30 Haziran 2019 Pazar

"Hız Sınırı 50" *

Aracınla şehir içi veya şehirlerarası bir yolculuğa çıkacaksan Karayolları Genel Müdürlüğü tarafından yürürlüğe konan trafik kurallarına uymak gerekiyor. Hızdan dolayı çoğu kimseyi yollara kurban ettiğimiz düşünülürse mutlaka hız sınırı olmalıdır. Çok araba kullanmayan biri olarak gördüğüm hız sınırları 50, 60, 70, 82, 90, 110 ve 120'dir. 90, 110 ve 120 hız sınırı şehirlerarası yollarda yolun durumuna göre belirlenmektedir. Diğerleri genellikle şehir içi yol ve caddelerde kullanılmaktadır.

Karayolları tecrübeli bir kurum. Düşüne, taşına ve tecrübeye dayanarak bu hız sınırlarını belirlemiştir. Fakat bazı yol ve caddelerin hız sınırlarını yeniden gözden geçirmesinde fayda vardır. Çünkü özellikle şehir içinin çoğu caddelerinde ve şehirlerarası yolların meskun mahallerinde uyulması gereken 50 hız sınırı araç sürücüleri için bir eziyet. Çoğu sürücü bu kurala uymuyor. Uyuyorsa da arabayı bağırtmaktan başka bir işe yaramıyor. Bitmek bilmeyen yol işkencesi de işin cabası. 

Trafiğin yoğun olduğu yerde zaten 50 ile bile gidemiyorsun. 30, 40, 50 ile yavaş yavaş, dur kalk ilerliyorsun. Bu durumda yapılacak bir şey yok. Elin mahkum! Şehrin kenarlarında fazla trafik yoğunluğunun olmadığı bazı müsait caddelerde de hız sınırı elli. Bence şehir içinde yolun durumuna göre hız sınırları 60, 70 şeklinde farklılık gösterebilmeli. 

Gelin sizinle Konya-Karaman yolculuğuna çıkalım. Şehrin içi olmasına rağmen Karaman Yolunda hız sınırı 70 iken(bu hız makul) yolun ikiye böldüğü Kaşınhanı ve İçeri Çumra mahallelerinden ve Kazım Karabekir ilçesinden geçerken hız sınırı elli. Bahsettiğim yerlerden yolculuk yapanlar bilir. Buralarda yol dolayısıyla yerleşim yerleri zorunlu olarak ikiye bölünmüş. Her iki tarafta halkın yoğunluğu göze çarpıyor. Yolda halkın esemesi yok. Yol ise şehirlerarası yol. Geçen, buralarda duraklamadan transit geçiyor. Işık varsa kırmızı da duruyor. 

Yerleşim yerlerinin ortasından şehirlerarası yolların geçtiği bu tür yerlerde hiç kimse belirlenen hız sınırına uymuyor. Doğru dürüst denetim de yok. Hızdan dolayı ceza yiyen araç sayısı da bir elin parmağını geçmez. Sen uygulamaya kalksan sürücüler, bu adam ne yapıyor diye garip garip bakıyor. Böyle yerlerde konan trafik kuralına uyulmuyorsa en uygunu bu hız sınırını uygulanabilir makul bir hız sınırına çekmektir. Pekala 70, 80 olabilir. Benim ki bir öneri. Karar verecek olan yine Karayolları Genel Müdürlüğüdür.

Burada değinmek istediğim bir diğer husus da hız sınırının kaç olduğuyla ilgili uyarıcı trafik levhalarının azlığı. Çoğu sürücü "Acaba bu yolda hız sınırı kaç acaba" tereddüdü yaşıyor. Çok mu zor hız sınırının başladığı ve bittiği yere hız sınırı levhasını koymak? Çoğu yerde hız sınırı 50 yazılı levhası nerede sona eriyor? Belli değil.

*10/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Yalakasın Be Kardeşim!

Toplum olarak çoğumuzun dağarcığında fazla kelime yok. Pek az kelimeyle meramımızı anlatmaya ve anlaşmaya çalışıyoruz. Bu yüzeysel ve sığ kelime hazinemize rağmen konuştuğumuz kelimelerin çoğunun ne anlama da geldiğini bilmiyoruz. Hatta birbiriyle aynı anlama geldiğini sandığımız anlamca farklı kelimeleri de birbirinin yerine kullanıyoruz. Şiddete meyilli olmamızın temelinde belki de bu kıt kelime hazinemiz yatmaktadır.

Sözü fazla uzatmadan bir örnek vermek istiyorum. Birine "Falanın adamısın" demek ile "yalakasın" demek aynı anlama gelir mi? Biri veya birileri ile arası iyi olan, onlarla oturup kalkan biri için ben, arası iyi anlamında "falanın adamı" derim. Bu tip kişilere yalaka denir mi? Bana göre denmez. Çünkü yalaka halk ağzında "söz götürüp getiren, söz taşıyarak arabozan, dedikoducu, boşboğaz, sırnaşık, ikiyüzlü, dalkavuk, arsız, onursuz, sürtük (kimse), yalak " demektir. Birinin adamı ile yalaka, yerine göre birbirinin yerine kullanılabilen yakın anlamlı birer kelime olabilir ama asla ikisi eş anlamlı birer kelime değildir. Evet birinin adamı olan aynı zamanda yalaka kelimesinin anlamını kendisinde barındıran kişilere yalaka denebilir. Ama birinin adamı olan her kişiye asla yalaka denmez.

Birinin adamı ile yalaka kelimesini yazı konusu edinmemin sebebi, bu iki kelimeyi bazı insanların karıştırmasından dolayıdır. Kalabalık bir ortamda bir grup arkadaşla otururken yanımıza yeni gelen her kim olursa “Hah falanın adamı geldi…Senin falanla aran iyi. Söylesen de şu meseleyi halletse veya şöyle yapsa…” der, o kimse de “Ben mi onun adamıyım” der, güleriz. Bunu ben veya yanımdaki arkadaşlardan biri her girene bu şekilde söyler dururuz zaman zaman. Hatta “Falanın adamı” dediğimiz kişilerden bazılarının kastettiğimiz kişiyle arası iyi olmayanlar da olabiliyor. Böyle yapmadaki amacımız muhabbetten başka bir şey değil. Ama biri var ki demek ki kendisine de “Falanın adamı” demişiz ki adam –sandığım- bu kişi “Efendim bize yalaka diyorlar. Bu yüzden yanınıza gelmeye çekiniyorum” demiş. Hoppala! Buyur, buradan yak şimdi. Bizim “Falanın adamı” tabiri, olmuş yalaka. Adamın yaptığı da tam bir yalakalık olmuş. Demek ki bu kişinin bir yarası var ki gocunmuş. Burada “Falanın adamı” kelimesini “yalaka” kelimesine dönüştüren bizden laf götüren mi yoksa makam sahibi kimse mi o kadarını bilemiyorum. Bildiğim bir şey var -adam sandığım bu kişi- yememiş, içmemiş, bizden laf götürmüş. Kendisine yalaka dediğimiz için bu kişi üzgün, efendisi de üzgün. Bana böyle demişsin diyen efendisine “Bak, beyefendi! Bir defa ben kimse için yalaka kelimesini kullanmam. Ancak ‘Falanın adamı’ tabirini kullanırım. Bu da muhabbetten öte bir anlam taşımaz. Sonra kim, niçin sizin yalakanız olsun? Bu dediğim falanın adamı sözü, sizin de zorunuza gitmişse bizden laf getireni dinlemeyeceksiniz. Bizim kendi aramızda konuştuğumuz kendi aramızda kalır. Böylece rahatsız olmazsınız. Eğer bizden laf getirenin ağzını lütfen deyip kapatmazsanız bu tipler, sizden de başkasına laf götürür" dedim. Konuyu kapattık.

Yalaka kelimesinin anlamına dönüp bir daha bakıyorum. Falanın adamı derken yalakalığı kastetmemiştim ama bu vesileyle laf taşıyıcı biri olduğunu öğrenince  ilk işim yalaka kelimesinin anlamına bir daha bakmak oldu ve yalaka kelimesinden öğrendiğime göre bu adamın yaptığı falanın adamlığı değil, katıksız bir yalakalık. Çünkü yapıp ettiği yalakalıktan başka bir şey değil. 

Be kardeşim! Madem bu mesleği yapıyorsun. Bari dediğimi aynen aktarsaydın. En azından laf taşıma özelliği var bu arkadaşın derdim. Ama sen birinin adamı değil, ancak yalakası olurum, adamlık benim neyime" deyip kendini aşmışsın. Ben de bu vesileyle yalakalığını öğrenmiş oldum. Umarım yalakalık mesleğinin sadece laf taşıyıcı özelliğini taşıyorsundur. Eğer diğer yönler de varsa vay haline! Ne diyeyim? Şayet miden götürüyor ve ahlakın el veriyorsa yalakalık mesleğin hayırlı olsun be kardeşim!


Türkiye Bu Genci Konuşuyor *

29/06/2019 Cumartesi akşamı ATV televizyonunda “Kim Milyoner Olmak İster” yarışma programına yarışmacı olarak katılan Arda AYTEN isimli genci konuşuyor. Arda’yı haber konusu yapan, bir milyonluk soruyu görme başarısını gösteren ender kişilerden biri olması. Hakkında fazla bir detay öğrenemediğim bu gencimiz kimdir?
*19 yaşında tıp fakültesi 2.sınıf öğrencisi,
* Bu yaşında dört kitabın yazarı,
*Yılda 150’ye yakın kitap okuyan biri,
*Parası olduğu takdirde hedefleri arasında;
·         Okuduğu kitap sayısını artırmak,
·         Çok sayıda dil öğrenmek,
·         Bilimsel araştırma yapmak,
·         Edebiyat, müzik ve felsefe ile ilgilenmek,
·         Ölene dek üniversitede okumak,
*En büyük hayali ise okuduğu kitapları kendi dillerinde okumak…

Kabarık, kıvırcık, peruk gibi saçlarını görünce hiçbir hedefi olmayan, derbeder bir insan imajı veren bu gencimizi biraz dinleyince dolu dolu biri olduğu, çizdiği ve inandığı yolda gitmeye çalıştığı, Allah’ın verdiği nefesi boşa harcamadığı görülecektir. Bir milyonluk soruya da tesadüfen gelmediğini, kalitenin tesadüfi olmadığını da bu gence bakarak anlayabiliriz.

Birden çok hedefi olan ama tüm hedefleri kitaplarda düğümlenen kitap manyağı bu gence biz; süper çocuk, harika çocuk, kitap -manyağı bir çocuk, aykırı bir çocuk, ultra ultra bir çocuk, ayaklı kütüphane, uzaylı bir çocuk mu deriz; hangisini dersek diyelim karşımızda özel mi özel bir çocuk var. Gençliğinin baharında, bu yaşta gösterdiği bu başarıya ve hedeflerine ancak şapka çıkarılır.

Gencin bu başarısında okuduğu kitapların etkili olduğu görülmektedir. Demek ki uzmanlar sınava hazırlanan öğrencilere bol bol kitap okuyun diye boşuna söylemiyorlarmış. Gerçi kitap okumayı hepimiz söylüyoruz da söylediğimizle kalıyoruz. Bizim okumadığımız/okuyamadığımız kitapları bu genç okuyor. Öyle ya konuşmak varken niye kitap okuyalım?

Yılda yaklaşık 150 kitap okumak demek, ayda 12,5 kitap okumak demektir. Demek ki bu gencimiz 2,5 günde bir kitap okuyup bitiriyor. Bu genç bu şekil okumaya devam eder, hedefinden şaşmazsa ülke araştırmacı, mucit, üreten bir beyinle karşı karşıya demektir. Çünkü zeka ile zekat aynı kökten gelir. Zekat verdikçe mal bereketlenirken zeka da kullandıkça gelişir.

Ülkemiz için bir kazanım olan bu gencimize devlet ve milletiyle sahip çıkmamız, tüm imkanlarımızı buna ve bunun gibilere sunmamız lazım. İnşallah ileride birçok bilim insanımız gibi beyin göçüyle karşı karşıya kalmaz. Bu şekil kitap okuma sevdalısı bu gence verebileceğimiz en güzel destek, daha fazla kitap okumasını sağlamaktır. Çünkü bu gencin gıdası okumaktır. Kitaplardan besleniyor. Bu genç hangi kitapçıya girer, hangi kitabı almak isterse bırakalım istediği kitabı seçip alsın. Ödeme yapacağı zaman da “Senin paran burada geçmez…dükkan senin” deyip kitabı ücretsiz verelim.

Bir milyonluk soruyu bilmesini canı gönülden arzu ettiğim, kazandığı takdirde kendim kazanmış gibi sevineceğim bu gencin Allah önünü açsın. Bizim okuyamadığımız bütün kitapları okusun. Allah nazarlardan saklasın. Allah sayılarını artırsın.

*03/07/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




28 Haziran 2019 Cuma

Espriyi Kime Yapıp Kime Yapmayacaksın? *

—Efendim, espriyi kime yapayım, kime yapmayayım?
*Anlamayana yapmayacaksın bir defa. Espri yapacağın kişi leb demeden leblebiyi anlamalı.
Konuştuğun zaman yüzüne bön bön bakıyorsa hiç espri yapmayacağın gibi mümkünse uzaklaşacaksın.
*Alıngan ve her şeyden nem kapan tipe de şaka yapmayacaksın. Merhaba, merhabadan öte bir iletişim kurmamalısın. Çünkü ne zaman, neye alınacağı belli olmaz. Bence hiç başını ağrıtma.
*Çocuk gibi küsene hakeza… Başına iş açma.
*Espri yaptığını anlıyor ama ters anlıyorsa düzeltmeye çalışırken çeneni yorarsın. Zaten bu durumda espri, espri olmaktan çıkar. Buna da yapma.
*Konuşmandaki mizah ile gerçekliği ayırt edemiyorsa yorma kendini.
*Bakışından şaka yaptım demek zorunda kalacağın kimseye de şaka yapma. Ardından anlıyorum diyenin anladığına inanma. Çünkü o seni yine anlamamıştır.
*Düz kontak ise hiç şaka yapma.
*Şakayı anlamadan anlamış gibi yapıp diğer gülenler gibi gülmeye çalışıyorsa ne adama eziyet et ne de kendine. Burada sana bir fıkra anlatayım: Adamın biri üç kişiye bir fıkra anlatır. Adı üzerinde fıkra. İkisi anlatılan fıkraya güler. Üçüncüsü gülmez. Sen niye gülmedin? Fıkrayı komik bulmadın mı derler. Adam, anlamadım der. Tekrar anlatılır. Yine ikisi güler, üçüncü kişi gülmez. Yine anlamadım der. Üçüncü defa adam fıkrayı tekrar anlatınca fıkraya daha önce gülen iki kişi gülmeyi bırakır, daha önce anlamadığını söyleyen kişi katıla katıla güler. Adama, arkadaş fıkra bu kadar komik mi? Niye bu kadar güldün dediklerinde adam “Ben yine anlamadım, yine anlamadım” cevabını verir.
*Esprin üzerine yorum yapmaya kalkıyor, esprideki mantığı sorguluyorsa izah etmeye kalkma. Sus ve yenilgiyi kabul et. 
*Hayatına hiç espri girmemiş, mecaz nedir bilmiyor, hep ciddi olan, espriden zevk almayan biri ise yine espri yapmaya kalkma.
*Tamamen sayısal zekadan ibaret biri ise buna da şaka yapma. Buna espri yapacağına koy önüne rakamlardan ibaret bir problemi. Çözüp dursun.
*Yaptığın espriyi birbiriyle aynı anlama gelmeyen başka kelimeyle karıştırıp bir başkasına aktarıyorsa yani laf taşıyorsa buna da hiç espri yapma. Git kiminle ilgili espri yapıyorsan onun yüzüne konuş.
*Seni yarım ağız dinleyene de espri yapma. Çünkü bu tip adam yarım dinleyerek esprideki inceliği anlamaz.
—Baya çokmuş espri yapmayacağım kişi. Bu kadar beklemiyordum. O zaman kime yapacağım?
—Bunların dışında kalanlara… Sayıları az da olsa var. Bu tipleri buluncaya kadar çoğu kimseyi kırar dökersin. Çünkü anlamayan için mizah kırıcı olabiliyor. Unutma ki espriyi zeki insan yapar, espriden de zeki insan anlar.

*28/12/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Sanırım Birlik Zamanı


Yetişkinlerin ağzında 32 diş bulunur. Her biri birbirine kenetlenmiş bir şekilde yan yana dururlar. Kimine köpek dişi, kimine azı dişi, kimine kesici diş adı verdiğimiz bu dişlerin her birinin ayrı görevleri var. Kimi parçalar, kimi çiğner. Bu görevlerini yaparken de aralarına bir yabancı almamaya özen gösterirler. Çünkü ne zaman aralarına bir yabancı girse huzursuz olurlar ve işlevlerini tam yerine getiremezler. Vefalı bir yol arkadaşlığıdır bunlardaki işlev ve görüntü.

Dişçiye gidersin şu dişim sancı yapıyor, çekiver diye. Hiçbir dişçinin aklına ilk önce o dişi çekmek gelmez. Muayenesini yaptıktan sonra önce diş ağrısını durdurmak ve ağızdaki şişkinliği indirmek için ilaç tedavisi önerir. Ağrı ve sızı kesildikten sonra dişin çürüyen yerlerini temizler, dolgu yapar. Umudunu kestiğin diş yeniden diğer yol arkadaşlarıyla birlikte görevini ifa etmeye devam eder. Bu diş bir müddet görevini yaptıktan sonra tekrar sancı yapar ve yeni bir dolgu işlevini yerine getiremeyecekse bu sefer diş hekimi kanal tedavisi uygular. Bu tedaviden sonra dişi korumak için gerekirse kaplama yapar. Diş tedavisi sadece bu anlattıklarımdan ibaret değil. Diş etlerinde sıkıntı varsa diş hekimleri hakeza tedavi uygular. Her diş hekimi dişleri korumak için doğru fırçalamanın nasıl olması gerektiğini hastasına uygulamalı olarak da gösterir. 

Anlatmak istediğim bir diş hekimi asıl dişi korumak için her yol ve yöntemi uygular. En son çare dişin çekilmesine karar verir. Hasta bu şekil dişleri çekildikçe yeni diş yaptırır ama ağza sonradan giren hiçbir diş önceki dişlerin yerini tutmaz.

Aralarında müthiş bir iş bölümü olan dişleri görünce nedense hep aklıma birlik ve beraberlik gelir. Anca beraber kanca beraber derler. Bir hastalıktan dolayı dişlerden biri işlevini yerine getiremezse diğerleri onun görevini üstlenerek yardımcı olur. Dişin birinde bir ağrı, bir sızı meydana geldi mi diğerleri oh olsun demez, onunla beraber aynı acıyı duyarlar. Küsüp bana ne deyip çekip gitmezler. İyi günde de kötü günde de beraberler.

Gelelim bize. Birbirine kırılan, küsen, kavga eden insanoğluna dişlerimiz ve dişleri bir arada tutmak, son ana kadar onlardan faydalanmak için çaba üstüne çaba gösteren diş hekimleri en güzel örnek. Biz ne yapıyoruz? En ufak bir şeyde kapıyı çarpıp gidiyoruz.

İzin verirseniz işi siyasete getireceğim. Bir zamanlar tıpkı dişlerimiz gibi bir ve beraber olan, iyi günde kötü günde birbirine sırt veren, birbirlerinin eksikliklerini kapatan bir ekip vardı. Rakipleri gıpta ederdi bunların birbirlerine olan kenetlenmesini. Bu sayede çok güzel hizmetlere imza attılar. Dişler gibi yol arkadaşlığı yapan bu ekip nerede şimdi? Birliklerinde yeller esiyor. Çünkü her biri 32 diş ile birlikte yolculuk yapacağına, etrafına kotardıkları birtakım dişlerle birlikte baş olma yolunda. Kopan kopana, kaçan kaçana… Merak ettiğim tek başına işlevini yerine getiremeyecek ve gücünü zayıflatacak bu hareket kimin işine yarar? Bu kişiler fikirde, düşüncede ayrışsalar başka çare yok. Herkes başının çaresine baksın diyeceğim. Aynı düşünce yapısına sahip olmalarına rağmen eskisi gibi bir araya gelemiyor, sırt sırta veremiyor. Etrafımızın ateş çemberi olduğu, ülke siyasetinde kendilerinin daha önce içinde yer aldığı hareketi bitirmeye azmetmiş siyasi gruplar bir araya gelerek son vuruşu yapmaya çalıştıkları bir ortamda bu ayrılık ve gayrılık olsa olsa bir akıl tutulması olur. Rakipleri farklı partilerde olsa bile, düşünceleri tam uyuşmamasına rağmen bir araya gelebiliyor iken bu aynı düşüncenin insanları eski gibi bir araya gelip sırt sırta vereceği yerde her biri baş olma sevdasına düşüyorlar. Merak ettiğim parçalanarak ülke yönetiminde söz sahibi olabilirler mi?

Yapmaları gereken tüm anlaşmazlıkları ve kırgınlıkları bir tarafa bırakarak yeniden bir araya gelmeleri. Tıpkı dişlerimiz gibi yan yana dizilmeleri. "Cemaatte rahmet, ayrılıkta azap var" hadisini düstur edinerek birlikte hareket etmeleri. Bir araya gelme iradesini gösteren, sevenlerinin gözünde taht kurduğu gibi bu uğurda ilk adımı atan dinen sevap bile kazanır. Bu aşamada lidere düşen, diş hekimliği görevidir.  Hiçbir dişi söküp atmayacak. Diğerlerine düşen görev ise tıpkı dişler gibi yan yana dizilmeleri ve verilen görevleri yapmaları. Bunların bir araya gelip birlik olmaları farzı ayın gibi bir şey. Yoksa bu ayrılık kendilerini bitirdiği gibi inandıkları davalarını da bitirir. Benden söylemesi.


Ak Akçe Kara Gün İçindir ***

İnternethaber sitesinde "Yedek Akçe nedir? Merkez Bankası bu parayı hazineye aktarıyor" başlıklı yazıyı okuyunca ilk aklıma gelen "Ak akçe kara gün içindir" atasözünü yazımın başlığı olarak seçtim. Bu vesileyle devletin Merkez Bankasının yıllık karından yüzde yirmisini kara günler için ayırdığını ve yedekte bekletildiğini öğrenmiş oldum.

Her birimizin imkanımızın olduğu günlerde dişimizden tırnağımızdan artırarak ne olur ne olmaz deyip bir kenara kaldırıp koyduğumuz üç beş kuruşumuz olur. Siz buna ister kefen parası deyin, ister sakla zamanı gelir zamanı deyin, ister yatırım amaçlı deyin. Halktaki bu kenara atma devlette de varmış. Devlet bu parayı yasada değişiklik yapmak suretiyle hazineye aktarmayı düşünüyormuş habere göre. Hükümet bunu yapar mı yapmaz mı, bu yasa değişikliğinin aslı astarı var mı, değişiklik teklifi gelirse Meclisten geçer mi bilmiyorum. Bekleyip göreceğiz. Bildiğim, haberin aslı var ise bunun anlamı kötü günlerin geldiği ve bundan dolayıdır ki kenara atılan paranın kullanılması gerektiğidir. Yine bu haberden anladığım, yaşadığımız ekonomik sıkıntının derin olduğunu gösteriyor. 

Niyetim felaket tellallığı yapmak falan değil. Sanal medyada herkesin okuduğu bu haberi yazı konusu edinmektir. Haberi olmayanlar için söyleyeyim. Yedek paranın tamamı hazineye aktarılmıyor. Önceki paralar hazineye aktarılırken Merkez Bankasının son yılının yüzde altılık kârı yine yedek para olarak bekletilmeye devam edecek. 

Devletin derdi hepimizin derdidir. Umarım hükümet bu parayı hazineye aktarınca ekonomimizde bir rahatlama söz konusu olur. İnşallah bu kötü günler geride kalır. Ekonomimizin yürütülebilir konusunda sunulacak acı reçeteyi -kendi adıma söyleyeyim- içmeye hazırım. Çünkü devlet hepimizin devleti. 

Hükümet yapacağı bu tasarruftan sonra başka neler yapabilir? Her şeyden önce ekonomide bir seferberlik ilan edilebilir. Ekonomistlerin görüşü alınabilir. Alınan kararlar yürürlüğe konabilir. İktidar ve muhalefetin ekonomistleri bir araya gelebilir. Belirlenen yol haritası tavizsiz uygulamaya konabilir. İmkanı olan zenginlerimiz devlete uzun vadeli borç verebilir. Çoğu kimsenin kötü günler için yastık altı yaptığı altın ve mücevherat ekonomiye kazandırılabilir. Devlet, kamu kurum ve kuruluşların harcamalarına sıkı bir denetim getirebilir. İsraf var ise önleyecek tedbirler alabilir. Tasarruf ve kemer sıkma dönemi başlatılabilir. Belediyelerin borçlanmasına azami gayret gösterilebilir. Nereye, niçin harcadın sorulabilir. İktidar ve muhalefet bir araya gelerek bir etik kural hazırlayarak metnin altını imzalayabilir. Bu metinde hiçbir parti oy alma uğruna seçmene vaatlerde bulunamaz, seçimlerden önce asla seçim ekonomisi uygulanamaz, bütçeye  ağır yük getirecek yatırımlar yapılamaz vs karar alınabilir. Daha önce seçim öncesi verilen haklar yeniden gözden geçirilebilir. Gerekirse oportünist bazı uygulamalar kaldırılabilir.

Hülasa orta yerde bir hasta varsa hep birlikte el verip bu haftayı iyileştirelim. Çünkü başka Türkiye yok. Hükümet bu ekonominin altında kalırsa ceremesini hep beraber çekeriz. Allah bu günlerimizi aratmasın.

***06/07/2019 günü Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

27 Haziran 2019 Perşembe

Partilerine En Büyük Zararı Veren Kesim

Yenilenen İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı seçimlerinin ardından Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisinin grup toplantısında belediye başkanlığını kazanan adayı tebrik ettikten sonra İstanbul seçim sonuçlarıyla ilgili konuşurken "Bizim siyaset anlayışımızda millete küsmek, milleti suçlamak asla ve asla yoktur...Milletimizin verdiği mesajları görmezden gelerek kulağımızın üstüne yatamayız" değerlendirmesini yaptı.

Sayın Erdoğan, kendi partisinden belediyeyi alan rakip partinin tebrik ederken bu adaya oy veren seçmene ne kızıyor ne küsüyor ne de nankörlükle suçluyor. 2002'den beri yapılan her hizmette pay sahibi biri olmasına rağmen kaybettiği bir seçim sonucuna "Sandıktan çıkan başımın tacı" diyor. Ki olması gereken de bu. Nasıl ki kazandığımız zaman sandıktan çıkanı kabul ediyorsak kaybettiğimiz zaman da sandıktan çıkanı kabul etmek zorundayız. Sayın Erdoğan böyle diyor ama sevenlerinin bir kısmı bu durumu nankörlük olarak değerlendiriyor. Değerlendirmekle kalmıyorlar. Durmadan sosyal medya aracılığıyla bu ithamlarını paylaşıyorlar.

Bence Erdoğan ve partisini savunuyorum veya savunacağım diye partilerine en büyük zararı bu kesim veriyor. İşin esas başındaki "Sandıktan çıkan başımın tacı" derken Erdoğan'ı desteklediğini sanan bu zevat kraldan daha fazla kralcılık yapıyor. Bu tiplere şimdilerde trol deniyor sanırım. Bir an düşünelim ki bu tipler partilerini ve liderlerini çok seviyorlar, desteklerini bu şekilde gösteriyorlar. Kusura bakmasınlar ama ben bunların bu yaptığını, efendisini çok seven ayıya benzetiyorum. Bilmeyenler için hikayeyi kısaca anlatayım: 

Efendisini çok seven bir ayı, onun etrafından hiç ayrılmaz. Onu esen rüzgardan bile kıskanmaktadır. Sevgisi  o kadar aşırı ki aşkı, gözünün önünü göremeyecek şekilde kör etmişti. Onun sevgisi efendisinin de hoşuna gidiyordu. Yine bir gün  efendisi, dinlenmek için ağacın altında istirahat etmeye çekilmişken onu rahatsız eden karasineği, ayı eliyle kovalar. Sinek bu. Kovaladıkça tekrar tekrar gelir. Sonunda sinek, gözü gibi koruduğu efendisinin alnına konar. Ayı, efendisini bir daha rahatsız etmesin diye eline koca bir kaya parçasını alır, sineği öldürmek için efendisinin alnındaki sineği hedefler ve taşı atar. Sonuç mu? Tam isabet, sinek ölür. Tabii efendisi de..."

Kıssadan hisse çıkartırsak burada kimse ayının niyetini ve gerçek sevgisini sorgulayamaz. Ayı samimi mi samimi… Fakat gel gör ki bu iyi niyeti, efendisine en büyük zararı vermiş ve onun ölümüne sebebiyet vermiştir. Günümüzde Erdoğan'a destek verdiğini, onu sevdiğini zanneden bu trollerin, bu fanatiklerin bu sevgi ve destekleri, ayının efendisine olan gözleri kör eden sevgisinden başkası değildir maalesef.

Anlatmaya çalıştığım bu durum sadece AK Parti ve Erdoğan için geçerli değildir. Diğer tüm siyasi partilerimiz de zaman zaman aynı durumla karşılaşmaktadır. Öyle zannediyorum her partinin kendi fanatikleriyle başı derttedir. Özellikle CHP'nin ağzı geçmişte çok yanmıştır. Onların da fanatikleri, kendilerine oy vermeyenleri "sıkma baş, bidon kafalı, cahil..." olarak görmüşlerdi. Rakipleri tarafından kullanılan bu durum CHP'yi hep zor durumda bırakmıştır. 

Kendisini AK Partili, CHP'li veya başka partiden gören kim varsa eğer partilerini çok seviyorlarsa bu yaptıkları paylaşımlar iş değildir. Sevdikleri partilerine oy vermeyen seçmen ne bidon kafalıdır ne nankör ne de başka bir şey. Demokrasiye inanıyor ve sandığın çözüm mercii olduğuna inanıyorsak ilk önce vatandaşın tercihine saygı duymayı öğrenmemiz lazım. Bence partilerini savunduğunu sanan bu zevat, kendi partilerine zarar veriyor. Bu tipler partilerini çok seviyorlarsa sandığa gidip oylarını versinler, başka da bir işe karışmasınlar. Çünkü bu tipler iş yapmaktan ziyade çiş yapıyorlar. Bu tipler bizim de partimize bir katkımız olsun diye paylaşım yapıyor ve yazıp çiziyorlarsa en iyisi hiç gölge etmemeleri…

26 Haziran 2019 Çarşamba

Milletimizin Feraset ve Basireti ***


Bizim kadar vatandaşın hakemliğine müracaat eden, erken seçim kararı alıp sandığa giden, siyasetle yatıp siyasetle kalkan ülke -öyle zannediyorum- yoktur.  Son iki yılda yaptığımız seçim sayısı bile bizim sandık konusunda şakamızın olmadığını gösterir.

Niçin çok seçime gidiyoruz? Vatandaş çok istediğinden midir? Hayır. Ne zaman ki ülke siyaseti tıkanır, siyasi kriz çıkar, vatandaşın hakemliğine başvurulur.

Vatandaş siyasi krizi çözebiliyor mu? Hem de en alasından. Seçmen sandıkta bazen daha fazla bölünerek siyasilerimize yeni bir denklem önerir. “Buyurun aranızda anlaşın, uzlaşın. Zira demokrasi bir uzlaşı kültürüdür” der. Siyasi partiler bu denklemi çözemeyince bu millet siyasi partilerin beceremediğini yapar, uzlaşmaya yanaşmayanları ya da millete kendi dediğini dayatanları cezalandırarak tıkanan siyasetin önünü açar. Bazıları bu millete cahil, balık kafalı, ne anlar siyasetten dese de ben bu milletin feraset, basiret ve öngörüsüne daima güvenmişimdir. Asla baskıya gelmez, aba altından sopa gösterilmesine tahammül etmez. Üstelik balık hafızalı falan değildir.  Doğru veya yanlış bir karar verir ama hep mağdurun, dışlananın yanında yer alır. Hoşumuza gitse de gitmese de mutlaka çözer. Bu işi yaparken de partilerini iyi gününde, kötü gününde destekleyen ve siyasi görüşünü değiştirmeyen seçmenlerle yapmaz. Yüzergezer dediğimiz kararsız seçmen ile yapar. Bu seçmen kitlesinin içine tepki oylarını ve her seçimde siyasi düşüncesini değiştiren seçmenleri de dahil edebiliriz. Bu tür seçmen ne tarafa el verirse ülke siyasetinin önü açılır. İyi ki böyle seçmenlerimiz var. Bu tür seçmen kitlesi olmasa biz her seçimde bir önceki oyumuzu oylarız. Üç aşağı, beş yukarı aynı sonuç çıkar ki bu da ülke siyasetinin önünü açmaz, sürekli siyasi bunalım içerisinde olurduk.

Ne demek istediğimi birkaç örnekle açmak istiyorum: 80 ihtilalından sonra yapılan genel seçimlerde vatandaş, Kenan Evren’in yönlendirmesine ve tehdidine boyun eğmemiş ANAP’ı iktidara taşımıştır. 94 ve 96 yıllarında ülkede söz sahibi olanların RP’sini dışladığı ve ötekileştirdiği bir atmosferde bu millet RP’sine önce belediyeleri, ardından koalisyonun büyük ortaklığını tevdi etmiştir. Okuduğu bir şiir yüzünden yoktan bir gerekçe ile belediye başkanlığından indirilip siyasi yasaklı kılınarak cezaevine gönderilen hareketin lideri Recep Tayyip Erdoğan’ın haksız yere mağdur edilmesine bu millet, 2002’de AK Parti’ye tek başına iktidarı kurma görevi vermiş ve 90’lı yılların koalisyonlu dönemlerini sona erdirmiştir. 7 Haziran 2015 seçimlerinde vatandaş, AK Parti’ye hoşnutsuzluğunu göstermek amacıyla sarı kart göstermiş, en fazla oyu vermesine rağmen iktidarı tek başına kurma görevini elinden almış, hükümeti kurmak için yanına bir ortak bul veya diğer partiler hükümet olsunlar istemiştir. Mecliste grubu bulunan partiler, hükümeti kurmayı beceremeyip 5 ay sonra 1 Kasım’da yeniden vatandaşın hakemliğine gidildiğinde bu millet, yüzde 41’e düşürdüğü AK Parti’nin oyunu yüzde 49,5’a yükseltmiş ve yeniden tek başına iktidar olmasını sağlamıştır.

31 Mart belediye seçimlerine gelindiğinde bu millet, başka nedenlerle birlikte en belirleyici olarak ekonomideki daralmanın faturasını hükümete çıkararak bazı büyükşehirleri Ana Muhalefet Partisine vererek “Hükümet namzedimsin, çalış, kendini göster, becerebilirsen başımın tacısın” demiştir. Ben bu durumu, oynanmakta olan bir futbol maçının sonucunu değiştirebilecek bazı futbolculara teknik direktörün saha kenarında ısınma hareketleri yapma görevi vermesine benzetiyorum. İhtiyaç olduğunda ilk on bire alacaktır.

İptal edilen ve tekrarlanan İstanbul seçimlerine gelince bu millet, seçimin yenilenmesine sıcak bakmamış, tepkisini sandıkta göstererek mağdur edildiğine inandığı Ekrem İmamoğlu’na daha fazla oy vererek yeniden seçilmesinin önünü açmıştır. 

Verdiğim örneklerde görüleceği gibi bu millet, futbol takımı tutar gibi siyasi partilere oy vermiyor. Zira bu millet 80 öncesinin sabit fikirli ve oyunu değiştirmeyen vatandaşı değildir. Hiçbir partiye karşı da bir önyargısı yoktur. ANAP, SHP, DYP, RP, DSP, MHP, AK Parti olacak şekilde 90'lı yıllardan beri iktidar el değiştirmiştir. İşte ben bu iktidar değişimlerine bu milletin feraseti ve basireti diyorum. Kim bu halkı okur, derdi ile dertlenir ve sorunlarını çözebileceğine ikna eder ise bu halk, onu baş tacı yapar. Kendini okuyamayanı ya sıfırlar ya da yedek kulübesine gönderir, orada bekletir.

***29/06/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

23 Haziran 2019 Pazar

Yenilginin Daha Büyüğünü Tatmak ***

Girdiği her yarışta galip gelerek hep kazananlar için en zor gelen ilk mağlubiyeti tatmasıdır. Bu mağlubiyetin daha büyüğü ise mağlubiyetin üzerine ikinci bir mağlubiyeti almaktır. 

Hiç mağlup olmayanların aldıkları ilk yenilgide yapmaları gereken, ilk mağlubiyeti bir yol kazası olarak kabul etmeleri, yanlışlarıyla yüzleşmeleri ve yanlışlarını telafi etmiş bir şekilde sonraki yarışlara hazırlanmalarıydı. Ama böyle yapmayıp ilk yenilgiyi kabul etmemek ve itirazlarla yarışı tekrarlatmak, her halükarda bu yarışı kazanmalıyım diye yarışa asılmak ve yarışı kazanmak için ilke ve prensipleri bir tarafa bırakıp tasvip görmeyecek yollara tevessül etmek ve bunlardan medet ummak tabiatı zorlamak demektir. Böylesi bir durumda galibiyet gelirse ne ala! Hak yerini buldu, yol kazasıydı, telafi edildi denir. Galibiyet değil de net bir mağlubiyet alınırsa ortaya çıkan bu mağlubiyet, yenilgilerin en büyüğü olur. Bu durum mağlubiyeti iyice tescillerken rakibin gücünü de olduğundan daha fazla büyütmüş olur.

İş bittikten sonra akıl vermek gibi olmasın ama bence yapılması gereken;
*İlk yol kazasını kabullenmek ve hazmetmekti. Zira yarışa çıkan hep galibiyeti hedeflerken mağlubiyeti de hesaba katması gerekir. Çünkü yarışın doğasında yenmek kadar yenilgi de vardır. Yenilgi de dünyanın sonu değildir. Bir yenilir, daha sonra yenersin.
*Daha önce nasıl kazanıyordum? Şimdi niçin kaybettim, nerede hatalar yaptım diye kendisiyle yüzleşmekti.
*Ortaya koyduğu hata ve yanlışları gidermeye yoğunlaşmaktı. Somut adım atmadan sadece “Mesajı aldık” demek yeterli değildir.
*Rakibini bir başka yarışta yenmek için kendisini yenilemeliydi.
*Yarışa çıktığı aktörlerden yeterli gelmeyenleri geri plana çekerek oyunu lehine çevirebilecek ekiplere ve yeni yüzlere yer vermeliydi.
*Rakibe tepeden bakılmamalıydı, küçümsenmemeliydi ve acemi olarak görülmemeliydi. Çünkü rakibini küçümseyen hiç kimse bugüne kadar galip gelememiştir.
*Rakibine mağdur olduğu hissi verilmemeliydi.
*Rakiple eşit şartlarda yarışılmalıydı.
*Rakibin karşısına çıkarılan rakibin kendisine saygı duyulmalıydı. Adaylar kendi arasında rekabet edebilmeliydi.
*Rakibe karşı nezaket ve centilmenlik elden bırakılmamalıydı, belden aşağıya vurulmamalıydı.
*Yarışta soğukkanlılık ve sağlıklı düşünmek hiç elden bırakılmamalıydı. Çünkü sağlıklı düşünülmezse yapılan hatalar dağ gibi büyür.

Yapılması gerekenleri çoğaltabiliriz. Yazımızı şu ayetlerle nihayete erdirelim. Bu ayetler sünnetullah adı verilen Allah’ın kanunlarıdır ve değişmez.
"...Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez..." (Rad 11)
"...Allah, bir topluluğa lutfettiği nimetini, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez..." (Enfal 53)
“Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez.” (Maide 105)  

***25/06/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Zaman Sorgulama Zamanı (2)

Bir önceki yazımı zaman sorgulama zamanı diye bitirmiş ve gözlemlerime dayanarak bir sorgulama yapacağım. Bu iş sadece yıpranma ile açıklanamaz demiştim. Bana göre zirvede kalmada zorlanmanın ve seçimleri güç bela kazanmanın nedenlerinden bazıları şu şekildedir:

1. Parti, birlikte yola çıktığı ekip arkadaşlarını kaybetmiştir. Partide neredeyse eski ağır toplardan kimse kalmadı. Aşılamayan ve giderilemeyen ağır bir kırgınlık ve küskünlük söz konusu…
2.Ayrılan küskünlerin yerine ekip olarak monte edilenler eskilerin yerini tutamamış, onların işlevini yerine getirememiştir.
3.FETÖ ve PKK dışında hükümetin mücadele edeceği ve çekineceği hiçbir kurum, kuruluş, STK kalmamıştır. Parti devletin kendisi olmuştur. Bu durum bir şey zıddıyla kaimdir sözü ile çelişmektedir. Rakibin kalmadığı zaman rehavet durumu ortaya çıkar. Çünkü bu partiyi dinç tutan ve ekibi birbirine bağlayan mücadele ruhu idi. Partinin bugün iki terör örgütü dışında mücadele edeceği bir kesim kalmamıştır.
4.Partide istişareye önem verilmediği kanaati hakim. Hem ülke hem de parti, tek kişi tarafından yönetiliyor görüntüsü veriyor.
5.Parti eskisi gibi halkın nabzını tutamıyor. Eski yaptığı hizmetleri anlatıp durmaya başladı.
6.FETÖ ile yapılan mücadelenin toplumun her bir kesimine sıçraması ve çoğu kimsenin canının yanması.
7.Atamalarda sözlü mülakatların belirleyici olması.
8.Eleştiriye gelinmemesi, bunu yapanların kapı dışarı edilmesi veya dışlanması.
9.Eleştirilere eleştiri gözüyle bakıp cevap verme yerine had bildirme yolunun seçilmesi.
10.Sert üslubun kullanılması.
11.Tepeden bakılması.
12.Ekonomideki daralmanın gözlerden kaçırılmak istenmesi. Ekonomik bir krizin olduğunun kabul edilmemesi…
13.Bazı aday ve partilerin küçümsenmesi.
14.Aday belirlemede halkın nabzını tutabilecek aday sayısının azlığı.
15.Yıllardır savunulan ilkelerin göz ardı edilmesi, çelişkilerin ortaya çıkması, (birilerinden medet beklenmesi)
16.Tüm yükün tek kişinin üzerine binmesi.
17.Yorgunluk.
18.Cumhurbaşkanlığı sisteminin tam oturmaması ve ittifakın partiye yaramaması.
19.Enflasyonun çift hanelerde gezmesi, vatandaşın alım gücünün azalması.
20.Genç nüfusta işsizlerin artması.
21.İzlenmekte olan siyasetin halkın derdiyle örtüşmemeye başlanması.
22.Halkın eskisi gibi okunamaması.
23.Devlet kurum ve kuruluşlarının ciddi bir şekilde tasarruf politikası izlememesi, israf ediliyor görüntüsü vermesi.
24.Husumette rakiplerini birleştirme becerisini göstermesi.

Zaman Sorgulama Zamanı (1)

İster belediye başkanlığı seçimi ister vekil seçimi ister referandum ister cumhurbaşkanlığı seçimi olsun bu milletin çoğunluğu, verdikleri destekle hep arkamızda yer aldı. Millet bu desteği verirken kaşımıza, gözümüze heves olduğu için vermedi. Bu zihniyeti, daha önce bazı belediye başkanlıklarını vererek test etti ve başarılı buldu. Sonra belediye başkanlıklarının çoğunu, ardından iktidarı verdi. Bu zihniyet de vatandaşın verdiği desteği kötüye kullanmadı, ibadet aşkı içerisinde çalıştı. Yaptığı hizmetle birlikte aynı zamanda halka dokundu, gönlüne girdi.

Başarıyı yakalamada en büyük pay; iyi bir ekiple yola çıkmaları, istişareye önem vermeleri, birbirlerine makam ve mevkileri gönül rahatlığı içerisinde teslim etmeleri, yani fedakarlıkları; kurum, kuruluş ve belli odaklarla mücadele etmeleri, halkın içerisine girmeleri, halkın hassasiyetlerini gözetmeleri, yaptıkları hizmetlerde ayrımcılık yapmadan halkın kahir ekseriyetini kucaklamaları, kendisi gibi düşünmeyenleri dışlamamaları, kibirlenmemeleri, yönetimde ehliyet ve liyakati esas almaları, eleştiriye ve iletişime açık olmalarıdır. Tüm bunlara hizmet odaklı insan kazanma siyaseti denebilir.

İşte bundandır ki halk hiç desteğini esirgemedi. Kredi verdikçe verdi. Halkın verdiği bu kredi kıl payı bir kredi değil; rakiplerinin toplamından daha fazla bir kredi. Ne zamana kadar? 07 Haziran 2015'e dek. Bu seçimde de en fazla oy almasına rağmen hükümet kuracak yeterli çoğunluğu sağlayamadı. İşte bu tarih, hoşnutsuzluğun resmen ortaya çıktığı tarihtir. (Aslında biraz geriye doğru gidilirse Paralel Devlet Yapılanması ile mücadeleye girildiği tarihe kadar gider.) Her ne kadar 1 Kasım'da yapılan seçimlerde yeniden çoğunluk elde edilse de hiçbir şey eskisi gibi değildi artık. Çünkü yapılan seçimleri kazanmada zorlanıldı. 2019'a gelindiğinde seçimler ya kaybedilmeye başlandı ya da kıl payı kazanılır oldu.

23 Haziran 2019 yenilenen İstanbul seçimlerinde alınan sonuç bir muhasebe yapmayı gerektiriyor. Çünkü zaman sorgulama zamanı. Kendimizle, yaptıklarımızla ve yapamadıklarımızla yüzleşmemiz gerekiyor. En basitinden daha önceki seçimlerde açık ara önde kazanırken Haziran 2015'ten beri niçin zorlanarak kazanıyoruz? 31 Mart mahalli seçimlerinde bazı büyükşehirler niçin kaybedildi? Eskiden ittifaklar yok iken tek başına rahat seçimler kazanılıyor iken bugün yanımızda müttefikimiz olmasına rağmen niçin bazı iller kaybediliyor? Kaybetmesek bile niçin başa baş bir mücadele durumuna geldik? Eskiden prensip ve ilkelerimizden ödün vermeden halkın teveccühünü alabiliyor ve bunun semeresini sandıklarda görebiliyor iken bugün kazanmak için her yolu mubah görme noktasına nasıl geldik? Hani siyasette yeni bir parti çıksa, o parti bize alternatif olsa diyeceğim ki karşımızda alternatif var. Öyle bir durum da yok. Halkın dünkü teveccüh göstermediği parti ile yarışıyoruz. Bu işi, yıprandık sözüyle veya tüm muhalefet bize karşı birleşti; dış güçler, muhalifleri destekliyor gibi gerekçelerle açıklamak yeterli değil. Her seçim sonrasında parti yetkilisinin yaptığı balkon konuşmasında mesajı aldık demesi de yeterli değil. Çünkü sorun ne ise derinlemesine bir sorgulama yok. O zaman, zaman sorgulama zamanı. Ben de gözlemlerime dayanarak bunu yapacağım. (Devam edecek)

Nimetlerin Elimizin Altından Kayıp Gitmesi *


Bugün size iki ayeti kerimeden bahsetmek istiyorum. Biri, "...Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez..." (Rad 11) ayeti, diğeri ise "...Allah, bir topluluğa lutfettiği nimetini, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez..." (Enfal 53) ayetidir.

Bu iki ayetin tefsirinde şu açıklamaya yer verilir: “… burada genel bir kural, ilâhî bir âdet açıklanıyor: Allah’ın kullarına sayısız nimetleri vardır, bunları baştan vermesinin veya esirgemesinin de ilâhî adalet ilkesiyle çelişmeyen hikmet ve sebepleri mevcuttur. Ancak Allah verdiği bir nimeti durup dururken, nimete mazhar olan kulda bir değişiklik meydana gelmeden geri almaz, zıddı ile değiştirmez. Önce insanlar, Allah’ın hoşnut olmadığı bir şekilde değişirler, öz değerlerine yabancılaşırlar, ellerindeki nimetin şükrünü yerine getirmez, onu gerektiği yerde, gerektiği gibi kullanmazlar, şımarırlar, nimetlerin Allah’ın lutfu ile ilişkisini unutur, kerameti kendilerine mal ederler; güç, servet, ilim, iktidar gibi ilâhî nimetleri zulüm için kullanırlar... İşte böyle değişen ve bozulan insanların elinden nimet, onu veren Allah tarafından alınır ve yerine zıddı (felâket, mahrumiyet, sıkıntı) verilir. (Kur'an Yolu Tefsiri Cilt: 2 Sayfa: 670)

Yukarıya aldığım iki ayet, Allah’ın belirleyip uyguladığı ve uygulamaya devam ettiği fiziki ve biyolojik yasalardan sonra gelen üçüncü yasasıdır. Buna sünnetullah adı verilir. Allah’ın kanunu demektir ve bu kanun değişmez. Çünkü Allah Fetih süresi 23.ayette “Allah’ın öteden beri işleyip duran kanunu (budur). Allah’ın kanununda asla bir değişiklik bulamazsın.” buyurmaktadır. Ayetler bir ilke ve sistem ortaya koymaktadır. Bu ayetlerden ben şunu anlıyorum: Düzgün bir toplum isteyenler, ilk önce kendileri düzelir ve düzeldikten sonra bozulma olmadan düzgünlük devam ettiği müddetçe Allah, o toplumun düzgünlüğünü devam ettirir. Yine Allah bir topluluğa, insanın faydasına ve faydalanabileceği envaiçeşit nimetler vermiş ise bu nimetlerin devamı, o topluluğun daha önce hak ettiği bu nimetlerin devamı için üzerlerine düşen görevleri yerine getirmeye devam etmeleriyle orantılıdır.  Yani Allah, “Kulum senin sapıklık ve yanlışlıklar üzerinde kaldığın yeter. Artık sen düzgün biri olacaksın deyip kişileri düzeltmez. Verdiği nimetleri de yeter bu kadar, biraz da yokluk çeksinler diye çekip almaz. Her konuda olduğu gibi bu konuda da keyfi davranmaz. Hasılı düzelme de ve bu düzelmenin sonucu olarak verilen nimetlerin devamı da bizim elimizdedir. Gereğini yapmaz isek o nimetler bizde evladiyelik olarak kalmaz, uçup gider.

Allah’ın değişmez kanunu olan bu toplumsal yasalar sadece bize özgü değildir. Nice topluluklar gelip geçmiş, o topluluklar nimetlere kavuşmak için gereğini yapmış ise Allah, onlara nimetlerini vermeye devam etmiş. Ne zaman ki savrulup yozlaşmışlar, verilen nimetleri takdir etmemişler, hoyratça kullanmışlar ve nankörlük yapmışlar ise işte o zaman Allah, o nimetleri alıp bir başka topluluğa vermiştir. Yani hiçbir nimet çantada keklik değildir ve kimseye hiçbir topluluğa torpil geçilmemiştir.

Bundan dolayıdır ki elimizden uçup giden nimetler var ise önce kendimizle yüzleşmemiz gerekiyor.  “Bu nimet niçin kayıp gitti, acaba biz nerede ne hata yaptık” diye kendisini hesaba çekmelidir. Yüzleşen insan veya topluluk, eskisi gibi iyi ve düzgün olmaya başlar ise giden nimetler tekrar geri gelebilir. Çünkü düzelmenin yani kanunun gereği yapılmıştır. Yok bu yapılmaz, elden uçup giden nimetlerin faturası başkalarına çıkarılmaya kalkışılırsa bu, kişinin veya o topluluğun kendini avutmak için gerekçe üretmesinden başka bir işe yaramaz. Bu durumda başkasına değil kendimize bakmamız ve kızmamız gerekiyor. Çünkü Allah “Ey iman edenler! Siz kendinizi düzeltin. Siz doğru yolda olursanız, yoldan sapan kimse size zarar veremez.” (Maide 105)   buyurmaktadır.

*24/06/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

22 Haziran 2019 Cumartesi

Fiyatlarda Yeni Moda *

Günümüzün yeni modasından haberiniz vardır umarım. Fiyatların yükselmesiyle birlikte alışverişlerimize yarım kg'lık alışverişler girdi. Erik, çilek, yenidünya gibi meyvelerin yanında biber vb. sebzelerin satışı da aynı şekilde. Karpuzlar "kesmece" usulü dilimle satılmaya başlandı ilk çıktığı zaman. Çünkü bazı ürünleri kilo ile almak el yakar oldu. Bunun bir ileri aşaması Avrupa’da olduğu gibi meyvelerin tane ile satılması olacak gibi.

Burada garibime giden bazı esnafın fiyatı herkesin görebileceği şekilde yazmasına rağmen yarım kiloyu küçükçe yazması. İleriden fiyatı görünce fiyat makul görünüyor. Şuradan bir kilo alayım diyorsun. Esnaf tartıp sana uzatıyor. İstenen fiyat, gördüğünün iki katı oluyor. Fiyat hesap ettiğin gibi olmayıp biraz tuzlu gelse de kalsın, almayacağım deyip geri veremiyorsun. Moralin bozulup için yansa da mecburen ödemeyi yapıyorsun.

Bu kadarla kalsa iyi... Bu durum pastanelere de sirayet etmiş. Bir akşam ameliyat olmuş bir hasta yakınımı ziyaret etmek için yola çıktım. Hediye alayım diye bir pastaneye girdim. Gözüme gevrek ilişti. Fiyatını sordum. 7.5 lira dedi. Ver bir kutu dedim. Başka ne alayım diye kafamı sol tarafa çevirdim. Çeşit çeşit tatlı ve tuzlu pastalar gözüme ilişti. Bu bölümde aynı zamanda fiyat da yazıyordu: 16.25 TL. Karışık yarım kilo verir misin dedim. Tarttı. Cebimden 20 lira çıkardım. Ne kadar borcum dedim. 27 lira dedi. Kilosu ne kadardı? Burada 16.25 yazıyor dedim. Oradaki fiyat yarım kg fiyatı. Tatlı tuzlu karışık olunca fiyatı 35 lira dedi. Kafamdan 15-16 lira ödeme yapacağım diye hesap ettiğim pastaneden 27 lira ödeyip çıktım. 

Gördüğünüz gibi Matematiği iyi olmayan benim, pazarda tutmayan hesabım pastanede de tutmadı. Bundan sonra fiyatı yazılmış etiketi noktası virgülüne okumak, bir daha okumak boynumun borcu olsun. Tutmayan hesabımın üzerine yaptığım fazla ödemede değilim. Zira çok bir ehemmiyeti yok. Ama müşteriyi çekme uğruna gittikçe yaygınlaşan bu muameleyi hoş karşılamadığımı ifade etmek istiyorum.

Konu açılmışken yıllardır market ve mağazalarda uygulanan ve şimdilerde semt pazarlarına da sirayet eden fiyat etiketlerine değinmek istiyorum. Sonu 99 ile biten kuruşlu fiyatlar. Diyelim ki fiyatı düşük gibi göstermek suretiyle bu tür fiyatlandırmalarda müşteri çekme niyetleri var. Mağaza ve marketler bu yola başvuruyor. Müşterinin çoğu da nasılsa beğendiği ürünü alacağında ödeme için kredi kartını uzatıyor. Kuruşu kuruşuna çekiliyor. Para üstü derdine gerek kalmıyor. Ya semt pazarları... Özellikle muz satıcıları 5.99, 6.99 gibi fiyatlar yazıyorlar. 5 veya 6 büyük. Ta ileriden görüyorsun. Şunu tart deyip uzatınca fiyatın yanındaki 99'u da görüyorsun. Tartılıp poşete konan muz sana uzatılınca senden küsuratsız bir miktar talep ediliyor. Merak ettiğim sonu 99 kuruş ile biten bu ürünün fiyatının nasıl yuvarlandığı? Yine bir kuruşta değilim ama öyle mi deyip muzu tam bir kilo tarttırıp para üstü olarak esnaftan kuruşum da kuruşum deyip bir kuruşu istemek. Karşılığında al sana beş kuruş dese de kabul etmemek, illa bir kuruş demek herhalde bu tür esnafı yola getirir. Bir daha göz boyamaca fiyat yazmazlar.

Var mısınız böyle bir uğraşıya? Ne olur ne olmaz deyip korkmayın. Çünkü eskisi gibi pazarcı esnafında eski tartılar kalmadı. Hepsi elektronik terazi şimdi. Ne alaka demeyin. Eskiden kavgalarda tartıların bir ve iki kilogramlıkları kullanılırdı. 

*29/06/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

20 Haziran 2019 Perşembe

Seçim Vaatlerim (İstanbul'a Aday Olabilseydim)

İstanbul'da pazar günü yapılacak seçim yenilenen bir seçim olduğu için başkanlığa aday olamadım. Seçime katılan partilerden biri de adayını çekip beni aday göstermedi. Vardır bunda da bir hayır diyorum ve şayet aday olsaydım İstanbullu yaşayacaktı, daha doğrusu ihya olacaktı ve İstanbul, tüm Türkiye'ye model olacaktı. Neyse uzatmayayım. Vaatlerimden bazıları:
1.Şebeke suyunu kullanmamak şartıyla su bedava olacak. Nasıl olacak derseniz? Vatandaş; şebeke suyu dışında yağmur, dolu, kar vb. doğal yollardan su ihtiyacını gidermesi teşvik edilecek. Vatandaş evine ister su deposu kurar, ister balkonuna veya dışarıya leğen, helke koyar. Rahmet yağdıkça doldurur. Rahmet olmadığı zaman  vatandaş, su ihtiyacını belediyemiz tarafından belli noktalara kurulacak su istasyonlarından bedava temin edecektir. Bu durum su israfını da önleyecektir. Burada vatandaşın yapacağı tek masraf su doldurmak veya suyu biriktirmek için bir defa alacağı kap kacak olacaktır. Bu kadar da olsun. Vatandaş olmanın da bir bedeli olmalı değil mi? Hangi çağda yaşıyoruz, ben şebeke suyu kullanacağım diyen olursa şebeke suyundan hiçbir indirim yapılmadan kullanabilir. 
2.Elektrik ve ısınma bedava olacaktır. Vatandaşın bu ihtiyacı için bir defa masraf etmesi sağlanacaktır. Güneş enerjisinden bahsediyorum. Nasıl olacak derseniz? Vatandaş çatısına, balkonuna güneş enerjisi panelleri koyacaktır. Buradan elde edeceği enerjiyi aydınlatma ve ısınmada kullanacaktır. Yine uğraşamam diyen olursa bedeline katlanarak doğalgaz ve elektrikten faydalanmaya devam edecektir. Bunda da indirim olmayacağı gibi gelen zamlar da faturaya yansıtılacaktır.
3.Trafik sorunu kökten çözülecek. Trafikte o ilde devleti birinci derece temsil edenlerin dışında oto olmayacak. İşe, okula, gezmeye giden herkes toplu taşıma araçlarını kullanacak. Bu durumda mevcut yollar yeterli olacağı için yeni cadde ve sokaklara ihtiyaç olmayacak. Böylece okul servisciliği, ticari taksicilik sona erecektir. Yol ve caddelerde toplu taşımanın dışında araç olmayacağı için yollar çok çabuk yıpranmayacaktır. Şehirlerarası yollarda da otobüs ve trenle seyahat yapılacaktır. Bu yapacağım, seyahat hürriyetine engel denirse kim dedi özel oto ile yolculuğu yasaklayacağım? İsteyen şehir içinde ve dışında özel otosuyla seyahat edebilecek, tabii bedelini ödemek şartıyla. Bedelini sorarsanız şöyle efendim: Her bir özel otoya taksimetre takılacak. Araç ne kadar yol yaparsa devlete bedelini ödeyecektir.
4.Haberleşme konusunda çözümüme gelince her evde bir tane cep telefonu olacak. Bu telefonun dışında evlerde sabit telefonlara geri dönülecek. İnsanlar evinden aranacak. Her haneye aylık cüzi bir fatura gelecek. Gördüğünüz gibi burada da masraflar azalacak. Evin her ferdi ayrı ayrı telefon kullanmayacak. Sabit telefon için bir makine gerekli. Bu da zaten her evde var. Çıkarıp evin salonuna koyacağız.

Seçim vaatlerim yukarıda yazdıklarımdan ibaret değil. Sadece nasıl yapacağımı göstermek için birkaç örnek verdim. Önerilerimin çoğu ortak kullanıma ve tasarrufa yönelik. Buna eskiye dönüş modeli de denebilir. Başkan olduğum takdirde vaatlerimin bir kısmı merkezi hükümet ile ortaklaşa yapılacaktır. Bu vaatlerim yerine getirildiği takdirde bugün fatura ödemekten başını kaşıyamayan ve ödemek için kara kara düşünen ailelerin parası cebinde kalacak. Aileler para harcayacak yer arayacaklardır. Çünkü müthiş tasarruf sağlanacaktır. Bu tasarruftan devlet de etkilenecektir. Dışa bağımlılığımız azalacaktır. Çünkü doğalgaz ve petrol tüketimi en asgari seviyeye inecek. Bu da cari açığı kapattığı gibi ithalat ve ihracat dengemizi sağlayacak. İhracatımız artacak. Cep telefonu gibi ithal ürünler için paramız dışarıya gitmeyecek. Devlet yeni yol ve cadde açmayacak. Elimizde cep telefonu olmadığı için kendimize yeni meşgaleler bulacağız. Kitap okumaya zaman ayıracağız. Devletin yapacağı tasarruftan dolayı bütçemiz fazla verecek. Devletin kasası para ile dolacak. Devlet, vatandaşına para verir noktaya gelecektir. Ne devlet borçlu olacak ne de vatandaş. Herkes peşin satan gibi olacaktır.
Patenti bana ait olan bu vaatlerimi  isteyen aday kullanabilir. Ben öyle benim vaatlerimi aldılar çiğliğini göstermem. Ha ben yapmışım ha başkası. Önemli olan ülke kazansın, vatandaş kazansın.
Not: Bu vaatlerde asla mizaha yer verilmemiştir. Belki de hiç olmadığım kadar ciddiyim. Vaatlerim uygulansın herkes görecek gününü.

19 Haziran 2019 Çarşamba

Mursi ve Dünyanın Sessizliği ***


Mursi mi öldü yoksa dünya mı? Bence Mursi'den ziyade ölen dünyadır. Mursi'nin kendisi tertemiz, başı dik bir şekilde giderken bize kirli bir dünya bıraktı. Çünkü utanacak bir şey yapmadı. Ne çaldı ne çırptı ne zulmetti ne kan akıttı ne de darbe yaptı. Yüzyıllar sonra insanlığın bulduğu ve en iyi yönetim şekli dediği demokrasinin foyasını ortaya çıkardı. Görün bulduğunuz demokrasinin defosunu/oyununu. Sandık, siyaset, seçilmişlik hepsi birer hikaye. Çünkü yönetmeye talip olurken yönetilmeyi, güdülmeyi, yerleşik düzenin dümen suyuna girmeyi, fincancı katırlarını ürkütmemeyi kabul etmek zorundasın. Kabul etmezsen ne olur? En hafifinden Mursi'nin başına gelen olur: Kansız ölüm. Adına da kalp krizi denir, olur biter. Çünkü ülkeler halkın seçtiği kişilere bırakılmayacak kadar önemlidir dünyayı yönetenler için.

Dünyanın ayıbı saymakla bitmez. Halkının yüzde 52 oyla seçtiği cumhurbaşkanının bir darbeyle indirilmesine sessiz kalan dünya, Mursi’nin haksız yere 6 yıldır Mısır zindanlarında tutuklu kalmasına da sesini kaldığı gibi şüpheli bir şekilde ölümüne de sessiz kaldı maalesef. Haydi diyelim ki İslam dünyası “Kendi muhtacı himmet dede, kime himmet ede” sözü gereği aciz ve gücü yok. Başlarına örülen çoraplarla uğraşıyor ve birbirini yiyor. Demokrasinin beşiği diyebileceğimiz İngiltere ve diğer Batı ülkeleri niçin sessiz? Demek ki onların demokrasiden anladıkları, demokrasinin tüm kurallarıyla sadece kendi ülkelerine hizmet etmesi… Görünen o ki İslam ülkelerine bu demokrasi denen yönetim tarzının her yönüyle gelmesi muhaldir.

Yaşadığımız dünyayı yaşanmaz kılan ve her geçen gün iyice yaşanmaz kılacak olan insanlığın sessizliğidir. Maalesef güce tapan, güce boyun eğen bir dünya ile karşı karşıyayız. Bu dünyada mağdurun ve mazlumun ne söz hakkı var ne de yaşama hakkı. Kim, ben doğuştan gelen en doğal haklarımla adam gibi yaşayacağım, kimseye eyvallah demeyeceğim derse bedelini tıpkı Mursi gibi bedeniyle öder. Aslında Mursi’nin bu şekilde ölümü/öldürülmesine sessizlik, arkadan gelen ve “Ben Mursi gibi olacağım” diyenlere bir gözdağıdır aynı zamanda. “Boyunduruğumuza girmezseniz Mursi gibi olursunuz. O yüzden otur oturduğunuz yerde, haddinizi bilin” demektir. “Size öyle bir ölüm tattırırız ki cesedine bile dokunamaz ve son göreviniz olan tekfin, teçhiz ve defin işlerini bile yapamazsınız” derler.

Yusuf peygamber gibi nahak yere suçlanarak gömleği arkadan yırtılan Mursi, önce zindanı şimdi de ölümü tattı ve bu kirli dünyadan kurtuldu. Bakalım biz ne yapacağız? Çünkü iyilerin çoğunlukta olduğu bu dünyayı iyi günler beklemiyor. Bu sessizliğimiz başımıza nice gaileler açacak, bekleyip göreceğiz. Çünkü  Lut Kavmi içinde 80.000 kişi gece namaz kılardı. İçlerindeki ahlaksız 33 kişiye tepki göstermedikleri için hepsi helâk oldular” rivayetinde olduğu gibi dünya, “sarı inekleri” bu şekil verip sessizliğe büründükçe giden sarı ineklerin ardı arkası gelmeyecektir. Yerleşik düzen tekrar tekrar kan isteyecektir, doymayacaktır. Çünkü yedikleri içtikleri kan ve gözyaşıdır, tıpkı vampirler gibi. İnsan görünümlü bu yaratıklar karınlarını doyurmadan nasıl yaşayacaklar? Sesini çıkaranın kanını emip günlerini gün edecekler.

Mahkeme salonundaki son sözü “Ülkemin güvenliği, selameti ve egemenliği için benimle mezara gidecek sırlarım var" olan Mursi, “İnananlardan, Allah'a verdiği ahdi yerine getiren adamlar vardır. Kimi, bu uğurda canını vermiş, kimi de beklemektedir. Ahitlerini hiç değiştirmemişlerdir” ayeti gereği görevini bihakkın yerine getirmiştir. Kendisine Allah’tan rahmet diliyorum. Mekanı cennet olsun! Ölümü Mısır’ın kurtuluşuna vesile olur inşallah!

***20/06/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

18 Haziran 2019 Salı

Cennet mi Büyük Yoksa Cehennem mi?

—Azizim! Cennet mi büyük yoksa cehennem mi?
—Hayırdır, nereden çıktı bu soru?
—Hiç...merak ettim.
—Ne bileyim ben?
—Bir görüşün vardır mutlaka.
—Var elbet! Ama şundan eminim ki cennette herkese yetebilecek kadar yer vardır. Yeter ki orayı garantile. Cehennemde de herkese yetecek kadar yer var. Ama hiç tavsiye etmem orayı.
—Yuvarlak bir açıklama oldu. Tam cevabımı alamadım.
—Cehennem daha büyük olacak diye düşünüyorum.
—O niye ki? Bu öngörüye nereden vardın? 
—Cehennemin daha geniş olduğunu bilmek için bir öngörüye veya bilgiye ihtiyaç yok. 
—İyi de, bunu nereden çıkardın? Cennet niye daha büyük olmasın? Ki o Allah merhamet sahibidir, gafurun rahimdir. Merhameti gazabından daha geniştir. Öyle değil mi?
—Aynen dediğin gibi. Böyle olduğuna yürekten inanıyorum. Ama ben cehennemin daha büyük olacağını düşünüyorum. Niye dersen? Dünyada olup bitenlere bak, çevrene bak. Haksızlık, hukuksuzluk, zulüm, işkence, her türlü kötülük diz boyu. Kan, gözyaşı hakeza. Tüm bunları yapanların sayısı da üç, beş, on değil; sürüyle. Bu demektir ki bu dünyada iyiler daha azınlıkta. İyilerin sayısı fazla olsa bile haksızlığa karşı sessiz kalınması, bana dokunmayan yılan bin yaşasın, aman ne olur ne olmaz düşüncesinin hayat düsturu olarak benimsenmesi zulmün ve haksızlığa sessiz destektir. Kötülerin sayısını bilmiyorum ama iyilere göre sesleri daha gür çıkıyor, dünyayı yakıp yıkıyorlar ve dünyaya hakimler. Hasılı kötüler ve kötülere dolaylı veya dolaysız destek olanların sayısı da az değil. Tüm bunlardan çıkardığım cehennemin daha geniş olacağı. Çünkü müşterisi fazla gibi. Cehennem daha küçük olacak. Çünkü hak eden daha az olacak gibi.
—İlginç!
—Öyle zannediyorum cennet ve cehennemin büyüklüğü hak edenlerin sayısına göre düzenlenecek. Allah cenneti hak edenlerden eylesin. 
—Amin.
—Bu dünyada bile bile haksızlık yapanlar ve kendi menfaatleri için dünyayı yaşanmaz kılanlar için de iyi ki cehennem var. Cehennemden uzak olacak şekilde cennete gidecek amel işleyenlere ne mutlu!

17 Haziran 2019 Pazartesi

Mursi'nin Ardından *


2012 yılında yapılan seçimde yüzde 52 oy alarak Mısır'ın seçilmiş ilk cumhurbaşkanı oldu.
2013 yılında bir askeri darbe ile koltuğundan indirildi.
Cezaevine gönderildi. Altı yıldır Mısır zindanlarında ölüme terk edildi. 
Casuslukla suçlandı ve idamla yargılandı.
Mahkeme salonunda yargılanırken geçirdiği baygınlık sonucunda 17/06/2019 günü 68 yaşında iken yaşamını yitirdi. Nur içinde yatsın. Mekanı cennet olsun.

Kim olduğunu bildiniz sanırım. Muhammed Mursi'den bahsediyorum. Ölüm nedenini darbeci Sisi, ne tür bir açıklama yaptırtır bilmiyorum. Kalp krizi dedirtebilir ama bu ölüm şüpheli bir ölüm olarak belleklerdeki yerini alacaktır. Çünkü 6 yıldır zindan hayatı yaşayan Mursi'ye ne yedirdiler ne içirdiler bilmiyoruz. Belki de yavaş yavaş ölsün diye zehir verdiler. Olur mu olur? Çünkü burası Mısır, buradan çıkış yok. Seçilmiş ilk cumhurbaşkanı ve mahkeme salonunda vefat eden ilk kişi olarak tarihe geçen Mursi'ye gelinceye kadar Mısır zindanları kimlere mezar oldu kimlere... Kimler darağacında sallandı, kimler idama çarptırıldı kimler... Abdulkadir Udeh, Seyyit Kutup, Hasan Hudaybi, Muhammed Hamid Ebu Nasr, Muhammed Mehdi Akif, Muhammed Bedii, Hayrat Şatır gibi ünlü isimlerin yanında nice isimsiz kahramanlar... Çünkü burası Firavunların memleketi… Mısır denince akla Firavun ve zindan akla gelir. Bir yerde Firavun ve zindan olur da kan, gözyaşı, zulüm, işkence olmaz mı? Maalesef Mısır denince aklıma bunlardan başkası gelmiyor. Belki de Mısır zindanına girip de girdiği zindanı Medreseyi Yusufiye’ye dönüştüren ve oradan kurtulan ender kişilerden biridir Hz Yusuf. Dün ve bugün bu zindanlara girip can verenlerin kahir ekseriyeti, tıpkı Hz Yusuf gibi gömleği arkadan yırtılanlardır. Mursi de bunlardan biridir. Tüm dünya kamuoyu gibi biz buna şahitlik ederiz.

Ülkesinin seçilmiş ilk ve tek cumhurbaşkanı olan Mursi'nin tek suçu, seçildikten sonra Mısır'a biçilen rolün dışına çıkmak istemesi, kimseden emir almaması, ABD'nin, Batı'nın ve Suudi Arabistan'ın politikalarına uymaması ve darbeye direnmesidir. Mursi'nin 2019'da öldüğüne bakmayalım. Çünkü onun kalemi cumhurbaşkanı seçilip bir darbeyle indirildiği zaman kırılmış ve 2013 yılından itibaren cezaevine gönderildiği zaman ölüme terk edilmişti. Sadece nasıl, ne zaman, ne şekilde, hangi gerekçeyle öldürelim diye bekletildi. Şükür ki onların kirli ellerine gerek kalmadan mahkeme salonunda iken Hakk'a yürüdü.

Bu ölüm, tüm Müslümanları ve mazlumların yanında yer alanları derinden bir üzüntüye gark ederken bu adamdan nasıl kurtulurum, dünya kamuoyu ne der, bir ölse de kurtulsam diye el ovuşturan darbeci Sisi'yi fazlasıyla sevindirmiştir. Çünkü haksız yere indirdiği Mursi'nin koltuğunda silah gücü ile oturuyor. Güya cumhurbaşkanlığı yapıyor. Yaptığı, birilerinin uşaklığı aslında… Köpek bile yediği kaba pislemez ama Sisi, pislemiştir. Nisan ayında yaptırdığı anayasa değişikliği ile 2030'a kadar cumhurbaşkanı kalmayı garantilemişti. Ama rahat etmesi ve derin bir oh çekmesi için başının belası Mursi'nin de ölmesi gerekiyordu. Bunu da kansız hallettiği için artık rahat bir nefes alır. Önünde bir engel kalmadığına göre pislediği koltukta 2030'dan sonra da oturabilir. Çünkü hak etti ve efendilerinin gözüne girdi. Midesi ve cibilliyeti götürdükten sonra niçin olmasın?
Suyu bulandırdığı için kalemi kırılan ve öldürüleceğini bilmesine rağmen kimseye boyun eğmeden darı bekaya başı dik bir şekilde giden Mursi’nin gömleğinin arkadan yırtıldığına şahitlik ediyor ve ona Allah’tan sonsuz rahmet diliyorum. Ölümü inşallah sebep olanlara dünyayı dar eder.

*19/06/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


"Nankör Olma" Oğlum!


—Baba, biraz harçlık verir misin? Çarşıya çıkacağım.
—Vereyim evlat ama cebimde nakit yok. Bugün günlerden ne?
—Cumartesi.
—İyi o zaman. Bugün ayın 15'i. Maaş yatmıştır. Sen şu kartı al. Parkın oradaki bankamatikten maaşımı çek gel. Bu arada senin de harçlığını vereyim.
—Tamam baba!
*
—Baba al kartını.
—Maaş?
—Çekemedim.
—Niye? Bankamatik mi bozuk?
—Hayır, 8-10 kadar sıra var.
—Sıraya girip bekleseydin.
—Kim bekleyecek baba bu sıcağın altında. Nereden baksan bana yarım saat sonra sıra gelir.
—Ne yapacağız ya şimdi?
—Gitmeyiveririm çarşıya.
—Seni anlamıyorum. Daha doğrusu bu yeni nesli.
—Niyeymiş o? Ne yaptı yeni nesil?
—Sıkıntıya gelmiyor, beklemeye gelmiyor. Armut pişecek, ağzınıza düşecek.
—Şimdi biz mi suçlu olduk? Banka, yakınına bir ATM daha koysaydı olmaz mıydı? Bu çağda sıra mı beklenir?
—Ah oğlum ah!
—Ne oldu yine, bu ah neyin nesi?
—Hiç, eskiye gittim.
—Eski nasıldı?
—Eskiden ATM'ler yoktu. Maaşımızı mutemetten alırdık. Maaş günü cumartesi, pazar veya resmi tatil gününe denk geldiğinde maaşımızı ilk iş gününde alırdık. Yani hafta sonuna denk gelince maaşımız iki gün sonra ancak elimize geçerdi. Şimdi ne var! Hafta sonu, resmi tatil demeden maaşımız hemen yatıyor ve gidip çekiyoruz. Maaşımızı bankadan almaya başladığımız zamanlarda da yine maaşımız tatillerde yapmaz, ilk iş gününü beklerdik. Fazla ATM olmadığı için maaşı çekeceğimizde uzun kuyruklar oluşur, üşenmeden, bıkmadan bekler, sıramız gelince çekerdik. Hatta bazen tam bana sıra geldiğinde ATM ya arızalanır ya da makinede para biterdi.
—Eee...?
—O zamanlar böyleydi işte.
—İyi de bana niye anlattın şimdi bunu?
—Hiç, aklıma geldi nedense...
—İyi de baba, şimdi hangi çağda yaşıyoruz? Bir de ben ne zaman bir şeyden dert yansam geçmişten örnek veriyor, günümüzle kıyaslıyorsun hep. Günümüze gelmek lazım.
—Gelelim gelmeye de…dünü de unutmamak lazım.
—Tamam baba unutmayalım. Ama eleştirdiğim için niye nankör oluyorum? Bizim eleştirimizi eleştirebilir, hatta geçmişle kıyaslayabilirsin. Ama nankörlükle itham edilmeyi kabul etmiyorum. Çağın imkanlardan daha fazlayı istemek niye nankörlük olsun? Beni öldür ama asla nankör deme.
—Ama görmüyorsunuz oğlum!
—Görüyoruz baba. Daha fazlasını istemek niye nankörlük olsun.



16 Haziran 2019 Pazar

“Dur Bakalım Pişmanlar mı?”


Hepimiz faniyiz bu dünyada. Bize biçilen zaman kadar oyalanıp gideceğiz. Bu zaman diliminde esas imtihan için yapmamız gerekenlerle mükellefiz. Çoğumuz bunun bilincinde olmamız gerektiğine inandığımız halde çoğu zaman bize biçilen hayatın içinde isteyerek veya istemeyerek ama büyük ama küçük ama affedilir ama affedilmez hata ve yanlışlar yaptık, yapıyoruz, yapacağız. Kimimiz bir müddet sonra nedamet duyarak bu gayya kuyusundan kurtulmaya çalışır, kimimiz hatasıyla yüzleşmek istemez, burnunun dikine gider.

Kimseyi ayıplamaya gelmez bu dünya. Bu dünya öyle bir dünya ki yaptıklarımızdan dolayı hem kendimize zarar verirken hem de başkalarına hayatı dar ediyoruz. Bu durum dostu üzerken düşmanı sevindiren bir durumdur. Ama ne edersin ki dünyanın cilvesi bu. Madem bu dünyaya geldik, bu hamamda terleyeceğiz.

Bu dünyadan kimler gelip geçmedi... Kimler hata yapmadı kimler... İçlerinde peygamber de var, ins-ü cinni de var. Başta Adem olmak üzere yaptığı hata ile yüzleşti, gönülden özür diledi. Allah'ın affı daha geniş geldi. Adem, affedildiği gibi üstüne üstlük peygamber oldu. Diğer birçok peygamber hakeza… Allah, yarattığı ilk insanın bu yönüne işaret eder. Çünkü insan demek zelle, hata, yanlış, suç, kabahat demektir. Yani nefis taşır. Nefsi de kötülüğü emreder. Nefsinden dolayı suça belenip ardından tövbe edip özür dileyen eşrefi mahlukat olmaya devam ediyor. Allah meleklerin özelliklerini anlatır ama melek olmamızı istemez. Hatanızdan dolayı hatanızla yüzleşip makamıma yönünüzü çevirirseniz kabulümdür der. Bu arada Adem ve eşini suça iten cinnilerin başı İblis'i de örnek verir. İblis'e gittiğin yol, yol değil, gel tövbe et, kibrinden dolayı burnunun dikine gitme der. Ama İblis, tövbe edeceği yerde savunmaya ve saldırıya geçerek suç makinesi olmaya ve insanları yolunda gitmeye uğraştı hep. İblis, seçtiği bu yol ile şeytanlaşırken iflah olmaz bir yola girdi ve Allah'ın lanetine uğradı. İlk hatayı yaparak suça bulaşan Hz Adem ise insanlığın yolunda kaldı.

Dünyanın daha başlangıcında bu işler olup biterken Allah kimseyi dışlamadı. Git ne halin varsa gör, sen samimisin veya değilsin demedi. Kapısına geleni geri çevirmedi. Bilmesine rağmen kimsenin niyetini sorgulamadı. Bir daha bir daha şans verdi.

Ya bugün biz neredeyiz? İnsan olup da hata işlemeyen yok mu? Olmaz olur mu? Hem de hepimiz birden. Kimimizin hatası insanlar nezdinde göründü, kimimizin ki Rab katında gizli kaldı. Bazılarının işlediği suç yüzünden devlet peşine düştü, yakasına yapıştı. Bazıları ise bu dünyada yırttı. Suç işleyenlerden bazıları tövbe dedi, suçunu itiraf etti. Bu durumda biz ne yaptık? İtiraf ve pişmanlığıyla kendisini bırakmadık ve hatasıyla yüzleşmek bir erdemliliktir demedik. Bu tür suça katılanları bu aşamadan sonra yaptığı ve konuştuğuyla değerlendiriyoruz. Niyetlerini sorguluyoruz. Dur bakalım, pişman mı diyoruz. Böyle bir hakkımız var mı bizim? Sahi suça karışanlar başka ne yapmalı ki bize güven verebilsinler veya biz onlara güvenelim? Allah, bir daha şans vermeseydi Adem, peygamber olabilecek miydi veya diğer zelle diyebileceğimiz hataları yapan peygamberler, peygamber olabilecekler miydi?

Bilelim ki Allah suça karışan hiçbir insanı ölüme, yokluğa terk etmedi. Tekrar tekrar şans verdi. Ki böyle de olması lazım. Çünkü her hata yapanı yok etseydi, yeryüzünde hiçbir canlı kalmazdı. Hasılı Allah bize melek olun demiyor. Çünkü meleklerin nefsi yok. Melekler gibi olun diyor. İblis olmayın demiyor, onun yolunu takip etmeyin, şeytanlaşmayın, onun gibi olmayın diyor. Sonuç olarak biz bu dünyada suç işleyenlere ne yaparsak yapalım. İstersek yok edelim. Ama Allah herkese tekrar tekrar imkan veriyor, bilesiniz. Umarım suçundan dolayı pişman olanların nedametlerine inanmadığımız için bir gün pişmanlık duymayız.