28 Şubat 2022 Pazartesi

Siyasetimizi Nasıl Bilirsiniz?

Tecrübem şunu gösterdi ki bu ülkenin siyaseti, birbirinin tıpkısının aynısının benzerinin ta kendisidir. Yok aslında birbirlerinden farkları. Biri tencere ise diğerleri kapaktır. Alın birini ötekine.

Her birinin, yekdiğerinin yaptıklarını kıyasıya eleştirdiği sizi yanıltmasın. Hangisinin eline imkan geçerse o eleştirdiğini yapmada çok mahirdir. Hepsi birbirinden kopya çeker. İyi birer kopyacıdırlar.

Bir şeyi yaparken ağızlarına ve yüzlerine bulaştırırlar. Hiçbir şey yokmuş gibi davranırlar ve algılar üzerine siyaset yaparlar. Birini yaparken diğerini kırarlar. Hep sorun üretiyorlar dense yeridir.

Konuşurken mangalda kül bırakmazlar. Sanırsın ki hepsi birer dürüstlük abidesidir. Dürüstlükleri imkanlar eline geçinceye kadardır.

Birbirlerine hesap soracağız dediklerine bakmayın. Hiçbiri diğerine hesap soramaz. Çünkü hepsi birbirinin eksik yönlerini, yaptıklarını ve zaaflarını iyi bilir. Hepsi bilir ki hesap sorulmaya kalkılırsa her birinin cemaziyelevveli ortaya dökülür. Bu da birbirlerini aşağıya çekmektir ki bu da işlerine gelmez. Çünkü buradan ekmek yiyorlar. Sadece meydanlarda ve ekranlarda birbirlerine yumruk sallarlar. Perdenin gerisinde sarmaş dolaş olurlar. Her yapanın yanına kar kalır yaptığı. Çünkü birbirlerinden beslenirler.

Ardından bu ülkenin kaynaklarını baba mirasını yiyen, bu mirası hoyratça kullanan hayırsız evlat gibi har vurup harman savurmaktır. Durmadan borç almak ve halka kara kışı miras bırakmaktır.

Siyasetimiz, siyasileri ihya ederken bu ihyanın faturası hep halka çıkarılır. Bakmayın birbirlerini eleştirip ayıpladıklarına, halktan ve sureti haktan göründüklerine. 

Ülke yıkılsa da bitse de tüm kaynaklar tüketilse de siyasetimiz asla bedel ödemez. Ödedikleri tek bedel sandıktan çıkmamaktır. Malı götürdükten sonra bu da bedel sayılmaz. 

Yine bir konuda kim kimi ayıplamışsa, ayıpladığı ölmeden önce er geç başına geliyor. Zammı eleştiren zam yapabiliyor. Hayat pahalılığından dem vuran halkı hayat pahalılığına maruz bırakabiliyor. Yani geçmişte neyi eleştirmişse aynısını yapabiliyor. Hayat böyle bir şey demek ki. O zaman büyük lokma yemeli, büyük laf etmemeli ama gel de bunu siyasilerimize anlat. Sonra anlatıp niye kendilerini zora soksunlar ki. Nasılsa kitleler görmüyor, görmek istemiyor ve bu u dönüşlerini bir güzel savunabiliyor.

Siyasetimizin siyasetten anladığı tek şey bol bol övünmek, rakiplerini kötülemek, kendilerini boy aynasında göstermek ve hamaset yapmaktan ibarettir. Söz verip yapamadıkları şeyler için ömürleri gerekçe üretmekle ve başkasını suçlamakla geçer.

Yaptıkları ve yapamadıklarıyla ilgili kendilerini, kendilerinden önce siyaset yapanlarla kıyaslarlar. Hiç başka ülkelerle kıyaslamazlar. Başarısızlıklarını gölgelemek ve kendilerini başarılı göstermek için istatistik ilmini devreye sokarlar. Öyle bir hesap yaparlar ki bu başarılarına inanmaya elin mahkumdur.

Seçimlere seçim ekonomisiyle girerler. Yapabilsin veya yapamasınlar bol bol vaat verirler. Vaatleri ötelemek için ipe un sererler. 

Hasılı, tuzu kurudur hepsinin. Bakmayın birbirleriyle atıştıklarına. Tek dertleri musluğa en yakın olmak ve imkanlardan daha fazla faydalanmaktır. Musluğun yani suyun başına geçenin tek yaptığı, yalancı baharla günü kurtarmak ve göz boyamaktır. 

Mizahın Hayatımızdaki Yeri *

Mizahi bir yönüm var. Yeter ki havamda olayım. Yerini, zamanını ve ortamını bulursam, mizah yapmaktan kaçınmam. Bunu beni tanıyanlar da belirtir. Aynı üslubun izleri zaman zaman yazılarımın bazısında da görülür. Mizah ve mizah türlerine dair bu üslubum çoğunluk tarafından tasvip edilse de mizahtan anlamayan bazıları; dalga geçtiğim, alaya aldığım ve küçümsediğim yönünde eleştiri getirmektedir.

Şunu baştan söyleyeyim. Hiçbir insanı küçümseme, hor görme, ayıplama, onları hafife alma gibi bir niyetim hiç olmadı. Bu benim ne hakkım ne de haddim. Zaten Hücürat Süresi 11.ayette Allah, Ey iman edenler! Bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin; zira onlar kendilerinden daha iyi olabilirler. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesinler; çünkü alay edilenler edenlerden daha iyi olabilirler. Biriniz diğerinizi aşağılamayın, birbirinize kötü ad takmayın. İman ettikten sonra fasıklıkla anılmak ne kötüdür! Günahlarına tövbe etmeyenler yok mu, işte zalimler onlardır.” buyurmaktadır. Kur’an’ın yasakladığı bir fiille insanları alaya almam söz konusu olamaz.

Bu açıklamayı yapıyorum. Çünkü bazıları mizah ile alayı karıştırmaktadır. Mizah ile alay ne demekmiş önce buna bir bakalım. Mizah, “Hayatın güldürücü yönünü ortaya çıkaran bir sanat türüdür. İnsanı gülmeye sevk eden resim, karikatür, konuşma ve yazı sanatıdır. Mizah eserleri sadece şaka, güldürme maksadıyla söylenip, yazılıp, çizilmediği gibi belli fikirleri ifade etmek için de ortaya konulabilir.” (Vikipedi) Mizahla karıştırılan alay ise, “Söz, ses tonu, davranış vb. ile biriyle ya da bir şeyle hafifseyerek ve küçümseyerek eğlenme” anlamına gelir.

Görüldüğü gibi mizahla alaya alma arasında ince bir çizgi vardır. Biri güldürürken düşündürüyor, diğeri ise muhatabını rencide ediyor. Mizah, genel tarafından özellikle mizahtaki nükteyi anlayanlar tarafından takdir edilirken istihza ise tasvip edilmese de hayatın bir gerçeğidir. Mizah dün olduğu gibi bugün ve bundan sonra da olacaktır, tıpkı -tasvip etmesek de- alay ve istihzanın da olmaya devam edeceği gibi. Çünkü mizah tek başına hayatın kendisi değilse de hayatın bir parçasıdır. Mizah güldürürken ince bir dokunuştur, olaydaki ayrıntıyı görebilmektir, olaya farklı pencereden bakabilmektir. İnsanların onurunu zedelemeden gülümsetmeyi amaçlar.

Mizah sadece mutlu ve huzurlu olduğumuz zamanlarda eğlenmek için yapılmaz. Üzüntülü zamanlarda da yapılır. Nasıl ki dua sadece derdimiz olduğu zaman yapılmıyor, her zaman yapılıyorsa, mizah da her zaman yapılır. Yeter ki zamanında, kıvamında ve ortamında ölçülü bir şekilde yapılsın.

Unutmayalım ki hayata hep ciddi bakanlar için bu hayat çekilmezdir. Bu tipler hayatın bir parçası olan bu mizahtan yoksundurlar. Asla haz almazlar. Çünkü mizahtan anlamazlar. Mizahtan anladıkları alaya alma, küçük düşürme ve istihzadır. Mizah ile dalgayı karıştıranlar mizahı nasıl anlasınlar? Biri güldürürken diğeri kişiyi küçümser. Belki de düz kontak olmalarındandır. Bu ikisi arasındaki inceliği anlayamayanlar, anlayamadıklarından dolayı kendilerini sorgulamaları gerekirken ayıplama yoluna gidiyorlar. Burada bir hakkı teslim edelim. Bu tipler aşırı alıngandırlar. Bunda da kimse ellerine su dökemez. Yalnız bilelim ki hayat hep ciddiyetten ibaret değildir. Hep ciddi olmak hayatı çekilmez kılar.

Kur'an'da Allah her şeyi hakikat olarak açıklamaz, mecaza da yer verir. Peygamberimizin hayatında da mizaha yer vardır. Hasılı, yerinde, zamanında ve kıvamında uygulandığı takdirde mizaha hayatın her alanında yer vardır. Yeter ki ölçü kaçırılmasın.

*09/03/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

25 Şubat 2022 Cuma

Kürsüde Kalma İnadı

Nasrettin Hoca, vaaz için kürsüye çıkar. Cemaat hınca hınç dolu. Hocanın oğlu da gelmiş babasını dinlemeye.

Cemaat bekler hoca konuşacak diye. Hoca da bekler. Bu bekleyiş epey sürer. Hoca bir türlü konuşmaya başlamaz. Arada bir cemaati müslimin dese de arkası gelmez. Zaman kazanmak için camdan gördüğü develer geçiyor, dediyse de cemaat hocanın sadede gelmesini bekler.

Sonunda hoca, ne konuşacağımı unuttum diyerek ağzındaki baklayı çıkarır. Hoca suskun, cemaat zaten suskun.

Hoca birkaç defa daha konuyu unuttuğunu, aklına bir şey gelmediğini söyleyince, oğlu babasına isyan eder. Baba! Hiçbir şey aklına gelmiyor da kürsüden inmek de mi hiç aklına gelmiyor der.

Oğlunun bile isyanlara oynadığını gören hoca, kürsü macerasına devam etmez, inadı bırakır ve bir tevazu örneği göstererek kürsüden iner. Çünkü dursa, kendini daha fazla rezil edip postu deldirecek.

Hocanın zamanında yaşasaydım, boşalan kürsüyü hemen doldurur. Hiçbir şey yapamazsam bile dışarıdan geçen develerin fazilet ve özelliklerinden bahsederdim. Rezil olsam da yerimden kalkmaz. Takıldığım yerde cemaat bana, ben cemaate bakar, birbirimizi seyreder dururduk. Çünkü acizlikten seyrin zevki bir başkadır.

Cemaat, hayretle ne yapacak diye beni izlerken ben de daha fazla kürsüde kaldım mutluluğunu yaşamaya devam ederdim. Nasılsa cemaatten de itiraz gelmez. Çünkü camide hırgür olmaz ve dünya kelamı konuşulmaz. Cemaat saç baş yolarken ben muradıma böylece ermiş olurdum.

Şu Tiplere Ne Dersiniz? *

İnsanoğlu beşerdir ve şaşar. Hata ve yanlışlar yapar; kanar, kandırır. Artı yönlerinin yanında zaafları vardır. Acemilik çeker, sonra tecrübelenir. Çocukça düşündüğü gibi kanının deli olduğu zamanlar da olur ama zamanla olgunlaşır. Bir konuda, bir zaman bir fikri savunurken bir zaman sonra fikrini değiştirebilir veya vazgeçebilir. Hatta önceki fikriyle çelişkiye de düşebilir. İşi rast gittiği gibi ters gittiği de olur. Hep sevinmez, üzülür de. Başkasını kınar, kınadığı başına gelir. Tercih ve seçimlerinde isabet ettiği gibi bazen de isabet edemez. Yapıp yapmadıklarından dolayı zaman zaman pişmanlık da duyar. Tüm bunlar ve daha fazlası, her insanın hayatında şu ya da bu şekilde olmuştur, olmaya devam edecektir.

Hayatın doğal akışı içerisinde hayatın bir cilvesi olarak her insanı bir şekilde yoklayan bu gerçeklere rağmen bazı insanlardan şunları duyabiliyoruz:

"Ben hayatımda hiç hata yapmadım". (Onu sen gel benim külahıma anlat.)

"Bugüne kadar pişmanlık duyacağım bir geçmişim yoktur". (Ne mükemmel insan(!))

"Dün ne idiysem, bugün de aynıyım. Yarın da aynı olmaya devam edeceğim". (Mübarek! Tam bir kereste. Kereste eğilir, bu eğilmez.)

"Benim fikrim ve görüşlerim hiç değişmedi. Çizgimde bir milim sapma yok. Geçmişte ne idiysem bugün de oyum”. (Vah zavallı! Böyle kafaya hangi fikir girebilir. Demek ki hiç eksiği yok.)

"Bugün geçmişime dönsem, yine aynı yaptıklarımı yaparım". (Farklı bir şey yapıp niye kendini zorlasın.)

"Hayatımda çelişkiye düştüğüm yoktur". (Yavaş at da civcivler de yesin.)

Böyle diyen insanlar gerçekten sorunsuz bir hayat ve dikeni olmayan bir gül bahçesinde mi yaşıyorlar yoksa derdi olup da paylaşmayı zül mü addediyorlar? Ki bu tiplere geçmişe dair soru soran da yok. Niçin böyle bir şeyler söylemeye kendilerini mecbur hissediyorlar? Yoksa mükemmelliklerine halel gelir diye bir endişeleri mi var? Eğer böyle bir şey yoksa ya hayatı tanımıyorlar ya dünü unutup günübirlik yaşıyorlar ya da böyle olmasını temenni ediyor ve böyle görünmek istiyorlar. Sebep her ne ise bana garip geliyor böyle cevaplar. Çünkü insan olup da hayatının değişik evrelerinde yaptıklarından veya yapamadıklarından dolayı pişmanlık duymasın.

Bazıları burnundan kıl aldırmacasına geçmişine dair hiç hatasının ve çelişkisinin olmadığını ifade etse de insanın hayatında gelgitleri vardır. Bu da her insanın başına gelebilir. Bunda bir sıkıntı yok. Çünkü hiçbir insan mükemmel değildir. Kişiyi mükemmelliğe doğru götüren geçmiş hatalarından ders çıkararak tecrübe edinmesidir.

Sözlerimi uzatmadan, 180 derecelik dönüşle bir çelişki yaşayanlara dair bir şeyler söylemek istiyorum. İnsanın hata ve yanlış yaptığının farkına vardıktan sonra hatasından vazgeçmesi bir erdemdir. Bu erdemi daha erdemli kılan da kişinin “Ben geçmişte bu konuda şöyle düşünüyordum. Bu düşüncemin yanlış olduğunu gördüm. Bundan vazgeçiyorum. Bundan sonra şöyle bir çizgi izleyeceğim” şeklinde söylemesidir. Böyle diyene kim ne diyebilir ki. Yanlışını görüp vazgeçti denir. Burada esas ayıbı yapan geçmiş çelişkisini söylemeden yeni fikri eskiden beri savunduğunu söyleyen kimse yapmaktadır.

*16/03/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

24 Şubat 2022 Perşembe

Sapla Samanı Karıştırmak

—Delikanlı, bana yardım eder misin?

—Buyur amca, yapılacak ne vardı? Taşınacak bir şeyin mi var yoksa para mı istiyorsun?

—Yok evladım, ne parası. Bunu da nereden çıkardın?

—Ne bileyim, yolda giderken bir saniyeni alabilir miyim diyen ne kadar kişi gördümse hepsi dilenci değilim deseler de para istiyor. Sizi de öyle sandım. Ne istiyorsun benden?

—Hiçbir şey istemiyorum. Para ihtiyacım da yok.

—O zaman ne istiyorsun?

—Vaktin varsa beni biraz dinlemeni istiyorum. Derdime ortak arıyorum. Zira dertliyim.

—Oğlun, kızın, gelininle mi derdin var?

—Yok evlat. Her evde olduğu kadar bu konularda benim de derdim olur. Bunlar da önemli değil. Benim derdim ülkem.

—Neyini dert edindin ülkenin?

—90 küsur yaşına geldim. Ülkem ne badireler atlattı. Hepsini gördüm. Bugünkü olup bitenler kadar karamsar olmadım.

—Ne demek istiyorsun?

—Bu gidişatın sonu ne olacak böyle? Kimi gördüm ise yarınını göremiyor. Fiyatlar almış başını gidiyor. Hep zam zam zam. Ne zaman markete gitsem, daha önce aldığım ürünü aynı fiyata alamıyorum.

—Paran mı yetmiyor amca?

—Yok evlat. Param yetmeye yetiyor. Zira ayağımı yorganıma göre uzatmasını bilirim. Ayrıca param da var. Şükür ki kimseye de ihtiyacım yok. Allah kimseyi namerde muhtaç etmesin.

—O zaman ne?

—Dün aldığım ürüne bugün katmerli para vermek zoruma gidiyor. Ne değişti gerçekten? Paramızı pul etmenin önüne geçecek bu ülkenin hiç mi B planı olmaz. Ben ne olacak böyle diye düşünüyorum. Bizi yönetenlerin, gördüğüm kadarıyla, böyle bir derdi bile yok. Bu ülke, bu millet bunu hak etmedi diye düşünüyorum.

—Enflasyonlu hayat böyle olur.

—Tamam, enflasyonlu hayat böyle olur ama bugünden yarına geçeceğe benzemiyor. Hala bu ortam tozpembe gösterilmeye çalışılıyor. Başımıza gelen bu belayı haklı göstermek için de durmadan pul olan paramızı başka ülkelerin parasıyla kıyaslamak suretiyle bu aldığımız şu ülkede daha pahalı, biz yine iyiyiz mesajı verilmeye çalışılıyor. Bunu yaparken ülkelerin parasının alım gücünü göz ardı ediyorlar. Olan oldu artık. Bu menfi hayatı yaşıyoruz. Bari başka ülkeleri örnek vermeyip sussalar. Zira sapla samanı karıştırıyorlar.

Develere Sahip Çıkma Zamanı

Abdulmuttalip'i bilirsiniz. Peygamberimizin dedesidir. Ebrehe, Kabe'yi yıkmaya geldiğinde, saldırıya geçmeden önce adamları tarafından Mekkelilere ait civarda ne kadar mal, mülk ve hayvan varsa el koydurur. El konulan develer arasında Abdulmuttalip'in de 100 devesi var.

Develerine el konan Abdulmuttalip, Ebrehe'nin huzuruna çıkarak develerinin geri verilmesini ister. Ebrehe, ben de sandım ki Kabe'yi yıkma diye ricaya geldin. Sen ise develerinin peşindesin, der. Abdulmalip, ben develerin sahibiyim. Develerimi istiyorum. Develerimi korumak zorundayım. Kabe'nin sahibi ise evini koruyacaktır, cevabını verir.

Bu anekdotu dindar, mütedeyyin camiada bilmeyenimiz yoktur. Bunu herkes harika cevap şeklinde anlatır durur. Bugüne kadar Kabe yıkılmakla yüz yüze iken Abdulmuttalip'i develerinin derdine düşmüş, mal düşkünü diye kimsenin eleştirdiğini, ayıpladığını görmedim. Aksine ondan bu sözünden dolayı övgüyle bahsederler. Ben de bu sözünden dolayı Abdulmuttalip'i takdir ederim. Çünkü develerinin derdindedir. Ki o develer tüm Haşim oğullarına aittir. Kabilenin geçimi, rızkı, ekmek kapısı ve sermayesidir. Bir insanın kendi derdiyle dertlenmesi kadar doğal bir şey olamaz. Ki ateş düştüğü yeri yakar.

Günümüze gelirsek, ekonomik sıkıntı ve belirsizlik dolayısıyla köşe olanlar olduğu gibi milyonlarca insan ekonomik sıkıntı çekiyor. Çocuğunu everecek. Düğün eşyası ateş bahası. Altın uçmuş. Nasıl mihr yapacak vs. Hiç çekmiyorum diyen peşi sıra gelen zamlardan etkileniyor. Kimi döviz ve altın borcu almış, borcu katlanmış bir durumda iken bunlardan biri gidişattan dert yansa senin derdin de bu mu? Oyun var efendim oyun... Nankörlük yapma vb. sözleri duyması kaçınılmazdır.  Yahu Abdulmuttalip gibi kendi derdinin peşine düşmesinde ve dertlenmesinde ne sakınca var, anlamıyorum. Vatandaş kendi derdine düşecek. Bu dertleri de giderecek olan devlettir. Vatandaş devletin gözüyle bakmaz. Devlet de vatandaşın gözüyle bakmaz. Kulvar farklı. Koyun can derdinde iken et derdinde olan kasap gibi olmayalım. Bırakalım her şeyden nem kapmayı. Sosyal medyadan ülke yönetmeyi ve bunu savunmayı. Herkes develerine sahip çıksın. Devlet de ekonomiyi düzelterek devletliğini göstersin.

Hasılı, öyle bol keseden atmanın, döviz ve altın istersen şu kadar, enflasyon bu kadar olsun şeklinde hava atmanın, ekmeğinin kaygısında olan insanları ayıplamanın hiç zamanı değil. Zaman herkesin devesine sahip çıkma zamanıdır. Çünkü “Kim kazanmazsa bu dünyada bir ekmek parası/Dostunun yüz karası, düşmanının maskarası” beyti boşuna söylenmemiş.

Günah Keçisi

Ne zamandır beşli marketler günah keçisi ilan edildi. Öyle bir algı oluşturuldu ki gören de diğer marketlere göre buralarda ürünler kazık mı kazık. Bence algılara teslim olmayalım. Hayat pahalılığındaki diğer sebepleri göz ardı ederek tüm suçu bunlara yıkmayalım. Gören de hayat pahalılığının başı bu marketler sanır. Bu yapılan suç bastırmak ve suçu başka yerde aramak demektir.

Hayat pahalılığından dert yanabilirsiniz ama hayat pahalılığındaki tüm suçu beşli marketlere yıkmak, halkı bu marketleri boykota çağırmak hakkaniyete sığmaz. Unutmayalım ki bu beşli marketler, insanları illa bizden alışveriş yapacaksınız diye zorlamıyor. Pahalı bulan alışverişini gider başka marketlerden yapar. Bunda da hakları vardır. Sahi pahalı olan bir ürünün fiyatı başka yerde daha uygunsa kim gider bu marketlerden alışveriş yapar.

İnsanları boykota çağırırken işin perde gerisini de düşünelim. Diyelim ki boykot çağrısı bu ülkede dalga dalga yayıldı. Kimse bu marketlere gidip alışveriş yapmadı. Bu firmalar zincirlerini kapatma kararı aldı. Bu kapatmalarda en büyük zararı buralarda çalışanlar görecektir. Kim bu çalışanlar? Senin oğlun, benim kızım. Merak ediyorum, boykota çağıranlar bu işsizler ordusuna iş verebilecekler mi?

Bu marketler hakkında bir taraftan emir almış gibi algı oluşturmayı bırakalım. Bu marketler, bölgesinde fiyat istikrarı sağlayan marketlerdir. Bir an için düşünün. Bu marketler bu sektörden çekildi. Diğer marketlerin fiyatlarının yanına varılabilecek mi? Unutmayın ki birçok bakkal ve market bu beşli zincirin fiyatlarıyla rekabet edemediği için kepenk kapattı.

Beşli marketleri boykota çağıranlar, gerçekten bu marketleri pahalı buluyorlar ve bunda da samimiler ise bu beşli marketlerin fiyatlarıyla Tarım Kredi Kooperatiflerindeki fiyatları bir karşılaştırsın. Bence uzaktan gazel okumayalım. Bu sektörde yüksek fiyat çeken hiçbir market ayakta kalamaz.

Unutmayalım ki hayat pahalılığının nedeni yaşadığımız yüksek enflasyondur. Bir mamulün maliyeti arttıkça ürünlerin maliyeti artacak ve ürünlere zam olarak yansıyacaktır. Maliyetler ne kadar artarsa artsın, firmalar ürünlere zam yapmasın düşüncesinde isek bu ticaretin doğasına aykırıdır. Hiçbir satıcı ürününü maliyetinin altında veremez. Verdiği takdirde önce cepten yer, ardından bu sektörde tutunamaz. Yine aynı şekilde ürünlerini hep pahalı veren de bu sektörde tutunamaz.

Eğer hayat pahalılığından muzdarip isek esas sebeplerine ve sebep olanlara inmek lazım. İnanın, suç bastırmak için birilerini günah keçisi ilan etmenin enflasyonla mücadeleye bir katkısı olmaz. Hazırında sosyal barışı bozar ve büyük vebaldir.

Ha ürününü fırsat bu fırsat deyip pahalıya satmaya kalkan olmaz mı? Sahasında tek, tek değilse de piyasayı belirleyenlerle anlaşma yoluna gitmişse bunun yolu da denetimdir. Sıkı bir denetip açgözlü insanları yola getirir. Bu da devletin asli görevidir.

Rektör Olmanın Sırrı

Bugün, bileğinin hakkıyla akademisyen olan bir bilim insanı ile görüştüm. Her türlü kariyeri elde etmiş ve makamları tatmış olmasına rağmen konuşmasından anladığım kadarıyla kendisine yeni bir hedef koymuş. Tutturmuş “İlla ben şu ilkokula yazılıp o okulu bitireceğim” diye. Akademisyenliğinin zirvesinde ne alaka yeniden ilkokula başlamak, üstelik niçin şu okul. Başka ilkokul mu yok dedim. Dedi ki o okulda okuyup okul birincisi çıkacağım. İyi de ne işine yarayacak bu dedim. Benim için tüm kapıları açacak dedi. Biraz daha açık konuş dedim. Konuşmadı. Sadece basını takip et dedi.

Basını şöyle bir karıştırdım. Meseleyi anladım. Meğerse bu okuldan mezun biri, taşrada bir üniversiteye rektör olarak atanmış. Gazeteler yeni rektörü haber konusu yaparken geçmiş başarılarına da yer vermek istemiş. Aramışlar, taramışlar. Ortaokul, lise, üniversite ve akademisyenlik hayatında imza attığı bir başarıyı yakalayamamışlar. Gazetecileri bir merak sarmış. Öyle ya rektör olanın geçmişi başarılarla dolu olmalıydı. Başarı yoksa var bu rektörün atanmasında bir hikmet demeye başlamışlar ama nafile. Gazeteciler eski araştırmacı gazeteci olmayınca nasıl bulacaklar? Sonunda gazetecilerin göremediği ve bulamadığı başarıyı bir el onlara göstermiş. Başarımı ilkokulda arayın demiş. Bir bakmışlar ki rektörümüz tüm başarısını ilkokula vermiş ve ilkokuldan almış. Onca akranının arasında ilkokulu birincilikle bitirmiş.

Bu başarıya önce şaşırsam da biraz düşününce hak verdim. İlkokul önemliydi. Çünkü çocuğun kişiliği bu okul kademesinde atılır ve olacak olan çocuk ta ilkokulda iken belli olurdu. Belki de temeli atan öğretmeni öğrencisine, “Yavrum, sen bu aldığın temel ile hiçbir iş yapmasan bile en azından rektör olursun. Yaz bunu bir kenara” demiş olmalı.

Biraz daha düşününce anne ve babaların çocuklarının iyi bir okul ve iyi bir öğretmende okuması için niçin çok çaba sarf ettiğini daha iyi anladım.

Bu rektör şimdi ne yapıyor derseniz, rektör de olsa öğretmeye devam ediyor. İlk öğrettiği de personeline kendisinin kim olduğunu öğretmesi. Sormuş etrafındakilere, ilimiz ve havalisinin son yıllarda yetiştirdiği en büyük alimi kimdir diye? Etrafındakiler düşünüp taşınıp bazı isimler söylemişler. Ama hiçbiri değilmiş rektöre göre. Nereden bilecekler. Çünkü kafaları kalın. Sonunda rektörümüz son noktayı koyar: Bilemediniz diyerek kendi adını söyler. Evet, en büyük alim benim demiş. Rektörün bu tavrı size garip gelebilir. Bence ortada bir gariplik yok. Görmeyen gözlere bu gerçeği birileri söylemeliydi. Rektör de bunu yapmış. Çünkü bir hakkın teslimi her şeyden önce gelir.

Not: Reklam olmasın diye okulun ismini vermedim. Çünkü “Çocuğum rektör olsun” diye veliler okula bir akın ederse, okul lebalep dolar taşar. Sonra ayıkla pirincin taşını. 

23 Şubat 2022 Çarşamba

Yurt Çocukları *

Bu yazımda korunma ihtiyacı olan çocuklara yer vermek istiyorum. Sosyal Hizmetler Kanununun (Kanun numarası 2828) 3.maddesinde “Tanımlar”a, Tanımların b) kısmında ise "Korunmaya ihtiyacı olan Çocuk"; “beden, ruh ve ahlak gelişimleri veya şahsi güvenlikleri tehlikede olup;

            1. Ana veya babasız, ana ve babasız,

            2. Ana veya babası veya her ikisi de belli olmayan,

            3. Ana ve babası veya her ikisi tarafından terkedilen,

            4. Ana veya babası tarafından ihmal edilip; fuhuş, dilencilik, alkollü içkileri veya uyuşturucu maddeleri kullanma gibi her türlü sosyal tehlikelere ve kötü alışkanlıklara karşı savunmasız bırakılan ve başıboşluğa sürüklenen”, demek suretiyle kimlerin korunmaya muhtaç olduğu belirtilmiştir.

Devlet bu kimsesiz çocukları daha önceleri Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğüne (SHÇEK) bağlı yurtlarda bakımını üstlenmiş. Bu yurtların çoğunda taciz ve şiddet olaylarının ayyuka çıkmasıyla, devlet yeniden yapılanmaya gitti. Bu çocukları “Sevgi Evleri” ve benzeri evler adı altında ev/aile ortamında yetiştirmeye başladı. Bu yeni proje ile yetişen çocukların nasıl yetiştiklerini, amaçlananları verip vermediğini ilerleyen yıllarda daha iyi test etme imkanına kavuşmuş olacağız ama bilinen bir gerçek var ki yurt ortamlarında büyütülen çocukların istenildiği şekilde iyi yetiştirilemediğidir.

Kanunun detaylarında, korunmaya muhtaç bu çocukların nasıl, nerelerde, kimler tarafından yetiştirileceğine ve bu çocukların eğitim ve öğretiminin nerelerde yapılacağına dair bilgilere yer verilmiştir.

Devlet bu çocukların karnını doyurmak, harçlığını vermek, barınma ihtiyaçlarını karşılamak ve üniversiteyi bitirinceye kadar okumalarını sağlamanın yanında, bu çocukların devlet kurumlarında istihdam edilmeleri için de aynı kanunun EK Madde 1’inde düzenleme yapmıştır. Buna göre haklarında koruma ve bakım tedbir kararı alınmış çocuklar, fasılalı olarak Aile ve Sosyal Bakanlığının modellerinden yararlanmışsa, reşit olduktan sonra serbest kadro ve pozisyonlarının binde biri bu çocuklara ayrılmaktadır. Yeter ki buralarda yetişen bu çocuklar haklarındaki koruma ve bakım onayı sona erdikten sonra beş yıl içerisinde Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığına başvurmuş olsunlar. İşe yerleştirilmelerinde sırasıyla lisans, ön lisans ve ortaöğretim mezunlarına öncelik verilmektedir.

Korumaya ihtiyaç duyulan çocuklarla ilgili bu kısa bilgilendirmeden sonra bu konuda bir değerlendirmede bulunmak istiyorum. Öncelikle Allah kimseyi annesiz, babasız, terk edilmiş ve devlet koruması altına alınmış eylemesin. Kimseyi bu şekil bir imtihana tabi tutmasın. Devlet adına iş yapanlar ve bu çocukların iaşe, ibate ve eğitim işlerini üstlenenlere de ecir, sabır, vicdan ve merhamet versin. Kendilerine emanet edilen bu çocukları kendi çocukları bilmeyi de nasip etsin. Duam bu şekilde ama maalesef kimsesizlik, sahip çıkılmama ve terk edilme günümüz dünyasının bir gerçeğidir. Bu sahipsiz çocuklara devletin kol kanat germesi, bunlara sahip çıkması, bunların yetişmesi için devletin elinden geleni ardına koymaması, sosyal devletin bir gereğidir.

Şimdi izninizle beni bu yazıyı yazmaya sevk eden konuya değinmek istiyorum. Devletin yeme, içme, barınma ve okuma imkanı verdiği bu çocuklar, devlet kurumlarında istihdam edildikten sonra bunlardan verim alınabiliyor mu? Öyle zannediyorum, istisnalar hariç kahir ekseriyetinde maalesef bir verim yok. Çoğu içine kapanık, hayata küsmüş vaziyetteler. Maaşları olmasına rağmen borç batağı içerisindeler. Toplum içerisinde farklı dünya insanı görüntüsü veriyorlar. Çoğu daire amirleri bunları çalıştıramıyor ve idare yoluna gidiyor. Devletin koruma altına aldığı bu çocuklarla ilgili bir araştırması var mı bilmiyorum ama şayet böyle bir araştırma yapar veya yaptırırsa çok iyi olur. En azından bu çocukların iş hayatına atıldıktan sonra haleti ruhiyesini bilmiş ve tedbir alınmış olunur. Bu çocukların çoğu iş hayatında verimli değilse, devlet bunlara başka bir yol bulabilir. Çünkü hayata küsmüş insanlardan asla verim alınamaz. Günümüz Türkiye’sinde genç nüfusun her geçen yıl iş bulmada zorlandığı, en yüksek KPSS puanıyla atanamayıp iş arayan gençler varken devlet kurumlarına bu şekil verimsiz kişileri almanın doğru olmadığını düşünüyorum. Burada korunmaya muhtaç bu çocuklar ne olacak denebilir. Devlet nasıl ki bu kişileri yetiştiriyor, bakımını yerine getiriyorsa, bunlar için hiç maddiyattan kaçınmıyorsa pekala bunu reşit olduktan sonra da sağlayabilir. En azından devlet kurumlarında iş yapacak gelecek vadeden gençler istihdam edilmiş olur. Yurt çocukları da diğer çocuklar gibi KPSS puanıyla atansın. Nasılsa devlet yetiştiriyor bunları. İnanın, üniversite bitirdiği halde dışarıda boş gezen çocuklar, bu şekil verimsiz insanları devlet kurumlarında gördükçe, keşke benim de ailem olmasaydı, böylece bir işe girmiş olurdum şeklinde düşünceye kapılabilir.

Yazım uzadı biliyorum ama bu vesileyle şu hususa da değinmeden geçemeyeceğim. Devletin sınava tabi tutmadan kura yoluyla atamasını bilen bazı aileler, çocuğum ileride daha kolay atansın diye çocuğuna korunmaya muhtaç kararı da aldırdığı duyumlarını aldım. Eğer böyle ise durum çok vahim gerçekten. Devletin bu tip açıkgöz geçinenlere fırsat vermemesi lazım.

*28/02/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

21 Şubat 2022 Pazartesi

Ahmet Özcan Caddesi *

Fetih ve Ahmet Özcan caddeleri alternatif yollarımızdan biri ve önemli bir işlevi yerine getiriyor. Gördüğüm kadarıyla bazı yerlerde üç şeritli olsa da iki şeridi işleyen bir yol. Bir ışığa yakalanan, 60 hızla gittiği takdirde bir daha ışığa yakalanmıyor. Çünkü caddede yeşil dalga var. Araçlar zamanında kalkar, yolun sağında ve solunda gezinmez, ara yollardan hızı kesen araçlar girmezse, pat önünde biri durmazsa, hiç ışığa yakalanmadan iki şeritli yoldan Ahmet Özcan Caddesinin son ışıklarına kadar varmak mümkün. Çünkü yeşil dalgada saniyeler bile önemli. Bazı sürücülerde duyarlılık olmadığı için yeşil dalga çoğu zaman geçerli olmuyorsa da her ışıkta durmaktan iyidir.

Niyetim bu iki caddeyi anlatmak değil. Burada bir aksaklığa ve trafikteki kargaşaya dikkat çekmek istiyorum. Meram İtfaiye ışıklarından sağa dönüp önümüze gelen ilk ışıktan sonra yol iki şeritli olmasına rağmen tek şeride iniyor. Çünkü şeridin bir tanesi, sağ taraftaki yüksek katlı bina sahiplerinin araçları tarafından işgal edilmiş durumda. Çünkü bir ışıktan diğer ışığa kadar yolun sağı kat maliklerinin park yeri. Işığa iki şerit olarak gelen araçlardan, yolun sağında olanlar, yollarına devam etmek için sola sinyal vererek sol şeritten gelen araçların önüne geçmek zorunda kalıyor. Bu da trafiği aksatıyor.

Ana caddeye araç park edilmesini, park edilen araçların sabahtan akşama orada durmasını inanın anlamış değilim. Oradan geçerken bu yolda park yasağı olması lazım diyorum ama gözüme çarpan bir yasak da göremedim. Gördüğüm kadarıyla evi cadde boyunda olan kat maliklerinin araçlarını ana caddeye park etmesinin önünde hiçbir engel yok. Bu yüzden trafiği tek şeride indirecek şekilde yol boyu park etmeleri analarının ak sütü gibi kendilerine helal. Çünkü ne park yasağı var ne belediye bir şey diyor ne trafik buraya park etmek uygun değil diyor ne de aracını park edenler biz buraya aracımızı park ederken, buradan kalkarken ve park esnasında akan trafiği engelliyoruz. Bu yüzden araçlarımızı ara ve arka sokaklara koyalım diyor.

Burada, sakinlerin araçlarını park edeceği yer yok. Nereye koysunlar. Mecburen yola koyacaklar diyebilirsiniz. Pekala, ara ve arka sokağa koyabilirler. Bunun için biraz yürümeleri gerekecek. Vatandaş, aracını trafiği engellemeyecek şekilde uzağa park edip niye yürüsün. Çünkü bizim anlayışımızda; ev alırken, dükkan kiralarken sadece ev ve dükkanı kiralamıyor veya almıyoruz aynı zamanda yol da bizimdir. Pencereden görecek şekilde aracımız gözümüzün önünde olacak. Trafiği aksatıyormuş. Bu bizim meselemiz değil. Olsa olsa sürücülerin meselesi olur. Yola çıkmışlar ve bu yolu kullanıyorlarsa, ona da katlanacaklar. Millet olarak bakış açımız bu maalesef.

Ahmet Özcan Caddesi çok eski bir cadde olsa, geçmişte planlama eksikliği var diyeceğim ama bu caddenin trafiğe açılmasının fazla bir geçmişi yok. Öyle zannediyorum, buralara bina dikilirken birkaç daire daha fazla çıkarılsın düşüncesiyle park yerleri es geçilmiş. Nasılsa bizim milletimiz işini bilir denmiş olmalı.

Sebep her ne ise bu aşamadan sonra buradaki binalar yıkılamayacağına göre sorumlu yetkililerden istediğimiz, yolu tek şeride indiren bu alternatif ana caddeye araç parkını yasaklanmaları, burada oturanların binanın arka taraflarına araçlarını park etmeleri için bir planlama yapmalarıdır.

*04/03/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

19 Şubat 2022 Cumartesi

Başarımın Sırrı

—Helal olsun baba sana.

—Hayırdır evlat.

—Kriz yönetimini iyi beceriyorsun. Bugüne kadar içinden çıkamadığın hiçbir mesele kalmadı. Öyle ki suçu olmayan bile senin konuşmandan sonra kendini suçlamaya başlıyor. Nasıl çıkıyorsun bunun içerisinden böyle?

—Bu başarımı çocukluğuma borçluyum evlat.

—Nasıl?

—Bazı derslere çalışmadan sınava girerdim. Haliyle kötü puan alacağım. Daha sonuç açıklanmadan basardım yaygarayı. Ne kötü öğretmen. Doğru dürüst ders anlatamıyor. Kendi doğru dürüst bilmiyor ki bize anlatsın. Derse zaten geç geliyor. Sınavlarda kazık soruyor. Notu kıt. Gramla veriyor. Sınıf hep dökülecek gibi şeyler söyleyerek alacağım zayıfla bahane bulur, zemin hazırlardım. Sonuçlar açıklandıktan sonra kimse beni suçlamazdı. Çünkü suçlu ders öğretmeniydi. Yüksek puan aldığım dersler yok muydu? Vardı elbet. Bu derslerden yüksek notu ben alırdım, zayıfları ise öğretmen verirdi. Kısaca iyi olan şeyler benden, kötü olanlar ise öğretmenden kaynaklanıyordu. Büyüdüğüm zaman da aynı yolları izledim. Suçlu olduğum her konuda ürettiğim mazeret ve gerekçeler beni zeytin yağı gibi hep üste çıkardı. Bunun dışında bana yol gösteren başka şeyler de var hayatımda. Belki de en önemlisi.

—Nedir o?

—Küçüklüğümde yer düşerdim. Elim yüzüm toza karışırdı. Sağıma soluma bakardım. Şayet birileri varsa basardım ağlamayı. Ağlamamı gören biri gelip beni kaldıracaktı nasılsa. Kaldırırlardı sağ olsunlar. Kaldırdıktan sonra niye dikkat etmedin, yere sağlam basmadın, önüne bakmadın mı şeklinde suçu bana atmasınlar diye ağlamama devam ederdim. Ta ki büyüklerim düştüğüm yere ayaklarıyla vuruncaya kadar. Onlar ah ah seni şeklinde yeri tekmeledikçe keyfim yerine gelir, ağlamayı keserdim. Büyüğümün ardından, düştüğüm yere birkaç tekme de ben atardım. Burada da suçlu bendim. Yerin ne suçu vardı halbuki. Ama büyüğüm suçu bende aramayıp tüm suçu yere atınca, bu benim bilinçaltıma yerleşti. Başıma ne gelirse gelsin, bir şeyi ağzıma yüzümü bulaştırsam dahi suçu hep karşımda aradım. 

—Aynen devam ettiriyorsun bu huyunu.

—Matematik formülü gibi kesin sonuç veriyor. Niye devam ettirmeyeyim.

—Bazen gülünç duruma düşme durumu da söz konusu olabilir ama

—Bazen benim de öyle düşündüğüm olur ama bana inanan yani uydurduğum bahane ve gerekçeye inanan etrafımda o kadar çok kişi olunca çevremin inandığına ben niye inanmayayım diyor ve yoluma devam ediyorum.

—Formül dedin. Gerçekten her kapıyı açar mı?

—Hem de nasıl. Siyasilerimizi görmüyor musun? Onlar da aynı yolun yolcuları. Proje, program ve hizmetten çok tüm siyasi hayatları mazeret üretmek, gerekçe bulmak, bahane uydurmakla geçiyor. Mesela bir ürüne zam gelir. Biz yapmadık derler. Zammın biraz fazla olduğuna dair tepkiler gelmeye başlayınca az biraz indirim yaparlar. İndirimi biz yaptık derler. Hasılı, siyasilerimiz de bu maharetlerini benim gibi küçüklüklerine borçlular.

18 Şubat 2022 Cuma

Karaman Caddesi *

 Şehir içi araç trafiğinin her yıl arttığı, mevcut yolların belli saatlerde çekmediği hepimizin malumudur. Belediyeler, trafik yoğunluğu olan bazı cadde ve yollar için alternatif güzergahlar üretmiş olsa da Karaman Caddesi bugüne kadar alternatifi olmayan yollardan birisidir.

Karatay Terminali civarından, Fetih ve Ahmet Özcan Caddelerinden çıkıp Karaman Yoluna çıkmak isteyenlerin güzergahı bu yoldur. Karaman Caddesi ve Karaman Yolunun sağında ve solundaki mahallelerde ikamet edenler, İçeriçumra, Alibey Hüyüğü, Çumra, Akören, Bozkır, Hadim, Güneysınır, Karaman gibi yerlere gidecek olanların bazısı, çevre yollarından Karaman Yolunu takip etse de küçük araçların büyük bir çoğunluğu bu caddeyi kullanır.

Bilenler bilir ama bilmeyenler için Karaman Caddesini kısaca anlatayım. Bu cadde işlek bir cadde. Hem gidiş hem de gelişe açık olan bu yol, ortasından çizgi ile bölünmüş durumda. Çoğu yerlerinden iki aracın yan yana geçemeyeceği kadar da dar bir yol. Altıyol köprüsü ile Karaman kavşağına çıkıncaya kadar sürücüler, 2 km’lik bir mesafede üç tana ışıkla müşerref olmak zorunda. Her ışıkta durmak ve kırmızıya yakalanmak Allah’ın emri gibi bir şey. Kaçla gidersen git fark etmiyor. Kazara bir ışığa yakalanmadan geçen ise gemisini kurtaran kaptan gibi hisseder kendini. Çoğu yerlerinde iki aracın geçemeyeceği bu yolun Karaman kavşağına çıkarken ışığı geçer geçmez sağa park edilmiş araçlar ve Karaman kavşağından girdikten sonra ışığa varmadan yolun sağına park edilmiş araçlar trafik akışını tıkıyor. Dikkat etmedim ama sabahtan akşama park edilmiş bu araçların olduğu yerde “Araçların durması ve park edilmesi yasaktır" uyarı levhası da vardır. Zaten nerede bir yasak varsa o yasağı çiğnemek bizim toplumun genlerinde vardır. Nasılsa takip eden yok, ceza yazan yok. Bari levhalar kaldırılsa da vatandaş gönül huzuru içerisinde aracını koysa diyorum. Çünkü uygulanmayan, yapanın yanına kâr kaldığı bir kuralın kalmasının bir anlamı yok.

Kısaca, bu yol bu haliyle yani yolun darlığı, birbirine yakın ışıklarla ve yasak yere araçların park edilmesiyle, akan trafik akmasın diye her şeyin yapıldığı bir cadde görünümünü arz ediyor. Hasılı, alternatifi olmayan bu Karaman Caddesi trafiği çekmiyor. Zaten bu yola trafiğe giren bu hengameden kurtulunca derin bir oh çekiyor.

Gördüğüm kadarıyla bu işlek caddede trafiğin akmasını sağlamak için belediye işi zamana bırakmış. Bina sahipleri gönül rızasıyla evini yıkacak ve yeni bina yapacaksa, binalar biraz daha içeriye çekilerek yol biraz genişleyecek. Bunu ileride görürüz ama kaçımız görürüz, kestiremiyorum.

Bugünkü bu haliyle bu cadde için ne yapılabilir?

1.      Yolun sağına araç parkı yasaklanabilir. Buna rağmen aracını park eden olursa trafik cezası yazılabilir. Bizim insanımız ceza yazıldığını görürse bir daha aracını koymaz.

2.      Yolun bazı bölümlerinde geniş kaldırımlar var. Bildiğim kadarıyla bu yoldan yaya gidip gelen fazla kimse yok. Pekâlâ bu kaldırımlar küçültülebilir. Kaldırımda olan ağaçlar buradan başka yerlere nakledilebilir. Çünkü yayanın pek geçmediği bu kaldırımlara bir güzel araçlar park ediliyor. Güya kaldırım üzerine araç parkı yasak. Merak ediyorum, uygulanmayan yasaklar niçin konur? Bence devletin ciddiyeti koyduğu kuralların arkasını aramasıyla belli olur.

Etkili ve yetkili kişi ve kurumlara duyurulur. Ne olur, bu caddeye bir çözüm üretin.

*02/03/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

17 Şubat 2022 Perşembe

Puslu Hava *

Bazıları oturduğu yerden esnafın zam üstüne zam yaptığından dert yanar. “Şu ürün dün şu kadardı, bugün bu kadar yapmış. Bunlar KDV indirimi öncesi fiyatları yükseltti. Yüzde 7 KDV indirimi de berhava oldu. Bu esnaf çok vicdansız, merhametsiz, insafsız açgözlü. Bunlarda Allah korkusu yok. Varsa yoksa ceplerini doldurmak. Devlet bunları denetlemeli. Bunlara bol cezalar yazmalı”. Hatta bazıları daha da ileriye giderek “bunların işyerlerini bir hafta kapatmalı. Bak bakalım, fiyatları yükseltebiliyorlar mı” şeklinde yazılan yazıların ve paylaşımların haddi hesabı yok.

Tüm bu yazılanlarda haklılık payı var mı, var. Esnaf veya sektörler ürünlerine zam yapıyor mu, yapıyor. Esnafın içerisinde daha fazla kazanayım diye fırsatçılık yapan var mı? Var. Bunlar kızılmayı hak ediyor mu? Ediyor. Buraya kadar eyvallah. Yalnız yağmur gibi gelen zamları sadece esnaf, firma ve sektörlerin üzerine atıp onlara kızmak ne derece doğru? Zamların müsebbibi tek başına onlar mı? Bunun böyle olmadığını hepimiz biliyoruz. Ama tüm hıncımızı, ürünlere zam yapan marketlere kızarak gidermeye ve egomuzu tatmin etmeye çalışıyoruz gibi geliyor bana.

Neden derseniz? Ticaretin doğasında olan daha fazla kazanma hırsı, önceki yıllara oranla bu yıl niçin arttı? Çünkü enflasyon var bu ülkede. Hem de öyle böyle değil, yüksek bir enflasyonla karşı karşıyayız. Sadece bizde değil, tüm dünya bu enflasyon belasıyla boğuşuyor. Diğer bazı ülkelerin yanından enflasyon teğet geçerken bizim gibi ülkeler enflasyonun göbeğinde ve depremin merkez üssü gibidir. Yani enflasyondan biz daha fazla etkileniyoruz. Ne demek enflasyon? Hayat pahalılığı demektir, Alım gücünün azalması demektir, fiyatların bir yerde durmaması, sürekli yukarıya doğru değişmesi demektir. Bırakalım esnaf ve özel sektörü, devlet bile bu enflasyonlu hayatta, zam yetkisi kendi elinde olan ürünlere kallavi zamlar yapıyor. Elektrik bunun en bariz örneğidir. Meskenlere bile yüklü miktarda yapılan zammın daha fazlası sanayi ve işyerlerine yapıldı. Bu yapılan zammı esnaf, fabrikatör, üretici vs. tüketiciye yansıtmayacak mı? Elbette yansıtacak. Ayrıca petrol ürünlerine gelen zam tüm ürünlere zam olarak yansıması demektir. Çoğu haftalarda birden fazla petrol ürünlerine zam geldi bu ülkede. Hiçbir esnaf, petrol ürünlerine geldi ama biz zam yapmayacağız demez ve hiçbir esnaf ederinden daha aşağıya ürününü piyasaya sürmez. Tüm girdilerin üzerine dükkan, işçi, enerji, yakıt vb. zammını eklediği gibi kârını ve devlete vereceği vergiyi de ekler. Tüm bunlara ilaveten fırsat bu fırsat deyip daha fazla zam yapmaya kalkan esnaf olmaz mı? Olur, niye olmasın. Alışverişin doğasında var bu. Hangi bir esnaf istemez daha fazla kazanmayı.

Hasılı, anamızı ağlatan bu zamların temelinde oluşan puslu hava var. Kurt da puslu havayı sever. Zamdan dolayı birilerine özellikle üretici, esnaf ve firmalara kızacaksak daha fazlasını bu puslu havanın oluşmasına bilerek veya bilmeyerek zemin hazırlayanlara kızmamız gerek. Piyasaya hakim olamayan, ipin ucunu kaçıran, acizliğin bir gereği olarak zamdan başka bir seçenek bırakmayan ve piyasaları yeterince denetleyemeyenlere kızalım. Bu, daha adilane olur. Yoksa piyonlarla uğraşır dururuz.

*18/02/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

16 Şubat 2022 Çarşamba

Bilmediğini Bilmeyen Bir Sürücü

2017 yılında bir ziyaret için bir grup arkadaşla cuma namazından sonra Karaman'a gidip geleceğiz. Gruba katılabilmem için cuma namazını çarşıda kılmam gerekiyor. Ezana beş on dakika var. Meslektaşlara, çarşı tarafına gidecek var mı diye sordum. Ben gidiyorum, sizi götüreyim dedi.

Bindik arabasına. Tali yoldan ana caddeye doğru yanaştık. Sağlı sollu araç yoğunluğu arasında bizim kaptan, sol tarafa sinyal vererek gelen araçlara aldırmadan araçların arasına daldı. Hoca Hanım, tali yoldan giriyoruz. Araçlar vızır vızır geçiyor. Beklememiz gerekmiyor muydu dedim. “Sinyal verdim hocam” dedi. Hocam, sinyal verdiniz de yol bizim değildi ki deyince “Sinyal verdim ya sinyal verdim mi iş biter” dedi. Bence sinyal de versek beklememiz gerekirdi dedim. “Sorun yok hocam. Ben trafik kurallarını iyi bilirim. Bugüne kadar hiç kaza yapmadım” deyince böyle kuralları bilen ve bugüne kadar hiç kaza yapmayan usta şoföre ne denebilirdi ki. Sesimi kesip işine hiç karışmadım. İhsaniye ışıklarına varınca, ezanlar da okunmaya başlamıştı. Hoca Hanım, ışıkta durmuşken ben burada ineyim. Çok teşekkür ediyorum diyerek arabadan inmek için davrandım. “Hocam, hani Hacı Veyiszade Camiinin orada inecektiniz. Sizi götüreceğim oraya kadar” dedi. Çok sağ olun, burası daha uygun olacak deyip arabadan indim.

Doğrudur, Hoca Hanım, bildiği trafik kurallarından dolayı hiç kaza yapmamıştır. Ama eminim ki böyle sürmesinden dolayı çoğu kazaya sebebiyet vermiştir. Bu kazalardan dolayı da acaba, bu kazada benim bir payım olabilir mi diye hiç düşünmemiştir. Niye düşünsün ki. Gördüğüm kadarıyla trafik kurallarını bilmediğini bilmiyor. Bilmediğini bilmeyen birine de kuralın ne olduğunu hatırlatmanın fayda etmeyeceğini benim iyi bilmem lazımdı. Sorunun kendinden kaynaklandığını bilmeyince zaten problemin kaynağının kendisi olduğunu hiç öğrenemeyecek. Vaziyet bu olunca Hoca Hanım araba sürmeye devam edecek. Çünkü no problem. Bu durumda Hoca Hanımla trafikte karşılaşanlar düşünsün.

15 Şubat 2022 Salı

Skor, Maç Sonucu ve Şampiyonluk *

Futbol, kıyasıya mücadeleyi gerektiren, seyredenlere seyir zevki veren, hem oyuncu hem de seyirciler için heyecan ve stresin bol olduğu bir spordur. Bir zamanlar amatörce oynanan futbol bugün para kazandıran devasa bir sektördür.

Futbol varsa maç vardır, rakipler vardır ve maç doksan dakikadır.

Maç başlamadan önce rakibin eski maçlarına bakılır. Rakibin güçlü ve zayıf yönleri tespit edilir ve rakibe göre bir plan ve taktik geliştirilir. Kimin kimi tutacağı, hangi futbolcunun rakibi kesebileceği belirlenir. Hazırlık maçları bunun üzerine bina edilir.

Maç başlar, maçta gol atmak esastır. Her gol, gol atana moral verdiği gibi rakibi de strese sokar. Skoru artırmak, skoru korumak ve maçın sonucunu galip bitirmek önemlidir. Çünkü 90 dakikanın sonucunda alınan puan, attığın gol sayısına göre değil, bir gol de olsa rakibini yenmene bağlıdır.

90 dakikanın sonucunda galip gelmek ve 3 puan almak önemli ama esas önemli olan tüm rakipleri geride bırakarak ligi şampiyon bitirmektir. Bu yüzden futbol maçı, uzun soluklu bir maraton gibidir.

Sezon bitiminde ligi önde bitirmek önemli ama daha da önemlisi sezon şampiyonluğunu diğer sezonlarda da tekrar edebilmek ve arka arkasına şampiyon olabilmektir. Çünkü büyük takımlar geçmişi şampiyonluklarla dolu olan takımlardan oluşur ve lig tarihine altın harflerle yazılırlar.

Yukarıda anlatmaya çalıştığımı kısaca tekrar edersek, maçta skor, maçın bitimine kadar skoru korumak, ligin bitiminde şampiyon olmak ve bu şampiyonluğu, izleyen yıllarda da tekrar etmek, her futbol takımının istediği ve özlemidir. Bugün yerlerde sürünseler de futbol tarihimize üç büyükler diye geçen GS, FB ve BJK böyledir. Bu üç takımın zayıf olduğu yıllarda müzesine şampiyonluk götüren Anadolu takımlarımız olsa da bunlar devamını getiremiyor ve bir istikrar abidesi olamıyorlar. Bu yüzden bunlara büyük takım denmiyor.

Buradan izninizle güncele gelmek istiyorum. Özellikle siyasete. Çünkü siyaset de bir nevi futbol maçı gibidir. Siyaset, lig gibi her yıl tekrarlanmasa da beş yıldan beş yıla seçmenin karşısına çıkıyor. Yani müsabaka beş yıldan beş yıla. İyi bir ekip ve programla halkın karşısına çıkıp halkın teveccühünü alır ve onları ikna edebilirse o siyasi parti ülkenin başına gelir ve bir beş yıl yönetir. Siyasi parti problemleri çözer, halkın elini rahatlatır ve halk da bu hizmetlerden memnun olursa o siyasi parti tekrar tekrar seçim kazanır. Halk başka parti arayışına girmez.

Ne zamanki hep iktidara gelen parti eskisi gibi çalışmaz, halkın kronikleşmiş problemlerini çözmez, istek ve taleplerine cevap vermezse, önceki hizmetlerin hatırına, halk birdenbire desteğini çekmez ise de ilerleyen yıllarda problemlerine hala çözüm bulunamazsa, desteğini biraz çekerek aklını başına al der. Bu siyasi parti güç bela seçim kazanmaya devam eder. İktidar olanlar bu destek azalışının nedenini iyi incelemez, nasılsa kazanıyorum der ve halkın taleplerine eskisi gibi kulak vermezse, seçmen başka alternatif arayışına girer. Gerekirse gider bir başka siyasi partiye oy verir ve başkasını iktidara taşır. Bu durumda kimsenin halka kızmaya hakkı yoktur. Bu halk desteğini verirken iyi, desteğini çekerken kötü olamaz. Halk aynı halktır. Burada seçimi kaybeden parti, bu halk benden desteğini niçin çekiyor diye kendini sorgulamalıdır.

Burada birileri, halkın futbol takımı tutar gibi siyasi parti tutmasını bekler ve bu halk eski günlerin hatırına bana yine oy verir derse, kimse kusura bakmasın, bu halk hatır için oy vermez. Bu arada takım tutar gibi parti tutan yok mu? Partilerin kemikleşmiş oyları vardır. Bunlar partileri iyi çalışsa da iyi çalışmasa da yine partilerine oy verir. Ama unutmayalım ki bu ülkede kemikleşmiş oylarla iktidara gelinmez. Seçimlerin yönünü değiştirenler ve iktidarları alaşağı edenler ve bir başka siyasi partiyi iktidara getirenler her seçimde oyunu değiştirenler ve kararsız seçmenlerdir. Oyunu değiştirenlere ve kararsız olanlara hangi siyasi parti umut olursa, iktidara da o siyasi parti gelir.

Yazımıza futbol ile başladık. Yine futbol ile bitirelim. Bazıları özellikle futbol takımı tutar gibi siyasi partilere oy verenler, “Efendim, şimdi gidişat iyi değil ama bu partinin geçmiş yaptıklarını unutmamak lazım. Çok hizmet etti. Kazanımları say say bitmez. Bu hizmetlerin hatırına yine oylarımızı verelim” şeklinde bir beklenti içerisine girerler. Böyle diyenler kendilerini haklı görebilirler. Ki bir yere kadar da haklı olabilirler. Bunlara futbol maçı üzerinden bir örnek verelim: 90 dakikalık bir maç düşünelim. Bir takım maçın 80. dakikasına kadar rakiplerine 19 gol atmış. Takımın taraftarları "En büyük takım bizim takım" demiş durmuş. Takımları her gol atışında "ole ole" diyerek havaya zıplamış ve maç böyle biter, bu takımı kimse yakalayamaz havasına girmiş. Takımın as futbolcuları, "En iyi takım biziz", teknik direktörleri "Bir gol daha atarsak seyircimizi gole doyurmuş, maçı da üç sıfır kazanmış oluruz" demiş. Maç böyle devam ederken rakip atağa geçmiş. Ardı arkasına goller atmaya başlamış ve maçın son bitiş düdüğü çaldığında skor 20-19 rakip lehine sonuçlanmış.

Verdiğim bu örnek futbolda çoğu takımların başına gelir. Çünkü futbolun vefası yoktur. Bunlar 80 dakika ter döktüler, iyi oynadılar demez. Sporda buna iyi oynayan kazandı denir. Siyaset de böyledir. Seçmenin vefası da bir yere kadardır. Seçim kaybetmek istemeyenler aklını başına almalı. Kazanmak isteyenler de hakeza.

*19/02/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır. 

Eleştiri Kültüründe Biz *

2003-2004 yılları olsa gerek. Numune hastanesi bevliye servisinde babama refakat ediyorum. Babamın yattığını duyan herkesçe tanınan bir dostu ziyaretine geldi. Büyüğümüz, babamdan sonra yan odada hasta olarak kalan başka birini ziyaret etti. Ziyaret ettiği kişi bir öğretmen. Aynı zamanda bir ilçenin tarikat temsilcisi imiş. Ziyaret eden de şehrin bazı ilçelerinden sorumlu tarikat temsilcisi idi.

Ziyaretçi servisten ayrıldıktan sonra yan odada tedavi gören kişi ziyaretime geldi. Kimsin, necisin tanıştık. Havadan sudan konuşsak da ağırlıklı konumuz, her iki tarafı da ziyaret eden büyüğümüzdü. Nereden tanıdığımızı ve kim olduğumuzu sordu. Hoşsohbet biriydi.

Sair zamanlarda ara ara koridorda da lafladık. Çünkü o hasta olsa da diğer hastalar gibi yatağa bağlı değildi. Görünüşüne göre sapasağlamdı.

Bir gün yine buluşma yerimiz koridordayız. Tarikatından bahsetmeye başladı. Konuşmasından, beni de tarikatçı olarak gördüğünü sezdim. Babam, sizin tarikata bağlı ama benim ne bu tarikatla ne de başkasıyla bir irtibat ve intisabım var dedim. Şaşırdı. Niye dedi. Size ve intisap ettiğiniz tarikata ve diğerlerine saygı göstermekle beraber benim bazı endişe ve çekincelerim var. Bunlar içime sinmiyor. O yüzden herhangi bir tarikata girmedim, girmeyi de düşünmüyorum dedim. Nedir çekincelerin dedi. Söylemeyeyim. Bak kaç gündür şurada sevdiğiniz ortak dostumuz sayesinde konuşuyoruz. Birlikte ne güzel vakit geçiriyoruz. Aramızda da bir muhabbet oluştu. Endişelerimi, tarikatın sıcak bakmadığım yönlerini söylersem benden uzaklaşırsın, hukukumuza halel gelir dedim. Olur mu öyle şey? Eleştiriye açığım. Lütfen söyle dedi ve ısrar etti. Sonunda rabıta ve tevessül benim içime sinmiyor dedim ve bu iki konu üzerine biraz konuştum. Yüz hattı değişti. Görüşürüz dedi. Yanımdan ayrıldı.

Sonra mı? Her gün birkaç defa görüştüğüm bu ilçe temsilcisi benimle bir daha görüşmedi ve yanıma uğramadı. Duydum ki bir gün taburcu olmuş. Giderken hoşça kal bile demedi. Belli ki bana kırıldı, küstü. Konuşulmaya ve hoşça kal demeye layık görmedi beni.

Üzüldüm mü bu duruma. Üzüldüm. Kendi kendime, derdine ne de rabıta ve tevessülü karıştırırsın. Adam anlatsın anlatsın. He he de geç git. Sana mı düştü içine sinmeyeni dışına çıkarmak. Bak adamı bir de küstürdün. Ha şu çeneni tutuverseydin olmaz mıydı? Değer miydi muhabbet ettiğin birini küstürmeye dedim durdum.

Bu olay başımdan geçeli 18 yıl olmuş. Adamın adı sanı neydi unuttum. Bugün simasını görsem, bu o bile diyemem. Ama gördüğünüz gibi yeniden hatırladım. Bu tür dikkat çeken şeyler benzeri başına geldiği zaman aklına geliverir.  

Neyse geçen geçti. Belli ki her türlü eleştiriye açığım diye bana açık çek veren bu kimsenin çok da eleştiriye açık olmadığı böylece ortaya çıkmış oldu.

Eleştiriye açık olmayan bu adam ender rastlanan biri mi? Değil. Bırakın eleştiriyi, eleştirinin yapıcı olanına dahi gelemeyen içimizde sürüyle insan var içimizde. Yeter ki kendisini, partisini, siyasi ve dini liderini kısaca damarına bir basın. Görürsünüz o zaman kimin eleştiriye açık olduğunu. Ne yazık ki ben eleştiriye açığım diyen nicelerinin eleştiriye açık olmadığı ayna beyan ortada. Siz siz olun, benim gibi eleştirmeye kalkmayın. Gidin dağa, taşa, duvara dökün içinizi. Onlar sadece dinler sizi ve size hiç tepki vermezler.

*21/02/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

14 Şubat 2022 Pazartesi

Problemin Kaynağı *

Adana'da çalışırken aynı okulda beraber görev yaptığım bir büyüğüm vardı. Abi-kardeş ilişkisi vardı aramızda. Çok doğru, dürüst biri idi. İnsanlara da değer verirdi. Fazla konuşmaz. Başkalarını dinler. Onları anlamaya çalışırdı. Anlamadığını da soru olarak sormaktan kaçınmazdı. Konuştuğunda da oturaklı konuşurdu. İçine sinmeyen bir duruma tepki göstermesini de bilirdi.

Planlı bir hayatı vardı ve ayağını yorganına göre uzatmasını bilirdi. Peşin çalışırdı. Kredi kartı nedir bilmezdi. Ne olur ne olmaz diyerek bir maaşını bankada bekletir. Diğer maaşın yatmasından bir gün önce gider maaşını çeker, alışverişini yapardı. Yeni maaşını diğer ayın 14'üne kadar bekletirdi.

Yaşı ilerlemiş ve imkanı olmasına rağmen araba almadı. Gelip gideceği yere emektar motosikletiyle gider gelirdi. Uzun süre bir araba al diyenlere de kulak asmadı.

Sonunda ısrarlara dayanamadı ve bir araba aldı. Araba aldı ama doğru dürüst sürmesini bilmezdi. Sabah erkenden kalkar, son kattaki evinin pencere veya balkonundan caddede araba sürenleri izlermiş anlattığına göre. Evinin önünde aynı zamanda kavşak da vardı. Arabaların kavşakta nasıl durduğunu, nasıl hareket ettiğini üşenmeden bir güzel izlermiş.

Ara ara benim arabama biner. Çok iyi araba sürdüğümü söylerdi. Bu benim hoşuma gitse de bunun gerçekliği yoktu. Ben zaten her yönüyle kötüyüm. En kötü yönüm de araba sürüşüm idi. Yapma hocam dediysem de "Yok yok, sen çok iyisin" derdi.

Arabayı pek kullanmasa da zaman zaman okula araba ile gelirdi. Herkes ona "Hah şöyle ya" derdi. Okulda teneffüs ve öğle aralarında arabayla ilgili şu nasıl olacak sorularını sormaktan da geri kalmazdı.

Bir gün okula geldi. "Yahu arkadaşlar, araba sürmeyi biraz öğrendim. İyi kötü sürüyorum ama kavşaklarda ardımdakiler bana hep korna çalıyor. Bir yerde bir hata yapıyorum ama nerede? Bunu bir türlü bulamıyorum. Her kavşaktan kalkarken korna sesleri birbirini izliyor" dedi bir kalabalıkta. Kendisine ne yapıyorsun? Bir anlat dendi. "Her kavşağa vardığımda, gidip kavşağın sağına duruyorum. Işık yanınca sola sinyal verip sol tarafa geçiyorum. Yahu bunun doğrusu bu değil mi? Bunlar bana niye korna çalıyorlar" dedi. Oradakiler gülüştüler ve "Hocam, adamlar korna çalmakta haklılar. Çünkü kavşakta yanlış yerde duruyorsun. Sola döneceksen, kavşağın soluna duracaksın. Bir daha öyle yap, olmaz mı" dediler. Acemi şoför, hala "Arkadaşlar, duracağımızda yolun sağına durulmaz mı" dedi teyit için. Sonunda, solda duracaksın ve hatalısın dendi ve hatasını kabul etti.

Bu acemi şoför, sorduklarında ve yaptıklarında hep samimi ve içtendi. Hatası ile yüzleşmekten hiç kaçınmadı. Sora sora kavşaktaki problemin kaynağının kendisi olduğunu öğrendi ve kabul etti. Sonradan bir daha yine korna çalıyorlar demedi. Çünkü hatasını kabul etti ve bir daha yapmadı. Hocamın kulakları çınlasın. Allah ona uzun ömürler versin. 

Bugün, problemin kaynağı olduğu halde bunu kabul etmeyen niceleri var içimizde. Kendiyle yüzleşmediği gibi hep başkasını suçluyorlar. Hatta eline levyeyi alıp korna çalanlara, ne var deyip kavgaya bile koşarlar. Yaptıkları el-kol işaretlerini saymıyorum bile. Halbuki problemin kaynağının kendisi olduğunu kabul etmek bir erdemdir. Bugün ne çok ihtiyacımız var buna...

* 07 Aralık 2022 günü Barbaros Ulu adıyla Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

12 Şubat 2022 Cumartesi

YÖK'ten Eğitime Kibrit Suyu *

Onca sıkıntının arasında boğuşurken, sevindirici haber YÖK'ten geldi: "2022 Yükseköğretim Kurumları Sınavından (YKS) itibaren ön lisans ve lisans programlarını tercihte 150 ve 180 olan TYT ve AYT baraj puanları uygulaması kaldırıldı". 135 dakikalık sınav süresi de yarım saat artırılarak 165 dakika oldu.

Anne-babalar ve gençler, alınan bu karara çok sevinecekler. Çünkü 150 ve 180 barajı haksız bir uygulamaydı. Çocuklarımız kıl payı baraj altı kalabiliyor ve tercih yapamıyordu. Bu haksız uygulama yüzünden Anayasa'nın eğitim ve öğretim engellenemez, fırsat ve imkan eşitliği ayaklar altına alınıyor, çocuklarımız üniversite imkanından yararlanamıyordu. Haliyle üniversitelerin gelecek vadeden bölümleri de tercih edilemiyor ve bölümler boş kalıyordu. Boş kalınca da o bölümlerin öğretim görevlileri ders veremediği için boş bekliyordu. Bina boş, öğretim görevlisi boş, öğrenci ise üniversite kapısında kalıyordu. 

Bu yeni kararla;

Üniversitelerin boş bölümlerini sıfır çeken öğrencilerimiz tercih edebilecek. 

Sınıflar öğrenciyle dolacak. 

Yıllardır öğrencisi olmadığı için kürsüye çıkmayan öğretim görevlileri kürsüye çıkacak. 

Üniversite okuyan çocuklarımız, genç işsizlik istatistiklerinde görünmeyecek. 

Aileler, çocuğum üniversite okuyor diye sevinecek. 

Gençler, üniversite kazanamadım üzüntüsü yaşamayacak. 

Üniversitenin kantinini işleten, etrafındaki esnaf, öğrenciye kiralık ev veren insanımız, yurt çalıştıranların her biri bu yerinde karar sonrası sevince gark olacak. 

Gördüğünüz gibi YÖK'ün aldığı bu karar herkesi mutlu edecek. Bu mutluluk için YÖK bunca yıl niye bekledi denebilir ama şimdi bunun sırası değil. Önemli olan bu sevinci boş yere berhava etmemek. 

YÖK aldığı bu kararla yetinmemeli. Bir sonraki aşama için planlama yapmalı. Mesela neler yapabilir? Hükümete şu önerilerle gelebilir: 

Zorunlu eğitim 12 yıldan en az 16 yıla çıkarılmalıdır. Yani 4+4+4+4 eğitim sistemine geçilmelidir. 

YKS kaldırılmalıdır. Burada, sınavsız olmaz diyebilirsiniz. Haklısınız. Sınav yapılsın ben de isterim. Bu sınav sözlü mülakat yoluyla yapılsın. Test usulüne dayalı yazılı sınav kaldırılsın. Böylece çocuklarımız iş hayatına atılacağı zaman gireceği mülakatlar için tecrübe kazanmış olur. 

En iyi okul evine en yakın okuldur sözü gereği, çocuklarımız şehrindeki üniversiteye otomatik kayıt olmalı. Otomatik kaydı ve bölümü beğenmeyen, mülakat yoluyla başka şehir ve bölümleri tercih edebilmeli... 

*14/02/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.

11 Şubat 2022 Cuma

Din Ulemasının Siyaset ve Güçle İmtihanı *

Birbirine benzer gibi görünse de imtihanlar farklı farklıdır ve bundan tüm insanlar nasibini alır. Kimse gücü üzerinde bir imtihana tabi tutulmasa da kimi bu imtihanın altında kalır kimi de yüzünün akıyla bu sınavı geçer. Kimin sınavı geçip geçemeyeceğini Allah bilir. Bu da öbür dünyada belli olacak. Zira yaptıklarından ve yapamadıklarından dolayı herkes hesabını orada verecek.

Referansı din ve dini değerler olan din uleması da imtihana tabi tutulanlardan. Çünkü sarığı beyazdır. Kir götürmez. Pek azı hariç ulema da sınıfı geçemeyenlerdendir. Her ne kadar kimin sınavı geçip geçemediğinin karnesi mizanda belli olacaksa da alametlerini bu dünyada iken görebiliriz. Bunu da toplumda bir karşılığı ve ağırlığı olup olmaması ile ölçebiliriz.  Toplumun çoğu, dinini tam yaşayamasa da din adına söz sahibi olanlardan beklentisi büyüktür. Toplum din ulemasından;

-Özü ve sözü bir; söz ve eylem birliği içerisinde, yaşantısıyla örnek olmasını,

-Doğru bilgi vermesini, hakikatleri haykırmaktan çekinmemesini, her halükarda doğru ve doğrucu Davut olmasını,

-Gizemi bırakıp ayakları yere basan bir din anlatmasını, halkın seviyesine inmesini ve sorunlarına çözüm bulmasını,

-Makam, mevki ve şöhret içerisinde yok olup gitmemesini,

-Giyimine-kuşamına, yediğine-içtiğine, üslubuna dikkat etmesini; oturmasını-kalkmasını, yol-yordam ve metot bilmesini, ağır-azam olmasını, gönüllere dokunmasını, meseleleri analiz etmesini ve çözüme sağlam delillerle katkı sunmasını,

-Siyaset ve gücü elinde bulunduranlarla arasına mesafe koymasını, aradaki ince çizgiyi iyi ayarlamasını, onların dümen suyuna girmemesini, gücün karşısında eğilmemesini ve boyun eğmemesini, zorluklara karşı pes etmemesini, güçle paralel yürümemesini, gücün tasdikleyicisi olmamasını, gücün icraatlarına kılıf bulmamasını, kimseye eyvallah dememesini vs. ister.

Ulema bunlara dikkat ettiği oranda halk nezdinde itibarı olur ve ağırlığı kabul edilir. Tersi olana ise temkinli yaklaşır, yanında bir ağırlığı olmaz, fetva ve görüşlerine kuşkuyla yaklaşır. Bu da ulema için itibar kaybı demektir. Bu demek değildir ki ulema siyaset ve güçle ile iletişim halinde olmayacak. Elbette olacak ama siyasetin tasdik makamı gibi çalışırsa bu tip ulemanın, siyaset ve güç yanında bir itibarı olsa da halk nezdinde bir itibarı olmaz. Çünkü halk ulemayı her yönüyle kabul eder ama siyasetin icraatına kılıf bulmasına asla tahammülü yoktur. Çünkü siyaset icraat yaparken bu dine uygun veya değil diye bakmaz. Halkta karşılık bulsun dini kılıf bulmaya çalışır. Bunun için de ulemayı kullanmak ister.

Kısaca halk, ulemadan İmamı Azam gibi olmasını ister. Çünkü Ebu Hanife büyük imam unvanını bedel ödeyerek almıştır. Devrinde ne Emevilere ne de Abbasilere boyun eğmiştir. Ödediği bedel canına mal olmuştur ama halkta ve o günden bugüne sair ulemaya göre hep bir itibarı olmuştur. Büyüklüğü de buradan gelmektedir. Darısı günümüz ulemasına.

*16/02/2022 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Barbaros Ulu adıyla yayımlanmıştır.