Ana içeriğe atla

Eğer bir suç toplumun çoğuna sirayet etmişse tavrımız ne olmalıdır?

İslam’da  işlenen suçlara karşı verilecek cezalar bellidir. Çünkü toplumun huzur ve refahı için mutlaka işlenen suça ceza verilmelidir.  Ceza uygularken de amaç suçluyu cezalandırarak diğer insanların o suçu yapmalarını önlemektir. İbreti alem dedikleri de bu olsa gerek.

İslam tarihinde bazı örnekleri incelersek işlenen suçlara bazı zamanlarda ceza verilmediğini görmekteyiz. Bunun nedenine gelince toplumda insanları suça iten illetler olduğunu görürüz.  Mesela, Hz Ömer zamanında hırsızlık yapan kimselere el kesme cezasının uygulanmadığını görürüz. Çünkü toplumda kıtlık vardır, devletin görevi de kıtlığa çözüm bulmaktır.  Devletin çözüm bulamadığı bir ortamda açlıkla karşı karşıya kalan insanların yaptığı hırsızlık cezaları ertelenmiştir.  Doğru da yapmıştır Hz Ömer. Çünkü sosyal adaletin sağlanamadığı zamanlarda hırsızlık olaylarının artmış olması Hz Ömer’i had cezalarını uygulamamaya itmiş olmalı. Hz Ömer’in haddi uygulamaması ayeti inkar anlamına gelmiyor. Burada toplumu hırsızlığa iten sebep açlık illetidir. Bir devletin öncelikli görevi de bu illeti ortadan kaldırmak olmalı diye düşünmüş olmalıdır.

Hz Ömer’in bu uygulaması pekala günümüzde bize ışık tutar diye düşünüyorum. Eğer bir suç toplumun büyük bir kesimini kapsamışsa suç işleyenlere ceza vermekten ziyade suça giden yolların kapatılması gerekir. İlletler ortadan kaldırmadan verilen cezalar insanları yine yeni suçlara itecektir. İslam’da ‘Seddü zerai’ adı verilen bir kavram vardır. Bu, ‘harama giden yolların kapatılması’ demektir. Eğer bir toplumda belli bir suçu işleyen insanların sayısı bir değil, iki değil, üç değil… yüz binleri bulmuşsa devleti yönetenler suçluyla mücadele etmek için önce suça iten illetleri yok etmeli, yani suça giden yolları tıkamalıdır. Ardından hala suç işlemek isteyenler olursa yakasına yapışmalıdır. Devleti yönetenlerin ‘Niçin bu kadar çok sayıda bir insanımız bu suça katıldı? Burada bizim hiç suçumuz yok mu’ diye düşünmelidir. Hatta ilk cezayı kendisine vermelidir. Nitekim yine Hz Ömer zamanında ‘Hatıb b. Ebi Belta’nın oğlunun iki kölesi, Muzeyne kabilesinden bir adamın devesini çaldıklarında efendileri onların ellerini kesmek istemişti. Fakat Hz Ömer, kölelerin efendisinin onları aç bıraktığını öğrenince onların ellerini kesmedi. Bilakis onların efendisini terbiye etmek için, ona çalınan devenin değerinin iki mislini ödeme cezası verdi.’ (islam.tr.net)

Örnekte görüleceği gibi burada Hz Ömer, hırsızlık yapanlara ceza vermekten ziyade onları aç bırakan efendilerini cezalandırma yoluna gitmiştir. Geçmişte ve günümüzde ülkeyi yönetenlerin ‘Tabiat boşluk kabul etmez’ sözünde olduğu gibi ortamı boş bıraktıklarından, sıkı tedbir almadıklarından, ihmal ettiklerinden dolayı eğer toplumun ekseriyeti suça karışmışsa, töhmet altındaysa önce görevini yapmadığı için devleti yönetenler kendi kendilerine bir öz eleştiri yapmalıdır. Suç işleyenler, suça karışanlar görmezden gelinsin demek istemiyorum. Mutlaka suç işleyenlerin yaptıkları yanlarına kar kalmamalı ama başkasının gözündeki çöpü görmeden önce kendi gözündeki merteği görmelidir devleti yönetenler.


Suça karışanlara ceza uygulamayan kişi alelade bir kişi değil, İslam’ın ikinci halifesi olmuş; basireti ve feraseti ile ön plana çıkmış ve devleti huzur ve mutluluk içerisinde on yıl yönetmiş ve adaletiyle ün yapmış bir kişiden bahsediyoruz. Allah Ömer’den razı olsun ve sayılarını artırsın. Sözde Ömer’i konuşan kimseler değil, özde Ömer olmamız dileklerimle. 28/06/2017

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde