30 Haziran 2017 Cuma

Anlaşıldı. Bu yaz yanacağız **

2016-2017 sezonu kışında son yılların en şiddetli kışını yaşadık, görmediğimiz kadar kar gördük. Yağan kar erimeden üstüne bir daha bir daha kış örtüsü geldi, aylarca karımız kalkmadı yerden. Hava şartlarından okullarımız istemediği kadar tatil yaptı. Gecesinde sıfırın altını gösteren termometreler gündüzünde de eksilerde dolaştı durdu. İliklerimize kadar üşüdük. Doğal gaz faturalarımız cep yaktı.

Kış gitti gidiyor, eli kulağında derken ramazana girdik. Yılın bu uzun ve sıcak günlerinde nasıl oruç tutacağız derken Rabbimizin bir keremi olarak kış, ilkbaharı da içine aldı. Günler uzundu uzun olmaya. Fakat sıcak yüzü görmedik. Çoğumuz mayısta ve haziranın ilk haftalarında kaloriferleri yakmaya devam etti. Balkonlara çıkılmadı, çünkü üşüdük. Dışarı çıktığımız zaman çoğu zaman utanmasak kışlık pardesüleri giyecektik neredeyse. Ramazanın son gününe kadar devam etti yarı soğuk yarı serinlik. Bu yüzden oruç dokunmadı hiç. Son günün sıcağını görünce şükrü unutan bizler bir kez daha teşekkür ettik Rabbül alemine. Çünkü yazın kış orucu tuttuk.  Milletin oruç tutma azmine Rabbim kolaylık üstüne kolaylık verdi. Siz yeter ki tutun, ben yanınızdayım dedi.

Bayram öncesi başlayan çöl sıcakları kendini iyice hissettirmeye başladı. Her geçen gün kavurucu sıcaklar gelmeye devam ediyor. Bu sıcakları görünce orucu serin ve soğuk geçiren Rabbimin dinine ve emrettiği orucun hak olduğuna olan inancım bir kat daha pekişti.

Acizliğini ve zaafını her zaman ortaya koyan biz insanoğlu hikmetinden sual etmesek de dün soğuklardan dert yandık, şimdi ise sıcaklara öf, püf demeye başladık. Şikayetçi miyiz? Asla! Keremine ve verdiğine şükür! Mutlaka bir bildiği vardır. Sebze ve meyvelerin erip olgunlaşması, ekin ve harmanın kaldırılması için bu sıcaklara da ihtiyaç var. Biz her şeyden dertlensek de, bu ne ya deyip ah, vah etsek de Rabbim olması gerekeni olduruyor, vermesi gerekeni veriyor. Biz günlük meşgale ile onu çoğu zaman unutsak da o bizi her daim düşünüyor. Bu kavurucu çöl sıcakları da geçecek elbet. Çünkü Rabbim, her daim mevsimleri döndürüp duruyor.

Bu sıcaklarda dışarıda elinin emeği ile geçinenlere; tarla, bağ-çubuk, ekin-harman demeden çalışacak olanlara, inşaatlarda iş tutanlara Rabbim çalışma azmi, bol kazanç versin, kolaylık versin, sağlık versin. Bizi bizden fazla düşünen Rabbim, altından kalkamayacağımız yük vermesin, belâ ve afetlerden bizi korusun. 30.06.2017

** 07/07/2017 günü kahta.soz' de yayımlanmıştır.



29 Haziran 2017 Perşembe

Gözünü toprak doyursun devlet senin emi!


Yan tarafta doğal gaz, su, elektrik ve GSM operatörüne ait faturalar var. Bu faturaları görünce aman bize ödettirecek falan diye düşünmeyin. Fatura ödetme gibi bir niyetim yok. Kullanan ödemeyi de bilir.



O zaman derdin ne derseniz? Burada size devlet yönetmenin ciddiyetini göstermek istiyorum bu faturalar üzerinden. Bunun için tek yapmanız gereken size gelen böyle bir faturayı elinize alıp bir göz gezdirmek ona. Zira resim formatındaki benim faturalardan pek bir şey anlayamayabilirsiniz. Yok ben hala bir şey anlayamadım diyorsanız isterseniz GSM operatörümden gelen mesajlara da bir göz atalım: "01.05.2017 ile 31.05.2017 tarihleri arasinda faturasiz hattiniz uzerinden yaptiginiz internet harcamalariniza iliskin OIV iade tutariniz 1.54 TL hattiniza yuklenmistir. B001" Yine bir şey anlayamadım diyorsanız size bir başka mesaj daha: "Degerli musterimiz Haziran ayina ait mobil hattiniz icin devlete odenen 1,64 TL Telsiz Kullanim Ucreti bakiyenizden tahsil edilmistir. Ayrintili bilgi icin ...'i ucretsiz arayabilirsiniz. B001"


Siz ne anladınız, ya da anladınız mı bilmiyorum ama ben bu faturalara bakarak burada devlet ciddiyetini gördüm. Allah nazardan saklasın, devlet ayrıntının ayrıntısına girmiş.eğer detaya bakarsanız. Mesela: KDV; 4.21, ÇTV Bedeli; 4.48...gibi. Dikkatinizi çekmişse devlet kuruşu kuruşuna hesap yapıyor. Fiyatları yuvarlama yoluna gitmiyor. Ben sadece su faturasına değindim, bunun daha detaylı benzerini diğer faturalarda görebilirsiniz. Sadece faturalara bakarak devletin ne kadar ciddi bir iş yaptığı, kimsenin hakkının kimseye geçmemesi gerektiği konusunda sanırım bir fikir vermiş olmalı size. Hiç yuvarlama yoluna gitmemiş. Sadece en son ödenecek miktarda küsurat oluşmuşsa onu yuvarlama yoluna gidiyor. Onu da diğer aya devretmek suretiyle yine bir hakkı teslim ediyor. 

Devletin bu hassasiyetine hayran kaldım doğrusu. faturasını inceleyen bir vatandaşın bu hesap ve kitap işinden içinden çıkabilmesi mümkün değil. Kul hakkına büyük önem gösteriyor. Aynı zamanda çalışanlarına bu işlemleri yaptırmak suretiyle sürekli iş vermiş oluyor. 
Benim bu faturalarda gördüğüm bir başka incelik daha var. Devlet çingeneliği seviyor, rakamlarla oynamayı, buçuklara yer vermeyi iyi beceriyor. Faturasına göz atanın içinden çıkamayınca "Bırak kalsın" diyeceği cinsten. 
Yine ben bu faturaları görünce devlet demek vergi demek. vatandaştan kırpıp kırpıp nasıl para alırım hesabı yapan bir devlet aklıma geliyor. Maşallah al al bitmiyor.

Devletin niyeti ne olursa olsun, ben böyle bir devlete ancak şapka çıkarırım. Helal olsun demekten başka seçeneğim de yok anlayacağınız.

Şayet siz de işim yok, canım sıkılıyor, bir meşgale arıyorum diyorsanız alın elinize size gelen faturaları...tıpkı devletin yaptığı gibi hesap kitap yapın. Böylece hem zekanızı çalıştırmış, hem matematik işlemleri yapmış, hem de bir güzel vakit geçirmiş olursunuz. 

Dua edin devlet başımızda kalsın. Şayet devlet denen vergi göz kalmazsa bu faturaların hesaplamasını kim yapacak? İşte o zaman iyice birbirimize gireriz maazallah! 29/06/2017

15 Temmuz'un seneyi devriyesinde *

Bugün günlerden 15 Temmuz. Bu tarih bir taraftan hatırlamak istemediğimiz menfur bir gün, diğer yönüyle göğsümüzü gere gere konuşacağımız bir milletin şanlı direniş günüdür. İçimizdeki hainler gerçek yüzünü bugün gösterdi, uyur sandıkları bir millet de bugün gözünü açıp kendini gösterdi, ölümüne savundu ülkesini.

Hainlerin çoğu arkasına bakmadan kaçarken uğruna yüzlerce şehit ve binlerce gazi verdiğimiz bir gün bu gün. Verilmiş sadakamızın olduğu gün yani. Zira pişmiş tavuğun başına gelmeyen günü yaşadı bu millet bu günün akşamında.

Birinci yıl dönümünü yaşadığımız bugünden geriye dönüp baktığımız zaman ülkemiz hâlâ normalleşmedi, OHAL devam ediyor, ülke hem içeriden hem de dışarıdan kıskaç halinde, açığa alma ve ihraçlar devam ediyor, ihraç edilenler içerisinden mağdur ve masumları ayırt etmek için kurulan OHAL komisyonu hâlâ görevine başlayamadı, darbeye kalkışanların yargılamaları devam ediyor, ne kadar süreceği bilinmiyor. Esas hain tabakası denilen lider kadro dışarıya kaçtı, dışarıda Batılıların şemsiyesi altına girerek ülke aleyhine propaganda yapmaya devam ediyorlar. Yakalanıp içeriye atılanlar doğruyu söylemiyor, ucu kime dokunacağı belli değil.

Gözümüzün önünde cereyan eden menfur 15 Temmuz kalkışmasının gerçekliği konusunda bu milletin kahir ekseriyetinin bir şüphesi yokken  içimizden bazıları bir yıldır sulandırmaya çalışıyor. Yurt dışı, özellikle Batı ve FETÖ ağzıyla konuşmaya devam ediyor. Batı’nın düşmanca tavrı yetmediği gibi başını Suudi Arabistan’ın çektiği Körfez ülkeleri Katar üzerinden vurmaya çalışıyor.

Güneydoğu’muz durulmadı hala. Devlet tüm imkanlarıyla terörü bitirmek için operasyon üzerine operasyon düzenlemesine rağmen terör günlük canlarımızı almaya/yakmaya devam ediyor. İçimizde üç milyonu geçmiş Suriyeli mültecilerin durumu ne olacak, belli değil.

Hasılı, dünya karşımızda. Ülke olarak sendelememizi bekliyorlar, fırsat kolluyorlar. Düşüversek üzerimize akbabalar gibi çullanacaklar. Sonunda “Türkiye'nin Türkiye'den başka dostu yoktur” noktasına geldik. Gidişatımız nereye…nerede durulacak bu günler…hepsi bir muamma. İşin garibi içimiz de karışık.

Ne yapmamız lazım? Dışarıyla diplomatik ilişkileri devam ettirirken içeriyi sağlama almak lazım. İçeride çürüklük olmazsa dışarı hiçbir şey yapamaz. Zira sinek veya kurt yara olmayan yere gelmez/gelemez. Bizde yara varsa sinekler gelmeye devam eder. Bu yüzden aramızda birlik ve beraberliği sağlamak için önce yaralarımızı sarıp toplumsal barışı sağlamamız lazım. Yoksa bizim bu parçalanmışlık halimizden birileri faydalanma yoluna gider. Safları sık tutmalıyız. Fikrimiz, zikrimiz, düşüncemiz ne olursa olsun birbirimize karşı güven vermeliyiz, adaleti tesis etmeliyiz. 

Mehmet Akif'in "Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın!" dediği gibi Allah bu millete bir daha 15 Temmuzlar yaşatmasın; birlik, dirlik ve huzurumuzu bozmak isteyenlere fırsat vermesin, uyanık olmayı nasip etsin bize inşallah! Ülke olarak 15 Temmuz kulağımıza küpe olsun hepimizin. 29/06/2017

* 15/07/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Tam size göre bir eş buldum

Messenger'i kullanmayı pek bilmem. Bu yüzden çok göz atmam o aleme. Bazen de bana bir vesile ulaşmak isteyenleri de böylece görmemiş olurum. Haberim olduğu zaman da iş işten geçmiş olur çoğu zaman. Şu ana kadar sene sonu olunca nota ihtiyacı olan öğrencilerden birkaç mesaj gördüm, "Hocam ben falan sınıftan filan. Şu kadar nota ihtiyacım var, lütfen yardımcı olur musun" şeklinde. Bu şekil istekleri bu aleme bakmadığım için sonradan görüyorum. Messenger çıkalı şimdi anlıyorum öğrencilerin öğretmenler odasını aşındırmamasını. Demek ki bu alem vasıtasıyla öğretmene ulaşıyorlar.

29/06/2017 günü yani okulların kapanmasından nice sonra öğrencilerden gelen not isteklerini görmüş oldum. Burada bir çağrı daha gördüm. Biri bana 04/04/2017 günü  "merhaba" diyerek bir çağrı atmış. Çağrı atalı iki buçuk ay olmuş ama "Kimdir, necidir, bunun talebi nedir" diye ben de "merhaba" dedim tanımadığım bu kişiye. Tanımadığımı belli etmemeye çalışıyorum, eğer tanıdık biri ise tanıyamadık demek ayıp olur diye. Bereket tanışmıyor muşuz. Bunun derdi bir başkaymış. Kopyalıyorum ki belki çözümü sizdedir.
-Merhaba
-Merhaba
-Merhaba, günaydın!
-Tanıyamadım.
-Tanismiyoruz
-Siz tanımadığınıza yazar mısınız böyle
-Can sikisindan...Ben aksaraydan
-Ne iş yaparsınız
-Ailemle yasiyorum...43 yaşındayım.
-İstanbul aksaray mı
-Ol olan (İl olan demek istedi sanırım)
-Tamam, İşin yok mu
-Isim yok
-Evli değilsiniz o zaman
-Degilim
-Bence evlenin, kendinize de bir iş bulun sıkılmazsınız
-Hayırlı bi es bulmak isterim abdestli namazli
-Böyle tanımadığınıza yazarak yanlış yapıyorsunuz...Size iyi günler
diyerek engelledim kendisini.

Okudunuz yazışmayı. Umarım derdini anlamışsınızdır. Bu misafirimin derdi not istemek değilmiş, evlenmek gibi bir derdi varmış. Sıkılıyor, çalışmıyor, evde bulmuş eline bir telefon, yazıyor, tanıdığına ve tanımadığına. Can sıkıntısını giderecek bir eş arıyor. Üstelik öyle kelli felli bir isteği de yok. Aradığı, “hayırlı bir eş, şöyle abdestli, namazlı.” olacak.
Anladığım kadarıyla eş arama yöntemleri de değişmiş, millet sanaldan arıyor artık aradığı ideal eşini. Eğer eş arıyorsanız ya nasibinizi bu şekil bekleyeceksiniz, çünkü bir gün sizin de kapınızı çalabilir, ya siz de Messenger vasıtasıyla tanımadıklarınıza yazıp şansınızı deneyeceksiniz. Yok ben böyle yapamam derseniz, hazır bana gelmiş biri var, ismini verebilirim size. Karşımdaki bayan mı erkek mi bilmem. Ama görünen ismi bayan ismi. Ailesiyle yaşadığına göre kuvvetle muhtemel bayan. Artık bahtınıza. Nasibinize bayan görünümlü erkek de çıkabilir, bayan görünümlü bayan da olabilir. Bence elinizi çabuk tutun. Şartını tekrar söylüyorum, sadece abdestli namazlı olmanız yeterli. Bu iyiliğimi de unutmayın.  
Messenger kullanmıyor musun? O zaman hiç şansın yok be kardeş!.. 29/06/2017

28 Haziran 2017 Çarşamba

Eğer bir suç toplumun çoğuna sirayet etmişse tavrımız ne olmalıdır?

İslam’da  işlenen suçlara karşı verilecek cezalar bellidir. Çünkü toplumun huzur ve refahı için mutlaka işlenen suça ceza verilmelidir.  Ceza uygularken de amaç suçluyu cezalandırarak diğer insanların o suçu yapmalarını önlemektir. İbreti alem dedikleri de bu olsa gerek.

İslam tarihinde bazı örnekleri incelersek işlenen suçlara bazı zamanlarda ceza verilmediğini görmekteyiz. Bunun nedenine gelince toplumda insanları suça iten illetler olduğunu görürüz.  Mesela, Hz Ömer zamanında hırsızlık yapan kimselere el kesme cezasının uygulanmadığını görürüz. Çünkü toplumda kıtlık vardır, devletin görevi de kıtlığa çözüm bulmaktır.  Devletin çözüm bulamadığı bir ortamda açlıkla karşı karşıya kalan insanların yaptığı hırsızlık cezaları ertelenmiştir.  Doğru da yapmıştır Hz Ömer. Çünkü sosyal adaletin sağlanamadığı zamanlarda hırsızlık olaylarının artmış olması Hz Ömer’i had cezalarını uygulamamaya itmiş olmalı. Hz Ömer’in haddi uygulamaması ayeti inkar anlamına gelmiyor. Burada toplumu hırsızlığa iten sebep açlık illetidir. Bir devletin öncelikli görevi de bu illeti ortadan kaldırmak olmalı diye düşünmüş olmalıdır.

Hz Ömer’in bu uygulaması pekala günümüzde bize ışık tutar diye düşünüyorum. Eğer bir suç toplumun büyük bir kesimini kapsamışsa suç işleyenlere ceza vermekten ziyade suça giden yolların kapatılması gerekir. İlletler ortadan kaldırmadan verilen cezalar insanları yine yeni suçlara itecektir. İslam’da ‘Seddü zerai’ adı verilen bir kavram vardır. Bu, ‘harama giden yolların kapatılması’ demektir. Eğer bir toplumda belli bir suçu işleyen insanların sayısı bir değil, iki değil, üç değil… yüz binleri bulmuşsa devleti yönetenler suçluyla mücadele etmek için önce suça iten illetleri yok etmeli, yani suça giden yolları tıkamalıdır. Ardından hala suç işlemek isteyenler olursa yakasına yapışmalıdır. Devleti yönetenlerin ‘Niçin bu kadar çok sayıda bir insanımız bu suça katıldı? Burada bizim hiç suçumuz yok mu’ diye düşünmelidir. Hatta ilk cezayı kendisine vermelidir. Nitekim yine Hz Ömer zamanında ‘Hatıb b. Ebi Belta’nın oğlunun iki kölesi, Muzeyne kabilesinden bir adamın devesini çaldıklarında efendileri onların ellerini kesmek istemişti. Fakat Hz Ömer, kölelerin efendisinin onları aç bıraktığını öğrenince onların ellerini kesmedi. Bilakis onların efendisini terbiye etmek için, ona çalınan devenin değerinin iki mislini ödeme cezası verdi.’ (islam.tr.net)

Örnekte görüleceği gibi burada Hz Ömer, hırsızlık yapanlara ceza vermekten ziyade onları aç bırakan efendilerini cezalandırma yoluna gitmiştir. Geçmişte ve günümüzde ülkeyi yönetenlerin ‘Tabiat boşluk kabul etmez’ sözünde olduğu gibi ortamı boş bıraktıklarından, sıkı tedbir almadıklarından, ihmal ettiklerinden dolayı eğer toplumun ekseriyeti suça karışmışsa, töhmet altındaysa önce görevini yapmadığı için devleti yönetenler kendi kendilerine bir öz eleştiri yapmalıdır. Suç işleyenler, suça karışanlar görmezden gelinsin demek istemiyorum. Mutlaka suç işleyenlerin yaptıkları yanlarına kar kalmamalı ama başkasının gözündeki çöpü görmeden önce kendi gözündeki merteği görmelidir devleti yönetenler.


Suça karışanlara ceza uygulamayan kişi alelade bir kişi değil, İslam’ın ikinci halifesi olmuş; basireti ve feraseti ile ön plana çıkmış ve devleti huzur ve mutluluk içerisinde on yıl yönetmiş ve adaletiyle ün yapmış bir kişiden bahsediyoruz. Allah Ömer’den razı olsun ve sayılarını artırsın. Sözde Ömer’i konuşan kimseler değil, özde Ömer olmamız dileklerimle. 28/06/2017

27 Haziran 2017 Salı

Çok mu Sitemkarım? *

Bayramda ziyaretime gelen bir dostum bana, neyin var dercesine "Sosyal medyadan takip ediyorum, çok sitemkâr yazıyorsun" dedi. Bayram ziyaretleri hasta ziyaretleri gibi olduğu için dostumun sorusuna sessiz kaldım. Çünkü bazı konular vardır ki meramını anlatabilmek için uzun zaman dilimine ihtiyaç olur. Misafirimi uğurladıktan sonra elim nedense bildiğim bir kelime olan sitem kelimesine gitti. Neymiş bir bakalım sitem?

Bir kimseye, bir davranışından ya da bir sözünden dolayı, üzüldüğünü, alındığını ve kırıldığını öfkelenmeden yumuşak bir biçimde söylemek” demekmiş sitem.  Gördüğünüz gibi çok da kötü anlama gelmiyormuş sitemli yazmak. Yaklaşık iki yıldır yazmaya çalışıyorum kendime ait olan ‘dilinkemigiyok.blogspot.com’ isimli bloğumda. Genelde değinmediğim bir konu kalmadı. Hatta aynı konuda birden fazla yazı kaleme aldım. Yazmaya başlarken hiç hesap kitap yapmadan öylesine yazdım. Sadece bir prensip edinmiştim kendime. O da dert edindiğim her konuyu ele almak şeklinde. Zaman zaman gündemi takip ettim, zaman zaman gündemin dışında kalan, fakat sorun olarak gördüğüm konuları ele almaya çalıştım. Şu konuda yazarsam şu kesim alınır diye bir endişe taşımadım. Falan kesim sevinir de demedim. Yazılarımda kendi bildiğim doğru ve yanlışlara yer verdim. Bir konu hakkında başkaları ne diyecek diyerek ‘bekle-gör’ politikası izlemedim. Genel itibariyle olayları değerlendirirken kişileştirmelere yer vermedim. Çünkü derdim kişiler olmadı hiçbir zaman. Hakaret zaten olmaz.

Niyetimde yazılarıma değinmek yoktu. Ama iş beni yazılarıma sürükledi. Tekrar sitemli yazılara gelirsek doğrusu dostum iyi tespit etmiş, yazılarımda hep sitemlere yer var. Olaylara, kişilere karşı sitemim var. Ama bu karamsar olduğum, olaylara olumsuz baktığım ve her şeye karşı geldiğim anlamına gelmez. Değindiğim konular aynı zamanda sadece benim meselem değildir. Toplum içerisinde yaşayan bir kimse olarak çoğu zaman gözlemlerimi aktarıyorum, görüştüğüm insanların hassasiyetlerini dile getirmeye çalışıyorum. Cepheleşme ve kutuplaşmalarda yer almamaya özen gösteriyorum. Olaylara eleştirel yaklaşmaya çabalıyorum. Eleştiri dedimse yapıcı eleştiri benimkisi. Yalakalığı hiç sevmedim, şirin görünmeyi beceremedim bir türlü.

Pekiyi, yaranabildim mi kimseye? Maalesef kimseye yaranamadım. Çünkü kapalı kapılar ardında görüşlerimi benimseyenlerin kapı önünde görmezlere geldiğine şahit oluyorum. Çoğu kimse renk vermemeye çalışıyor, acaba başıma bir şey gelir mi endişesini taşıyor. İnsanların çoğu ortamı koklamaya çalışıyor, nabza göre şerbet vermeyi de iyi beceriyor. Çünkü fincancı katırlarını ürkütmenin başına iş açacağına inandırmıştır kendisini.

Sitemkâr yazılar yazmaktan pişman mıyım? Asla. Hatta zevk alıyorum böylesi yazılarımdan. Çünkü hayat bazılarının göstermeye çalıştığı gibi toz pembe, bazılarının göstermeye çalıştığı gibi felaket değildir. Zira sosyal olaylarda tek doğru yoktur, doğruya giden birden fazla yol vardır. Doğru düşünülen her sosyal olayın mutlaka eksileri de olur. Bunlara dikkat çekmeye çalışıyorum.

Hasılı, sitemkâr yazmaya devam inşallah! Birilerinin işine gelse de gelmese de…En azından derdimi, dert edindiklerimi yazıya dökerek içimi boşaltıyorum. Yetmez mi bu! 27/06/2017

*21. 11. 2022 günü Barbaros Ulu adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

 

 

Dilimde tüy bitti be Konyalılar! *

Düğün sezonumuz ramazan öncesinde başladı, ramazanda ara verildi, bayram sonrası hız kesmeden devam edecek görünüyor. Benim derdim düğünlerle değil, düğünlerde takdim edilen hediyeler. Aslında bu, tüm Konya'nın derdi. Sesli dillendirilmese de kapalı kapılar ardında konuşulan, kimsenin memnun olmadığı bir durum bu. Bu konuda birkaç yazı kaleme aldım. Dilim de tüy bitti dense yeridir. Ama nafile. Kellim kellim ya yenfeu.

Neden bahsettiğimi sanırım anlatabilmişimdir. Malumunuz davet edildiğimiz düğünlere büyük çoğunluğumuzun götürdüğü hediyeler ağırlıklı olarak çaydanlık, çay bayrağı, limonata takımı, borcam vs kap-kacak yani küçük mutfak eşyası. Götürdüğümüz hediyeler düğün sahibinin işine yarar türden değil. Büyük masraflarla yapılan düğünlerde düğün sahibine lazım olan para iken biz adet yerini bulsun, dostlar alışverişte görsün misali hala mutfak düzmeye çalışıyoruz. Düğünlerimizde düğün sahibi mi kazanıyor yoksa züccaciyeciler mi diye düşünmeden edemiyor insan.

Bugünkü götürdüğümüz hediyeler eski zamanın düğünlerinde iş görmüştür. Çünkü eski düğünlerde evlenecek çağa gelmiş birine ailesi 12 duvar yastığı, bir Demirci halısı, bir iki yorgan-yastık ve döşek temin edebilmişse düğüne kalkar, mutfak eşyası ise düğüne gelen davetlilerin getirdiği hediyelerle karşılanırdı. Ayrı ev döşenilmesi, evin içinin her şeyiyle donatılması gibi istekler olmazdı. Eski düğünlerde ihtiyaçtan doğan bu mutfak eşyası hediyeleşmesi uzun yıllar bir ihtiyacı karşılamıştır. Bugünün düğünleri eskinin düğünlerine benzemiyor. Neredeyse mutfak eşyasına varıncaya kadar tepeden tırnağa  bir eve ihtiyaç olan ne varsa düğün sahipleri tarafından alınıyor şimdi. Evlenen çift ve tarafların anne babası düğüne gelen hediyelere yüzünü dönüp bakmıyor. Ambalajı açılmadan gidilecek düğünlere götürülmek üzere varsa evin izbesine veya çatısına konuyor. İşin garibi ne düğün sahibi bu şekil gelen hediyelerden memnun ne de düğüne hediye getiren.

Elimiz boş gitmesin, ayıp olmasın, adet yerini bulsun diye kimimizin evinde olandan kimimizin market veya züccaciyeciden para vererek götürdüğümüz hediyelerin sadra şifa olmadığını hepimiz biliyoruz. Bundan dertliyiz. Ama dertten kurtulmak için silkinmiyoruz. Bunun için ne yapılması gerekir diye kafa yormamıza da gerek yok. Malumun ilamı olsa da eğer amaç düğün sahibinin derdine ortak olmaksa o zaman ne yapılması gerektiğini hepimiz biliyoruz. Bunun yolu imkanlar çerçevesinde az veya çok para vermektir. Bunun için bazıları sandık koymayı teklif etse de zarfın içerisinde para takdim etmek en uygun yöntem gibi geliyor bana. Salonlarda para, altın takılmasını hatta bunu takı töreni haline getirip kameraya çekilmesini uygun görmüyorum. Çünkü takabilen var, takamayan var. Kimi de düğün salonlarına çiçek gönderiyor. Bunu da anlamış değilim. Çünkü bunda da çiçek sektörü kazanıyor. Hatta bazıları çiçekçi ile anlaşmalı olarak geri iade ediyor. Çiçekçi hem satarken hem de alırken kazanıyor. Düğüne çiçek gönderen iş yeri sahibi de bedava reklamını yapmış oluyor, bir faydası da davetliler çiçekleri görünce ’Amma da çiçek gelmiş’ demeleridir.

Çiçekçilik veya zücaciyecilik bir sektördür, yaşaması gerekir. Asla -kazanıyorlarsa- onların kazandıklarında falan gözüm yok. Benim derdim düğün sahibini korumak, kollamaktır; yarasına merhem olmaktır; çam sakızı, çoban armağanı çorbada tuzunun olmasını istemektir. Yok arkadaş! Bana böyle hediye getirildi, ben de böyle götüreceğim, ben yandım, başkası da yansın deniyorsa böyle düşünene sözüm olmaz. O zaman düğünlere yine mutfak eşyası götürmeye devam edelim. Bana da ‘Sana iyi yakmalar’ demek düşer.

Sözün özü, gideceğimiz düğünlere para vermek “Ev alanla, evlenene Allah yardım eder” atasözünün gereğini yerine getirmektir. Konyalıların bu şekil hediyeleşmesi hakkında yazı yazmamdan dolayı gına gelmişse o zaman düğünlerde kap kacak götürmeye son demeliyiz. 27/06/2017

* 01/07/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





26 Haziran 2017 Pazartesi

Türk çarığı yerine Batı çarığını tercih edenler! *

Sonu -ci, -cı ile biten -izmlerle işim olmadı hiç. Herhangi bir yere aidiyetim yok. Cemaatlerle de bağım yok. Tam yaşayamasam da Allah'ın isimlendirdiği Müslüman kimliğinden başka bir isimle tavsifi kabul etmem. Irkçı bir insan da değilim. Herhangi bir  ırkı ne sever ne de yererim. Çünkü hangi ırktan doğacağım konusunda benim bir tercihimin olmadığını bilirim. Bu yazımda Arap ülkelerini özellikle körfez ülkelerini yönetenlere biraz verip veriştireceğim. Halklarıyla bir sorunum yok. Sorun ülkesini yönetmede Batılıların oyuncağı olan kukla krallardadır.

Malumunuz başını Suudi Arabistan’ın çektiği Körfez ülkelerinin Katar sorunu var gündemimizde. Bir öğretmenin öğrencisine verdiği ödev gibi Katar’ın yapmasını istedikleri 13 maddelik bir ev ödevi var. 13 maddenin her bir maddesi başlı başına sorun ama burada 5.maddeye dikkat çekmek istiyorum: “Türkiye’nin Katar’daki askeri varlığını derhal iptal et. Katar toprağında Türkiye ile askeri işbirliğini bitir." maddesini okuyunca lafa bak, hizaya gel dedim. Diplomatik dilden yoksun, devlet ciddiyetinden uzak; çölde çadırda yaşamış, insan içine çıkmamış, yol-yordam bilmeyen, görgüsüz bir insanın üslubu bunlarınki. Aklı sıra emir veriyorlar.

Bu çöl bedevilerinin Türkiye ile dertleri nedir diye düşünmeden edemiyor insan. Bunların karın ağrısı ne anlamadım gitti. Yazıklar olsun size! Tüküreceksin yüzlerine. Ama tükrüğüme acırım billahi. İnsanda biraz utanma olur diyeceğim ama benimki de laf yani. İnsan denen varlıkta olur utanma duygusu. Sizler insanlıktan nasibini almamış insan görünümlü varlıklarsınız. Gerçekten Türkiye ile Türk askeriyle ne alıp veremediğiniz var sizin? Size hizmet etmekten başka ne yaptı bu ülke insanı? 

Katar'da ABD üssü de var. Niçin onlardan rahatsızlık duymuyorsunuz?  Yüreğiniz varsa "ABD üssünü de kapat" deyin. O zaman çelişkiye düşmemiş olurdunuz. Çünkü herkes, bunlar yabancı asker istemiyor diye anlayabilirdi. Siz kardinal çarığı göre göre Müslüman çarığına düşman olmuşsunuz. Ama haklısınız. Çünkü iktidarınızı devam ettirebilmeniz onların yolundan gitmenize bağlı. Sizin dilinizden sömürgeci devletler iyi anlıyor. Osmanlı ve Türkiye sizi sömürmediği için kaybetti anlaşılan. Hele Osmanlı, kendisine 'Hadimül Harameyn' diyerek size hizmet etmekten başka bir şey düşünmedi. Ne dilini dikte etti size, ne de sizin yeraltı ve yerüstü kaynaklarınızı sömürdü. Sizler Arap görünümlü Amerikansınız diyeceğim ama bu da bir değerdir. Siz olsa olsa onların yalakası, işbirlikçisi olursunuz. 

İhanet içindesiniz. Baskı altında yönettiğiniz halka, inandığınız dine, dinin emrettiği ahlaki değerlere, Müslümanlara ve Müslüman alemine karşı hala ihanet içerisindesiniz. İhanetinizde sınır tanımıyorsunuz. Nasıl ki kalite tesadüf değilse sizin ihanetiniz de tesadüf değil.  Siz, İngilizlerle birlik olup Osmanlı’yı arkadan vuran hain atanız Şerif Hüseyin’in neslisiniz. İhanetinizin bedeli olarak sizlere peşkeş çekildi oralar. Siz kim devlet yönetmek kim? Osmanlı’yı parçalamanız sayesinde size o topraklar verilerek sözde bağımsız devlet oldunuz ve o devletin başına da onların ajanı olarak getirildiniz. Sizi hala sağıyorlar. Farkındasınız ama krallığınız onlara bağlılığınıza bağlı. Bu yüzden Türkiye’nin yanında olmanız zaten beklenmez. Ancak Türkiye’yi, Türk askerini düşman olarak görürsünüz.

Yazıklar olsun size! İbrahim peygamberin duası hürmetine karnınız doyuyor bugün. Ümit ederim ki İbrahim peygamber bu beldeyi ilanihaye rızıklandır, demiştir. Eğer öyle değil de faydalandığınız ve Batılıları beslediğiniz deniz maazallah bir gün biterse kim yüzünüze bakar…merak ediyorum. Sizden bir halt ve cacık olmaz. Hata bizdeki sizin gibi beşinci sınıf kişilerden bir şeyler bekliyoruz. Asla birinci sınıf olamazsınız. Kendi ayaklarınız üzere de duramazsınız. O yüzden siz Müslüman çarığı yerine Barı çarığını tercih etmeye devam edin. Yoksa başka türlü oralarda tutunamazsınız. 26/06/2017

* 28/06/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




23 Haziran 2017 Cuma

Yokluğunu hissetmedi kimse

Ne zaman kurumun işleri sıkışsa izne ayrıldı. Her defasında kendisini kurumunun dışına attı. Haliyle işlerini diğer mesai arkadaşları yaptı. Bu durum bir değil iki oldu. İşini hep başkasının üzerine yıktı dense yeridir. Niçin böyle yapıyor acaba? Belki de yapması gereken işlerin altından kalkamayacağı için yapıyordur. 

Oturduğu koltuktan kalkmadı hiç. Koltuktan emirler yağdırdı. kendisinin asli görevlerini başkasına yaptırdı kurumunda olduğu zamanlarda. Ne amiri ne yapıyorsun dedi, ne de birileri. O, hep bildiğini okudu. Koltuğunda otururken ne yaptığını, ne ürettiğini bilen olmadı hiç. Koltuğundan kalktığı zamanlarda ise emri altındaki mesai arkadaşlarına karşı hep kırıcı oldu. Ne kadar iticilik varsa mıknatıs gibi bünyesinde toplamıştı zira. Konuşması faul, yürüyüşü faul, iletişimi ise sıfırdı. Herkesin gözünde problem üreten bir fabrika idi. Fakat problemin kaynağı olduğunu hiç bilmedi, bilemedi, ya da görmek istemedi. 

Kendi yapması gereken işlerini yapmamasına rağmen başkasından işlerini dört dörtlük yapmasını bekleyecek kadar mükemmeliyetçi bir yapısı var. Kurum personeliyle daha çabuk iletişim kurmak için oluşturulan whatsapp kullanmayı iyi becerdiği, oradan emirler verdiği gözlerden kaçmadı hiç. Başkasına emir vermek için yaratılmıştı sanki. Moral bozmada, kusur bulmada üstüne yoktur. Bu konuda kimse eline su dökemez.

Kurumunun işlerinin sıkışık olduğu zamanlarda zorunlu veya isteğe bağlı olarak kendisine kurum dışına çıkacak şekilde bir iş buldu. O başka işle uğraşırken işini meslektaşları yaptı. İşi de kalmadı. Kurumun işleyişinde bir sıkıntı olmadı. Kimse onun yokluğunu hissetmedi bile. Hatta yokluğunda gönül kırdığı çoğu kimse sevinmiştir bile. 

Yok iken işler aksamadığına, kimse onu aramadığına göre kurumda fazlalık olduğu aşikar. Hatta kurumunda iken yaptığı işleri ağzına yüzüne bulaştırdığından yokluğu varlığından daha elzem dedirtti çoğu kimseye. Yani yokluğu mutluluk, varlığı ise ayak bağı dense yeridir.

Belki de kurumu onun kıymetini bilememiştir, kurumu ondaki cevheri ortaya çıkaramamıştır. Bakarsın gittiği yerde değeri tespit edilir, orada kalır. Böylece kurumu da kurtulmuş olur. 23/06/2017

İdealist bir öğretmen geçti buradan

Bir yıl öncesinde tanıdım onu. Haliyle bir yıl çalışma imkanım oldu. Prensip sahibi ve ne yaptığını bilen bir görüntüsü vardı. Herkesle diyaloğu olan, herkesin hal ve hatırını soran, seviyeli bir iletişim dili geliştirmişti.  Branşı birçok öğrencinin korkulu rüyası olmasına rağmen öğrenci anlasa da anlamasa da görevini yapmak için çırpındı durdu.

Düzenli bir öğretmen profili çizdi hep gözümde. Hiç devamsızlık yaptığını, hiç dersine ve görevine geç kaldığını görmedim. Evi ile okulunun arası uzak bir mesafe olmasına rağmen ders zili çalmadan önce öğretmenler odasındaki yerini alırdı. Oturduğu sandalye standarttı. Kimse onun sandalyesine oturmaz o da başka yere oturmazdı kolay kolay. Öğretmen zili çalmaya başlar başlamaz onu öğretmenler odasında tutamazsın. Konuşuyorsa cümlesi yarım kalır, konuşanın cümlesi de tamamlanmadan sınıfının yolunu tutardı.

Nöbetçi olduğu gün onu öğretmenler odasında bulamazsın. Çıkış ziliyle birlikte nöbet mahallinde olur, görevini dört dörtlük yapar. "Başkası hep aksatıyor, bugün de ben aksatayım" diye bir hesap yapmadı hiç. Nöbet görevini yapar yapmaz dersine gitmeden önce aceleyle ihtiyacını giderir, hemen dersinin yolunu tutar gördüm onu. Önemli bir mazereti olursa mutlaka nöbet mahalline nazının geçtiği birini bıraktı hep.

Herkese değer veren, herkesi dinleyen, her konuya meraklı idi aynı zamanda. Kimseye maslahat icabı eyvallah demedi. Doğruya doğru, yanlışa da yanlış diyen mert biri idi. Böyle biriyle çalışmaktan onur duydum desem yeridir. Yorulup biraz oturayım dediğimde onun zille beraber kalktığını görünce arkasından ben de yürüdüm. Bana hep doğruluk abidesi geldi kendisi.

Eşinin tayininin çıkması dolayısıyla o da aramızdan memleketine gitti. Kubbede kalan hoş bir sada bıraktı gönlümüzde.  Kendisi bizim için bir kayıp, gideceği okul için bir kazanımdır. Bundan eminim. Allah onu ve bizi iyilerle karşılaştırsın. Öğretmenliğin itibar kaybına uğradığı günümüzde Allah, onun gibi vicdanlı ve görevini yapan kimselerin sayısını çoğaltsın.  Bir numaraydı gözümde, yine bir numara olarak bir numaraya gidiyor. Allah yolunu açık etsin. 23/06/2017





Öğretmenlerin seminer döneminden kesitler

Haziranda iki ve eylülde iki hafta olmak üzere öğretmenler mesleki çalışma adı altında seminere alınır. 09.30-12.30 arasını kapsayan seminer saatlerinde öğretmenlerin neleri konu edineceğiyle ilgili Bakanlık bir çalışma programı da gönderir. Seminerin ilk haftasını öğretmenin görev yaptığı okulda ikinci haftasını ise istediği ilde yapma seçeneğini de sunar Bakanlık.

Her seminer döneminde küçük değişiklikler olsa da değişmeyen Din Kültürü branşında olan öğretmenlerin bir okulda toplanmasıdır. Mesleki çalışmaya çok önem verdiğini gönderdiği programla ortaya koyan Bakanlık, seminerlerin plan dahilinde verimli geçmesi için il ve ilçe MEM'lerin tedbirler almasını ister.

Seminer konularına bakınca farklı yerlerden mesleki çalışmaya katılan öğretmenlerin fikir alışverişinde bulunmasını, müfredatı değerlendirmelerini istediğini anlıyoruz Bakanlığın. Fakat gel gör ki Ankara'dan siparişle gelen plan ve program taşrada paydaşlar tarafından iç edilmektedir. Bunda iyi bir planlama yapamayan il ve ilçe MEM'lerin payı olduğu kadar okul müdürlüklerinin ve mesleki çalışmaya katılan öğretmenlerin dostlar alışverişte görsün türünden ipe un serer bir şekilde davranış sergilemelerinin payı büyüktür. Koca ikişer hafta heba edilmekte ve devletin öğretmenlere ek ders ödeyerek ettiği masraf da işin cabasıdır. Seminer döneminde öğretmenler de güzel bir davranış sergilememektedir. Görüntü, maçın uzatmalarını oynayan bir takım görüntüsüdür. Durum, oynamak istemeyen gelinin yerini dar görmesinden ibarettir. Seminer izlenimlerden biraz örnek verelim:

Öğretmen ölümüne gelir seminere. Çünkü bir faydası olmayacağı kanaatindedir. Hışımla gelir seminer günü belirlenen yere.  İlk işi sağına soluna bakar. Çünkü gözü imzadadır. İmzasını attı mı sabah işini halletmiş olur. Ardından gözünü bahçedeki bir ağacın altına diker. Bir de oturmak için belediyelerin verdiği bank bulabilirse keyfine diyecek yoktur. Banklara eğitim ve öğretim döneminde hep öğrenciler oturmuştur. Şimdi oturma sırası kendisindedir artık. Zaten öğretmen de öğrencinin büyümüş şekli değil mi? Havanın durumuna, Güneşin durumuna göre bankın yerini değiştirir. Kolay kolay da kalkmaz yerinden. Çünkü oturduğu banka göz dikenler vardır. Kalkıverse bir başkası oturacak. Yanında muhabbet edeceği kişiler varsa yavaş yavaş açılır, konuşmaya başlar; ülke siyasetinden, eğitimin durumundan bahseder, eleştiri ve tenkitlerin bini beş paradır artık. Kim tutar onu. Biri bırakır, öbürü başlar. Aklına da aşıktır. Çünkü yoktur böylesi akıl. Konuşmalardan yorulunca sol elindeki telefona doğru gider bu sefer gözü. Son model telefonuyla sosyal medyaya bir göz atar, ardından haberlere gider durur sağ eli. Ara ara saatine bakar, ne zaman gelecek bu 12.30 diye. Oturmaktan sıkılan gider kendisine bir sınıf bulur, biraz da orada oyalandıktan sonra hapishanedekilerin adımladığı gibi bahçeyi biraz kolaçan eder. 12.00 gibi de imza sirküsünün piyasaya çıkmasını bekler. Hala çıkarıp imzaya sunmayan müdür yardımcılarına da pek iyi gözle bakmaz. Niye durduyorlar ki boşu boşuna. Yarım saat öncesinden kuyruğa girer. İlk sırada yer kapanın sevincine diyecek yoktur. Çünkü ilk imzayı o atacaktır. Attı mı keyfine diyecek olmaz. Hapisten çıkmış gibi sevinecektir. Bir de başkasının yerine imza atmasın diye dik dik bakan müdür yardımcısı olmasa da “Benim yerime de çivileyiver” diyen arkadaşının yerine imza atıverse bir günün seminerini geçirmenin mutluluğu içerisinde evinin yolunu tutacaktır.

Biz hemen semineri başlatıp bitirdik, tüm semineri bundan ibaret sanmayalım. 25’erli gruplar halinde sınıflara pay edilen öğretmenlere gelince içlerinden biri zorla başkan seçilir, yanına da bir raportör verilir. Gündemi konuşmak lazım hep birlikte. Birkaç kişi konuşur, diğerleri ellerinde telefonla oynar durur; oflayanı, sızlayanı mı ararsın…hepsi var. Kimi çocuğunu getirmiş yanında. Kimi kah bahçede, kah koridorda, kah sınıfta çocuğunu avutur. Telefonu gelen koridora çıkıp konuşma yapar. Gündem kimsenin umurunda değildir.

Seminerin bitiminde istenen rapora gelince bunun için çok çaba sarf etmeye gerek yok. Her zümrenin yıllık planından, zümresine varıncaya kadar faydalandığı bir sitesi var. Nasılsa o site onlar adına raporu da hazırlamış, kitap ve müfredatı irdelemiştir. Oradan kes-kopyala yapılır, okul zümre başkanına teslim edilir. O da tüm raporları birleştirerek ilçe MEM’e, e-posta yoluyla gönderir. İlçeler il MEM’e, onlar da tüm raporları birleştirerek Bakanlığa gönderir. Böylece bir seminer daha yoğun ve yorucu bir şekilde geçirilmiş, paydaşlar görevini yapmış olur. Alan razı, veren razı. Kime ne? Kimi memleketinin, kimi de evinin yolunu tutar.

Tüm bunlar olup biterken okul idaresi odasındaki koltuğu bırakmaz. Gruplar ne yapıyor diye koltuğundan kalkıp bakma yoluna gitmez. Zira kalkarsa biri gelir koltuğuna oturur. Onların tüm derdi bu kadar öğretmeni niçin kendi okullarına verildiğidir. Seminerin bitiminde herkes rahat bir nefes alır. Eylüldeki seminerde buluşmak umuduyla herkes çil yavrusu gibi dağılır.

Bakanlık, öğretmeni bilgilendirmek amacıyla aşağı yukarı her güne yarım saatlik bir konuşmacı ayarlar. EBA’dan öğretmenlerin izlemesini ister. Akıllı tahta marifetiyle dinlemek için salonlarda yerini alan öğretmen bir türlü Bakanlıktan konuşmacıyı dinleyemez. Çünkü herkesin dinlemek için aynı anda açtığı etkileşimli tahtanın alt yapısı kaldırmaz bu yükü. Ne zaman hatip konuşmasını bitirirse EBA da kendine gelir.

Gördüğünüz gibi paydaşların tümünün isteksizliğine rağmen sorunsuz bir şeklide seminer dönemi de sona erer. Evli evine, yolcu da yoluna gider. Körler-sağırlar bu şekilde birbirini ağırlamış olur. Önemli olan rapordu. O da zaten hazırlandı biliyorsunuz.

İyi tatiller öğretmenim! Çok yorulduk. Tatili de hak ettik. Hepimize iyi gezmeler. Ek dersimiz bu ay biraz düşük ama olsun, en azından bizim için bir el harçlığı olur. O da temmuzun ilk haftası yatar. Dua edelim Allah affetsin bizi! 23/06/2017



Herkes kendi liginde olmalı değil mi?

Sanal ve gündelik hayattan bir arkadaşım, 2017 Kadir gecesi günü sayfasında  ardı arkasına iki paylaşımda bulundu. Önce o paylaşımları aktarıp ardından değerlendirmede bulunmak istiyorum. 

İlk paylaşımı; “MAKAM MEVKl SAHlBl OLUP DA 5 DAKKADA 3000-5000 BEĞENİ VE YORUM ALlP; SADECE MEVKİDAŞLARlYLA MUHATAP OLAN SAYIN BÜYÜKLERİM SİZİN DE KANDİLİNİZ MÜBAREK OLSUN.” şeklindedir. İnce bir gönderme yapmış sayın hocam. Öncelikle kendisini tebrik ederim. Bir zekanın ürünü ne de olsa. Paylaşımını büyük harflerle yapmış olması da kırgın ve kızgınlığını göstermektedir. İçeriğinde yerden göğe kadar haklı olsa da maalesef sayın hocamın alacağı yoktur. Çünkü herkes kendi liginde oynamalıdır. Asla yukarıya gözünü dikmemeli, yazıp paylaştıklarını makam sahiplerinin beğenip yorum yapmasını bekleme yoluna gitmemelidir. Kendisini inşallah yakın zamanda iyi makamlarda görürüz. Ki bunu fazlasıyla hak ediyor doğrusu. Ama muhtar fıkrasını da unutmamalı derim kendisine. Hani adam muhtar seçildikten sonra evinin balkonunda eşiyle birlikte yemek yerden eşine aşağıdakileri göstererek “Hanım! Nereden nereye…Daha biz de dün şu aşağıdakiler gibiydik” demiş ya. Umarım paylaşımı yapan kardeşimiz de hak ettiği makam ve mevkilere gelince muhtarın yaptığı gibi olmaz. Ama şunu da unutmamalı hocamız, yukarıda olmak başka bir şey, insan tatmayınca bilemez. Makamdan insan aşağıdakilere acıyarak bakıyor, ama acıdığıyla kalıyor. Fakat gözü hep yukarıdadır. Çünkü yükselmenin sınırı yoktur. Sonra neyi eksiktir onun da diğerlerinden? Gözünü aşağıya çevirirse yukarıları göremez. Mutlaka yukarıdakilere göz kırpmalıdır. Senin paylaşımını beğenip de ne yapacaktır? Sonra kendisine bir fayda sağlamaz. Biliyorsunuz Super Lig’deki bir takımın PTT Ligindeki bir takıma gol atması hanesine puan yazdırmaz. Bu, boşa kürek çekmek gibidir. Makam sahiplerinin kendisiyle aynı sayfada görünmesini bir şans, Allah’ın bir lütfu olarak görmeyi bilmeli. Dolgu malzemesi olarak onların paylaşımlarını beğenmeli, yorum yapmalıdır. Bu konuda son söz kendisine, “Yerini ve haddini bil sayın hocam!”

İkinci paylaşımı: “FACEBOOK'TA OLUP DA HİÇ ORTAMA GİRMEYEN; HER ŞEYİ GÖREN BİLEN  GİZEMLİ ARKADAŞLAR! SİZLERİN DE KANDİLİ MÜBAREK OLSUN.” şeklindedir. Bu paylaşımı da yerinde ve doğru maalesef.  Böylelerinin sayısı çoktur. Bu tipler ne paylaşımda bulunur ne de paylaşılanı beğenip yorum yazarlar. Bu sanal aleme girmez, hiçbir şeyden haberi yokmuş gibi davranırlar, her türlü paylaşıma göz atarlar ve çıkarlar. Toplum içerisinde de paylaşımlardan haberi yokmuş gibi davranmayı iyi becerirler. Bunlar tecahülüarif sanatının sosyal medyadaki uygulayıcılarıdır. Niyetleri nedir bilinmez ama mutlaka bir bildikleri vardır. İçlerini yarıp bakma imkanımız yok. Onlar hakkında sadece yorumda bulunabiliriz. Bunlar sosyal medyaya çok takılır görüntüsü vererek seviyelerini düşürmek istemiyor olabilir. Paylaşımlarda renk verdiği takdirde görüşünün ortaya çıkacağını ve ileride gelmek istediği makama engel olabilir endişesini taşıyor olabilir. Bunların bir iyiliği sosyal medyadaki arkadaş sayının fazla olmasına katkıda bulunurlar. Bunu da onların bir iltifatı olarak değerlendirmek lazım. Seninle aynı profilde yer almak aynı zamanda bir cesaret örneğidir. Eksik olmasınlar!..

İster katılır ister katılmazsınız. maalesef benim değerlendirmem bu şekilde acıdır. 23/06/2017



Seneye ramazanda görmek istemediklerim... **

Bir ramazanı daha uğurluyoruz hayırlısıyla. Rabbimden başka ramazanlarda kavuşturmayı nasip etmesini niyaz ederim. Bu ramazan bitti bitmesine. Umarım değerlendiren kimselerden olmuşuzdur. Bu ramazanı uğurlarken -kavuşmayı nasip ederse Rabbim- önümüzdeki ramazana görmek istemediklerimi sıralamak istiyorum:
1.      Sahura kaldırma adetlerimizden olan davulcu tutma ve davul çalmaya bir son verilmeli. Bu adet geçmişte çalar saatin olmadığı dönemlerde bulunmuş en güzel sistemdir. Bugün böyle bir ihtiyaç kalmamıştır. Üstelik çoğu kimsenin mesai kavramı farklıdır. Kimimiz vardiya usulü çalışmakta, kimimiz sahuru beklemekte. Artık benim uyku saatim başkasının iş vakti olabiliyor. Sahur saatlerimiz farklılaştı demek istiyorum. İnsanları kendi haline bırakmak lazım. Bazı evlerde bebek olabilir, davulcu sesiyle çocuk korkabilir. Hani bazı arabalarda “Dikkat, bebek var!” uyarısını görürüz ya. İşte evlerde de mışıl mışıl derin uykuya dalmış çocuklarımız var. Bu konuda hassasiyet lütfen!
2.      Belediyelerin mahalle mahalle dolaşıp iftar verme adetini terk edip asli görevlerine yönelmeli. Sosyal belediyecilik anlamında ben mutlaka vereceğim diyorlarsa tespit ettikleri fakir-fukara, garip ve gurabaya bir ay değil 365 gün yemek vermeli, açacakları aşevleri vasıtasıyla.
3.      Belediyelerimiz teravih vakti ramazanın havasını bozan etkinliklerine son noktayı koymalı, belediyenin imkanlarını sanatçılara peşkeş çekmemeli. Asli görevine dönmeli. Bıraksınlar dileyen teravihe gitsin, dileyen kendi parasıyla eğlence yerlerine gitsin.
4.      Başta belediyeler, başbakanlık ve cumhurbaşkanlığı olmak üzere tüm kamu kurum ve kuruluşları kalburüstü kişilere iftar vermekten imtina etmeli, kaynaklarını milletin asli ihtiyaçlarına harcamalı. Yok, illaki iftar vermeleri gerekiyorsa bu işi milletin sırtından değil, kendi ceplerinden karşılamalılar. Yok buna gücümüz yetmez deniyorsa onlardan tek isteğim, bu işi cümle aleme duyurmadan yapmalılar.
5.      Ramazan ayına denk gelen merkezi sınavlara bir ayarlama yapılmalı. Öğrenciler için hayat ve memat sınavı olan sınavlara çocuklarımız oruç değilken girmeliler. Çocuklar oruç tutup tutmama ikilemi içerisinde bırakılmamalı. Din görevlileri, “İsteyen öğrenci oruç tutmayabilir” fetvası verme durumunda  kalmamalıdır.
6.      Orucun başlama, imsak ve iftar vakti konusunda farklı görüş sahipleri ramazandan önce bir araya gelerek kozlarını paylaşmalı, ramazan gelince kimse eteğindeki taşı döküp milletin kafasını karıştırma yoluna gitmemeli.
7.      Ramazan ayında yemek yemek, adakta bulunmak, dilekte bulunmak için türbelere akın eden insanlara bu yaptıklarının doğru olmadığı yetkililer tarafından açıklanmalı, hala ben bu işi yapacağım diyen varsa güvenlik kuvvetleri vasıtasıyla o mahalden uzaklaştırılmalı. Türbelere değişik saiklerle akın edenlerin görüntüleri televizyonlardan yansıtılmamalı, canlı bağlantı ile bağlanma yoluna gidilmemeli. 22/06/2017

** 30/06/2017 günü kahta söz gazetesinde yayımlanmıştır.



22 Haziran 2017 Perşembe

Taziyeleri Ömre Yaymaya Başladık

Müslümanın Müslüman üzerindeki haklarındandır ölen bildiği birinin cenazesine katılmak, başsağlığı dilemek, acısını paylaşmak. Toplumumuzda çok yaygın bir gelenektir ve çok da güzel yapılmaktadır. Hatta cenazeyi elden ele taşımak yine bize has hasletlerdendir. Cenazeden sonra taziye evine yemek götürmek ve birlikte yemek yemek hala devam eden adetlerimizdendir.

Günlük hayatta dargın olanlar bile ölüm hak olunca tüm kırgınlıklar bir tarafa bırakılır, cenazenin tekfin, teçhiz ve tedfin işi ile uğraşılır. Birçok yerde mezarlar ücretsiz bir şekilde bazı kişiler tarafından kazılır. Asla faydalanma yoluna gidilmez. Cenaze evi gece boyunca beklenir, uykusuz kalınır, günlerce acılarına ortak olmak amacıyla gidilip gelinir. Çocuğunu evlendiren, mahallesinde cenaze olmuşsa düğünü daha bir sade yapar.

Adına taziye dediğimiz başsağlığı bildiğim kadarıyla o muhitte bulunanlar için üç gündür. Uzaktan gelebilecek olanlar içinse bir haftadır. Bundan sonra cenaze yakınları da dahil herkes, bıraktıkları yerden yeniden işine ve gücüne yönelir. Çünkü ölenle ölünmez ve her birimizin başına er veya geç gelecektir.

Güneydoğunun bazı illerinde ise taziye neredeyse kırk gün sürer. Ölen ölür gider ama ardında kalan yakınları kırk gün boyunca evinin alt katını açarak müşteri bekler gibi taziye odasını açık tutar. Ne bir yere gidebilir ne işine başlar ne tıraş olur ne güler ne de eğlenir. Yani ölmekten beter olurlar. Son zamanlarda taziyenin bu kadar uzun tutulmasına, öyle zannediyorum, Güneydoğunun bazı ileri gelenleri eleştiri getirip sınırlandırma yoluna gitti. Ki olması gereken de bu.

Bazı bölgelerimize has olarak 'iskatı salat' adı verilen ölenin altını-üstünü görmek, kırkıncı veya ellinci günü yemek vermek, mevlit okutmak dinimizce bidat olmasına rağmen adet olarak devam etmektedir. İşin garibi bunu yapanlar, bu işleri dini bir vecibe olarak yaptıklarını ve ölene karşı vazifelerini yaptıklarını sanıyorlar. Bunlara alıştık alışmaya. Çünkü adetleri kaldırmak mümkün olmuyor bir türlü.

Son yıllarda, ölünün seneyi devriyesinde yakınları, ölen yakını için evlerinde yemek verme yoluna gidiyor, daha önce dağıttıkları hatimin duasını yapmaya koyuluyor. Sosyal medyayı kullanmayı iyi bilenler de aile fertlerinden ölen kimselerin fotoğraflarını her seneyi devriyesi geldiği zaman sosyal medyadan "Annemin vefatının beşinci seneyi devriyesi, babamın ölümünün on beşinci yılı...unutamadık" şeklinde paylaşma yoluna gitmeye başladı. Bu paylaşımları gören takipçileri, "Başınız sağ olsun..." diyerek taziyelerini yenilemeye başlıyor. Yani bu demektir ki biz taziyeleri üç değil, yedi değil, kırk değil, yıllara yaymaya başladık. Gerçekten ne oluyoruz? Ne yapmak istiyoruz? Yıllar geçtikten sonra sevdiğimiz bir yakınımızı beğeni, yorum ve teselli almak amacıyla bu şekilde anma ve hatırlama yoluna gitmek doğru mu? (Anne veya babasını küçük yaşta kaybedenlere eh diyelim. Onlar paylaşımlarında samimi olabilirler. Çünkü onlar annesizlik ve babasızlık özlemini hayatlarının her safhasında yaşayarak çekmiş ve çekmektedirler.)

Sanırım, üzüntümüzden ne yaptığımızı bilmiyoruz? Her şeyin cılkını çıkardığımız gibi maalesef taziyenin de cılkını çıkardık. Taziyeyi ömre yaydık. Yeter ki ölmeye görsün bir insan.  22/06/2017

Hak eden ve hak etmeyenlerle birlikte giriyoruz bayrama *

Uzun ramazan günleri demeyip onun rızası için aç, susuz kalmaya gönül verenlerin ve ona teslim olanların mutluluğuna ramak kaldı. Çünkü bayramın arifesindeyiz. Onun emrine "İşittim, itaat ettim" diyerek nefsini dizginleyenlerin bayramı olacak bu bayram.

Hak ettiler böyle bir bayramı. Ne mutlu ki onlara! Çünkü "Bugünler uzun günler, işimiz ve gücümüz var, işimiz zor" demediler, nefsin emrine girmeyip sadece ona yöneldiler ve sonunda hak ettiler bu mutluluğu tatmayı. Onlarca etrafında oruç tutmayan varken "Onlardan biri de ben olayım" demeden sabırla ona yöneldiler ve "Beni sana kul olanlardan göreceksin, ben bu imtihanı kazanacağım" diyerek ağızlarına, şehvetlerine ket vurdular, azmettiler ve sonunda başardılar. Sayılı günler çabuk geçti. Üstelik içerisinde bin aydan daha hayırlı geceyi de ihya ederek emsallerine en az bin ay fark attılar. Fıtır sadakası ve zekatlarıyla fakiri görüp gözettiler, hem namazlarını kılıp hem de Kur'an’larını okudular, nefislerini terbiye ettiler ve depolarını manen doldurdular. Doğrusu hak ettiler güzel bir bayramı! Güzel bir ziyafeti! 

Onlar ramazan orucunu tutmanın ve dinini daha coşkulu yaşamanın sevincini yaşarken şimdi üzülme sırası gözü namazda, niyazda ve oruçta  olmayanlarda.  Bir ayı yiyerek oruç tutmaya yönelmeyenlerin üzüntüsünü Allah kimseye vermesin. İçin için üzülürler. "Keşke biz de tutsaydık, bak sayılı günler gelip geçti diyecekler. "Ama heyhat! İş işten geçti. Hak etmedikleri bir bayramı içimizde kutlar görünecekler ama mutluluk görüntülerinin arkasında hep bir mahzunluk olacak. İçten içe kahrolacaklar. "Biz ne yaptık, niçin nefsimize hakim olamadık" diyecekler. Ama son pişmanlık fayda vermeyecek. İçlerinde bir kırıntı varsa mutlaka üzülecekler, ki üzülmelidirler de. Çünkü hiçbir mazeretleri yokken sınavı verip kazanma yoluna gitmediler ve ikmale kaldılar. Şayet üzüntülerinde samimi iseler dua etsinler. Allah onları önümüzdeki ramazana çıkarsın ve oruçlarını tutsunlar. İşte o zaman pişmanlıklarında samimi oldukları ortaya çıkacaktır. 

Oruç tutamadığı için üzülmeyip şu ramazan bir çıksa da çarşı pazarda rahat rahat yiyelim, içelim üzüntüsünü yaşayanlar da sevinecekler bu bayramda.

Camileri cemaatle şenlendiği için cami görevlilerimiz görevlerini yapmanın mutluluğunu yaşayacaklar.

Hem çalışıp hem de hakkıyla oruç tutanların yanında ramazanı uykuya tutturanlar da sevinecekler, oruç bana hiç dokunmadı diye.

Ramazan boyunca başımızı ağrıtırcasına ensemizde davul çalanlar da sevinecekler. Çünkü onlar için hasat zamanı. Bugünün akşamında ya da bayram sabahında kapımıza dayanıp zilimize basacaklar, alabildikleriyle yetinip sevinecekler.

Belediyelerimiz, bir ramazan boyu teravih vakti teravihe alternatif olarak şehir meydanında geceyi şarkı, türkü vb musiki ile geçirip ‘İnsanları iyi eğlendirdik, camilerden uzat tuttuk’ diye sevinecekler. Alternatif etkinliğe gelen sanatçılar da görevlerini yapmanın şuuruyla ceplerini doldurup gidecekler.

Teravih vakti kelli felli hocaları ekranlarına çıkararak izleyenlerini camiye göndermeyen program sunucuları ve o programlara çıkan hocalar da sevinecekler, “İnsanlar camiyi değil bizi tercih ettiler” diye.

Arife günü veya bayram sabahı ölmüşlerini ziyaret etmek suretiyle mezarlıklar da şenlenecek.

Büyükleri bayramlamak suretiyle harçlıklarını kapan çocuklar zaten dört köşe olacaklar.

Ramazan dolayısıyla eli üç-beş kuruş para gören fakir, fukara da sevinecek, diğer ramazanı bekleyecek dört gözle.

Herkes oruç ve bayram telaşında Mersin’e doğru giderken olmayan adaleti geri getirmek için bayram-seyran demeden günlük yirmi km yol yürüyerek Nirvana’ya ulaşmaya çalışanlar azim ve gayretle bayramı, tersine yollarda geçirecekler. Onların sevinci hedeflerine varınca ortaya çıkacak. En çok sevineni ise başın cezasını çeken ayakları olacak. Onlarla beraber dağ-taş demeden dere-tepe yol geçerek onların güvenliğini sağlayan güvenlik kuvvetlerinin edeceği hayır dualar da onların sevap hanesine yazılacak. Birileri belki bayram yapamayacak ama basın ve medyayı arkasında sürükleyerek gündemin başköşesine oturmanın sevincini yaşayacaklar.

Gördüğünüz gibi bayramın gelmesine sevinen çok. Herkes şu ya da bu şekilde oruçtan ve bayramdan nasiplenmiş ve muradına ermiş bir şekilde girecek bayrama.

Hakkıyla oruç tutan ve bayramın hakkını veren, ramazanın manasına uygun bir şekilde bu ayı değerlendiren kişilerden olmak ümidiyle bayramınız mübarek olsun. Hep beraber nice bayramlara inşallah! 22/06/2017

* 24/06/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Bayramlık ya da masrafsız arkadaşlıklar

Çeşit çeşit arkadaş türleri var. Bunlar saymakla bitmez. Niyetim tüm arkadaş tiplerini anlatmak değil. Tadına doyum olmayan iyi günde ve kötü günde her daim yanında olan iyi dilek ve temennilerini her zaman hissettiğin iyi ki böyle arkadaşlarım varmış dediğin kimselerin sayısı az da olsa vardır. Bunlar aynı zamanda dert ortağındır.

Telefon hafızan ne kadar kayıtlı numara ile dolu olsa da bunların çoğunu aramak gelmez içinden sıkıntılı anlarında. Çünkü bir isteğin olduğunda mazeret üretip hayır deme ihtimalleri yüksektir. Hele bazıları vardır ki telefon hafızamda niçin yer ediniyor dediğin kimseler vardır. Bu tipler bayramlık arkadaşlardır. Belirli gün ve gecelerde ekranına düşer. Telefon hafızanda kalabalık ettiği yetmediği gibi telefonunun geri kalan hafızasını doldurmak için başkasının hazırladığı mesajları gönderir sana. Ben bu tipleri dostlar alışverişte görsün türü arkadaşlar olarak görürüm. Dini sadece mevlit okutmaktan ibaret sanan kişiler gibi bunlar da dini günlerde mesaj göndermeyi iyi bir şey yaptım, arkadaşlık görevimi yerine getirdim sanıyorlar. Özenip iki satır yazıp gönderseler mesajlarına değer vereceğim ama onu dahi beceremiyorlar. Gönderdikleri ve layık olarak gördükleri sadece ruhsuz birer mesajdır.

Bu tipler ne düğününe gelir, ne hasta olduğun zaman arar, ne bıraktığın davetiyeyi aldım, katılamayacağım, hayırlı olsun der. Çünkü düğününe katılsa ufak da olsa bir hediye getirmesi gerekir. Uzaktan atıştır onunki. Masrafsız bir arkadaşlık. Ne geleyim ne de gel türünden kişilerdir. Ne benim sana, ne de senin bana verebileceğin bir şey vardır psikolojisini taşırlar. Ne zamana kadar? Ancak başları sıkışıncaya kadar seninle işi olmaz. Ne zaman ki bir işi olacaktır, artık çoluğu çocuğu büyümüştür, onları baş göz etmesi gerekiyor, bakar ki dostlar olmadan olmaz, işte o zaman damlar senin yanına.

Böylelerinin düğününe gitsen bir türlü, gitmesen bir türlü. Davetine icabet etmesen onun durumuna düşersin. Gitsen içinde ona söylenmesi gereken şeyler boğazında düğümlenir ama söylemezsin. Çünkü erdemli insanın özelliklerindendir gelmeyene gitmek.

Öyle zannediyorum sizin de vardır etrafınızda böyleleri. Allah iyi dostlar edinmeyi nasip etsin, sayılarını çoğaltsın... Bayramlık da olsa Allah onları da eksik etmesin, en azından ölmediklerini biliyoruz. Kim bilir, belki de onlar en iyisini yapıyordur? Vardır bir bildikleri... 21/06/2017


Camileri "Kerhaneye döndürecekler" diyen zihniyetle aynı familyadan bu adam!

Kadir ve kıymeti bilinsin, bir güne hasredilmesin, insanlar kurtuluş umuduyla arayış içerisinde olsun, her günü kadir bilsin diye Kur'an'ın indirilmeye başlandığı gece olan Kadir gecesini Allah, bin aydan daha hayırlı kılmıştır. Peygamberimizin buyurduğu üzere  Allah, Kadir Gecesini ramazan ayının içerisine gizlemiştir. 'Son on gün içerisinde arayın, tekli günlerde arayın, kuvvetle muhtemel 27.gecesinde arayın' şeklinde belirtir Peygamber Efendimiz. 

Kuvvetle muhtemeldir diyerek ramazanın 26'sını 27.gecesine bağlayan gece ülkemizde resmi Kadir Gecesi olarak kutlanır. Gündüzünde sms ve whatsapp mesajlarıyla kutlanmaya başlanan gecenin akşamında teravih namazı kılmak için camilerimiz  teravih vaktinde tıklım tıklım dolar. Sair günlerde camiye, cemaate sürekli gelmeyen devamsızlarımız da camilerimizde boy gösterir. 

Gecenin bu mana ve ehemmiyetiyle mahalle camimize gittim. Her zaman dört saflık müdavimi olan camimiz gece dolayısıyla iyice dolmuştu. On saflık caminin dokuzuncusunda yer bulabildim kendime. En son saf ise 8-10 yaş arası çocuklarla süslenmişti camimiz. Yatsının ilk sünnetini kılarken arka safta bulunan çocuklar konuşmaya ve gülüşmeye başladılar. Yanımda namaz kılan 55-60 yaşlarındaki ihtiyar namazını bitirir bitirmez hemen çocuklara müdahale etti: "Konuşmayın, gülüşmeyin, eğer konuşup gülecekseniz dışarıya çıkın," şeklinde çocuklara müdahale etmeye başladı. Diğerlerine göre biraz daha sorumluluğunu hisseden bir çocuğun, "Ben konuşmuyorum" demesine aldırmadan, "Kalkın namaz kılın, burası konuşma yeri değil" diyerek uyarısına devam etti bey amcamız. Yatsının farzını kılarken  çocuklar biraz kikirdemeye, pıskırmaya devam ettiler. Beyefendi yine her defasında arkasına dönerek çocukları azarladı durdu. Olmadı önümüzdeki saftan biri elini dudaklarına götürerek susun şeklinde ikaz etti çocukları. Nihayet ikisinin yaptığı uyarılar meyvesini verdi. Az sonra arkamızdaki saftan hiçbir çocuk kalmadı içeride. Kendilerini dışarıya attılar. Babaları namazdan çıkıncaya kadar doyasıya sesleri içeriye gelircesine eğlenmeye, koşmaya devam ettiler. Bizimki dışarıya çıkıp çocukları uyarmadı bereket! Çünkü amacı çocukları dışarıya atmaktı. Bunda da başarıya ulaştı ihtiyar adam.

Caminin en arkasında kendisine yer bulan benim gibi sürekli caminin müdavimlerinden olmayan yanımdaki kişinin çocuklara karşı bu davranışı hoşuma gitmedi, uyarmak istedim, değmez dedim kendi kendime. Küçük, masum, camiye bir heves gelen çocukların sevinçlerini kursağında bıraktı bu gece. Adam sanki namaz kılmak için değil, çocukları susturmak ve onları camiden kovmak için gelmiş camiye. Diyanet İşleri Başkanı istediği kadar proje geliştirsin. "Camiler çocuk sesinden mahrum kalmasın" diyerek camilere çocukları çekmek için oyun alanı oluşturmaya kalksın...bizimki büyüklerinden gördüğünü uyguluyordu kendince. Güya iyi bir iş yaptığına inanıyor. Bu adam Diyanetin bazı camilerde pilot uygulama olarak başlattığı camilerde oyun alanını görse, oradaki çocukların sesini duysa ne yapardı merak ediyorum. Nihayet camilerdeki oyun alanına karşı çıkarak camileri kerhaneye çevireceksiniz diyen zihniyetle bu adam aynı familyadan. Hiçbir farkı yok. Adam çocuk değil, camide evliya arıyor. 

Yazık! Bu gece çocukları yine memnun edemedik içimizdeki bu şekil yol bilmez, yordam bilmez tipler yüzünden. Peygamber kalkıp gelse, çocuklara karışmayın, onları kendi haline bırakın dese bu tipler öyle zannediyorum, Peygambere de karşı çıkarlar. Çocuğun çocukça yaptığı şeylere katlanılır da yaşını başını almış bu tiplerin kendi doğruları üzerine bu şekilde inat etmelerine asla tahammül edilmez. Ama ne edeceksin, camilerimiz böyle tiplerle dolu.

Geceniz mübarek olsun! 22/06/2017

21 Haziran 2017 Çarşamba

Dünya Mülteciler Günü de varmış!

Dünya Mülteciler Günü de varmış. 2001 yılından beri anlıyormuş Haziran'ın 20'sinde. Daha bu gidişle ne günlerle karşılaşacağız kim bilir?

Dünyada 65 milyondan fazla insan mülteci durumunda imiş. En fazla mülteci de Suriye, Afganistan ve Somali'denmiş. Yani sömürgecilerin ülkelerini yerle bir ettiği ülkelerin insanı kendi ülkelerinden uzak bir şekilde yaşıyor. Öyle zannediyorum bu günü ilan edenler aynı zamanda bu insanların mülteci olmalarına sebep olanlardır. Oh ne ala dünya! Önce bir ülkede savaş çıkaracaksın, o ülkeyi yerle bir edeceksin, o ülkede iç savaş çıkaracaksın, insanlar işini-gücünü kaybedecek, sonra  birbirini öldürecek, kalan sağlar ülkesini terk edip bir başka ülkeye sığınacaklar. Sonra da onların sıkıntılarını anlatmak için bir gün ilan edeceksin. Buna özrü kabahatinden büyük denir bizde. Önce sorunu çıkaracaksın, oradaki kirli savaşın içerisinde yer almak istemeyenleri komşu ülkelere  iskana mecbur bırakacaksın, sonra hamasi duygularla o insanların dertlerini paylaşıyor görüneceksin. Yesinler sizin hayvandan bozma insanlığınızı! Yazıklar olsun sizin   iki ayaklı halinize!

Bitmek tükenmek bilmeyen menfaatiniz yüzünden dünyayı kana bulayan, insanları birbirine düşüren, ülkelerini yaşanmaz kılan siz sömürgeciler, dünyada barışsever görünen kabadayılığınıza devam edin bakalım. Bu dünyanın üstü varsa bir de altı var. O mazlumların ahı inşallah sizin sonunuzu getirecek, şimdi gülen sizler acınacak halde olacaksınız ve hayatınız boyunca bu rezilliği çekeceksiniz.

Açık konuşun ne kadar kan istiyorsanız o kadar kan verelim size, ne kadar para, yeraltı ve yer üstü zenginlik isterseniz verelim size. Söyleyin ne doyurur sizin o midenizi. Söyleyin de hepsini hazır edelim, yeter ki elinizi çekin dünya mazlumlarının üzerinden. Çatlayıncaya kadar yiyin durmadan bu dünyada. Dünya sizin olsun ahiret ise o mazlumların olsun. Bize ahiret yeter. Siz gülmeye devam edin ama unutmayın ki son gülen iyi güler...

Biliniz ki 20 Haziran mültecilerin günü falan değil. Bugün olsa olsa sizin gününüz olur. Gününüz ve eseriniz kutlu olsun! 20/06/2017

Konya huzur kenti mi?

Her şehrin kendine has özellikleri vardır diğer şehirlerden ayıran. Etli ekmeği meşhur. Konya dendi mi dindar ve mütedeyyin insanların fazla olduğu bir yer akla gelir. Zaman zaman 'Yaşanabilir kent' ve 'Huzur şehri' diyenler de var. İki Konyalı bir araya geldiği zaman "Konya'mız başka! İyi bir şehirde yaşıyoruz, çok şanslıyız" bile der. Gerçekten Konya huzur şehri mi? İçindeki insanlar huzurlu mu, huzur buluyor mu? Dışarıdan nasıl görünüyor?

Konya'ya dışarıdan bakanlar nasıl görür bilmem. İçinde yaşayan biri olarak gözlemlerimi aktarmak istiyorum. İnsanımızın Konya için huzur şehri veya yaşanılabilir kent dedikleri düne gelinceye kadar belki doğru olabilir. Fakat bugün için aynı düşünceler geçerli olmayabilir. Çünkü Konya'nın dokusu değişmeye başladı. Eskiden herkesin ürkerek ve irkilerek okuduğu gazetelerin üçüncü sayfaları vardı. Bu sayfalarda ne ararsan vardı: taciz, cinayet, hırsızlık...vb.   Konya'mızda da bu tür haberler eksik değil artık. Büyükşehir olmanın bir sonucu mu yoksa dokumuz ve değer yargılarımız mı değişiyor? Çünkü TV kanallarında evladı yaşındaki çocuklara taciz eden, anasını öldüren, babasını hunharca katleden, eşini boğan eksik olmuyor nedense.

Uyuşturucu dersen yaygın, bazı muhitlere polis giremiyor dense yeridir. Doğru mu yanlış mı bilmiyorum. Bir algı da olabilir. Nice zamandır Türkiye'de içkinin en fazla tüketildiği yer olarak adı geçer çoğu zaman.

Trafikte zaten birbirimize saygı yok, aracımızı  trafiği aksatmayacak şekilde uygun bir yere park edemiyoruz. Sinir ve stres eksik değil, kavga etmeye hazır bir halimiz var. Centilmenliğimiz yok.

Semt pazarlarımız evlere şenlik. İstediğimiz sebze ve meyveyi seçemeyiz. Pazarcı poşetin içine ne doldurursa nasibimiz odur. Pazar yerlerini temiz bırakmayız, yasaklanmasına rağmen hala bağırarak alışveriş yaparız. 

Örnekleri çoğaltabiliriz. Niyetim şehrimizi kötülemek değil. Kanaatim doğrudur iddiasında değilim, yanlış da düşünüyor ve görüyor olabilirim. Ama sanki görüntümüz kaba, ham bir softalık gibi geldi bana. Bu konuda kendimi temize çıkarmıyorum. Ben de bu toprağın insanıyım. Bu şehir bozulmuşsa, bozulmaya yüz tutmuşsa içinde yaşayan biri olarak benim de payım vardır diye düşünüyorum. 21/06/2017

Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı

Facebook'un cılkını çıkardık. Çünkü ayağa düştü. Yaşına başına bakmadan hepimiz yalı kılıç daldık içine. Ne olduğuna bile bakmadan. Kambersiz düğün olmaz diyerek ben de girdim. Bir müddet sonra bağımlılık yaptı. İrademe sekte vurup biraz uzaklaşayım diyerek facebook vasıtasıyla paylaşımlara biraz ara verdim. Çünkü ciddi şeyleri yazıp paylaşanların yanında büyük bir kalabalık gönül eğlendiriyor bu alemde. 

Twitter'in daha ciddi olduğunu işittim. Yıllar öncesinde açıp aktif olarak kullanmadığım twitter alemine yöneldim. Fakat bu alemin de facebook aleminden çok farklı olmadığını gördüm. Hatta daha beteri. Üstelik facebook, Twitter'a göre yunmuş yıkanmış. 

Twitter'deki paylaşımlar facebooka göre daha hızlı. Aynı anda yüzlerce tweet alabiliyorsun. Fakat eme yarar, sadra şifa olacak paylaşımın sayısı bir elin parmağını geçmeyecek kadar az. Ne kadar çapsız insan varsa bu alemde arzı endam ediyor. Yazılıp paylaşılanlara bakınca bunlar benim ülkemin insanı mı demeden edemiyor insan. İstisnaları var elbet. Üstelik faydalı da.  Maalesef gittiğimiz yeri belli ediyoruz. Hiç acemilik çekmeden dalıyoruz hemen. Adres alıp bu aleme girenlerin takip ettikleri ve takip edilenlere bakınca binleri geçen takip olayı var. Fakat çoğu paylaşımlar sinek avlıyor. Tanısın tanımasın herkes birbirini takip eder görünüyor ama herkes kendi paylaşımının derdinde. Çünkü herkes birbirine karşı körler ve sağırlara oynuyor. Beğeni rekorları kıran paylaşımlara bakıyorum, benim için bir anlam ifade etmiyor. Benim paylaşımlarım da başkası için bir mana ifade etmiyor. Yani aynı kazan içine atılmış, fakat kaynamayan kişiler gibiyiz. Düşünce, fikir, mantalite bakımından birbirine uyum sağlamayacak olanlar birbirini takip eder görünüyor güya. Adı-sanı belli olmayan sahte hesapların sayısı da az değil. Kimi hızını alamayıp ilanı aşk yapıyor bu alemde. Çoğu da aşkını arıyor, aradığını bir türlü bulamamış umutsuz vaka.  Kimi de gönül eğlendiriyor. Belden aşağı yazışmaların da sayısı epey yekün tutuyor. 

Bu da mı yazılır dedirtir cinsten paylaşımların sayısı çok. Kimsenin özeli kalmamış anlaşılan. Anladığım kadarıyla daha ciddidir diye düşündüğüm bu alem de bana yabancı. Hani bir yere gidince tanımadığın insanlar içinde sap gibi kalıyorsun ya. İşte benimki de öyle. Koca bir sanal alemin içinde duyarlılıkları farklı insanların içinde yabancı hissettim kendimi. Kim bilir belki de ben yanlış düşünüyorumdur, gerisinde kalmışımdır bu alemin. Bir ay boyunca o alemde hiç Bir şey görmedin mi derseniz? Gördüm görmeye. Bizim Facebook'ta paylaş dediğimize orada 'retweet' diyorlar. Bunu öğrendim.

Twitter'ı görünce Facebook alemine haksızlık yaptığımı düşündüm. Gerçekten facebook'ta bir seviye varmış. Burayı anlamak için biraz twitter'a takılmanız yeterli olur kanaatindeyim. İşte bu yüzden  bir ay boyunca ara verdiğim ilk gözümü açtığım bu aleme tekrar döndüm. Twitter aracılığıyla duygu ve düşüncelerimi yine buradan paylaşmaya devam edeceğim. Zaten bu alemden ayrılmamıştım. Paylaşım yapmasam da çoğu zaman iz bırakmadan göz atıp çıkıyordum birçok Facebook kullanıcısının yaptığı gibi.

Hasılı, benden kurtuluşunuz yok... Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı derler ya. İşte ben de dükkanıma döndüm tekrar. Mütevazı sayfamda sizi rahatsız etmeye devam... İyi ki varsınız. 01/07/2017

MEB'in EBA ile imtihanı

Milli Eğitim Bakanlığı son iki yıl içerisinde okullarımızı akıllı tahtalarla tanıştırdı. Bugün bu tahtalara sahip olmayan okul yok gibidir. Bakanlığın yüksek maliyetlerle okullara kazandırdığı bir proje dense yanlış olmaz. Derslik ihtiyacından dolayı birçok ilimizde ikili öğretimin yapıldığı bir ortamda akıllı tahtalar öncelikli bir ihtiyaç mıydı? Kanaatimce önceliklerimiz arasında değildi.  Bana göre önceliğimiz olmasa da Bakanlık tüm ülkeye bu teknolojiyi yaydı. 

Öğretmenin dersini anlatmasına büyük kolaylık sağlayan ve öğrencinin görsel bir şekilde dersi dinlemesine imkan veren ve ders esnasında internete erişimi sağlayan bir eğitim ve öğretim materyalidir. Kısa zamanda kara tahtaların yerini aldı. Sınıf ortamında yeri geldiği zaman televizyon görevi görmekte, yeri geldiği zaman dünyayı ayağına getirmektedir.

Akıllı tahtalarla birlikte Bakanlık açılımı 'Eğitim Bilişim Ağı' demek olan EBA'yı yürürlüğe koydu. Birçok öğretmen EBA'ya bağlanmak suretiyle dersini bu şekilde işlemeye başlamıştır. Öğretmen öğrencilerine ödev verirken yine EBA'yı kullanmaktadır. Verdiği ödevin yapılıp yapılmadığını öğretmen bu sistem vasıtasıyla takip edebilmektedir. Faydalı mı? Yerinde, yeterince kullanıldığı takdirde faydalıdır. 

Bakanlık da özellikle mesleki çalışmalar döneminde öğretmenlerini bilgilendirmek amacıyla EBA'dan faydalanma yoluna gitmektedir. Aynı anda tüm öğretmenler okullarından veya evlerinden ilgili kişiyi canlı olarak izlemektedir. Tabii izleyebilirse. Çünkü "Saat 10.00'da müsteşar konuşacak, izleyin" deniliyor. Tüm öğretmenler akıllı tahta marifetiyle EBA'dan izlemek için sınıf veya çok amaçlı salonda yerini alıyor. Ama maalesef yetkilinin konuşmasını takip edemiyor. Ya açılmıyor, ya açılıyor; ses gelmiyor, ya sesi kısık geliyor, ya da donuyor... Yetkilinin konuşması bittikten sonra EBA, kendine geliyor. Anladığım kadarıyla alt yapı aynı anda tüm öğretmenlerin izlemesini kaldırmıyor. İşin garibi bu bir değil, iki değil, üç değil. Her defasında izler gibi yapılıyor. Bakanlığın bu durumdan haberi yok mu acaba? Haberi olsa öyle zannediyorum yetkililer tedbir alır. O zaman yukarıya geri bildirim gitmiyor, ya da yukarı geri bildirim istemiyor, gidiyorsa da Bakanlık gerekli tedbiri almıyor. O zaman problem yok. Herkes durumundan memnun anlaşılan. 

Bari, hiçbir şey yapamıyorlarsa hiç olmazsa bölge bölge yayın yapsalar, her bölgeye izlemeleri için saat ve süre verilse geçici çözüm olur kanaatindeyim. 21/06/2017