Ana içeriğe atla

Devlet mi Kutsal, İnsan mı?

Depremle beraber kutuplaşmanın geldiği nokta, devletin yanında olma veya karşısında olma. Bir taraf devlete söz söyletmeyip adeta kutsayarak devleti yere göğe sığdıramazken diğer taraf devleti eleştiriyor. Aslında her iki tarafın yaptığı, bir prensip mücadelesi değil. Her iki tarafın derdi de devletten ziyade devlette kimlerin olduğudur. Bir taraf devlete yön verenleri kendisine yakın gördüğü için devlete toz kondurmuyor. Diğer taraf ise devleti yönetenleri kendisini temsil ettiğine inanmadığı için bir yerde devlet olsa da eleştiriyor, olmasa da.

Tarafgirlik gözümüzü iyice bürümüş olmalı ki devletin bir numarası, "Bazı sebeplerden dolayı birkaç gün gecikmemiz oldu, helallik diliyoruz" demesine rağmen devletin yanında olduklarını söyleyenler bu itiraf sessiz kalıyor ama bunu başkası söylese saldırıya geçiyor. Diğer taraf ise devlet ağzıyla kuş tutsa, yaranacak durumda değil. Öyle zannediyorum, yarın devlete hakim olanlar gitse, yerlerine başka bir zihniyet gelse, bugün devlete toz kondurmayanlar devlete mesafe koyacak. Bugün devlete mesafe koyanlar ise dört elle devlete sarılıp devletin yanında saf tutacaktır. 

Bu iki tarafın da yanında değilim. Ne devletin yanındayım ne de karşısında. Devlete bakış açım da devleti yönetenlere göre değişmez. Devlet devlettir. Kutsanacak bir organizasyon değildir. Akşam sabah övülecek, sabah akşam yerilecek bir tüzel varlık değildir. Hep övgü devleti şımartır ve devleti yönetenlerin hatalarını görmemesine zemin hazırlar. Sürekli yergi ve eleştiri de devletin işini düzgün yapmasını engeller. Ne kadar düzgün yapayım dese de hata üzerine hata yapar.

Devlet, göçebe hayatından yerleşik hayata geçilince bir zorunluluktan doğan tüzel bir kişiliktir. Vatandaş kurduğu bu devlete, kendilerinden seçtiği insanları görevlendirerek "biz sana vergimizi verelim, askerlik görevimizi yerine getirelim. Sen de bize ihtiyacımız olan hizmetleri yerine getir, verdiğimiz yetkiyle ülkeyi yani bizi içeride ve dışarıda en güzel şekilde temsil et. Sıkıntı ve derdimiz olduğu zaman imdadımıza koş. Çıkardığın kanunlarla ülkeyi düzene koy, kural tanımayanlara haddini bildir" diyerek devleti emanet etmiştir. Halktan bu yetkiyi alan devleti yönetenler, işini düzgün yaptıkça halktan yeniden yetki alarak ülkeyi yönetmeye devam eder. Yani takdir görür. Yetkiyi yerli yerinde kullanamazsa, işini düzgün yapsın diye eleştirilir. Eleştiriler de devlet düşmanlığı için yapılmaz. Görevini daha iyi yapsın diye yapılır. Hata üzerine hata yaparsa önüne gelen sandıkta yetkiyi ondan alarak bir başkasına verir.

Anlatmak istediğim, devlet kutsal değildir. İnsanlar devlete değil, devlet insanına hizmet etsin diye vardır. Yaptıklarından dolayı layüsel değildir. Devletin yaşaması ne kadar önemli ise devletin vatandaşını koruması, onu yaşatması, ona insanca yaşam sunma gibi bir zorunluluğu vardır. Kutsal biri varsa insandır, vatandaştır. Devletin birinci ve öncelikli görevi insanını yaşatmasıdır. İnsanını yaşattığı müddetçe bir devlet devlettir. Bunu “Şeyh Edebali, Batı dünyasında devlet anlayışının oluşmasından 250-300 yıl önce, Osman Gazi'ye ‘Ey oğul, insanı yaşat ki, devlet yaşasın’ diye öğüt vererek” son noktayı koymuştur. Yani devletin yaşaması, ebet müddet olması insanını yaşatmasına bağlıdır. Devleti ve devlete yön verenlerin görevi budur. Zira devlet kutsansın diye kurulmamıştır.

Hasılı devletsiz olmaz. En kötü devlet bile devletsizlikten iyidir. Ama unutmayalım ki vatandaşına hizmet etsin diye devlet kurulmuştur. Bu yüzden devleti yönetenler kendilerini milletin hizmetkarı görür. Hizmetkar da akşam sabah övülmez ve akşam sabah yerilmez. Devlet ve devlete yön verenler görevini yapacak, vatandaş da vatandaşlığını. Kimse kusura bakmasın, insanını yaşatmakla görevli devlet, her depremde binlerce insanını enkaza verip ölümüne sebebiyet veriyorsa, bu devlet övgüyü değil, eleştiriyi hak eder. Eleştirelim ki alacağı kararları kalıcı çözüm olsun, denetim görevini iyi yapsın, koyduğu sistem kusursuz işlesin. Yeni depremlerde kimsenin burnu kanamasın. Kısaca devlet ömrünü uzatmak, ebet müddet olmak istiyorsa, insanını yaşatsın.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde