30 Nisan 2020 Perşembe

Evde Kalıp Gitmese Bari!

Üç ay sonra -yapılırsa- üniversite sınavına girecek, dört ay sonra da 19'una basacak tekne kazıntısı bir oğlan var evde. 12 Marttan beri eve bir attı kendini. İçeriden dışarıya çıkarabilene aşk olsun. 

1.5 aydır dışarıyı unuttu, dört duvar arasında yaşıyor. İçinden gelirse ders çalışacak, gelmiyorsa oturup kalkacak, yatıp uyuyacak. Başkası gibi evde kalmaktan sıkılmıyor da. Eve ekmek lazım mı, alışveriş yapılacak mı derdi de yok. Varsa da nasılsa babası alıp gelecek. Zira oğlana göre bu görev, dışarı çıkmasında bir engeli olmayan babasına ait. Zira kendisi yasaklı. 

Yavrum! Ekmek almaya gittiğimde çok sayıda çocuk ve gençleri görüyorum, burası çarşı değil, mahalle arası. Hem senin için de bir değişiklik olur, gözün gönlün açılır, haydi bir ekmek al gel dediğimde "Olmaz baba! Biliyorsun bana yasak var. Başkası uymasa da ben devletin koyduğu kural ve yasaklara uyan biriyim" cevabı alıyorum. Ben de "Oğlum, öyle zannediyorum, kurallara uyan tek vatandaş ve tek aile biziz galiba" diyorum. Baktım olmayacak. Tıpış tıpış ekmek almaya gidiyorum. O da lutfedip sofraya oturuyor. Kızamıyorum. Çünkü onu bu anlayışa sevk eden de devletin ta kendisi. Yani arkası sağlam. Anlayacağınız oyun içinde oyun var: Babası getirecek, o ekmek elden su gölden deyip yiyecek. 

Eskiden okul dönüşü ekmek lazım mı diye bazen telefon açar, lazım dersek alır gelirdi. Bazen de evde vardır deyip eve kendini atardı. İş başa düşüp ekmek almaya yine ben giderdim, kısmen de o. Bazen de telefon açmadan nasılsa evde ekmek yoktur deyip üzerine vazife bilir, ekmek alır, aldığı ekmek benim aldığım ekmeğin üzerine katmerli olurdu. Son sınıf olduktan sonra kurstan geç geldiği için ekmek de almaz olmuştu. Hele bu ortam oluşunca ekmek diye bir derdi hiç kalmadı. Endişem, bu olağanüstü durum kalkınca "Oğlum, koş bir ekmek al gel" desem, "O da ne" diyecek olmasıdır.

Neyse tek derdim, ekmeğin alınacak olması olsun. Devlet bana bu görevi vermişse, daha maskem gelmedi demem, boynumun borcu bilir, çocuğum için -dökülen- saçlarımı süpürge eder, homurdana homurdana ekmek almaya giderim. Beni endişelendiren başka vahim bir durumun ortaya çıkma ihtimali.

Şimdi bu çocuk...Bakmayın siz benim çocuk dediğime. Kazık kadar maşallah! O, bu halinden memnun olsa da evde kala kala evden kalıp gitmesinden endişe ediyorum. Yarın evlilik zamanı evlendirmeye kalksam, gelin adayını benim bulmam gerekecek. Çünkü dışarıyı unuttu. Gidin siz bakın, bulun birini diyecek. O kadar da olmaz demeyin. Devletle bir olup "Alavere dalavere, Kürt Memet nöbete" misali, babasına ekmek aldıran bir zihniyet bunu da der. O vakit ben kime gider, kime ne söylerim? Bu asırda görücü usulle kim kızını verir? Müstakbel eş adayı ve ailesi, sizin oğlunuz da mı var? Allah Allah! Biz hiç görmedik de diyebilir.  Olmaz olmaz. O kadar da olumsuz düşünme, diyebilirsiniz. Ben başıma geleceği bilirim. Zira evde dura dura evde kalıp giden babamın bir amcası varmış. Ona çekebilir diye endişeleniyorum.

Babamın amcası (Tevfik Amca), Mısır'da eğitimini almış, hafızlığı sağlam, mikrofonun olmadığı zamanlarda okuduğu ezanları komşu köylere duyurmasıyla nam salmış biridir. Evlilik zamanı gelince dedemler, görücü usul ile birine nişan koyarlar. Bizim amca hiç evden çıkmadığı için nişanlısı,nasıl biridir diye merak eder, onu görmek ister ve amcamın oturduğu evin penceresinden evin içine bakar. Nişanlısının kendisine baktığını gören amcam -anlatıldığına göre- "Bu bana baktı" deyip evlenmekten vazgeçer ve hayatının sonuna kadar evlenmez ve evde kalır gider. Güneysınır ve civarının yakinen tanıdığı ve ardından hayırla yadettiği, tanışma imkanı bulamadığım Tevfik Amcamı bu vesileyle anmış oldum. Ona Allah'tan rahmet diliyorum.

Şimdi benim oğlan evde kala kala maazallah evde kalıp gitse burada suçlu kim olur? Devlete, suç senin desem devlet denen tüzel kişilik, burnundan kıl aldırıp suçu üzerine almaz. Sanırım endişemi anlatabildim. 


Oyun İçinde Oyun ***

Yeryüzü yolculuğu başladığı andan, yaşadığımız koronavirüs sürecine gelinceye kadar insanoğlu, ne iyide ne de kötüde, hiçbir işte ortak noktada buluşmuş ve anlaşabilmiş değil. Her biri ayrı bir baş olmuş, burnunun dikine gitmiş, kendim huzur bulacağım diye hemcinsine dünyayı hep dar etmiştir. Bunun içinde cinayet var, katliam var, açlık var, susuzluk var, savaş var, işgal var, esaret hayatı var, kan, gözyaşı vs. “var oğlu var” var. Olmayan tek şey huzur. Huzursuzluğun tek müsebbibi de insanoğlunun bitmek bilmeyen arzu ve istekleridir. Hedefine ulaşmak için doğuştan kardeş olan, akrabasını dahi yok etmekten kaçınmamış, canavarlaştıkça canavarlaşmıştır insanoğlu.

Kurulduğu tarihten bugüne, aynı dünyada farklı tellerden çalan, kendi mutluluğumuz ve egomuzun tatmini için dünyayı ateşe vermekten kaçınmayan, birimizin ak dediğine diğeri kara diyen, hiçbir konuda bir araya gelemeyen, varlığı sürekli kaos olan ve zıt kutuplar olarak bugüne kadar gelen insanoğlu, koronavirüs salgınıyla birlikte tarihinde ilk defa tek vücut olmuş durumda.  Her insanın, her uzmanın, her devletin ağzında, “Evde kal” sloganı var. Bugünlerin tarihini yazacak tarihçiler belki de “Dünyalılar, ilk defa bir slogan ve tek noktada buluştu. Bu da onların sonunu getirdi” diye tarihe not düşecekler.

 “Evde kal” sözüyle dünyanın, belki de ilk defa yekvücut olması ve tek ses çıkarması hayra alamet midir? Bana göre dünyalının bu birlikteliği hiç hayra alamet değil. Öyle zannediyorum, bu salgını fırsat bilen birileri yeni bir dünya düzenine geçecek, belki de dünyayı bundan sonra tek merkezden yönetecek. Bugüne kadar yaptıkları göz önüne alınırsa kendi mutlulukları için yine bizleri ve devletleri piyon olarak kullanacaklar. Bunu yapmak için sanırım çok zorlanmayacaklar. Çünkü kaç aydır insanları evlere hapsetmek suretiyle ülkeler üretime ara verdi. Devletler piyasayı ayakta tutmak için her yolu denedikten sonra karşılıksız para basmaya başladı. Her basılan karşılıksız para, en hafifinden hayat pahalılığı olarak bize dönecek. Hiçbir malı ve ürünü -şayet bulabilirsek- normal fiyatından alamayacağız.  İthalat ve ihracatın durduğu, üretimin yapılmadığı bu aylar ne kadar uzatılırsa devletlerin ekonomisinin çökertilmesi o kadar kolaylaşacaktır. Ekonomisi çöken, piyasayı canlandıramayan devletler, belki de 70 sente muhtaç olacaklar ve dünya para babalarının kapısını çalacaklar. İsteklerini yerine getiren devletlere paranın musluğunu açacaklar. Direnen devletleri halkıyla karşı karşıya getirip kaos ortamına zemin hazırlayacaklar.

Anlatmak istediğim, bu koronavirüs salgınının arkasında oyun içerisinde oyun var. Süreci uzatarak kurdukları oyunun lehlerine sonuçlanmasını arzuluyorlar. “Evde kal” sloganına uymayan devletlere de verdikleri korku yetti de arttı bile. Dünyada ne kadar meşhur ve önemli kişi varsa her ne hikmetse virüs geldi, onları buldu. İngiltere’nin başını çektiği “Sürü bağışıklığı sistemi”, İngiltere Başbakanı Boris Johnson’a virüsün bulaş-tırıl-masıyla bu sisteme geçit verilmedi. Üretime ara vermeyen ve virüsle ilgili tedbir almayan kala kala İsveç ve Hollanda gibi bir iki ülke kaldı. Sanırım virüs gider, dünya normal düzenine geçmeye kalkarsa ekonomisi kendi kendine yeten veya ekonomisini döndürebilen Hollanda ve İsveç gibi ülkeler ayakta kalacak.

Hasılı başımızın belası virüs gittikten sonra bizi hiç iyi günler beklemiyor. Dünya eskisi gibi olmayacak. Yeni bir dünya kurulacak. Koronavirüs gitse de kokusu gitmeyecek ve yeni dünya düzeninin başlangıcı olacak. Oyun içerisinde oyun kuran oyun kurucuları, bu virüsle emellerine ulaşamazlarsa, dünyayı başka virüsler bekliyor olacak. Ta ki kurdukları oyunun gönüllü veya gönülsüz askeri oluncaya kadar devam edecek bir oyunla karşı karşıya dünya. Allah encamımızı hayreylesin, kötülere geçit vermesin, oyun kurucularının tuzaklarını başlarına geçirsin.

***02/05/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

29 Nisan 2020 Çarşamba

Maske Bilmecesi Devam Ediyor *


Salgınla beraber virüsten korunmak için maske takılsın takılmasın tartışmalarının ardından nice sonra maske takılsın sözü daha ağır bastı. Alışveriş yerlerine, pazarlara ve toplu ulaşım araçlarına maskesiz girmek yasaklandı. Hem dünyada hem de Türkiye’de maske ihtiyacı ortaya çıkınca maske fiyatları uçtu. Elinde maskesi olan firmalar, fırsat bu fırsat deyip fahiş fiyatla elindeki maskeleri piyasaya sürdü.

Maske fiyatlarındaki anormal fiyat artışına vatandaş tepki gösterince devlet bu tepkiye bigane kalmadı. Maske ihracını yasaklayarak maske üreten firmalardan, devlet adına maske satın alacağını duyurdu. Maske stoku yapan firmalara belli bir süre verdi. Devlete maske satmadıkları takdirde firmalarına devlet adına el konacağı uyarısı yapıldı. Ardından maskelerin para ile satılmasını yasakladı ve vatandaşın maske ihtiyacını devlet eliyle gidereceğini açıkladı. Bununla da yetinmedi. Mesleki ve Teknik Anadolu Liselerinde ve belediyelere ait Meslek Edindirme Kurslarında maske üretilmeye başlandı.

Firmaların ve okulların ürettiği maskelerin devlet eliyle dağıtılması meselesine gelince,         e-devlet üzerinden maske talebinde bulunanlara PTT eliyle teslim edileceği duyuruldu. Sistemde gecikmeler ortaya çıkınca, cep telefonuna mesaj gelenlerin eczanelere giderek maskelerini alabilecekleri açıklaması yapıldı. Sosyal medyada “Maske istedim, şu kadar gün geçti, hala maskem gelmedi” serzenişleri yazılıp çizilmeye başlandı. Yeni açıklamaya göre kamu ve SGK’lı çalışanlara eczanelerde ücretsiz maske verilmeyeceği açıklandı. Buna göre kamu çalışanlarının maske ihtiyacı valilik tarafından dağıtılacak. Özel sektör çalışanları ise maske ihtiyaçlarını işyerlerine bildirecek, işyerleri de valilikten toplu talepte bulunacak ve bunların da talebi valilik tarafından giderilecek... Ölme eşeğim ölme…  

Hepinizin bildiği maske sürecini kısaca anlatmaya çalıştım. Gördüğünüz gibi maske dağıtımı ve ihtiyacının giderilmesi yılan hikayesine dönmüş durumda.

Salgın riskinin kontrol altına alındığı, etkisini yavaş yavaş kaybetmeye başladığı, vaka sayısının düştüğü, iyileşen hasta sayısının arttığı ve önümüzü görmeye başladığımız günümüzde, hala maske sorunu yaşamamızın birinci müsebbibi bana göre maalesef devlettir. Elinde ve ülkede maske olmasa olabilir diyeceğim. Bildiğim kadarıyla tüm ülke, maske üretimi için seferber ve devletin elinde de maske var. Sanırım dağıtımda sorun var. Devlet, onca derdinin arasında yok yere üzerine büyük bir sorumluluk alıp maske satışı yasak diyeceğine, maskelerin fahiş fiyattan satışının önüne geçmek için tedbir alabilirdi. Bunun için önce maske çeşitlerini sınıflandırabilir ve her bir maske çeşidine bir üst limit belirleyip eczaneler aracılığıyla maske satışına izin verebilirdi. Parası olan gidip maskesini eczaneden alabilirdi. Maske alacak param yok diye talepte bulunanlara da PTT veya eczaneler aracılığıyla ücretsiz maske ihtiyacını giderme yolunu tercih edebilirdi.

Arapsaçına dönen maske ihtiyacını gidermek için şu aşamada yapılması gereken, devletin eczaneler aracılığıyla maske satışına izin vermesidir. Burada devletin yapacağı, belirlediği fiyatın üzerinde satış yapan fırsatçılara göz açtırmamasıdır. Böyle yaptığı takdirde maske sorunu olmayacak, kimse ücretsiz maske beklentisi içerisine girmeyecek ve yok yere “maskem gelmedi, paramla dahi alamıyorum” eleştirisi almayacak ve aynı zamanda bedava maske dağıtımı ile devlet, büyük bir mali külfetin altına girmemiş olacaktır. Hasılı devletin bu kadar bonkör davranmasına hiç gerek yok. Unutmayalım ki parasız hizmetin pek değeri olmaz ve kadir-kıymeti de bilinmez.

*01/05/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Bir İlahiyatçının* Dilinden Mesajlar **


Dindar olmak, "Bir şeyin önce aslını öğrenmek sonra anlamak sonra kavramak sonra da yaşamak gerekiyor. Bizim dini koruma diye bir görevimiz yok ama bizim dini yaşama diye bir görevimiz var. Anlama diye görevimiz var. Korumadan, anlamaya ve yaşamaya geçemediğimiz için bizim dindarlığımız elimizde patladı. O zaman aslımıza rucü edeceğiz."

Kavramları anlaşılabilir şekilde konuşmak önemli. Mesela orucu ne bozar yerine insanlığımızı ne bozar, onu konuşmak gerekiyor. O dönemden beri orucu bozan şeyler değişmedi ama biz değiştik.

Savm (oruç) mesela yükselmek, yücelmek demek. 

Sahur 'sihir' kökünden geliyor. İnsanın kendini keşfetmesi, kendi ruhunu bulması demektir.

"İslam nedir" sorusuna Hz. Muhammed'in "Yemek yedirmektir. Güzel sözlü olmaktır" cevabını vermiştir.

Ramazan kelimesinin yanmak anlamına gelmektedir. "İnsan biraz nefsini yakmalı, biraz günahlarını yakmalı."

İftar da fıtrat kökünden gelir. Fıtratına dön fabrika ayarlarına dön, demektir. 

Teravih ruh kökünden gelir. Ruhunu inşa et, ruhunu ihya et" demektir.

"Bilmiyorum" demek bir sünnettir. "Benim en çok sevdiğim kelime 'Bilmiyorum' kelimesidir". Hz. Muhammed "Oku" emri geldikten sonra 'Ben okuma bilmem' demiştir. "Bu, Peygamberimizin Peygamber olduktan sonraki ilk sünnetidir". 

"Kuran-ı Kerim'de peygamberler, onların hitap ettiği kavimler ve yaşadığı tecrübeler bize anlatılır. O tecrübelerden biri, peygamberlerin en son söylediği sözdür: Sırtını Allah'a yaslamak. Sırtını Allah'a yaslayanın Allah sırtını yere getirmez. Boynunu Allah'ın önünde eğenlerin Allah boynunu asla eğdirmez". (Tevekkül)

Hz. Muhammed, yavrusunu kaybetmenin tesiriyle pek hoş olmayan ifadeler kullanan kadına sabretmesini söyler ve tepkiyle karşılaşır. Hz. Muhammed ayrılınca yanındakiler onun Peygamber olduğunu söyler. Koşup nedamet dileyen kadına Hz. Muhammed, "Sabır, belanın geldiği ilk anda senin verdiğin tepkidir" buyurur. 

Kuran-ı Kerim'in  bölücülüğün her türünü  şu ayetle yasaklamıştır: "Ki onlar, (bir kısmına inanıp, bir kısmını inkar ederek) Kur'an'ı da parça parça edenlerdir." (Hicr 91)  "Ayet'ten anladığımız bölücülüğün en tehlikelisi, Kuran'ın mesajını bölüp parçalamaktır. Böyle yapanlardan Cenabı Hak yemin ederek hesap soracağını ifade etmiştir. Yaşadığımız şu günlerde Kuran ayetlerini kendi düşüncelerimize delil olacak şekilde yorumlamak en büyük tehlikelerden biridir. Böyle bir tehlikeden uzak duralım ki Rabbimize yakın olalım"

*Yukarıda yazdıklarım, Osman Egin beyefendiye ait “haberturk.com” sayfasında yayımlanan mesajlarından alıntıdır. Okumamış olanlar da müstefit olsun istedim. TRT1 televizyonunda ramazan aylarında yayımlanan Kur’an-ı Kerim’i güzel okuma yarışmasında kendisini birkaç defa izleme imkanı buldum. Onu izledikçe ona olan hayranlığımı gizleyemedim. Her konuşması mesaj yüklü olan Egin, halen Diyanet Eğitim Kurumunda müdür olarak görev yapmakta. Bilgisiyle, birikimiyle, satışıyla, tevazusuyla, güzel üslubu ve nezaketiyle oturduğu koltuğun hakkını tam vermektedir. Böyle ilahiyatçılara her zamankinden fazla ihtiyacımız var. Allah sayılarını artırsın. Allah kendisinden razı olsun.

**29/04/2020 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.



28 Nisan 2020 Salı

Dijital Çağa Hazırlanıyoruz ***

Bir yıl öncesine kadar evimde sınırsız İnternetim vardı. Bu alemde fazla hemhal olmayayım, cep telefonuma tanımlanan paketlerle yetineyim, üniversite sınavına girecek çocuğum da bu alemde fazla oyalanmasın diye ev İnternetini kapattırdım. 3 kişilik hanede toplamda 24 GB’lik bir İnternet bize yeter de artardı bile. 8-10 ay boyunca birbirimizle yardımlaşarak kendi kendimize yettik. Ama koronavirüs dolayısıyla evlere kapanıp uzaktan eğitim başta olmak üzere her şeyi dijital ortam vasıtasıyla halletmeye başlayınca bize yeten paketler yetmez oldu. Üzerine ek paketler aldık, yine olmadı. Derslerini dijital ortamda takip edemeyen çocuğumun morali bozulmakla kalmadı, suratı asıldı. Yüzüme manalı manalı bakar oldu. Nereden bilebilirdim ki ders çalışmasına engel olur diye kapattırdığım İnternetin, ders çalışmak için bir gün tek alternatif haline geleceğini.

Baktım olmayacak. Zaten Telekom durmadan sınırsız İnternet reklamı verip duruyor. İnternet bağlatmak için Telekom’a dijital ortamda başvuru yaptım. Sabahında müşteri hizmetleri aradı. Ev adresimi sorguladıklarında “Evimin alt yapısı İnternet bağlatılmasına uygun değil, Bulunduğunuz şehrin Telekom merkez binasına müracaat edin” yanıtını aldım. Merkezden de kah sinyal gelmiyor kah alt yapı müsait değil kah kutunuz dolu gibi cevaplar aldım. Ne yapalım, ne edelim diye kara kara düşünürken yan taraftaki komşumun evine, Telekom’dan iki genç İnternet çekmek için geldi. Balkondan durumumu anlattım. Gencin biri “Ağabey, sizin kutu arızalı ama bu binada birkaç tane boş kutu var, buradan kablo çekeriz. Senin müracaatını alalım” deyince şaka maka iki gün içerisinde evime İnternet bağlandı. Telekom’un ve İnternet bağlamak için verdiğim adrese gelen bazı çalışanların olmaz dediğini bir çalışanı halletti, sağ olsun. Akıl akıldan üstün dedikleri böyle bir şey olsa gerek. Fiber hızında değil, eski bakır kablolardan müteşekkilmiş İnternet hızım, ama olsun. En azından çocuğumun yüzü güldü. Bu arada ben de büyük bir yükten kurtulmuş oldum. “Babasın ama bir İnternet bile bağlatamadın” diyecekti belki de bir gün.

Telekom’un çalışanları, hummalı bir şekilde evime İnternet bağlarken sosyal mesafeye riayet ederek onlarla uzaktan uzağa biraz konuşma fırsatı buldum: Ağabey, herkes evine kapanınca cep telefonundaki İnternet paketleri kimseye yetmez oldu. Durmadan evlere İnternet bağlıyoruz. 200 kadar çalışanla iş yetiştiremiyoruz. Sizin kutu arızalı. Bu aşamada bu arızayı gidermek için kimse gelmez” dedi.

Demek ki evine sınırsız İnternet çektirmeye çalışan bir ben değilmişim. Herkes buna ihtiyaç duymuş. Koronavirüsün oluşturduğu bu olağanüstü “evde kal” ama “İnternetsiz kalma”ya dönüştü zorunlu olarak. Bu demektir ki salgın sonrası geçileceği düşünülen dijital çağa hepimiz isteyerek veya istemeyerek şimdiden hazır hale getiriliyoruz.

Gidişat dijital çağa geçeceğiz. Bu anlaşıldı ama Türkiye bu çağa ne kadar hazır? Bazı yerlere fiber altyapısı götürülmüş olsa da daha bu altyapıyı görmeyen meskun mahal az değil. Türkiye eski altyapısıyla işi şimdilik derme çatma kotarmaya çalışıyor. Şehrin merkezi sayılan bir yerde oturan biri olarak eskinin bakır kablosuyla, bir elemanın zekasının eseri olarak güç bela İnternet bağlatabildiğime göre varın siz kenar mahalleleri düşünün.  

Türkiye, bir taraftan koronavirüs ile mücadele ederken diğer taraftan dijital çağa uyum sağlamak için İnternet alt yapısına da vakit geçirmeden bir el atmalı. Zira bu çağdan kaçış yok. Artık bu çağda “İstediğiniz, İnternet türüne binanız uygun değil” cevabı almak istemiyoruz.

***01/05/2020 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

“Efradını cami, ağyarını mani” Bir Hutbe *

Malumunuz birçok etkinlikler, salgın riskinden dolayı iptal edildi. Cuma namazı da bu iptallerden nasibini aldı. Sadece sembolik olarak her hafta farklı camilerde az sayıda bir katılımcı ile sosyal mesafeye riayet edilerek cuma namazı kılınmakta. 24.04.2020 tarihli Cuma da Ankara Hacı Bayram Camiinde DİB Başkanı Ali Erbaş’ın okuduğu hutbe ile eda edilmiş oldu.  Sayın Erbaş, zamanın ruhuna uygun bir şekilde “Ramazan: Sabır ve İrade Eğitimi” başlıklı bir hutbe irat etmiş. Çünkü ramazan demek sabır ve irade eğitimi demektir.

Ali Erbaş son haftaların belki de Başkan olduktan sonra en önemli hutbesini okumuş, her biri ayrı bir hutbe konusu olacak şekilde tüm yapmamız gereken iyilikleri ve kaçınmamız gereken fiillere değinmiş. Kısaca efradını cami, ağyarını mani bir hutbe olmuş.  Hutbede Ali Erbaş; orucun öneminden, Kur’an okunmasından; canımızı, malımızı, aklımızı, dinimizi ve neslimizi korumamız gerektiğinden bahsettikten sonra koronavirüs dolayısıyla sağlımızın öneminin ortaya çıktığına değinmiş, temizliğe dikkat çekmiş, sigaraya karşı topyekun savaş açmamız ve sarhoşluk veren içeceklerden ve uyuşturucu maddelerden uzak durmamız gerektiğine değinmiş. Ardından “İslam dininin zinayı yasakladığını, eşcinselliği lanetlediğini; çünkü gayri meşru ilişkilerin hastalıkları beraberinde getirdiği, nesli çürüttüğü ve HIV virüsüne yol açtığı, bundan dolayı bu kötülüklere karşı birlikte mücadele etmemiz gerektiği” üzerinde durmuş. İsraftan, çevrenin kirletilmesinden, hayvanlara eziyet edilmesinden, ormanların yakılmasından, kendi yapıp ettiklerimizden dolayı başımıza gelen bu musibetlerden ders alarak her türlü kötülüğe karşı mücadele edelim, demiş. Sonra zekat, sadaka gibi yardımlaşmaların önemine dikkat çekmiş. Sömürgecilik, faiz, içki, kumar, haksız kazanç, kul hakkına riayet etmeme, ırkçılık, terör örgütlerini desteklemek gibi kötü fiillere işaret etmiş.

Okunan bu nefis hutbe takdir edileceği yerde, içinde zina ve eşcinselliği eleştirdiğinden dolayı sayıları az ama sesleri çok çıkan belli bir kesim tarafından Sayın Başkan topa tutuldu. Vay efendim, sen nasıl olur da eşcinselleri eleştirirsin denilerek bazı barolar, bir basın açıklamasıyla başkanı eleştirirken eşcinsellere destek çıktı. Her yıl temmuz ayının 19’unda “Dünya Eşcinseller Günü” dolayısıyla gündeme gelen eşcinseller, Diyanet’in bu hutbesiyle Cuma hutbesiyle bu sene erkenden gündemimize gelmiş oldu.

Burada eşcinsellik veya daha genel anlamda LGBT (Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Transgender)’den, bu eylemi yapanların dine, örfe, ahlaka mugayir davranış içerisinde olduklarından dem vurmayacağım. Zaten bu tiplere ne söylesen fayda etmez. Çünkü ayıp ve günah kavramı onların lügatinde yok maalesef. Lut Kavminin helakine sebebiyet veren bu hastalık, tedavi edilmediği müddetçe dün olduğu gibi bugün de var, yarın da olmaya devam edecek. Bu nahoş ve lanetlenen sapık ilişki -hiç tavsiye ve tasvip etmem ama- yapılacaksa gizli yapılmalı. Lut peygamberin kavminin homoseksüellikten dolayı helak olmasının nedeni, bu ilişkiyi kavmin aleni yapar hale gelmesinden ve topluluğun bu tür ilişkiye girenleri uyarmamasından dolayıdır. Benim burada garibime giden bazı baroların bu meseleye alet olmaları. Hukuk konuşması gerekenler ne zamandan beri bir hastalığı savunur hale geldi, beni üzen de burası. Bir insanın veya zümrenin üç sayfalık bir hutbede bir iki satırla geçen eşcinsel ve zina konusuna takılıp kalmasını öküz altında buzağı aramak olarak görüyorum. Kendilerine vazife çıkartan hukukçularımız unutmasınlar ki bu mesele, uluslararası düzenlemelerle güvence altına alınacak bir mesele değil; insani, ahlaki, dini, örfi bir meseledir. Bu eşcinsel savunuculuğunuzu LGBT’liler yapsalar, onlar bir tepki koysalar bir yere kadar anlamaya çalışırım. Ama sizi anlamıyorum. Size ne oluyor gerçekten! Tek kelimeyle ayıptır bu yaptığınız. Hukuk adına değerlerimizden bu kadar uzak kalmaya hakkınız yok. Olması gereken itibarınızı gözümüzde iyice sıfırlamayın. Gidin işinize…

*29/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

27 Nisan 2020 Pazartesi

Bugün Akşam Olsun da Göreyim

Bugün dördüncü gün. Hazır sokağa çıkma yasağı da olmayınca şöyle bir dört döneyim. Akşam birden olur dedim. Dört değil; beş, sekiz değil; on dolaştım, hem de yavaş yavaş. 

Üzerine akşam pidesini de aldım. Soğukluğundan geçtim. Kupkuru. Akşam olursa dişin keşsin de göreyim. 

Eve girerken saate baktım. Saat, evden çıktığım saat. Akrep sabit, kazık çakmış gibi yerinde duruyor. Adı üzerinde akrep. Ne beklenirdi. başka? Suç ondan bir şey bekleyende zaten.

Yelkovan akrepten hallice. Kocaman boyuyla niye yaşar bilmem. Kalıbına yazık...

Durmadan dönen saniye var. Sanırsın ki bu bir şey yapacak. Az sonra anlıyorsun ne yaptığını. O da bal yapmaz arı gibi. Dönüp duruyor durmadan. 

Üçü birden kavilleşmişler, top çeviriyorlar, aklı sıra benimle oyun oynuyorlar ve bana kumpas kurmuşlar. Başardılar da. 

Hasılı saat aynı saat, vakit aynı vakit. Daha var akşama ne vakit. Yorulduğum da çabası. 

İsterseniz bir de siz deneyin. Çıkın, yorulun gelin. Ama bilin ki saatin size göresi olmaz. Saat aynı saat. Hepsinde bir akrep, bir yelkovan, bir de saniye yani muhteşem üçlü var.

Devlet Ricali Sosyal Mesafede Sınıfta kalmıştır


Yeni koronavirüs salgınıyla birlikte yeni sosyal mesafe ve kalabalık yerlerde maske takma gibi zorunluluklar hayatımıza girdi. Virüsün bulaşmaması ve virüsten korunmak amacıyla devlet yetkilileri ve uzmanlar sosyal mesafeye riayet etme konusunda vatandaşları sık sık uyardı. Başlangıçta sosyal mesafeye riayet etme konusunda, vatandaş zorlansa da kısa zamanda herkeste bir duyarlılık oluştu. Nerede bir sıra varsa vatandaş sosyal mesafeyi korudu ve alışverişlerini maske ile yaptı. Az sayıda bu kurala uymayanlara da polis göz açtırmadı, sosyal mesafeye riayet etmediği gerekçesiyle hepsine ceza yazdı.
Vatandaş sosyal mesafeye azami riayet ettiği gibi bu mesafeye dikkat etmeyenlere karşı da vatandaşta bir bilinç oluştu. Hatırlarsanız, 30 büyükşehir ve Zonguldak ilini kapsayacak şekilde ilan edilen sokağa çıkma yasağı öncesinde alışveriş mahallerinde sosyal mesafeye riayet etmeyen görüntüler insanımız tarafından eleştirilmişti. Hatta bu eleştiriler İçişleri Bakanını istifa etme noktasına getirmişti. Bu da sosyal mesafe konusunda vatandaşımızda oluşan bilince bir örnektir.
*
Sosyal mesafe konusunda topyekun oluşan bu bilincin ardından, 23 Nisan günü hepimizin seyrettiği görüntülere şimdi bir göz atalım. Biliyorsunuz Perşembe günü TBMM’nin açılışının 100.yıldönümü ve 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı dolayısıyla Anıtkabir’de bir tören düzenlendi. Bu törene sadece devlet erkanı katıldı. Canlı yayımlanan tören programını tüm Türkiye, ekranlarının başında izledi. Maalesef bize sık sık “Sosyal mesafeye riayet edin, zorunlu olmadıkça evden dışarı çıkmayın, dışarı çıktığınız zaman maske takın” uyarıları yapan devlet erkanının, törende sosyal mesafeye riayet etmediği görüldü.

Bizim için karar alan, tedbir üzerine tedbir koyan, kimi devlet yöneten kimi de devlet yönetimine talip devlet erkanının verdiği bu nahoş görüntü, vatandaş nezdinde haklı olarak eleştirildi. Maalesef devlet erkanımız iyi bir görüntü vermedi. Bize uyarılarda bulunan kişilerden beklenen, herkesten fazla bu uyarıları yerine getirmeleriydi. Maalesef öyle olmadı. Bu yaptıklarına “Ele verir telkini, kendi yutar salkımı” denir. Bu söz sadece söylediği ile uyguladığı çelişki olan bir din adamı için söylenmez. Söyledikleriyle çelişen devlet erkanına bu atasözü cuk oturmuştur. Sorumluluk makamındaki insanlara yakışmamıştır ve millete karşı ayıp etmişlerdir.

Günümüz mesafe kuralı, vatandaş için olduğu kadar devlet ricali için de geçerlidir. Bu yeni hayat tarzına vatandaş uymadığı takdirde nasıl cezayı hak ediyorsa pekala bu cezanın aynısı -hatta daha ağırı- devlet ricali için de geçerlidir. Bildiğim kadarıyla devlet erkanı bu kuralı çiğnediği için kendilerine bir ceza yazılmamıştır. Halbuki bir yasağı çiğneyen kim olursa olsun aynı ceza ile muhatap olmalıydı. Düşünün ki sosyal mesafeye riayet etmediği için ceza alan bir vatandaş, devlet erkanının sosyal mesafeyi hiçe sayan bu görüntüsünü görünce ne düşünmüştür? “Adalet ise herkese adalet olmalı, ceza ise herkese uygulanmalı, bu haksızlık” demiştir en hafifinden.

Anıtkabir’de törene katılan devlet ricali bellidir. Adalet yerini bulsun isteniyorsa ilk önce bu törene katılanlardan sosyal mesafeye riayet etmeyenler, tespit edilip hepsine “Sosyal mesafeye riayet etmedikleri için” ayrı ayrı ceza yazılmalıdır. Vakit geçmiş değil. Sıcağı sıcağına bu ceza kesilmeli ve kamuoyuna duyurulmalıdır. Biz de herkesin ağzından düşürmediği adaletin ne olduğunu böylece görmüş oluruz.

26 Nisan 2020 Pazar

Sosyal Medyanın Gücü ve Sürü Bağışıklığı ***

“İsveç’te yaşayan 47 yaşındaki Emrullah isimli vatandaşımız, kovid-19 testi pozitif çıkmasına rağmen tedavi edilmeyip evine gönderilir. Evde ateşi yükselir, nefes darlığı çeker. Bu durumdan endişe eden ailesi, hastaneyi arar ama tedavi için hastaneden bir dönüş yapılmaz. Babalarının bu durumundan endişe eden çocukları, durumu sosyal medyadan paylaşarak Türkiye’den yardım isterler. Sağlık Bakanı duruma kayıtsız kalmaz ve aile için ambulans uçak tahsis eder, hastayı ve çocuklarını İsveç’ten getirterek tedavi altına alınmasını sağlar.”
Özetlemeye çalıştığım bu haberden çoğunuz ya televizyonlardan ya da sosyal medya aracılığıyla haberdar olmuşsunuzdur. Bu haber üzerine görüşlerimi yazmak istiyorum:
1.      Sosyal medya her geçen gün etkisini artırmaktadır. İsveç’te meydana gelen bir olaydan anında haberdar olunabiliyor, cevap yazılabiliyor ve çözüm üretilebiliyor. Aile, hastayı Türkiye’ye getirmek için resmi makamlara başvursa önlerine bir sürü prosedür konur, çözüm bu kadar kısa sürede olmazdı. Bu da sosyal medyanın gücünü göstermektedir.
2.      Türkiye Cumhuriyeti’nin İsveç’teki vatandaşına ambulans uçak göndermesi göz yaşartan türden bir muameledir. Vatandaşına bizim için değerlisiniz, emrinizdeyim mesajı vermektir bu. Şimdilerde bizim ülkemizin yaptığı bu hizmeti daha önce AB ülkelerinin yaptığını duyardık. Bir gün bizim ülkemizin de böyle hizmet yapacağı, kimsenin aklının ucundan bile geçmezdi. Üstelik TC’nin bu yaptığı ilk değil. Devlet bu tür yardımlara bigane kalmıyor, masraftan kaçınmıyor. Demek ki istenince oluyormuş. Bu durum ülke yöneticilerinin vatandaşına verdiği değeri göstermekle beraber aynı zamanda devletin gücünü de göstermektedir.
3.       Türkiye devleti yetkililerinin, dışarıda yaşayan vatandaşlarının tedavisi için her türlü imkanı sunmasını, takdire şayan görmekle beraber hastanın Türkiye’ye getirilmesi eyleminin en son çare olması gerektiğini düşünüyorum. Pekala Sağlık Bakanımız, İsveç Sağlık Bakanını arayarak hastanın İsveç’te tedavi edilmesi için girişimlerde bulunabilirdi. Bu girişim, Türkiye Cumhuriyeti’nin gücünü göstermesi bakımından önemli olurdu.  İsveç Hükümeti hastayı ölüme terk eder ve hastanın tedavisi için ilgilenmezse o zaman hastanın Türkiye’ye getirilmesi ve burada tedavi edilmesi gündeme alınabilirdi.
4.      Covid-19 testi pozitif çıkan vatandaşımıza İsveç devletinin bakmadığı durumu söz konusu değil.  İsveç devleti, koronavirüs salgını için tedbir almayan, karantina uygulamayan dünyadaki birkaç ülkeden biri. “İsveç hükümeti, koronavirüsle mücadelede hemen hemen tüm Avrupa ülkelerinden farklı bir strateji izliyor. Ülkede sokağa çıkma kısıtlaması uygulanmıyor; restoranların ve barların gerekli hijyen kurallarına uymaları koşuluyla açık kalabileceklerini açıklanırken, okullar da tatil edilmedi. Hükümet tam olarak adlandırmasa da İsveç'in 'sürü bağışıklığı' stratejisi izlediğini düşünenlerin sayısı oldukça fazla.” (BBC/Türkçe)
5.      İsveç, bu sürü bağışıklığı stratejisi ile hastalığı yener mi yenemez mi, bu yaptığı doğru mu, yanlış mı bilmiyorum ama bana göre koronavirüs sonrası İsveç, ekonomik yönden çökmeyen ve ekonomik yönden karlı çıkacak birkaç devletten biri olacak görünüyor.

***28/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

24 Nisan 2020 Cuma

2020 Ramazanına Dair


Malum ortam dolayısıyla dışarıya çıkamadı iseniz, imsak ve iftarı takip edecek elinizde bir imsakiyeniz bile yoktur. Merak etmeyin, sizi bu konuda bilgilendireceğim. Bilgilendirirken niyetim, bir durum tespitidir. Yoksa moralinizi bozma ve felaket tellallığı yapma gibi bir niyetim yok. Bu kıyağımı da unutmayın. Bilgilendirmem, hemşerilerim Konyalılar içindir ve Diyanet’in imsakiyesine göre olacaktır. Diğer iller buna göre kendi durumlarını kıyaslayabilirler.

1.      Bu ramazan 29 çeker diye düşünmeyin, tamı tamına 30 gün oruç tutacağız. Bu işin sevindirici yönü, bereket oruçları hicri takvime göre tutuyoruz. Bir an için ya miladi takvime göre tutuyor olsaydık, bahtımıza 31 gün oruç tutma da çıkabilirdi. Burada teselliniz bu olsun. Bir diğer teselliniz de bu ramazan 29 çekseydi günlük bir cüz okuyanlar, hatmi tamamlamak için geriye kalan bir cüzü diğer günlere sıkıştırmak zorunda kalacaklardı. Bu durumda günlük bir cüz okunacak.
2.      İlk günün imsak vakti 04.26, son günün imsak vakti ise 03.46’dır. Bu demektir ki ilk günün oruca başlama vakti ile son günün oruca başlama vakti arasında 40 dakika oynuyor. Yani ilk güne göre oruca, son gün 40 dakika önce başlayacaksınız. İlk günün iftarı 19.41 iken son günün iftarı 20.07’dir. Yani son gün 26 dakika sonra iftar edeceksiniz. Gördüğünüz gibi iftar, imsaka göre daha insaflı görünüyor.
3.      Ramazanın ilk günü 15 saat 15 dakika oruç tutarken son gün 16 saat 21 dakika oruç tutacaksınız. Bu demektir ki ilk gün tutulan oruçla, son gün tutulan oruç arasında 1 saat 6 dakikalık bir fark yani fazlalık oluşmuş durumda. Burada "Bu, nedir ki biz, bundan önceki yıllarda bundan daha uzununu tuttuk" diye teselli bulabilirsiniz.
4.      Ramazanın ilk günü tutulan oruç ile son gün tutulan oruç arasındaki makası görünce bundan benim anladığım, imsak geceye doğru kaçarken iftar da geceye doğru koşuyor.
İmsakiye ile ilgili verdiğim bu gerçeklerden sonra size biraz da ramazana dair diğer gerçeklerden bahsedeyim. (Bu bilgilendirme de İçişleri Bakanlığının Ramazan ayı tedbirleri genelgesinden)
1.      Kalabalık grupları bir araya getiren iftar ve sahur etkinliklerine izin verilmeyecek. Aynı şekilde iftar çadırları da olmayacak. Bu demektir ki iftar davetine gidemeyeceksin, evine kimseyi iftara da alamayacaksın.
2.      Fırıncınızın pide çıkarması iftardan iki saat önce son bulacak. Yani pideni iftardan iki saat önce alacaksın. Bu demektir ki iftarda pideyi soğuk yiyeceksin. Pide soğuk olunca ekmeği daha az yiyeceksin. Ayrıca vakit geçirmek ve sıcak pide almak için pide kuyruğunda oyalanmayacaksın.
3.      Bu ramazanda davulcuna bahşiş vermeyeceksin. Bahşiş için davulcun, iftar vakti zilini çalmayacak ve haliyle davuluna güm güm vurmayacak. Bu maddeden, bahşiş olmadan davul çalınmaz, sahur da davulsuz olmaz diye düşünebilirsiniz. Üzülmenize gerek yok. Zira sahurda davulcunuz yine sizinle olacak. Davulcunuz davuluna vurdukça kulaklarınızın pası silinecek. Yani gelenek aynen devam ediyor. Sadece davulcunuzun hak ettiği bahşiş, yerel imkanlarla karşılanacak.
4.      Arife günü ve bayram günlerinde mezarlık ziyareti yaparsanız ateş ölçümünüz yapılacak. Bu demektir ki bayrama ramak kala veya bayram günü hasta olup olmadığını öğrenmiş olacaksınız. Umarım ateşiniz yüksek çıkmaz.
İyi ramazanlar! Evde kalın! Sağlıcakla kalın! Allah başta orucunuz olmak üzere tüm ibadetlerinizi kabul etsin…





23 Nisan 2020 Perşembe

Normal Hayata Nasıl Döneriz? ***

Salgınla tanışalı ve bizi evlerimize hapsedeli 1,5 ayı geçti. Alınan onca tedbire rağmen düştü, düşüyor derken hastalığa yakalananlar yüz bini, hastalığı yenemeyip vefat edenler de 2 bini geçti. Her akşam açıklanan test sonuçlarına göre anormal bir yükseliş yok ama aşağıya doğru bir seyir de yok.


Yaşadığımız bu olağanüstü halin bizim için sevindirici yanları: Hasta sayısı artmasına rağmen hastanelerimiz dimdik ayakta, hastalığa yakalanma riskine rağmen sağlık çalışanları, fedakarca görevlerinin başında, iyileşen hasta sayımız her geçen gün artmakta, Sağlık Bakanı konusuna hakim, işin ciddiyetini bilen Bilim Kurulu yerinde yeni tedbirler önermekte, vatandaşın ekseriyeti evde kalma, sosyal mesafeye riayet etme ve maske takmada duyarlı; alınan tedbirleri uygulamada, yeni kararlar almada ve kriz yönetiminde devlet başarılı; tıbbi cihaz, maske başta olmak üzere ülke, mal ve erzak temininde sıkıntı çekmemekte.

Salgının bizi üzen yanları ise hastalığa yenik düşen insanlarımızın olması ve belirsizliğin daha ne kadar süreceğinin bilinememesidir. Yaşamakta olduğumuz bu olağanüstü hal ne zamana kadar böyle devam edecek? Devletin ve milletin bu çilesi ne zaman sona erecek? Dahası, salgın sonrası bizi nasıl bir hayat ve gelecek bekliyor, bunu da bilmiyoruz. Zira bu puslu havada burnumuzun ucunu görebildiğimiz yok.

Çoğu iş sektörü durmuş, çoğunluk evlerine çekilmiş ve millet olarak sıtmaya razı olmuş şekilde hayatımızı yaşarken normal hayata yeniden merhaba diyebilmek için aldığı bir dizi tedbirler üzerine devletin, yeni radikal tedbirler alıp yürürlüğe koyması lazım:
*Hafta sonu uygulanan sokağa çıkma yasağı 14 güne çıkarılmalıdır. Tarım, eczane, hastane, fırın ve zorunlu birkaç sektör elemanı dışında bu yasak herkese uygulanmalı. Zaruri ihtiyaçları gidermek için yeterince vefa grubu, güvenliği sağlamak ve yasağın tam uygulanabilmesi için polis ve jandarma görevinin başında olmalıdır. Bu süre zarfında evinde yüksek ateş, öksürük ve yorgunluk gibi koronavirüs belirtisi yaşadığını telefonla yetkililere beyan eden kişilerin, hastanede tedavi altına alınması sağlanmalıdır. Hastalar bu şekil tedavi altına alındıktan sonra evinde 14 gün boyunca bir semptom geçirmeyenler, 14 günün sonunda sokağa çıkabilmeli ve işine kaldığı yerden devam edebilmeli. Yani normal hayata geçilmeli. Çalışma esnasında hastalığın yeniden nüksetmemesi ve yeni bir salgına sebebiyet vermemesi için sosyal mesafeye aynen riayet edilmeli ve yakın mesafe çalışmak zorunda kalanlar maske takmaya devam etmeli.
*Salgında önemli bir görev ifa eden Bilim Kurulu, ardından kurulan Toplum Bilimleri Kurulu gibi stratejistlerden müteşekkil bir kurul daha kurulmalıdır. Bilim Kurulu, hastalığı minimuma indirmek için öneriler sunmaya devam etsin. Toplum Bilimleri Kurulu da uygulamaya konacak kural ve tedbirlerin nasıl olması gerektiği konusunda görüş bildirsin. Yeni kurulacak stratejist kurulu da salgın sonrası bizi ve dünyayı ne bekliyor? Hayatımızda ne gibi değişiklikler olacak? Bize nasıl bir dünya dayatılacak? Kurulacak bu yenidünya düzeninde bizler ne yapabiliriz? Devlet ve millet olarak üzerimize ne gibi görevler düşüyor gibi sorulara cevap aramalı, devlete görüş bildirmeli ve öneriler sunmalıdır. Açıkçası böyle bir kurula ihtiyaç vardır. Çünkü bize evde kal diyenlerin evlerinde kalmadıkları, yenidünya düzeni üzerinde çalıştıkları dünyanın malumu. Yarın salgın sonrası apışıp kalmayalım.    

***25/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.                  

22 Nisan 2020 Çarşamba

Oruç Bu Sene Daha Bir Zor Geçecek *


Her ibadet nefse ağır geldiğinden yerine getirilmesi zordur. Ama oruç belki de içlerinde en zor olanı. Kolay değil, imsak vaktinden iftar vaktine kadar yemeden, içmeden durmak. Hele bir de oruç tutulan günler uzun günlere rastlıyorsa… O yüzden ibadetlerin içerisinde orucun yeri ayrıdır. Ödülü de diğer ibadetlere oranla daha büyüktür.

Oruçla ilgili bu girizgahtan sonra oruca az ara verip sözü koronavirüs dolayısıyla yaşadığımız olağanüstü duruma bir göz atalım: Malumunuz “Evde kal” sözü gereği çoğunluk evlerine çekildi. İlk 20 yaş altı, 65 yaş yukarısı ve kronik hastaların zaten dışarı çıkması yasak. Aradaki 20-65 yaş aralığı, çok sağda solda dolaşmadan sınırlı ve kısıtlı bir şekilde ara ara dışarı çıkıp evlerinin ihtiyaçlarını giderebiliyor. Ki çıkışı serbest olanlara da 30 büyükşehir ve Zonguldak ilinde hafta sonları sokağa çıkma yasağı uygulanıyor. Dışarıda, işinde gücünde çalışan az sayıda zorunlu sektör elemanları var. Çoğunluk ise evinde. Salgının bugünden yarına gideceği öngörülemediğine göre az sayıda çalışanın dışında çoğunluk ramazanı da evlerinde geçirecek ve orucu evlerimizde tutacağız.

Evde tutacağımız bu oruca, bazılarımız ilk defa bir ramazanı çalışmadan geçireceğim ve evimde olacağım. Benim için çok kolay bir oruç olacak. Zira hiç zorlanmayacağım, düşüncesine sahip olabilir. Ben aynı kanaatte değilim. Bana göre bu sene tutacağımız oruç diğer yıllara göre daha bir zor geçecek. Niçin derseniz, kısaca izah etmeye çalışayım. Diğer yıllarda hem çalışır hem de orucumuzu tutarken zaman zaman zorlandığımız olmuştur. Ama işe kendimizi verdiğimiz zaman, zamanın ne çabuk geçtiğini unuturduk, bir bakmışız ki mesai dolmuş ve evimizin yolunu tutmuşuz. Az bir oyalanmanın ardından iftar sofrasına oturmuşuzdur. Bu sene çoğumuzda mesai mefhumu olmayacağı için vücudumuz yorulmayacak ve evde vakit geçirmek için uğraşacağız. Orucu uykuya tutturalım desen akşama kadar uyuyamazsın. Uyumaya kalksan, yorgun olmayan vücudun gözüne kolay kolay uyku girmez, açlık zaten uyutmaz. Uyusak da bu uykumuz gaylule uykusuna benzer. Kestirmek gibi bir şey. Uyuduğumuzla uyandığımız bir olur. Bu demektir ki vakti nasıl geçireceğiz diye saate bakıp duracağız.

İsterseniz bu anlattıklarımı, geçen ramazanda hafta içi çalışırken tutuğunuz oruçla, hafta sonu evinizde iken tuttuğunuz orucu karşılaştırarak gözünüzün önüne bir getirin. Belki de birçoğunuz, hafta sonu için keşke işte çalışsam daha iyiydi demişsinizdir. Anlatmak istediğim boş iken tutulan orucun zorluğu. Gerçekten zor geçecek bu ramazan. Dışarı çıkıp bir dolaşayım desen ya sokağa çıkma yasağıyla karşılaşacaksın ya da sık sık “Evde kal, hayat eve sığar” sözlerine muhatap olacaksın.

Diyelim ki vakit geldiğinde namazımızı kıldık, başta Kur’an’ı Kerim olmak üzere anlamını okuduk, diğer kitaplara da vakit ayırdık, biraz TV’den haber dinledik, film izledik, biraz da dijital ortama takıldık, ardından vücut yorgun düştü, biraz kestirdik. Hepsi birkaç saatte biter. Ya sonra? Mevzubahis olan vakit birkaç saatten ibaret değil ki…Dile kolay 15 saatten fazla aç be aç duracağız.

Hasılı çalışırken veya evimizde otururken zor olsa da kolay olsa da biz bu ramazanı tutacağız. Zira boynumuzun borcudur, kulluk vazifemizdir. Allah kat kat ecrini verir inşallah. Umarım bu zorlu vazife, her kula nasip olur. Tuttuğumuz orucun, yapacağımız fiili duaların kabul olması dileklerimle. Hepimizin ramazanı mübarek olsun.

*24/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Kişinin Bu Dünyaya Dair Sözü Olmalı *


Bazı insanlar eleştirse de sosyal medyayı yararlı görenlerdenim. İnsanların sağa sola sataşmadan bilgi, donanım ve birikimlerini paylaşmasını isterim. İster dini, ister sosyal, ister kültürel, ister siyasi olsun hayatın her alanına dair görüşlerini bu aleme yansıtmasında sakınca görmem.  Görüşlere dair eleştiri ve savunma haklarını kullanmasını da sıcak karşılarım. Yeter ki bir seviye korunsun. Bu alemin bir etik değeri olsun.

İsterim ki bu alem trollere teslim olmasın, algılara zemin hazırlamasın. Bu alemde bilgi kirliliği olmasın, insanlar mimlenmesin, kutuplaşmaya götürecek seviyede insanlar fanatiklik olmasın. Herkes, kimseden çekinmeden görüşlerini serdedebilsin. İsteyen, kendisine uygun olan paylaşıma destek versin, dileyen paylaşıma eleştiri getirsin ve bu görüşe katılmadığını beyan etsin. İsteyen de -şimdilerde çoğunun yaptığı gibi- okusun, iz bırakmadan ve rengini belli etmeden çekip gitsin. Ama kimse veya bir zümre töhmet altında bırakılmasın. Her türlü eleştiriye, savunmaya, beğeniye ve yoruma saygı gösterilsin. Kişilerin anası, babası, meşrebi, soy sopu,  dini, mezhebi, cinsiyeti, bölgesi işin içine katılıp sorgulanmasın. Kimse, yaptığı paylaşımdan dolayı “Acaba, başıma bir şey gelir mi” diye bir endişe taşımasın. Kimse kimsenin niyetini okumaya kalkmasın. Anlayamadığı bir yeri bir daha sorsun bir daha sorsun, anladığıyla yetinsin. Ama kişi ve zümreler hakkında hüküm vermeye yeltenmesin.

İsterim ki bu alemde slogan olmasın, sloganlarla yaşanmasın. Kişiler hedef alınmasın, fikir ve görüşler çarpışsın. Bu çarpışmalarda tarafların tek amacı, hakikatin ortaya çıkması olsun. Bir hakikatin ortaya çıkmayacağı belli olmuşsa “Senin görüşün sana, benim görüşüm bana”, fakat dostluğumuz baki, densin.

İsterim ki bu alemdeki paylaşımlar, herkesin faydalanabileceği şekilde kişinin kendi bilgi ve birikimlerini ortaya koyan birer ürün olsun. Bu alem, kişilere övgü ve sövgü yeri ve birilerine taraftar kazanma platformu olmasın. Merak ediyorum, insanların kendilerine ait hiçbir düşüncesi ve kanaati olamaz mı? Ki olmalı bana göre. Çünkü her bir insan özeldir. Diğerlerinden farklı alametifarikası vardır. İlla birbirimize benzemek, her konuda birbirimizle aynı düşünme zorunda mıyız? Her yazı ve paylaşım, iki konuşmamızdan biri, gecemiz ve gündüzümüz, tilkinin planı gibi mi olmalı? Biliyorsunuz, tilkinin yüz planı olur, bu yüz planın 99’u, horozu haklamak üzerine olurmuş. Bizim de her paylaşımımız bir siyasi lideri övmek, diğerini kötülemek, onun görüşünü savunmak veya bir şeyhin görüşlerini paylaşmaktan ibaret mi olmalı? Nerede kaldı bizi diğerlerinden ayıran belirgin özelliklerimiz? Bizim bu dünyaya dair hiç mi görüşümüz ve sözümüz olmaz? Varlık ve yaşama sebebimiz onlar mı? Hele bu dünyaya dair bir şeyler söylemiş,  eline az-çok imkan geçmiş ve uygulama imkanı bulmuş ve tarih olmuş tarihi kişilikleri övmenin ve yermenin, bizi kutuplaştırmanın ötesinde ne faydası var. Övme ve yerme; topu taca atmaktan, her türlü nimeti başkasına mal etmekten, her türlü kötülüğü birine ihale etmekten, bende/bizde bir cacık yok, varsa yoksa onlar gibisi bir daha gelmez demekten ve egomuzu tatmin etmekten başka, günümüzde hangi sorunu çözer? Unutmayalım ki övme ve yerme, bize tembellikten ve yeni kurtarıcılar beklemekten başka bir miskinlik vermez. Bırakalım o tarihi kişilikleri ve onları birbiriyle vuruşturmayı. Zira onlar zamanında söyleyeceklerini söylemiş, yapacaklarını yapmış veya yapmamışlar. Biz bugüne dair ne söyler ne yaparız, ona bakalım.

Sonuç olarak yeni sosyal mesafenin ortaya çıktığı günümüzde, sosyal medya daha yararlı kullanılabilir. Özgün fikirlerimiz bu alemde neşet bulabilir. Yeter ki kimsenin adamı olmayalım. 

*25/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Evde Ramazan ***


Sayılı günler çabuk geçiyor. Geldi geliyor derken ramazan gelip çattı. 24.04.2020 günü Müslümanlar oruç tutmaya başlıyor. İmsak vakti, yemeden ve içmeden kesilmek suretiyle başlayacak olan bu maraton, bir ay boyunca 15 saati aşkın bir süre devam edip akşam gün tam batıncaya kadar sürecek ve 23.05.2020 günü akşamı, iftar vakti ile son bulacak.

2020 Ramazanı, diğer zamanlarda tutulan oruç gibi olmayacak. Gelişi de sessiz oldu, gidişi de sessiz olacak. Çünkü kaç aydır devlet ve millet, koronavirüs veya kovid-19 adı verilen tehlikeli ve sinsi bir salgınla imtihanda. Üstelik ne zaman gideceği de belli değil. Öyle bir salgın ki yaptığımız rutin ibadetlerden bile bizi ayırdı. Ne camiye gidebiliyoruz ne cuma kılabiliyoruz ne de insanlar bir araya gelebiliyor. Çoğunluk evlerine kapanmış vaziyette ve ibadetlerini evlerinde eda etmeye çalışıyor.

Salgın riski devam ettiğinden dolayı geleneklerimizde ayrı bir yeri olan cemaatle teravih namazı, camilerde cemaatle kılınamayacağı gibi ramazanla özdeşlemiş olan mukabele de camilerimizde icra edilemeyecek. Bu mukabele geleneğinden halkımız, dijital ortam vasıtasıyla yararlanabilecek. İftar davetleri de haliyle sekteye uğrayacak. Dışarıda çalışmak zorunda olan pek azımız hariç orucumuzu evlerimizde hapis hayatı yaşarken tutacağız. Bu senenin orucuna, evde ramazan adı verilse yanlış olmaz. Çünkü birbirimizle temas yoluyla geçen bu salgın bize bunu dayatıyor.

Salgının olmadığı sair ramazanlarda işinde gücünde olan birçok insanımız, keşke imkanım olsa da ramazanlarda iş yapmayıp orucumu evimde geçirebilseydim diye temenni ederdi. Hiç kimse böyle olağanüstü bir ortamı temenni etmiyordu ama virüs dolayısıyla bu temenni gerçekleşti. Çünkü çoğunluk evlerinde ramazanı geçirecek. Temennim odur ki evlerimizde karşılayacağımız bu ayın manevi ikliminden olabildiğince faydalanabilmektir.

Ramazanı ne şekilde geçireceğini insanımız çok iyi bilir. Tereciye tere satmak gibi olmasın ama bu ayda ne yapabilirim diyenler için bu konuyla ilgili birkaç kelam etmek isterim: Burada bu ayda zekat, fitre, ramazan kolisi dağıtma gibi yardımlaşmadan bahsetmeyeceğim. Bunları zaten bizim insanımız biliyor ve fakir fukaranın ihtiyacını bu ayda diğer aylara oranla daha fazla karşılıyor. Beş vakit namazdan da bahsetmeyeceğim. Çünkü beş vakit namaz da tıpkı oruç gibi yerine getirmemiz gereken boynumuzun borcu bir ibadettir.

Ramazan ayını diğer aylara sultan ve değerli kılan, bu ayda tutulan oruçtan ziyade Kur’an-ı Kerim’in bu ayda inmeye başlamasıdır. Yani Kur’an, bu ayda inzal olmaya başladığından dolayı bu ay, mübarek bir aydır. Bu durumda oruç tutarken en fazla hemhal olmamız gereken de Kur’an-ı Kerim’dir. Onu okuyacağız. Okumakla kalmayıp onu anlamaya çalışacağız. Bunun bir ileri aşaması da anladığımızı hayatımıza tatbik etmeye çalışmak olmalıdır. Çünkü çoğumuz Kur’an’ı sular seller gibi okuyor. En büyük sorunumuz, okuduğumuzu anlamamak ve hayatımıza tatbik etmemektir. Diğer zamanlarda iş yoğunluğundan dolayı okuduğumuzu anlamaya pek vakit bulamıyorduk. Evde geçireceğimiz bu vakit, Kur’an’ı anlamak için en büyük fırsat olacaktır. Çünkü dünyada en çok okunan kitap olduğu halde okuyucusu tarafından tam anlamıyla anlaşılmayan belki de tek kitap Kur’an-ı Kerim’dir. Allah, okuduğunu anlamayı ve anladığıyla amil olmayı bizlere nasip etsin. Okuduğumuz Kur’an, yaptığımız yardımlar ve tuttuğumuz oruçlar, inşallah bu salgın belasının üzerimizden, memleketimizden gitmesine bir vesile olur.

***23/04/2020 tarihinde Barbaros Ulu adıyla Pusula haber gazetesinde yayımlanmıştır.

21 Nisan 2020 Salı

Bu Tanrı Misafirini Ağırlamaya Kim Hazır?

                     "Dilimin ucuna bağla!"
Meteorolojinin pek takip edilmediği, takip edilse de yalancı kabul edildiği, eşeğin vazgeçilmez tek ulaşım aracı olduğu zamanın behrinde biri, bir başka köye ziyarete gider. Köylü, Tanrı misafirinin ziyaretinden pek hoşnut kalır. Onu hoş tutmak için misafirperverliğini gösterir, hizmette kusur etmez. Aynı hizmeti ahırda bağlı eşeğe de gösterirler. 

Bugün yarın derken gördüğü ilgi ve alaka karşısında misafir, ziyaretini uzatır. Artık gideyim derken kış aniden bastırır. Eski kışlardan bir kış olur. Yağan kar erimeden üzerine bir daha bir daha kar yağar. Yollar kapanır. Gidilecek gibi değildir. Misafir köyün misafirhanesinde, eşek de ahırda kala kalırlar. 

Köylü, hava muhalefetinden gidemeyen misafirlerine bakmaya devam eder. Tanrı misafiri ne de olsa. Sonra gidilecek gibi değil. Hem yollar kapalı hem de karın ardından gelen kuru ve soğuk ayaz da kışın olmazsa olmazı. Bu durumda karın erimesi beklenecek mecburen.

4-5 ayın ardından, nihayet karlar erimeye başlar. Kaç aydır köyün bir ferdi olan misafir, "Dostlar! Her şey için teşekkür ediyorum. Nice zamandır bana baktınız. Gördüğünüz gibi karlar erimeye başladı, yollar açıldı. Bu demektir ki bana yol göründü. Yolcu yolunda gerek. Karanlık bastırmadan köyüme varayım. Getirin şu eşeğimi" der. Köylüde içten içe bir sevinç belirir. Ama bu sevinci belli etmezler. Zira misafire ayıp etmiş olurlar. İçlerinden biri koşarak ahıra gider, yularından tuttuğu gibi eşeği getirir. 

Aylarca ekmek elden, su gölden yaşayan Tanrı misafiri, eşeğin yularından tutar, kendisini uğurlamaya gelen köylüyle tek tek kucaklaşır. (Çünkü o zamanlarda sosyal mesafe yoktur) ve "Kalın sağlıcakla!" der demez, köyün ileri gelenlerinden biri nezaketen "Kalsaydın" der. Elinde yular, eşeğe binmeye çalışan Tanrı misafir, bu sözden pek memnun kalır. Sözün sahibine döner: "Madem ısrar ediyorsunuz, kalayım. Eşeği nereye bağlayayım" diyerek eşeğin yularını uzatır. Beklemedikleri bu durum karşısında köylü dona kalır ve ne diyeceğini şaşırır. Ama Tanrı misafirine birinin bir şey söylemesi gerek. Söz de misafire kalaydın diyene düşer. Önce dilini çıkarır, eliyle dilini gösterir ve "Şudilimin ucuna bağla" diye cevap verir.

Misafir ne kadar kaldı, misafire kal diyene köylü ne yaptı bilinmez. Çünkü hikaye burada biter. Bilinen tek şey, misafir ekmek elden, su gölden, yaşamaya devam eder. Bir diğer bilinen, köylerde eskisi gibi misafirhane kalmadığıdır. Belki de köylerdeki misafir odaları bu misafirden dolayı tarih olmuştur.

Bayram değil, seyran değil, bu hikaye ne alaka demeyin. Benim için bu hikayenin tam zamanı. Çünkü malum her hafta sonu 30 büyükşehir ve Zonguldak'ta yaşayanlar sokağa çıkma yasağına alıştı. Üstelik bu sefer yasak katlamalı olarak 4 güne çıkarıldı. Bu demektir ki 23 Nisanda çocuklar gibi şen olmayacağım. İçim neşe de dolmayacak. Bu durumdan muzdarip olan ben, sokağa çıkma yasağına tabi olmayan illerimize göz kırptım. Buralarda yaşayan dostlarımdan da "Sizi şehrimizde ağırlamak isteriz" davetleri almaya başladım. Davetten öte bir ısrar gibi algıladım ben bu davetleri. Bu ilgi ve alaka beni fazlasıyla mesrur etmiştir. Bu ısrar karşısında bulunduğum şehirde daha ne kadar kalırım bilemiyorum. Her an için davet edildiğim şehirlere Tanrı misafiri olarak gidebilirim ve ben anlattığım hikayedeki Tanrı misafiri ile aynı familyadanım. Onun geleneğini devam ettirmek niyetindeyim. Zira geleneklerine bağlı ve bu gelenekleri yaşatmaya çalışan birisiyim. İstedim ki benim için ısrar kokan davetlerini dostlarım, bir daha gözden geçirsinler. Sonra kendi düşen ağlamaz. Benim için hava hoş. Zira ekmek elden, su gölden. Bu vesileyle paramı da tasarruf etmiş olurum.

20 Nisan 2020 Pazartesi

Özelliğimizi Ne Zaman/Nasıl Kaybederiz? *

Her bir insan özeldir. Bakmayın fiziki olarak birbirimize benzediğimize. Özel biri olduğumuz, çocukluğumuzda kendini gösterir. Bu tespitin doğruluğunu, birlikte yaşadığınız veya bir süre gördüğünüz küçük bir çocuğu izleyerek test edebilirsiniz. Gördüğünüz çocuk öyle güzel, öyle farklı ve orijinal sorular sorar, kendine özgü öyle cevaplar verir, öyle hareketler yapar ki şaşırır kalır ve hayranlığınızı ifade etmekten kendinizi alamazsınız. Çocuğun çok akıllı, zeki, farklı ve özel biri olduğunu anlarsınız. Sadece bu gördüğünüz değil, tüm çocuklar özeldir. Aslında biz büyükler de küçükken bu özel çocuklardan biri idik.

Küçüklüğünde, çocuğu özel kılan etkenlerin başında, aile ortamında teneffüs ettiği sevgi ortamı gelir. Çünkü hemen hemen her çocuk sevgi ile beslenir. Bu sevgi ortamı, çocuğun alabildiğine doğal davranmasını doğurur. Bu doğallıkta rol yoktur. Kişinin olduğu gibi davranmasıdır. Çocuk çikolata, oyuncak gibi küçük beklentiler dışında büyük beklenti içerisine girmez. Hata yaparsam dışlanırım, hayatım kararır endişesi taşımaz, başkası ne der demez. Gösterilen sevgi ve ilgiye paralel olarak içinden geldiği gibi konuşur ve hareket eder.

Kendisini izleyen büyüklere mutluluk veren, onları eğlendiren, onlara hoşça vakit geçirten bu özel çocuklar, büyüyünce nasıl birbirlerine benzemeye başlıyorlar? Her yönüyle özel olan bu çocuklar, büyüdükçe nasıl oluyor da alelade biri olup çıkıyorlar? Bu durumun enine boyuna incelenmesi gerekir. Bana göre “Ah, bir büyüsem, neler neler yaparım” diyen bu özel çocuklar, büyüdükçe hayatın öbür yüzünü görmeye başlıyorlar: Şiddeti, azarlanmayı, ayıplanmayı, dışlanmayı, yadırganmayı; mazeret üretmeyi, tembelliği, rahata düşkünlüğü, menfaat ve çıkarı; torpili, yalanı, haksızlığı, haksızlığa karşı sessiz kalınma gibi ne kadar olumsuz durum varsa görüyorlar. Aykırı hareket edenlerin, farklı görüş serdedenlerin ve yapılan haksızlıklara karşı çıkanların başlarına neler geldiğini de yaşayarak bir güzel öğreniyorlar. Tüm bunları düzeltemeyeceklerini, haksızlıklara karşı çıktıkları takdirde yalnız kalacaklarını, başkasının başına gelen akıbetin, kendilerinin de başına geleceğini düşünmeye başlıyorlar ve büyüdüklerine pişman oluyorlar. Ardından hesap kitap yapmaya başlıyorlar. Şöyle yapar veya böyle yaparsam dışlanırım, ayıplanırım. Ne olur ne olmaz, başıma bir şey gelir, hedef ve beklentilerimi gerçekleştiremem endişesiyle, kendisini farklı kılan ve özel olmasını sağlayan yönlerini törpülemeye başlıyorlar. İçlerine sinmese de uydum kalabalığa diyerek sürü psikolojisi ile hareket etmeyi yeğliyorlar. Bu endişe ve korku; kişiyi önce sessizliğe büründürüyor, ardından bulduğu sürünün içine itiyor ve bir müddet sonra sürüye uyum sağlıyor. Tüm bu süreç, kişiyi kendisi olmaktan uzaklaştırıyor, onun özel kişiliğini yok ediyor ve milyonlarca kişiden biri haline getiriyor. Çocukluğundaki özel çocuğu ara ki bulasın.

Sürünün bir parçası olduktan sonra önlerine konan ev ödevi; önünde bulduğu yerleşik düzene karşı çıkmamak, sürüden ayrılmamak, büyüklerin gittiği yoldan gitmek, onların dediğini ve yaptığını yapmak, su akarken -kazan kazan prensibi gereği- testiyi doldurmaktır. Ait hissettiği kişi, grup, camia her kim ise kendinden hiçbir şey katmadan onların görüşlerini savunmak ve yaymaya çalışmaktır.

Bir gün tüm yaptıklarından pişmanlık duyup gittiğim yol, yol değil; ben özüme, gerçek kişiliğime döneceğim dese de başarılı olamaz. Çünkü alelade bir insandır artık.

*27/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

19 Nisan 2020 Pazar

Temizlik Hastalığına Dikkat! *


1979 yılında orta birinci sınıf öğrencisi iken Türkçe dersimize giren bir kadın öğretmenimiz vardı. Sınıfa geldiğinde sınıfın kapı koluna dokunmaz, dokunmak zorunda kalırsa da kapıyı, elinde sürekli bulundurduğu kağıt mendil ile açardı. Öğretmen masa ve sandalyesi temiz olduğu halde çantasından çıkardığı peçete ile kendisi tekrar temizlerdi. Bize zaten dokunmazdı. Maazallah bizden kendisine mikrop bulaşabilirdi.  Temiz değil, tertemiz bir kadındı anlayacağınız.
*
2000 öncesi Güneydoğu’nun bir ilinde görev yaparken bir ramazan günü bazı erkek meslektaşlarımı evime iftara davet etmiştim. Birlikte akşam ezanının okunmasını beklerken en son davetlimiz, eşiyle birlikte davetimize icabet etti. Ben meslektaşımı diğer misafirlerin bulunduğu odaya aldım. Daha sonradan eşimin anlattığına göre davetlinin eşi içeriye girer girmez mutfağa geçmiş. Göz ucuyla mutfaktaki yemeklere, yemeklerin tabaklara servis edilişine bakmış, mutfağın temiz ve hijyen olup olmadığını bir güzel inceledikten sonra temizlikten geçer not almış olmalıyız ki kendisi için hazırlanan sofraya lütfedip oturmuş. Yemeklerimiz ne kadar içine sindi, içi ne kadar götürdü bilinmez.

Bir başka zaman iftar davetime eşiyle birlikte en son icabet eden arkadaş “Hocam, hep sizlerin evinde oturuyoruz, bir akşam çayını da bizde birlikte içelim” dedi. Israrı üzerine birkaç erkek arkadaş evine gittik. Otururken idrar yollarında sorunu olan bir arkadaş ev sahibine, “Lavabonuz müsait ise kullanabilir miyim” dedi. Arkadaş lavaboya gittikten sonra evin kadınının ağlama sesi, oturduğumuz odayı da kapladı. Biz kalkıncaya kadar da sesli bir şekilde ağlamaya devam etti. Lavabodan gelen arkadaş bir ara “Hocam, yengenin bir rahatsızlığı mı var? Niye ağlıyor” dedi. Ev sahibi, “Yok bir şeyi. O, zaman zaman böyle ağlar” dedi. Birlikte oturduklarımız, durduk yere bu ağlamaya bir anlam veremese de ben meseleyi anlamıştım. Yenge hanım, ev dışından gelen biri tarafından WC ve lavabosunun kirletildiğine ağlıyordu. Çünkü evime iftara geldiğinden biliyorum. Temizlik konusunda normalin üzerinde bir hassasiyete sahipti.
*
Dört yıl önce tanıdığım bir kadın var. Evine haftada birkaç defa temizlikçi gelir. Ev tepeden tırnağa temizlenir. Temizlikçi ile birlikte evin kadını da çalışır. Onun görevi evde ne kadar giyilen, giyilecek olan; kirli veya temiz elbise varsa balkona tek tek çıkartmaktır. Çamaşırı önce tersinden, sonra düz tarafından dakikalarca çırpar. Bu eylem, sadece kirli çamaşırlar için değil; hem kirli hem de yıkanan çamaşırlar için tekrarlanır. Evin, kullanılan ve kullanılmayan diğer eşyaları da aynı şekilde balkondan rutin bir şekilde çırpılır, tertemiz yapılır.
*
Çevrenizde “Ellerimi yıkamasam duramam, kıyafetlerimi temiz olduğuna inanana kadar yıkıyorum, bulaşık makinesi benden iyi temizleyemez, kapı kollarına dokunamam, başkasının evinde tuvalete giremem” (sabah.com.tr) şeklinde takıntısı olanlar eksik olmaz. Halk arasında “Temizlik hastalığı” olarak adlandırılan bu hastalığa tıp dilinde, “obsesif kompulsif kişilik bozukluğu" (OKB) deniyormuş. “Takıntılı şekilde temizlik tutkunluğu, her şeyin kirli olduğu hissine inanma ve her şeyi sürekli yıkama, silme gibi eylemlerin sürekli tekrarlanması, temizlik hastalığı olarak adlandırılır. Bunun altında yatan sebep anksiyete bozukluğu, şüphecilik ve emin olamama hissi, saplantılı düşüncelerdir. Diğer tüm takıntılarda olduğu gibi aynı süreci izler. Kişi bu bozuklukların mantık dışı olduğunu bildiği halde kendi davranışlarını engelleyemez. İstem dışı davranışlarını sürekli tekrarlayarak engellemeye çalışır. Saplantılı düşünceden kurtulmaya ve unutmaya çaba gösterir. Fakat başarılı olamaz. Örneğin, elini yıkadığı halde emin olamadığı için tekrar yıkar, sürekli ev temizliği yapar, misafirin ardından misafirin kullandığı her şeyi yeniden temizler, zamanın çoğunu temizlik yaparak geçirir, kirli olduğunu düşündüğü her nesneyi kullanmadan önce yeniden yıkar…vs. (sabah.com.tr)

Her yüz kişiden iki kişide -daha çok kadınlarda- görülen bu hastalığın tedavi edilebilir olduğunu, tedavi edilmediği takdirde kendisi ciddi sağlık problemleri yaşadığı gibi bu durumdan çevresindekiler de etkilenebilir diyor Dr. Mehmet Yavuz: “Öncelikle kişinin sosyal ve iş yaşantısı bozulur. Aşırı temizlik tutkusundan ötürü çevresindeki arkadaşları evine gelmek istemeyebilir. Kendisini bu durum karşısında mutsuz hisseder. Aynı zamanda bu tarz hastalıklarda kişi en çok kendisine zarar verir. Zamanın çoğunu temizliğe ayırdığı için zaman kaybı yaşar, diğer yapması gereken hiçbir şeye konsantre olamaz. Gerek ev ve sosyal çevresiyle gerekse iş ortamı ile ilişkileri bozulur. İş performansı önemli derecede olumsuz etkilenir. Evli ise eşi ve çocuğu ile iletişim bozukluğu yaşar. Kendisini temizlik yaparak sürekli hırpalar, günün sonunda yorgun ve bitkin düşer. Bir dönem sonra kişi bedensel olarak da belirli rahatsızlıklara zemin hazırlamış olur”. (sabah.com.tr)

Temizlik hastalığına yakalanmış kişileri ayıplamıyorum. Çünkü bir takıntı durumu söz konusudur. Burada sözlerime son verirken kadınlar temizlik konusunda çok titizdir. Bu titizliğin bir ileri evresi temizlik hastalığıdır. Kişiye ve birlikte yaşadıklarına hayatı zindan eden bu hastalığa değinmemin sebebi, bizi bundan sonra bekleyen tehlikeye işaret etmektir. Çünkü koronavirüs hastalığına yakalanma riski dolayısıyla toplumumuzun tamamı temizlik konusunda çok hassaslaştık. Ümit ederim ki salgından kaynaklanan temizlik konusundaki bu titizliğimiz ve takıntımız, koronavirüs sonrasına sirayet etmez. Eğer sirayet ederse virüs kadar tehlikeli bir hastalıkla karşı karşıya kalacağız demektir. Üstelik bu hastalığın tedavisi koronavirüs tedavisinden daha zor olur ve kalıcı iz bırakır. Hasta oranımız da yüzde ikide kalmaz. Erkekler de bu yolun yolcusu olabilir. Titizliğimiz, ileride hayatı zindan edecek şekilde bağımlılık yapmasın. Covit-19 belasından sonra yeni bir bela ile yüz yüze kalmayalım. Aman dikkat!

*20/04/2020 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Meslek Gruplarının Onuruyla Oynamak **

Meslekleri biz parasına, itibarına, çalışma şartlarına, riskli-risksiz, önemli-önemsiz, masa başı iş, gözde ve aranan meslekler olarak görüyor ve değerlendiriyor olsak da insanın ve diğer canlıların ihtiyaç duyduğu her meslek önemlidir. Zamanın şartlarına ve teknolojiye göre bazı meslekler, yok olup veya gözden düşse de her meslek, zamanında önemli bir görevi yerine getirmiştir. Aynı meslek grubundan o mesleği icra edenlerin iş bulma ve iş yapma konusunda zorlanmaları, o meslek grubunun önemsizliğinden değil, ihtiyacın ötesinde kişinin, aynı mesleğe yönelmesinden kaynaklanmaktadır. Bu da ihtiyaca göre meslek erbabı plânlaması yapamayışımızdan kaynaklanmaktadır.

Anlatmak istediğim, ihtiyaç olan meslekler daha gözde meslekler olsa da her meslek önemli ve kutsaldır. Her mesleğin de kendine özgü çalışma şartları vardır. Bazısı mesaiye tabi, bazısı mesai harici çalışmayı gerektirir, bazısı esnek çalışma şeklinde yerine getirilir. Bazı meslekler daha dikkat isteyen meslek iken bazısının çalışma şekli daha rahat olabiliyor. Durum bu iken çoğu kimse, kendi icra ettiği meslek ve görevinin daha önemli ve zor olduğunu, bazı meslek erbabının hiçbir iş yapmadığını, bedavadan para aldığını değişik platformlarda dillendirmektedir. Bu tür dillendirmeler o meslek erbabını ister istemez üzmektedir. Ne demek istediğimi bir iki örnek vererek izah etmek isterim:
·         "Şu öğretmenler yok mu? Yılın altı ayı tatil yapıyorlar. Hep yatıyorlar, yattıkları yerden para kazanıyorlar". (Öğretmenlerin tatili kişiden kişiye değişiyor: Kimi 3, kimi 4 ay tatil. Aslında öğretmenlerin yıllık tatilleri toplamda 2,5 aydır. Ama koronavirüs dolayısıyla okullar tatil edilince yazın bir telafi eğitimi yapılmazsa öğretmenler ilk defa 4,5 ay tatil yapmış olacaklar. Birçok meslek grubu yaşadığımız bu salgın ortamında tatil yapıyor iken yaşlılara hizmet etmek amacıyla görev yapan öğretmenler de var.)
·         "İmamlar ne iş yapıyorlar ki… hiçbir iş yapmıyorlar. Tüm gün boşlar. Hazır camilerde namaz da kıldırmadıklarına göre koronavirüs dolayısıyla evlerinden çıkamayanların ihtiyaçlarını imamlar gidersin" şeklinde ses çıkartanlar oluyor. (Sadece kıldırdıkları beş vakit hesabı yapılınca mantık doğru olabilir ama camilerde görevli olanlar, bir vakit görevini yerine getirdikten sonra diğer vakti beklemek zorunda ve camisinin civarından uzaklaşamıyor. Yani kendini bir yere bağlamış oluyor. Bu bağlanma, ara boşluklara rağmen tüm günü kapsıyor. Nereden bakıldığına bağlı. Bir bakışa göre tüm günleri boş, diğer bakışa göre tüm günleri dolu. Ayrıca yaşadığımız bu olağanüstü durum dolayısıyla oluşturulan vefa gruplarında gönüllü olarak görev yapan din görevlileri var.)

Başka örnekler de verebilirim. Çünkü eleştirilen meslek grubu çok. Ama en fazla eleştirilen meslek gruplarının başında, öğretmen ve cami görevlileri gelmektedir. Her meslek grubunun çalışma şartları ve mesaileri farklı olabildiği gibi bu iki meslek grubunun da çalışma şartları ve mesaileri farklıdır. Öğretmen ve din görevlilerinin mesaileri eleştirilebilir. Ne şekilde olması gerektiğine dair Milli Eğitim Bakanlığına ve Diyanet İşleri Başkanlığına öneriler* de sunulabilir. Eleştiri ve öneriye eyvallah ama bunun muhatabı, öğretmen ve din görevlileri değildir. Bağlı oldukları kurumlarıdır. MEB veya DİB, farklı bir mesai düzenlemesi yaptı da öğretmen ve din görevlileri, biz bu mesaiyi kabul etmiyor mu diyorlar da öğretmen ve din görevlileri yatarak para kazanıyor eleştirisi yapılıyor. Maalesef bu tür eleştiriler, bu iki meslek sahiplerini üzmektedir.

*Benim bu iki meslek grubu için önerim: Dersi olsun veya olmasın öğretmenlere, hafta içi her gün okulda olacak şekilde bir düzenleme yapılabilir. (09.00-16.00 arası gibi) Bu da tam gün eğitim demektir. Derslik ihtiyacından dolayı hala birçok yerde ikili öğretim yapılıyor iken bu önerinin şimdilik uygulanabilmesi mümkün değildir.
Beş vakit namazın dışında imam ve müezzinlere, camide ifa edebilecekleri mesai saatleri konabilir. (09.00-12.00 veya 10.00-15.00 gibi)

**19/04/2020 tarihinde Kahta Söz'de yayımlanmıştır.