28 Nisan 2019 Pazar

Usta-Çırak İlişkisi

—Efendim! Birileri parti kuracakmış...
—Kursun.
—Ama olur mu?
—Niye olmasın?
—Bu bir ihanet olur. 
—Niye ihanet olsun?
—Bugünkü elde ettiği statüyü ona lideri verdi. Onun karşısına bir parti kurarak çıkması tam bir nankörlüktür.
—Bir çırak, ustasından öğrendiğini geliştirmek ve daha ileri seviyeye taşımak isteyebilir.
—Ben partiden bahsediyorum. Siz işi usta-çırak ilişkisine getirdiniz. Ne alaka?
—Başta bir meslek öğrenmek olmak üzere hayatın her alanında bir usta-çırak ilişkisi vardır. Kimse bir şeyi kendiliğinden veya anasının karnından öğrenmez. Mutlaka her acemi, bir ustanın yanında başlar bu işe. Siyaset de bunlardan biridir. Hepsi birer mekteptir. Kaportacı olmak isteyen biri, kaportacının yanında çırak olarak işe başlar. Bir zaman sonra kalfa, ardından usta olur. Kendine güveni gelince ustanın teklifiyle ya çalıştığı yere ortak ortak olur ya da çeker gider, kendine bir kaportacı dükkanı açar. Ustanın ortaklık teklifine rağmen kalfa ayrı dükkan açmak isterse hainlikle, nankörlükle suçlanmaz. Hatta Allah yürü ya kulum derse bir müddet sonra ustasına rakip bile olur. Usta-çırak arasında tatlı bir rekabet de oluşabilir. Aralarında eski hukuk devam eder. Çırak ustasına saygıda kusur etmez, sayar sever. Hasılı herkes nasibini yer.
—Ama siyaset aynı şey değil ki...
—Bana göre çok farklı bir şey değil. Siyaset de bir mekteptir. Ayrı bir okulu yoktur. Parti liderinin yanında işe çırak olarak başlanır. Çırak bir müddet sonra siyaseti öğrendiğini düşünür, bu işi kendisinin de yapabileceğine inanıyorsa liderinden ayrılıp ayrı bir parti kurabilir.
—Ama başarılı olamaz ki...
—Türkiye'de partiden çok ne var. Çoğu ne umutlarla kurulur. Başarılı olamaz. Partisini açmasıyla kapatması bir olur ya da tabela partisi olarak yoluna devam eder.
—Yeni bir partiye ihtiyaç var mı sanki?
—Geleceği bilemediğimiz gibi yeni bir partiye ihtiyaç olup olmadığını da bilemeyiz. Halk teveccüh göstermezse, halkta bir karşılığı yoksa zaten oy alamaz. İhtiyaç olmadığı ortaya çıkar. Boyunun ölçüsünü alır. Bazen de bir taban bulur, siyasetimizdeki yerini alır. Başarılı da olabilir. Bugünkü sözü geçen, siyasetimizde bir boşluğu dolduran parti liderleri de daha önce bir ustanın yanında tedris görmedi mi? Bugünkü her parti lideri zamanında çırak olarak girdiği partide kalsaydı belki de siyasette bir daralma olacaktı.
—Ama bugünkü partilerden ayrılan ve gidip parti kurmaya yeltenenler kırgınlıklara sebebiyet vermektedir. Değer mi buna? Lider yalnız bırakılır mı? Beraber çalışmaya devam etseler olmaz mı?
—Beraber çalışmaya devam etseler elbette daha iyi olur, güçlerini birleştirmiş olurlar. Fakat fikirde ve yönetimde anlaşmazlıklar baş göstermiş, birlikte çalışma imkanı kalmamışsa eski hukuka, usta ve çırak ilişkisine daha fazla zarar vermeden gerekirse yollarını da ayırabilirler. Her ayrılık elbette sıkıntıları beraberinde getirir. Unutmayalım ki sıkıntılar bazen yeni doğumlara gebe olabilir. Her doğum sancılı olur, her kopuş küskünlük ve dargınlıklara da sebebiyet verebilir. Bu durum hayatın her alanında böyledir. Yıllardır baba-oğul aynı evde kalırken evladın ben ayrılmak istiyorum demesi bile sıkıntı verebiliyor. Baba, evladını yanında tutmak ister. Bakar ki olmuyor, evlat ayrı bir eve taşınır. Aradaki kırgınlıklar bir müddet devam ettikten sonra araları yeniden iyi olabiliyor.
—Ama siyaset bu, mümkün mü?
—Siyaset yarışı makam, mevki, koltuk değil de fazilet ve erdem yarışı olursa niye mümkün olmasın. Amaç ülkeye hizmet değil mi? Bakarsınız çırak ustasından öğrendiğini daha iyi uygular, boynuz kulağı geçer misali bu işi ustasından daha iyi yapabilir. Nitekim günümüzde 17 yıldır zirveyi kimseye bırakmayan, girdiği her seçimde başarılı olan bir partinin lideri de Hocasının yanından ayrılarak ayrı bir parti kurmamış mıydı? Ayrı parti kurmasına rağmen rahlesinde yetiştiği Hocasına saygıda kusur etmemiştir. Bu demektir ki partisinden ayrılıp ayrı bir parti kuranların hepsi başarısız değildir, hain de değildir, hayra da sebebiyet verebilir.
—Sonuç?
—Bizim hayır gördüğümüzde şer, şer gördüğümüzde de hayır olabilir. Bekleyip görmek lazım. Çünkü zaman her şeyin ilacıdır. Bazı şeyler yaşanması gerekiyorsa yaşanır. Önüne geçilemez. Önemli olan her ayrılık bir sancıya sebebiyet veriyorsa bu süreci kırmadan dökmeden yapmakta fayda vardır. Belki de en güzeli susmaktır. Çünkü bu atmosferde söylenecek her söz birbirlerinin yüzüne bakamayacak şekilde birbirlerini yaralar. 

27 Nisan 2019 Cumartesi

Çobanlıktan Hayırseverliğe *


Cumartesi günü bir esnaf ziyaretinde bulundum. Çayımızı yudumlarken sakallı, nur yüzlü, piri fani biri geldi. Esnaf, "İsmail Amca bir hayırseverdir. Üniversite öğrencileriyle ilgileniyor. Onlara ev ayarlıyor, burs veriyor" diyerek tanıttı. Birbirimize memnuniyetimizi ifade ettikten sonra hangi vakıf, hangi dernek dedim. “Herhangi bir vakıf veya dernek adına değil, gayri resmi bizim işimiz” dedi. Bir ekip misiniz dedim. “Hayır, ben tek kişiyim” dedi. Konuşma esnasında yaptığı iş ve dil alışkanlığı ile birkaç defa hocam dedim. “Ben hoca değilim. MEDAŞ’tan emekliyim”  dedi. (Eskiden elektrik idareleri belediyeler bünyesinde idi.) Üniversite öğrencilerine sahip çıkmak nereden çıktı dedim. “Kardeşimin beş yetimiyle başladım” dedi.


Çocukluk ve gençliğini köyde çobanlık yaparak geçiren ilkokul mezunu İsmail Amca, askerlik dönüşü köyüne gideceği vakit Kayalı Park'ta bankta oturan birinin okuduğu gazetenin arka sayfasında "Konya belediyesine memur alınacak" duyurusunu okur. 


Kırtasiyeciden bir kağıt alarak askerde yazıcısı olduğu komutanının hediye ettiği kalemle belediyeye iş başvurusunda bulunur. Yazısını çok beğenen müdür, dilekçedeki yazının kime ait olduğunu sorar. İsmail Amca benim dese de müdür inanmaz. Bir kağıt uzatarak yeniden yazı yazdırır. Ardından müdür "Yazın çok güzel. Keşke bir de daktilo kullanmayı bilseydin" deyince biliyorum cevabı verir. Önüne bir daktilo konur. Daktiloyu bildiği de ortaya çıkınca müdür İsmail Amca'ya "Yarın gel, işe başla" der.


Memuriyet hayatı bu şekilde başlar İsmail Amca'nın. Beş yetim yeğeniyle başladığı hayır hasenat işlerine bir vakıf bünyesinde devam ettirir. Çalıştığı vakfın Erbakan'a tavır almasıyla oradan ayrılır. Bir başka dernek çatısı altında çalışmalarına devam eder. İlgili dernek de 2002 yılından itibaren siyasi duruşuna ters hareket etmeye başlayınca ayrışma başlar. İlgili dernek yönetimi, kendisinin helallik dilemesine ve vedalaşmasına imkan vermeden dernekten ihraç eder.


Biri vakıf, diğeri dernek olmak üzere kendisini ait hissettiği yerlerde çalışma imkanı bulamayan İsmail Amca, bundan sonra hayır hasenat işlerini bireysel yürütür. Maddi imkanları el vermeyen tıp ve İlahiyatta okuyan kız çocuklarına evler ayarlayarak onlara kol kanat gerer. Hayırseverlerden aldığı destekle evlerin içini donatır. Kendilerine burs temin eder. Halihazırda 11 eve ulaşmış İsmail Amca. Toplamda 66 kız öğrencinin barınma, iaşe ve harçlıklarını temin etmekte. 

Sistemi kurduğunu fakat bu işlerin dışarıdan göründüğü kadar kolay olmadığını söyledi İsmail Amca. Bir saat kadar sıkılmadan dinledim kendisini. Çünkü hoş sohbet biri. Dinledikçe kendisine gıpta ettim. Yaşını sordum. Mayıs'ta 78'i dolduracağım dedi. Bu yaşına rağmen hayır için koşturan İsmail Amca'ya bu işi amatörce yapmaktan ziyade bir vakıf veya dernek bünyesinde resmiyete bindirmesinde yarar olacağını, yaptığı bu işin kendisinden sonra da devam etmesi gerektiğini söyledim. Sessiz kaldı. Vedalaşmadan önce "Kurduğu sistemin aksamadan devam ettiğini, evlerde kalıp okulunu bitiren öğrencilerin vefalı olduklarını, göreve başlayan tıpçıların ayda 500, ilahiyatçıların ise 200'er lira gönderdiklerini söyledi.(Bir vakıf veya dernek kursa belki bugünkü samimiyeti kaybolabilir. Çünkü örnekleri var maalesef)

Ağzım açık dinlediğim İsmail Amca'ya Allah senden razı olsun, sayılarını artırsın, seni yazı konusu edineceğim dedim. Vedalaştık.

Düşünüyorum da bir insan yeter ki bir şeyi dert edinsin. Azimli olsun. Çevremiz ben tek başıma ne yapabilirim diyen milyonlarla dolu. Böylelerinin çoğu maalesef bir iş yapmıyor. Sohbetinden büyük keyif aldığım İsmail Amca'yı yazdım ki bizlere örnek olsun. Gördüğünüz gibi gençliği çobanlıkla geçmiş, memur emeklisi biri tek başına neler yapmış ve neler yapmaya devam ediyor.

Çobanlıktan hayırseverliğe uzanan İsmail Amca şimdiden yetiştirdiği öğrencilerin gönlünde taht kurmuş, kubbede hoş bir seda bırakmış. Allah uzun ömür versin. Vefat ettiği zaman kurduğu bu hayır köprüsünü inşallah birileri devam ettirir. Öldükten sonra inanıyorum ki bu çoban hayırseverin amel defteri kapanmayacak. 

* 17/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Türkiye'nin Yabancılar Sorunu ***


Anadolu, geçmişten günümüze ülkelerinden şu ya da bu nedenlerle göç etmek zorunda kalan soydaş ve dindaşlarımızın sığındığı bir ülke olmuştur. Bunlar zamanla bizden biri olmuşlar, bize uyum sağlamışlardır. Zamanla kız alıp verilir olmuştur. Ülkemiz savaş, yokluk, iç savaş vb. nedenlerle toplu göçlere ve mülteci akınlarına maruz kalmaktadır. Yabancılar hangi saikla gelirse gelsin ekseriyeti bu ülkeye yerleşmekte ve Anadolu'yu mesken edinmektedir. 

Bilmemiz gereken durum, Türkiye 80 ve 90'ların Türkiye'si değildir. Farklı dil ve ırklara ev sahipliği yapmaktadır. Farklılıklarımızı zenginlik kabul edip aynı amaç ve ülküde, bir potada eriyemez, birbirimize uyum sağlayamaz isek bu ülkeyi iyi günler beklemiyor. Niyetim felaket tellallığı falan değil. Bu mevcut durumumuza sadece istihdam ve maddi boyuttan bakmıyorum. İstihdam veya maddi paylaşım şu ya da bu şekilde yapılır. 

Benim endişem yabancıların medeni durumları ne olacak? Her yabancı kendi memleketlisiyle evlense eh diyeceğim. Gördüğüm kadarıyla maddi sıkıntılardan dolayı bir kısım yabancı, bizim insanımızla evliliği tercih ediyor. Hatta bazıları ikinci, üçüncü eş olmayı bile göze alıyor. Bu durum bizim aile yapımızı da  bozacaktır. Evlilik için tercih edilmeyen yabancı erkekler ne olacak? İnsani ihtiyacını meşru yoldan gideremeyenlerin  bir kısmı taciz, istismar ve tecavüz gibi sapık ilişkilere yönelemez mi? Halihazırda Küçükçekmece ilçesinde beş yaşındaki bir kız çocuğunun başına gelen bireysel istismar olayının benzerlerinde -önlem alınmaz ise- artış olacağını düşünüyorum. Meydana gelen bu ve benzeri sapık ilişkiler zaten bizim toplumumuzda eksik değil. Bunun önü alınamazken yabancıların da bu tür ilişkilere yönelmesi toplumsal infiale yol açabilir. Yabancı düşmanı falan değilim ama toplumumuzda yabancılara karşı bir hoşnutsuzluk had safhada. Yarın adi suçlar ve istismar olayları artış gösterirse toplumsal linçler ve yabancı düşmanlığı baş gösterebilir.

İşi gücü olan, evlilik düzenini kurmuş, yaşadığı muhite uyum sağlamış, evlilik düzenine önem veren yabancılarla insanımızın bir sorunu yok. Çoğu kaçak yollarla ülkemize gelip boş ve avare gezen, yiyecek ekmeğe muhtaç veya iş bulmuş fakat evlilik düzeni kuramamış yabancılar suça karışma potansiyelini bünyelerinde daha fazla barındırıyorlar diye düşünüyorum.

Gelen yabancıların büyük çoğunluğu ülkemizde durmaktan da çok memnun değiller. Ülkemizden ölümü göze alarak kaçak yollarla yurt dışına gitmek isteyenler olduğu gibi diğer taraftan yine kaçak yollarla giriş yapan çok sayıda yabancı var.

Ne yapalım? Doğrusu bu mevcut durumu bugünden yarına değiştirme imkanımız yok. Bir İçimizde yabancılarla beraber yaşamanın yollarına bakacağız. Bundan sonrası için kaçak girişlerin önüne geçmemiz lazım. İçimizde yaşayanların suça karışmasını önlemek ve en aza indirgemek amacıyla bir iç denetim kurmamız gerekiyor. Diğer taraftan işi gücü olmayan ve bir düzen tutturamamış yabancıları ülkelerine geri gitmelerini sağlamak amacıyla ilgili ülkelerle iyi bir diplomasi yürütmede fayda var. Suça karışan yabancılar sınır dışı edilmelidir.



***30/04/2019 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


26 Nisan 2019 Cuma

Bak Oğul! *

*Yola birlikte çıktığın arkadaşlarını ne sen yarı yolda bırak ne de onlar seni bıraksın.
*Arkadaşlarınla bazı konularda sorun yaşadığın zaman olayı sıcağı sıcağına çözmeye çalış. Karşılıklı konuş. Araya birilerini katma. Bir konuda anlaşamamanız senin veya onların kötü olduğu anlamına gelmez. Bazen iki iyi anlaşamayabilir. Olur ya çeker giderse kapını daima açık tut. Dostlar kırılsa, küsse, çekip gitse bile birbirlerini kolay kolay satmazlar. Bu zaman diliminde ne dostların ne de sen birbirinizin aleyhinde konuşsun. Sakın ola ki size yaranmaya çalışan üçüncü şahısların dostlarını eleştirmesine, hakaret etmesine asla izin verme. Çünkü böyle bir şey dostu fena yaralar. Dostlarını kötüleyenlere karşı da asla sessiz kalma. Zira dostun sessizliği dostu daha fazla üzer. Aranızdaki sorunu daha da derinleştirir. Her ne olursa olsun dostlarına kapın daima açık olsun. Bakarsın bir gün döner gelir. 
*Dostuna yaptığın iyiliği hiç başa kakma. Bunu ima bile etme.
*Aranızda iletişimi hiç eksik etmeyin. İstişareye önem verin. Asla başına buyruk olmayasın.
*Başta dostların olmak üzere herkese kucaklayıcı bir dil kullan. Asla ötekileştirme. Kimseyi küçümseme ve hor görme.
*Senin doğruların kadar başkalarının da doğru olabileceğini hiç aklından çıkarma. Çünkü hayatta özellikle sosyal hayatta tek doğru olmadığı gibi doğruya giden yol da tek değildir.
*Dostlarının yapıcı eleştirilerine daima açık ol, onları dinle, onlara değer ver. Düşmanlarına malzeme verme.
*Bir gün ekibinden dostlar çekip giderse yerine getireceğin kişilerin en az dostların kadar kaliteli olmasına dikkat et, hatta onlardan daha ileri düzeyde olsun. Gören, yerine gelen fazlasıyla koltuğu doldurdu desin.
*Sonradan bulduğun kişileri zaman zaman test et. 
*Ben en iyisini yaparım diye tüm yükü üzerine alma. Yeteneklerine göre ekibinin arasında sorumluluğu paylaştır.
*Düşmanın bile olsa kimsenin onuruyla oynama. İşini-aşını kesme.
*Ehliyet, liyakat ve adaletten hiç ayrılma.
*Zaman zaman dinlenmeye çekil. Bu esnada konuştukların ve yaptıklarınla yüzleş.
*Yanında senin yerini alabilecek, senden sonra bayrağı devralacak potansiyeli taşıyanlara yer ver. Bu seni küçültmez, büyütür.
*Dostlarını herkesin önünde paylama. 
*Bir konuda başarılı olamadığın zaman hatayı ilk önce kendinde ara.
*Kamu malını yetim malı bil. Asla savurgan olma. Her şeyi yerli yerinde kullan.
*Basını tümden ele geçirme. Çünkü tüm basının seni savunması aleyhine işler. Sana bir şey getirmez ve kazandırmaz. 
*Çevreni geniş tutmaya gayret et. Herkesi olduğu gibi kabul et.

Bunlar sana baba nasihatim. Umarım dikkate alırsın.

* 03/05/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

25 Nisan 2019 Perşembe

Hastaneler Birilerinin Elini Kolunu Sallayarak Girdiği Yer Olmamalı *

Resmi kurumların içerisinde kimsin, necisin, nasıl birisin, dur bakalım, derdin ne, kiminle görüşeceksin denmeden herkesin elini kolunu sallayarak girip çıktığı benim bildiğim bir okullar, bir de hastaneler var. Bunların dışında diğer kurumların çoğunda girişlerde X-Ray cihazı olur. Nedense bu iki kurumda böyle bir tedbire gerek görülmemiş. Belki de bundandır en fazla şiddete maruz kalan, kafası gözü kırılan, gerekirse vurulup öldürülen bu iki kurumdan çıkıyor. Bu iki kurum da olmasa hasta ruhlu insanımız nerede, kimde deşarj olacak? Hasılı bu iki kurum çalışanlarına gelen vuruyor, giden vuruyor. Bu iki meslek grubuna şamar oğlanları dense yeridir. Milli eğitimde çalışan öğretmenleri bir tarafa bırakarak burada doktorları konu edinmek istiyorum. 
 
Tıp Fakültesi Anestezi Bölümü ağrı poliklinikliğine uyuşturucu bağımlısı bir hasta gelir. Doktordan bir ilacı yazdırmak ister. Doktor, ilacın düşük dozda olanını yazabilirim deyince yazarsın, yazmazsın tartışması üzerine hastamız nerede sakladıysa çıkardığı bıçağı doktorun masasının üzerine bir hışımla atar. Ardından bıçağı eline alarak doktora saplamak için hamle yapar. Doktor yerinden kaçmasa bugün bıçakla yaralanmış, belki de ölmüş bir görev şehidinden bahsediyor olacaktık. Doktorların başına gelen vakayı adiden bir örnek. Daha neler oluyor, ne beterlerini duyuyoruz!

Merak ettiğim bu hasta; evin mutfağında, kurban kesiminde ve  kasapların kullandığı bu Sürmene bıçağını hastaneye nasıl soktu? Katlanan bir bıçak olsa eh cebinde getirir diyeceğim. Hasta bu bıçağı ya gazete arasına sarılı bir şekilde elinde getirebilir ya da arka cebine veya gömleğinin içine koyarak getirebilir. 

Bu bıçak hastaneye nasıl sokuldu derken benimki de laf. Denemesi bedava! Silah, tabanca ne varsa girebilirsin. Çünkü gittiğim hastane girişlerinde ben X-Ray cihazı görmedim. Hastane girişleri yolgeçen hanı gibi desem yanlış olmaz.. İsteyen istediği şekilde içeriye girebiliyor. Kapılarda olsa olsa silah taşıma ruhsatı olmayan özel güvenlik görebilirsin. Onların da çoğu bir kenarda izleme görevi yapıyor ya da başka amaçlı kullanılıyor. İçeriye yaralayıcı aletiyle beraber giren hasta tipler polikliniklerde istediğini yapabiliyor.

Böyle giderse bir zamanların gözde mesleği olan doktorluğu yapan kalmayacak. Çünkü çalışanların can güvenliği yok. Can güvenliği olmayan, kelle koltukta görev yapan bir hekim kimsenin canını kurtaramaz.

Çözüm ne derseniz? En iyi çözümleri de getirip tedbirler alsak bile bizde bu şiddet anlayışı olduğu müddetçe maalesef başta şiddet olmak üzere yaralama ve öldürme devam eder. Caydırıcı olması bakımından en azından hastaneye yaralayıcı bir aletle girmenin önüne geçmek için girişlere X-Ray cihazı konabilir. Özel güvenlikle nerenin güvenliği sağlanacaksa sağlansın. Hastanelerin giriş kapılarında ve riski yüksek polikliniklerin önünde resmi polislere görev verilebilir. 

* 29/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


İstenmediğim Yere Gitmem


Hayatım boyunca ne kedi olabildim ne de fare tuttum. Bir gün bahtım açılır da bir fare tutabilirsem artık bir farem var deyip rastgele her yere gitmem. Bir bakarım: Gideceğim yer beni istiyor mu? Gittiğim takdirde birilerini huzursuz eder miyim? Beni görünce insanlar üzerime çullanmaya kalkar mı? Ben gitmesem işler yürümez mi? Mesela bir cenazeye gitmezsem farzı kifayeyi ihmal eder, cenaze orta yerde kalır. Bu yüzden indi ilahi de sorumlu olur muyum? Gitmezsem aranır, niye gelmedi derler mi?

Haydi hepsini düşündüm, kambersiz düğün olmaz deyip çıktım yola. Beni görünce insanlar cazibeme dayanamadı. Ben de bunun gibi bir fare tutacağım ama bahtımın açılması için buna elimi dokunacağım dedi. El bu. Yumuşak da gelir, biraz sert de. Çünkü sevenlerimin el vermesine hazırlıklı olmalıyım değil mi? Ne de olsa orta yerde benden kaynaklanan bir hengame oluştu. Gülü seviyorsam dikenine katlanmalıyım değil mi? Sert bir el geldi diye ortalığı velveleye vermemin manası var mı? Yumruk acıttı, beni öldürecekler denir mi? Cenazesini kıldığım şehit “beni öldürecekler, kurşun, mayın, top, tüfek beni çok acıtır dedi mi? Sessizce çekti gitti. Hem sonra ben oraya davetsiz gitmedim mi? Misafir umduğunu değil, bulduğunu yer değil mi? Bazen ilgi görür bazen de şiddet. Bahtıma artık. Haydi acıttı, canımı gücün kurtardım diyelim. Önümde şehit uzanmış yatıyorken ve bir daha aramızda olmayacak iken yediğim yumruğun hesabını yapmam doğru mu?

Başıma gelenlerden ötürü keşke fare tutmaya verdiğim önem kadar bir de insan ve toplum psikolojisine önem versem olmaz mıydı? Gittiğim yöre halkı beni benimseyecek mi yoksa tepki mi gösterecek? Ortam gergin mi? Ben bu gerginliği biraz daha tetikler miyim diye düşünmem gerekmez mi?

Haydi istenmeyen yere gittim, günümü gösterdiler, canımı gücün kurtardım. Aradan günler geçti. Hala ortalığı velveleye vermemin bir alemi var mı? Bana vuranı adli kontrol şartıyla salıvermişler. Ne yapalım yani? Benim keyfim için adamı asacaklar mıydı? Kanun yeni mi aklıma geldi? Bugüne kadar taammüden öldürmeye teşebbüs edenler, yaralayanlar, vurup kıranlar hep adli kontrol şartıyla serbest bırakılırken ben neredeydim? Böyle kanun olur mu dedim mi? Demediysem bugün ağlamamın gereği var mı? Adli kontrol dedikleri bu. Adamı evire çevire döveceksin. Polis seni yakalamak için günlerce uğraşacak. Sonra seni hakim karşısına çıkaracak. Alacağın ceza 4-5 yıldan az ise sen "Sayın hakimim! Ben suçluyum. Ne olur, beni içeri al" desen bile hakim seni içeri almaz. Haydi git. Bana bir daha böyle gelme. Beni meşgul etme. Bir daha ki gelişinde öldür de gel. İşte o zaman seni muhatap alırım" dercesine sen kapı dışarı eder. Sen bu durumu biliyor olmalısın. Bilmiyorsan şimdi hakkal yakin öğrenmiş oldun. 

Ermeni Meselesi Kabak Tadı Verdi Artık! *


Ben bu Ermenileri anlamıyorum. Neden derseniz, geçmişi bırakıp önlerine ve geleceğe bakacakları yerde bir türlü 1915’ten kurtulamıyorlar. Kendileri kurtulamadıkları gibi yaptıkları lobicilik faaliyetleriyle bizim tehcir (zorunlu göç) dediğimiz olayı dünya gündeminde tutmaya ve bizi de yanlarına çekmeye çalışıyorlar. Tüm dertleri, tarihte kalmış tarihi bir meseleyi tarihçilere bırakmanın ötesinde konuyu dünya siyasetinin bir parçası yapmak, kendilerinin haklı olduğunu kabul ettirmek ve Türkiye’yi mahkum ettirmek.

Kış uykusuna yatan Ermeni lobisi her nisan ayı geldiğinde harekete geçer. Acaba birkaç ülkenin parlamentosundan Türkiye’nin aleyhine bir karar çıkartabilir miyiz derler. Böyle yapmakla havanda su dövseler de zaman zaman lobicilik faaliyetlerinin meyvelerini topluyorlar. Bizim tarihimizde tehcir olarak geçen zorunlu göçü, geçmişte bazı ülkelerin parlamentosundan “soykırım” olarak geçirttiler, kimi ülkeler de “büyük buhran, büyük felaket” olarak kabul etti ve her 24 Nisan’da anarlar.

Anladığım kadarıyla bu Ermenilerin de bizim gibi adam olacağı yok. Neden derseniz? Çünkü onlar da aynı bizim gibi. Bir türlü geçmişten kurtulup günümüze gelmiyorlar. İşleri, güçleri 1915 veya diğer adıyla soykırım. Herhalde üzüm üzüme baka baka kararır misali onlar da iyice bize benzemişler. Ne de olsa asırlardır Anadolu’da bir ve beraber yaşamışız ve sadakatlerinden dolayı Milleti Sadıka demişiz. Ermeniler ve Türkler unutmasınlar ki hep geçmişle yaşamak, bir türlü günümüze gelmek istemeyen devlet ve milletler geri kalmaya mahkumdurlar. Şekil A da görüldüğü gibi.

Böyle derken tehcir olayını küçümsüyor değilim. 1915’te hiçbir şey olmamıştır, hiçbir Ermeni’nin burnu kanamamıştır da demiyorum. Ermenilerin, asırlardır bir ve beraber kardeşçe yaşadığımız Osmanlı ile 1915’te bizim yollarımız niçin ayrıştı? Bizi niçin zorunlu göçe tabi tuttular? Bize Milleti Sadıka derken niçin hain ilan ettiler diye düşünmeleri gerekmiyor mu? Birinci Dünya Savaşı gibi bir savaş ortamında yedi düvel ile çarpışırken Osmanlı “Yahu fırsat, bu fırsat! Bu arada bir macera fena gitmez. Şu Ermenilere bir had bildirelim, Bu vesileyle Anadolu’yu bir temizleyelim” mi dedi? Biliyorum bizim İttihatçılar maceracı idi. Ama herhalde dışarı ile boğuşurken içeride sorun çıkaracak kadar da maceracı değildirler. Ben tarihçi falan değilim ama bunu anlamak için illaki tarih okumaya gerek yok. Görünen, İttihatçıların bizi savaşa sürüklemesiyle kendimizi savaşın içinde bulmuşuz. Osmanlı cephelerde zor durumda olunca Anadolu’daki Ermenilerin iştahları kabarmış, “Fırsat bu fırsat” deyip ganimet paylaşımına girişmiş, kendilerine bir mevzi kazanmaya çalışmışlar. Bu durumda Osmanlı yetkilileri “Oh oh, ne güzel! Ganimetten Ermeniler de pay alsın, helali hoş olsun” demeyeceklerdi herhalde. Çıkardıkları kanunla Ermenileri Anadolu’dan göç ettirmişler. Ermeni çeteleri bizim insanımıza saldırırken o hengamede bizim insanımızın elleri armut toplamadı herhalde. Elbette göç öncesi ve göç esnasında karşılıklı olarak çatışma, ölme, öldürme olayları vuku bulmuştur. Acınız acımızdır. Sizi anlıyoruz. Aynı şeyi biz de sizden bekliyoruz. Siz de bizim acımızı duyun ve hangi durumda olduğumuzu anlayın.

Kına geldi artık sizin bu “soykırım soykırım” tekerlemenizden. Isıtıp ısıtıp önümüze koyuyorsunuz. Biz bu yemekten bıktık. Kabak tadı verdi iyice. Bu yemek bayatladı çünkü. Kusura bakmayın; bu iddialarınızdan, bu gittiğiniz yoldan size bir ekmek çıkmaz.

Her şeyden öte aradan yüz yıl geçmiş. Bırakıverin artık eteğinizdeki taşları. Olayın failleri öldü, yaşayanı da yok günümüzde. Bugün ne geçmişe gidebiliriz ne de geçmişi günümüze getirebiliriz. Siz de biz de önümüze bakalım. İnanın gelişirsiniz. Biz de sizinle gurur duyarız.

Burada bir söz de Ermeni lobilerinin dümen suyuna girip kendi parlamentolarını vazifesi olmayan işlere alet eden sömürgeci devletlere edelim: Siz kendinize ve tarihinize bakın. Bize taş atacaksanız ilk taşı en günahsız olanınız atsın.

* 27/04/2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

24 Nisan 2019 Çarşamba

Türkiye İttifakı mı Dediniz? ***


Cumhurbaşkanlığı sistemine geçmemizin ardından 24 Haziran 2018 tarihinde erkene alarak yaptığımız cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerinde Türkiye, ilk defa Cumhur ve Millet İttifakları ile tanıştı. Ardından 9 ay sonra yapılan mahalli idareler seçimlerinde resmen olmasa da partilerimiz il-ilçe ve büyükşehirler bazında yine ittifak yaparak seçimlere girdiler. Görünen o ki bundan sonra seçimlerde ittifak sözünü çok duyacağız. Partiler bir sonraki seçimlerde aynı ittifaklarla mı seçimlere giderler, ittifaklar bozulur mu, yeni ittifaklar kurulur mu, bugün karşı ittifakta yer alan partiler yarın aynı ittifakta yer alırlar mı, bunu da zaman gösterecek.

31 Mart seçimlerinden sonra ülkenin gündemine şimdi "Türkiye İttifakı" düştü. Bu ittifakı ilk defa Sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan dillendirdi. Ne demek istediğini anlamadan eyvah dedim. Endişem ittifak kelimesine tabii ki… Çünkü TDK'ya göre ittifak: "anlaşma, uyuşma, bağlaşma...oy birliği...birlikte hareket etmek üzere anlaşma...birleşme" anlamlarına geliyor.

İyi, güzel, ne var bunda diyebilirsiniz? "Türkiye ittifakı" güzel ve kulağa hoş geliyor ama ittifakın doğasında, anlaşamadıkları takdirde sen yoluna, ben yoluma deyip çekip gitme vardır. Nitekim dünyada kurulan ittifaklar bir müddet sonra yerini ayrılığa bırakmıştır. Konuya bir de bizde kurulan ittifaklara bakalım. 24 Haziran 2018 seçimlerinde kurulan Cumhur İttifakının iki partisi, halen birlikteliklerini devam ettiriyor. Resmiyette ittifak yapmasa da 24 Haziran seçimlerine AK Parti listelerinde yer alarak ittifaka destek veren BBP, 31 Mart seçimlerinde birçok yerde seçimlere kendi parti amblemiyle girdi. Yine Millet İttifakı olarak 24 Haziran seçimlerine CHP, İYİ Parti ve SP birlikte girmişlerdi. 31 Mart'ta SP, ittifakın içinde yer almadı. İYİ Parti, 24 Haziran seçimlerinden sonra ittifakın bozulduğunu ifade etmişti. Sonra tekrar ittifak yaptılar. Demem odur ki ittifakların doğasında bozulma, anlaşamama ve ayrılma vardır. Bir an için partilerimiz bir araya gelerek Türkiye ittifakı kurdular. Bu, güzel ama bir gün biz anlaşamıyoruz, ayrılacağız derlerse ne olacak? 

Türkiye ittifakı ile ne kastettiğini soranlara Sayın Erdoğan "Türkiye ittifakı da Cumhur İttifakı'nın farklı bir versiyonudur. Biz şu anda 82 milyonu farklı farklı şeylere ayırarak konuşamayız. 82 milyonu biz bir ittifak içerisinde 'tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet' olarak topluyoruz. Kastımız da budur." açıklamasını yaptı. Sanırım Erdoğan Türkiye ittifakı derken Türkiye'nin birliğini kastediyor. Eğer böyle ise eyvallah derim. Zaten olması gereken de budur. Çünkü bugün her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe ihtiyacı var. Ülkenin huzur ve dirliği için bu durum aciliyet arz ediyor. Bunun için Türkiye ittifakının söz bazında kalmayıp içini doldurarak işe başlanmasında fayda vardır. Her konuda yüzde yüz birlikteliğimiz olmaz ama en azından asgari müştereklerde buluşabiliriz:
*Kucaklayıcı bir dil,
*Kendimiz için istediğimizi bizim gibi düşünmeyenler için de istemek. (veya tersi)
*Kıvanç ve tasada birliktelik,
*Teröre karşı tek vücut,
*Farklı fikirlere tahammül, eleştiriye açık olmak.
*Farklı fikir ve görüşte olanların aralarında diyalog ve iletişimi kesmemeleri,
*Kimse kimsenin hayat tarzına müdahalede bulunmaması,
*Birbirimize güven vermek gibi
Bir ve beraber olmak için yeter ki iyi niyetle ilk adımı atalım. Arkası gelir inşallah!

***27/04/2019 tarihinde Pusula haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


23 Nisan 2019 Salı

Derdiniz Ne Sizin?


Birlik ve beraberliğiniz düşman çatlatan cinstendi. Zorluk ve güçlüklere karşı sırt sırta verip kenetlendiniz. Korku ve yıldırmalara pabuç bırakmadınız. Zirvenin en alasını gördünüz. Bin bir mücadeleyle elde ettiğiniz makamları kimsenin yapamayacağı şekilde birbirinize sunarak fedakarlığın ve dostluğun en güzel örneklerini verdiniz. Aldığınız emaneti emin adımlarla götürürken zirve sizi, siz de zirveyi sevdiniz.

İş böyle devam ederken Çin işkencesi gibi teker teker birbirinizden ayrılmaya başladınız. Sebep ne? İktidarı kaybetseniz ya da bir kazaya uğrasanız; öküz öldü, ortaklık bitti. Eh olabilir, nimet bitince kimse külfete ortak olmaz diyeceğim. Öyle bir şey de yok. Hala zirvedesiniz. O halde mesele ne? Makam ve mevkileri mi paylaşamadınız? Sanmam. Çünkü kimsenin vazgeçemeyeceği makamları birbirinize altın tepsi içinde sundunuz. Düşünceleriniz mi farklılaştı? Yok öyle bir şey. Hala aynı düşünce yapısına sahipsiniz. Birbirinizin mahremine el uzatıp kanlı bıçaklı mı oldunuz. Yine yok böyle bir şey. Önünüze mikrofon uzatılsa aramızda sorun yok diyorsunuz. Madem sorun yok. Niçin bir araya gelmiyorsunuz? Niye kaçıyorsunuz birbirinizden? Bu kaçış niye, nereye kadar? Kendinize öz güveniniz mi yok? Söyleyecek sözünüz mü kalmadı? Birbirinize kapılarınız mı kapalı, bakacak yüzünüz mü yok? 

Bir sorun olduğu belli gayri. O zaman niçin bir araya gelip sorunlarınızı masaya yatırmıyorsunuz? Birbirinizden kaçışınız suçluluk psikolojisi mi? Bir araya gelip oturamıyorsanız niçin basın yoluyla birbirinize laf dokunduruyorsunuz? Yok mu sizi bir araya getirecek, sizi barıştıracak sizin dostlarınız? Hepsini bitirdiniz mi? Haydi yok diyelim. Niçin sizi tutan kalemşorlarınıza bir şey söylemiyorsunuz? Çünkü onlar sizin aranızı daha da açıyor. Onlar benim kardeşim, kardeşlik hukukumuza laf söyletmem demiyorsunuz? Sizde geçmişin hatırına ahde vefa da mı yok?

Benim anladığım kadarıyla sizin aranızdaki anlaşmazlığın sebebi yönetim anlayışınızdaki farklılığınızdan kaynaklanıyor. Biriniz cumhurbaşkanlığı sistemini isterken öbürleriniz parlamenter sisteminden yanasınız. Biriniz tüm yetkiler bende olacak derken öbürünüz yetki, sorumluluk paylaşılsın istiyorsunuz. Sorun bu ise oturup konuşacaktınız. Ama siz ne yaptınız konuşmadınız. Birbirinize eyvallah demediniz. Filistin-İsrail bile zaman zaman bir araya gelebiliyor iken siz birbirinizden kaçtınız.  Kaçtıkça sorununuz azalmıyor; kırgınlıklar, küskünlükler, incinmişlikler artıyor. Bu da ülkeye yansıyor. Camiayı üzüyor. Artık birbirinize saygı da duymuyorsunuz. Kusura bakmayın ama aralarındaki sorunu konuşarak çözemeyen kardeşler Türkiye'nin sorunlarını çözemezler.

Size ne yapmak lazım biliyor musunuz? Sizin hepinizi bir araya getirip haydi eteğinizdeki taşları dökün denecek. Sorunu çözmeye yanaşmıyor musunuz ya da anlaşamadınız mı? O zaman yapılacak tek şey var: Eşeği suya göndermek hem de uzak bir yere. Ondan sonra eline sopayı alacaksın ve eşek sudan gelinceye kadar döveceksin. Dayak acıttı "anam" mı dediniz? Anan ya diyeceksin ve vurmaya devam edeceksin, hem de bıkmadan, usanmadan ve acımadan. (Bu arada dayağa ve şiddete karşıyım ama beni buna mecbur ettiniz.)

Şehidimize Saygı Lütfen! *


Gençliğinin baharında canını vererek bedel ödeyen dört şehidimizin kanı daha kurumamışken acılarımız daha taptaze iken ateşin düştüğü yer hala aileleri yakarken biz şehit cenazesinde itişip kalkışıyoruz ve atılan yumruğu konuşuyoruz. Değdi mi, değmedi mi, organize bir eylem mi, arkasında birileri var mı, saldırganlar köyden mi,  saldırganlar dışarıdan mı, polis ya da jandarma güvenlik tertibatı almış mı, almamış mı, saldırganların arkasında bir azmettirici var mı, yok mu, bu olaydan hükümet mi sorumlu yoksa Ana muhalefet mi sorumlu tartışmaları yapıyoruz.

Ana muhalefet lideri ve beraberindeki heyete(veya herhangi bir kimseye) yapılan linç girişimini kim yapmışsa arkasında kim varsa bu şiddet olayını asla tasvip etmiyorum.  Bu olayı da küçümsemiyorum. Yakalanan zanlıların ucu kime, nereye gidecekse sonuna kadar gidilmesini istiyorum. Yapılsın ki önüne gelen birilerine şiddet yoluyla racon kesmeye kalkmasın.

Şehit cenazesinde verilmiş sadakamız varmış ki orta yerde şehidimiz dışında ölüm yok. Bir an için düşünelim. Bu kargaşa ortamında silahlar patlamış olsaydı belki bugün atılan yumruğu konuşmuyor, sokağa dökülmüş ve birbiriyle kozlarını paylaşan sıcak sokak çatışmalarını izliyor olacaktık ya da kendimizi bu ortamın içinde bulacaktık. Bu, iç savaş demektir.

Şehit cenazesinde cereyan eden bu olay hepimizin kulağına küpe olmalı. Başta siyasiler olmak üzere herkes işin ciddiyetinin ve vahametinin farkına varmalı. Sorumluları yakalanmış bu menfur olayı artık adliyeye bırakmalıyız. Şiddet sahipleri gerekli cezayı almalı. Olayın azmettiricisi varsa ortaya çıkarılmalı. Yumruk olayını daha fazla kaşımayalım. Gündemden düşürelim. "Sen şunu dedin, ben bunu dedim. Sen suçlusun" suçlamalarını bir tarafa bırakalım. Zaman tansiyonu düşürücü açıklamalar yapma zamanı. Pamuk ipliğine bağlı birlik ve beraberliğimizin fitilini ateşleyecek söylemlerden kaçınmalıyız. Özellikle şehit cenazelerinde… 

Kimse unutmasın ki şehitler bizim yumuşak karnımızdır. Kimse şehitler üzerinden bir gelecek devşirmeye kalkmasın. Kimin, kiminle ne kavgası varsa bunun yeri şehit cenazesi değildir. Gitsinler kozlarını istedikleri yerde paylaşsınlar. Cenazelerimiz ve cenaze sahipleri cenazelerine saygı bekler, son görevin en iyi şekilde yapılmasını ister. Biz bağrımıza taş bastırır, içten içe ağlar, Allah'tan geldik, Allah'a gideceğiz" der, sessizce cenazemizi defnederiz. Hele bu cenaze bir de şehit cenazesi ise saygıda asla kusur etmeyiz. Cenaze boyunca aramızdaki husumeti bırakır, yan yana saf tutarız. Biz böyle bir milletiz. Adap ve nezaket kuralları da bunu gerektirir. Kavga mı edeceğiz? Cenazeden ayrılır; başka bir gün, başka bir yerde gerekirse kavgamızı devam ettiririz.

Bizim için diri olan, cenazesini kıldığımız şehidimiz; cenazesinde olup bitenleri izledikten sonra dile gelip bize ne derdi acaba? Herhalde “Ben sizin birlik, dirlik ve huzurunuz için bedel ödedim, canımı ortaya koydum. Yumruğun hesabı mı olur? Canımın karşılığında siz birbirinize giriyorsunuz. Üzerimden çekin ellerinizi. Gidin kavganızı başka yerde yapın. Lütfen benim üzerimden ucuz kahramanlık yapmayın. Vay yazık! Tuh size” demez miydi?

Şehidimize saygı lütfen! 

*24.04.2019 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



22 Nisan 2019 Pazartesi

Sevdiklerimize Kötülük Yapmayalım


Evlendik. Bir çocuğumuz olsun istedik. Allah herkese evlat verirken bize türlü çocuk vermedi. Uğraş, didin; şu doktor, bu doktor derken tüp bebek yolunu da denedik. Olmadı. Umutlar tükenmeye başlarken gökte aradığımızı yerde bulduk. Nihayet nice yıllar sonra bir çocuğumuz oldu.

Dünya tatlısı bir çocuk. Keremine şükür!  Bir dediğini iki etmiyoruz. Üzerinde titriyoruz. Onu çok seviyoruz. Nasıl sevmeyiz ki yıllardır bekledik onu. Bizim her şeyimiz. Varlık sebebimiz. Üstelik sevdirmesini de biliyor. Akıllı ve zeki. Güzel konuşuyor. Korkusuz ve gözü pek. Sözünü esirgemeyen biri. Dobra aynı zamanda. Başarısıyla da göz dolduruyor. Başarıdan başarıya koşuyor. Ele avuca sığmıyor. Çalışkanlığı dillere destan. Tuttuğunu koparıyor. İbadet aşkıyla koşturuyor. Çevresine hizmet etmeyi seviyor. Sevgisi evi de taştı. Bu konuda rakip ve alternatifi de yok. Ölümüne seveni çok.

Hiç hatası yok mu bu çocuğumuzun? Olmaz olur mu? Saymakla bitmez. Tek başına buyruktur bir defa. Benim dediğim olacak anlayışı var. Yaşadıklarından ve gördüğü ihanetlerinden dolayı kimseye güvenmiyor. Aşırı yorgun olduğundan kırıp geçiriyor. Önüne çıkana ayar veriyor. Çünkü dilinin kemiği yok. En son söyleyeceğini en başta söylüyor. Eleştiriye gelmiyor. Rakiplerine ve kendisine rakip çıkacaklara göz açtırmıyor. İnatçıdır, dediğim dedikçidir. Dediği olacak mutlaka. Başarı üstüne başarı gösterdiği için yenilgiye tahammülü yoktur. Yaptığı takdir görsün ister. Çok tekrarlar ve kıyaslar. Tuttuğunu tutar, salıvermez. Kalemini kırdığını da siler atar. Damarına bastın mı gözü hiçbir şeyi görmez. Sevenleri olduğu kadar sevmeyenleri de çok. Hatta sevmeyenlerini nefret noktasına getirdi. Tüm nefret edenleri kendisine karşı birleştirdi.

Tüm bunlara rağmen sevgimiz o kadar ileri ki çocuğumuza toz kondurmuyoruz. Çünkü çok seviyoruz. Sevgimiz o kadar ileri ki gözümüzü kör etti. Hata ettiğini veya hata edebileceğini görmek istemedik veya vardır bir hikmeti diye kendimizi inandırdık. Hem hata yapsa bile sonunda hep kotardı nasılsa. Tuttuğunu kopardı. Sonra hata yaptığını kim söyleyebilecek? Var mı böyle babayiğit? Üstelik hatasını söylememekle kalmadık. Her şeyiyle onu destekledik. Alkışladık. Açık çek verdik.

Burada suç kimin? Bu başarılı çocuğun mu yoksa hata yaptığı zaman hatasını söylemeyen sevenlerinde mi? Bence şöhret, makam, sürekli başarı, alternatifsizlik, rakiplerine sürekli fark atmak kişiye aşırı güven verebilir. Kişide bir müddet sonra enaniyet de oluşabilir. Ne de olsa nefis taşıyor her insan gibi. Böylesi durumlarda en büyük suç hatasını görmeyen, görmek istemeyen veya her yaptığını doğru-yanlış demeden alkışlayan sevenlerinde olsa gerek. Sevenlerine veya dostlarına gereken usulünce hatasını söylemektir. Çünkü dost acı söyler, yüze söyler. Hatasının söylenmesi onu sevmediği anlamına gelmez.

Sevileni bir müddet sonra gözden düşüren, sevenlerinin sessizliği ve hatalarını söylememeleridir. Bu durum onların eseridir.



21 Nisan 2019 Pazar

Mısır'da Komedi Devam Ediyor

Batı ve ABD destekli bir darbeyle Mısır'ın seçilmiş cumhurbaşkanı Mursi'yi indirerek Mısır'ın cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturan darbeci Sisi, silah zoruyla oturduğu koltuk çok hoşuna gitmiş olmalı ki bugünden yarına gitmeyi düşünmüyor. Ne olur ne olmaz diyerek koltukta oturma süresini 2030'a kadar uzatmayı düşünüyor. Bu işi düşünme safhasının da ötesine geçirip anayasa paketi hazırlayarak halkın önüne sandık koyuyor. Sandık sonucu da şimdiden belli olduğuna göre bu demektir ki 2013 yılından beri Mısır'ın Cumhurbaşkanı olan Sisi, 2030'a kadar Mısır'ın Cumhurbaşkanı olarak kalacak.

Be kardeşim Sisi! Şimdi sandık formalitesine ne gerek vardı? Senin elinde silahın var, emrinde binlerce askerin var, arkanda koskoca ABD var, Batı var, İsrail var, başta Suud olmak üzere bazı Arap ülkeleri var. Sen resmiyetini zaten bunlardan aldın, halka gitmek de neyin nesi? Halka giderek niçin üç gününü kaybediyorsun? Sonra seni halk getirmedi ki halka gidesin... Halk dediğin kim ki sonra! Yoksa bir an için demokrasi havarisi mi kesildin? Halk benden ne kadar memnun bir sorayım mı dedin? Bir defa demokrasinin "D" sini sana ......geçmez, yakışmaz da. Sonra demokrasi senin neyine be kardeşim! Sen kendini halka sorarak yanlış yaptın. Halka seçim yoluyla gelenler gider. Bu seni bağlamaz. Yoksa kendini halka sorarak meşruiyet aramaya  mı kalkıyorsun? Unutma ki bugün resmen cumhurbaşkanı olman meşru olduğun anlamına gelmiyor. Ha bir de meşru olayım diyorsan, maalesef o aradığın senin gibi maşalara hiç nasip olmaz. Sen en iyisi meşru olmayı falan bırak. Şayet beni bir gün indirmeye kalkarlar, ben en iyisi 2030'a kadar kendimi garantiye alayım diyorsan yanlış hesap yapıyor ve geleceğini yanlış yerde arıyorsun. Bir defa arkanda o güç, sende o maşalık olduğu müddetçe seni zaten oradan kimse indiremez.

Merak ettiğim madem sandığa gitmeye kalktın, niçin 2030 yılına kadar yetki istedin? "Ölünceye kadar Sisi, Mısır'ın tek Cumhurbaşkanı" şeklinde bir yetki isteseydin madem. Sonra sen 2030'dan sonra ne yapacaksın? O koltuk olmazsa sen yaşayamazsın ki... Koltuk bir defa senin varlık sebebin. Bunu düşünemedin mi yoksa seni oraya getirenler 2030'a kadar halktan yetki mi al dedi. Başka türlü olmazdı zaten. Bir defa sen bu kararı kendi başına almadın. Sana ne dedilerse sen onu yapıyorsun. Çünkü maşaların, eli kanlı olanların karar verme yetkisi, iradesi ve yeteneği yoktur.

Sen en iyisi seni oraya getirenlerle, seni darbe yapmaya itenlerle iyi geçinmeye bak. Onların dediklerini yapmaya devam et. O zaman değil 2030, daha fazlasını da görürsün o koltuğun. Hatta cenazen bile cumhurbaşkanlığı makamından kalkar. Yeter ki sen onların gönlünü hoş tutmaya devam et. Hatta giderken yerine kendin gibi birini bırakabilirsin. Bunun için kendin gibi birini yetiştir.

Sana bu kadar yol gösterdikten sonra bir dostun olarak sana şunu söyleyeyim. Anayasa değiştirerek 2030'a kadar kendini sağlama almaya kalkıyorsun ya, bil ki yarının bile garanti değil. Çünkü senden iyi birini bulurlarsa anayasayı değiştirsen bile 2030'u beklemeden seni oradan indirirler. Bunun için de sana yaptırdıkları yolu seçerler. Yani seni darbeyle oradan uzaklaştırırlar. Çünkü kişi bir yere nasıl geldiyse öyle gider: Darbeyle gelen darbeyle gider. Unutma bunu. Pislediğin o koltukta sana iyi oturmalar!

Irak Sınırında Çıkan Çatışma***

Kökü ve beyni dışarıda, gövdesi içimizde olan PKK ülkemizin başının belası. Bu, öyle bir belâ ki bugünden yarına biteceğe benzemiyor. 80'li yıllardan bugüne kırk yıl geçmiş olmasına rağmen biz hala PKK terörüyle uğraşıyoruz. Hep bedel ödüyoruz. Daha ne kadar ödeyeceğimiz meçhul.

PKK öyle bir örgüt ki biz ne kadar yuvalandığı yer olan Kandil'e operasyon üzerine operasyon yapsak, Güneydoğu'da terörle mücadele için dağa, taşa, toprağa, eve, barka, in ve yuvalarına girsek maalesef boş. Bazı zamanlarda PKK eylem yapmadığı zaman biz terör zayıfladı, eskisi gibi operasyon yapamıyor, polis ve askerimiz göz açtırmıyor sanırız. Halbuki öyle değil. Benim kanaatim terörle mücadelede inisiyatif hep PKK'da. Bu eli kanlı, hain örgüt kah geri çekilir kah ateşkes ilan eder kah ateşkesi bozar kah gücünü Irak'a veya Suriye'ye kaydırır. Hasılı PKK strateji üzerine strateji geliştiriyor. Devletten, askerden, polisten bir adım önde. Daha doğrusu projeyi geliştiren PKK değil, oynayacağı rolü kendilerine veren sömürgeci devletlerdir.

Hatırlarsanız PKK, 7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra çözüm sürecini bozmuş, kanlı eylemlerine kalkışmış, şehirlerde barikat eylemlerine girişerek isyan hareketi başlatımıştı. Bu tarih HDP'nin tarihinde en yüksek oyunu aldığı ve ülkede hükümetin kurulamadığı tarihtir. Nicedir Türkiye'de eylemleri görülmeyen PKK, Irak sınırında yeniden kanlı eylemiyle ortaya çıktı. Maalesef 4 şehidimiz, 6 da yaralımız var. PKK sessizliğini 31 Mart seçimlerinde hükümetin bazı büyükşehirleri kaybetmesiyle birlikte yeniden bozdu. Ümit ediyorum ki bu çatışma lokal bir durumdur. Lokal olup olmadığını yakınlarda terör olayı olup olmadığıyla anlayabiliriz. İnşallah 7 Haziran sonrası olduğu gibi kanlı eylemler meydana gelmez.

Bu durumda biz ne yapmalıyız? Bir taraftan terörle mücadele edeceğiz, diğer taraftan şehitlerimize son görevi yapacağız. Provokatif eylemlere karşı milletçe uyanık olacağız. Soğukkanlılığımızı koruyacağız. Acımızı birbirimize ihale etmeyeceğiz. Birbirimizi sorumlu görmeyeceğiz. Zaten terörün amacı da bu. İçeride huzursuzluk çıkarmak. Zaman kenetlenme zamanı. Bir ve beraber olacağız. Böylesi durumlarda birbirimizle sataşırsak terör örgütü amacına ulaşmış olur. Çok zor değil bu. Konu seçim olunca nasıl ki siyasi partilerimiz birbirleriyle ittifak yaparak seçimlere girebiliyor ve bunun için bir araya gelebiliyorsa pekala terör konusunda da bir araya gelebiliriz. Biz siyasi partileriyle, Türkü ve Kürdü ile bir ve beraber olursak terör bize vız gelir.  

Burada bir sözümüz de devlete olsun. Kızgın demiri soğut, gerginliğe ne imkan ve ne de fırsat ver. Polis ve askerimiz vatandaşın güvenliği için terörle mücadele ederken sen de bu örgütün dış bağlantısını ve destekçilerini tespit et. Ardından ağa babalarıyla masaya otur. Bu meseleyi kökünden çöz. Piyonlarla uğraşmayı bırak artık. Dış bağlantı ve destek kesilmeden bu terör bitmez. Yoksa daha çok canımız yanar.

Allah’tan şehitlerimize rahmet, yaralılarımıza şifa diliyorum. Milletimizin başı olsun!

***23.04.2019 tarihinde Barbaros ULU adıyla Pusula Haber gazetesinde yayımlanmıştır.

İsveç'te Bizden Bir Taksici ***


İsveç'te taksicilik yapan Ömer Temel adında bir soydaşımız, havalimanına gitmek isteyen İsveçli bir müşteri alır. Havalimanına yaklaşınca müşteri "Cüzdanını evinde unuttuğunu, cebinde parası olmadığını, taksi ücretini ödeyemeyeceğini" söyleyince "Problem değil, sonra ödeme yaparsınız" der. Ardından kredi kartını uzatarak "Gittiğiniz yerde alışveriş yapmanız için bunu da alın" diyerek kredi kartını verir. Böyle bir durumla ilk defa karşılaşan İsveçli duruma şaşırır, donar kalır ve "Gerçekten ilk defa taksisine binen birine güvenerek kartını ve şifresini veriyor musun?" diye tekrar tekrar sorar. Ardından mecburen kartı alır. Çünkü başka çaresi yoktur.

İki günlük yurt dışı gezisini bitiren İsveçli, ülkesine döndüğünde kendisini havalimanından alması için Taksici Ömer'i tekrar arar. Eşiyle birlikte havalimanında Ömer'i karşılayan İsveçli, Ömer'den aldığı kredi kartını geri verir. Kartından yaptığı 4500 kron(2.816 lira) harcamayı ve taksi ücretini öder. Ayrıca bu yaptıklarına ödül olarak 30 bin kron(18.800 lira) teklif eder. Ömer bu ödülü almaz. İsveçli, Ömer'e "Hiç kimse böyle bir şey yapmaz. Hele hele bir İsveçli asla bunu yapmaz. Sen nasıl böyle bir şey yaptın?" diye tekrar tekrar sorar. Ömer "Biz Türklerin kültüründe var, biz yardım etmeyi severiz. Bizim için bu olaylar normal" cevabını verir.

Anadolu Ajansına konuşan Ömer “Bizim milletimiz için bu tür iyilikler normal karşılanıyor. İsveç'te ise anormal ve hayretler içinde karşılanıyor" açıklaması yapıyor. Bu olay sadece AA’nın değil İsveç basının gündemine de yansıyor. Haberi İsveç’in en büyük gazetesi manşetine taşıyor. Sosyal medyada ise kendisinden övgüyle bahsedilir. Kredi kartını verdiği kişi ise  “Hala dünyada böyle insanlar varmış. Dünyayı Ömer gibiler kurtaracak." Der.
Elinin emeğiyle gurbet ellerde direksiyon başında rızkını temin etmeye çalışan Ömer'in yaptığı gerçekten bizim kültürümüzde var.  Ömer kardeşimizin yaptığı bu iyilik karşısında tüm Türkiye bir araya gelsek bu derece tesirli olmaz. Bu yapılan başta İsveç olmak üzere Avrupa'da konuşulacak ve takdir toplayacaktır. Batı'nın bize olumsuz bakmasını sorgulamasına sebebiyet verecektir. Ömer bu yaptığıyla gönüllü kültür elçisi olmuştur. 

Ömer Temel’in tanımadığı birine yaptığı bu iyiliği okuyunca duygulandım, sevindim ve kendisiyle gurur duydum. Ömer’in bu yaptığı İslam tarihinde cereyan eden bir olayı da bana tekrar hatırlattı. Gerçekten bizim kültürümüzde var: Ebu Zer isimli sahabe, hakkında kısas hükmü istenen tanımadığı bir gence kefil olmuştu. Bu durumu oradaki herkes garipsese de Ebu Zer adama kefil olur. Genç geri gelmese yerine Ebu Zer öldürülecekti. Nitekim tanımadığı genç geri gelir. İsveçliler Ebu Zer’i tanısalar herhalde bu adam deli derler.

İsveç’te yaşayan Ömer Temel’in yaptığı bu iyilik -yukarıda bahsettiğim gibi- bizim kültürümüzde olsa da maalesef her geçen gün bu ve benzeri iyiliklerimiz azalmaktadır. Her yerde Ömer gibiler olsa inanın dünyanın bize bakışı değişecektir. Allah kendisinden razı olsun. Sayılarını artırsın.

***25/04/2019 tarihinde Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Yanlıştı

*Mental yorgunu gerekçesiyle belediye başkanlarının istifa ettirilmesi. Bu eylemin kamuoyu nezdinde yapılması,
*Cumhur İttifakının karşısında karşı cephe olarak oluşturulan Millet İttifakına "Zillet...illet...dörtlü çete" denmesi,
*Düşüncelerine en yakın olan Saadet Partisine "Saadetçik" denerek küçümsenmesi,
*"Trenden inenler bir daha bu trene tekrar binemezler" sözünün meydanlarda sık sık tekrarlanması, 
"Eski yol arkadaşlarının küstürülmesi ve üzerlerine üzerlerine gidilmesi, nankör ve hain olarak görülmeleri, yeniden kazanma yolunun tercih edilmemesi,
*DİB Başkanı Ali Bardakoğlu'nın incitilmesi,
*Nurettin Yıldız'a meydanlarda ayar verilmesi,
*Başta Taşgetiren olmak üzere birçok yazar ve çizere yazma imkanının verilmemesi, yazdıkları gazetelerden gönderilmeleri,
*Eskisi gibi eleştiriye gelinmemesi,
*17 yıllık dönemin önceki dönemlerle kıyaslanması,
*Partide tüm yükün tek kişinin üzerine binmesi,
*Her konuşmanın hemen hemen her kanalda verilmesi, ekranlara çok çıkılması,
*Rakip partilerin küçümsenmesi,
*Halkta karşılığı olan adayların aday yapılmaması, karşılığı olmayan adayların dayatılması,
*Teşkilatların kış uykusuna yatması, rehavete kapılmaları, nasılsa bizim Tayyibimiz var deyip yeterince çalışma yapmamaları,
*Teşkilatlarda, bürokraside ve Partinin üst yönetiminde görev alanlarda kibir görüntüsü,
*Rakip adayların ciddiye alınmaması,
*Mahalli seçimlere ittifakla gidilmesi,
*Ekonomide bir sıkıntının olduğunun kabul edilmemesi, ülkede kriz yok denmesi,
*Sebze fiyatlarındaki aşırı yükselmenin Suriye'de atılan bir mermi ile kıyaslanması,
*e tanzimlerin kurulması, sebze fiyatlarını indirmeyen esnaf, işletme ve marketlerin meydanlarda fırsatçı olarak değerlendirilmesi,
*Seçim öncesi etüt ve kurs merkezlerinin kapatılacağının açıklanması,
*Ekonomideki sıkıntıya rağmen kamu harcamalarında kısıntıya gidilmemesi,
*Mağdurların sayısını artırmaktan başka bir işe yaramayan ve barış ortamını bozan mülakat sisteminde ısrar edilmesi,
*Önceki konuşmalarıyla çelişen görüşlerin dillendirilmesi,
*Kutuplaştırıcı, ötekileştirici ve gerilimi yüksek siyasete devam edilmesi,
*Ağırlığını her geçen gün daha da hissettiren ekonomideki sıkıntıya çözüm bulunamaması,
*Her eleştirene, her muhalife, her aykırı sese "FETÖ ağzıyla konuşuyorsun" denmesi veya FETÖ'cülükle suçlanması,
*Parti fanatiklerinin "Herkes bize oy vermeye mecbur" havasını yayması ve bunun önüne geçilmemesi, karşı ittifaka oy verecekleri terör destekçisi olarak lanse etmesi...vs. yanlıştı.

20 Nisan 2019 Cumartesi

"Bende Öyle Bir Makam Sevgisi Varmış!"


1988 yılında E.Ü. İlahiyat Fakültesinden S.Ü. İlahiyat Fakültesine yatay geçiş yaptım. Son üç yılı Konya'da okudum. Kayseri’den ayrılırken hukukum olan sınıf arkadaşları ile posta adreslerini, varsa ev telefonlarını karşılıklı olarak aldık. 

Bazıları ile arada bir mektuplaştık. Bir zaman sonra yaygınlaşan cep telefonlarını birbirimize vererek haberleşmeye devam ettik.

2008-2009 yılları olsa gerek. Bir ara Sivas'tan Ekrem adında bir arkadaşım telefonumu bulmuş, aradı. Hal-hatırdan sonra arkadaşlardan kimlerle görüştüğümü sordu. Tokat'tan Osman ile görüştüğümü söyleyince numarasını istedi. Verdim. Kendisine Osman'ı aradığında önce kendini tanıtma. Ona bir makam teklif et. Bakalım nasıl bir tepki gösterecek dedim. Olur mu dedi bana. Olur niye olmasın dedim. Ne teklif edeyim dedi. Osman Sivas İHL'de okurken okul müdürü olan hocası milletvekili olmuş. O değilden Ankara'dan arıyormuş gibi telefon aç. Kendisine biz senin Tokat'ta yaptığın hizmetleri Ankara'da izliyoruz. Seni Ankara'da görmek istiyoruz diyebilirsin dedim. Gülüşüp vedalaştık.

On, on beş gün sonra Tokat'tan Osman'ı aradım. Selamımı alır almaz "Ulen Rambo(Bana bazen böyle hitap ederdi) bu sensin değil mi?" dedi. Hayırdır dedim. "Evet, bunu yaptırsan yaptırsan ancak sen yaptırırsın" dedi gülerek. Ardından "Ekrem'in Maliye Bakanlığından aradığını, hizmetlerini takip ettiklerini, seni artık bir makamla taçlandırmak istiyoruz" dediğini, kendisine "Benim yaptıklarımı nereden haber aldınız" dediğini, Ekrem'in de "Biz çalışanı biliriz" dediğini ve ardından "Müdür, müdür yardımcılığı görevi isteyip istemediğini" sorduğunu, ben de benim sınav puanım yok ama dedikten sonra bana "Boş ver sınav puanını. Puan bizim için formalite dediğini, benden yöneticiliği boş okul olup olmadığını sorunca "O zaman kardeşim! Falan okulun müdürlüğü boş. O zaman atayın beni oraya" dedim. Ardından Ekrem gülmeye başlar, kendisini tanıtır ve şaka yaptığı söyler.

Osman, Ekrem'le arasında geçen telefon diyalogunu anlattıktan sonra bana: Üstadım! Allah senden razı olsun. Bana iyi ki böyle bir oyun oynadın. Bu vesileyle kendimi tanımış oldum. Teklifi alır almaz hemen atladım. Bende öyle bir makam sevgisi varmış ki ortaya çıktı." dedi. 

Günümüzde bir meslek erbabının okul müdür yardımcılığı, okul müdürlüğü, ilçe-il milli eğitim müdürlüğü başta olmak üzere nerede bir koltuk varsa oraya geldiğini/getirildiğini görünce nedense bu anekdot aklıma geldi. Arkadaşım idarecilik istemede nefsinin ne kadar hevesli olduğunu söyleyerek bir öz eleştirisini yaptı. Sahi bugün nerede bir koltuk varsa oraya koşan bu meslek erbabı içerisinde kendisini bir öz eleştiriye tabi tutan kaç kişi çıkar? Maalesef çoğunda bu kritik yapılmadığı gibi bu meslek erbabından görev yapanların çoğu da koltuğun hakkını veremedi. Çevresine iyi bir imaj vermedi. 


Enkaz Edebiyatı Yapan Kaybeder

31 Mart seçimleriyle bazı büyükşehir belediyeleri nice sonra el değiştirdi. Yeni ve yeniden seçilen başkanların mazbataları kendilerine verildi. Bazı belediye başkanları sessiz sedasız görevine başlayıp yeni yerine ısınmaya çalışırken bazıları eski defterleri karıştırmak suretiyle belediye başkanlığı yapmaya hazırlanıyor. Her başkanın yoğurt yiyişi farklıdır elbet. İcraatı, konuşması farklı olabilir. 

Başkanlar şunu unutmasınlar ki aldıkları görev ilanihaye kendilerine sunulmuş birer görev değildir. Beş yıllığına verilmiş emanet makamlardır. Çalışır,  varlık gösterirlerse halk tekrar teveccüh gösterir, yeniden seçer. Çalışmayıp kavga yolunu seçerse bu halk didişmeyi sevmez. Bugünkü verdiği görevi almasını da bilir.

Göreve gelen başkan bir taraftan birikmiş sorunları çözmeye çalışırken diğer taraftan belediyenin işleyişinde aksayan yönler varsa onları giderecek. Gelir gider tablosuna bakacak. Kendine göre kısa, orta ve uzun vadeli plan yapacak. Belli kilit noktalara güvendiği insanları atayacak, personel arasında görev taksimi yapacak. Belediyenin daha önce çalıştığı işletmelere göz atacak. Belediye harcamalarında gereksiz gördüğü harcamalar varsa kesecek veya kısıntıya gidecek. Alımlarda gözle görülür bir fahişlik ve yolsuzluk tespit ederse ilgililer hakkında suç duyurusunda bulunacak. Personel arasında barış ortamını sağlayacak. Mağduriyetlere yok açmayacak. Çalışanlar arasında uyumu sağlayacak iyi bir yönetim sergileyecek vs. Kısaca belediye başkanı şehri yönetmek için gereken ne ise onu yapacak.

Belediye başkanı belediye başkanlığının ötesinde enkaz edebiyatı yapar; kasa boş, yolsuzluk diz boyu. Borç zibil gibi der. Belediye talan edilmiş, birilerine peşkeş çekilmiş gibi laflar eder, bunu gördüğü her mikrofona söyler, eski yönetimin ipliğini pazara çıkarmak için her yazıyı, her ihaleyi didik didik eder, eskiye sünger çekmeyip kavga etmeyi seçerse kaybeder. Kendisi kaybettiği gibi partisine de zarar verir. Bundan da şehir kaybeder.

Eskiye sünger çeksin derken geçmişte yapılan hiçbir şeyi görmesin demek istemiyorum. Elbet bakacak edecek. Belki de suç duyurusunda bulunma yoluna gidecek, sorumlular hala belediyede ise disiplin mekanizmasını işletecek, gerekirse zimmet çıkaracak. Tüm bunlardan kendisi aynı hataya düşmemek için çaba sarf edecek. Ama öküzün altında buzağı arar, ortalığı velveleye verir, geçmişin kirli çamaşırlarını ortaya dökmek için kılı kırk yarar ise unutmasın ki bunlardan bir şey çıkmaz. Çünkü çalan çırpan, yolsuzluk yapan varsa bilsin ki minareyi çalan kılıfını hazırlamıştır. Buralardan kendisini yormanın, medyatik olmanın ve zaman kaybetmenin dışında bir şey çıkmaz. Bunlarla zaman kaybedeceğine kubbede hoş bir seda bırakacak kalıcı hizmetlere vakit ayırırsa hem kendine hem partisine hem de şehrine en iyi hizmeti yapmış olur. Beş yıl dediği uzun bir zaman değil. Bir bakmışsın göz açıp kapayıncaya kadar bitivermiştir.

Son bir şey daha söyleyeyim. Çalışmak isteyen belediye başkanını belediye meclisinde engellemeye çalışan partiler de kaybeder.

Hangi İçki Daha İyi?


İçkiden anlayan birine iki içki şişesi getirirler. "Üstadım! Hangisi daha iyi? Tadıp söyleyebilir misin" derler. Adam ilk şişeden bir yudum alır almaz yüzünü buruşturur ve tadına bakmadığı diğer şişeyi "Bu, daha iyi" diye gösterir. Oradakiler şaşırır: "Efendim! Daha bu şişeden tatmadınız. Bir şeyden tatmadan onun nasıl daha iyi olduğu hakkında karar verebiliyorsun" deyince adam: "Evet bakmadım ama şunu bilin ki hiçbir şey bu içtiğimden daha kötü olamaz" cevabını verir.

Şimdi kıssadan hisseye gelelim. Malumunuz Özallı ANAP'ın hayat pahalılığı ve yolsuzluk söylentilerinden yaka silken halk, 1989 mahalli seçimlerinde SHP(şimdinin CHP’i) rüzgarı estirdi. “Yalana, Dalan’a ve talana son” sloganıyla seçim propagandası yürüten SHP, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere birçok ilin belediye başkanlıklarını kazandı. ANAP iktidarının yıpranmışlığından İstanbul da payını aldı ve ANAP’lı belediye başkanı Bedrettin Dalan’ın Haliç’i mavi gözleri gibi masmavi yapması işe yaramamıştı. SHP’li Nurettin Sözen  de İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçilmişti. Teşbihte hata olmasın halk içtiği içkiyi(Dalan’ı) değiştirme ihtiyacı hissetmiş, daha önce tatmadığı bir içkiyi(Sözen’i) başkan seçmişti.

Sözen’le birlikte İstanbul halkı, içtiği içkiden hoşnut kalmadı. Çünkü berbat mı berbattı. Tarihte Türkiye’de belki dünyada ilk olmak üzere 1993 yılında Ümraniye çöplüğünde patlama meydana geldi. Bu patlamada 39 insanımız can verdi. Sayın Sözen dönemi alınmayan çöp yığınları ve su kesintileri ile tarihe geçti. İstanbul sokaklarında damacana ile su alma dönemi başlamıştı. Ardından patlayan İSKİ yolsuzluk skandalı CHP’ye pahalıya patladı. ANAP’tan devraldığı belediyeleri 1994 yılında RP’ine kaptırdı.  

RP denilen parti, iktidar yüzü görmemiş bir parti idi. O zamana kadar yüzde 10 barajını bile aşamamış; yerelde Konya, Maraş, Urfa, Sivas ve Van gibi illeri yöneten bir partiydi. 1991 yılı genel seçimlerinde MÇP(MHP), IDP(MP) ile ittifak yaparak yüzde 15 oranında bir oy alarak 80 sonrası ilk defa parlamentoya girebilmişti.

1994 mahalli seçimlerine RP’nin büyükşehir belediyesi başkan adayı olarak giren Recep Tayyip Erdoğan, ANAP’tan İlhan Kesici, SHP’den Zülfü Livaneli, DYP’den Bedrettin Dalan, CHP’den Ertuğrul Günay, MHP’den Ahmet Vefik Alp gibi ağır toplarla yarıştı. İstanbul halkı hiç şans verilmeyen, çoğunun tepeden baktığı Recep Tayyip Erdoğan’ı belediye başkanı olarak seçti. Yani halk tattığı içkiyi, daha önce tatmadığı içkiyle bir defa daha değiştirmişti. İstanbul, değişimin öncüsü olduğu için bu değişimden Ankara ve diğer birçok il nasibini aldı. Çoğu il, daha önce içtiği içkiyi değiştirdi. RP, 1994 mahalli idareler seçimlerini bayram olarak ilan etti.

İstanbul Belediye başkanı olan Erdoğan, başta çöp olmak üzere İstanbul’un su sorununu çözdü. Su kesintileri tarih oldu. Hava kirliliğine çözüm bulundu. Bir muhalefet partisinin büyükşehir belediye başkanı olmasına rağmen İstanbul’un belli başlı sorunlarını çözmesi partisinin yüz akı oldu. Partisinin 1996 yılında koalisyonun büyük ortağı olmasında katkısı yadsınamaz.

İstanbul’da gösterilen bu başarının ardından halk, tattığı içkinin tadını almış olmalı ki başta İstanbul ve diğer birçok şehri 25 yıldır (RP-FP ve AK Parti olmak üzere) aynı zihniyete emanet etti. Dile kolay beş dönem aynı zihniyet yönetti.

Yerelde gösterilen belediyeciliği 2002’den itibaren halk iktidara taşıdı. Hala bu zihniyet tarafından ülke yönetilmektedir. Farkındaysanız halk denediği içkiyi bir daha bir daha…içmeye devam etmiştir.

31 Mart 2019 mahalli seçimlerine gelince halk, başta İstanbul ve Ankara olmak üzere bazı büyükşehirleri 25 yıl öncesi tattığı bir zihniyete geri vermiştir. CHP zihniyetine “25 yıl öncesi yaptıklarından dolayı cezanı kaldırıyorum. Umarım kendini değiştirmişsindir” demiştir. CHP aldığı yerelde iyi çalışır, kendini ispatlar, geçmişin kötü izlerini silerse halk onu iktidara bile taşıyabilir. Çünkü yerel, siyasi partilerin iktidar olmadan önce denendiği yerdir.

Gördüğünüz gibi halkımız siyaseti ve belediyeciliği futbol takımı tutar gibi yapmıyor. Hiçbir partiye ve zihniyete karşı önyargısı yok. Başarılı olsa da başarısız olsa da bu benim partim demiyor. Çalışmayıp yatanı cezalandırıyor, çalışanı bıkıp usanmadan bir daha bir daha getiriyor. Umarım belediyeleri kaybedenler mazeretlerin arkasına sığınmayı bırakıp  halkta bağımlılık yapan belediyeleri(bağımlılık yapan içkiyi) niçin kaybettiklerini bir güzel sorgularlar.

Kardeşim! İyisin, hoşsun da belediyeciliği anlatmak için denenmiş veya denenmemiş içkiden başka verecek örnek bulamadın mı dediniz. Haklısınız. Bilgi dağarcığım bu kadar maalesef. Bu arada hayatta hiç içkiyi ağzıma almadım. Tatmayı da düşünmüyorum. Bugüne kadar nasıl bir şey diye hiç merak da etmedim. Tüm iştahımı öbür dünyada -cennet yüzü görürsem- içeceğim şaraba sakladım.