28 Şubat 2023 Salı

Enkazda Salasını Dinlemek

Hep merak etmişimdir, ben öldükten sonra insanlar nasıl davranacaklar, ardımdan ne konuşacaklar? Hocalar yanık sesleriyle acılı acılı salamı verecekler mi? Salamı vereceklerse, bir defa sala verip bitirecekler mi yoksa dönüp dönüp okuyacaklar mı? Salamı verdiler diyelim. Beni nasıl tanıtacaklar? Falan oğlu falan öldü mü diyecekler yoksa öldü de kurtulduk mu diyecekler? Salıma kaç kişi yapışacak? Cenazeme kaç kişi katılacak? Yoksa kimse gelmeyip mezarlar müdürlüğünden dört görevli mi cenazemi kılıp defnedecek? İmam, nasıl bilirdiniz diyecek mi? Cemaat iyi bilirdik diyecek mi yoksa iyi bilmezdik mi diyecek? Hakkınız varsa helal eder misiniz diyecek mi? Dedi diyelim. Hep birlikte helal olsun diyecekler mi? Helal etmiyoruz, derlerse halim nice olur? Cenazemi belediye görevlileri ya da çok az sayıda katılım olursa, ardımdan seveni de yokmuş, kendi etti, kendi buldu şeklinde konuşulacak mı? Bu yüzden eşe dosta zaman zaman diyorum ki öldüğüm zaman cenazemi bekletin. Çok kişinin kaldırılacağı bir vakitte ortaya çıkarın. Diğerlerinin kalabalığı arasında benim cenazem de aradan çıksın diyorum. Böyle diyorum ama şu ana kadar beni ciddiye alan olmadı. Gülüp geçiyor herkes. Adım çıkmış ya şakacıya. Şaka yapıyorum sanıyorlar.  

Ama ne edersiniz ki her faninin başına geldiği gibi ölüm benim de başıma gelecek ve beni nasıl bir akıbet beklediğini bilmiyorum. Beni kahreden de bu.

Haydi her şey bitti. Diri iken yanımda olmayanlar, bari son görevimizi yapalım deyip kısmi bir katılım oldu cenazeme. 

Öbür dünyaya gittim. Melekler ne diyecekti? “Gördüğümüz kadarıyla geride pek sevenin yokmuş. Bunu cenazende gördük. Bakalım burada halin nice? Bunu da şimdi göreceğiz” derlerse, bilin ki yandım. 

Of...gördünüz merakımı. Garipsediniz biliyorum. Ne edersiniz ki merak. Ama iyi biliyorum ki öldükten sonra ne olup bittiğinden hiç haberim olmayacak. Kahrım buna.

Beni bu merak kahretse de öldükten sonra beni nasıl bir defin işi beklediğini bilemesem de bana kızacaksınız, şimdi zamanı mı diyeceksiniz, bunun şakası mı olur diyeceksiniz ama içimde kalacağına söyleyeyim. Yoksa çatlar ölürüm. Diyanet, deprem günü yaptı bunu. Enkaz altında "Kimse yok mu? Sesimi duyan yok mu? Beni kurtarın" feryatlarıyla bir kurtuluş ümidi bekleyenler, tutunacak bir dal arayanlar, daha diriyken diri diri salalarını dinlediler. Bu salaların "Ey enkazdakiler, bizden umudu kesin. Başınızın çaresine bakın. Deprem çantasını daha önce hazırladıysanız, çantanız da yanınızda ise açın çantanızı. Su şişenizi çıkarın. Üzerine bir bardak soğuk su için. Bize kızacaksınız. Dirinize ulaşamadık. Sizi çıkaramadık ama hep böyle olumsuz düşünmeyin. Biraz da iyi taraftan bakın. Bu salalarımız da bunun öncüsü. Çünkü biz sağ kalanlar size olan son görevimizi en iyi şekilde yerine getireceğiz. Hepinizin cenazesini kılacağız. Hatta cenazenize siyasilerimiz ve devlet erkanı da katılacak. Sizin adınıza onlardan helallik alacağız. Onlar da size haklarını helal edecekler. Unutmayın ki biz sizin kötü gün dostunuzuz. Okuduğumuz bu salalar, ardından kılacağımız cenazelerimiz de bu dostluğun bir göstergesi. Cenazenizi kokutmayacağız anlayacağınız. Yeter ki bu soğukta bizi de fazla bekletmeyin. Bir an evvel ölün. Ardınızdan birer de Fatiha okuruz, olur biter. Unutmayın ki ölümünüz, ardınızda kalan aile fertlerine talih kuşu konması demektir. Çünkü onlara bir yıl içerisinde depreme dayanıklı sıfır evler verilecek. Ayrıca bu salanın öneminin de farkına varın. Çünkü hakkında okunacak salayı, teçhiz ve tekfini merak eden bir fani var. Ona nasip olmadı ama siz şanslısınız. Zira siz ondan önce bu merakı tattınız. Bunun da kıymetini bilin" anlamına gelmeli. Ya değilse diri diri niye salalarını versinler. 

Burada bazılarınız enkazda canlılar varken sala vermenin zamanı mıydı diye Diyanet’e kızabilir. 15 Temmuzda sala verdiren önceki başkanı taklit etti diyebilir. Taklit maklit bir görev ifa etti ve benim merakımı giderdi. Şimdi beni meraklandıran, nasıl bir duygu olduğunu öğrenmek kaldı. Bunu da enkazda iken salasını dinleyip ardından sağ kurtulan bir depremzede kaldıysa, yaşadığı bu hissiyatı sosyal medya aracılığıyla yazıp paylaşması. Bunu yapan bir depremzede çıkarsa, buna minnettar kalacağım. Haydi göreyim sizi.

Siyasetimiz Aynı Kazanda Kaynamaz

Enkaz altında kalıp kurtarılmayı bekleyen binlerce insanımızın "Kimse yok mu" feryatlarına rağmen "Siz artık ölüsünüz. Bulabilirseniz, enkaz altında bir bardak soğuk su için. Bizden umudu kesin" dercesine minarelerden sala okuduk. Bu sala bile enkazdakileri ölüme terk ettiğimizin bir göstergesidir.

Deprem anında bile iktidarın ve muhalefet partilerinin bir araya gelmemeye özen gösterdiği, yan yana olmak istemediği, birbirinden telefon beklediği, kimsenin birbirine telefon etmediği, herkesin başına buyruk hareket ettiği, iktidarın muhalefetin yardımını istemediği, muhalefetin de iktidarın yardımını istemediği şeklinde bir tavır içerisine girdiği gözlerden kaçmadı. Uluslararası yardım çağrısında bulunarak yurt dışından arama kurtarma talep ettik ama yurt için güçler ve imkanlarımızı depremde dahi bir araya getiremedik. Bu bile bizim aynı kazana atılsak, aynı kazanda kaynamayacağımızın acı bir göstergesidir. 

Bir kanal, depreme maruz kalmış belediye başkanlarını derdini anlatsın diye ekrana çıkarıyor. Sorular arasında kendinizi veya bir başkasını sorumlu görüyor musunuz diyor. Şu yönünü ihmal ettik. İstifa etmemiz gerekir diyeni görmedim. Kimi ilçe belediyesinin sorumluluğunda diyor, kimi sadece benim şehrim değil, her yer yıkıldı cevabını veriyor. Tüm sorumluları istifa ederse, ancak o zaman düşünebilirim. Şu anda öyle bir gündemimiz yok. Yaraları arıyoruz. Bu, asrın felaketi, daha önce yeryüzünde görülmemiş diyor. Geriye dönüp şunu yapmasaydım dediğiniz oldu mu sorusuna keşke diyeni görmedim.

Bir başkası, canlı yayında olduğu halde konuşmayı ve soru almayı bırakıyor, ezanı dinleyelim diyor ve ezanı dinliyor. 

Bir başkası değil, iki büyükşehir belediye başkanı birden "Efendim, ölülerimize en güzel şekilde son görevimizi ifa ettik. Savcı nezaretinde, doktor muayeneleri yapıldı, ölüm nedeni tespit edildi, Diyanet usulüne uygun defin işlemlerini yaptı, hamd olsun diyor. Dirisini hiçe saydığı insanının ölüsüne bari son görevini bu şekil en güzel şekilde yapsın, değil mi? 

Bir başkası, şu şu sebeplerden dolayı birkaç gün gecikme ve aksaklıklarımız oldu. Onlara zamanında yetişip kurtaramadık ama ölümlerinde bak buradayız. Haydi onlara bir Fatiha okuyalım. Bu süreçte eksikliğimiz varsa helallik diliyoruz deyiveriyor. Ölen öldü ama sağlarınız yaşadı. Onlara evlerini bir yıl içerisinde teslim edeceğiz demeye getiriyor. 

Bir başkana, kaç binanız yıkıldı deniyor. Şehircilik Bakanlığında sayılar diyor. Resmi bina yıkıldı mı deniyor. Bilgisi Bakanlıkta diyor. Kayıp çocuk var mı diyor. Bana gelen bilgi yok. Varsa da bilgi İçişleri Bakanlığında olur diyor. Ana muhalefete ait bir belediye, deprem anından beri sizin ilinizde deniyor. Ben görmedim çalıştığını. Başkanı gelip gitmiş, ben görmedim diyor. Ne çalışması yapıyor o belediye deniyor. Bilmiyorum. Başkanı beni arayıp bir geçmiş olsun bile demedi diyor. Yani depremzede bir büyükşehrin belediye başkanı kendi ilinin valiliğinin önü olan en meşhur caddesinde bir başka büyükşehir belediyesinin ne iş yaptığını bilmiyor. Aslında ilinde bir başka belediyenin olduğunu bilmemesi mümkün değil. Varlar, şu işi yapıyorlar dese, yapılan bir yardımı ikrar anlamına geliyor olmalı ki inkar yolunu seçiyor. İyi ki bu süreçte siyaset yapmıyorlar.

Tüm bu örneklere bakınca hiçbirinin en ufak bir suçluluk duygusuna sahip olduğunu maalesef göremedim.

İktidarı, muhalefeti, milleti ve STK’siyle bir devlet olduğumuzun, böyle zamanlarda güç ve imkanlarımızı bir araya getirerek kenetlenmeye çalışalım diyeni görmedim. Her biri ilgi ve alakayı diğerinden bekliyor. Aynı yerde iş yapmaktan yan yana görünmekten hicap duyulduğunu gözlemledim.

Onca sıkıntı ve hengâme arasında bu kadar insanımızın ölümüne şu ya da bu vesileyle sebebiyet verdik. Ölülerimize üzülüyoruz diyeni görmedim. Defin işlemlerini iyi yaptık demeyi bir marifet saydıklarını gördüm.

İlinde ne olup bittiğini bilmekten aciz insanların bir şehre nasıl şehrulemin seçildiğini, o şehri nasıl yönettiğini televizyondan acı acı seyrettim.

Bu şehirler kimlere emanet? Tüm bunlara rağmen bu ülke iyi ayakta dedim. Tabi buna ayakta durma denirse. Vah yazık vah yazık. Bu anlayışla başımıza ne gelirse az bile.

Depremin Suçlularını İfşa Ediyorum

Depremle beraber ülke olarak yıkımın, ölüm ve yaralıların suçlusunu ve sorumlusunu aramaya koyulduk. 

Bekledik ki bir müteahhit, tüm yaptığım binalar yıkıldı, şu kadar insanın ölümüne taammüden sebebiyet verdim desin.

Bekledik ki bir yapı denetim yetkilisi, denetiminden sorumlu olduğum ve altına imza attığım evler yüzlerce kişinin mezarı oldu. Ben suçluyum, buyurun buradayım desin. 

Bekledik ki bir belediye başkanı imar bölümüyle beraber, bizim iskan ve oturma ruhsatı verdiğimiz evler çöktü. Çoğu kimse enkazda vefat etti. Görevimizi yapamamışız. İstifa ediyoruz. Buyurun yargılayın desin. 

Bekledik ki Cumhuriyetten bu yana imar affı adı altında 26 defa parmak kaldırarak kanunlaştırdığımız imar barışından dolayı şu kadar barış evi yıkıldı. Bu kadar insan can verdi. Yanlış yapmışız. Zira bunun adı barış değil, milletin ölüm fermanını imzalamakmış. Buyurun buradayız. Yargılanmaya ve bedel ödemeye hazırız desin.

Bekledik ki çıkardığımız deprem yönetmeliğini, inşaatın her aşamasında doğru dürüst denetleyemedik. Bundan dolayı herkes kitabına uydurdu. Biz de piyasa canlanıyor, her şey çok tıkırında sandık. Depremle beraber denetim eksikliğimiz olduğunun farkına vardık. Yargılanmak istiyoruz. Cezamıza razıyız desin.

Bekledik ki üç beş kuruş rant uğruna altı gevşek ve yumuşak olan düz ovaları imara açtık. Tüm buralardaki evler yerle bir oldu. Rant mata dönüştü. Buyurun buradayız desin.

Bekledik ki yıkılan bir inşaatın başından sonuna kadar imzası ve sorumluluğu olan yirmi civarında imzası olan kişilerden bir Allah'ın kulu ortaya çıksın. Suçlu benim desin.

Bekledik ki direk suçu olmasa bile suçu üzerine alıp bunda benim payım var deyip istifa etsin.

Hiç böyle bir şey olmadığına, herkesin suçu kendinden başkasına yıkmaya çalıştığına, herkes ben suçluysam, başkası da suçlu dediğine göre verdiğim bu örneklerde suçlu ve sorumlu yok. Belli ki suçluyu yanlış yerde arıyoruz. 

Sonunda kim suçlu olabilir diye bağımsız bir akılla düşündüm. Hemen suçluları buluverdim. Bakalım, kimler iş bunlar:

99 öncesi; ev yaptıranlar, yapılan evlerde oturanlar, 99 sonrası yapılan evlere taşınmayanlar, 

Deprem fay hattının geçtiği bölgelerde iskan edenler, 

Deprem anında ne yapması ve nasıl korunması gerektiğine dair zamanında deprem tatbikatına katılmayanlar, tatbikatlara kulak tıkayanlar, ev yıkılırken nerede, nasıl pozisyon alacağını bilemeyenler, 

Evinin depreme dayanıklı olmadığını bile bile o çürük evde oturmaya devam edenler,

Kendisini deprem uzmanı diye tanıtıp şurada, burada, şu büyüklükte deprem olacak diyenler. Bunları felaket tellalı görüp felaketi çağıran şom ağızlılar olarak görmek lazım. Zira deprem olacak dedikleri için deprem olmuştur.

Fiziki yasaların - haşa- acımasızlığı. Durumumuz belli iken daha depreme hazırlık yapacak iken bekleyemedi. Haydi zamanı gelince olacak diyelim. Pekala bizi teğet geçebilir ya da hafif bir şiddetle boşalabilir veya çok yıkıcı olmaması için yer yüzeyine yakın bir derinlikte olmayabilirdi. Müslümanız ne de olsa. Bize pekala biraz torpil yapabilirdi. Bunu bize de yapmayacak da kime yapacaktı?

Bir diğer suçlu daha var ki bence en önemlisi. Bunu göz ardı etmemek ve ibreti alem için ifşa etmek lazım. Bunu bulmak için çok öteye gitmeye gerek yok. Zira suçlu, suç mahallinde olur sözü gereği, yıkılan bir binanın enkazına gidelim. Bir binayı ayakta tutması gereken her şeyi orada yere sere serpe serilmiş bir şekilde görebiliriz: kum, çimento, su, demir, kolon, beton vs. Gördüğünüz gibi bir binada var olması gereken, binayı ayakta tutması gereken her şey orada. Yani helva pişirmek için gerekli edevatın hepsi var. Pişirip yiyecekler. Müteahhit ve diğer sorumlular buyurun, kaynaşın, bir olun, birbirinize sımsıkı sarılarak bina olun diye her türlü inşaat malzemesini getirmiş buraya. Kumun, çimentonun ve demirin yapacağı, aralarında kaynaşmak olmalıydı. Kaynaşsalar böyle mi olurdu? Ne yapmışlar? Ayrık otu gibi kendi başına buyruk hareket etmişler. Binanın her aşamasındaki görevli ve sorumluları gibi burunlarından hiç kıl aldırmamışlar. Bu inatları yüzünden insanımızı öldürdüler ama kendileri de ta tepeden aşağıya düşerken epey acı çektiler. Oh olsun. Hasılı, suçlu insan değil, devletin kurumları değil; kum, çimento, demir vs. inşaat malzemesinin kendisidir.

Oh be! Suçluları bulunca rahatlayıverdim.

Dini Hikayelerin Zihniyetimize Etkisi

İslam, dünya ve ahiret dengesini kurmayı hedefler. İnananlarının ne tamamen dünyaya yönelmesini ne de dünyayı elinin tersiyle iterek büsbütün ahirete yönelmesini ister. Vasat ümmet misali dünya ve ahireti ortada götürmeyi tavsiye eder. Son tahiyyatta "Bize dünyada iyilik ve güzellik ver, ahirette de iyilik ve güzellik ver" duası bunun en güzel örneğidir. Yine hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için yarın ölecekmiş gibi ahiret için çabala sözü de halk arasında dile getirilen bir gerçekliktir. 

Konan bu dünya ve ahiret dengesini biliriz bilmesine de içimizden birileri, anlattıklarıyla bilerek veya bilmeyerek, dünya önem verilecek bir yer değil, ahirete hazırlık yap anlamında dini hikayelere yer vererek mistik ve derviş bir yaşamı pompalıyor. Şimdilerde duymadığım ama küçüklüğümde kaç büyüğümden dinlediğim, o zamanlar mantıklı gelen şu hikayeye bir kulak verelim: Nuh peygamber bir kadını ağlarken görür. Niçin ağladığını sorar. Kadın, oğlum gün yüzü görmedi. Genç yaşta, 250 yaşında iken vefat etti cevabını verir. Peygamber buna tebessüm eder ve öyle zaman gelecek ki insanlar az bir zaman yaşayacak, 60-70 yıllık ömürleri olacak deyince, kadın bu kadar ömürleri için ev de yapacaklar mı sorusunu sorar. Nuh as. hem de en alasını yapacaklar der. Bu cevaba şaşıran kadın ise ben onların yerinde olsaydım, yere iki kazık çakar, üzerini örter, secdeye bir kapanırdım, bir daha kalkmazdım, sürekli Rabbimi hamd ile tespih ederdim” şeklinde bir temennisini dile getirir. 

Bamyanın faziletine geçmeden; hikaye, masal, fıkralara kısaca değinmek isterim. Yeri geldiği zaman konunun daha iyi anlaşılması için gerekli. Gülerken düşündüren fıkralarda güler geçeriz. Masallar adı üzerinde masal. Gerçekliği yoktur. Hikayeler ise olmuş ve olması muhtemel gerçekliklerdir. Aslı astarı olmasa da olmuş gibi anlatılır. Hangisi olursa olsun hisse alınması murat edilir.

Dini hikayelere gelince, bu tür hikayelerin en büyük tehlikesi, dinleyenler tarafından olmuş, uygulanması gereken bir gerçeklik gibi kabul edilmesi. Yani diğer kıssalar dan farklı bir yere koyuyoruz.

Neden derseniz, bu son depremde olduğu gibi her depremde yıkılan evlerimiz, ölen binlerce insanımız, Nuh peygamber ile kadın arasında geçtiği iddia edilen dini hikayeyi aklıma getirdi nedense.

Bu hikayeyi bir zamanlar dinlerken çok etkilenmiş. Çıkardığım sonuç, dünyaya önem verilmemesi gerektiğiydi. Var gücümüzle ahirete hazırlık yapmalıydı. Ben bu sonuca varırken bu dini hikayede sorgulanması gereken çoğu şeyi kaçırmışım. Mesela Nuh peygamber, ileride geleceklerin ömrünün 60-70 yıl gibi olacağı gayb bilgisini nereden bildiğini, böyle bir şeyin olamayacağını, bu bilginin sadece Allah’a ait olduğunu hiç sorgulamadım. Yine kadının bu kadar ömür için sadece secdeyi düşünmesi, hamd ve tespihi zikretmesi, Müslümanlıktan sadece anlamamız gerekenin dar anlamda ibadet olduğu gerçeğini de ortaya koyuyor. Nedense Allah’ı hoşnut eden, insanların yararına yaptığımız her türlü davranışın geniş anlamıyla ibadet olduğunu es geçmişim.

Şimdi düşünüyorum da işlerimizi düzgün ve başımızı soktuğunuz evleri sağlam yapmayışımızın temelinde, acaba bu dini hikaye veya benzer dini hikayelerin şu ya da bu şekilde bir katkısı olabilir mi diye sorguluyorum. Katkısından da öte bu düşüncenin toplumun tüm kesimlerini içine alacak şekilde bir zihniyete dönüştüğünü görüyorum. Çünkü bu hikayeyi duysak da duymasak da şu kafa yapısı bizde hakim:

“Dünyaya kazık mı çakacağız sanki. İşte geldik gidiyoruz. Yaşasak daha kaç yıl yaşayacağız?” (Nedense yaptığımız bu evleri çocuklarımıza miras bırakmak için uğraşıyoruz. Kendimizi vurmasa da bu çürük ev çocuklarımızı vuracak. Batı ülkelerinde çocuğuna mal, mülk bırakayım düşüncesi olmamasına rağmen sağlam ev yapma bilinç ve kuralı yerleşmiş. Halbuki miras bırakan bir toplum olarak bizim yaptığımız evler evladiyelik olmalı değil mi?)

Efendim, şöyle yap diyenlere karşı, “Kurban olduğum Allah’ım bizi korur. Ne gerek var o kadar iyisini ve sağlamını yapmaya. İsraf yahu israf” demek suretiyle işin daha kolayına kaçmıyor muyuz? (Görüyoruz ki doğa şartlarına uygun tedbir almayan bizleri Allah korumuyor.)

Yine fiziki yasalara meydan okurcasına “Atın ölümü varsın arpadan olsun. Kim korkar ölümden” türünden söylemlerimiz yok mu?

Sonuç olarak, vah ki bize vah. Bir dünya ve ahiret dengesini dahi kuramadık. Dünyada iken yaptıklarımızla rezil ve rüsva olan bizlerin, ahirette hali nice olur acaba? Bu dünyada yüzümüz gülmedi. Bari ukbamız iyi olsa...

27 Şubat 2023 Pazartesi

Devlet mi Kutsal, İnsan mı?

Depremle beraber kutuplaşmanın geldiği nokta, devletin yanında olma veya karşısında olma. Bir taraf devlete söz söyletmeyip adeta kutsayarak devleti yere göğe sığdıramazken diğer taraf devleti eleştiriyor. Aslında her iki tarafın yaptığı, bir prensip mücadelesi değil. Her iki tarafın derdi de devletten ziyade devlette kimlerin olduğudur. Bir taraf devlete yön verenleri kendisine yakın gördüğü için devlete toz kondurmuyor. Diğer taraf ise devleti yönetenleri kendisini temsil ettiğine inanmadığı için bir yerde devlet olsa da eleştiriyor, olmasa da.

Tarafgirlik gözümüzü iyice bürümüş olmalı ki devletin bir numarası, "Bazı sebeplerden dolayı birkaç gün gecikmemiz oldu, helallik diliyoruz" demesine rağmen devletin yanında olduklarını söyleyenler bu itiraf sessiz kalıyor ama bunu başkası söylese saldırıya geçiyor. Diğer taraf ise devlet ağzıyla kuş tutsa, yaranacak durumda değil. Öyle zannediyorum, yarın devlete hakim olanlar gitse, yerlerine başka bir zihniyet gelse, bugün devlete toz kondurmayanlar devlete mesafe koyacak. Bugün devlete mesafe koyanlar ise dört elle devlete sarılıp devletin yanında saf tutacaktır. 

Bu iki tarafın da yanında değilim. Ne devletin yanındayım ne de karşısında. Devlete bakış açım da devleti yönetenlere göre değişmez. Devlet devlettir. Kutsanacak bir organizasyon değildir. Akşam sabah övülecek, sabah akşam yerilecek bir tüzel varlık değildir. Hep övgü devleti şımartır ve devleti yönetenlerin hatalarını görmemesine zemin hazırlar. Sürekli yergi ve eleştiri de devletin işini düzgün yapmasını engeller. Ne kadar düzgün yapayım dese de hata üzerine hata yapar.

Devlet, göçebe hayatından yerleşik hayata geçilince bir zorunluluktan doğan tüzel bir kişiliktir. Vatandaş kurduğu bu devlete, kendilerinden seçtiği insanları görevlendirerek "biz sana vergimizi verelim, askerlik görevimizi yerine getirelim. Sen de bize ihtiyacımız olan hizmetleri yerine getir, verdiğimiz yetkiyle ülkeyi yani bizi içeride ve dışarıda en güzel şekilde temsil et. Sıkıntı ve derdimiz olduğu zaman imdadımıza koş. Çıkardığın kanunlarla ülkeyi düzene koy, kural tanımayanlara haddini bildir" diyerek devleti emanet etmiştir. Halktan bu yetkiyi alan devleti yönetenler, işini düzgün yaptıkça halktan yeniden yetki alarak ülkeyi yönetmeye devam eder. Yani takdir görür. Yetkiyi yerli yerinde kullanamazsa, işini düzgün yapsın diye eleştirilir. Eleştiriler de devlet düşmanlığı için yapılmaz. Görevini daha iyi yapsın diye yapılır. Hata üzerine hata yaparsa önüne gelen sandıkta yetkiyi ondan alarak bir başkasına verir.

Anlatmak istediğim, devlet kutsal değildir. İnsanlar devlete değil, devlet insanına hizmet etsin diye vardır. Yaptıklarından dolayı layüsel değildir. Devletin yaşaması ne kadar önemli ise devletin vatandaşını koruması, onu yaşatması, ona insanca yaşam sunma gibi bir zorunluluğu vardır. Kutsal biri varsa insandır, vatandaştır. Devletin birinci ve öncelikli görevi insanını yaşatmasıdır. İnsanını yaşattığı müddetçe bir devlet devlettir. Bunu “Şeyh Edebali, Batı dünyasında devlet anlayışının oluşmasından 250-300 yıl önce, Osman Gazi'ye ‘Ey oğul, insanı yaşat ki, devlet yaşasın’ diye öğüt vererek” son noktayı koymuştur. Yani devletin yaşaması, ebet müddet olması insanını yaşatmasına bağlıdır. Devleti ve devlete yön verenlerin görevi budur. Zira devlet kutsansın diye kurulmamıştır.

Hasılı devletsiz olmaz. En kötü devlet bile devletsizlikten iyidir. Ama unutmayalım ki vatandaşına hizmet etsin diye devlet kurulmuştur. Bu yüzden devleti yönetenler kendilerini milletin hizmetkarı görür. Hizmetkar da akşam sabah övülmez ve akşam sabah yerilmez. Devlet ve devlete yön verenler görevini yapacak, vatandaş da vatandaşlığını. Kimse kusura bakmasın, insanını yaşatmakla görevli devlet, her depremde binlerce insanını enkaza verip ölümüne sebebiyet veriyorsa, bu devlet övgüyü değil, eleştiriyi hak eder. Eleştirelim ki alacağı kararları kalıcı çözüm olsun, denetim görevini iyi yapsın, koyduğu sistem kusursuz işlesin. Yeni depremlerde kimsenin burnu kanamasın. Kısaca devlet ömrünü uzatmak, ebet müddet olmak istiyorsa, insanını yaşatsın.

Beyni Geliştirmenin ve Kuvvetlendirmenin Yolları

“Beyni yormak kadar dinlendirmek de önemlidir. Beyninizi kuvvetlendirmek ve daha iyi çalışmasını sağlamak istiyorsanız bu 20 beyin egzersizine dikkat etmek ileride çok işinize yarayabilir.

1- Beyin açık havadayken ve ayaktayken daha iyi çalışır. İnsan beyninin ayaktayken yaklaşık yüzde 10 daha fazla çalıştığı düşünülmektedir. Önemli kararlar alırken açık havada veya doğada deneyebilirsiniz.

2–Yürürken kolları sallamak beynin performansını olumlu etkiliyor. Önemli kararlarınızı açık havada, kollarınızı sağa sola sallayarak yürürken almaya ne dersiniz?

3-Yabancı bir dil öğrenme beyni güçlendiriyor. Her gün birkaç yeni kelime öğrenip, kullanabilirsiniz. Sözlük okuyabilirsiniz.

4- Zihinsel jimnastik/antrenman yapın. Bunun için çeşitli bulmacaları çözebilirsiniz. Satranç gibi akıl oyunları oynayın.

5–Rutin olarak tekrar ettiğiniz davranışlardan vazgeçin. Bazen telefonu sol elinizde tutun, çantanızı diğer elinizle taşıyın, evinize başka bir yoldan gidin.

6 –Entelektüel zevklerinizi geliştirmek için her gün mutlaka iyi bir özdeyiş antolojisinden birkaç cümle okuyun. Beyninizi kaliteli cümlelerle besleyin.

7–Her gün güzel bir resme veya fotoğrafa bakmaya çalışın. Estetik algınız, gördüğünüz estetik şeyler kadar gelişir.

8 – Sevdiğiniz bir müziği bir süre gözleriniz kapalı dinleyin. Beyin otoriteleri tarafından klâsik müziğin zekâya 7 puan ekleyebildiği iddia edilmektedir.

9–Günde aklınızdan 60 bin ile 80 bin arası düşünce geçer. Bu düşünceler ne hakkındaysa, hayatınız da ona göre şekillenir. Unutmayın, kafanızda en çok neyi düşünürseniz, hayatınızda da onu çoğaltırsınız.

10–Bir konu hakkında düşünürken, nasıl düşündüğünüzü de gözlemleyin. Düşünmek üzerine düşünmek, beyin ve düşünce kapasitesini artırır.

11 – İyi bir uyku kaliteli bir beyin için şarttır. Çok uyuyorum diye üzülmeyin. Einstein’ın günlük 10 saatten fazla uyuduğu biliniyor.

12 – Bol ve temiz oksijen beyin için çok önemlidir. Beynimiz ağırlık olarak vücudumuzun yüzde 2’sini oluşturduğu halde, vücuda gelen oksijenin yüzde 25’ini tüketir. Oksijensiz kaldığımızda ölümü gerçekleşen ilk organımız beyindir. Odanızın penceresini açarak kendinize bol bol oksijen ısmarlayın.

13–Farklı düşünme tarzları beyninizi geliştirir. Çocuklar ve hayvanlarla daha fazla vakit geçirin. Sizden farklı düşünen insanlarla konuşun.

14–Kullanılmayan organ körelir. Sürekli televizyon seyrederek beyninizi “düşük viteste çalıştırmayın.

15–Beynin en tehlikeli yanı “ters çaba” kuralına göre çalıştığı anlardır. Başınıza gelmesinden en çok korktuğunuz şeye odaklanırsanız, korktuğunuzu başınıza getirir. Buna ters çaba kuralı denir. Beyin odaklanılan hedef olumsuz olsa bile, bunu gerçekleştirmek için çalışır. Topluluk önünde konuşma yaparken “acaba heyecanlanır mıyım?” diye düşünürseniz, heyecanlanırsınız.

16–Beyni yoran monotonluktur. Hayatınızı ne kadar renklendirirseniz, beyninizi o kadar neşelendirirsiniz.

17–Beyin kısa süreli hafızada beş ile yedi arasındaki bilgiyi işleyebilir. Yeni bir bilgi gelince, bu bilgilerden birini atar. Buna “sihirli sayı” kuralı denir. Bu kural aşılıp aşırı bilgi yüklenmesi durumunda beynimiz “servis dışı” olur. Hayatınızın en büyük kararlarını alırken “kafadan“ değil, tıpkı beş haneli iki rakam grubunu çarparken yaptığınız gibi bir kâğıt üzerine yazarak ne yapacağınızı hesaplayın.

18 – Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur. Fiziksel zindelik, zihinsel zindelik getirir. Uzun süre hareketsiz kalmak, zihni de hareketsizleştirir. Spor yapmaya, fazla kilolarınızdan kurtulmaya özen gösterin. Yeterince su için. Çünkü, insan beyninin yüzde 78’i su ile kaplıdır.

19–Ders çalışırken ilk öğrenilenler, son öğrenilenler, sık tekrarlananlar ve ilginç bulunanlar en çok akılda kalanlardır. Dersleri kısa aralar vererek çalışmak akıllıca bir harekettir.

20–Bu hafta kafanızı nasıl daha iyi çalıştırabileceğiniz üzerine daha fazla düşünün. Unutmayın, beynimizi daha iyi çalıştırmak için kullanacağımız organ yine beynimiz. Aklınızı “başınıza” toplayın ve kullanın.”

Not: Dr. Taner Akman’ın Beyin Egzersizleri başlıklı Medya Ege’de yayımlanan yazısıdır.

Devlet Olmasını Tamamlamış Devletle, Tamamlamamış Devlet Arasındaki Fark

Kurallarını koymuş, koyduğu kurallar kişilere göre değişmeyen, kuralların uygulanıp uygulanmadığını sürekli denetleyen, kurallara uymayana ağır yaptırımlar uygulayan, kurallara uymayanlara af getirmeyen ve görmezden gelmeyen, aksayan kuralları olumlu yönde değiştiren, işleyen bir sistemle yönetilen ülkelerde sosyal hayat tıkırında ilerler. Herkes kurallara uymakla yükümlü olduğuna göre kimse sistemden şikayetçi olmaz, değiştirme yoluna gitmez, bunda bir adaletsizlik görmez. 

Çünkü konan kurallar vatandaşın ve devletin lehinedir.

Böyle devletlere kural devleti diyebiliriz. Ülkenin huzur, sükun ve güvenliği için konan bu kurallara uymayanlara karşı vatandaşın duyarlı olması, devletin de gereğini yapması, kural tanımayanlara göz açtırmaması devlet olmanın gereğidir. Bu durum devletin yıpranmasının önüne geçtiği gibi keşmekeşliği önlediği için devletin ömrünü de uzatır. 

Böyle ülkelerde vatandaş bilir ki ülkesinde kuralsız ve kurala aykırı bir şey yapanın yanına kar kalmaz. Çünkü her şey yerli yerinde yapılmıştır. Bir eve başını sokmuşsa bu ev depreme dayanıklı mı yoksa bir depremde yıkılır mı diye endişe etmez. Deprem olduğu anda evden çıkmaya gerek duymaz. Evinde bekler. Çünkü binanın tüm yapım aşaması ilgili kurumların denetiminden geçmiştir. Depremden sonra kurtarmak için kimseyi ve devleti beklemez. Devlet de gelmez. Yardıma ihtiyaç duymaz. Nerede bu devlet demez. Çünkü ne evi yıkılmıştır ne barkı. Ne mal kaybı olmuştur ne de can kaybı. Bilir ki saniyeler süren ve yıkıma yol açmayan depremin ardından sosyal hayat kaldığı yerden devam edecektir.

Daha devletleşmesini tamamlamamış, çıkardığı kuralları olur olmaz değiştiren, koyduğu kuralların uygulanıp uygulanmadığını gereği gibi denetlemeyen, her şeyin kitabına göre değil de kitabına uydurulduğu, kural tanımazlara bir şeyin yapılmadığı, yapanın yanına kar kaldığı ülkelerde ise kahir ekseriyet bir deprem olduğunda dışarı atabilen evin dışına atar kendisini. Çünkü bilir ki oturduğu ev güvenli değil ve depreme dayanıklı değil. Bu şekil kaçabilen kaçar, kaçamayan ya enkaz altında kalır ya da hafif veya ağır hasar almış bir evden çıkar. 

Bu tür ülkelerde her deprem bir kıyamet sahnesidir. Bir can pazarı yaşanır. Mal ve can kaybı had safhada olur. Devletiyle, milletiyle bir seferberlik hali başlar. Devlet arama kurtarmaya ve yaraları sarmaya, vatandaş da elinden gelen yardımı yapmak için harekete geçer. Ülke olağanüstü hayat yaşar. Devlet, tüm kurum, kuruluş ve yetkilileriyle soluğu deprem bölgesinde alır. Tüm görevli ve gönüllülerle enkazdan canlı kurtarma çabasına girilir. Kimi kendi imkanlarıyla kimi çevrede imdada gelenlerin yardımıyla kimi de görevlilerin yardımıyla enkazdan yaralı ve canlı kurtarılır. Şu bir gerçek ki arama ve kurtarmada ne kadar hızlı hareket edilirse edilsin, bu gibi ülkelerde enkazdan daha çok ölü çıkarılır. 

Umutla yakınlarının sağ çıkarılmasını bekleyenler zaman geçtikçe ölüsüne bari kavuşalım, usulüne uygun defnedelim beklentisi içerisine girer. 

Tüm bu hengamede devleti yanında gören sağ ol, var ol devletim derken yeterince yardım ve destek alamayan ise nerede bu devlet, böyle günde de yanımda olmayacaksa, ne zaman olacak eleştirisini getirir. 

Depremi bizzat yaşamayan üçüncü grup ise devlet vardı, devlet yoktu tartışmasının tarafı olur. 

Hasılı bu ülkelerde depremden önce depreme hazırlık amaçlı yapılmayan masraf, deprem esnasında ve yaraları sarıp sağ kalanlara yeni ev yapıncaya kadar devam eder. Bu durum bazen yılları bulabiliyor. Yani binleri enkaza ve milyarları toprağa gömdükten sonra masraf yapılır. Bu da daha fazla maliyet demektir. Bir ülkenin milli hasılasını beyhude harcamak ve çarçur etmek demektir. 

Bu gibi ülkelerde depreme hazırlık olmaz. Deprem esnasında yardıma koşulur. Niçin böyle olduk denemez. Çünkü zamanı değildir. Bu tür konuşmalar depremden sonra yapılır denir. Depremden sonra da konuşulmaz. Kolay kolay kimseden hesap sorulmaz. Halkın gazını almak için üç, beş günah keçisi bulunur, o kadar. Hiçbir istifa olmaz. Kimse bedel ödemez.

Bu ülkelerde devlet, deprem anında en hızlı şekilde deprem bölgesinde yer almışsa devlet görevini yapmış sayılır. Eleştirenlere önceki depremlerde devlet kaç gün geç müdahale etti denir. Yani devletin depreme koşması bir marifet bir lütuf gibi görülür.

Bir sonraki depremde yine bildik sahneler. Maalesef devlet olmasını tamamlayamayan devletlerin durumu budur. Çünkü günübirlik yaşanır, yarınlara dair uzun soluklu plan yapılmaz. Devlet yetkilileri de bu durumdan hoşnut, vatandaş da. 

26 Şubat 2023 Pazar

Hiç mi Sorumlu Çıkmaz?

2000 öncesi Adıyaman Kahta'da göre yaparken cuma gün öğleden sonra 11.sınıfa iki saatlik hitabet dersim vardı. Konumuz cennet, cehennem, ölüm, ahiret konusu idi. Derse geçmeden önce sınav tarihi için öğrencilerin görüşünü aldım. Önümüzdeki hafta mı yapalım yoksa bir sonraki hafta mı oylaması yaptım. Bir kişi hariç sınıfın hepsi iki hafta sonrası yapalım diye parmak kaldırdı. Önümüzdeki hafta yapalım diyen öğrenci, üniversiteye hazırlanan, hedefi olan, derse katılan bir öğrenci idi. O da "Hocam, benim için fark etmez. Arkadaşların dediği olsun dedi. 

Sınav tarihini belirledikten sonra cennet ve cehennem tasvirleriyle ilgili tahtaya birkaç ayet meali yazdım. Öğrencilerden açıklamasını istedim. Niyetim konuşurken hitabetlerini geliştirmekti. Sürekli derse katılan öğrencim parmak kaldırarak ayetleri güzelce açıkladı.

Ertesi gün çarşıya çıkmıştım ki bir intihar haberiyle sarsıldım. Vefat eden de bir gün öncesinde ahiret hayatıyla ilgili derste konuşan öğrencimden başkası değildi. Yaşadığı bir depresyon hayatına mal olmuştu.

Bu öğrencimin ölümü ve ölüm şekli beni derinden etkiledi. Uzun süre etkisinde kaldım. Ölümünde etkim olabilir mi diye kendi kendimi sorguladım. Çünkü bir gün öncesinde ahiret hayatıyla ilgili ayetler yazmış, sınıfta açıklamasını istemiştim.

*

Bir yıl öncesinde bir öğretmen adayı tercih yapabileceği il ve ilçeleri işaretlemiş, görüşümü sordu. Şurayı, burayı, bu ili, şu ilçeyi yazabilirsin. Gaziantep Nurdağı ilçesi küçük bir ilçe. Buraya da yakın. Yol üzerinde. Burayı çoğu kimse tercih etmeyebilir. Tercih edersen şansın yüksek. Deprem riski var ama Türkiye'nin çoğu yeri zaten deprem bölgesi demiştim.

Öğretmen Nurdağı'na atandı. Bir yıldır da görev yapıyor. 

Sabah uyandığımda Kahramanmaraş merkezli depremi duyar duymaz, eyvah dedim. 10 ili etkileyen ve adeta yıkıp geçen depreme üzülürken Nurdağı'nda yaşayan kızımızdan da haber aldık. Beş katlı binanın üçüncü katında oturuyormuş. Depremle beraber binanın ilk iki katı çökmüş, oturdukları daire de yıkılmaya başlamış, kapı da açılmayınca, yıkılan yerden aşağıya kendilerini atarak karı koca hafif sıyrıklarla kendilerini aşağıya atmışlar. 

Buz gibi havada ayaklarında ayakkabı dahi olmadan kendileri Nurdağı'ndan, babası Konya'dan, Kayseri'de buluşmak suretiyle bir günden fazla bir yolculuk sonucunda Konya'ya gelebildiler. 

Deprem bölgesini terk etmiş olmasına rağmen milyonlarca depremzede gibi depremi hakkal yakin yaşayan kızımız hala yaşadığı depremin etkisinden kurtulabilmiş değil.

Kızımız ölüm kalım savaşı verirken beni bir düşüncedir aldı. Kıza ben yazdırmıştım burayı. Yazdırmasaydım, bir başka yere atanacak, belki de o çalıştığı yerde depreme yakalanmayacaktı diye kendi kendimi sorgulamaya başladım.

Birkaç gün sonra geçmiş olsun demek için bir çay içimi kadar uğradım. Tercih yaptırırken fay hattı geçiyor demiştin dedi.

Tüm depremzedelerin yaşadıkları bu süreci çabuk atlatmaları en büyük dileğim. Ölenler için Allah rahmet eylesin demekten başka yapabileceğimiz bir şey maalesef yok.

*

Birinin intiharından, diğerinin depreme yakalanmasından kendime pay çıkardığım iki anekdotuma yer verdim. Her ikisini de başkasıyla paylaştığımda senin burada ne suçun var, çok ince düşünüyorsun geri dönüşü aldım. Bir dahlim yoksa da kendime bu şekil pay çıkardım.

Gelelim günümüze. Bir deprem oluyor. 11 ilimiz etkileniyor. Halihazırda 44 binin üzerinde vefat, 100 binin üzerinde yaralımız, yıkılan ve ağır hasarlı binlerce evimiz var. Enkaza gömdüğümüz maddiyat, yaraları sarma ve şehirleri yeniden imar adına gidecek maliyeti söylemeye gerek yok.

İsterdim ki bu doğal afetin ardından, yok olan mal can ve mal kaybı sonrasında;

İşini tam yapmadığından dolayı

Binayı çürük yaptığından dolayı

Uygun zemine bina yapmadığından dolayı

Fay hattının üzerine bina yapıldığından dolayı

Yapı ve denetim işini savsakladığından dolayı

Binanın kolonunu kestiğinden dolayı

Zemini gevşek bölgeleri imara açtığından dolayı

Oturma ve iskan ruhsatı verdiğinden dolayı

Bir binanın zemin etüdünden, binanın yapımından teslimine kadar inşaatın her aşamasında imzası bulunduğundan dolayı

Sorumlu makamda olmasına rağmen geçmişten günümüze deprem oldu, olacak söylemlerine kulak tıkamasından dolayı

Geçmişten günümüze bir depremde mal ve can kaybını önleme adına kalıcı tedbirler almamasından dolayı

Geçmişten günümüze imar aflarına ön ayak olduğundan, bunlara parmak kaldırdığından dolayı

Geçmiş depremlerde yaptığı binaları yıkılıp onlarca insanın ölümüne sebebiyet verdiği için yeterince ceza almasını sağlamadığından dolayı

Rant peşinde koştuğundan dolayı

Kaçak yapılaşmaya, usulsüz kat artırımına göz yumduğundan dolayı vs.

Bu konuda ben sorumluyum, şu bölgede benim payım var, şu bina benim eserim, şu kimselerin ölümüne ben sebep oldum, yapmam gerekirken yapmadıklarımdan dolayı devleti ve milleti milyarlarca zarara uğrattım vs deyip bir istifa eden çıkmaz mı? Cezam neyse çekmeye hazırım diyen olmaz mı? Adli mercilere giderek beni tutuklayıp yargılayın, cezama razıyım diyen çıkmaz mı? Görevini usulüne uygun yapmadığından dolayı bir tane görevinden el çektirilen olmaz mı? Benim bu yıkımın şu aşamasında bu payım var, bundan dolayı vicdan azabı çekiyorum denmez mi? Gerçekten niye bir Allah'ın kulu çıkıp sorumlu benim demez? Niçin sorumlu şu denmez? İnan şaşırıyorum.

Bunca yıkım ve ölüme rağmen hala bir Allah'ın kulu ortaya çıkıp sorumluluğu üstlenmeyecekse, bir istifayı dahi düşünüp yerine getiremiyorsa, anlattığım iki anekdotta hareketle, olmayacak sorumluluğu ben bari alayım. 

24 Şubat 2023 Cuma

Reddiye

Özgürlük, kişinin doğuştan gelen haklarındandır. Aynı şekilde düşünce, kanaat ve ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü, bilim ve sanat özgürlüğü temel özgürlükler arasında yer alır. Kişilerin düşündüğünü ifade edebilme özgürlüğü Anayasının 26.maddesinin 1.fıkrasında şöyle düzenlenmiştir: "Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka yollarla tek başına veya başka yollarla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. 

Anayasa özgürlüğü bu şekil açıklarken İslam dini de "Dinde zorlama yoktur", "İnanır veya inanmaz" demek suretiyle inanıp inanmama da yapıp yapmamada kişileri özgür bırakır. 

Bu demektir ki fikri ve zikri ne olursa olsun kişiler fikirlerini yazı veya sözlü olarak ifade edebilme hürriyetine sahiptirler. 

Anayasa ve din özgürlüğe böyle bakarken bu özgürlüğün sınırı yok mu? Kişilerin özgürlüğü başkasının özgürlüğünü tehlikeye sokuncaya kadardır. Fikir ve düşünceyi yayarken baskı, cebir, şiddet, korku ve yıldırma yapılamaz. 

Farklı fikir ve düşüncelerini değişik yollarla yayan kişilere karşı mücadele saygı çerçevesinde yürütülmesi esastır. Bunun yolu da reddiye geleneğidir. Reddiye ise "Bir düşünceyi, bir öğretiyi çürütmek için yazılan yazılara" denir. İslam tarihinde aykırı düşüncelerini izhar etmekten dolayı bedelini canıyla ödeyen kötü örnekler olsa da farklı düşünceleri ifade edenlerin görüşlerini çürütmek için bu konuda yazılmış eserler de dikkat çekmektedir. Bunların en meşhuru da Gazali'nin yazdığı "Tehâfütü’l-felâsife" (Filozofların Tutarsızlığı) adlı eserine İbni Rüşd'ün "Tehâfütü Tehâfüti’l-felâsife" ismiyle yazdığı reddiyedir.

Reddiyesinde Gazali,

“Bir fikre karşı çıkmadan önce o fikri iyi anlamak gerektiğini özetler. Ayrıca,

Felsefenin fizik, kimya, matematik, astronomi gibi dallarının sorunlu olmadığını kitabında işler.

Filozofların metafizik için de aynı mantığı işletmediğini belirtir ve bu dalı eleştirir.

Eser İbni Sina’nın fikirlerini reddeden yirmi bölümden oluşur. 17 bölümünde İbni Sina ve ardından gidenlerin yanıldıkları noktaları eleştirir ve onları küfürle itham eder. Diğer üç bölümünde ise fikirlerinin tamamen İslâm dışı olduğunu söyler.

Gazali’nin bu reddiyesine İbni Rüşd eserinde hem aklın bilgi için yetersizliğini söylüyorsun hem mantığa başvuruyorsun" diyerek karşı çıkar.

Gazali ile İbni Rüşd arasındaki bu tartışma hala günümüzde ilmi kutuplaşma olarak devam etmektedir.” (Wikipedia)

 

Hasılı İslam tarihinde böyle reddiye gibi bir gelenek varken farklı düşünce sahiplerine karşı bu güzel geleneği devam ettirmemiz gerekirken dün bir mahkeme kararı sosyal medyaya düştü. Aykırı İslami görüşleriyle nam salmış bir yazarın yazdığı mealin, sakıncalı unsurlar içerdiğinden dolayı kitabın toplatılması ve imha edilmesi gerektiğine dair Diyanet İşleri Başkanlığının şikayeti üzerine mahkeme kitabın toplatılmasına karar vermiş. Aynı şekilde bir başka yazara ait meal de yasaklanmış. Sırada da bazı meşhur meal kerimin yasaklanması varmış.

Bu haberleri okuyunca doğrusu şaşırdım. Diyanet’in şikayetçi olması da ayrı bir garabet. Halbuki Diyanet ilgili kitapların topları yolunu izlemekten ziyade kurumunda o kadar yetişmiş görevlisi var. Matbaası da var. Kurum bünyesinde bir komisyon oluşturmak suretiyle sakıncalı gördüğü eserlere dair bir reddiye yazmalarını isteyebilir, bunu da matbaasında basarak okuyucuyla buluşturabilirdi. Bu yol ile hem vatandaşı bilgilendirirseniz hem de geçmiş reddiye geleneğini devam ettirmiş olurdu. Gördüğüm kadarıyla Diyanet, İşin kolayına kaçmış, kitapları yasaklatma yoluna gitmiş. Bence iyi de yapmamış. Yasakçı zihniyet unutmasın ki fikirle mücadelenin yolu yasaklatma değildir. Ki yasakların cezbedici bir yönü vardır. Şu ta da bu şekilde bu kitaplar okunmak için arayış içine girilecektir. Bu da kaş yapayım derken göz çıkarmak ya da pirince giderken evdeki bulgurdan olmak anlamına gelir.

23 Şubat 2023 Perşembe

Binaların Periyodik Muayenesi

Ülkemizde 6 ve üzeri meydana gelen her deprem mal ve can kaybına sebebiyet veriyor.

Depremlerde yıkılan her ev binlerce insanımıza mezar oluyor. 

Giden canların yanında malın hesabı yapılır mı desek de her deprem milyarlarca milli servete mal oluyor.

Yıkılan evlerin yerine yeni evleri, deprem sonrası arama kurtarma ekiplerinin sarf ettiği emekleri, depremzedelerin yaralarını sarmak için devletin harcadığı ödenekleri, hayırseverlerin ve yardım kuruluşlarının yaptıkları yardımları topladığımız zaman deprem sonrası yaptığımız masraflarla pekala dayanıklı ve güvenilir evler yapılabilirdi. Keşke deprem sonrası giden milli serveti deprem öncesi şehirlerimizin imarına verseydik. Böylece depremlerde can kaybı da olmazdı.

99 Gölcük depreminin maliyetinin 12 milyar dolar olduğu belirtiliyor. 2001 ekonomik krizi sonrası likidite sıkıntısını aşmak için İMF ile 10 milyar dolarlık bir stand by anlaşması yapılmıştı. Bu demektir ki 99 depreminde evlerimiz yıkılmasaydı, 2001 ekonomik krizinde 10 milyar dolar borç almayacaktık. Üstelik cebimizde 2 milyar dolar kalacaktı. Ekonomik darboğazı aşmak için borç almadığımız gibi bir de bunun faizini ödemek için yıllar yılı uğraşmayacaktık. 

Milat dediğimiz 99 depremini maalesef iyi değerlendiremedik. Depremle beraber hiçbir şey eskisi gibi olmayacak sözümüzü unutmayıp gereğini yapsaydık, Kahramanmaraş merkezli depremi daha hafif atlatabilirdik. 

Temenni ediyorum ki Kahramanmaraş merkezli 11 ilimizi etkileyen bu son deprem, aklımızı başımıza alacağımız son deprem olur. Devletiyle, milletiyle uyanır ve gereğini yaparız.

Ne yapar ne ederiz ama bir yerlerden başlamamız gerekecek ve devletin bu işi vatandaşın insafına bırakmaması gerekir. Alacağı karar ve çıkaracağı mevzuatla bizleri daha sağlam evlerde oturmaya mecbur bırakması lazım. Mesela, 

Her iki yılda araç muayene zorunluluğu yapıldığı gibi evlerin de periyodik muayenesi zorunlu olabilir. Bu muayene, araçlarda olduğu gibi 2 yıl olmaz da 5 yılda bir, 10 yılda bir yaptırılabilir. 

Her ev alım, satım ve kiralama işlemlerinde evlerin depreme dayanıklı belgesi istenebilir. 

Zorunlu olan DASK'ın takibi yapılabilir. Bu yol ile herkesin sigorta yapması sağlanabilir. 

Depreme dayanıklı olmayan binanın DASK'ı yapılmamalıdır. 

Muayeneden geçmeyen evlerin üç ay içerisinde boşaltılması ve tahliyesi zorunlu olabilir. Bu şekil evi yıkılanlar gerekirse konteyner evlere taşınabilir. 

Her ev ve bina sahibinin belirli periyotlarla bina muayenesi yaptırabilmesi için muayene ücretlerinin makul fiyata çekilmesi sağlanabilir. 

Binanın depreme dayanıklı olup olmadığı konusunda, binaların muayenesi için kat maliklerinin rızası şartı kaldırılmalıdır. 

Yıkılan evlerin yerine yeni ev yapılmalıdır. Maliyeti karşılamada bina/ev sahibine ödeme kolaylığı sağlanmalıdır. 

Yapılacak ev veya binanın zemin etüdü ciddi yapılmalıdır. Zemini yumuşak yerlerden mümkün olduğunca kaçınılmalıdır. Mecburiyet olursa, zemini güçlendirecek masraftan kaçınılmamalıdır.

Yeni yapılacak evler yapım aşamasında birkaç elden ve bağımsız kurullar tarafından denetlenmelidir.

22 Şubat 2023 Çarşamba

Arkası Kalın Olmak

Köylü vatandaşın biri, bizzat kendi elleriyle yetiştirdiği ve  pazarda satmayı düşündüğü ürünlerini, sabah erkenden eşeğine yükleyip Kayseri'nin yolunu tutmuş. Akşamüzeri Kayseri'ye gelince geceyi geçirmek maksadıyla Vezir Han'a girmek istemiş.

Köylünün eşeği Vezir Han'ın kapısından girerken huysuzluk çıkarmış. Köylü, ne yaptıysa da inatçı hayvanı hana sokamamış. Uğraşmış, didinmiş, önden çekmiş, arkadan ittirmiş fakat nafile! Eşek bir türlü içeri girmiyormuş.

Hanın giriş kapısının yakınındaki dükkanların sahibi olan esnaf da oturdukları oturakların üzerinde hem birbirleri ile sohbet ediyor hem de köylü ile eşeğin arasında yaşanan bu zorlu mücadeleyi seyrediyormuş. Hiç birisi de kalkıp köylüye yardım etmeye yanaşmıyor, hatta bunu düşünmüyormuş bile... Tam tersine kahkahalar atarak manzaranın keyfini çıkarmaya çalışıyorlarmış.

Artık sabrı iyice taşan ve çektiği rezaletin etrafta alay konusu edildiğini gören köylü, elindeki mesesi eşeğe kuvvetlice bir iki defa vurmak zorunda kalmış. Fakat onun vurmasıyla eşek avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamış.

İşte o sırada dükkanlarının önünde oturup da keyifle manzarayı seyreden esnaf yerinden kalkmış ve:

"Ne vuruyorsun utanmaz adam! Senin Allah'tan hiç mi korkun yok! Şu hayvancağız senin yükünü tâ köyden yüklenmiş, buraya kadar getirmiş. Ona niye insaf etmiyorsun?" diye bağırıp çağırmaya ve köylüyü itip çekerek tartaklamaya başlamış. Bu arada bazıları:

"Sen köyden buraya mal satmaya geliyorsun. Eğer hayvana böyle davranırsan ne senin malını alırız ne de sana mal satarız. Hareketlerine dikkat et! Sakın aşırıya kaçma!" diye tehditler savurmaya başlamış.

Neye uğradığını şaşıran ve deminden beri çektiği sıkıntıya şahit olanların kendisini haksız görmesiyle, hiç beklemediği bir tepkiyle karşılaşan köylü, eşeğinin çok sakin, mutlu ve uysal bir şekilde hana girdiğini görmüş.

Zavallı köylü, başını öne eğip eşeğin yanında sessizce hana girmiş. Bu sırada dayanamayıp kimseye çaktırmadan elindeki mesesi eşeğin böğrüne böğrüne dürtüp:

- "Ne kadar çok emmin dayın varmış? Ne kadar çok emmin dayın varmış”.

Fıkrayı Rıza Bozdağ'ın paylaşımından okudum. O da Tomarzalı Hacı Yusuf Dinç'ten dinlemiş. Ben de fıkradan bir hisse alalım diye yazı konusu edindim. Bu arada meses kelimesini ilk defa duydum. Kayseri şivesi olabilir diye düşünmüştüm. Değilmiş. TDK'ye göre "Hayvanları dürtmekte kullanılan, ucu demirli deynek" demekmiş. Kısa günün karı. Bu vesileyle Rıza sayesinde bir kelime daha öğrenmiş oldum. 

Kıssadan hisseye gelince, 

Eşek de olsa eşek eşeklik yapsa da hayvana vurmamak lazım. 

Eşeğin huysuzluk çıkarmasında, gireceği yeri garipsemiş olsa gerek. 

Eşeğin sahibi eşeği içeri katmada zorlanmasına rağmen eşeğin eşeklik yapmasına esnafın bigane kalması, seyretmesi, yardıma gelmemesi, üzerine bir de kahkaha atması manidar. 

Eşeği içeri katmada zorlanınca da köylünün mesesini eşeğe vurmasına esnafın tepki göstermesi ve bak malını almayız tehdidi savurması, en ilginç olanı. Çünkü insanların eşeklik yapana destek çıkması demek, eşeğin eşekliğe devam edecek olması demektir. 

Köylünün "Ne kadar çok emmin ve dayın varmış" sözü ise bizleri güldürürken düşündüren sözüdür.

Bu fıkrayı insanlara uyarlarsak, toplumda, devlet kademesinin üst rütbelerinde öyle insanlar var ki kaprisinden, huysuzluğundan, estirdiği terörden yanlarına varılmaz. Çevresini kırar geçirir. Kısaca eşeklik eder. Böyleleri bu cesareti, kendilerini bu rütbeye getiren arkalarından alır. 

Ne de Çok Seviyoruz Fâsık Olmayı!

Ey iman edenler! Eğer bir fâsık size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın. Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişman olursunuz.” (Hucurat, 6) ayetini bilmek için dini tedrisat yapmaya gerek yok. Çünkü bu ayet hutbede, vaazda, kürsüde, hemen hemen her yerde söylene söylene hepimizin belleğinde iyice yer etti. Genelde de asparagas haber ortaya çıktığında, hakkında yeterince bilgi sahibi olmadığımız bir konuyla ilgili kişilere suç isnat edildiğinde hemen bu ayeti okuruz.

Nedense okumakla kalıyor, ayetin gereğini pek yerine getirmiyoruz. Bunu bile bile bir nefer gibi algı savaşının içerisinde yerimizi alıyoruz. Kimin kim olduğuna bakmadan birileri tarafından hazırlanıp servis edilen, kişi ve bir grubu hedef alan paylaşımlar yapıyoruz. Paylaşımlarla da kalmayıp kişilerin geçmiş durumlarını da piyasaya sürüyoruz. Bunu yaparken elimizde bir mahkeme kararı var mı, ilgili kişiler hakkında bir suç duyurusu yapılmış mı, savcılık ilgilileri hakkında bir iddianame hazırlamış mı demiyoruz. Vuruyoruz da vuruyoruz. Tüm bunları yaparken masuniyet karinesini de bir tarafa bırakıyoruz. Beraatı zimmet asıldır sözü yine Hucurat 6 gibi sadece dilimizde.

Aslı astarını bilmeden, kişileri hedef alan ve töhmet altında bırakan paylaşımları yapma konusunda fikri, zikri, düşüncesi ve meşrebi ne olursa olsun, istisnaları hariç tüm kesimler iyi sınav vermiyor. Maalesef isnadı, iftirayı, algıyı her kesimden yapanlar çok. Parçadan hareketle toptancılıkta zaten üstümüze yok. Bunun vebal ve günah olduğunu, yakışık almadığını bilmek için dindar, mütedeyyin olmaya da gerek yok. Her kesimden birilerinin yaptığı, bu uğurda her şey mubah parolasıyla hareket etmektir.

Diyelim ki dini hassasiyeti olmayanların günah ve vebal diye bir endişeleri yok. Kendisini dindar ve mütedeyyin olarak tanımlayan, Müslümanlığı kimseye vermeyen; orta, lise ve üniversitede dini tedrisat yapmış, Hucurat 6. ayetin metnini orijinalinden ezbere okuyan, ayetin nüzul sebebini de bilen, ağzından ayet ve hadisi düşürmeyen kesimin içerinde aslı astarının ne olduğunu bilmeden kişi ve gruplar hakkında algıya yönelik o kadar paylaşım yapan var ki bunları görünce insanın küçük dilini yutası geliyor. Sen de mi Brütüs diyorsun. Hem savcı hem hakim hem avukat rolünde görev yapıyor. Sosyal medya üzerinden insanların kalemini kırıyor. Günah nerede kaldı, vebal nerede kaldı, bu ayet nerede kaldı.

Öyle zannediyorum, bu konuda kitabi bilgiye sahip olanların vebali daha büyüktür. Bildiklerini uygulamadıklarından dolayı da ilaveten sırtlarına kitap yüklemiş oluyorlar. Vah yazık...

Tüm bu algıya yönelik savaşın içine dalanlar, bu işi yaparken kişileri geçmiş yaşantısıyla vuruyorlar. Bakın şimdi böyle gördüğünüz kişi, geçmişte şunu yaptı diyorlar. Böyle yaparak, sizin şimdilerde güvendiğiniz bu kişi dolandırıcının ve sahtekarın biriydi mesajını vermek istiyorlar.

Diyelim ki hakkında paylaşım yaptığımız kişi ya da kişiler, geçmişte her türlü kötülüğü yapmış hatta yargılanıp mahkumiyet bile almış olsunlar. Bir insan geçmiş yaptığı hatalarıyla, yanlışlarıyla ve suçlarıyla yüzleşmiş, bir daha asla deyip nasuh tövbesiyle tövbe etmiş, yüzde yüz değişmiş ve geçmişe sünger çekmiş olamaz mı? Böyle olabileceğini birileri yine çok iyi bilir. Bilir de bir savaş yaptıkları için bu uğurda her şeyi mubah görürler. Bunun için seve seve fasık bile olurlar. Hoş, fâsık olmayı kabul etseler, yine de gam yemeyeceğim. Çünkü en azından yaptıklarının doğru olmadığını biliyorlar diyeceğim. Yazık gerçekten.

21 Şubat 2023 Salı

Fetvalara Dikkat!

Fetvalar din değildir, dini bir görüştür. Sosyal hayatı kolaylaştırmak için kendisini bu alanda yetkin gören kişi ve kişilerin Kur'an ve sünnetten hareketle bir çıkarımıdır. Dinin kendisini bağlamaz. Bir yönetmelik mesabesinde işlev görür.

Verilen fetvaların ayet ve hadise aykırı olmaması esastır. Fetva bir çıkarım olduğuna göre verilen fetvada isabet olabildiği gibi olmayabilir de. İsabet edene uyulurken isabet etmeyene uyulmaz. Verilen fetvaya uyup uyumama konusunda kişilerin vicdanlarına sinip sinmemesi de önemlidir.

Fetvalar da ihtiyaç ve şartların değişmesiyle birlikte değişebilir. Fetva değişir mi demeyin. Esas değişmemesi ilginç olur. 

Verilen fetvalar da dini hassasiyeti olanları ilgilendirir.

Fetvalar, her ne kadar kişilerin kendini bağlasa da bu fetvalardan her düşüncedeki insan haberdar olabiliyor ve çoğu zaman da verilen fetvalar tartışma konusu olabilmektedir. Tartışmadan da geçtim. Gereksiz gündemde tutulması birileri tarafından "İşte din bu" propagandası yapmasına zemin oluşturmaktadır. O yüzden fetva verirken;

Fetvayı ehil eller ve halkın güvenini kazanmış komisyonlar vermelidir. Kendini ne kadar ehil görürse görsün, tek kişinin verdiği fetvalardan ziyade komisyon marifetiyle verilen fetvalar tercih edilmelidir. Komisyonda ayet, hadis ve geçmiş müktesebattan delil getireceklerin yanında o konuyla ilgili konusunun uzmanları da komisyonda yer almalıdır. Yani komisyon sadece ilahiyat sahasında uzmanlaşmış kişilerden müteşekkil olmamalı.

Komisyon, sorulan sorunun tuzak soru olup olmadığını, bir ihtiyaca binaen sorulduğu incelemelidir. Tuzak soru olduğu kanaatine varılırsa o soruyu gündemine almamalıdır ya da tuzağa düşülmemelidir.

Fetva verirken geçmiş fetvayı tekrar hatırlatma yoluna gitmemelidir. O fetvanın günümüzde ihtiyaçları giderip gideremeyeceği gözetilmelidir.

Verilecek fetvanın efradını cami, ağyarını mani olmasına özen gösterilmelidir. Toplum yapısını, ihtiyaçları çözüp çözemeyeceği vs. dikkate alınmalıdır. Fetvanın anlaşılması için gerekirse gerekçe yayımlama yoluna gidilmelidir. Gereksiz ayrıntıya girilmemelidir. Çünkü çoğu zaman verilen fetvaların detayı tartışma konusu yapılmaktadır. Mesela depremde ailesini kaybeden çocukların evlat edinilmesi hususunda, bu tip sahipsiz çocukları alıp yetiştirmede bir sakınca olmadığı, çocuğun nesebinin korunması şeklinde bir fetva yeterlidir. Baba diyemez, miras bırakamaz, ileride evlenmelerinin önünde bir engel yok gibi uzatmalar gereksizdir. Çünkü zamanı değildir. Şu anda elzem olan bu çocuklara kol kanat gerilmesi fetvasının verilmesidir. Önce çocuğu birileri evlat edinsin, çocuk büyüsün, evlenme çağına gelsin. Ondan sonra muhtemel sorunlara dair fetva verilsin. Bu gereksiz teferruat doğmamış çocuğa fon biçmek gibidir. Zaten gelen tepkiler üzerine verilen bu fetva kaldırılmıştır.

Yine fetva ile günümüz medeni hukuku ve kanunları çelişiyorsa, bu konuda medeni ve geçerli hukuk şu şekildedir. Verilen fetva ayet ve hadis çerçevesinde verilmiştir. Ayrıca kanun yerine geçmez. Meraklılarını bağlar. Doğrusunu Allah bilir denmelidir.

Doğanın İsyanı

Başlığı böyle koyduğuma bakmayın. Zira doğa isyan etmez. Evren yaratılırken fiziki yasalar gereği kendisine ne görev verilmişse, milim şaşmadan görevini ifa ediyor.

Durum ve inancım bu iken yıkıp geçen depremin yaralarını saramadan, enkazı kaldırmadan, daha tüm cenazelerimizi defnetmeden, kısaca iki büyük depremin şokunu atlatamadan, büyük deprem denebilecek birbiri ardına artçılar ara ara yoklarken, her sallantı deprem bölgesini, özellikle Antakya'yı daha da yaşanmaz hale getirirken, 20.00 sularındaki Hatay merkezli 6.4 ve 5.8 şiddetindeki iki bağımsız deprem, ister istemez ne oluyoruz, nereye gidiyoruz, bu kabus ne zaman sona erecek dedirtti.

Gerçekten ne olacak ülkenin bu hali? Biz bu büyük imtihanın altından nasıl kalkacağız? Nereden tutacağımızı, ne yapacağımızı bilemez bir durumdayız. Bir acziyet hali okunuyor hepimizin gözlerinde.

Belli ki imtihanımız büyük ve bu imtihan bugünden yarına dinecek görünmüyor. 

Belli ki yer yıllardır içinde tutup biriktirdiği, patlama noktasına geldiği enerjisini boşaltarak derin bir nefes alıyor. Nefes alırken kırıp geçiriyor. Üstünde nefes almasını engelleyen insan yapımı ne varsa hepsini sallayıp silkeliyor. Bazısının ikiye bölüyor bazısını yere çökertiyor bazısını sağa, sola, öne ve arkaya yatırıyor. Siz benim rahat nefes almamı engellerseniz, yıkımım büyük olur ve Allah'ın bana verdiği gücüm karşısında, emek sarf ederek yaptıklarınızın bir hiç ve bir örümcek ağı gibi olduğunu sağ kalırsanız, görün. Görün ki yeni dersler çıkarın ve hiç şakam olmadığını bilin. Nasıl yaşanması gerektiğini anlayın artık diyor.

Ne diyelim. Gerçekten gördük, görmekle de kalmadık, yaşadık. Unutup gitmezsek, öyle zannediyorum, insanca nasıl yaşanması gerektiğini bit tecrübe öğrendik. Temennimiz odur ki bu acı tecrübeyi hayatımıza uygulayacağız. Yeter ki yer sakinleşip derin bir uykuya dalsın. O uyurken bizler gözlerimizi dört açacağız ve bilimin gereğini yapacağız.

Evet, hayatın kendisi bir tecrübe. Bu tecrübe bize pahalıya patlasa da verdiğimiz kurbanların ardından sağ kalan bizler, yaptıklarımızla ve yapamadıklarımızla yüzleşeceğiz.

Aynı zamanda her acıdan dersler çıkarırken her zorluktan sonra bir kolaylık gelir fermanı gereği bakarsınız, bu afet bize nice nimetler bahşedecek. Belki de keşfedip değerlendiremediklerimizi alın kullanın diyecek. Belki de bu sayede zengin yeraltı madenlere ulaşacağız. Çünkü her deprem gizlediği yeni nimetleri ortaya çıkarır.

Hiçbir şey çıkmasa bile dilimiz yandı, bundan sonra yoğurdu üfleyerek yiyeceğiz. Belki de her şeyi usulüne uygun, yerli yerince yaparak geri kalan ömrümüzü, anaları ağlatmadan insanca yaşayacağız. Bundan ala nimet, kaynak, maden ve kazanım mı olur.

Her şeyin hayırlısı. Ömrün de ölümün de. Yeter ki bizler sebepleri yerine getirelim, ayağımızı sağlam yere basalım. Bundan sonra hiçbir şey huzurumuzu kaçırmasın.

20 Şubat 2023 Pazartesi

Allah Diyor ki

Sizin tabiat kanunları, doğa kanunları adını verdiğiniz kanunlar, benim evreni yaratırken tabiata koyduğum, sünnetullah adını verdiğim, her birinin düzen, tertip ve evrenin devam ve işleyişini sağlama misyonu olan, emrimden çıkmayan değişmez yasalarımdır.

Bu kanunlarım arasında yağmur var, kar var, soğuk var, sıcak var, rüzgar var, deprem var, gece ile gündüz var, mevsimler var...

Bu kanunlarımın bir kısmı hoşunuza giderken bazı kanunlarım hoşunuza gitmez. Ama bilin ki hiçbiri gereksiz ve lüzumsuz değildir. Hepsi doğanın ve sizin yararınızadır. Acısıyla tatlısıyla hepsi benim nimetimdir. Bu nimetlerimi say say bitiremezsiniz. 

Unutmayın ki bu kanunlarım yeryüzünün düzeni için olması gereken kurallardır. 

Bu kanun ve kuralları inceleyip araştırın.

Bunun için bunları inceleyip araştıran ve ortaya çıkaran bilim insanına kulak verin, bilimsel yaşayın. Asla bilimden ayrılmayın. Kılavuzunuz bilim olsun. Demiyor muyum ben, bilmiyorsanız, ehline sorun diye.

Bilime uymak, bilime kulak vermek, bilimi dinlemek ve bilimsel yaşamak; namaz, oruç gibi herkese farz olan ibadetlerimdir. Buna uymak da farzdır.

Namaz, oruç gibi ibadetler sizinle benim aramda olan kişisel ibadetlerdir. Sizi terbiye etmek ve ahlakınızı güzelleştirmek içindir. Yerine getirirseniz, sizin faydanızadır. Karşılığını kat kat vereceğim.

Yasa çeşitlerimden fiziki yasalara uygun olarak hayatınızı düzenlemek ise doğayla uyumlu yaşamak içindir. Namaz ve oruçtan önce gelir. Uyumlu yaşarsanız, burnunuz kanamaz. İsyan eder, savsaklar, ciddiye almaz ve burnunuzun dikine giderseniz, bilin ki doğamın kanunları acımasızdır. Yıkar geçer gider ve öldürür. Kendinizle beraber başkalarını da öldürürsünüz. Namaz da kılamazsınız, oruç da tutamazsınız.

Bunu yaparken de şu Müslüman, şu çocuk, bu kadın, şu masum diyerek kimseyi seçmem. Fiziki yasaya aykırı hareket eden, o yasanın ortaya çıktığı yerde bulunan herkesi benim yasalarım içine alır ve kimseyi seçmez.

O yüzden nasıl ki bu dünyada hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayarak hayatı ciddiye alıyorsanız, yaşamın yasası olan bu kanunlarımı da ciddiye alın, hayatınızı ona göre düzenleyin ki rahat edin, huzur bulun. Bunun için kendi kendinizi tehlikeye atmayın ve kendi ellerinizle ölüme davetiye çıkarmayın.

Unutmayın ki benim değişmez yasalarım, evreni yaratırken evrenin içine koyduğum ölçülerimdir, kaderdir. Mesela depremler yerin nefes alması, yerin sakladıklarını ortaya çıkarması ve yeni nimetleri ortaya koyması bir kaderdir. Size düşen bu kadere teslim olmak değildir. Yapıp ettiklerinizle kendi kaderimizi kendiniz oluşturmaktasınız. Benim kaderimle, kendi kaderinizi karıştırmayın. Sizin göreviniz, benim kaderime karşı tedbir almaktır. Benim faylarımın üzerine ev yaparsanız, bu evleri de çürük yaparsanız, benim deprem kaderim, o başınızı soktuğunuz evlerinizi yıkar ve sizleri öldürür. Hala tüm suçu kadere atarak burnunuzdan kıl aldırmıyorsunuz. Siz tevekkülü de anlamadınız. Halbuki önce bir konuda yapılması gereken her şeyi yapıp sonra tevekkül edecektiniz.

Hasılı, bilim bilim bilim. Bilim demezseniz, inim inim inlersiniz. O aklı niye verdim ben, o iradeyi niye verdim ben? Aklınızı başınıza alın artık.