Bana dünyada en zor adam kimdir deseniz hiç
tereddütsüz iletişime kapalı insan derim. Çevrenizde vardır mutlaka böyleleri.
Her türlü yolu deneseniz dahi bu tiplerle bir ve beraber olamazsınız. Bir araya
gelseniz de sizi aynı kazana atsalar yine kaynamazsınız. Belki aynı dili
konuşursunuz. Ama nafile. Ona ayırdığın zamanı hendek atlatmak için deveye
ayırsanız, ya da iğne deliğinden deveyi geçirmeye kalksanız belki başarılı olabilirsiniz. Böyleleri Nuh
der, ama asla peygamber demez. Dediğim dedik, çaldığım düdük der. Dünyadaki tüm
doğruları kendi bildiği doğrular olarak görür. Ne başkasına verebileceği
vardır. Ne de başkasından alacağı.
Var mı böyleleri diye
sakın araştırmaya kalkmayın. Şayet kendinize problem arıyorsanız çok uzağa
gitmeyin. Çünkü sağınıza solunuza baksanız sayılarının pek de az olmadığını
görürsünüz. Kendisine atfedilen biz sözde Celalettin Rumi: “Aynı dili
konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşırlar” der. Bu söze şapka çıkartılır.
Bir gün Karasınır
Parkına çay içmek için gittim. Parkta, küçüklükten beri tanıdığım baba dostu
rahmetli Sadık Hoca'yı yanında biriyle otururken buldum. Yanında tanımadığım
biri vardı. Hoş geldiniz dedim. Misafiri için, "Türkçe bilmez. Pakistanlı
hacı arkadaşım. Ben Urduca bilmem. O da Türkçe bilmez. Ben biraz Arapça
bilirim. Dostum İngilizce bilir. Sağ olsun. Ziyaretime gelmiş" dedi. Nasıl
anlaşıyorsunuz dedim. "Kalp dili,
gönül dili, ne dersen de" diye cevap verdi. Yanlarında biraz oturdum.
Birbirlerine bakıyorlar. Çay içeceği zaman el-kol işareti ya da jest ve
mimikleriyle "Çay içelim mi" diyor. Misafiri başını sallıyor.
Olabilir mi böyle bir şey? Siz ne derseniz deyin. Ben gördüm. Gördüğüm manzara
birbirine yabancı iki insan aynı duygular içerisinde muhabbet ediyor. Böyle bir
muhabbeti, duygudaşlığı görünce Rumi'nin sözündeki manayı daha iyi anladım.
Ülkemizde aynı dili
konuşuyoruz. Fakat büyük bir çoğunluğumuz ayrı telden çalıyoruz.
Konuşmalarımıza "Bana göre, bence, aslında..." diye başlarız.
Muhatabımız cümleyi bitirir bitirmez ne cevap vereceğini hazırlar. Söz biter
bitmez o da olayları kendi penceresinden değerlendirmeye başlar. Aslında
konuşurken ne söyleyeceğini hazırlayanlar karşı tarafı dinlemez. Ancak dinler
gibi görünür. Ya da savunma-gerekçe-bahane hazırlar. Yani yarım yamalak
dinliyoruz. Ön yargıyla dinliyoruz. Atalarımız: "Bir konuş bin dinle"
demiş. Her şeyden önce dinlemeyi beceremiyoruz. Konuşmada üstümüze yoktur
sanırım. Her konuşan da muhatabına baskın çıkmak için konuşur. Eğer ikna
edemezse yavaştan sesler yükselmeye başlar. Aynı dili konuştuğumuz milyonlarla
anlaşamıyoruz. Yukarıdaki örnekte olduğu gibi farklı dilde olanlar, aynı duyguyu
paylaşanlar anlaşabiliyor.
Çoğumuz duygu,
düşüncelerimizi paylaşabilmek, işimizi halledebilmek gibi nedenlerle yabancı
bir dil öğreniriz. Hatta "Bir dil bilen bir insan, iki dil bilen iki
insandır" deriz. Dil bilmek evet önemli ama dilden önce duygudaş olmak,
iletişime açık olmak, karşı tarafı anlamaya çalışmak gerek diye düşünüyorum.
Gelin dil öğrenmeden
önce birbirimizi dinlemeye açalım antenlerimizi. Birbirimizi anladığımız
takdirde sorun kalmaz. Ülkemizdeki sorun da birbirimize kapalı olmamızdır. 24/03/2016
Yorumlar
Yorum Gönder