Ana içeriğe atla

Az mı azar işittim bu Türk filmleri yüzünden

80’li yıllarda tek kanallı TV, akşam 18.00’den itibaren İstiklal Marşı ile açılırdı.  Benim için diğer yayınlar pek bir şey ifade etmezdi. Önceleri Salı günleri çıkardı Türk filmi. Tüm mahalleli bir komşumuzda olan TV'nin karşısında toplanır. Dört gözle filmin başlamasını beklerdik. Hele 20.00'da başlayan ana haber bülteni bitmek bilmez. Reklamın ardı arkası kesilmezdi. Sonraları Türk filmini Cumartesi gününe aldılar. Geç vakitte başlardı. 

Kaldığım yurtta sadece Cumartesi akşamları ileri saatte 23.00, geri saatte ise 22.00' a kadardı izin verilirdi. Akşamında Beş Yol Kıraathanesinde en önde yerimizi kapardık. Varınca bir çay gelirdi hemen. Bir de filmin tam ortasında toptan çay servisi yapılırdı. İkinci çayı içmeden kalksak kendimizi bahtiyar sayardık. Çünkü zaten bir içimlik çay paramız olurdu.  Ama bizim Hasan çay servisini kaçırmazdı hiç. Filmin tam ortasında ya da sonlarına doğru tam heyecanlı yerinde bizim izin biterdi. Çay ocağındaki tüm yurttan öğrenciler birbirine bakardı. Biri kalktı mı hepimiz kalkar. Kalkan olmazsa korku içerisinde filme bakmaya devam ederdik. Bir taraftan da  film bittikten sonra nöbetçi öğretmen bize ne diyecek, dayak mı atacak, acaba yurda almamazlık yapar mı, bizi yok yazar da yurt müdürüyle mi karşı karşıya geliriz düşüncesi filmin içine ederdi ama yine de bakmaya devam ederdik. Anca beraber kanca beraber. Başa gelen çekilir. Ben yersem nasılsa onlar da yiyecek derdik. Film biter, yurda varınca diğer günlerde erkenden yatan nöbetçi öğretmeni bizi elindeki sopasıyla  bekler görürdük. En hafifi dövmekten beter edecek şekilde azar işitmemiz olurdu. Ama yine de dayaktan iyi gelirdi bize. Sonunda zafer kazanmış bir komutan edasıyla yatağımıza giderdik. Çünkü haftada bir çıkan Türk filmine bakmıştık. Yarım bıraksaydık, ya da hiç bakamasaydık kendimizde bir eksiklik hissederdik. Yatınca da yatakta uyuyuncaya kadar filmin analizini yapar, uykuya öyle dalardık.

Türk filminin tadı damağımızda kalırdı. İki haftada bir değişen Türk filmine gitmek için  rehberlik ve eğitsel kol derslerini kırar çarşamba günleri öğleden sonra Saray Sinemasına giderdik. Ya da 8-0 yenildiğimiz gündüz oynanan milli maçları izlemek için kahvehanedeki yerimizi alırdık. Sinemaya girerken bir korku. Çıktıktan sonra bir korku alırdı bizi. Çünkü öğleden sonra derse girmemiştik. Perşembe sabahı müdür yardımcım başkan nezaretinde bizi odasında bekliyor olacaktı. Bazen de hızını alamaz ilk derse başlamadan sınıfın kapısında alırdı soluğu. Başlardı ahiret sorularını sormaya. Biz başımızı öne eğer sorgunun bitmesini beklerdik. Mutlaka velimiz gelmeliydi. Başka türlü derse alınmayacaktık. Bugünlerde adam öldüren, terör eylemi yapan bu kadar sorguya çekilmezdi. Ama biz saatlerce ayakta sıra sıra bekler. Her bir söz, her bir azar beynimize peyderpey yerleştirilirdi. Hele bir defasında bir arkadaşımız ile birlikte  milli maç ertesi hazır kıta yardımcının huzurundaydık yine. Ceketinin yakasına bir rozet takmıştı. Yardımcının o dikkatini çekti. "Nedir bu" dedi. "Türk Hava Yollarının rozeti" deyince. "Hava yollarının rozetini takmana ne gerek var. senin havan yeter sana" diyerek başladı  uzun süre devam etti taciz. Tabii biz kafamızı kaldırmadan nasıl hava yapacaksak. Ancak başımız öne eğik bir şekilde, suçluluk psikolojisi içerisinde sadece hocamızı tasdikleyebiliyorduk: "Evet hocam, öyle hocam" şeklinde. Hele bir de  8-0 yenildiğimiz maçlardan sonra "Yendiniz mi bari" demesi yok mu?" Bizi kahrederdi gerçekten.

Nereden aklıma geldi bu Türk filmleri ve maç seyretmeleri? Zaman zaman belli gün ve haftalara göz gezdiririm.  Alın size bir gün daha. “Türk Dünyası Filmleri Günü” olarak  belirlenen 19 Mart’ı görünce  hafifçe gülümsedim.  Dağarcığımı yokladım. Eski Türk filmleri gözümün önünden geçip gitti.  Çocukluk aşkımdı ne de olsa.

Şimdilerde günün her saatinde istediğin filmi ve Türk filmini bulabilirsin. Hem de renkli renkli seyredebilirsin. Bizimkisi siyah beyazdı. Ama bugünkülerden daha kıymetliydi ve değerliydi bilesiniz. En azından TV bağımlısı değildik. Çünkü yayınlar bizi izlemeyin derdi. Sadece Türk filmine bakardık. Akşamında açılan TV, gecenin bir vaktinde yine Marşımızla kapatılırdı.

Siyah beyazın nesine özlem duyacaksın mübarek diyebilirsiniz? Sayısız kanalda insanları her akşam bağımlılık yapan dizilerimiz yoktu bir kere. Film bitince işimize gücümüze yönelirdik. Ayrıca büyüyüp sorumluluk arttıkça insan geçmişe özlem duyar ve anılarıyla yaşarmış. Belki de benimki o cinsten.

Bir başka yazımızda da  seneye -19 Mart'ta- olur belki. O zaman da Türk filmlerinin içeriği hakkında bahsederiz. Kim bilir? Nasip. 21/03/2016

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde