan emlak zengini adayları belediye başkanlığına aday göstermezdim. 

Ülke yönetiminde ve ekonomide maceraya yönelmezdim. İşi bilenlerle çalışmayı yeğlerdim. Bağımsız kurumların işleyişine karışmazdım.

20 yılın sonunda bu ülkeyi enflasyona ve hayat pahalılığına duçar etmezdim. Bu konuda ülkeyi dünyanın dördüncü ülkesi yapmazdım.

Yaptıkları ve yapmadıklarımla, söz ve eylemlerimle ekonominin temeline incir dikmezdim.

Paramızın itibarını korur, yabancı para karşısında pul olmasına izin vermezdim.

Başta kendim olmak üzere kamu kurum ve kuruluşlarında israfa izin vermezdim. Tasarruftan itibar olmaz demezdim.

Ne oldum değil, ne olacağım derdim.

Sabah akşam oradan oraya koşmaz, olur olmaz her yerde konuşmaz, dinlenmeye zaman ayırırdım...

Gördüğünüz gibi ülke benim gibi bekara bırakılamayacak kadar önemlidir. İyi ki ülke benim elimde değil. 

Yapmazdım (1)

Herhangi bir olumsuzlukta, ben olsam şöyle yapardım, böyle yapmazdım der durur birileri. Bu tipler için "Bekara avrat boşamak kolaydır" sözü söylenir. Bu söz ise sorumlu bir makamda olmayan kişilerin herhangi bir olumsuz durumda olur olmaz şeyler söylemesi üzerine kullanılan bir deyimdir.

Normalde bir konuda işin uzmanları konuşması gerekirken millet olarak her konuda söz söyleriz. Ben de bu milletin bir ferdi olarak bu yazımda bekarlık kontenjanımı kullanacağım. Başlıyorum. 

Ben olsam;

17-25 Aralıkta adı yolsuzlukla anılan bakanları Yüce divana gönderirdim. Şeriatın kestiği parmak acımaz derdim. Ucu kime dokunsun deyip sonucun takipçisi olurdum. Bunun için kendime güvenirdim.

Siyasi hayatıma mal olsa da EYT'yi çıkarmazdım.

Bugün bir anlamı kalmayan ve devletin sırtına büyük bir yük olan muhtarlık müessesesini kaldırırdım. 

2-3 dönem görev yaptıktan sonra yaptığım işi tadında ve zirvede bırakırdım. Tökezleyinceye kadar devam etmezdim. Kazandıkça hubris sendromuna yakalanma riskine karşın tevazuuyu elden bırakmaz, köşeme çekilir ve kubbede hoş bir seda bırakırdım. 

Bir zamanlar olduğu gibi kendimi eşitler arasında birinci görürdüm. Yola çıktıklarımı bir bir ekarte etmezdim. 

Çalışma arkadaşlarımı emir eri insanlardan değil, bir zamanlar olduğu gibi kalite insanlardan seçerdim. 

Lügatımda buyruğun yeri olmaz, istişareye önem verirdim. 

U dönüşü yapmazdım. Yaparsam da daha önceki yolum yanlışmış, vaz geçtim, doğrusu bu imiş derdim. 

Bana öneri getirmeyen, yanlış tasarrufumda beni eleştirmeyen çalışma arkadaşlarımla vakit kaybetmeden düşman başına deyip yollarımı ayırırdım. 

FETÖ ile mücadele ederken "İbadet kesimine dokunmayacağım" sözümün arkasında durur, onlara dokunmazdım. 

Tökezleyip düştükten sonra nerede hata yaptık demezdim. Bunu zirvedeyken yapardım. Bir zamanlar hepsi karşımda benim rakibim iken onları tek başıma geçerken ittifakla zoraki kazandığım zamanlarda özellikle sorgulardım. 

Ömer arayışına girmez, kendim Ömer olurdum. 

En güçlü olduğum zamanlarda tüm yetkileri üzerimde toplayacağım yerde yetki ve sorumluluğu paylaşırdım. Giderken, kişiye bağlı bir devlet yönetimi değil de tüm kurum ve kurallarıyla tıkırında işleyen kurumsallaşmış bir devlet bırakırdım. Bir devlet kültürü oluştururdum. (Devam edecek) 

Çuvalla Para Dönemi

"Bir eşek yükü kadar para verdim", 

"Dünyanın parasını harcadım/verdim", 

"Kendini satsan, ödeyemezsin/alamazsın", 

"Bir çuval para verdim/döktüm", "Çuvalla para verdim", "Bir çuval dolusu para verdim"

gibi ifadeler kullanılırdı eskiden. Bu ifadeler abartı olsa da dökülen ve saçılan paranın çok olduğu anlaşılırdı.

Geçmişte abartılı söylenen bu cümleler, günümüzde gerçek oldu. Hayaldi, gerçek oldu da diyebiliriz buna. Artık abartı yok. Hayatın acı gerçeği var.

Yine eskiden birinin veya bir şeyin değersiz olduğunu ifade etmek için "Gavur parasıyla beş para etmez" deyimi kullanılırdı. Bu deyim de öyle zannediyorum, yabancı paraların çok değersiz olduğu zamanlara binaen söylenmiş olmalı. Bugün bu deyimin de bir anlamı kalmadı. Çünkü tersi bir durum söz konusu. Buna, nereden nereye diyebiliriz.

Bu deyimden hareketle, ülkemizde TL gibi tedavülde olan dövizlere bir bakalım. Bakalım diyorum ama yazdığım anda yazdığım kurun miktarı ertesi gün değişecektir. Yine de yazacağım. En azından paramızın yabancı para karşısında değerinin ne seviyede olduğu hakkında bize bir fikir verir.

24 Nisan 2024, saatlerin 00.06'yı gösterdiği zaman,

1 ABD doları= 32,52 TL

1 avro=34,86 TL

1 İngiliz sterlini= 40,53 TL

Bu demektir ki 1 ABD doları için 33 TL, 1 avro için 35 TL, 1 İngiliz sterlini için 41 âdet yüz lira vermemiz gerekecek. Kazara bu yabancı paralardan 5-10 bin almak zorunda kalırsak, en büyük paramız olan 200 TL'den kaç adet vermemiz gerektiğini varın siz hesap edin. Para sayma makinesi olmadan sayabilmek zaten mümkün değil. İyi ki 2005 yılında paramızdan altı sıfır atılmış. Ya bir de atılmasaydı ne halde olurduk? Bir dolar almak için 32 milyon 52 bin lira vermek zorunda kalacaktık. 

Bugün kazara bir ev almaya kalksak, evin değeri 2-3 milyon olsa öyle zannediyorum, bir çuval dolusu para götürmemiz gerekecek tapuya. 

Bir araba almak için de durum bundan farklı değil. 

Böylece eskinin çuvalla para harcadım sözleri gerçek oldu. 

Artık "Gavur parasıyla beş para etmez" sözü "Türk parasıyla beş para etmez" şekline dönüştü. 

Elinde üç kuruş arta kalan parası olan, parasını TL'de tutmuyor. Paranın değerini korumak için soluğu döviz bürosunda veya kuyumcuda alıyor. Çünkü cebinde veya hesabında para tutan bilir ki cebindeki yüz liranın ertesi gün kaç lirası çalınacak. 

Kimse doğru dürüst cebinde para taşımıyor. Çünkü kabarıklığı rahatsız ediyor. Havale ve EFT ile işi geçiştiriyor. 

Bu durumu nereden nereye geldik diyenler bir kez daha düşünsün. Öyle hamaset yapıp bizim paramız TL demeye benzemez bu. Her şeyimiz dövize endeksli. 

Efendim yol, köprü, otoban, çift yol, alt yapı yapıldı. Dün bunlar yoktu. Türkiye nereden nereye geldi. Herkesin evi ve arabası var. Yollar arabadan geçilmiyor demeye benzemez bu. 

Elbette güzel hizmetler bunlar. Yalnız paranın değerini koruyamadıktan ve yabancı para karşısında milli paramızı pul ettikten sonra ne işe yarar bizim gelişmemiz? Milli gururumuza dokunmuyor mu bir dolar için 33 TL verirken? Bundan öte ayıp olur mu hiç? Bir ülke için bundan öte zillet olur mu? 

Geçmişten günümüze yapılan yol, köprü, inşaat, alt yapı gibi hizmetleri sayanlar, ülkeye gelen sıcak parayı yola, köprüye, otobana saçarak enflasyonu azdırdığını biliyor mu acaba? Menderes, Özal ve Erdoğan, ülkeye giren her sıcak parayı yola, köprüye ve inşaata döktü. Bak nasıl geliştik dedirtti. Hepsi ülkenin geleceğinden ziyade bir sonraki seçimi nasıl kotarırız hesabı yaptı. Geldiğimiz nokta ise sıcak paranın yerli yerinde kullanılmadığına en güzel örnektir. Keşke bu sıcak paralar yatırım, üretim ve istihdamda değerlendirilebilseydi...

Bence hatasıyla, sevabıyla, bilerek veya bilmeyerek bir ülkeye yapılan en büyük kötülük o ülkenin parasının pul edilmesidir. Bir millet de parası kadar millettir. Ötesi mi dersen kaçmaktır, mazeret üretmektir ve lafügüzaftır.

23 Nisan 2024 Salı

Müteferriçliğimden Kesitler (2)

Bir önceki yazımda günlük rutin yürümeye nasıl başladığımı anlatmaya çalışmıştım. Sizin için hiç önemi olmasa da günlüğümde yer alsın diye aklımda kalan yürüyüş güzergahlarımı yazmaya çalışacağım. Yürüdüğüm yerlerin mesafesini Konya dışındakiler bilmese de Konyalılar bilir.

Meram Yaka-Altın Apa Barajı. Bugüne kadar mesafesi uzun en uzun  güzergah. 2 defa gidiş-geliş, bir dönüş. Her gidiş geliş süresi toplam beş saat.

Meram Yaka-Takkeli Dağ. Bu yürüyüşümde 1675 m. yüksekliği olan dağa, yolundan değil, yamaçlarından çıktım. Toplam dört saat sürdü.

Meram Yaka-Sarayköy (3 kez) gidiş-dönüş. 

Meram Yaka-Sille (3 kez) gidiş-dönüş.

Meram Yaka-Eski Sanayi Köprüsü (Koyuncu Petrol),

Meram Yaka-Meram Bağları-Dutlukırı Millet Bahçesi-Antalya Çevre Yolu (3 saat),

Meram Yaka-Akyokuş Tepesi (defalarca),

Meram Yaka-Akyokuş-Takkeli Dağ hizası (defalarca),

Meram Yaka-Tavus Baba, 

Meram Yaka-Meram Dere,

Meram Yaka-Adliye,

Meram Yaka-Alaeddin Tepesi,

Meram Yaka-Mevlana Kültür Merkezi,

Meram Yaka-Kozağaç, 

Meram Yaka-Gazze Caddesinden Antalya Çevre Yolu, 

Meram Yaka-Harmancık, 

Meram Yaka-Karatay Terminali,

Meram Yaka-Otogar,

Meram Yaka-İstasyon-Ahmet Özcan Caddesi-Altıyol,

Meram Yaka-Gazze Caddesi-Antalya Çevre Yolu-Dutlukırı Millet Bahçesi-Lalebahçe, 

Meram Gar-SÜ kampüsü gidiş, 

Meram Gar-Kulesite-Belh kavşağı, 

Meram Gar-Kule Site-Fetih Caddesi-Ahmet Özcan Caddesi,

Alakova-Meram Gar geliş,

Meram Gar-Aziziye-Mevlana,

Meram Gar-Meram Tıp Fakültesi Yeni ve Eski Hastaneleri,

Meram Gar-Şehir Hastanesi, 

Güneysınır Mevlana Mahallesi-Gürağaç dağı, 

Güneysınır Mevlana Mahallesi-Güneybağ dağı, 

Aklımda kalanlar bu güzergahlar.

Hasılı pandemi geçmiş olmasına rağmen arabaya binmek, toplu taşımayı tercih etmek benim için en son çare. Hep ilk ve son tercihim yürümektir.

Dinç bir vücuda sahip olmak, sağlıklı yaşamak ve göbeği eritmek için yürümek bire bir. Şiddetle öneririm. Bir müteferriç de siz olmak istemez misiniz? Haydi göreyim sizi...

Türk Futbolunun Gelişmesine Dair Önerilerim

Eskiden her takımda birkaç yabancı olur, geriye kalan futbolcuların çoğu Türk futbolcu olurdu. Son yıllarda takımlarımızdaki Türk futbolcu oranı değişti. Tüm takımlarımızın on birinde çoğunluk artık yabancı futbolcu.

Takımlarımızda yabancı futbolcu bolluğu olsa da hakemlerimiz Türk idi.

Ali Koç'un haksızlık yapılıyor, VAR hakemleri istiyoruz isteği doğrultusunda kritik maçlarda yabancı VAR hakemine görev verilir oldu.

Fenerbahçe'nin Sivasspor ile yaptığı maç gösterdi ki yabancı VAR hakemi de FB'nin kötü gidişine çözüm olmadı. Bizim VAR hakemleri bugüne kadar bu sezon FB lehine 16 penaltı vermiş. Bu penaltıların 12 tanesi FB mağlupken ya da berabere iken gelmişti. Penaltıların zamanlaması da manidardı. Genelde son dakikalarda ve uzatmalarda FB lehine penaltı kararı verildi. Bu sezon kulüpler arasında en fazla penaltı verilen unvanını koruyor FB kulübü. Gel gör ki Ali Koç'un isteği üzerine Sivasspor maçında görev yapan yabancı hakem bir kural hatası yaparak maçın uzatmalarında FB'ye vereceği yerde Sivasspor takımı lehine penaltı verdi. FB teknik direktörü haklı olarak "Şampiyonluğa oynayan takıma son dakika penaltı verilmez" dedi. Ama dinleyen kim? Sonunda FB şampiyonluk yolunda Sivas'ta iki puan bırakarak şampiyonluğa oynayan GS ile aradaki farkı dört puana çıkarmış oldu. Hasılı Fener'e yabancı VAR hakemi de derman olmadı.

FB'nin bu durumuna üzüldüm doğrusu. Bu sezon şampiyon da olamazsa hiçbir kupa elde edememiş olacak.

Yabancı VAR hakemine rağmen FB niçin mağdur ediliyor? Düşündüm taşındım. Sonunda buldum galiba. Sanırım yarı Türk yarı yabancı hakem olmayacak. Hakemlerin hepsi Türk olunca da olmuyor, sadece VAR yabancı olunca da olmuyor. 

Bu durumda ne yapılmalı? Futbolumuz nasıl gelişir? İşte tartışma götürmez önerilerim:

Maçları yönetecek orta, yardımcı ve VAR hakemleri tümden yabancı olmalı. 

Futbolcuların çoğu yabancı olunca teknik direktörler de kesinlikle yabancı olmalı.

Yerli futbolculara ülke sınırları içerisinde herhangi bir kulüpte oynayamazsın diyerek onlara yol verilmeli. Kulüplerin tüm futbolcuları da yabancı olmalı. 

Federasyonun başına da bir yabancı başkan getirilmeli. 

Kulüplerin başkan ve yönetim kurulu üyeleri de yabancı olmalı. 

Kısaca, seyirci dışında futbolun her kademesinde hep yabancılar istihdam edilmeli.

Futbolda başlatılan bu yabancı furyası başarıya ulaşırsa bürokrasi ve ülke yönetimi de yabancılara devredilmeli.

Burada sadece bir yabancı VAR hakemine 80 bin ödüyoruz. Tüm hakemlere ve diğer kademelerde istihdam edilecek yabancılara para mı yeter denebilir. Yabancı VAR hakemine 80 bini bulan diğerlerine de bulur. Yeter ki istensin. Bunun için gerekirse İngiltere tefecilerinden borç bile alabiliriz. Yeter ki futbolumuz gelişsin. Seyir zevki için bu uğurda gidecek paranın lafı olmaz. Baktık olmadı, TL’den vazgeçip paramızı da yabancı parasına döndürebiliriz.