29.03.2016 akşamı 19.30 sularında konferansa gitmek için otobüs durağına geldim. Durağa modern giyimli bir bayan geldi. Yanında da iki erkek vardı. Ellerinde de üç adet valiz. Bir naylon poşetin içerisinde de kocaman oyuncak bebek ya da köpek.
Hal ve hareketlerinden çok mutlu oldukları görülüyordu. Başladılar aralarında konuşmaya. Rahat tavırları gözümden kaçmadı. Konuşmaları, gülüşmeleri ve rahat tavırları bu ülkede uzun yıllar yaşadıklarını hissettirdi bana. Konuşmalarına kulak kabartmam gerekmedi. Çünkü yüksek sesle konuşuyorlardı. Arapça konuşuyorlardı. Yarım dilimle nereye gidiyorsunuz, nereye taşınıyorsunuz akşam akşam demeden kızın arkadaşına "Abartma,abartma" dediğini duydum. Çatır çatır Arapça konuşan kızın ağzından çıkan "abartma" kelimesi sanki İstanbul şivesini andırıyordu. Çok fasih Türkçe gerçekten.
Konuşmalarını anlamaya çalışıyorum. Ne de olsa 12 yıl Arapça eğitimi aldım. Çok da başarılı olamadım. Çünkü çok hızlı konuşuyorlardı. Sık sık kullandıkları "Ba'de'l harbi" harpten sonra kelimesi dikkatimi çekti.
Az sonra kızımız durakta bekleyenlerin oturduğu oturağa çıktı ayakkabısıyla birlikte. Erkeklerden biri koca ve kaliteli cep telefonunu çıkardı. Poz veren kızı çekmeye çalıştı. "Valizlerle beraber çek" demesiyle durakladı erkek. Kızım! Ayakkabınla bastığın yere insanlar oturuyor. Oldu mu ya şimdi yaptığın dedim. Kız aşağıya indi. Hep beraber "Özür dileriz" dediler. Sonra valizlerinin yanına geçti kız. Yanına gelen erkekle beraber fotoğraf çektirdi. Sonra fotoğraf çeken de onlara yaklaştı birlikte bir kaç selfi çektiler.
Otobüs geldi. Eşyalarıyla birlikte orta kapıdan bindiler. Ben de en öne yaşlılar koltuğuna oturdum. Benim onları izlemem bu şekilde sona erdi diye düşünürken sesten duramadım otobüste. Geriye dönüp baktım. Benim üçlü orta kapının oraya demir atmışlar. İkisi oturakta, diğeri aradaki boşlukta. Tüm otobüsün duyacağı şekilde yüksek sesle konuşmaya devam ediyorlar.
Pes doğrusu dedim tabii içimden. Yabancısı oldukları memlekette hiç yabancılık çekmiyorlar. Yüksek sesle konuşmaları yine manidar bulduğum diğer yönleri. Hayret ettim ve takdir ettim. Bizim insanımızdan ne de çok şeyi çabucak öğrenmişler bazı şeyleri. Bizde de bazıları otobüste yüksek sesle konuşur herkes onu dinlemek zorunda kalır. Bunlar da öyle. Duraktaki oturağa ayakkabısıyla çıkması yine bize yabancı değiller izlenimi verdi bana. Tek bize benzemedikleri yönleri, oturağa böyle
çıkılmaz dediğimde benimle kavga etmediler. Hasılı kafam, gözüm kırılmadı. Bize benzemeyen bir yönleri daha var. Ne zaman geldiler bilmem ama 20-22 yaşlarında olan bu gençler Türkçe'yi öğrenmişler ve konuşuyorlar. Konuştuğumu da anlıyorlar. Ben 12 yıl Arapça ve İngilizce gördüm. Ne konuşurum, ne de konuşulanı anlarım. Bu yönleriyle de bize yabancılar. Diğer yönleriyle hep bu toprağın insanı.
İyi de kardeşim, adamlar oturağa çıktılar, otobüste yüksek sesle konuştular diyeceğin bu. Yazıyı bu kadar uzatmana ne gerek vardı diyebilirsiniz. Sizin kadar kelamı kibar değilim bunu da ifade edeyim.
Sahi bizim yurtdışında olanlarımız onlar gibi rahat hareket edebiliyorlar mı oralarda? Otobüs duraklarına ayakkabılarıyla basıyorlar mı? Topluluk içerisinde bağırarak konuşuyorlar mı başkasına aldırmadan... 29.03.2016
29 Mart 2016 Salı
28 Mart 2016 Pazartesi
Şeytan’ı bol nesil
Bu nasıl başlık böyle
diyebilirsiniz. Kusura bakmayın. Ben koydum bile. Daha önce “Maliyeti yüksek
nesil” isimli bir yazım yayımlanmıştı. Bugün sizlere yine günümüz neslini ele
alacağım.
Deruhte ettiğim işim
dolayısıyla zaman zaman velilerimizle muhatap oluruz. Velilerimizden büyük bir
çoğunluğunun derdi ortak. “Aslında çocuğum çok zeki. Ama çalışmıyor.” Nasıl, size de tanıdık geldi mi bu velinin
söylediği. Aslında çoğumuzun sıkıntısı bu maalesef. Gerçekten çocuklarımız zeki. Daha bu yaşta leb
demeden leblebiyi anlıyorlar. Zeki ama çalışmıyor.
Evet doğru. Çocuklarımız zeki. Aslında bize zeki değil; düzenli çalışan ve
çalışmada sürekli çocuklar lazım. Bugün gözde olan okullarda okuyan çocuklar
çok zeki oldukları için bu okullarda değillerdir. Sadece düzenli, tertipli ve
bir plan dahilinde çalıştıkları için bu tip okuldalar. Bugün sanayide çalışan,
dışarıda bomboş gezen, meslek liselerinde okumama mücadelesi veren o kadar zeki
çocuğumuz var ki… Sayıları saymakla bitmez. Bir defa şunu baştan söyleyeyim.
Bizim eğitim sistemimiz çok zekilere ve normal zekanın altındakilere hitap
etmiyor.
Gelelim sadede…Uçan
kuştan koruduğumuz, her türlü imkanı sunduğumuz, saçımızı süpürge ettiğimiz bu
zeki çocuklarımız niye çalışmıyor? Güzel soru. Bu soruya cevap vermeden önce
ben size “Niçin çalışsınlar” diye bir soru sorsam. Cevabınızı merak ediyorum
gerçekten. İlk önce kendi zamanımızdaki yoklukla bugünkü imkanları
kıyaslamayalım. Bizim devrimiz geçti bir kere. O halde niçin çalışmıyorlar?
Çalışmazlar, çalışamazlar. Çünkü Şeytanları bol bu neslin: Akıllı telefon,
bilgisayar, tablet, sanal alem, filmler, diziler, 24 saat yayın yapan kanallar,
kız-erkek ilişkileri, başka arkadaşlara özen gösterme, bizim geçmişte ne
olduğunu bilemediğimiz bugünkü nesilde başlı başına bir problem olarak ortaya
çıkan ergenlik dönemi, aile sorunları, parçalanmış aile yapımız, ben
okumayacağım diye bas bas bağıran çocukları okuyacaksın diye diretmemiz, eğitim ve öğretimde kaliteyi
yakalamak için eleme usulünü terk etmemiz…vs sorunları sayabiliriz.
Görüldüğü gibi bu
neslin Şeytan’ı bol. Bir tarafta dünyalık Cennet vadeden bir hayat. Diğer
tarafta özel hayattan kopuk bir şekilde yarış atı gibi sınavlara hazırlanma
hayatı. Hele bu neslin nasihate karnı tok bir kere. Nasihat üstüne nasihat
yapılacağına belki bir musibet onları kendilerine getirebilir. Yine sosyal
hayattan kopardığımız bu çocuklara hiç sorumluluk vermeden ders çalışma
sorumluluğu vermek eziyettir gerçekten. Her türlü imkanın ayakları altına
serildiği bu nesil çalışmıyor. Bizim geçmişte imkansızlıklar içerisinde okumak
isteyişimize rağmen. Çünkü hazıra konmuştur. Hazır yiyicidir. Sorumluluk vermek
istesek de zaten kulakları duymaz. Çünkü evde, arabada her yerde o kulağını
sağır eden ses geçirmez kulaklık olduktan sonra, sorumluluk vermek istesen de
duyuramazsın zaten. Hayatta zorluk çekilmeden başarı gelmez. Gelse de kıymeti
bilinmez.
Bu mesele daha çok su
götürür. Çocuk yetiştirmemizden, eğitim sistemimize varıncaya kadar radikal
kararlar almamız gerekir. Bir defa çocuğun okumak için susaması gerekir.
Susamayana su içiremezsin. Hafta sonu, yaz tatillerinde okul dışında başka bir
yerde çalışan çocuk, okumanın kıymetini bilir. Gerisi laf-ı güzaftır.
Sahi, çocuğuna sunduğun bu imkanları, Şeytanı bol bu dünyada sana bugün sunsalardı sen okur muydun? İstersen bir düşün. 28/03/2016
Sahi, çocuğuna sunduğun bu imkanları, Şeytanı bol bu dünyada sana bugün sunsalardı sen okur muydun? İstersen bir düşün. 28/03/2016
Niçin hep piyonlar ölür? *
Hiç satranç oynadınız mı? Ya da biliyor musunuz bu
oyunu? Eğer bilmiyorsanız öyle zannediyorum bu oyunu da sevemezsiniz.
Çünkü her konuda olduğu gibi satranç sevenler bir de sevmeyenler vardır bu
ülkede.
Bu ülkede oyun olarak sanırım en az oynanan oyundur. Çünkü
satrançta birkaç hamle sonrasını planlamanız gerekiyor. Bir düşünce
oyunudur. Seyredeni de azdır. Pek ses yapılmaz. Oynayanlar genelde
seviyesini korurlar. İki kişi ile oynanır.
Satrançta 16 taş bulunur. 16 senin 16 da rakibinin.
Taşlar genelde siyah ve beyaz olur. En öne sekiz tane piyon konur öncü kuvvet
olarak. İlk çıkışta öne iki, sonrasında da tek hamle yapabilir. Rakip
taşı yerken sağ ve sol karede rakibi varsa çapraz yiyebilir. Geriye dönüşü yoktur.
Gemileri yakmıştır. Piyonların arkasında her iki köşede öne, arkaya, sağa, sola
düz giden iki tane kale, yanlarında L çizebilen birer at, atın yanında da
çapraz giden filler bulunur. En ortada her bir tarafa bir hamle yapabilen
şah, yanında da her bir tarafa gidebilen vezir bulunur. Aşağıdan yukarıya
önem sırası: piyonlar-fil-at-kale-vezir ve şahtır. Oyunda korunması gereken,
asla rakibe teslim edilmemesi gereken şahtır. Şah içindir bütün hayat. Şahı
korumak ya da rakibi mat etmek için piyonlardan başlanarak tüm taşlar feda
edilir. Tüm taşlar yense, oyun dışı kalsa bile şah oyunda bir aktör
olarak hayatiyetini devam ettirir. Ya mat olur: Mağlup olur. Ya da pat olur:
Berabere biter maç.
Oyunda olan hep piyona olur. Darbeyi hep o yer. Oyunda yükselebileceği
en iyi mevki-yaşarsa eğer- vezirlik makamıdır. Nedir bu piyon? Sözlüğe
baktığımızda: “Bir çıkar sağlamak için
yararlanılan, istenildiği gibi kolayca kullanılabilen kimse…
Satrançta oyun başında ön sıraya dizilen sekiz küçük taş, piyade” şeklinde tanımı yapılmıştır.
Satrançtaki piyona ve misyonuna dikkatinizi çekmek istedim.
Gördüğünüz gibi piyon en önde, tehlikelere göğüs geren, en ufak bir sıkışmada
feda edilip heba edilen bir taştır.
Gelelim günümüze… Günlük yaşantılarımız bu şekilde değil mi? Nerede
bir STK, nerede bir siyasi parti, nerede bir gönüllü kuruluş, nerede bir camia
varsa hep başında vazgeçilmezler vardır. En son onlara zarar gelir. Altlarında
ise onları korumaya çalışan, onlar için göğsünü siper eden samimi insanlar
vardır. Feda edilecekse ilk önce onlar feda edilir. Hapse atılacaksa, işine son
verilecekse -tıpkı piyon gibi- onlara verilir. Zaten bizim filmlerimizde böyle
değil mi? Başrolde ve kötü rolde iki aktör olur. Hele kötü rolde olanın sürüyle
ayak takımı olur. Bütün plan kötü roldeki aktörü korumaya yöneliktir. Son çare
yurt dışına kaçar. Ağa babaları onu orada kullanmaya devam eder. Eğer kaçamazsa
filmde en son kötü roldeki aktör yakalanır, tam iyi roldeki aktör öldürecek
iken polis gelir, elinden alır. Hapse götürür. Hasılı diyeceğim iyi rolde olsun
kötü rolde olsun baş aktörler ölecekse de tüm camiasını yok ettikten sonra
ölüyor. Tıpkı satrançta şahın kalıp tüm taşların başta piyonlar olmak üzere öldükleri
gibi. Filmlerimiz de gerçek hayatın bir kopyası değil mi? Bugün Esed’i korumaya
yönelik değil mi tüm akan kanlar? (Ben Esed’i örnek verdim. Siz alın
başkalarına kıyaslayın.) Gazete köşelerinde veya herhangi bir yerde
lideri adına tetikçilik yapanlar bir yolunu bulup yurt dışını mesken
edinmediler mi? Bugün çoğu sırça köşklerde yaşamaya devam ediyor. Öne
sürdükleri samimi insanların mağdur olması önemli değil onlar için maalesef.
Başkası piyon bulamazsa sesi o kadar gür çıkmaz. Ortalığı da yaşanmaz bir hale getiremez.
Ne demek istediğimi anlatabildim mi acaba? Yok anlaşılmamışsa bu benim eksikliğimdendir. Rabbim bizleri başkasının oyuncağı olmaktan, piyonu olmaktan kurtarsın. Kendimiz olalım yeter. 28/03/2016
Ne demek istediğimi anlatabildim mi acaba? Yok anlaşılmamışsa bu benim eksikliğimdendir. Rabbim bizleri başkasının oyuncağı olmaktan, piyonu olmaktan kurtarsın. Kendimiz olalım yeter. 28/03/2016
* 13/08/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
Neden Sorgula-ya-mıyoruz?*
Küçükken
içimizdeki gibi konuşur ve davranış sergileriz. Çünkü
sırtımızda yumurta küfesi yok. Büyüdükçe içimizden geldiği gibi konuşup
davranamıyoruz. Niçin?
İçinde
bulunduğumuz muhit, aidiyet duygusuyla bağlandığımız yerler, "Başkası ne
der, tepki çeker miyim, bulunduğum yeri kaybeder miyim, ayıplanırım, dışlanırım…”
endişesi, bizi sınırlamaktadır. İçimizdeki duygu ve düşüncelerin dışında başka
düşünceleri savunmak durumunda kalıyoruz hiç içimize sinmese de. Yani büyüyünce
kendimiz olamıyoruz. Belki de çoğu zaman iki kalp taşıyoruz. Farklı görünüm
kişiliğimizi zedelemektedir. Küçüklükteki öz güveni büyüyünce kaybediyoruz.
Çünkü küçüklükte o masum halimizle hiç hesap
yapmıyorduk..
Büyüyünce
ilk işimiz hesap kitap yapma olmaktadır. Hasılı özgür birey olamıyoruz. Hep
birine, bir yere bağlılık tekdüze insan olmaya zorluyor birey ve topluma yön
vermeye çalışan köşe başlarını tutmuş, ölünceye kadar postunu kimseye
bırakmayan kişiler. İnancımızda mutlak itaat sadece Allah'a ve Resulüne iken
itaat ve bağlılık yaptığımız insanların sayısını çoğaltıyoruz. Hep "Vardır
bir bildiği, hikmetinden sual olunmaz" psikolojisi nasıl bir ruh hali
gerçekten? Bu ruh hali her alanda kendisini göstermektedir: Hem dini
cemaatlerde, hem siyasette, hem amir-memur ilişkilerinin olduğu vb. yerlerde.
Mutlak
itaat, sorgulanamaz bir alan, aklı kullanmama sanırım doğu toplumlarının
özelliği oldu. Halbuki biz böyle mi idik. Değildik. Tarihimiz öz güven sahibi
insanların örnekleriyle dolu: Allah Teala,
"Ölüleri dirileceğim" dediği zaman İbrahim(as), "Nasıl
dirilteceksin. Bu konuda beni ikna et" demişti… Yaşlanınca kocası
tarafından bir boşanma sözü olan "Anamın sırtı gibisin" dendiği zaman
peygambere gelip " Beni nasıl boşar? Ben ona şu kadar çocuk verdim"
şeklinde cevap veren ve ardından kocası hakkında yaptırımlar inmesine sebep
olan bir kadın vardı. Adı: Havle…
"Ben bir hata yaparsam beni kim düzeltir" diyen Ömer'e(ra.),
"Seni bu kılıcımla düzeltirim" diyen bir arkadaşı vardı…"Ya
Muhammed, bu görüşün vahiy mi, yoksa kendi kanaatin mi" sorusuna, "
Kendi görüşüm" cevabı verilince " O zaman öyle değil de, şöyle
yapalım" diyen bir sahabe topluluğu vardı.
Bu
konudaki örnekleri çoğaltabiliriz. Nasıl bu hale geldik? Bunun sebebini
irdelememiz gerekiyor. Aklımızı kiraya verme, sorgulamama denince sadece
aklımıza dini cemaatler gelmemelidir. Maalesef günümüzde dini cemaat, siyasi
parti, sivil toplum örgütleri vb her alanda aynı sıkıntıyı görebiliriz. Bu
konudaki istisnaları da göz ardı etmemek lazım. Hepimiz itiraz etmeyen,
sorgulamayan, bize itaat eden, bize benzeyen insanlar istiyoruz. Yani köle.
Zaten bir kölenin de en büyük hayali, özgürlüğe kavuşunca bir köle edinmekmiş. Herkesi kendimize benzettik. Şimdi de birçok
alanda özgün eserler bekliyoruz.
İnsanlar
özgür olmadan, kendisini özgür hissetmeden kesinlikle özgün eserler veremez. Birbirinin
fotokopisi olan kişilerden özgün eser beklenmez. Farklı ses çıkartanı -kısa
zamanda tu kaka yapmak suretiyle- annesinden doğduğuna pişman ediyoruz.
İnsanların
hakaret etmeden, efendiliğini bozmadan, üslubuna dikkat ederek uygun zeminlerde
görüşünü rahatça söyleyebileceği günlerin gelmesi temennisiyle. 30/11/2015
30/03/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.
27 Mart 2016 Pazar
İleri-geri saat uygulaması veya Nesî’ olayı
Her yıl saatler; ekim ayında
geri, mart ayında da ileri alınır. Türkiye’de bu uygulama 1972 yılından beri
var olagelmiştir. Amaç, gün ışığından
daha fazla faydalanmak. Yetkililere bakınca enerjiden baya tasarruf
ediliyor. Gün ışığından faydalanıyor mu
bilmem. Geldim-gidiyorum fakat hala bu olayı ve mantığını çok kavramış değilim. Çok iyi anlayan biri varsa bana bunu anlatırsa
kendimi bahtiyar hissedeceğim.
Ben
bu saatle oynanmasını görünce aklıma hep Cahiliye Dönemi Araplarının adına “Nesî”
dedikleri ayı öne çekme ya da sonraya erteleme gelir. Tevbe Süresi 37.ayette
Allah: “(Haram ayları) ertelemek, sadece
kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. Allah'ın
haram kıldığının sayısını bozmak ve O'nun haram kıldığını helâl kılmak için
(haram ayını) bir yıl helâl sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. (Böylece)
onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah kâfirler
topluluğunu hidayete erdirmez.” Buyurarak Arapların yaptığı bu uygulamayı
eleştirir. Kur’an’ın dediği aylar: Zilkade, zilhicce, muharrem ve recep
aylarıdır. Bu aylar hürmete layık aylardır. Savaş yapılmaz, kabile savaşları bu
aylarda diner. Ticaret, alış veriş canlanır. Kervanlar bu aylarda daha
emniyetli yolculuk yaparlardı. Panayır adını verdikleri fuarlar bu aylarda
açılırdı. Araplar ticaret ya da savaş dolayısıyla ayları genellikle muharrem
ayını tehir ya da öne alırlarmış. Yani
hile yaparlarmış. Savaşmak istemiyorlarsa bu ayları öne alırlar. Yok savaş yapmak
isterlerse de bu ayları sonraya ertelerlermiş. Hoş o dönemin Arapları cahil olsa da en
azından aylara hürmeten savaş ve yağmayı keserler, insanlar 4 ay emniyetli
bir şekilde yaşarlarmış. Irak, Libya, Suriye, Afganistan vb ülkelerdeki
savaşlar ise yıllar yılı kesintisiz devam ediyor. Ne bayram, ne Ramazan bilinir.
Ne de “Bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi” geldi denir. Bizim kesintisiz
eğitim gibi.
26/03/2016
gecesi saatler 03.00 iken 04.00’e ilerletilecek. Hepsi bir saat. Ne var bu
meseleyi bu kadar problem edinecek. Neredeyse tüm dünya bu şekil yapıyor diyebilirsiniz.
Bir defa Pazartesi’den itibaren mesai saatleri yeniden düzenlenecek. Muhtemel
mesailer ileri saatle beraber daha ileriye alınacak. Yani baharla beraber
geceler kısalmaya, gündüzler uzamaya başlar. Gece uykuları tatlanır. Sabahleyin
insanlar uykuyu alamadan kalkıyor. İşine-gücüne bir saat öncesinden başlıyor.
Akşam ise mesaiden erkenden çıkıyor. Akşam Güneş’in batmasına daha epey bir
zaman kalıyor. Saatle oynanacağına Güneş’in durumuna göre mesailer ayarlansa ne
olur? Çoğu insan saatlerin değişmesiyle birlikte ekim-mart aylarında bir
sendeleme yaşar. Özellikle mart ayındaki ileri saat uygulaması çoğu insan için
zor oluyor diye düşünüyorum. Bugün geri saat uygulaması dediğimiz saat aslında
bünyemize uygun bir saat diye düşünüyorum. Mesai denince illa 08.00-17.00 ya da
08.30-17.30 olacak diye ayarlama yoluna gidilmemeli. 07.30-16.30 gibi mesai
olabilir gün uzaması, kısalmasına göre. Sanki saatler ileri-geri alınınca insanlar 8
saatten daha fazla mı mesai yapacak.
2013
yılında bu hükümet bu saat uygulamasından vazgeçeceğini açıkladığı zaman
sevinmiştim bir komedi daha sona erecek diye. Ama nedense uygulama aynen devam
ediyor bir türlü hayata geçiremediler.
Yazımın
başında “Nesi” olayına değinerek ilgili ayeti de yazdım. Bugünkü saat uygulamasını
nesi kavramı ile kıyasladım. Saatle oynayanlar dinen hata yapmışlardır
iddiasında hiç değilim. Sadece kıyas yaptım. Araplar aylarla oynamış biz de
saatle oynuyoruz. Teşbihte hata olmaz biliyorsunuz.
Yazımı
bir fıkra ile bitireyim: Adamın biri 3 arkadaşına bir fıkra anlatır. Fıkranın
bitiminde ikisi güler, bir tanesi gülmez. “Sen niye gülmedin. Yoksa fıkrayı
komik mi bulmadın” diye sorarlar. Arkadaşı: “Anlamadım” der. Tekrar anlatır,
diğer ikisi yine gülmüşler bu yine gülmemiş. “Yine anlamadım” demiş fıkrayı anlamayan. Adam üşenmemiş 3.defa fıkrayı anlatmış, fıkraya gülen iki arkadaşı
bu sefer gülmemiş, çünkü fıkranın artık komikliği kalmamış. Daha önce gülmeyen
bu sefer gülmeye başlamış. Gülmüş de gülmüş. Adamı susturamamışlar. Adam epey
güldükten sonra: “Yahu arkadaş fıkra bu kadar komik miydi, çok güldün demişler. Adam: “Arkadaşlar ben yine anlamadım, yine
anlamadım” demiş.
Hasılı
53 yaşındayım. Bu fıkrayı anlamayan 3.kişi gibi ben de bu saatlerle yılda iki
kez oynanmasını hala anlayamadım. Yine anlayamadım. Yine anlayamadım. Anlamışsam
harap olayım. İçinizde anlayan varsa beri gelsin. Sahi siz anladınız mı? Yoksa
anlar gibi mi görünüyorsunuz? Olsun! Vardır bir hikmeti değil mi? 27/03/2016, 01.18
24 Mart 2016 Perşembe
Dikkat! Sapık var **
Gün geçmiyor ki bir sapık haberiyle uyanmayalım. Gün
geçmiyor ki bir taciz olayıyla irkilmeyelim. Gün geçmiyor ki önce tecavüz
ardından hunharca öldürülmüş mağdureler görmeyelim. Çocuk kaçırmalar,
kayıplar…vs. vakayı adiyeden oldu. Şimdi de sübyancı dediğimiz pedofili çıktı
ortaya.
Kimden miras kaldı bize bu sapıklık? Ruhumuza işlemiş sanki. Hocamız kim bizim yahu? Sahi kim?
Sırplarla savaşırken bir komutan
Aliya’ya gelir ve şöyle der: “Efendim Sırplar bizim kadınlarımıza
tecavüz etti. Çocuklarımızı öldürdü. Köylerimizi yaktı. Şimdi biz de
Sırpların bir köyünü kuşatma altına aldık. Biz de onlara bize yaptıklarının
benzerini yapacağız.”
Aliya şöyle cevap verir: “Onlar
gibi davranamayız. Çünkü onlar bizim öğretmenimiz değil.”(Levent Gültekin)
Sırplar bizim öğretmenimiz değilse kim bizim öğretmenimiz? Hep uçkurunu düşünen bu tipler nereden türedi? Toptancılığı sevmem ama kimse kızmasın. Bizim eski Türk filmlerimizin ekserisinde hep tecavüz sahneleri var. Coşkun, Sütçü gibiler damga vurdu. Beyinlerimize işlediler. Bu filmlerin senaristleri bu toprakların mahsulü mü gerçekten. Yabancı filmler de izledim zaman zaman. Ben hiç onlarda tecavüz sahnesine rastlamadım. Adam hırsızlığa gelmişse gelir hırsızlığı yapar, çıkar gider. Bizde ise hırsızlık için gider. Önce evin kızına, kadınına tecavüz eder. Sonra hırsızlık yapar. Şimdi o filmler maalesef gündüz sinema kuşağı adı altında evlerimizde arzı endam ediyor. Suçlu aramıyorum ama eğer bu suçtan bir pay verilecekse birinci sırayı bizim Türk filmlerini oturtmak gerek. Her filmde bu iğrenç sahneler işlene işlene bu uçkuruna bağlı aklı evvel beyinsizlerin beyinlerine işlemiş maalesef. Senaryo biraz değişmiş o kadar. Filmdekiler kötü rolde, içimizdekiler ise iyi rol görünümünde... Her meslek grubunun yüz karaları olduğu gibi büyük bir camia olan eğitim camiasında da kendiyle barışık olmayan hasta ruhlu yüzü karalar çıkıyor maalesef. Sabi- sıbyana sulanan lanetli kişiler bunlar. Bunlar Aliya'nın dediği gibi Sırpları örnek almış tipler. Sonunda hoca bunu yaptıysa cemaat ne yapar?
Kime, nasıl güvenilecek, millet ne yapacak bilemiyorum. Ne
evlerimiz emniyetli, ne sokaklarımız, ne caddelerimiz, ne eşimiz ne de
çocuklarımız. Kime güvendiysek hep yaya kaldık. . Birine iki içki şişesi
getirmişler. Tadına bak da hangisi daha iyi söyle demişler. Adam ilk
şişeyi açar. Ağzına bir yudum alır. Şu daha iyi demiş. Be adam daha onun tadına
bakmadın, nasıl iyi olduğunu söyleyebilirsin demişler. Adam, evet tadına bakmadım.
Çünkü hiçbir şey bu içtiğimden daha kötü olamaz cevabı vermiş. Hasılı birinden
darbe yiyoruz, öbürüne yöneliyoruz. Öbürü, öncekinden beter çıkıyor. Hani
adama demişler, “Tecrübe nedir” diye. Adam: “Hayatta yediğin kazıkların
bileşkesi” demiş ya. Geldik bu dünyaya. Deneme yanılma tahtası olarak kör-topal
devam ediyoruz bu hayata yapışmaya. Hep bir sığınak, hep bir liman, hep bir
güven kapısı, bir kurtarıcı aradık. Çünkü kurtuluş buralardadır dedik.
Ama umduğumuz dağlara maalesef hep kar yağdı.
Birilerine “Kurtar bizi baba” dedik. Ülkeyi 70 sente muhtaç
etti. O gitti. Ardından kurtar bizi ana” dedik. İki anahtara sahip olacağız
derken ülkeyi “Kara Çarşamba” diye adlandırılan ekonomik krize düçar
etti. Başımıza gelen her türlü kötülük eğitimsizlikten dedik.
Çocuklarımız okusun. Ama eğitimdeki boşluğu değerlendirmek/takviye için
“Abi, abla, hoca” bulalım, çocuğumuza rehberlik yapsın, yol göstersin, onunla
ilgilensin dedik. Kimi ruhumuzu, beynimizi esir aldı. Kimi namusumuzu.
Bir iğfal edilmediğimiz kalmıştı. Sonunda nur topu gibi sübyancılığımız
ortaya çıktı. Görsel medyadan seyrediyoruz; yazılı basından ağzımız açık,
hayretler içerisinde okuyoruz. Hala da her şeyimizi ihale etmeye devam
ediyoruz. Bir içkiden içmediğimiz diğer içkiye tecrübe kazanmaya devam
ediyoruz. Ne zaman vaz geçeceğiz her şeyimizi başkasına ihale etmekten. Şunu
bilelim ki tabiat boşluk kabul etmez. Evet güvenelim ama hiçbir zaman tedbiri
elden bırakmayalım. Her gördüğümüze amca diye sarılmayalım. Bir kanalda çocuk
istismarcılarının özelliklerini söylerken bir öğretim görevlisi: “Nerede
başarılı, işinde uzman, etrafınca sevilen, herkesin güvenini kazanmış biri
varsa çoğunun sonu çocuk istismarcılığına çıkıyor” dedi. Sapıklar, sübyancılar
gerçekten derslerine iyi çalışıyorlar: Önce güven kazanmak. Zaten biz bir
insana güvendik mi sırtımızı dayarız. Sonuç hüsran, hep hüsran…
Allah Kur’an’ da erkeklerin hemcinsleriyle alenen
yaptıkları homoseksüelliği ve akabinde de yağmur yerine yağan taşlarla o kavmin
nasıl helak edildiğini anlatır. Biz okuruz, durmadan Lut peygamberin kavminin
sapıklığına kızarız. Rabbim niye anlatıyor bunu. Kur’an kıssa kitabı mı? İbret
alalım diye anlatıyor. Görüldüğü gibi pek ibret almamışa benziyoruz. Çünkü
özellikle çocuk ve öğrencilere taciz olayları lokal olmaktan çıktı. Mantar
biter gibi Anadolu’nun herhangi bir ilinde ortaya çıkıyor. Bunlar tespit
edilenler. Ya tespit edilmeyenler. Bazı yerden geçerken uyarı levhası görürüz:
Dikkat köpek var!" diye. Sapık ve sübyancılar bilinse de "Dikkat
sapık var" yazılsa alınlarına böylelerinin.
Cezalarımız suçluyu korumaktan vazgeçmeli. Her şeyden önce
caydırıcı olmalı. Böylelerini hadım etme dahi düşünülmeli.
Cezaevinde milletin sırtından beslememeli. Emekliliği hak etse dahi maaş ve tüm
kazanımları kesilmeli.
Alevi ahlak sisteminde güzel bir şekilde ifadesini bulan şu sözle bu nahoş konuyu bitirelim: “Eline, diline ve beline sahip ol.” Rabbim her türlü kötülükten özellikle sapık, sübyancıların şerrinden korusun çocuklarımızı… 24/03/2016
** 25/03/2016 tarihinde kahta.soz'de yayımlanmıştır.
Aynı dili konuşan mı olalım. Yoksa aynı duyguyu paylaşan mı?
Bana dünyada en zor adam kimdir deseniz hiç
tereddütsüz iletişime kapalı insan derim. Çevrenizde vardır mutlaka böyleleri.
Her türlü yolu deneseniz dahi bu tiplerle bir ve beraber olamazsınız. Bir araya
gelseniz de sizi aynı kazana atsalar yine kaynamazsınız. Belki aynı dili
konuşursunuz. Ama nafile. Ona ayırdığın zamanı hendek atlatmak için deveye
ayırsanız, ya da iğne deliğinden deveyi geçirmeye kalksanız belki başarılı olabilirsiniz. Böyleleri Nuh
der, ama asla peygamber demez. Dediğim dedik, çaldığım düdük der. Dünyadaki tüm
doğruları kendi bildiği doğrular olarak görür. Ne başkasına verebileceği
vardır. Ne de başkasından alacağı.
Var mı böyleleri diye
sakın araştırmaya kalkmayın. Şayet kendinize problem arıyorsanız çok uzağa
gitmeyin. Çünkü sağınıza solunuza baksanız sayılarının pek de az olmadığını
görürsünüz. Kendisine atfedilen biz sözde Celalettin Rumi: “Aynı dili
konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşırlar” der. Bu söze şapka çıkartılır.
Bir gün Karasınır
Parkına çay içmek için gittim. Parkta, küçüklükten beri tanıdığım baba dostu
rahmetli Sadık Hoca'yı yanında biriyle otururken buldum. Yanında tanımadığım
biri vardı. Hoş geldiniz dedim. Misafiri için, "Türkçe bilmez. Pakistanlı
hacı arkadaşım. Ben Urduca bilmem. O da Türkçe bilmez. Ben biraz Arapça
bilirim. Dostum İngilizce bilir. Sağ olsun. Ziyaretime gelmiş" dedi. Nasıl
anlaşıyorsunuz dedim. "Kalp dili,
gönül dili, ne dersen de" diye cevap verdi. Yanlarında biraz oturdum.
Birbirlerine bakıyorlar. Çay içeceği zaman el-kol işareti ya da jest ve
mimikleriyle "Çay içelim mi" diyor. Misafiri başını sallıyor.
Olabilir mi böyle bir şey? Siz ne derseniz deyin. Ben gördüm. Gördüğüm manzara
birbirine yabancı iki insan aynı duygular içerisinde muhabbet ediyor. Böyle bir
muhabbeti, duygudaşlığı görünce Rumi'nin sözündeki manayı daha iyi anladım.
Ülkemizde aynı dili
konuşuyoruz. Fakat büyük bir çoğunluğumuz ayrı telden çalıyoruz.
Konuşmalarımıza "Bana göre, bence, aslında..." diye başlarız.
Muhatabımız cümleyi bitirir bitirmez ne cevap vereceğini hazırlar. Söz biter
bitmez o da olayları kendi penceresinden değerlendirmeye başlar. Aslında
konuşurken ne söyleyeceğini hazırlayanlar karşı tarafı dinlemez. Ancak dinler
gibi görünür. Ya da savunma-gerekçe-bahane hazırlar. Yani yarım yamalak
dinliyoruz. Ön yargıyla dinliyoruz. Atalarımız: "Bir konuş bin dinle"
demiş. Her şeyden önce dinlemeyi beceremiyoruz. Konuşmada üstümüze yoktur
sanırım. Her konuşan da muhatabına baskın çıkmak için konuşur. Eğer ikna
edemezse yavaştan sesler yükselmeye başlar. Aynı dili konuştuğumuz milyonlarla
anlaşamıyoruz. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi farklı dilde olanlar, aynı duyguyu
paylaşanlar anlaşabiliyor.
Çoğumuz duygu,
düşüncelerimizi paylaşabilmek, işimizi halledebilmek gibi nedenlerle yabancı
bir dil öğreniriz. Hatta "Bir dil bilen bir insan, iki dil bilen iki
insandır" deriz. Dil bilmek evet önemli ama dilden önce duygudaş olmak,
iletişime açık olmak, karşı tarafı anlamaya çalışmak gerek diye düşünüyorum.
Gelin dil öğrenmeden
önce birbirimizi dinlemeye açalım antenlerimizi. Birbirimizi anladığımız
takdirde sorun kalmaz. Ülkemizdeki sorun da birbirimize kapalı olmamızdır. 24/03/2016
23 Mart 2016 Çarşamba
Kocaman bir alkış
Gazetemizde
yazmaya başlayalı birçok konuda yazı yazmaya çalıştım. Bir spor kalmıştı. Bugün
de yazımı futbol maçlarına yani Konyaspor’a ayırdım.
Futbol
maçlarına gitmem, izlemem, maçtan da anlamam. Defans, bek, santrafor, libero,
ileri üçlü… nedir bilmem. Konyaspor’un yeni stadına hiç gitmedim. Fakat hafta
sonu maçlar bittikten sonra Süper Lig’de hangi takım ne yapmış der maç
skorlarını ve puan durumuna göz atarım. Madem anlamıyorsun
mübarek! O zaman ne diye bilmediğin konuda yazı yazacaksın diyebilirsiniz.
Konyaspor’un bu sezon gidişi/çıkışı göğsümü kabarttı. Anlamasam da çorbada
tuzum olsun dedim. Zira “Kambersiz düğün olmaz” biliyorsunuz.
2015-2016
futbol sezonu yeni açıldığında Konyaspor’un bir yetkilisiyle bir vesileyle
görüştüğümüzde “Hedefiniz ne olacak” diye sormuştu bir arkadaş. Yetkili:
“Hedefimiz küme düşmemeye oynayacağız” demişti. Cevap bize garip gelmemişti.
Konyaspor’un her sezonki yerine baktığımızda ayakları yere basan bir cevaptı.
Sezonun
başında yetkilinin verdiği cevap tevazuundanmış meğer. Çünkü sezonun 27.maçı
oynanmış. Konyaspor 50 puanla 3.sıraya demir atmış görünüyor. Ziraat Türkiye
kupasında 8 takımın arasına girmiş, yarı finale adını yazdırmış.
Nereden
nereye? Takımımız asansör takımdı birkaç
yıl öncesine kadar. Küme düşmemeye oynayan bir takımdı… Küme düşerdi, sonra
tekrar süper lige çıkması da ayrı bir sıkıntı
ve heyecandı. Tüm Konya kenetlenirdi. Çıkmaya çıkardı ama tutunması ise
ayrı bir dert idi. İşte böyle bir Konyaspor bu yıl zirveye doğru bir çıkış
yakaladı. İstikrarın takımı oldu. Hocası, futbolcusu, yönetimi, seyircisi ve
tüm Konya; başarıya inanmış, emin adımlarla yoluna devam ediyor. Bunda stadın
katkısı, hoca istikrarı, yönetimin inancı, mütevazı kadrosu ve seyircinin
faktörü olsa gerek.
Birkaç
hafta önce solunlanmak ve çay içmek için
bir dostumla beraber Merkez Öğretmenevine girdim. Yürümekte zorlanan yaşlı bir
amca yakınımızdaki masaya arkadaşlarının yanına geldi. Bir taraftan da
“Arkadaşlar Konya’nın bugün deplasmanda
Mersin İdman Yurdu ile maçı vardı, ne oldu” diye sordu. Arkadaşları
bilmiyoruz dediler. Amcanın o yaşta
heyecanına hayran kaldım. Hemen skora baktım. Zira maç izlemesem de skor ve maç
sonucu benim işimdi: “Amca! Konyaspor, Mersin İdman Yurdu’nu 2-0 yenmiş” dedim.
Amcanın sevinci görülmeye değerdi. “Eee, amca, müjdeyi verdim. Hani bizim
çaylar. Ben müjdemi isterim” dedim. “Sizin içeceğiniz çay olsun” dedi. Amca
şaka yaptık dedimse de, hemen çaycıya ismiyle hitap ederek çayımızı da söyledi.
Oranın müdavimlerindendi anlaşılan. Amcanın çayını afiyetle içtik. Diyeceğim
maça giden, gitmeyen, benim gibi skoru ve sonucunu takip eden yediden yetmişe
herkes Konya’nın başarısına odaklanmıştı anlaşılan.
Asansör
takım olma özelliğini yok edip 3.lüğe demir atan Konyaspor’un ve Konyalıların
kendilerine öz güveni geldi. 3 büyüklerin ardından 4.büyük takım olan
Trabzonspor’dan sonra geçtiğimiz yıllarda Bursaspor’un gösterdiği performansı
önümüzdeki yıllarda Torku Konyaspor niçin göstermesin.
Yönetimine,
futbolcularına, seyircisine ve teknik heyete Kocaman bir alkış… Teşekkürler ve
tebrikler… 23/03/2016
Ekmeği nasıl seçelim!
Bakkaldan, marketten, fırından sanırım hepiniz ekmek,
simitçiden simit almışsınızdır ya da alanı görmüşsünüzdür. Ekmek alanların
ekmek seçişleri de mutlaka dikkatinizi çekmiştir. Eğer dikkat etmemişseniz
bundan sonra ekmek almaya gittiğinizde mutlaka sizden öncekinin ekmeği seçişine
bir dikkat edin derim.
Ekmeği alan ister beyefendi, ister hanımefendi olsun fark
etmiyor. Eliyle ekmeğe dokunuyor, bırakıyor; sonra öbürüne, alttakine,
üsttekine dokunup bırakıyor.. Hangisini alacak diye sen de hayret ve ibretle
bakıyorsun o kimseye. Aslında hepsine dokunup bırakacak da dokunmaktan
yorulduğu ve de arkasında bekleyenlerden biraz utandığı için bir kısmına
dokunmuyor. Hele şükür seçti ve çekildi. Ardından sıra sana geliyor. Sende onun
dokunmadıklarına dokunmaya başlıyorsun: Şunu mu alayım bunu mu diye. Aslında
çoğu bakkal ve markette: “Ekmeği elimizle değil gözümüzle seçelim” yazısını da
okumuşsunuzdur. Buna rağmen neredeyse tüm ekmekleri elimizle kontrol ediyoruz.
Maalesef gözümüz sadece seyrediyor bu durumda. Bıraktığımız ekmeği
beğenmiyoruz. Bir gün ekmek dile gelse bizi beğenir mi acaba?
Bu güne kadar nereden ekmek alırsam alayım. Alacağım ekmeği
gözüme kestirir, elimi uzatmakla poşetin içerisine koymam bir olur. Zaman zaman
kuru, bayat ya da yanık ekmeğin gelmediği de olmuyor değil. Nasibime artık.
Kendisinden öncekinin dokunup bıraktığı ekmeği almıyoruz. Niye? Çünkü o ekmeğin
kirlendiğini var sayarız. Ya biz görmeden ekmek seçenlerin dokunduğu ekmeği
almışsak..
Bu şekilde ekmek seçme benim hoşuma gitmiyor. Her birimiz
kendi elimizi temiz, başkasının elini kirli kabul ederiz. Aslında
ellerimizin kirli olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü günlük hayatta elimizin
temas etmediği yer yoktur. Belki de mikropların çoğu elimizden geçiyordur.
Gelin şu ekmeği alırken ne olur, ellerimizle ekmeklere dokunmayalım. Gözümüzle
seçelim. Ne çıkarsa bahtımıza diyelim. Bir defa ekmek kuru, yanık oldu diye
hayatımız sönmez. Nasıl ki başkasının dokunduğu ekmeği seçmiyorsak, başkası da
bizim dokunduğumuz ekmeği seçmez.
Bazı fırınlarda ekmekle müşterinin arasına bir engel
konmuş. Ekmeğin bulunduğu tezgaha girmemiz yasak. Alacağımız ekmeğin çeşidini
ve sayısını söyleyerek elinde eldiveni olan bir görevli vitrindeki ekmeği alıp
poşete koyuyor. Bu durumda parasını ödeyip çıkıyoruz, içimizde bir ukde
kalarak. Çünkü ekmeğe dokunamadık… Fırın, iyi ki engel koymuş. Yoksa o
ekmeklerin hepsine yapacağımızı bilirdik biz.
Ne olur, gelin bu konuda bari bencilliği bırakalım. Ekmeği
elimizle değil, gözümüzle seçelim. Gözüm görmez diyorsa eğer biri, gözlük
masrafı benden. Yok, ben idrak yoksunuyum diyorsa. İşte o; ne alınır, ne de
satılır. Kaderimiz çekeceğiz artık. Ya da ekmek yemeği bırakacağız.
15/03/2016
22 Mart 2016 Salı
Suçların alenileşmesinde basın
Eskiden gazetelerin
üçüncü sayfaları vardı. Bu sayfalar gasp, hırsızlık, tecavüz, kan davaları vb konulara ayrılmıştı.
Şimdilerde nedense bu tür haberler manşet ve sürmanşetlere taşındı. Hatta
görsel medyanın flaş haberleri arasında yer bulabilmektedir.
Haber dinlerken, gazete
haberleri okurken ya da bir habere yapılmış yorumu okurken insanın içi kararıyor. İsterseniz görsel ve
yazılı basından bazı örnekler vererek biraz da içinizi ben karartayım:
“Karaman’da bir
öğretmen, öğrencilere cinsel istismardan tutuklandı” (Haberde okulun adı,
öğretmenin adı, tecavüze uğrayan öğrencilerin sayısı, nerede kaldıkları,
kaçının rapor aldıkları yazılı.)
“Konya Ereğli’deki
taciz skandalı meclis gündemine taşındı.” (Milli Eğitim Bakanının
cevaplandırması amacıyla soru önergesi veriliyor. Okulun adı, öğretmen adı,
öğrenci adı zikrediliyor)
Bu iki olay normal seyri içerisinde savcılığa intikal etmiş. Bu nahoş olaylara
zaten savcılık el koymuş. Olayın meclis gündemine taşınmasıyla ne amaç elde
edilecektir. Anlamakta zorlanıyorum. Basın bu tür haberleri vererek okulu,
okulun tüm öğrencilerini töhmet altında bıraktığını niçin düşünmez acaba? Bu
tür haberlerin vukuu beterdir. Şuyuu ise vukuundan daha beterdir. İnsanlar bu
okullarda okuyan öğrencilere acaba diye şüphe ile bakacaktır. Suçların ifşası
bir müddet sonra olayları sıradan hale getirebilir. Basının amacı gerçekten
üzüm yemekse sanıkların en ağır cezaları almaları için adliye boyutunda takipçi
olmalıdırlar.
“G.Ü. 4.sınıf İngilizce
öğretmenliği öğrencisi Feyza Acısu, dün yaşanan
patlamada hayatını kaybetti." (Ölen öğrenci bir başörtülü) Bu habere yapılan yorum: “Hiç yoksa bunun
öğretmen olup bağnaz bir nesil yetiştirme olasılığının ortadan kalkmış olması
ufak bir tesellidir. Kimse kusura bakmasın, kafasındaki o çaputla herhalde astronot
yetiştirmeyecekti. Türkiye’de 3 tane ana kesim var, Yobazlar, kürtler ve
Atatürkçüler. Artık kardeşlik zamanı diye kendimizi kandırmayalım. Zayıflık
göstermek sonumuz olur. Bu yüzden can düşmanımız olan yobazlardan birisinin
ölmüş olmasına üzülemem. Kusura bakmayın. Yarın bunun yetiştirdiği nesil
de ışidin canlı bombası olacaktı."
(Yazım ve imla hataları yorumcuya aittir.) Bu yorumcunun ruh halinde sıkıntı
var. Bunun üzerinde durmayacağım. Habere böylesi yorumu yapanın yorumunu
yayımlayan editöre ne demeli. Yazık
gerçekten yazık!
Terör örgütü yetkilisi bir demeç veriyor. Bizim gazete ve TV'lerimiz
noktasına virgülüne yayımlıyor. Zaten adamın istediği de budur: Örgütün
propagandasını yapmak. Böylece amacına ulaşmış oluyor örgüt.
Gün geçmiyor ki basında
öğrencisinden dayak yiyen öğretmen, öğrencisine dayak atan öğretmen, doktoru
döven hasta ya da hasta yakınları, öğrencisine taciz uygulayan eğitimci adı
altında haberler kabak tadı verdi artık. İnsanımızın belleğine yerleşiyor böylesi
haberler.
Basın haberi yayına
hazırlarken yoğurdu üfleyerek yapmalıdır. Kamu yararı/zararı olup olmadığına dikkat
etmelidir. Her şeyden önce haberin aslı var mı yok mu demeden hemen yayına/basıma
girmemelidir. Bir camiayı töhmet altında
bırakacak yayınlar yapmamalıdır. Her şeyden önce çocuklarımızı etkileyecek
haberlerde daha titiz olmalıdırlar. 22/03/2016
İmtihanın imtihanı
19 Mart 2016 günü Açık
Lise sınavında görev aldım. Görev yerine gelirken içimi sebebini bilmediğim bir
sıkıntı bastı.
Gerekli açıklamalar
yapıldı. Kur'alar çekilmeye başlandı. Hiç heyecan yoktu bende. Çünkü en düşük
ücreti yedek gözetmen alacaktı. Zaten malum olduğu üzere bana o çıkacaktı.
Hayret ki ne hayret sınav ücreti daha iyi olan salon başkanlığı çıkmıştı bana.
Kendi kendime artık bahtsızlığı yendim. Bundan sonra şansım yaver gidecek diye
düşünmeye başladım. Sınav evrakını alarak görevli olduğum salonuma geçtim. Ama
nedense içim daralıyor. Başıma ince bir ağrı bile girmişti. Sınava girecek adaylar
tek tük gelmeye başladı. Yaşı yaşıma yakın biri girdi. Elinde hiç evrak da yok.
Sanırım milli eğitimden gelen denetmen olsa gerek dedim. Bana yaklaştı. Sonra
ilk sıraya oturdu. Öğrenci olduğu
anlaşıldı. Adetim değildir ama sordum kendisine: "Beşikten mezara ilim
öğreniniz" hadisini mi ölçü aldın dedim. "Öyle" dedi. Yaşını
sordum. "67 doğumlu olduğunu söyledi. Sonra sınav başladı.
Kendi kendime sınavdan
en son kim çıkar diye sordum. Merak bu ya. Adaylara göz gezdirirken gözüm en
önde oturan yaşıtım adayda kaldı. Evet bu dedim. En son bu çıkar. Adama biraz
alıcı gözüyle baktım. Ben bu adamı tanıyorum ama nereden düşüncesi aldı beni.
İnsan yeter ki problem istesin hemen bulur. Ben de buldum. Adamı nereden
tanıdığıma kafa yordum. 10 dakika düşündükten sonra ben bu adamı tanıyorum
dedim.
Açık
Lise sınavları
Bu adama sıra gelmeden bu sınavlar hakkında biraz
bilgi vermek istiyorum: Açık lise sınavları hafta sonu yapılır. Bir oturumda en
fazla 8 ders bulunur. Her dersten 20 soru olur. Sınavlar test usulü olur. Oturumlarda
sınav süresi 180 dakika. Yani 3 saat. Tek dersten sınava giren de 3 saat
bekleyebilir. 8 dersten giren de 3 saatin dolmasını bekleyebilir. Sınavlarda
tek öğrenci kalamaz. Mutlaka yanında biri daha bekletilir. Açık lise
sınavlarında ilk 20 dakika gecikenler alınır. İçeriden ilk 30 dakikada kimse
çıkarılmaz. 20 kişilik salonlarda genelde öğrencilerin üç ya da dörtte biri
sınava gelmez. Geriye kalanların en az yarısı ilk yarım saatin dolmasını
bekler. Vakit gelir gelmez evrakını veren çıkar. Cevap kağıtlarına bir göz
gezdirdiğinizde seçeneklerde her türlü deseni görebilirsiniz. Geriye kalan az
sayıdaki öğrenci ise genelde bir saat içerisinde sınavını bitirir. Bu
sınavlarda salonlarda görev yapanlar biran evvel sınavın bitmesini bekler. Erken bitirenin mutluluğuna derman yetmez.
Kimdi bu adam?
2011 yılında
Vali Necati Çetinkaya İlköğretim okulunda hem sabah oturumunda, hem de
öğle oturumunda salon görevlisi idim. Bir saat öncesinde
sınav yerinde hazır bulundum. İlk oturumda bugünkü gördüğüm aday dikkatimi
çekti. Sınav ortasında herkes sınavını yaparken bu adayın
beklediğini gördüm. Sınavın ortasında sağına soluna bakıyor, ellerini birbirine bağlamış bir şekilde bekliyor. Rahatsız mısın dedim. dinleniyorum dedi. Lavaboya çıkabilirsin dedim hayır dedi. Seçenekleri hiç işaretmememişsin dedim. Sonunda yapacağım dedi. Sınavın bitmesine 1 saatten fazla bir zaman var iken tüm salon boşaldı. Sadece dikkatimi çeken o aday ve başka bir bayan kaldı. Bayan bitirip çıkmak istedi. Biz görevliler daha ağzımızı açmadan bizim ki: "Sen beni bekleyeceksin" dedi kıza. Anladığım kadarıyla bizim beyefendi tecrübeliydi bu tip sınavlarda. Çünkü sınavda en az iki aday kalmak zorunda. Bitiren diğerini bekleyecekti. 9.30'da başlayan sınav 12.30' a kadar sürdü. Tabii binada benden başka kimse de kalmadı. Saat 12.30 oldu. Hele şükür dedim. Evrakı alıp teslim ettik.
***
Aynı okulda öğleden sonraki 2. oturumda yine görevliyim. Kur'alar çekildi. Salonum değişti. Yeni salonuma giderken sevincime diyecek yoktu. Çünkü o adaydan kurtulmuştum. Son gülen iyi güler derler ya. Salona girer girmez benim sabahki adayım yine benim salonda. Güler misin? Ağlar mısın? Son 1.5 saat kala benim salon ve tüm okul boşaldı. Okul bina sorumlularının biri geliyor biri gidiyor haydin hocam diye. Salonda beklemek zorunda kalan yine bir kızımız: Abim beni bekliyor dediyse de bizim aday rahat tavırlarıyla sınav olmaya devam etti. Ara sıra da abin kızar mı, sinirli biri mi diye soru sordu. Ardından güldü. Sonunda 3 polis, 3 bina sorumlusu, okulun hizmetlileri, ve biz iki salon görevlisi bizim adayı bekledik. 17.00'dan önce de çıkmadı anlayacağınız.
***
İşte 5 yıl öncesinde iki defa salonumda sınava girerek bana sabretmeyi öğreten bu ihtiyar delikanlı yine karşımdaydı. Maşaallah 5 yıldır açık liseyi de bitirmemiş. Azim, gayret her şey tam. Kendi kendime salondan kim çıkar sorusunu abes bir soru olarak gördüm. Yanımdaki gözetmenime de "Hocam işte en son sınavdan çıkacak aday" dedim. Bekledik. O bekledi, biz bekledik. Tabii yanındaki bekleyen kızımız da. Okuduğu her satırın önce altını çiziyor, sonra siliyor, daha sonra okuduğu sayfayı yukarıdan katlıyordu. Kodlamayı yine yapmıyordu malum olduğu üzere. Tabii hikmetinden sual olmaz.
O da ne? Sınavdan bir saat önce hızlı hızlı kodlamaya başladı ve bir saat öncesinden evrakını teslim etti. Erken vermeye verdi de 20 salondan yine biz en sona kaldık. Bir sınav daha böylece bitti. Benim başımın ağrısının sebebi de anlaşıldı. Sınavı adam mı oldu ben mi oldum anlayamadım. Bu da benim için imtihan imtihanı oldu. 22/03/2016
***
Aynı okulda öğleden sonraki 2. oturumda yine görevliyim. Kur'alar çekildi. Salonum değişti. Yeni salonuma giderken sevincime diyecek yoktu. Çünkü o adaydan kurtulmuştum. Son gülen iyi güler derler ya. Salona girer girmez benim sabahki adayım yine benim salonda. Güler misin? Ağlar mısın? Son 1.5 saat kala benim salon ve tüm okul boşaldı. Okul bina sorumlularının biri geliyor biri gidiyor haydin hocam diye. Salonda beklemek zorunda kalan yine bir kızımız: Abim beni bekliyor dediyse de bizim aday rahat tavırlarıyla sınav olmaya devam etti. Ara sıra da abin kızar mı, sinirli biri mi diye soru sordu. Ardından güldü. Sonunda 3 polis, 3 bina sorumlusu, okulun hizmetlileri, ve biz iki salon görevlisi bizim adayı bekledik. 17.00'dan önce de çıkmadı anlayacağınız.
***
İşte 5 yıl öncesinde iki defa salonumda sınava girerek bana sabretmeyi öğreten bu ihtiyar delikanlı yine karşımdaydı. Maşaallah 5 yıldır açık liseyi de bitirmemiş. Azim, gayret her şey tam. Kendi kendime salondan kim çıkar sorusunu abes bir soru olarak gördüm. Yanımdaki gözetmenime de "Hocam işte en son sınavdan çıkacak aday" dedim. Bekledik. O bekledi, biz bekledik. Tabii yanındaki bekleyen kızımız da. Okuduğu her satırın önce altını çiziyor, sonra siliyor, daha sonra okuduğu sayfayı yukarıdan katlıyordu. Kodlamayı yine yapmıyordu malum olduğu üzere. Tabii hikmetinden sual olmaz.
O da ne? Sınavdan bir saat önce hızlı hızlı kodlamaya başladı ve bir saat öncesinden evrakını teslim etti. Erken vermeye verdi de 20 salondan yine biz en sona kaldık. Bir sınav daha böylece bitti. Benim başımın ağrısının sebebi de anlaşıldı. Sınavı adam mı oldu ben mi oldum anlayamadım. Bu da benim için imtihan imtihanı oldu. 22/03/2016
Usulsüz vusul olmaz
Bir meslek grubunun içerisinde çocuklarımızı dinden soğutan bir kesim var. Çoğunun iyi niyetli olduğunu biliyorum. Her şeyden önce bu iyi niyetle yapılan tasarruflarımızın öz eleştiri sadedinde sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.
Hepimizin bilmesi gerekir ki bu nesil bizim yetiştiğimiz nesil değil. Sıkıntı çekmeden yetişen, sorumluluk verilmemiş, her şeyi sorgulayan, her şeye karşı çıkan, her şeye bir bahane bulan bir gençlik. Ben ve benim nesil neyin ne olduğunu sorgulayamadan; dayak, hakaret ve şiddetle büyümüş bir nesiliz. Böyle büyüyen bizlerin bu günkü nesli kendi yetiştirilme tarzımız gibi yetiştirmeye kalkmamız telafisi mümkün olmayan yaraların açılmasına sebebiyet verecektir.
Sahanın içinde olmayanlar, sahanın içinde olup da "Kırılan kol yen içerisinde kalsın" düşüncesiyle camia ve meslektaşlarına toz kondurmayanların yanlış anlayacağını bilerek bu yazıyı yazmaya karar verdim. Bu yazıyı kaleme alan biri olarak bu konuda çok masum olduğumu iddia etmiyorum. Haklı ya da haksız maalesef yetişme tarzımın bir yansıması olarak zaman zaman bu günkü karşı çıktığım ve eleştirdiğim konularda bilerek ya da bilmeyerek hata ve yanlışlar içerisine girdiğimi anti parantez söylemek isterim. Bir kaç lokal örnekle konuyu irdelemeye çalışacağım: Bugün sanal alemde eski mezun bir öğrencimin bir paylaşımı dikkatimi çekti: "4.sınıf çocuğunun bir dersten muaf tutulması için idareye dilekçe verdiğini, çocuğunun dinden soğumaması için böyle bir tasarrufta bulunduğunu" belirtiyordu paylaşımında... Yine bir gün çocuğunu dövdüğü bir velisiyle mahkemelik olan bir meslektaşımı dinledim: " Çocuk mahkemede şikayetçi olmadığı halde babası şikayetçi oldu. Çıkışta bana, ' Geçmişte senin branşında bir hoca beni okuldan soğuttu. Senin de benim çocuğumu dinden soğutmana izin vermeyeceğini, hatta mesleğinden atılman için elinden geleni göstereceğini' söyledi dedi." Yine ezberini yapmadığı ya da yapamadığı için dayak yiyen, notu düşük ya da zayıf düşen öğrenci ve velilerin serzenişlerini duyarsınız zaman zaman. Örnekleri çoğaltabiliriz.
Zayıf not veren, ezber ya da dersinden dolayı dayak atan kişilerin iyi niyetinden şüphem yok. Fakat görüldüğü gibi iyi niyet her zaman iyi sonuç vermiyor. Bir kısım hocalarımız bize yaptılar, öğrenci böyle yetişir diye biz de onların metodunu uygulamamalıyız. Artık çocuklara yeni şeyler söylemek lazım. Her şeyden önce öğrencinin psikolojisini iyi okumak ve bilmek zorundayız. Dayak atmak suretiyle ancak dine soğuk, dine düşman bir nesil yetiştirebiliriz. Çocuklardaki öz güveni yok etmiş oluruz. Elimizden gelen çabayı gösterelim ama nefret ettirmeden yapalım. Çocuk, öğrenmemede direniyor mu bırak öğrenmesin. İhtiyaç hisseden zamanında yapmadıklarını yeri geldiği zaman çarçabuk öğrenir. Yeter ki bu dinin özünde sevgi olduğunu bilerek sevgiyle yaklaşalım yeni genç dimağlara. Bilinç altlarına düşmanlık tohumu ekmeyelim. Her çocuğun bir kabiliyeti var, yeter ki biz o kabiliyeti ortaya çıkarmaya çalışalım. İçimizde sayıları az olmayan meslektaşlarımızın metodunu uygulayalım. Hiç unutmam fakültede bir arkadaşım vardı. Aile ve içinde bulunduğu camia itibariyle İmam hatip'e ve İlahiyat'a yabancı olan biri. İlahiyat Fakültesinde iken Cuma kıldırırken bile Cuma namazını düzgün kıldıramayan biri. Bir konuşma esnasında yabancısı olduğu bu yere nasıl geldiğini anlattı: "Dersine giren bir öğretmenden çok hoşlanır. Lisede iken söz verir, ben bu adamın okuduğu okulda okuyacağım diye. Çok sevdiği öğretmeninin İlahiyat Fakültesi mezunu olduğunu öğrenince İlahiyat okumaya karar verir. Halen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni olarak görev yapmaktadır.
Amacımız insan kazanmak olmalı. Dersine girdiğimiz tüm öğrencinin meramımızı bilmesini sağlamalıyız önce. Yaptığımız işin doğruluğuna ikna edemediğimiz müddetçe biz başarılı olamayız. Vurduğumuz yerlerde gül yerine kin, intikam duyguları bitiyor haberimiz olsun.
Usulsüz vusul olmaz. İlk önce usul ve metodumuzu değiştirelim. 22/03/2016
Hepimizin bilmesi gerekir ki bu nesil bizim yetiştiğimiz nesil değil. Sıkıntı çekmeden yetişen, sorumluluk verilmemiş, her şeyi sorgulayan, her şeye karşı çıkan, her şeye bir bahane bulan bir gençlik. Ben ve benim nesil neyin ne olduğunu sorgulayamadan; dayak, hakaret ve şiddetle büyümüş bir nesiliz. Böyle büyüyen bizlerin bu günkü nesli kendi yetiştirilme tarzımız gibi yetiştirmeye kalkmamız telafisi mümkün olmayan yaraların açılmasına sebebiyet verecektir.
Sahanın içinde olmayanlar, sahanın içinde olup da "Kırılan kol yen içerisinde kalsın" düşüncesiyle camia ve meslektaşlarına toz kondurmayanların yanlış anlayacağını bilerek bu yazıyı yazmaya karar verdim. Bu yazıyı kaleme alan biri olarak bu konuda çok masum olduğumu iddia etmiyorum. Haklı ya da haksız maalesef yetişme tarzımın bir yansıması olarak zaman zaman bu günkü karşı çıktığım ve eleştirdiğim konularda bilerek ya da bilmeyerek hata ve yanlışlar içerisine girdiğimi anti parantez söylemek isterim. Bir kaç lokal örnekle konuyu irdelemeye çalışacağım: Bugün sanal alemde eski mezun bir öğrencimin bir paylaşımı dikkatimi çekti: "4.sınıf çocuğunun bir dersten muaf tutulması için idareye dilekçe verdiğini, çocuğunun dinden soğumaması için böyle bir tasarrufta bulunduğunu" belirtiyordu paylaşımında... Yine bir gün çocuğunu dövdüğü bir velisiyle mahkemelik olan bir meslektaşımı dinledim: " Çocuk mahkemede şikayetçi olmadığı halde babası şikayetçi oldu. Çıkışta bana, ' Geçmişte senin branşında bir hoca beni okuldan soğuttu. Senin de benim çocuğumu dinden soğutmana izin vermeyeceğini, hatta mesleğinden atılman için elinden geleni göstereceğini' söyledi dedi." Yine ezberini yapmadığı ya da yapamadığı için dayak yiyen, notu düşük ya da zayıf düşen öğrenci ve velilerin serzenişlerini duyarsınız zaman zaman. Örnekleri çoğaltabiliriz.
Zayıf not veren, ezber ya da dersinden dolayı dayak atan kişilerin iyi niyetinden şüphem yok. Fakat görüldüğü gibi iyi niyet her zaman iyi sonuç vermiyor. Bir kısım hocalarımız bize yaptılar, öğrenci böyle yetişir diye biz de onların metodunu uygulamamalıyız. Artık çocuklara yeni şeyler söylemek lazım. Her şeyden önce öğrencinin psikolojisini iyi okumak ve bilmek zorundayız. Dayak atmak suretiyle ancak dine soğuk, dine düşman bir nesil yetiştirebiliriz. Çocuklardaki öz güveni yok etmiş oluruz. Elimizden gelen çabayı gösterelim ama nefret ettirmeden yapalım. Çocuk, öğrenmemede direniyor mu bırak öğrenmesin. İhtiyaç hisseden zamanında yapmadıklarını yeri geldiği zaman çarçabuk öğrenir. Yeter ki bu dinin özünde sevgi olduğunu bilerek sevgiyle yaklaşalım yeni genç dimağlara. Bilinç altlarına düşmanlık tohumu ekmeyelim. Her çocuğun bir kabiliyeti var, yeter ki biz o kabiliyeti ortaya çıkarmaya çalışalım. İçimizde sayıları az olmayan meslektaşlarımızın metodunu uygulayalım. Hiç unutmam fakültede bir arkadaşım vardı. Aile ve içinde bulunduğu camia itibariyle İmam hatip'e ve İlahiyat'a yabancı olan biri. İlahiyat Fakültesinde iken Cuma kıldırırken bile Cuma namazını düzgün kıldıramayan biri. Bir konuşma esnasında yabancısı olduğu bu yere nasıl geldiğini anlattı: "Dersine giren bir öğretmenden çok hoşlanır. Lisede iken söz verir, ben bu adamın okuduğu okulda okuyacağım diye. Çok sevdiği öğretmeninin İlahiyat Fakültesi mezunu olduğunu öğrenince İlahiyat okumaya karar verir. Halen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni olarak görev yapmaktadır.
Amacımız insan kazanmak olmalı. Dersine girdiğimiz tüm öğrencinin meramımızı bilmesini sağlamalıyız önce. Yaptığımız işin doğruluğuna ikna edemediğimiz müddetçe biz başarılı olamayız. Vurduğumuz yerlerde gül yerine kin, intikam duyguları bitiyor haberimiz olsun.
Usulsüz vusul olmaz. İlk önce usul ve metodumuzu değiştirelim. 22/03/2016
21 Mart 2016 Pazartesi
Az mı azar işittim bu Türk filmleri yüzünden
80’li yıllarda tek kanallı TV, akşam 18.00’den itibaren
İstiklal Marşı ile açılırdı. Benim için diğer yayınlar pek bir şey ifade etmezdi. Önceleri Salı günleri çıkardı Türk filmi. Tüm mahalleli bir komşumuzda olan TV'nin karşısında toplanır. Dört gözle filmin başlamasını beklerdik. Hele 20.00'da başlayan ana haber bülteni bitmek bilmez. Reklamın ardı arkası kesilmezdi. Sonraları Türk filmini Cumartesi gününe aldılar. Geç vakitte başlardı.
Kaldığım yurtta sadece Cumartesi akşamları ileri saatte 23.00, geri saatte ise 22.00' a kadardı izin verilirdi. Akşamında Beş Yol Kıraathanesinde en önde yerimizi kapardık. Varınca bir çay gelirdi hemen. Bir de filmin tam ortasında toptan çay servisi yapılırdı. İkinci çayı içmeden kalksak kendimizi bahtiyar sayardık. Çünkü zaten bir içimlik çay paramız olurdu. Ama bizim Hasan çay servisini kaçırmazdı hiç. Filmin tam ortasında ya da sonlarına doğru tam heyecanlı yerinde bizim izin biterdi. Çay ocağındaki tüm yurttan öğrenciler birbirine bakardı. Biri kalktı mı hepimiz kalkar. Kalkan olmazsa korku içerisinde filme bakmaya devam ederdik. Bir taraftan da film bittikten sonra nöbetçi öğretmen bize ne diyecek, dayak mı atacak, acaba yurda almamazlık yapar mı, bizi yok yazar da yurt müdürüyle mi karşı karşıya geliriz düşüncesi filmin içine ederdi ama yine de bakmaya devam ederdik. Anca beraber kanca beraber. Başa gelen çekilir. Ben yersem nasılsa onlar da yiyecek derdik. Film biter, yurda varınca diğer günlerde erkenden yatan nöbetçi öğretmeni bizi elindeki sopasıyla bekler görürdük. En hafifi dövmekten beter edecek şekilde azar işitmemiz olurdu. Ama yine de dayaktan iyi gelirdi bize. Sonunda zafer kazanmış bir komutan edasıyla yatağımıza giderdik. Çünkü haftada bir çıkan Türk filmine bakmıştık. Yarım bıraksaydık, ya da hiç bakamasaydık kendimizde bir eksiklik hissederdik. Yatınca da yatakta uyuyuncaya kadar filmin analizini yapar, uykuya öyle dalardık.
Türk filminin tadı damağımızda kalırdı. İki haftada bir değişen Türk filmine gitmek için rehberlik ve eğitsel kol derslerini kırar çarşamba günleri öğleden sonra Saray Sinemasına giderdik. Ya da 8-0 yenildiğimiz gündüz oynanan milli maçları izlemek için kahvehanedeki yerimizi alırdık. Sinemaya girerken bir korku. Çıktıktan sonra bir korku alırdı bizi. Çünkü öğleden sonra derse girmemiştik. Perşembe sabahı müdür yardımcım başkan nezaretinde bizi odasında bekliyor olacaktı. Bazen de hızını alamaz ilk derse başlamadan sınıfın kapısında alırdı soluğu. Başlardı ahiret sorularını sormaya. Biz başımızı öne eğer sorgunun bitmesini beklerdik. Mutlaka velimiz gelmeliydi. Başka türlü derse alınmayacaktık. Bugünlerde adam öldüren, terör eylemi yapan bu kadar sorguya çekilmezdi. Ama biz saatlerce ayakta sıra sıra bekler. Her bir söz, her bir azar beynimize peyderpey yerleştirilirdi. Hele bir defasında bir arkadaşımız ile birlikte milli maç ertesi hazır kıta yardımcının huzurundaydık yine. Ceketinin yakasına bir rozet takmıştı. Yardımcının o dikkatini çekti. "Nedir bu" dedi. "Türk Hava Yollarının rozeti" deyince. "Hava yollarının rozetini takmana ne gerek var. senin havan yeter sana" diyerek başladı uzun süre devam etti taciz. Tabii biz kafamızı kaldırmadan nasıl hava yapacaksak. Ancak başımız öne eğik bir şekilde, suçluluk psikolojisi içerisinde sadece hocamızı tasdikleyebiliyorduk: "Evet hocam, öyle hocam" şeklinde. Hele bir de 8-0 yenildiğimiz maçlardan sonra "Yendiniz mi bari" demesi yok mu?" Bizi kahrederdi gerçekten.
Nereden aklıma geldi bu Türk filmleri ve maç seyretmeleri? Zaman zaman belli gün ve haftalara göz gezdiririm. Alın size bir gün daha. “Türk Dünyası Filmleri Günü” olarak belirlenen 19 Mart’ı görünce hafifçe gülümsedim. Dağarcığımı yokladım. Eski Türk filmleri gözümün önünden geçip gitti. Çocukluk aşkımdı ne de olsa.
Şimdilerde günün her saatinde istediğin filmi ve Türk filmini bulabilirsin. Hem de renkli renkli seyredebilirsin. Bizimkisi siyah beyazdı. Ama bugünkülerden daha kıymetliydi ve değerliydi bilesiniz. En azından TV bağımlısı değildik. Çünkü yayınlar bizi izlemeyin derdi. Sadece Türk filmine bakardık. Akşamında açılan TV, gecenin bir vaktinde yine Marşımızla kapatılırdı.
Siyah beyazın nesine özlem duyacaksın mübarek diyebilirsiniz? Sayısız kanalda insanları her akşam bağımlılık yapan dizilerimiz yoktu bir kere. Film bitince işimize gücümüze yönelirdik. Ayrıca büyüyüp sorumluluk arttıkça insan geçmişe özlem duyar ve anılarıyla yaşarmış. Belki de benimki o cinsten.
Bir başka yazımızda da seneye -19 Mart'ta- olur belki. O zaman da Türk filmlerinin içeriği hakkında bahsederiz. Kim bilir? Nasip. 21/03/2016
Bu Kitap Bana Beleş
Yıl 2005-2006 öğretim yılı. İngilizce öğretmenim yanıma geldi. "Hocam Meb'in bastırdığı ders kitabı iyi değil. Yayınevi, 130 lira olan bu kitabı bizim okula özel; tüm öğrenciler aldığı takdirde 90 liraya verecek. Ne dersin, aldıralım mı?" Hocam illa bu kitap olacaksa bak elinde bir kitap var. Öğrencilere fotokopi yap, ver dedimse de kitabın dışarıdan geldiğini, fotokopi ile çoğaltmanın yasak olduğunu söyledi. Hangi kitapçılarda satıldığını sordum. "Hocam tek kitapçı da satılıyor, falan yayınevi dedi. Ben bir görüşeyim dedim ayrıldım.
Çocuğum da 9. sınıf öğrencisi. Ondan da aynı kitabı istemiş öğretmeni. Bir öğretmen kendi çocuğu için 60 liraya almış aynı kitabı. Girdim kitapçıya. Fİyatına 125 lira dedi. Ardımdan giren birisine 130 TL dendi. Kitapçı az tenhalaşınca bir arkadaş 60'a almış sizden. Bana da bu fiyata verin dedim. "Olmaz" dediler. Az sonra hangi okulda çalıştığımı sordular. ... Anadolu Lisesi dedim. "O okuldaki göreviniz nedir" dendi. Müdürüyüm deyince "Hocam niye söylemiyorsun müdür olduğunu. Al kitabı senden para isteyen mi var" dedi. Olmaz dedim parasız olmaz. Bana bir fiyat söyleyin. ... falan öğretmenin çocuğu için aldığı 60 TL'den bana da verin dedim. "Hocam anlatamadık galiba. Sizden para istemeyiz." Para konusunda ısrar edince "At hocam şuraya, ne verirsen ver." Bana miktar söyler misiniz dedim. "Biz senden para istemiyoruz ama vereceksen 50 TL ver" dediler. Ardından da haftaya, Almanca kitabı da gelecek. Sizin gelmenize gerek yok. Çocuğunuza parasız verelim" dediler. Çıkarken siz bu kitapları bize bedelsiz veriyorsunuz. Siz nereden kazanacaksınız dedim. "Hocam sizin öğrencilere de vereceğiz biz oradan ayarlarız. Merak etme" cevabını aldım. Vedalaşıp ayrıldım.
Okulumun öğretmenine geldim. "Hocam yayınevinin pazarladığı kitabı almıyoruz. Al sana fotokopi makinesi. Çekebildiğin kadar çek. Cezası varsa ben çekerim ceremesini" dedim. Sağ olsun öğretmenimiz de anlayışla karşıladı. Meseleyi bu şekilde kapattık.
*
Kapattık da. Kapattık demekle bitmiyor. Daha Almanca kitabı da lazım. Çocuğuma Almanca kitabı alacağım. Bedava verecek olan yayınevine gitmeyip piyasada da başka satan olmayınca ikinci eli bulabilir miyim diye Rampalı Çarşı'ya gittim. Bir kitapçıdan ikinci elini, her yeri karalanmış bir kitap buldum. Fiyatını sordum. 30 lira dedi. Emin misin dedim. "Elbette eminim" dedi. Kitabın yenisinin fiyatını biliyor musun dedim. "Hayır" dedi. Yenisi 20 TL deyince "Öyle mi? O zaman sen 10 TL ver dedi. Parayı verip çıktım.
*
Devletin kitapları ücretsiz vermesini asla tasvip etmedim. Eğer veriyorsa öyle zannediyorum bu şekil pazarlama ve tekelleşmenin payının da olduğunu düşünüyorum. Bu da geçti gitti yahu!
10 sene önceki kirli çamaşırları yine çıkardın geldin diye düşünebilirsiniz? Her şey bugün çarşıya çıkarken 8. sınıfa giden çocuğum, namı diğer Hoşçocuk'un: "Baba! İngilizce öğretmeni performans ödevi olarak ... kitabını almamızı söyledi. Sanırım, ... kitapçı da satılıyormuş" deyince eski defterler dağarcığıma üşüşüverdi. Ne oluyoruz? Yeniden eski günlere mi döndük dedim hemen. Kafama üşüşen bu bilgileri sizinle paylaşıp başımdan atmak istedim. Başka da bir niyetim yok. 21/03/2016
20 Mart 2016 Pazar
Bu yönetici daha şeffaf
Yöneticiler hesap
verebilir ve şeffaf olmalı diye söyleriz ya hep. Nihayet biz böyle bir
yöneticiye sahip olduk.
19/12/2015 tarihinde (http://dilinkemigiyok.blogspot.com.tr/2015/12/ad-konmams-bir-hastalk-turu.html)
adresimde paylaştığım mangal yakan kişi önceki yöneticimizdi. Çatıda mangal
yaktığını karşı komşu zilime basıp “Çatınızda yangın var” demesiyle haberdar
olmuş, çatıya doğru yöneldiğimizde az sonra kokusu çıkmıştı: Yöneticimiz çatıda
mangal partisi yapıyordu. Bu sene o yöneticimiz evini satıp bir başka yere
gitti. Apartman otomatiğinin aylık elektrik borcunu ödemesi için bir komşumuza
sözlü görev vermiştik. O da şimdilerde “Apartmanın yöneticisiyim” diye
dolaşıyor. Ama olsun. Zaman zaman dış kapıyı niçin açık bırakıyorsunuz.
Yönetici olarak kapalı tutmanızı istiyorum” dese de adam kendine bir görev biçmiş. Artık yöneticimiz o.
Pazar günleri çarşıya
çıkma alışkanlığım yok. Nedense bugün çıktım. Bir iki saat sonra eve döndüm. O
da ne? Dört yol ağzındaki apartmanın kaldırımında herkese yaktığı dumanı
teneffüs ettiren ve Pazarlarını zehir ettiren biri var.
Baktım bizim yönetici. Mangalı yakmış, üzerine de tavuğunu koymuş:
Pişiriyor. Bize de komşuda pişen olarak dumanı ve kokusu kaldı. Yol ağzından
ikinci kattaki ev ahalisine emir yağdırması ve iş yapıyorum havası içerisindeki
havası görülmeye değer gerçekten. Görüntüsünden yaptığı işin çok kötü
olmadığına kendini inandırmış ve sorumlu koca havası vermesi ise ayrıca
görülmeye değer. Aslında yaptığı haltı sizinle de paylaşmak isterdi ama kendisi
Facebook özürlü. Siz de benim yazı ile yetinin.
Anlayacağınız her
şeyiyle alın size şeffaf bir yönetici. Hep istemiyor muyduk; yöneticiler şeffaf
olmalı , hesap verebilmeli diye. Buyurun her iki özelliğe sahip bir yönetici.
Öyle zannediyorum. Tavuğun gelen kokusu benim ağzımın suyunu akıtırken sizler de böyle
bir yöneticiye sahip olamadığınız için kendinizi dünyanın en bahtsız apartman
sakini olarak bu yazıyı üzülerek
okuyorsunuz. Çok üzülmenize gerek yok.
Eğer isterseniz böyle şeffaf bir yönetici sizlere bir telefon kadar yakınım.
Beni ararsınız. Ben de elektrik parası yatırmanın dışında sorumluluk ve görev
vermediğimiz yöneticimizi, sizin apartmanın yöneticiliğini de yapması için
yönlendirebilirim.
Bu yöneticideki
şeffaflığı ve kendisine karşı öz güveni görünce
çatıda mangal yakan yöneticiyi kınadım gerçekten. Çatısında ve apartmanının kaldırımında bir mangal dahi yakamayan sizleri daha şiddetli kınıyorum. Üstelik milli servet demeden aracınızla piknik yerlerine gidiyorsunuz. Ne gerek var. Üstelik apartman önündeki usul, daha hesaplı, daha ekonomik, daha ucuz. Hem de külfetsiz. Yapamadınız, yapamazsınız biliyorum. Halbuki yapacağınız tek şey ar damarınızı çatlatmak. Yok biz yapamayız diyorsanız; çatlayın emi!
Seçin, beğenin hangi
yöneticiyi istersiniz. Çatıda mangal yakanı mı, yoksa meydan da mangal yakanı
mı? Tercih sizin. Sizin için eğer isterseniz, şu anda yapabileceğim tek şey:
duadır. Darısı başınıza… 20/03/2016
18 Mart 2016 Cuma
O bana vezir ol dedi. Ben rezil olmayı seçtim**
İşittim ve isyan ettim
Nisa 46 da Allah, Yahudileri anlatırken "İşittik ve
isyan ettik" dediklerini belirtir. Okudukça, bu Yahudiler ne kadar da
döneklermiş. Daha inandık der demez hemen ardından isyan ediyorlar. Hiç de
omurgalı değillermiş, sözlerinin erleri hiç değiller derdim. Hiç üzerime
almazdım Yahudileri anlatıyor diye. Ne de olsa ayet Yahudiler hakkında inmiş
diye kendimi avuturdum.
Müslümanların ve İslam dünyasının içler acısı durumunu
düşününce Allah, Yahudiler üzerinden insan psikolojisini, insanın tiyniyetini
anlatıyormuş da hiç oralı olmamışım. Bugünkü yaşantıma bakıyorum ve benim
tavrım Yahudi zihniyetinden farklı değil. Teoride "İşittik ve itaat
ettik" diyorum. Pratikte ise isyanlara oynuyorum. Zira Allah:
-Adam öldürme diyor. Ben öldürüyorum. Hatta katliam
yapıyorum.
-Kendi kendini öldürme diyor. Ben canlı bomba oluyor, başka
masumları da helak ediyorum.
-Aklını kullan diyor. Ben başkasının aklıyla hareket
ediyorum. Onların emir eri oluyorum.
-Zinaya yaklaşmayın diyor. Ben zina, taciz dahil, her türlü tecavüze yelken açıyorum.
-Gıybet etme. Çünkü gıybet, ölmüş kardeşinin etini yemek
gibidir diyor. Ben üç öğün yemekten fazla dedikodu yapıyorum.
-İftira atma diyor. Ben iftirayı da geçtim. Artık algılar
oluşturuyorum.
-Pişman olmamak için bir haberin doğruluğunu araştır diyor.
Kullanacağım bir haber ise eğer balıklama atlıyorum; rakibimi alt etmek
için.
-Birbirinizle tanışasınız diye farklı halk ve kabileler
olarak yarattım diyor. Ben ırkımı üstünlük emaresi olarak kullanıyor. Bir
başkasına Zenci muamelesi yapıyorum.
-Şüphesiz kulak, göz ve kalp yaptıklarından sorumlu
tutulacaktır diyor. Ben cahil cesaretiyle tüm vücudumu kullanıyorum bir
başkasını ezmek için.
-Emanetleri ehline verin diyor. Ben, benden olana
veriyorum.
-Birine olan düşmanlığınız adaleti elden bırakmanıza
sebebiyet vermesin diyor. Ben, elde ettiğim makam gücünü başkasını ezmek, yok
etmek için kullanıyorum.
-Ben tövbe edenleri ve temizlenenleri severim diyor. Ben
hafif bir hata, hafif bir yalpasında ezip geçiyorum hata ve yanlış yapanı.
-Faiz yiyenler Allah ve Resulüne harp açmış gibidir (kazanamazsınız)
diyor. Ben adını değiştirip mecburum diye afiyetle yiyorum, harcıyorum. Üstelik
fetva veren akıl hocalarım var. Tek umudum, ya yenersem ümidiyle yaşamak.
-Saçıp savuranlar Şeytan'ın kardeşleridir diyor. Ben her
şeyi ihtiyaç diyerek haceti asliyeden kabul ediyorum. Harcadıkça harcıyorum.
-İyiliği emret, kötülükten sakındır diyor. Ben , bana
dokunmayan yılan bin yaşasın diyorum.
-Çalmayın diyor. Ben özellikle kamu malını kendime ya da
başkasına peşkeş çekiyorum.
-Emir olunduğun gibi dosdoğru ol diyor. Ben, bu doğruluğu
başkasından bekliyor ve kendimi alemin doğru, dürüstü görüyorum…
Hasılı Rabbim, “İşittik ve itaat ettik deyin” diyor. Ben
“İşittim ve isyan ettim” diyorum. Emirlerine kulak asmadığıma yüzlerce örnek
verebilirim. Bu şekilde kendi başıma buyruk yaşadığım İslam beni vezir mi
yapar, yoksa rezil mi? Ben ve içinde bulunduğum İslam dünyasının yerlerde
sürünen yaşantısını görünce rezil olduğum anlaşılıyor. Eğer “İşittim, itaat
ettim” deyip O’nun emirlerine uygun hareket etseydim, O ve gönderdiği İslam
beni vezir yapacaktı. Ama ben rezil olmayı seçtim. Evet yaşadığım bu İslam beni
rezil etti maalesef.
Tercihlerimiz bizim yapıp ettiklerimize göre şekillenmiyor
mu? Sünnetullah budur. Kendi düşen ağlamaz. Bende bu isyan azmi oldukça
vezirlik kim ben kim? Rezil olmaya devam. Çünkü “Bir topluluk kendini
değiştirmediği müddetçe Allah hiçbir topluluğu değiştirmez.”
"Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Şayet Sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmez isen biz hüsrana uğrayanlardan oluruz." (Zaten olduk.) 18/03/2016
** 18/03/2016 tarihinde Kahta Söz Gazetesinde "İşittik ve isyan isyan ettim" ismiyle yayımlanmıştır.
"Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Şayet Sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmez isen biz hüsrana uğrayanlardan oluruz." (Zaten olduk.) 18/03/2016
** 18/03/2016 tarihinde Kahta Söz Gazetesinde "İşittik ve isyan isyan ettim" ismiyle yayımlanmıştır.
17 Mart 2016 Perşembe
Nasıl bir ruh hali bu?*
13
Mart Pazar günü bildiğiniz gibi Ankara’da
meydana gelen canlı bomba terörü
sonucunda 37 insanımız can verdi. 71
kişi de yaralandı. Bu menfur olayla ilgili bir gazetenin verdiği haber ve haberin altına yazılmış yorumu
paylaşmak istiyorum sizlere:
Gazete
haberi: "Seneye öğretmen olacaktı… Gazi Üniversitesi 4.sınıf İngilizce
öğretmenliği (başörtülü) öğrencisi Feyza Acısu, dün yaşanan patlamada hayatını kaybetti."
”
Bu habere yapılan I. yorum: “Hiç yoksa bunun öğretmen olup bağnaz bir nesil
yetiştirme olasılığının ortadan kalkmış olması ufak bir tesellidir. Kimse
kusura bakmasın, kafasındaki o çaputla herhalde astronot yetiştirmeyecekti.”
II.
yorum: “Türkiye’de 3 tane ana kesim var, Yobazlar, kürtler ve Atatürkçüler.
Artık kardeşlik zamanı diye kendimizi kandırmayalım. Zayıflık göstermek sonumuz
olur. Bu yüzden can düşmanımız olan yobazlardan birisinin ölmüş olmasına
üzülemem. Kusura bakmayın. Yarın bunun yetiştirdiği nesil de ışidin canlı bombası olacaktı.” (Yazım ve
imla yanlışları yorumcuya aittir.)
Ne
dersiniz bu yoruma? Üzüldüğünüzü, hayıflandığınızı düşünüyorum. Az bir vicdanı
olan bir insanın böylesi bir yoruma hayıflanmaması mümkün mü? Sanal alemde bu
yorumu görünce tıpkı sizin gibi üzüldüm. Sözün bittiği yer dedim. Gerçekten ne
denirdi böyle bir yoruma. Bu nasıl bir psikoloji? Bu nasıl bir ruh hali?
Dünyanın en kötü eğitim sistemi bile bu psikolojiye sahip bir nesil
yetiştirmeyi aklının ucundan geçirmez. Eli kanlı, gözünü kan bürümüş deriz
şiddet yanlısı kişilere. Bunun durumunu anlatmaya cümleler yetmez. Olsa olsa
beyni kanlı denebilir. Bu tür hastalıkların da pek tedavisi olmaz. Kansere
rahmet okutur. Kanser olan sıkıntıyı kendi çeker. Böyleleri cümle aleme
çektirir.
Bu
yorumu yazan maalesef bizden biri. Aynı
ülkede yaşıyoruz. Tıpkı bizim gibi iki eli, iki ayağı, gözü, kulağı olan insan
-görünümlü- birisi. Otobüste, takside, parkta, yol ve caddede bu ve
benzerleriyle belki de yan yana aynı
havayı teneffüs ediyoruz.
Bir
yerimiz ağrıdığında doktora gideriz tedavi olalım diye. Psikolojik hasta
olduğumuzda ise bir psikolog ya da psikiyatriste gitmeyi düşünmeyiz. Çünkü
hasta olduğumuzu kabul etmeyiz. Kendi fikrimize, zikrimize aşığız neredeyse.
Yıllar önce okulun altını üstüne getiren 5. sınıf bir öğrencimiz vardı. Tüm
personel onun vereceği zarardan emin olmak için her yolu-metodu denedik. Son
çare durumu babasına anlatıp çocuk psikiyatrisine götürmesini istedik. Fakülte
hastanesini arayıp Pazartesi saat 09.00'da randevusunu da alıverdim.
Pazartesi okula geldim bizim öğrenci okulda. Senin şu anda hastanede
olman gerekiyordu. Yoksa unuttun mu dedim. "Hayır unutmadım hocam"
dedi. Peki niye gitmedin dediğimde: " Ben deli miyim hocaaam"
cevabını verdi. Evet cevap tanıdık. Bu tip hastaların kendilerinin hasta
olduğunu kabul ettiklerini hiç görmedim. Çok zeki olan bu çocuğun verdiği cevap
çok masumane. Büyüklerin verdiği cevaplar tıpkı bu çocuğun verdiği cevabın
tıpatıp aynısı.
Bu
tür yorum yapan zihniyete sahip olanların sayısının fazla olmadığını ümit etmek
istiyorum. Ama az da olmadığını hissediyorum maalesef. Bu küçük toprak parçasında 72 milletten fazla
olduğumuzu, cins cins insanlarla olduğumuzu düşünüyorum. Ya bu yorumu
yayınlayan editöre ne demeli? Editörün denetiminden geçmiyor mu bu tür
yorumlar? Şayet okumadan yayımlamışsa gaflet içerisinde olmalı. Okuyup da
yayımlamışsa işte esas fecaat o zaman ortaya çıkar. Basın ahlak, etik kuralları
vardır bu yazılı ve görsel medyanın. Bağlı oldukları konseyleri vardır. Eğer
işletmiyor iseniz bu kuralları, gölge etmeyin ne olur!
Rabbim
azınlıkta olan aktif kötülerin şerrinden çoğunlukta olan pasif iyileri korusun.
Ne günlere kaldık…17/03/2016
* 26/03/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
* 26/03/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
16 Mart 2016 Çarşamba
"100 TL hediye puan"

-Bankanıza ait kredi kartını kapatmak istiyorum. Yardımcı olur musunuz?
-Elbette.
(Güvenlik açısından sorulan soruları başarıyla geçtim.)
-Efendim! Niçin kapattıracaksınız?
-Kartınızı çok kullanmıyorum. İhtiyaç hissetmiyorum. Üstelik kart ücreti alıyorsunuz.
-Kartınızın özelliği çok. Limiti yüksek. Taksit öteleyebiliyorsunuz. 5200 lira nakit çekebiliyorsunuz. Hediye puan kazanabiliyorsunuz.
-Biliyorum özelliklerini. Siz kapatın.
-Kartınızı tamamen kapatmayalım. 3-4 aylığına geçici olarak kapatalım. Hem limitinizi de korumuş olursunuz.
-Tamamen kapatalım.
-Kart ücreti olmayan bir başka kart gönderelim.
-Hayır, istemiyorum. Lütfen kapatın.
-Efendim kartınızı 6 ay boyunca kapatmayacağınızı taahhüt edin. Size alışverişlerde kullanmak üzere 100 lira hediye puan tanımlayalım.
-Hayır istemiyorum. Lütfen temelli kapatır mısınız?
-Bunu da mı kabul etmiyorsunuz?
-Evet kabul etmiyorum. Lütfen kapatalım.
-Peki o zaman son dört rakamı ....ile biten kredi kartınızın kapatılmasını onaylıyor musunuz?
-Evet onaylıyorum.
-Kartınız kapatılmıştır. Başka yardımcı olacağım bir şey var mı?
-Hayır yok. Teşekkür ederim.
-Bizi aradığınız için teşekkür ederim. Kartınızı numaraları görünmeyecek şekilde kırıp atabilirsiniz. İyi günler
-İyi günler..
***
Bunu niye mi anlattım? Bu banka bana 6 aylığına 100 lira para tanımlıyorsa kendisi ne kadar kazanıyordur acaba?
15 Mart 2016 Salı
Çanakkale Ruhu*
Baba , oğul ve torunun omuz omuza savaştığı bir savaş akla
gelir Çanakkale deyince. Dile kolay 3 nesil aynı savaşta. Sanırım dünyada
eşi ve benzeri yoktur. Bilançosu ağırdır:
Şehidimizin sayısı 250 binlerle ifade edilir. Birçok
lisemiz mezun verememiş, futbol takımlarımız oyun kuramamış, 100 binleri ifade
eden medrese, üniversite öğrencisi ve aydınımızı bu muharebede kaybetmişiz.
"Şehitler Günü" geldiğinde: "Hey on beşli on beşli/Tokat yolları taşlı/On beşliler gidiyor/Kızların
gözü yaşlı" diye 15'lilerin
türküsünü hatırlarız. Lise talebesi bunlar. Biz bugün ekmek almaya bile
göndermedik bu yaştakileri daha. Ne kadar okuyanımız varsa hayat memat
meselesi denerek bu muharebeye gitmiştir. Neredeyse şehidi olmayan, gazisi
olmayan hane yok gibidir Anadolu'da. Bu savaşı anlatan hangi yazıyı okusak,
hangi web sayfasına göz atsak bu toprağın sahiplerinin gözleri yaşarır. Akif,
Çanakkale Şehitlerine isimli şiirinde: "Şühedâ gövdesi, bir baksana,
dağlar, taşlar/O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,/Yaralanmış tertemiz
alnından, uzanmış yatıyor,/Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!"
diye anlatıyordu o günleri....Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker!
/Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer./Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor
Tevhîd'i.../Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi./Sana dar gelmeyecek
makberi kimler kazsın?/"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın."
diyerek Bedr'in aslanlarına benzetiyordu o gün savaşanları. Çünkü her
ikisi de var oluş mücadelesi idi.
Bu günden bakıyorum da, o gün iyi niyetle bizi savaşa
girdirenleri bir tarafa bırakırsak; I. dünya Savaşının çıkış sebebinin Osmanlı
Devletini parçalamak olduğu anlaşılıyor. Kaybettiğimiz topraklar üzerinde
cetvelle çizilerek kurulan devletlerin sayısı bile bu konuda bize bir
fikir verir: Kaybettiğimiz toprağa mı yanalım? Kaybettiğimiz yüz binlere mi? Okumuş aydın kesimini kaybettiğimize mi? Yoksa
kıblemizi değiştirdiğimize mi? Ne taraftan bakarsak bakalım, halimiz içler
acısı gerçekten.
İşin garibi Osmanlı'dan koparılıp devlet kurdurulan
hiçbir devlet huzur bulmadı halen bu asrımızda bile. Osmanlı'nın çekildiği
alanlarda kan akmaya, gözyaşı dökülmeye devam ediyor maalesef. Küçük bir toprak
parçasında kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti'nin bile yaşanması istenmiyor bu gün.
Batılıların sömürgeci emelleri ilk günkü tazeliğini koruyor. Keçecizade Fuat
Paşa'nın dediği gibi; "Dış güçler dışarıdan, bizimkiler içeriden"
Osmanlı'yı yıktıkları gibi aynı iç ve dış mihraklar bizi Anadolu'da boğmaya
çalışıyorlar. Çin işkencesi gibi hiçbir günümüz geçmiyor ki bombalı eylemlerle
masum insanlarımız ölmesin.
Gelelim günümüze… Eskiden askere gitmeyene adam denmezdi.
Mutlaka herkes giderdi. Bugün askere gitmemek için kırk dereden su getiriyoruz.
Allah muhafaza bir savaş çıksa kaçımız gider bu ülkeyi kurtarmak için. Onca
farklı millet ve milliyetten oluşan Osmanlı ölüm kalım savaşı vermiş geçmişte.
Anadolu’ya hapsedilmiş bizden kaç kişi bir savaşa hazırız? Öyle zannediyorum ki
bu gün dışarıdan bir saldırı olsa bizden görünen “İçimizdeki İrlandalılar”,
düşmanın safında yer alırlarsa hiç şaşırmam.
Gerçekten kaçımız ülkeyi savunur? “On beşliler” diye
tarihimizde yer alan körpelerimiz değil 27’liklerimiz bile savaştan imtina
eder. Bugün bir çoğumuz ülkesini terk edip içimizde mülteci olarak yaşayan
Iraklı, Suriyelilere kızıyor; savaştan kaçtılar diye.
Allah bir milleti savaşla imtihan etmesin. Maazallah olursa kızdığımız,
güldüğümüz insanların başına gelen bizim de başımıza gelir.
Şehitler Günü dolayısıyla milli-manevi değerlerle mücehhez
olmuş, birlik ve beraberlik içerisinde Çanakkale ruhunu yaşamamız ve yaşatmamız
temennisiyle. 14/03/2016
* 19/03/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.
* 19/03/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)