24 Mart 2016 Perşembe

Aynı dili konuşan mı olalım. Yoksa aynı duyguyu paylaşan mı?

Bana  dünyada en zor adam kimdir deseniz hiç tereddütsüz iletişime kapalı insan derim. Çevrenizde vardır mutlaka böyleleri. Her türlü yolu deneseniz dahi bu tiplerle bir ve beraber olamazsınız. Bir araya gelseniz de sizi aynı kazana atsalar yine kaynamazsınız. Belki aynı dili konuşursunuz. Ama nafile. Ona ayırdığın zamanı hendek atlatmak için deveye ayırsanız, ya da iğne deliğinden deveyi geçirmeye kalksanız  belki başarılı olabilirsiniz. Böyleleri Nuh der, ama asla peygamber demez. Dediğim dedik, çaldığım düdük der. Dünyadaki tüm doğruları kendi bildiği doğrular olarak görür. Ne başkasına verebileceği vardır. Ne de başkasından alacağı.
Var mı böyleleri diye sakın araştırmaya kalkmayın. Şayet kendinize problem arıyorsanız çok uzağa gitmeyin. Çünkü sağınıza solunuza baksanız sayılarının pek de az olmadığını görürsünüz. Kendisine atfedilen biz sözde Celalettin Rumi: “Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşırlar” der.  Bu söze şapka çıkartılır.

Bir gün Karasınır Parkına çay içmek için gittim. Parkta, küçüklükten beri tanıdığım baba dostu rahmetli Sadık Hoca'yı yanında biriyle otururken buldum. Yanında tanımadığım biri vardı. Hoş geldiniz dedim. Misafiri için, "Türkçe bilmez. Pakistanlı hacı arkadaşım. Ben Urduca bilmem. O da Türkçe bilmez. Ben biraz Arapça bilirim. Dostum İngilizce bilir. Sağ olsun. Ziyaretime gelmiş" dedi. Nasıl anlaşıyorsunuz dedim.  "Kalp dili, gönül dili, ne dersen de" diye cevap verdi. Yanlarında biraz oturdum. Birbirlerine bakıyorlar. Çay içeceği zaman el-kol işareti ya da jest ve mimikleriyle "Çay içelim mi" diyor. Misafiri başını sallıyor. Olabilir mi böyle bir şey? Siz ne derseniz deyin. Ben gördüm. Gördüğüm manzara birbirine yabancı iki insan aynı duygular içerisinde muhabbet ediyor. Böyle bir muhabbeti, duygudaşlığı görünce Rumi'nin sözündeki manayı daha iyi anladım.

Ülkemizde aynı dili konuşuyoruz. Fakat büyük bir çoğunluğumuz ayrı telden çalıyoruz. Konuşmalarımıza "Bana göre, bence, aslında..." diye başlarız. Muhatabımız cümleyi bitirir bitirmez ne cevap vereceğini hazırlar. Söz biter bitmez o da olayları kendi penceresinden değerlendirmeye başlar. Aslında konuşurken ne söyleyeceğini hazırlayanlar karşı tarafı dinlemez. Ancak dinler gibi görünür. Ya da savunma-gerekçe-bahane hazırlar. Yani yarım yamalak dinliyoruz. Ön yargıyla dinliyoruz. Atalarımız: "Bir konuş bin dinle" demiş. Her şeyden önce dinlemeyi beceremiyoruz. Konuşmada üstümüze yoktur sanırım. Her konuşan da muhatabına baskın çıkmak için konuşur. Eğer ikna edemezse yavaştan sesler yükselmeye başlar. Aynı dili konuştuğumuz milyonlarla anlaşamıyoruz. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi farklı dilde olanlar, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşabiliyor.

Çoğumuz duygu, düşüncelerimizi paylaşabilmek, işimizi halledebilmek gibi nedenlerle yabancı bir dil öğreniriz. Hatta "Bir dil bilen bir insan, iki dil bilen iki insandır" deriz. Dil bilmek evet önemli ama dilden önce duygudaş olmak, iletişime açık olmak, karşı tarafı anlamaya çalışmak  gerek diye düşünüyorum.


Gelin dil öğrenmeden önce birbirimizi dinlemeye açalım antenlerimizi. Birbirimizi anladığımız takdirde sorun kalmaz. Ülkemizdeki sorun da birbirimize kapalı olmamızdır. 24/03/2016

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder