29 Mart 2016 Salı

Yaka'da üç yabancı

29.03.2016 akşamı 19.30 sularında konferansa gitmek için otobüs durağına geldim. Durağa modern giyimli bir bayan geldi. Yanında da iki erkek vardı. Ellerinde de üç adet valiz. Bir naylon poşetin içerisinde de kocaman oyuncak bebek ya da köpek.

Hal ve hareketlerinden çok mutlu oldukları görülüyordu. Başladılar aralarında konuşmaya. Rahat tavırları gözümden kaçmadı. Konuşmaları, gülüşmeleri ve rahat tavırları bu ülkede uzun yıllar yaşadıklarını hissettirdi bana. Konuşmalarına kulak kabartmam gerekmedi. Çünkü yüksek sesle konuşuyorlardı. Arapça konuşuyorlardı. Yarım dilimle nereye gidiyorsunuz, nereye taşınıyorsunuz akşam akşam demeden kızın arkadaşına "Abartma,abartma" dediğini duydum. Çatır çatır Arapça konuşan kızın ağzından çıkan "abartma" kelimesi sanki İstanbul şivesini andırıyordu. Çok fasih Türkçe gerçekten.

Konuşmalarını anlamaya çalışıyorum. Ne de olsa 12 yıl Arapça eğitimi aldım.  Çok da başarılı olamadım. Çünkü çok hızlı konuşuyorlardı. Sık sık kullandıkları "Ba'de'l harbi" harpten sonra kelimesi dikkatimi çekti.

Az sonra kızımız durakta bekleyenlerin oturduğu oturağa çıktı ayakkabısıyla birlikte. Erkeklerden biri koca ve kaliteli cep telefonunu çıkardı. Poz veren kızı çekmeye çalıştı. "Valizlerle beraber çek" demesiyle durakladı erkek.  Kızım! Ayakkabınla bastığın yere insanlar oturuyor. Oldu mu ya şimdi yaptığın dedim. Kız aşağıya indi. Hep beraber "Özür dileriz" dediler. Sonra valizlerinin yanına geçti kız. Yanına gelen erkekle beraber fotoğraf çektirdi. Sonra fotoğraf çeken de onlara yaklaştı birlikte bir kaç selfi çektiler.

Otobüs geldi. Eşyalarıyla birlikte orta kapıdan bindiler. Ben de en öne yaşlılar koltuğuna oturdum. Benim onları izlemem bu şekilde sona erdi diye düşünürken sesten duramadım otobüste. Geriye dönüp baktım. Benim üçlü orta kapının oraya demir atmışlar. İkisi oturakta, diğeri aradaki boşlukta. Tüm otobüsün duyacağı şekilde yüksek sesle konuşmaya devam ediyorlar.

Pes doğrusu dedim tabii içimden. Yabancısı oldukları memlekette hiç yabancılık çekmiyorlar. Yüksek sesle konuşmaları yine manidar bulduğum diğer yönleri. Hayret ettim ve takdir ettim. Bizim insanımızdan ne de çok şeyi çabucak öğrenmişler bazı şeyleri. Bizde de bazıları otobüste yüksek sesle konuşur herkes onu dinlemek zorunda kalır. Bunlar da öyle. Duraktaki oturağa ayakkabısıyla çıkması yine bize yabancı değiller izlenimi verdi bana. Tek bize benzemedikleri yönleri, oturağa  böyle
çıkılmaz dediğimde benimle kavga etmediler. Hasılı kafam, gözüm kırılmadı. Bize benzemeyen bir yönleri daha var. Ne zaman geldiler bilmem ama 20-22 yaşlarında olan bu gençler Türkçe'yi öğrenmişler ve konuşuyorlar. Konuştuğumu da anlıyorlar. Ben 12 yıl Arapça ve İngilizce gördüm. Ne konuşurum, ne de konuşulanı anlarım. Bu yönleriyle de bize yabancılar. Diğer yönleriyle hep bu toprağın insanı.

İyi de kardeşim, adamlar oturağa çıktılar, otobüste yüksek sesle konuştular diyeceğin bu. Yazıyı bu kadar uzatmana ne gerek vardı diyebilirsiniz. Sizin kadar kelamı kibar değilim bunu da ifade edeyim.

Sahi bizim yurtdışında olanlarımız onlar gibi rahat hareket edebiliyorlar mı oralarda? Otobüs duraklarına ayakkabılarıyla basıyorlar mı? Topluluk içerisinde bağırarak konuşuyorlar mı başkasına aldırmadan... 29.03.2016



28 Mart 2016 Pazartesi

Şeytan’ı bol nesil


Bu nasıl başlık böyle diyebilirsiniz. Kusura bakmayın. Ben koydum bile. Daha önce “Maliyeti yüksek nesil” isimli bir yazım yayımlanmıştı. Bugün sizlere yine günümüz neslini ele alacağım.

Deruhte ettiğim işim dolayısıyla zaman zaman velilerimizle muhatap oluruz. Velilerimizden büyük bir çoğunluğunun derdi ortak. “Aslında çocuğum çok zeki. Ama çalışmıyor.”  Nasıl, size de tanıdık geldi mi bu velinin söylediği. Aslında çoğumuzun sıkıntısı bu maalesef.  Gerçekten çocuklarımız zeki. Daha bu yaşta leb demeden leblebiyi anlıyorlar.  Zeki ama çalışmıyor. Evet doğru. Çocuklarımız zeki. Aslında bize zeki değil; düzenli çalışan ve çalışmada sürekli çocuklar lazım. Bugün gözde olan okullarda okuyan çocuklar çok zeki oldukları için bu okullarda değillerdir. Sadece düzenli, tertipli ve bir plan dahilinde çalıştıkları için bu tip okuldalar. Bugün sanayide çalışan, dışarıda bomboş gezen, meslek liselerinde okumama mücadelesi veren o kadar zeki çocuğumuz var ki… Sayıları saymakla bitmez. Bir defa şunu baştan söyleyeyim. Bizim eğitim sistemimiz çok zekilere ve normal zekanın altındakilere hitap etmiyor.

Gelelim sadede…Uçan kuştan koruduğumuz, her türlü imkanı sunduğumuz, saçımızı süpürge ettiğimiz bu zeki çocuklarımız niye çalışmıyor? Güzel soru. Bu soruya cevap vermeden önce ben size “Niçin çalışsınlar” diye bir soru sorsam. Cevabınızı merak ediyorum gerçekten. İlk önce kendi zamanımızdaki yoklukla bugünkü imkanları kıyaslamayalım. Bizim devrimiz geçti bir kere. O halde niçin çalışmıyorlar? Çalışmazlar, çalışamazlar. Çünkü Şeytanları bol bu neslin: Akıllı telefon, bilgisayar, tablet, sanal alem, filmler, diziler, 24 saat yayın yapan kanallar, kız-erkek ilişkileri, başka arkadaşlara özen gösterme, bizim geçmişte ne olduğunu bilemediğimiz bugünkü nesilde başlı başına bir problem olarak ortaya çıkan ergenlik dönemi, aile sorunları, parçalanmış aile yapımız, ben okumayacağım diye bas bas bağıran çocukları okuyacaksın  diye diretmemiz, eğitim ve öğretimde kaliteyi yakalamak için eleme usulünü terk etmemiz…vs sorunları sayabiliriz.

Görüldüğü gibi bu neslin Şeytan’ı bol. Bir tarafta dünyalık Cennet vadeden bir hayat. Diğer tarafta özel hayattan kopuk bir şekilde yarış atı gibi sınavlara hazırlanma hayatı. Hele bu neslin nasihate karnı tok bir kere. Nasihat üstüne nasihat yapılacağına belki bir musibet onları kendilerine getirebilir. Yine sosyal hayattan kopardığımız bu çocuklara hiç sorumluluk vermeden ders çalışma sorumluluğu vermek eziyettir gerçekten. Her türlü imkanın ayakları altına serildiği bu nesil çalışmıyor. Bizim geçmişte imkansızlıklar içerisinde okumak isteyişimize rağmen. Çünkü hazıra konmuştur. Hazır yiyicidir. Sorumluluk vermek istesek de zaten kulakları duymaz. Çünkü evde, arabada her yerde o kulağını sağır eden ses geçirmez kulaklık olduktan sonra, sorumluluk vermek istesen de duyuramazsın zaten. Hayatta zorluk çekilmeden başarı gelmez. Gelse de kıymeti bilinmez.


Bu mesele daha çok su götürür. Çocuk yetiştirmemizden, eğitim sistemimize varıncaya kadar radikal kararlar almamız gerekir. Bir defa çocuğun okumak için susaması gerekir. Susamayana su içiremezsin. Hafta sonu, yaz tatillerinde okul dışında başka bir yerde çalışan çocuk, okumanın kıymetini bilir. Gerisi laf-ı  güzaftır. 

Sahi, çocuğuna  sunduğun bu imkanları, Şeytanı bol bu dünyada sana bugün sunsalardı sen okur muydun? İstersen bir düşün. 28/03/2016

Niçin hep piyonlar ölür? *


Hiç satranç oynadınız mı? Ya da biliyor musunuz bu oyunu?  Eğer bilmiyorsanız öyle zannediyorum bu oyunu da sevemezsiniz. Çünkü her konuda olduğu gibi satranç sevenler bir de sevmeyenler vardır bu ülkede.

Bu ülkede oyun olarak sanırım en az oynanan oyundur. Çünkü satrançta birkaç hamle sonrasını planlamanız gerekiyor. Bir düşünce oyunudur.  Seyredeni de azdır. Pek ses yapılmaz. Oynayanlar genelde seviyesini korurlar. İki kişi ile oynanır.

Satrançta 16 taş bulunur.  16 senin 16 da rakibinin. Taşlar genelde siyah ve beyaz olur. En öne sekiz tane piyon konur öncü kuvvet olarak. İlk çıkışta öne  iki, sonrasında da tek hamle yapabilir. Rakip taşı yerken sağ ve sol karede rakibi varsa çapraz yiyebilir. Geriye dönüşü yoktur. Gemileri yakmıştır. Piyonların arkasında her iki köşede öne, arkaya, sağa, sola düz giden iki tane kale, yanlarında L çizebilen  birer at, atın yanında da çapraz giden filler bulunur. En ortada her bir tarafa bir hamle yapabilen  şah, yanında da  her bir tarafa gidebilen vezir bulunur. Aşağıdan yukarıya önem sırası: piyonlar-fil-at-kale-vezir ve şahtır. Oyunda korunması gereken, asla rakibe teslim edilmemesi gereken şahtır. Şah içindir bütün hayat. Şahı korumak ya da rakibi mat etmek için piyonlardan başlanarak tüm taşlar feda edilir.  Tüm taşlar yense, oyun dışı kalsa bile şah oyunda bir aktör olarak hayatiyetini devam ettirir. Ya mat olur: Mağlup olur. Ya da pat olur: Berabere biter maç.

Oyunda olan hep piyona olur. Darbeyi hep o yer. Oyunda yükselebileceği en iyi mevki-yaşarsa eğer- vezirlik makamıdır. Nedir bu piyon? Sözlüğe baktığımızda: “Bir çıkar sağlamak için yararlanılan, istenildiği gibi kolayca kullanılabilen kimse…  Satrançta oyun  başında ön sıraya dizilen sekiz küçük taş, piyade” şeklinde tanımı yapılmıştır. Satrançtaki piyona ve misyonuna  dikkatinizi çekmek istedim. Gördüğünüz gibi piyon en önde, tehlikelere göğüs geren, en ufak bir sıkışmada feda edilip heba edilen bir taştır.

Gelelim günümüze… Günlük yaşantılarımız bu şekilde değil mi? Nerede bir STK, nerede bir siyasi parti, nerede bir gönüllü kuruluş, nerede bir camia varsa hep başında vazgeçilmezler vardır. En son onlara zarar gelir. Altlarında ise onları korumaya çalışan, onlar için göğsünü siper eden samimi insanlar vardır. Feda edilecekse ilk önce onlar feda edilir. Hapse atılacaksa, işine son verilecekse -tıpkı piyon gibi- onlara verilir. Zaten bizim filmlerimizde böyle değil mi? Başrolde ve kötü rolde iki aktör olur. Hele kötü rolde olanın sürüyle ayak takımı olur. Bütün plan kötü roldeki aktörü korumaya yöneliktir. Son çare yurt dışına kaçar. Ağa babaları onu orada kullanmaya devam eder. Eğer kaçamazsa filmde en son kötü roldeki aktör yakalanır, tam iyi roldeki aktör öldürecek iken polis gelir, elinden alır. Hapse götürür. Hasılı diyeceğim iyi rolde olsun kötü rolde olsun baş aktörler ölecekse de tüm camiasını yok ettikten sonra ölüyor. Tıpkı satrançta şahın kalıp tüm taşların başta piyonlar olmak üzere öldükleri gibi. Filmlerimiz de gerçek hayatın bir kopyası değil mi? Bugün Esed’i korumaya yönelik değil mi tüm akan kanlar? (Ben Esed’i örnek verdim. Siz alın başkalarına kıyaslayın.) Gazete köşelerinde veya herhangi bir yerde  lideri adına tetikçilik yapanlar bir yolunu bulup yurt dışını mesken edinmediler mi? Bugün çoğu sırça köşklerde yaşamaya devam ediyor. Öne sürdükleri samimi insanların mağdur olması önemli değil onlar için maalesef. Başkası piyon bulamazsa sesi o kadar gür çıkmaz. Ortalığı da yaşanmaz bir hale getiremez.

Ne demek istediğimi anlatabildim mi acaba? Yok anlaşılmamışsa bu benim eksikliğimdendir. Rabbim bizleri başkasının oyuncağı olmaktan, piyonu olmaktan kurtarsın. Kendimiz olalım yeter. 28/03/2016



* 13/08/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Neden Sorgula-ya-mıyoruz?*

                                          
Küçükken içimizdeki gibi konuşur ve davranış sergileriz. Çünkü sırtımızda yumurta küfesi yok. Büyüdükçe içimizden geldiği gibi konuşup davranamıyoruz. Niçin?

İçinde bulunduğumuz muhit, aidiyet duygusuyla bağlandığımız yerler, "Başkası ne der, tepki çeker miyim, bulunduğum yeri kaybeder miyim, ayıplanırım, dışlanırım…” endişesi, bizi sınırlamaktadır. İçimizdeki duygu ve düşüncelerin dışında başka düşünceleri savunmak durumunda kalıyoruz hiç içimize sinmese de. Yani büyüyünce kendimiz olamıyoruz. Belki de çoğu zaman iki kalp taşıyoruz. Farklı görünüm kişiliğimizi zedelemektedir. Küçüklükteki öz güveni büyüyünce kaybediyoruz. Çünkü küçüklükte o masum halimizle hiç hesap  yapmıyorduk..

Büyüyünce ilk işimiz hesap kitap yapma olmaktadır. Hasılı özgür birey olamıyoruz. Hep birine, bir yere bağlılık tekdüze insan olmaya zorluyor birey ve topluma yön vermeye çalışan köşe başlarını tutmuş, ölünceye kadar postunu kimseye bırakmayan kişiler. İnancımızda mutlak itaat sadece Allah'a ve Resulüne iken itaat ve bağlılık yaptığımız insanların sayısını çoğaltıyoruz. Hep "Vardır bir bildiği, hikmetinden sual olunmaz" psikolojisi nasıl bir ruh hali gerçekten? Bu ruh hali her alanda kendisini göstermektedir: Hem dini cemaatlerde, hem siyasette, hem amir-memur ilişkilerinin olduğu vb. yerlerde.

Mutlak itaat, sorgulanamaz bir alan, aklı kullanmama sanırım doğu toplumlarının özelliği oldu. Halbuki biz böyle mi idik. Değildik. Tarihimiz öz güven sahibi insanların örnekleriyle dolu: Allah Teala,  "Ölüleri dirileceğim" dediği zaman İbrahim(as), "Nasıl dirilteceksin. Bu konuda beni ikna et" demişti… Yaşlanınca kocası tarafından bir boşanma sözü olan "Anamın sırtı gibisin" dendiği zaman peygambere gelip " Beni nasıl boşar? Ben ona şu kadar çocuk verdim" şeklinde cevap veren ve ardından kocası hakkında yaptırımlar inmesine sebep olan  bir kadın vardı. Adı:  Havle…  "Ben bir hata yaparsam beni kim düzeltir" diyen Ömer'e(ra.), "Seni bu kılıcımla düzeltirim" diyen bir arkadaşı vardı…"Ya Muhammed, bu görüşün vahiy mi, yoksa kendi kanaatin mi" sorusuna, " Kendi görüşüm" cevabı verilince " O zaman öyle değil de, şöyle yapalım" diyen bir sahabe topluluğu vardı.

Bu konudaki örnekleri çoğaltabiliriz. Nasıl bu hale geldik? Bunun sebebini irdelememiz gerekiyor. Aklımızı kiraya verme, sorgulamama denince sadece aklımıza dini cemaatler gelmemelidir. Maalesef günümüzde dini cemaat, siyasi parti, sivil toplum örgütleri vb her alanda aynı sıkıntıyı görebiliriz. Bu konudaki istisnaları da göz ardı etmemek lazım. Hepimiz itiraz etmeyen, sorgulamayan, bize itaat eden, bize benzeyen insanlar istiyoruz. Yani köle. Zaten bir kölenin de en büyük hayali, özgürlüğe kavuşunca bir köle edinmekmiş.  Herkesi kendimize benzettik. Şimdi de birçok alanda özgün eserler bekliyoruz.

İnsanlar özgür olmadan, kendisini özgür hissetmeden kesinlikle özgün eserler veremez. Birbirinin fotokopisi olan kişilerden özgün eser beklenmez. Farklı ses çıkartanı -kısa zamanda tu kaka yapmak suretiyle- annesinden doğduğuna pişman ediyoruz.

İnsanların hakaret etmeden, efendiliğini bozmadan, üslubuna dikkat ederek uygun zeminlerde görüşünü rahatça söyleyebileceği günlerin gelmesi temennisiyle. 30/11/2015 

30/03/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

27 Mart 2016 Pazar

İleri-geri saat uygulaması veya Nesî’ olayı


Her yıl saatler; ekim ayında geri, mart ayında da ileri alınır. Türkiye’de bu uygulama 1972 yılından beri var olagelmiştir. Amaç,  gün ışığından daha fazla faydalanmak. Yetkililere bakınca enerjiden baya tasarruf ediliyor.  Gün ışığından faydalanıyor mu bilmem.  Geldim-gidiyorum fakat hala bu olayı ve mantığını çok kavramış değilim.  Çok iyi anlayan biri varsa bana bunu anlatırsa kendimi bahtiyar hissedeceğim.

Ben bu saatle oynanmasını görünce aklıma hep Cahiliye Dönemi Araplarının adına “Nesî” dedikleri ayı öne çekme ya da sonraya erteleme gelir. Tevbe Süresi 37.ayette Allah: “(Haram ayları) ertelemek, sadece kâfirlikte ileri gitmektir. Çünkü onunla, kâfir olanlar saptırılır. Allah'ın haram kıldığının sayısını bozmak ve O'nun haram kıldığını helâl kılmak için (haram ayını) bir yıl helâl sayarlar, bir yıl da haram sayarlar. (Böylece) onların kötü işleri kendilerine güzel gösterilmiştir. Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” Buyurarak Arapların yaptığı bu uygulamayı eleştirir. Kur’an’ın dediği aylar: Zilkade, zilhicce, muharrem ve recep aylarıdır. Bu aylar hürmete layık aylardır. Savaş yapılmaz, kabile savaşları bu aylarda diner. Ticaret, alış veriş canlanır. Kervanlar bu aylarda daha emniyetli yolculuk yaparlardı. Panayır adını verdikleri fuarlar bu aylarda açılırdı. Araplar ticaret ya da savaş dolayısıyla ayları genellikle muharrem ayını tehir  ya da öne alırlarmış. Yani hile yaparlarmış. Savaşmak istemiyorlarsa bu ayları öne alırlar. Yok savaş yapmak isterlerse de bu ayları sonraya ertelerlermiş.  Hoş o dönemin Arapları cahil olsa da en azından aylara hürmeten savaş ve yağmayı keserler, insanlar 4 ay emniyetli bir şekilde yaşarlarmış. Irak, Libya, Suriye, Afganistan vb ülkelerdeki savaşlar ise yıllar yılı kesintisiz devam ediyor. Ne bayram, ne Ramazan bilinir. Ne de “Bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi” geldi denir. Bizim kesintisiz eğitim gibi.

26/03/2016 gecesi saatler 03.00 iken 04.00’e ilerletilecek. Hepsi bir saat. Ne var bu meseleyi bu kadar problem edinecek. Neredeyse tüm dünya bu şekil yapıyor diyebilirsiniz. Bir defa Pazartesi’den itibaren mesai saatleri yeniden düzenlenecek. Muhtemel mesailer ileri saatle beraber daha ileriye alınacak. Yani baharla beraber geceler kısalmaya, gündüzler uzamaya başlar. Gece uykuları tatlanır. Sabahleyin insanlar uykuyu alamadan kalkıyor. İşine-gücüne bir saat öncesinden başlıyor. Akşam ise mesaiden erkenden çıkıyor. Akşam Güneş’in batmasına daha epey bir zaman kalıyor. Saatle oynanacağına Güneş’in durumuna göre mesailer ayarlansa ne olur? Çoğu insan saatlerin değişmesiyle birlikte ekim-mart aylarında bir sendeleme yaşar. Özellikle mart ayındaki ileri saat uygulaması çoğu insan için zor oluyor diye düşünüyorum. Bugün geri saat uygulaması dediğimiz saat aslında bünyemize uygun bir saat diye düşünüyorum. Mesai denince illa 08.00-17.00 ya da 08.30-17.30 olacak diye ayarlama yoluna gidilmemeli. 07.30-16.30 gibi mesai olabilir gün uzaması, kısalmasına göre.  Sanki saatler ileri-geri alınınca insanlar 8 saatten daha fazla mı mesai yapacak.

2013 yılında bu hükümet bu saat uygulamasından vazgeçeceğini açıkladığı zaman sevinmiştim bir komedi daha sona erecek diye. Ama nedense uygulama aynen devam ediyor bir türlü hayata geçiremediler.

Yazımın başında “Nesi” olayına değinerek ilgili ayeti de yazdım. Bugünkü saat uygulamasını nesi kavramı ile kıyasladım. Saatle oynayanlar dinen hata yapmışlardır iddiasında hiç değilim. Sadece kıyas yaptım. Araplar aylarla oynamış biz de saatle oynuyoruz. Teşbihte hata olmaz biliyorsunuz.

Yazımı bir fıkra ile bitireyim: Adamın biri 3 arkadaşına bir fıkra anlatır. Fıkranın bitiminde ikisi güler, bir tanesi gülmez. “Sen niye gülmedin. Yoksa fıkrayı komik mi bulmadın” diye sorarlar. Arkadaşı: “Anlamadım” der. Tekrar anlatır, diğer ikisi yine gülmüşler bu yine gülmemiş. “Yine anlamadım” demiş fıkrayı anlamayan. Adam üşenmemiş 3.defa fıkrayı anlatmış, fıkraya gülen iki arkadaşı bu sefer gülmemiş, çünkü fıkranın artık komikliği kalmamış. Daha önce gülmeyen bu sefer gülmeye başlamış. Gülmüş de gülmüş. Adamı susturamamışlar. Adam epey güldükten sonra: “Yahu arkadaş fıkra bu kadar komik miydi, çok güldün demişler.  Adam: “Arkadaşlar ben yine anlamadım, yine anlamadım” demiş.


Hasılı 53 yaşındayım. Bu fıkrayı anlamayan 3.kişi gibi ben de bu saatlerle yılda iki kez oynanmasını hala anlayamadım. Yine anlayamadım. Yine anlayamadım. Anlamışsam harap olayım. İçinizde anlayan varsa beri gelsin. Sahi siz anladınız mı? Yoksa anlar gibi mi görünüyorsunuz? Olsun! Vardır bir hikmeti  değil mi? 27/03/2016, 01.18

24 Mart 2016 Perşembe

Dikkat! Sapık var **


Gün geçmiyor ki bir sapık haberiyle uyanmayalım. Gün geçmiyor ki bir taciz olayıyla irkilmeyelim. Gün geçmiyor ki önce tecavüz ardından hunharca öldürülmüş mağdureler görmeyelim. Çocuk kaçırmalar, kayıplar…vs. vakayı adiyeden oldu. Şimdi de sübyancı dediğimiz pedofili çıktı ortaya.

Kimden miras kaldı bize bu sapıklık? Ruhumuza işlemiş sanki. Hocamız kim bizim yahu? Sahi kim?

Sırplarla savaşırken bir komutan Aliya’ya gelir ve şöyle der: Efendim Sırplar bizim kadınlarımıza tecavüz etti. Çocuklarımızı öldürdü. Köylerimizi yaktı. Şimdi biz de Sırpların bir köyünü kuşatma altına aldık. Biz de onlara bize yaptıklarının benzerini yapacağız.”
Aliya şöyle cevap verir: “Onlar gibi davranamayız. Çünkü onlar bizim öğretmenimiz değil.”(Levent Gültekin)

Sırplar bizim öğretmenimiz değilse kim bizim öğretmenimiz? Hep uçkurunu düşünen bu tipler nereden türedi? Toptancılığı sevmem ama kimse kızmasın. Bizim eski Türk filmlerimizin ekserisinde hep tecavüz sahneleri var. Coşkun, Sütçü gibiler damga vurdu. Beyinlerimize işlediler. Bu filmlerin senaristleri bu toprakların mahsulü mü gerçekten. Yabancı filmler de izledim zaman zaman. Ben hiç onlarda tecavüz sahnesine rastlamadım. Adam hırsızlığa gelmişse gelir hırsızlığı yapar, çıkar gider. Bizde ise hırsızlık için gider. Önce evin kızına, kadınına tecavüz eder. Sonra hırsızlık yapar. Şimdi o filmler maalesef gündüz sinema kuşağı adı altında evlerimizde arzı endam ediyor. Suçlu aramıyorum ama eğer bu suçtan bir pay verilecekse  birinci sırayı bizim Türk filmlerini oturtmak gerek. Her filmde bu iğrenç sahneler işlene işlene bu uçkuruna bağlı aklı evvel beyinsizlerin beyinlerine işlemiş maalesef. Senaryo biraz değişmiş o kadar. Filmdekiler kötü rolde, içimizdekiler ise iyi rol görünümünde... Her meslek grubunun yüz karaları olduğu gibi büyük bir camia olan eğitim camiasında da  kendiyle barışık olmayan hasta ruhlu yüzü karalar çıkıyor maalesef. Sabi- sıbyana sulanan lanetli kişiler bunlar. Bunlar Aliya'nın dediği gibi Sırpları örnek almış tipler. Sonunda hoca bunu yaptıysa cemaat ne yapar?

Kime, nasıl güvenilecek, millet ne yapacak bilemiyorum. Ne evlerimiz emniyetli, ne sokaklarımız, ne caddelerimiz, ne eşimiz ne de çocuklarımız. Kime güvendiysek hep yaya kaldık. . Birine iki içki şişesi getirmişler. Tadına bak da hangisi daha iyi söyle  demişler. Adam ilk şişeyi açar. Ağzına bir yudum alır. Şu daha iyi demiş. Be adam daha onun tadına bakmadın, nasıl iyi olduğunu söyleyebilirsin demişler. Adam, evet tadına bakmadım. Çünkü hiçbir şey bu içtiğimden daha kötü olamaz cevabı vermiş. Hasılı birinden darbe yiyoruz, öbürüne yöneliyoruz. Öbürü,  öncekinden beter çıkıyor. Hani adama demişler, “Tecrübe nedir” diye. Adam: “Hayatta yediğin kazıkların bileşkesi” demiş ya. Geldik bu dünyaya. Deneme yanılma tahtası olarak kör-topal devam ediyoruz bu hayata yapışmaya. Hep bir sığınak, hep bir liman, hep bir güven kapısı, bir kurtarıcı  aradık. Çünkü kurtuluş buralardadır dedik. Ama umduğumuz dağlara maalesef hep kar yağdı.

Birilerine “Kurtar bizi baba” dedik. Ülkeyi 70 sente muhtaç etti. O gitti. Ardından kurtar bizi ana” dedik. İki anahtara sahip olacağız derken ülkeyi “Kara Çarşamba” diye adlandırılan ekonomik krize düçar etti.  Başımıza gelen her türlü kötülük eğitimsizlikten dedik. Çocuklarımız okusun. Ama eğitimdeki boşluğu değerlendirmek/takviye  için “Abi, abla, hoca” bulalım, çocuğumuza rehberlik yapsın, yol göstersin, onunla ilgilensin dedik. Kimi ruhumuzu, beynimizi esir aldı. Kimi namusumuzu.  Bir iğfal edilmediğimiz kalmıştı. Sonunda nur topu gibi sübyancılığımız ortaya çıktı. Görsel medyadan seyrediyoruz; yazılı basından ağzımız açık, hayretler içerisinde okuyoruz. Hala da her şeyimizi ihale etmeye devam ediyoruz. Bir içkiden içmediğimiz diğer içkiye tecrübe kazanmaya devam ediyoruz. Ne zaman vaz geçeceğiz her şeyimizi başkasına ihale etmekten. Şunu bilelim ki tabiat boşluk kabul etmez. Evet güvenelim ama hiçbir zaman tedbiri elden bırakmayalım. Her gördüğümüze amca diye sarılmayalım. Bir kanalda çocuk istismarcılarının özelliklerini söylerken bir öğretim görevlisi: “Nerede başarılı, işinde uzman, etrafınca sevilen, herkesin güvenini kazanmış biri varsa çoğunun sonu çocuk istismarcılığına çıkıyor” dedi. Sapıklar, sübyancılar gerçekten derslerine iyi çalışıyorlar: Önce güven kazanmak. Zaten biz bir insana güvendik mi sırtımızı dayarız. Sonuç hüsran, hep hüsran…

Allah Kur’an’ da  erkeklerin hemcinsleriyle alenen yaptıkları homoseksüelliği ve akabinde de yağmur yerine yağan taşlarla o kavmin nasıl helak edildiğini anlatır. Biz okuruz, durmadan Lut peygamberin kavminin sapıklığına kızarız. Rabbim niye anlatıyor bunu. Kur’an kıssa kitabı mı? İbret alalım diye anlatıyor. Görüldüğü gibi pek ibret almamışa benziyoruz. Çünkü özellikle çocuk ve öğrencilere taciz olayları lokal olmaktan çıktı. Mantar biter gibi Anadolu’nun herhangi bir ilinde ortaya çıkıyor. Bunlar tespit edilenler. Ya tespit edilmeyenler. Bazı yerden geçerken uyarı levhası görürüz: Dikkat köpek var!" diye. Sapık ve sübyancılar bilinse de "Dikkat sapık var" yazılsa alınlarına böylelerinin.

Cezalarımız suçluyu korumaktan vazgeçmeli. Her şeyden önce caydırıcı olmalı. Böylelerini hadım  etme dahi düşünülmeli. Cezaevinde milletin sırtından beslememeli. Emekliliği hak etse dahi maaş ve tüm kazanımları kesilmeli.   

Alevi ahlak sisteminde güzel bir şekilde ifadesini bulan şu sözle bu nahoş konuyu bitirelim: “Eline, diline ve beline sahip ol.” Rabbim her türlü kötülükten özellikle sapık, sübyancıların şerrinden korusun çocuklarımızı… 24/03/2016

** 25/03/2016 tarihinde kahta.soz'de yayımlanmıştır.


Aynı dili konuşan mı olalım. Yoksa aynı duyguyu paylaşan mı?

Bana  dünyada en zor adam kimdir deseniz hiç tereddütsüz iletişime kapalı insan derim. Çevrenizde vardır mutlaka böyleleri. Her türlü yolu deneseniz dahi bu tiplerle bir ve beraber olamazsınız. Bir araya gelseniz de sizi aynı kazana atsalar yine kaynamazsınız. Belki aynı dili konuşursunuz. Ama nafile. Ona ayırdığın zamanı hendek atlatmak için deveye ayırsanız, ya da iğne deliğinden deveyi geçirmeye kalksanız  belki başarılı olabilirsiniz. Böyleleri Nuh der, ama asla peygamber demez. Dediğim dedik, çaldığım düdük der. Dünyadaki tüm doğruları kendi bildiği doğrular olarak görür. Ne başkasına verebileceği vardır. Ne de başkasından alacağı.
Var mı böyleleri diye sakın araştırmaya kalkmayın. Şayet kendinize problem arıyorsanız çok uzağa gitmeyin. Çünkü sağınıza solunuza baksanız sayılarının pek de az olmadığını görürsünüz. Kendisine atfedilen biz sözde Celalettin Rumi: “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşırlar” der.  Bu söze şapka çıkartılır.

Bir gün Karasınır Parkına çay içmek için gittim. Parkta, küçüklükten beri tanıdığım baba dostu rahmetli Sadık Hoca'yı yanında biriyle otururken buldum. Yanında tanımadığım biri vardı. Hoş geldiniz dedim. Misafiri için, "Türkçe bilmez. Pakistanlı hacı arkadaşım. Ben Urduca bilmem. O da Türkçe bilmez. Ben biraz Arapça bilirim. Dostum İngilizce bilir. Sağ olsun. Ziyaretime gelmiş" dedi. Nasıl anlaşıyorsunuz dedim.  "Kalp dili, gönül dili, ne dersen de" diye cevap verdi. Yanlarında biraz oturdum. Birbirlerine bakıyorlar. Çay içeceği zaman el-kol işareti ya da jest ve mimikleriyle "Çay içelim mi" diyor. Misafiri başını sallıyor. Olabilir mi böyle bir şey? Siz ne derseniz deyin. Ben gördüm. Gördüğüm manzara birbirine yabancı iki insan aynı duygular içerisinde muhabbet ediyor. Böyle bir muhabbeti, duygudaşlığı görünce Rumi'nin sözündeki manayı daha iyi anladım.

Ülkemizde aynı dili konuşuyoruz. Fakat büyük bir çoğunluğumuz ayrı telden çalıyoruz. Konuşmalarımıza "Bana göre, bence, aslında..." diye başlarız. Muhatabımız cümleyi bitirir bitirmez ne cevap vereceğini hazırlar. Söz biter bitmez o da olayları kendi penceresinden değerlendirmeye başlar. Aslında konuşurken ne söyleyeceğini hazırlayanlar karşı tarafı dinlemez. Ancak dinler gibi görünür. Ya da savunma-gerekçe-bahane hazırlar. Yani yarım yamalak dinliyoruz. Ön yargıyla dinliyoruz. Atalarımız: "Bir konuş bin dinle" demiş. Her şeyden önce dinlemeyi beceremiyoruz. Konuşmada üstümüze yoktur sanırım. Her konuşan da muhatabına baskın çıkmak için konuşur. Eğer ikna edemezse yavaştan sesler yükselmeye başlar. Aynı dili konuştuğumuz milyonlarla anlaşamıyoruz. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi farklı dilde olanlar, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşabiliyor.

Çoğumuz duygu, düşüncelerimizi paylaşabilmek, işimizi halledebilmek gibi nedenlerle yabancı bir dil öğreniriz. Hatta "Bir dil bilen bir insan, iki dil bilen iki insandır" deriz. Dil bilmek evet önemli ama dilden önce duygudaş olmak, iletişime açık olmak, karşı tarafı anlamaya çalışmak  gerek diye düşünüyorum.


Gelin dil öğrenmeden önce birbirimizi dinlemeye açalım antenlerimizi. Birbirimizi anladığımız takdirde sorun kalmaz. Ülkemizdeki sorun da birbirimize kapalı olmamızdır. 24/03/2016

23 Mart 2016 Çarşamba

Kocaman bir alkış


Gazetemizde yazmaya başlayalı birçok konuda yazı yazmaya çalıştım. Bir spor kalmıştı. Bugün de yazımı futbol maçlarına yani Konyaspor’a ayırdım.

Futbol maçlarına gitmem, izlemem, maçtan da anlamam. Defans, bek, santrafor, libero, ileri üçlü… nedir bilmem. Konyaspor’un yeni stadına hiç gitmedim. Fakat hafta sonu maçlar bittikten sonra Süper Lig’de hangi takım ne yapmış der maç skorlarını  ve  puan durumuna göz atarım. Madem anlamıyorsun mübarek! O zaman ne diye bilmediğin konuda yazı yazacaksın diyebilirsiniz. Konyaspor’un bu sezon gidişi/çıkışı göğsümü kabarttı. Anlamasam da çorbada tuzum olsun dedim. Zira “Kambersiz düğün olmaz” biliyorsunuz.

2015-2016 futbol sezonu yeni açıldığında Konyaspor’un bir yetkilisiyle bir vesileyle görüştüğümüzde “Hedefiniz ne olacak” diye sormuştu bir arkadaş. Yetkili: “Hedefimiz küme düşmemeye oynayacağız” demişti. Cevap bize garip gelmemişti. Konyaspor’un her sezonki yerine baktığımızda ayakları yere basan bir cevaptı.

Sezonun başında yetkilinin verdiği cevap tevazuundanmış meğer. Çünkü sezonun 27.maçı oynanmış. Konyaspor 50 puanla 3.sıraya demir atmış görünüyor. Ziraat Türkiye kupasında 8 takımın arasına girmiş, yarı finale adını yazdırmış.

Nereden nereye?  Takımımız asansör takımdı birkaç yıl öncesine kadar. Küme düşmemeye oynayan bir takımdı… Küme düşerdi, sonra tekrar süper lige çıkması da ayrı bir sıkıntı  ve heyecandı. Tüm Konya kenetlenirdi. Çıkmaya çıkardı ama tutunması ise ayrı bir dert idi. İşte böyle bir Konyaspor bu yıl zirveye doğru bir çıkış yakaladı. İstikrarın takımı oldu. Hocası, futbolcusu, yönetimi, seyircisi ve tüm Konya; başarıya inanmış, emin adımlarla yoluna devam ediyor. Bunda stadın katkısı, hoca istikrarı, yönetimin inancı, mütevazı kadrosu ve seyircinin faktörü olsa gerek.

Birkaç hafta önce solunlanmak ve çay içmek  için bir dostumla beraber Merkez Öğretmenevine girdim. Yürümekte zorlanan yaşlı bir amca yakınımızdaki masaya arkadaşlarının yanına geldi. Bir taraftan da “Arkadaşlar Konya’nın bugün deplasmanda  Mersin İdman Yurdu ile maçı vardı, ne oldu” diye sordu. Arkadaşları bilmiyoruz dediler. Amcanın  o yaşta heyecanına hayran kaldım. Hemen skora baktım. Zira maç izlemesem de skor ve maç sonucu benim işimdi: “Amca! Konyaspor, Mersin İdman Yurdu’nu 2-0 yenmiş” dedim. Amcanın sevinci görülmeye değerdi. “Eee, amca, müjdeyi verdim. Hani bizim çaylar. Ben müjdemi isterim” dedim. “Sizin içeceğiniz çay olsun” dedi. Amca şaka yaptık dedimse de, hemen çaycıya ismiyle hitap ederek çayımızı da söyledi. Oranın müdavimlerindendi anlaşılan. Amcanın çayını afiyetle içtik. Diyeceğim maça giden, gitmeyen, benim gibi skoru ve sonucunu takip eden yediden yetmişe herkes Konya’nın başarısına odaklanmıştı anlaşılan.

Asansör takım olma özelliğini yok edip 3.lüğe demir atan Konyaspor’un ve Konyalıların kendilerine öz güveni geldi. 3 büyüklerin ardından 4.büyük takım olan Trabzonspor’dan sonra geçtiğimiz yıllarda Bursaspor’un gösterdiği performansı önümüzdeki yıllarda Torku Konyaspor niçin göstermesin.


Yönetimine, futbolcularına, seyircisine ve teknik heyete Kocaman bir alkış… Teşekkürler ve tebrikler… 23/03/2016

Ekmeği nasıl seçelim!


Bakkaldan, marketten, fırından sanırım hepiniz ekmek, simitçiden simit almışsınızdır ya da alanı görmüşsünüzdür. Ekmek alanların ekmek seçişleri de mutlaka dikkatinizi çekmiştir. Eğer dikkat etmemişseniz bundan sonra ekmek almaya gittiğinizde mutlaka sizden öncekinin ekmeği seçişine bir dikkat edin derim.

Ekmeği alan ister beyefendi, ister hanımefendi olsun fark etmiyor. Eliyle ekmeğe dokunuyor, bırakıyor; sonra öbürüne, alttakine, üsttekine dokunup bırakıyor.. Hangisini alacak diye sen de hayret ve ibretle bakıyorsun o kimseye. Aslında hepsine dokunup bırakacak da dokunmaktan yorulduğu ve de arkasında bekleyenlerden biraz utandığı için bir kısmına dokunmuyor. Hele şükür seçti ve çekildi. Ardından sıra sana geliyor. Sende onun dokunmadıklarına dokunmaya başlıyorsun: Şunu mu alayım bunu mu diye. Aslında çoğu bakkal ve markette: “Ekmeği elimizle değil gözümüzle seçelim” yazısını da okumuşsunuzdur. Buna rağmen neredeyse tüm ekmekleri elimizle kontrol ediyoruz. Maalesef gözümüz sadece seyrediyor bu durumda. Bıraktığımız ekmeği beğenmiyoruz. Bir gün ekmek dile gelse bizi beğenir mi acaba?

Bu güne kadar nereden ekmek alırsam alayım. Alacağım ekmeği gözüme kestirir, elimi uzatmakla poşetin içerisine koymam bir olur. Zaman zaman kuru, bayat ya da yanık ekmeğin gelmediği de olmuyor değil. Nasibime artık. Kendisinden öncekinin dokunup bıraktığı ekmeği almıyoruz. Niye? Çünkü o ekmeğin kirlendiğini var sayarız. Ya biz görmeden ekmek seçenlerin dokunduğu ekmeği almışsak..

Bu şekilde ekmek seçme benim hoşuma gitmiyor. Her birimiz kendi elimizi temiz, başkasının elini  kirli kabul ederiz. Aslında ellerimizin kirli olması kuvvetle muhtemeldir. Çünkü günlük hayatta elimizin temas etmediği yer yoktur. Belki de mikropların çoğu elimizden geçiyordur. Gelin şu ekmeği alırken ne olur, ellerimizle ekmeklere dokunmayalım. Gözümüzle seçelim. Ne çıkarsa bahtımıza diyelim. Bir defa ekmek kuru, yanık oldu diye hayatımız sönmez. Nasıl ki başkasının dokunduğu ekmeği seçmiyorsak, başkası da bizim dokunduğumuz ekmeği seçmez.

Bazı fırınlarda ekmekle müşterinin arasına bir engel konmuş. Ekmeğin bulunduğu tezgaha girmemiz yasak. Alacağımız ekmeğin çeşidini ve sayısını söyleyerek elinde eldiveni olan bir görevli vitrindeki ekmeği alıp poşete koyuyor. Bu durumda parasını ödeyip çıkıyoruz, içimizde bir ukde kalarak. Çünkü ekmeğe dokunamadık… Fırın, iyi ki engel koymuş. Yoksa o ekmeklerin hepsine yapacağımızı bilirdik biz.

Ne olur, gelin bu konuda bari bencilliği bırakalım. Ekmeği elimizle değil, gözümüzle seçelim. Gözüm görmez diyorsa eğer biri, gözlük masrafı benden. Yok, ben idrak yoksunuyum diyorsa. İşte o; ne alınır, ne de satılır. Kaderimiz çekeceğiz artık.  Ya da ekmek yemeği bırakacağız. 15/03/2016








22 Mart 2016 Salı

Suçların alenileşmesinde basın


Eskiden gazetelerin üçüncü sayfaları vardı. Bu sayfalar gasp, hırsızlık, tecavüz,  kan davaları vb konulara ayrılmıştı. Şimdilerde nedense bu tür haberler manşet ve sürmanşetlere taşındı. Hatta görsel medyanın flaş haberleri arasında yer bulabilmektedir.

Haber dinlerken, gazete haberleri okurken ya da bir habere yapılmış yorumu okurken  insanın içi kararıyor. İsterseniz görsel ve yazılı basından bazı örnekler vererek biraz da içinizi ben karartayım:
Karaman’da bir öğretmen, öğrencilere cinsel istismardan tutuklandı” (Haberde okulun adı, öğretmenin adı, tecavüze uğrayan öğrencilerin sayısı, nerede kaldıkları, kaçının rapor aldıkları yazılı.) 

Konya Ereğli’deki taciz skandalı meclis gündemine taşındı.” (Milli Eğitim Bakanının cevaplandırması amacıyla soru önergesi veriliyor. Okulun adı, öğretmen adı, öğrenci adı zikrediliyor)

Bu iki olay normal seyri içerisinde savcılığa intikal etmiş. Bu nahoş olaylara zaten savcılık el koymuş. Olayın meclis gündemine taşınmasıyla ne amaç elde edilecektir. Anlamakta zorlanıyorum. Basın bu tür haberleri vererek okulu, okulun tüm öğrencilerini töhmet altında bıraktığını niçin düşünmez acaba? Bu tür haberlerin vukuu beterdir. Şuyuu ise vukuundan daha beterdir. İnsanlar bu okullarda okuyan öğrencilere acaba diye şüphe ile bakacaktır. Suçların ifşası bir müddet sonra olayları sıradan hale getirebilir. Basının amacı gerçekten üzüm yemekse sanıkların en ağır cezaları almaları için adliye boyutunda takipçi olmalıdırlar.

G.Ü. 4.sınıf İngilizce öğretmenliği öğrencisi Feyza Acısu, dün yaşanan  patlamada hayatını kaybetti." (Ölen öğrenci bir başörtülü)  Bu habere yapılan yorum: “Hiç yoksa bunun öğretmen olup bağnaz bir nesil yetiştirme olasılığının ortadan kalkmış olması ufak bir tesellidir. Kimse kusura bakmasın, kafasındaki o çaputla herhalde astronot yetiştirmeyecekti. Türkiye’de 3 tane ana kesim var, Yobazlar, kürtler ve Atatürkçüler. Artık kardeşlik zamanı diye kendimizi kandırmayalım. Zayıflık göstermek sonumuz olur. Bu yüzden can düşmanımız olan yobazlardan birisinin ölmüş olmasına üzülemem. Kusura bakmayın. Yarın bunun yetiştirdiği nesil de  ışidin canlı bombası olacaktı." (Yazım ve imla hataları yorumcuya aittir.) Bu yorumcunun ruh halinde sıkıntı var. Bunun üzerinde durmayacağım. Habere böylesi yorumu yapanın yorumunu yayımlayan  editöre ne demeli. Yazık gerçekten yazık!

Terör  örgütü yetkilisi  bir demeç veriyor. Bizim gazete ve TV'lerimiz noktasına virgülüne yayımlıyor. Zaten adamın istediği de budur: Örgütün propagandasını yapmak. Böylece amacına ulaşmış oluyor örgüt.

Gün geçmiyor ki basında öğrencisinden dayak yiyen öğretmen, öğrencisine dayak atan öğretmen, doktoru döven hasta ya da hasta yakınları, öğrencisine taciz uygulayan eğitimci adı altında haberler kabak tadı verdi artık. İnsanımızın belleğine yerleşiyor böylesi haberler.


Basın haberi yayına hazırlarken yoğurdu üfleyerek yapmalıdır. Kamu yararı/zararı  olup olmadığına dikkat etmelidir. Her şeyden önce haberin aslı var mı yok mu demeden hemen yayına/basıma  girmemelidir. Bir camiayı töhmet altında bırakacak yayınlar yapmamalıdır. Her şeyden önce çocuklarımızı etkileyecek haberlerde daha titiz olmalıdırlar. 22/03/2016

İmtihanın imtihanı

19 Mart 2016 günü Açık Lise sınavında görev aldım. Görev yerine gelirken içimi sebebini bilmediğim bir sıkıntı bastı.

Gerekli açıklamalar yapıldı. Kur'alar çekilmeye başlandı. Hiç heyecan yoktu bende. Çünkü en düşük ücreti yedek gözetmen alacaktı. Zaten malum olduğu üzere bana o çıkacaktı. Hayret ki ne hayret sınav ücreti daha iyi olan salon başkanlığı çıkmıştı bana. Kendi kendime artık bahtsızlığı yendim. Bundan sonra şansım yaver gidecek diye düşünmeye başladım. Sınav evrakını alarak görevli olduğum salonuma geçtim. Ama nedense içim daralıyor. Başıma ince bir ağrı bile girmişti. Sınava girecek adaylar tek tük gelmeye başladı. Yaşı yaşıma yakın biri girdi. Elinde hiç evrak da yok. Sanırım milli eğitimden gelen denetmen olsa gerek dedim. Bana yaklaştı. Sonra ilk  sıraya oturdu. Öğrenci olduğu anlaşıldı. Adetim değildir ama sordum kendisine: "Beşikten mezara ilim öğreniniz" hadisini mi ölçü aldın dedim. "Öyle" dedi. Yaşını sordum. "67 doğumlu olduğunu söyledi. Sonra sınav başladı.

Kendi kendime sınavdan en son kim çıkar diye sordum. Merak bu ya. Adaylara göz gezdirirken gözüm en önde oturan yaşıtım adayda kaldı. Evet bu dedim. En son bu çıkar. Adama biraz alıcı gözüyle baktım. Ben bu adamı tanıyorum ama nereden düşüncesi aldı beni. İnsan yeter ki problem istesin hemen bulur. Ben de buldum. Adamı nereden tanıdığıma kafa yordum. 10 dakika düşündükten sonra ben bu adamı tanıyorum dedim.

Açık Lise sınavları

Bu adama sıra gelmeden bu sınavlar hakkında biraz bilgi vermek istiyorum: Açık lise sınavları hafta sonu yapılır. Bir oturumda en fazla 8 ders bulunur. Her dersten 20 soru olur. Sınavlar test usulü olur. Oturumlarda sınav süresi 180 dakika. Yani 3 saat. Tek dersten sınava giren de 3 saat bekleyebilir. 8 dersten giren de 3 saatin dolmasını bekleyebilir. Sınavlarda tek öğrenci kalamaz. Mutlaka yanında biri daha bekletilir. Açık lise sınavlarında ilk 20 dakika gecikenler alınır. İçeriden ilk 30 dakikada kimse çıkarılmaz. 20 kişilik salonlarda genelde öğrencilerin üç ya da dörtte biri sınava gelmez. Geriye kalanların en az yarısı ilk yarım saatin dolmasını bekler. Vakit gelir gelmez evrakını veren çıkar. Cevap kağıtlarına bir göz gezdirdiğinizde seçeneklerde her türlü deseni görebilirsiniz. Geriye kalan az sayıdaki öğrenci ise genelde bir saat içerisinde sınavını bitirir. Bu sınavlarda salonlarda görev yapanlar biran evvel sınavın bitmesini bekler. Erken bitirenin mutluluğuna derman yetmez.

Kimdi bu adam?

2011 yılında  Vali Necati Çetinkaya İlköğretim okulunda hem sabah oturumunda, hem de öğle oturumunda salon görevlisi idim. Bir saat öncesinde sınav yerinde hazır bulundum. İlk oturumda bugünkü gördüğüm aday dikkatimi çekti.  Sınav ortasında  herkes sınavını yaparken bu adayın beklediğini gördüm. Sınavın ortasında sağına soluna bakıyor, ellerini birbirine bağlamış bir şekilde bekliyor. Rahatsız mısın dedim. dinleniyorum dedi. Lavaboya çıkabilirsin dedim hayır dedi. Seçenekleri hiç işaretmememişsin dedim. Sonunda yapacağım dedi. Sınavın bitmesine 1 saatten fazla bir zaman var iken tüm salon boşaldı. Sadece dikkatimi çeken o aday ve başka bir bayan kaldı. Bayan bitirip çıkmak istedi. Biz görevliler daha ağzımızı açmadan bizim ki: "Sen beni bekleyeceksin" dedi kıza. Anladığım kadarıyla bizim beyefendi tecrübeliydi bu tip sınavlarda. Çünkü sınavda en az iki aday kalmak zorunda. Bitiren diğerini bekleyecekti. 9.30'da başlayan sınav 12.30' a kadar sürdü. Tabii binada benden başka kimse de kalmadı. Saat 12.30 oldu. Hele şükür dedim. Evrakı alıp teslim ettik.
*** 
Aynı okulda öğleden sonraki 2. oturumda yine görevliyim. Kur'alar çekildi. Salonum değişti. Yeni salonuma giderken sevincime diyecek yoktu. Çünkü o adaydan kurtulmuştum. Son gülen iyi güler derler ya. Salona girer girmez benim sabahki adayım yine benim salonda. Güler misin? Ağlar mısın? Son 1.5 saat kala benim salon ve tüm okul boşaldı. Okul bina sorumlularının biri geliyor biri gidiyor haydin hocam diye. Salonda beklemek zorunda kalan yine bir kızımız: Abim beni bekliyor dediyse de bizim aday rahat tavırlarıyla sınav olmaya devam etti. Ara sıra da abin kızar mı, sinirli biri mi diye soru sordu. Ardından güldü. Sonunda 3 polis, 3 bina sorumlusu, okulun hizmetlileri, ve biz iki salon görevlisi bizim adayı bekledik. 17.00'dan önce de çıkmadı anlayacağınız.
*** 
İşte 5 yıl öncesinde iki defa salonumda sınava girerek bana sabretmeyi öğreten bu ihtiyar delikanlı yine karşımdaydı.  Maşaallah 5 yıldır açık liseyi de bitirmemiş. Azim, gayret her şey tam. Kendi kendime salondan kim çıkar sorusunu abes bir soru olarak gördüm. Yanımdaki gözetmenime de "Hocam işte en son sınavdan çıkacak aday" dedim. Bekledik. O bekledi, biz bekledik. Tabii yanındaki bekleyen kızımız da. Okuduğu her satırın önce altını çiziyor, sonra siliyor, daha sonra okuduğu sayfayı yukarıdan katlıyordu. Kodlamayı yine yapmıyordu malum olduğu üzere. Tabii hikmetinden sual olmaz. 

O da ne? Sınavdan bir saat önce hızlı hızlı kodlamaya başladı ve bir saat öncesinden evrakını teslim etti. Erken vermeye verdi de 20 salondan yine biz en sona kaldık. Bir sınav daha böylece bitti. Benim başımın ağrısının sebebi de anlaşıldı. Sınavı adam mı oldu ben mi oldum anlayamadım. Bu da benim için  imtihan imtihanı oldu. 22/03/2016


Usulsüz vusul olmaz

Bir meslek grubunun içerisinde çocuklarımızı dinden soğutan bir kesim var. Çoğunun iyi niyetli olduğunu biliyorum. Her şeyden önce bu iyi niyetle yapılan tasarruflarımızın öz eleştiri sadedinde sorgulanması gerektiğini düşünüyorum.

Hepimizin bilmesi gerekir ki bu nesil bizim yetiştiğimiz nesil değil. Sıkıntı çekmeden yetişen, sorumluluk verilmemiş, her şeyi sorgulayan, her şeye karşı çıkan, her şeye bir bahane bulan bir gençlik.  Ben ve benim nesil neyin ne olduğunu sorgulayamadan; dayak, hakaret ve şiddetle büyümüş bir nesiliz. Böyle büyüyen  bizlerin bu günkü nesli kendi yetiştirilme tarzımız gibi yetiştirmeye kalkmamız telafisi mümkün olmayan yaraların açılmasına sebebiyet verecektir.

Sahanın içinde olmayanlar, sahanın içinde olup da "Kırılan kol yen içerisinde kalsın" düşüncesiyle camia ve meslektaşlarına toz kondurmayanların yanlış anlayacağını bilerek bu yazıyı yazmaya karar verdim. Bu yazıyı kaleme alan biri olarak bu konuda çok masum olduğumu iddia etmiyorum. Haklı ya da haksız maalesef yetişme tarzımın bir yansıması olarak zaman zaman bu günkü karşı çıktığım ve eleştirdiğim konularda bilerek ya da bilmeyerek hata ve yanlışlar içerisine girdiğimi anti parantez söylemek isterim. Bir kaç lokal örnekle konuyu irdelemeye çalışacağım: Bugün sanal alemde eski mezun bir öğrencimin bir paylaşımı dikkatimi çekti: "4.sınıf çocuğunun bir dersten muaf tutulması için idareye dilekçe verdiğini, çocuğunun dinden soğumaması için böyle bir tasarrufta bulunduğunu" belirtiyordu paylaşımında... Yine bir gün çocuğunu dövdüğü bir velisiyle mahkemelik olan bir meslektaşımı dinledim: " Çocuk mahkemede şikayetçi olmadığı halde babası şikayetçi oldu. Çıkışta bana, ' Geçmişte senin branşında bir hoca beni okuldan soğuttu. Senin de benim çocuğumu dinden soğutmana izin vermeyeceğini, hatta mesleğinden atılman için elinden geleni göstereceğini' söyledi dedi." Yine ezberini yapmadığı ya da yapamadığı için dayak yiyen, notu düşük ya da zayıf düşen öğrenci ve velilerin serzenişlerini duyarsınız zaman zaman. Örnekleri çoğaltabiliriz.

Zayıf not veren, ezber ya da dersinden dolayı dayak atan kişilerin iyi niyetinden şüphem yok. Fakat görüldüğü gibi iyi niyet her zaman iyi sonuç vermiyor. Bir kısım hocalarımız bize yaptılar, öğrenci böyle yetişir diye biz de onların metodunu uygulamamalıyız. Artık çocuklara yeni şeyler söylemek lazım. Her şeyden önce öğrencinin psikolojisini iyi okumak ve bilmek zorundayız. Dayak atmak suretiyle ancak dine soğuk, dine düşman bir nesil yetiştirebiliriz. Çocuklardaki öz güveni yok etmiş oluruz. Elimizden gelen çabayı gösterelim ama nefret ettirmeden yapalım. Çocuk, öğrenmemede direniyor mu bırak öğrenmesin. İhtiyaç hisseden zamanında yapmadıklarını yeri geldiği zaman çarçabuk öğrenir. Yeter ki bu dinin özünde sevgi olduğunu bilerek sevgiyle yaklaşalım yeni genç dimağlara. Bilinç altlarına düşmanlık tohumu ekmeyelim. Her çocuğun bir kabiliyeti var, yeter ki biz o kabiliyeti ortaya çıkarmaya çalışalım. İçimizde sayıları az olmayan meslektaşlarımızın metodunu uygulayalım. Hiç unutmam fakültede bir arkadaşım vardı. Aile ve içinde bulunduğu camia itibariyle İmam hatip'e ve İlahiyat'a yabancı olan biri. İlahiyat Fakültesinde iken Cuma kıldırırken bile Cuma namazını düzgün kıldıramayan biri. Bir konuşma esnasında yabancısı olduğu bu yere nasıl geldiğini anlattı: "Dersine giren bir öğretmenden çok hoşlanır. Lisede iken söz verir, ben bu adamın okuduğu okulda okuyacağım diye. Çok sevdiği öğretmeninin İlahiyat Fakültesi mezunu olduğunu öğrenince İlahiyat okumaya karar verir. Halen Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmeni olarak görev yapmaktadır.

Amacımız insan kazanmak olmalı. Dersine girdiğimiz tüm öğrencinin meramımızı bilmesini sağlamalıyız önce. Yaptığımız işin doğruluğuna ikna edemediğimiz müddetçe biz başarılı olamayız. Vurduğumuz yerlerde gül yerine kin, intikam duyguları bitiyor haberimiz olsun.

Usulsüz vusul olmaz. İlk önce usul ve metodumuzu değiştirelim.  22/03/2016


21 Mart 2016 Pazartesi

Az mı azar işittim bu Türk filmleri yüzünden

80’li yıllarda tek kanallı TV, akşam 18.00’den itibaren İstiklal Marşı ile açılırdı.  Benim için diğer yayınlar pek bir şey ifade etmezdi. Önceleri Salı günleri çıkardı Türk filmi. Tüm mahalleli bir komşumuzda olan TV'nin karşısında toplanır. Dört gözle filmin başlamasını beklerdik. Hele 20.00'da başlayan ana haber bülteni bitmek bilmez. Reklamın ardı arkası kesilmezdi. Sonraları Türk filmini Cumartesi gününe aldılar. Geç vakitte başlardı. 

Kaldığım yurtta sadece Cumartesi akşamları ileri saatte 23.00, geri saatte ise 22.00' a kadardı izin verilirdi. Akşamında Beş Yol Kıraathanesinde en önde yerimizi kapardık. Varınca bir çay gelirdi hemen. Bir de filmin tam ortasında toptan çay servisi yapılırdı. İkinci çayı içmeden kalksak kendimizi bahtiyar sayardık. Çünkü zaten bir içimlik çay paramız olurdu.  Ama bizim Hasan çay servisini kaçırmazdı hiç. Filmin tam ortasında ya da sonlarına doğru tam heyecanlı yerinde bizim izin biterdi. Çay ocağındaki tüm yurttan öğrenciler birbirine bakardı. Biri kalktı mı hepimiz kalkar. Kalkan olmazsa korku içerisinde filme bakmaya devam ederdik. Bir taraftan da  film bittikten sonra nöbetçi öğretmen bize ne diyecek, dayak mı atacak, acaba yurda almamazlık yapar mı, bizi yok yazar da yurt müdürüyle mi karşı karşıya geliriz düşüncesi filmin içine ederdi ama yine de bakmaya devam ederdik. Anca beraber kanca beraber. Başa gelen çekilir. Ben yersem nasılsa onlar da yiyecek derdik. Film biter, yurda varınca diğer günlerde erkenden yatan nöbetçi öğretmeni bizi elindeki sopasıyla  bekler görürdük. En hafifi dövmekten beter edecek şekilde azar işitmemiz olurdu. Ama yine de dayaktan iyi gelirdi bize. Sonunda zafer kazanmış bir komutan edasıyla yatağımıza giderdik. Çünkü haftada bir çıkan Türk filmine bakmıştık. Yarım bıraksaydık, ya da hiç bakamasaydık kendimizde bir eksiklik hissederdik. Yatınca da yatakta uyuyuncaya kadar filmin analizini yapar, uykuya öyle dalardık.

Türk filminin tadı damağımızda kalırdı. İki haftada bir değişen Türk filmine gitmek için  rehberlik ve eğitsel kol derslerini kırar çarşamba günleri öğleden sonra Saray Sinemasına giderdik. Ya da 8-0 yenildiğimiz gündüz oynanan milli maçları izlemek için kahvehanedeki yerimizi alırdık. Sinemaya girerken bir korku. Çıktıktan sonra bir korku alırdı bizi. Çünkü öğleden sonra derse girmemiştik. Perşembe sabahı müdür yardımcım başkan nezaretinde bizi odasında bekliyor olacaktı. Bazen de hızını alamaz ilk derse başlamadan sınıfın kapısında alırdı soluğu. Başlardı ahiret sorularını sormaya. Biz başımızı öne eğer sorgunun bitmesini beklerdik. Mutlaka velimiz gelmeliydi. Başka türlü derse alınmayacaktık. Bugünlerde adam öldüren, terör eylemi yapan bu kadar sorguya çekilmezdi. Ama biz saatlerce ayakta sıra sıra bekler. Her bir söz, her bir azar beynimize peyderpey yerleştirilirdi. Hele bir defasında bir arkadaşımız ile birlikte  milli maç ertesi hazır kıta yardımcının huzurundaydık yine. Ceketinin yakasına bir rozet takmıştı. Yardımcının o dikkatini çekti. "Nedir bu" dedi. "Türk Hava Yollarının rozeti" deyince. "Hava yollarının rozetini takmana ne gerek var. senin havan yeter sana" diyerek başladı  uzun süre devam etti taciz. Tabii biz kafamızı kaldırmadan nasıl hava yapacaksak. Ancak başımız öne eğik bir şekilde, suçluluk psikolojisi içerisinde sadece hocamızı tasdikleyebiliyorduk: "Evet hocam, öyle hocam" şeklinde. Hele bir de  8-0 yenildiğimiz maçlardan sonra "Yendiniz mi bari" demesi yok mu?" Bizi kahrederdi gerçekten.

Nereden aklıma geldi bu Türk filmleri ve maç seyretmeleri? Zaman zaman belli gün ve haftalara göz gezdiririm.  Alın size bir gün daha. “Türk Dünyası Filmleri Günü” olarak  belirlenen 19 Mart’ı görünce  hafifçe gülümsedim.  Dağarcığımı yokladım. Eski Türk filmleri gözümün önünden geçip gitti.  Çocukluk aşkımdı ne de olsa.

Şimdilerde günün her saatinde istediğin filmi ve Türk filmini bulabilirsin. Hem de renkli renkli seyredebilirsin. Bizimkisi siyah beyazdı. Ama bugünkülerden daha kıymetliydi ve değerliydi bilesiniz. En azından TV bağımlısı değildik. Çünkü yayınlar bizi izlemeyin derdi. Sadece Türk filmine bakardık. Akşamında açılan TV, gecenin bir vaktinde yine Marşımızla kapatılırdı.

Siyah beyazın nesine özlem duyacaksın mübarek diyebilirsiniz? Sayısız kanalda insanları her akşam bağımlılık yapan dizilerimiz yoktu bir kere. Film bitince işimize gücümüze yönelirdik. Ayrıca büyüyüp sorumluluk arttıkça insan geçmişe özlem duyar ve anılarıyla yaşarmış. Belki de benimki o cinsten.

Bir başka yazımızda da  seneye -19 Mart'ta- olur belki. O zaman da Türk filmlerinin içeriği hakkında bahsederiz. Kim bilir? Nasip. 21/03/2016

Bu Kitap Bana Beleş

Yıl 2005-2006 öğretim yılı. İngilizce öğretmenim yanıma geldi. "Hocam Meb'in bastırdığı ders kitabı iyi değil. Yayınevi, 130 lira olan bu kitabı bizim okula özel; tüm öğrenciler aldığı takdirde 90 liraya verecek. Ne dersin, aldıralım mı?" Hocam illa bu kitap olacaksa bak elinde bir kitap var. Öğrencilere fotokopi yap, ver dedimse de kitabın dışarıdan geldiğini, fotokopi ile çoğaltmanın yasak olduğunu söyledi. Hangi kitapçılarda satıldığını sordum. "Hocam tek kitapçı da satılıyor, falan yayınevi dedi. Ben bir görüşeyim dedim ayrıldım.

Çocuğum da 9. sınıf öğrencisi. Ondan da aynı kitabı istemiş öğretmeni. Bir öğretmen kendi çocuğu için 60 liraya almış aynı kitabı.  Girdim kitapçıya. Fİyatına 125 lira dedi. Ardımdan giren birisine 130 TL dendi. Kitapçı az tenhalaşınca bir arkadaş 60'a almış sizden. Bana da bu fiyata verin dedim. "Olmaz" dediler. Az sonra hangi okulda çalıştığımı sordular. ... Anadolu Lisesi dedim. "O okuldaki göreviniz nedir" dendi. Müdürüyüm deyince "Hocam niye söylemiyorsun müdür olduğunu. Al kitabı senden para isteyen mi var" dedi. Olmaz dedim parasız olmaz. Bana bir fiyat söyleyin. ... falan öğretmenin çocuğu için aldığı 60 TL'den bana da verin dedim. "Hocam anlatamadık galiba. Sizden para istemeyiz." Para konusunda ısrar edince "At hocam şuraya, ne verirsen ver." Bana miktar söyler misiniz dedim. "Biz senden para istemiyoruz ama vereceksen 50 TL ver" dediler. Ardından da haftaya,  Almanca kitabı da gelecek. Sizin gelmenize gerek yok. Çocuğunuza parasız verelim" dediler. Çıkarken siz bu kitapları bize bedelsiz veriyorsunuz. Siz nereden kazanacaksınız dedim. "Hocam sizin öğrencilere de vereceğiz biz oradan ayarlarız. Merak etme" cevabını aldım. Vedalaşıp ayrıldım.

Okulumun öğretmenine geldim. "Hocam yayınevinin pazarladığı kitabı almıyoruz. Al sana fotokopi makinesi. Çekebildiğin kadar çek. Cezası varsa ben çekerim ceremesini" dedim. Sağ olsun öğretmenimiz de anlayışla karşıladı. Meseleyi bu şekilde kapattık.
*
Kapattık da. Kapattık demekle bitmiyor. Daha Almanca kitabı da lazım. Çocuğuma Almanca kitabı alacağım. Bedava verecek olan yayınevine gitmeyip piyasada da başka satan olmayınca ikinci eli bulabilir miyim diye Rampalı Çarşı'ya gittim. Bir kitapçıdan ikinci elini, her yeri karalanmış bir kitap buldum. Fiyatını sordum. 30 lira dedi. Emin misin dedim. "Elbette eminim" dedi. Kitabın yenisinin fiyatını biliyor musun dedim. "Hayır" dedi. Yenisi 20 TL deyince "Öyle mi? O zaman sen 10 TL ver dedi. Parayı verip çıktım.
*
Devletin kitapları ücretsiz vermesini asla tasvip etmedim. Eğer veriyorsa öyle zannediyorum bu şekil pazarlama ve tekelleşmenin payının da olduğunu düşünüyorum. Bu da geçti gitti yahu!

10 sene önceki kirli çamaşırları yine çıkardın geldin diye düşünebilirsiniz? Her şey bugün çarşıya çıkarken 8. sınıfa giden  çocuğum, namı diğer Hoşçocuk'un: "Baba! İngilizce öğretmeni performans ödevi olarak ... kitabını almamızı söyledi. Sanırım, ... kitapçı da satılıyormuş" deyince eski defterler dağarcığıma üşüşüverdi. Ne oluyoruz? Yeniden eski günlere mi döndük dedim hemen. Kafama üşüşen bu bilgileri sizinle paylaşıp başımdan atmak istedim. Başka da bir niyetim yok. 21/03/2016

20 Mart 2016 Pazar

Bu yönetici daha şeffaf


Yöneticiler hesap verebilir ve şeffaf olmalı diye söyleriz ya hep. Nihayet biz böyle bir yöneticiye sahip olduk.  

19/12/2015 tarihinde (http://dilinkemigiyok.blogspot.com.tr/2015/12/ad-konmams-bir-hastalk-turu.html) adresimde paylaştığım mangal yakan kişi önceki yöneticimizdi. Çatıda mangal yaktığını karşı komşu zilime basıp “Çatınızda yangın var” demesiyle haberdar olmuş, çatıya doğru yöneldiğimizde az sonra kokusu çıkmıştı: Yöneticimiz çatıda mangal partisi yapıyordu. Bu sene o yöneticimiz evini satıp bir başka yere gitti. Apartman otomatiğinin aylık elektrik borcunu ödemesi için bir komşumuza sözlü görev vermiştik. O da şimdilerde “Apartmanın yöneticisiyim” diye dolaşıyor. Ama olsun. Zaman zaman dış kapıyı niçin açık bırakıyorsunuz. Yönetici olarak kapalı tutmanızı istiyorum” dese de  adam kendine bir  görev biçmiş. Artık yöneticimiz o.

Pazar günleri çarşıya çıkma alışkanlığım yok. Nedense bugün çıktım. Bir iki saat sonra eve döndüm. O da ne? Dört yol ağzındaki apartmanın kaldırımında herkese yaktığı dumanı teneffüs ettiren ve Pazarlarını zehir ettiren  biri var.  Baktım bizim yönetici. Mangalı yakmış, üzerine de tavuğunu koymuş: Pişiriyor. Bize de komşuda pişen olarak dumanı ve kokusu kaldı. Yol ağzından ikinci kattaki ev ahalisine emir yağdırması ve iş yapıyorum havası içerisindeki havası görülmeye değer gerçekten. Görüntüsünden yaptığı işin çok kötü olmadığına kendini inandırmış ve sorumlu koca havası vermesi ise ayrıca görülmeye değer. Aslında yaptığı haltı sizinle de paylaşmak isterdi ama kendisi Facebook özürlü. Siz de benim yazı ile yetinin.

Anlayacağınız her şeyiyle alın size şeffaf bir yönetici. Hep istemiyor muyduk; yöneticiler şeffaf olmalı , hesap verebilmeli diye. Buyurun her iki özelliğe sahip bir yönetici. Öyle zannediyorum. Tavuğun gelen kokusu  benim ağzımın suyunu akıtırken sizler de böyle bir yöneticiye sahip olamadığınız için kendinizi dünyanın en bahtsız apartman sakini olarak  bu yazıyı üzülerek okuyorsunuz.  Çok üzülmenize gerek yok. Eğer isterseniz böyle şeffaf bir yönetici sizlere bir telefon kadar yakınım. Beni ararsınız. Ben de elektrik parası yatırmanın dışında sorumluluk ve görev vermediğimiz yöneticimizi, sizin apartmanın yöneticiliğini de yapması için yönlendirebilirim.

Bu yöneticideki şeffaflığı ve kendisine karşı öz güveni görünce  çatıda mangal yakan yöneticiyi kınadım gerçekten. Çatısında ve apartmanının  kaldırımında  bir mangal dahi yakamayan sizleri daha şiddetli kınıyorum. Üstelik milli servet demeden aracınızla piknik yerlerine gidiyorsunuz. Ne gerek var. Üstelik apartman önündeki usul, daha hesaplı, daha ekonomik, daha ucuz. Hem de külfetsiz.  Yapamadınız, yapamazsınız biliyorum. Halbuki yapacağınız tek şey ar damarınızı  çatlatmak. Yok biz yapamayız diyorsanız; çatlayın emi!


Seçin, beğenin hangi yöneticiyi istersiniz. Çatıda mangal yakanı mı, yoksa meydan da mangal yakanı mı? Tercih sizin. Sizin için eğer isterseniz, şu anda yapabileceğim tek şey: duadır. Darısı başınıza… 20/03/2016

18 Mart 2016 Cuma

O bana vezir ol dedi. Ben rezil olmayı seçtim**

İşittim ve isyan ettim

Nisa 46 da Allah, Yahudileri anlatırken "İşittik ve isyan ettik" dediklerini belirtir. Okudukça, bu Yahudiler ne kadar da döneklermiş. Daha inandık der demez hemen ardından isyan ediyorlar. Hiç de omurgalı değillermiş, sözlerinin erleri hiç değiller derdim. Hiç üzerime almazdım Yahudileri anlatıyor diye. Ne de olsa ayet Yahudiler hakkında inmiş diye kendimi avuturdum.

Müslümanların ve İslam dünyasının içler acısı durumunu düşününce Allah, Yahudiler üzerinden insan psikolojisini, insanın tiyniyetini anlatıyormuş da hiç oralı olmamışım. Bugünkü yaşantıma bakıyorum ve benim tavrım Yahudi zihniyetinden farklı değil. Teoride "İşittik ve itaat ettik" diyorum. Pratikte ise isyanlara oynuyorum. Zira Allah:

-Adam öldürme diyor. Ben öldürüyorum. Hatta katliam yapıyorum.
-Kendi kendini öldürme diyor. Ben canlı bomba oluyor, başka masumları da helak ediyorum.
-Aklını kullan diyor. Ben başkasının aklıyla hareket ediyorum. Onların emir eri oluyorum.
-Zinaya yaklaşmayın diyor. Ben zina, taciz dahil,  her türlü tecavüze yelken açıyorum.
-Gıybet etme. Çünkü gıybet, ölmüş kardeşinin etini yemek gibidir diyor. Ben üç öğün yemekten fazla dedikodu yapıyorum.
-İftira atma diyor. Ben iftirayı da geçtim. Artık algılar oluşturuyorum.
-Pişman olmamak için bir haberin doğruluğunu araştır diyor. Kullanacağım  bir haber ise eğer balıklama atlıyorum; rakibimi alt etmek için.
-Birbirinizle tanışasınız diye farklı halk ve kabileler olarak yarattım diyor. Ben ırkımı üstünlük emaresi olarak kullanıyor. Bir başkasına Zenci muamelesi yapıyorum.
-Şüphesiz kulak, göz ve kalp yaptıklarından sorumlu tutulacaktır diyor. Ben cahil cesaretiyle tüm vücudumu kullanıyorum bir başkasını ezmek için.
-Emanetleri ehline verin diyor. Ben, benden olana veriyorum.
-Birine olan düşmanlığınız adaleti elden bırakmanıza sebebiyet vermesin diyor. Ben, elde ettiğim makam gücünü başkasını ezmek, yok etmek için kullanıyorum.
-Ben tövbe edenleri ve temizlenenleri severim diyor. Ben hafif bir hata, hafif bir yalpasında ezip geçiyorum hata ve yanlış yapanı.
-Faiz yiyenler Allah ve Resulüne harp açmış gibidir (kazanamazsınız) diyor. Ben adını değiştirip mecburum diye afiyetle yiyorum, harcıyorum. Üstelik fetva veren akıl hocalarım var. Tek umudum, ya yenersem ümidiyle yaşamak.
-Saçıp savuranlar Şeytan'ın kardeşleridir diyor. Ben her şeyi ihtiyaç diyerek haceti asliyeden kabul ediyorum. Harcadıkça harcıyorum.
-İyiliği emret, kötülükten sakındır diyor. Ben , bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyorum.
-Çalmayın diyor. Ben özellikle kamu malını kendime ya da başkasına peşkeş çekiyorum.
-Emir olunduğun gibi dosdoğru ol diyor. Ben, bu doğruluğu başkasından bekliyor ve kendimi alemin doğru, dürüstü görüyorum…

Hasılı Rabbim, “İşittik ve itaat ettik deyin” diyor. Ben “İşittim ve isyan ettim” diyorum. Emirlerine kulak asmadığıma yüzlerce örnek verebilirim. Bu şekilde kendi başıma buyruk yaşadığım İslam beni vezir mi yapar, yoksa rezil mi? Ben ve içinde bulunduğum İslam dünyasının yerlerde sürünen yaşantısını görünce rezil olduğum anlaşılıyor. Eğer “İşittim, itaat ettim” deyip O’nun emirlerine uygun hareket etseydim, O ve gönderdiği İslam beni vezir yapacaktı. Ama ben rezil olmayı seçtim. Evet yaşadığım bu İslam beni rezil etti maalesef.


Tercihlerimiz bizim yapıp ettiklerimize göre şekillenmiyor mu? Sünnetullah budur. Kendi düşen ağlamaz. Bende bu isyan azmi oldukça vezirlik kim ben kim? Rezil olmaya devam. Çünkü “Bir topluluk kendini değiştirmediği müddetçe Allah hiçbir topluluğu değiştirmez.”

"Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Şayet Sen bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmez  isen biz hüsrana uğrayanlardan oluruz." (Zaten olduk.) 18/03/2016

** 18/03/2016 tarihinde Kahta Söz Gazetesinde "İşittik ve isyan isyan ettim" ismiyle yayımlanmıştır.

17 Mart 2016 Perşembe

Nasıl bir ruh hali bu?*

13 Mart Pazar  günü bildiğiniz gibi  Ankara’da  meydana gelen canlı bomba  terörü sonucunda 37  insanımız can verdi. 71 kişi de yaralandı. Bu menfur olayla ilgili bir gazetenin verdiği  haber ve haberin altına yazılmış yorumu paylaşmak istiyorum sizlere:

Gazete haberi: "Seneye öğretmen olacaktı… Gazi Üniversitesi 4.sınıf İngilizce öğretmenliği (başörtülü) öğrencisi Feyza Acısu, dün yaşanan  patlamada hayatını kaybetti."
” Bu habere yapılan I. yorum: “Hiç yoksa bunun öğretmen olup bağnaz bir nesil yetiştirme olasılığının ortadan kalkmış olması ufak bir tesellidir. Kimse kusura bakmasın, kafasındaki o çaputla herhalde astronot yetiştirmeyecekti.”
II. yorum: “Türkiye’de 3 tane ana kesim var, Yobazlar, kürtler ve Atatürkçüler. Artık kardeşlik zamanı diye kendimizi kandırmayalım. Zayıflık göstermek sonumuz olur. Bu yüzden can düşmanımız olan yobazlardan birisinin ölmüş olmasına üzülemem. Kusura bakmayın. Yarın bunun yetiştirdiği nesil de  ışidin canlı bombası olacaktı.” (Yazım ve imla yanlışları yorumcuya aittir.)

Ne dersiniz bu yoruma? Üzüldüğünüzü, hayıflandığınızı düşünüyorum. Az bir vicdanı olan bir insanın böylesi bir yoruma hayıflanmaması mümkün mü? Sanal alemde bu yorumu görünce tıpkı sizin gibi üzüldüm. Sözün bittiği yer dedim. Gerçekten ne denirdi böyle bir yoruma. Bu nasıl bir psikoloji? Bu nasıl bir ruh hali? Dünyanın en kötü eğitim sistemi bile bu psikolojiye sahip bir nesil yetiştirmeyi aklının ucundan geçirmez. Eli kanlı, gözünü kan bürümüş deriz şiddet yanlısı kişilere. Bunun durumunu anlatmaya cümleler yetmez. Olsa olsa beyni kanlı denebilir. Bu tür hastalıkların da pek tedavisi olmaz. Kansere rahmet okutur. Kanser olan sıkıntıyı kendi çeker. Böyleleri cümle aleme çektirir.

Bu yorumu yazan maalesef bizden biri.  Aynı ülkede yaşıyoruz. Tıpkı bizim gibi iki eli, iki ayağı, gözü, kulağı olan insan -görünümlü- birisi. Otobüste, takside, parkta, yol ve caddede bu ve benzerleriyle belki de yan yana  aynı havayı teneffüs ediyoruz.

Bir yerimiz ağrıdığında doktora gideriz tedavi olalım diye. Psikolojik hasta olduğumuzda ise bir psikolog ya da psikiyatriste gitmeyi düşünmeyiz. Çünkü hasta olduğumuzu kabul etmeyiz. Kendi fikrimize, zikrimize aşığız neredeyse. Yıllar önce okulun altını üstüne getiren 5. sınıf bir öğrencimiz vardı. Tüm personel onun vereceği zarardan emin olmak için her yolu-metodu denedik. Son çare durumu babasına anlatıp çocuk psikiyatrisine götürmesini istedik. Fakülte hastanesini arayıp Pazartesi saat 09.00'da randevusunu da  alıverdim.  Pazartesi okula geldim bizim öğrenci okulda. Senin şu anda hastanede olman gerekiyordu. Yoksa unuttun mu dedim. "Hayır unutmadım hocam" dedi. Peki niye gitmedin dediğimde: " Ben deli miyim hocaaam" cevabını verdi. Evet cevap tanıdık. Bu tip hastaların kendilerinin hasta olduğunu kabul ettiklerini hiç görmedim. Çok zeki olan bu çocuğun verdiği cevap çok masumane. Büyüklerin verdiği cevaplar tıpkı bu çocuğun verdiği cevabın tıpatıp aynısı.

Bu tür yorum yapan zihniyete sahip olanların sayısının fazla olmadığını ümit etmek istiyorum. Ama az da olmadığını hissediyorum maalesef.  Bu küçük toprak parçasında 72 milletten fazla olduğumuzu, cins cins insanlarla olduğumuzu düşünüyorum. Ya bu yorumu yayınlayan editöre ne demeli? Editörün denetiminden geçmiyor mu bu tür yorumlar? Şayet okumadan yayımlamışsa gaflet içerisinde olmalı. Okuyup da yayımlamışsa işte esas fecaat o zaman ortaya çıkar. Basın ahlak, etik kuralları vardır bu yazılı ve görsel medyanın. Bağlı oldukları konseyleri vardır. Eğer işletmiyor iseniz bu kuralları, gölge etmeyin ne olur!


Rabbim azınlıkta olan aktif kötülerin şerrinden çoğunlukta olan pasif iyileri korusun. Ne günlere kaldık…17/03/2016
* 26/03/2016 tarihinde Anadoluda Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

16 Mart 2016 Çarşamba

"100 TL hediye puan"


  -Alo! Ben Ş.... Nasıl yardımcı olabilirim?
-Bankanıza ait kredi kartını kapatmak istiyorum. Yardımcı olur musunuz?
-Elbette.
(Güvenlik açısından sorulan soruları başarıyla geçtim.)
-Efendim! Niçin kapattıracaksınız?
-Kartınızı çok kullanmıyorum. İhtiyaç hissetmiyorum. Üstelik kart ücreti alıyorsunuz.
-Kartınızın özelliği çok. Limiti yüksek. Taksit öteleyebiliyorsunuz. 5200 lira nakit çekebiliyorsunuz. Hediye puan kazanabiliyorsunuz.
-Biliyorum özelliklerini. Siz kapatın.
-Kartınızı tamamen kapatmayalım. 3-4 aylığına geçici olarak kapatalım. Hem limitinizi de korumuş olursunuz.
-Tamamen kapatalım.
-Kart ücreti olmayan bir başka kart gönderelim.
-Hayır, istemiyorum. Lütfen kapatın.
-Efendim kartınızı 6 ay boyunca kapatmayacağınızı taahhüt edin. Size alışverişlerde kullanmak üzere 100 lira hediye puan tanımlayalım.
-Hayır istemiyorum. Lütfen temelli kapatır mısınız?
-Bunu da mı kabul etmiyorsunuz?
-Evet kabul etmiyorum. Lütfen kapatalım.
-Peki o zaman son dört rakamı ....ile biten kredi kartınızın kapatılmasını onaylıyor musunuz?
-Evet onaylıyorum.
-Kartınız kapatılmıştır. Başka yardımcı olacağım bir şey var mı?
-Hayır yok. Teşekkür ederim.
-Bizi aradığınız için teşekkür ederim. Kartınızı numaraları görünmeyecek şekilde kırıp atabilirsiniz. İyi günler
-İyi günler..
***
Bunu niye mi anlattım? Bu banka bana 6 aylığına  100 lira para tanımlıyorsa kendisi ne kadar kazanıyordur acaba?



15 Mart 2016 Salı

Çanakkale Ruhu*

Baba , oğul ve torunun omuz omuza savaştığı bir savaş akla gelir Çanakkale deyince. Dile kolay 3 nesil aynı savaşta.  Sanırım dünyada eşi ve benzeri yoktur.  Bilançosu  ağırdır:

Şehidimizin sayısı 250 binlerle ifade edilir. Birçok lisemiz mezun verememiş, futbol takımlarımız oyun kuramamış, 100 binleri ifade eden medrese, üniversite öğrencisi ve aydınımızı bu muharebede kaybetmişiz.  "Şehitler Günü" geldiğinde: "Hey on beşli on beşli/Tokat yolları taşlı/On beşliler gidiyor/Kızların gözü yaşlı" diye 15'lilerin türküsünü hatırlarız. Lise talebesi bunlar. Biz bugün ekmek almaya bile göndermedik bu yaştakileri daha.  Ne kadar okuyanımız varsa hayat memat meselesi denerek bu muharebeye gitmiştir. Neredeyse şehidi olmayan, gazisi olmayan hane yok gibidir Anadolu'da. Bu savaşı anlatan hangi yazıyı okusak, hangi web sayfasına göz atsak bu toprağın sahiplerinin gözleri yaşarır. Akif, Çanakkale Şehitlerine isimli şiirinde: "Şühedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar/O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar,/Yaralanmış tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,/Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!" diye anlatıyordu o günleri....Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş asker! /Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer./Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhîd'i.../Bedr'in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi./Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?/"Gömelim gel seni târîhe" desem, sığmazsın." diyerek Bedr'in aslanlarına benzetiyordu o gün savaşanları.  Çünkü her ikisi de var oluş mücadelesi idi.

Bu günden bakıyorum da, o gün iyi niyetle bizi savaşa girdirenleri bir tarafa bırakırsak; I. dünya Savaşının çıkış sebebinin Osmanlı Devletini parçalamak olduğu anlaşılıyor. Kaybettiğimiz topraklar üzerinde cetvelle çizilerek kurulan devletlerin sayısı bile  bu konuda bize bir fikir verir: Kaybettiğimiz toprağa mı yanalım? Kaybettiğimiz yüz binlere mi?  Okumuş aydın kesimini kaybettiğimize mi? Yoksa kıblemizi değiştirdiğimize mi? Ne taraftan bakarsak bakalım, halimiz içler acısı gerçekten. 

İşin garibi Osmanlı'dan koparılıp  devlet kurdurulan hiçbir devlet huzur bulmadı halen bu asrımızda bile. Osmanlı'nın çekildiği alanlarda kan akmaya, gözyaşı dökülmeye devam ediyor maalesef. Küçük bir toprak parçasında kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti'nin bile yaşanması istenmiyor bu gün. Batılıların sömürgeci emelleri ilk günkü tazeliğini koruyor. Keçecizade Fuat Paşa'nın dediği gibi; "Dış güçler dışarıdan, bizimkiler içeriden" Osmanlı'yı yıktıkları gibi aynı iç ve dış mihraklar bizi Anadolu'da boğmaya çalışıyorlar. Çin işkencesi gibi hiçbir günümüz geçmiyor ki bombalı eylemlerle masum insanlarımız ölmesin.

Gelelim günümüze… Eskiden askere gitmeyene adam denmezdi. Mutlaka herkes giderdi. Bugün askere gitmemek için kırk dereden su getiriyoruz. Allah muhafaza bir savaş çıksa kaçımız gider bu ülkeyi kurtarmak için. Onca farklı millet ve milliyetten oluşan Osmanlı ölüm kalım savaşı vermiş geçmişte. Anadolu’ya hapsedilmiş bizden kaç kişi bir savaşa hazırız? Öyle zannediyorum ki bu gün dışarıdan bir saldırı olsa bizden görünen “İçimizdeki İrlandalılar”, düşmanın safında yer alırlarsa hiç şaşırmam.

Gerçekten kaçımız ülkeyi savunur? “On beşliler” diye tarihimizde yer alan körpelerimiz değil 27’liklerimiz bile savaştan imtina eder. Bugün bir çoğumuz ülkesini terk edip içimizde mülteci olarak yaşayan Iraklı, Suriyelilere kızıyor; savaştan kaçtılar diye. Allah bir milleti savaşla imtihan etmesin. Maazallah olursa kızdığımız, güldüğümüz insanların başına gelen bizim de başımıza gelir.


Şehitler Günü dolayısıyla milli-manevi değerlerle mücehhez olmuş, birlik ve beraberlik içerisinde Çanakkale ruhunu yaşamamız ve yaşatmamız  temennisiyle. 14/03/2016 

* 19/03/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.