Ana içeriğe atla

Dilimde tüy bitti be Konyalılar! *

Düğün sezonumuz ramazan öncesinde başladı, ramazanda ara verildi, bayram sonrası hız kesmeden devam edecek görünüyor. Benim derdim düğünlerle değil, düğünlerde takdim edilen hediyeler. Aslında bu, tüm Konya'nın derdi. Sesli dillendirilmese de kapalı kapılar ardında konuşulan, kimsenin memnun olmadığı bir durum bu. Bu konuda birkaç yazı kaleme aldım. Dilim de tüy bitti dense yeridir. Ama nafile. Kellim kellim ya yenfeu.

Neden bahsettiğimi sanırım anlatabilmişimdir. Malumunuz davet edildiğimiz düğünlere büyük çoğunluğumuzun götürdüğü hediyeler ağırlıklı olarak çaydanlık, çay bayrağı, limonata takımı, borcam vs kap-kacak yani küçük mutfak eşyası. Götürdüğümüz hediyeler düğün sahibinin işine yarar türden değil. Büyük masraflarla yapılan düğünlerde düğün sahibine lazım olan para iken biz adet yerini bulsun, dostlar alışverişte görsün misali hala mutfak düzmeye çalışıyoruz. Düğünlerimizde düğün sahibi mi kazanıyor yoksa züccaciyeciler mi diye düşünmeden edemiyor insan.

Bugünkü götürdüğümüz hediyeler eski zamanın düğünlerinde iş görmüştür. Çünkü eski düğünlerde evlenecek çağa gelmiş birine ailesi 12 duvar yastığı, bir Demirci halısı, bir iki yorgan-yastık ve döşek temin edebilmişse düğüne kalkar, mutfak eşyası ise düğüne gelen davetlilerin getirdiği hediyelerle karşılanırdı. Ayrı ev döşenilmesi, evin içinin her şeyiyle donatılması gibi istekler olmazdı. Eski düğünlerde ihtiyaçtan doğan bu mutfak eşyası hediyeleşmesi uzun yıllar bir ihtiyacı karşılamıştır. Bugünün düğünleri eskinin düğünlerine benzemiyor. Neredeyse mutfak eşyasına varıncaya kadar tepeden tırnağa  bir eve ihtiyaç olan ne varsa düğün sahipleri tarafından alınıyor şimdi. Evlenen çift ve tarafların anne babası düğüne gelen hediyelere yüzünü dönüp bakmıyor. Ambalajı açılmadan gidilecek düğünlere götürülmek üzere varsa evin izbesine veya çatısına konuyor. İşin garibi ne düğün sahibi bu şekil gelen hediyelerden memnun ne de düğüne hediye getiren.

Elimiz boş gitmesin, ayıp olmasın, adet yerini bulsun diye kimimizin evinde olandan kimimizin market veya züccaciyeciden para vererek götürdüğümüz hediyelerin sadra şifa olmadığını hepimiz biliyoruz. Bundan dertliyiz. Ama dertten kurtulmak için silkinmiyoruz. Bunun için ne yapılması gerekir diye kafa yormamıza da gerek yok. Malumun ilamı olsa da eğer amaç düğün sahibinin derdine ortak olmaksa o zaman ne yapılması gerektiğini hepimiz biliyoruz. Bunun yolu imkanlar çerçevesinde az veya çok para vermektir. Bunun için bazıları sandık koymayı teklif etse de zarfın içerisinde para takdim etmek en uygun yöntem gibi geliyor bana. Salonlarda para, altın takılmasını hatta bunu takı töreni haline getirip kameraya çekilmesini uygun görmüyorum. Çünkü takabilen var, takamayan var. Kimi de düğün salonlarına çiçek gönderiyor. Bunu da anlamış değilim. Çünkü bunda da çiçek sektörü kazanıyor. Hatta bazıları çiçekçi ile anlaşmalı olarak geri iade ediyor. Çiçekçi hem satarken hem de alırken kazanıyor. Düğüne çiçek gönderen iş yeri sahibi de bedava reklamını yapmış oluyor, bir faydası da davetliler çiçekleri görünce ’Amma da çiçek gelmiş’ demeleridir.

Çiçekçilik veya zücaciyecilik bir sektördür, yaşaması gerekir. Asla -kazanıyorlarsa- onların kazandıklarında falan gözüm yok. Benim derdim düğün sahibini korumak, kollamaktır; yarasına merhem olmaktır; çam sakızı, çoban armağanı çorbada tuzunun olmasını istemektir. Yok arkadaş! Bana böyle hediye getirildi, ben de böyle götüreceğim, ben yandım, başkası da yansın deniyorsa böyle düşünene sözüm olmaz. O zaman düğünlere yine mutfak eşyası götürmeye devam edelim. Bana da ‘Sana iyi yakmalar’ demek düşer.

Sözün özü, gideceğimiz düğünlere para vermek “Ev alanla, evlenene Allah yardım eder” atasözünün gereğini yerine getirmektir. Konyalıların bu şekil hediyeleşmesi hakkında yazı yazmamdan dolayı gına gelmişse o zaman düğünlerde kap kacak götürmeye son demeliyiz. 27/06/2017

* 01/07/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde