30 Eylül 2017 Cumartesi

Bugün "İlmin başı soğandan acı, sonu ise baldan tatlı" Değil Artık *

Ortaokulda öğrenci iken bir öğretmenimiz derste, "İlmin başı soğandan acı, sonu ise baldan tatlıdır" cümlesini söylemiş, benim de ilk defa dikkatimi çekmişti, ilmin başını ve sonunu beliğ bir şekilde ifade eden bu cümle. Cümleyi aklımın bir köşesine yazdım ta o zaman. Gerçekten de eskiden okuyanları anlatan güzel bir cümle bu. Geçmişte okuyup da sıkıntı çekmeyen kimse yok gibidir. Çoğu, yokluk içerisinde okumuştur. Güç-bela okuduktan sonra semeresini hayatı boyunca  görmüştür. Tıpkı bal misali. Bunu ellerinde imkan varken okumayanlar daha iyi hisseder ve "Okumadığıma eşekler gibi pişmanım" şeklinde ifade eder. Hatta "Oku baban gibi, eşek olma" atasözüyle de okumanın önemine işaret edilir. 

Okuyan gecesini gündüzünü dersine vererek uykusuz kalırken okumayan ise bir meslek öğrenmek için sanayinin yolunu tutardı. Okumayı seçen görevine atandıktan sonra elini sıcak sudan soğuk suya dokunmazken okumamak için direnenin ise eli soğuk sudan çıkmazdı.

Şimdi devran döndü, başlıktaki cümlenin çok bir anlamı kalmadı. Zira tersine döndü dense yeridir. Eskiden okuyup sınıf geçmek zordu. Tatillerde de aile bütçesine katkıda bulunurdu okumayı seçenler. Şimdilerde ise her türlü imkanlarla okuyanlar var; neredeyse bir eli balda, diğeri yağda. Çünkü aile saçını süpürge ediyor, çocuğuna her türlü imkanı sunuyor. Devlet ise okumayı zorunlu tutuyor, kalmayı kaldırıyor, kitabı bedava veriyor, sınıfta kalma yok. Çocuğa dur diyen yok. Sınıflarda okumak isteyenlerle okumamak için direnenler mezcedilmeye çalışılıyor, dersi kaynatan sınıfın kelek keseni. Kazara illalah deyip yan baksan devlet bir taraftan, veli bir taraftan defterini dürer. Bugünü görünce Akaid dersimize giren Rahmetli Zekayi Kaplan hocamızın bir sözünü hatırladım. Dersimize girdiği dönem 84 yılı idi. Yani 80 ihtilalinin etkisini devam ettirdiği dönemler. “80’den önce öğrenci horoz, biz tavuk idik; şimdi biz horoz, siz  tavuk” oldunuz derdi. 90’dan sonra öyle bir öğrenci ve veli tipi oluştu ki ben buna ‘aşırı korumacılık’ diyorum. Veli bir taraftan, devlet bir taraftan birlikte korumacılık görevi üstlendi. Ben çektim çocuğum çekmesin diyen veliyle, geçmişte bu çocuklar çok çekti, şimdi çekmesin diyen devletin işbirliği var. İkisi birlikte geleceğimizi yok ediyor.

Anlatmak istediğim günümüzde okumak isteyen çocuk zora gelmiyor, sorumluluğu almıyor, okumasının önündeki engeller bir bir veli ve devlet tarafından kaldırılıyor. Hazır yiyici ve hazıra konmuş vaziyette. İlkokula başlayan yaşıt çocukların hiçbiri fire vermeden üniversiteyi bitirebiliyor. Okullar başarılı olsun veya olmasın bir fabrikanın seri üretimi gibi çocuk mezun ediyor. Öğretim görevlisi olarak üniversiteye kapak atanların hepsi de prof unvanı alabiliyor. Bu kadar rahat bir ortamda okuyan bir çocuk, üniversiteyi bitirdiği zaman iş bulamayınca “Ah kafam, nereden de okudum” deme noktasına gelebiliyor. Çünkü günümüzde en fazla işsizler oranı üniversite bitirenlerde. Çoğu kaldırım mühendisliği yapıyor, büyük bir çoğunluğu iş bulabilirse alanı dışında çalışma yolunu seçiyor. Yani günümüz ilim ve okumanın başı soğandan acı değil, sonu da baldan daha tatlı değil artık.

Şimdi devlet ve veli kara kara düşünüyor. Eğitimde, ilimde ve okumada bir türlü istenen başarı gelmiyor. Devletin zirvesi ‘Eğitim alanında başarılı olamadık’ diyor. Halbuki devlet her türlü imkanı sundu, kitabı bedava verdi, kalmayı kaldırdı, herkesin okuyabileceği üniversiteler açtı, akıllı tahtaya varıncaya kadar okulları donattı. Yani saçını süpürge etti. Veliyi anlatmaya gerek yok, o ise babasının kendisine sunmadığı imkanları çocuğunun altına serdi. Ama olmuyor bir türlü. Hatta veli, “Babam bana bu imkanı sunsaydı ben allameyi cihan olurdum” diyor.

Ne devlet ne de veli kusura baksın. Çocukların okumasını istemekten, onların başarılı olmasını istemekten başka bir şey düşünmeyen bu iki melek, başarıyı maalesef yanlış yerde arıyor. Sanıyorlar ki her türlü imkanı sunarsak başarı gelir. Sizin bu iyi niyetle yaptığınız ilim aşkı ilmin başını bal, sonunu ise soğandan acı yapıyor. İlmin başını acı soğan, sonunu da bal yapmadan eğitim ve öğretim işinden verim alınamaz. Öyle durmadan sistem değiştirmekle, mevzuat değiştirmekle, başarı ve sınav kriteri değiştirmekle olmaz. Sunulacak acı reçeteden iç ve dış paydaşlar nasibini almalı. Veli, öğrenci, öğretmen, idareci vs. Devlet bir defa herkesi memnun edeceğim bakış açısından kurtulmalı. (Herkesi memnun edeceğim diyen bir zihniyet kimseyi memnun edemez. Üstelik bir çuval inciri berbat eder.) Devlet herkesi okutacağım sevdasından vazgeçmeli, aynı yaşıtı, aynı süre içinde mezun edeceğim psikolojisinden kendini arındırmalı. Okullara eleme ve kalma sistemini getirmeli, okumamak için direnenlerin elinden okullarda iyi olan çocukları kurtarmalı. Nasıl ki pazardan alınan domateslerin içinden çürük ve eziklerini  ayırırız? Çürüklük diğer sağlam domateslere geçmesin diye. Okullarda da bunu yapmak lazım. Kalan öğrenci akranlarının gerisinden gelerek pişmanlığını duymalı ve kendine gelmelidir. Yine kalırsa gözünün yaşına bakmadan sanayinin yolunu tutmalıdır. Örgün eğitimden mahrum kalmalı, eğitimine açıktan devam etmelidir. Olmuyor, olmuyor diyerek sürekli sistem değiştirerek bu işler olmaz. Sistemle çok oynanmamalı. Deneme-yanılma uygulamalarını çöpe atmanın zamanı gelip geçiyor. Biz böyle sürekli sistemle oynayarak daha çok nesli heba ederiz.

Evet! Eğitimde verim, başarı isteyenler! Lütfen herkesi memnun eden bir sistemi değil, herkese acı reçete sunan bir sistemi getirin. Gerisini hiç merak etmeyin. İşte o zaman “İlmin başı soğandan acı, sonu da baldan tatlı olur” yine eskisi gibi. 30/09/2017

* 09/10/2017 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

Belediyeler, Ocağımıza İncir Dikmesin! *

Dikkatinizi  çekti mi bilmiyorum, son yıllarda evlere gelen su faturaları tuzlu gelmeye başladı. Her yeni ay bir öncekine göre katmerli geliyor. Çok mu su kullanmaya başladık, yoksa suyun metre küpünde her ay yeni bir ayarlama mı yapılıyor? Sanırım ikincisi ile karşı karşıyayız. Zira kullandığımız su üç aşağı, beş yukarı aynı.

Zorunlu kullanımlarımızdan olan su fiyatları  böyle giderse dar gelirlinin işi kül. Çünkü ne kadar uğraşırsak uğraşalım sudan tasarruf yapılmaz. Evin temizliği, bulaşığı, mutfağı, banyosu vb hepsi suyla döner. Görünen o ki belediye tek gelir kaynağı olarak suyu görüyor. Hizmet yapacaksa suya yükleniyor, borç ödeyecekse suya yükleniyor. Vatandaşın eli mahkum kullandığı suya karşılık gelen faturayı ödemeye. Belediyeler gelir elde edeceklerse başka yol ve yöntem bulmalı. 

Suya zam nasıl yapılır bilmem. Zira belediyelerin işleyişini bilmiyorum. Ama tek adam yönetimi olan belediyelerde öyle zannediyorum; başkan teklif ediyor, üyeler de ellerini kaldırıp onaylıyor. Nasıl ki tilkinin yüz planı olurmuş ya. Planının 99'u horozu haklamak üzerine kuruluymuş. Sanırım belediyeyi yönetenler de gelirde sıkıntı varsa dokunuyor su fiyatlarına. Aylık gelir nasılsa. Su akar gibi gelir akıyor nasılsa belediyenin kasasına. Mübarek sanki sadakayı cariye.

Yeniden çift haneli rakamları görmeye başladığımız bu enflasyonlu dönemde güç-bela geçim mücadelesi veren dar gelirliye bir nebze nefes aldırmak için devletin su fiyatlarına el atmasında fayda var. Her belediyenin istediği fiyatı koyduğu su fiyatlarına mutlaka bir sınırlandırma getirmelidir. Yoksa bu gidişle serinlemek için dokunduğumuz su cebimizi yaktığı gibi içimizi de yakacak ve serinletmeyecek. Zira içimiz cız edecek.

Belediye yetkilileri, "Maliyetler yükseldi, suyu maliyetine veriyoruz" veya "Su yatırımları için fiyat ayarlaması yapmak zorundayız" diyebilir. Ben onu, bunu bilmem elektrik, su gibi olmazsa olmazlarımızın fiyatı bu şekilde yüksek olmamalı. Nereden kaynak bulacaklarsa bulsunlar ama su fiyatlarını indirmenin yolunu bulmalılar. Gerekirse diğer harcamalarını kısma yoluna gitmeliler. Bunun için belediyeler 'bedava, ücretsiz' adı altında yaptıkları hizmetleri ücretli hale getirebilirler. Mesela önce, ücretsiz WC hizmetini ücretli hale getirebilir, 65 yaşını dolduranlara bedava yapılan toplu ulaşım paralı hale getirilebilir. Açtığı kurslardan maliyeti karşılayacak şekilde ücret alabilir. Kamu kurum ve kuruluşlara sponsor olmayı bırakabilir; vakıf, dernek vb. kuruluşların kitap vb. kitap basım işlerini yapmayabilir. Ramazan akşamları sahne alsın diye sanatçı getirmeyebilir...Birkaç tane vermiş olduğum örnek bile belediyeye fazlasıyla gelir getirebilir. 

Hâsılı, belediyenin ücretsiz iş yapmasını istemediğim gibi verdiği hizmetlerden kâr da etmesini istemiyorum. Çünkü bedava hizmetin faturası bize su faturası hizmeti olarak geri dönmektedir. Belediye yetkililerini düşünmeye ve insafa davet ediyor, su fiyatlarını makul seviyede tutmalarını istiyorum. Böyle yaparlarsa nazarımızda su gibi aziz olurlar. 30.09.2017

* 07/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


"Kime Ne?" *

Eskiden toplumca ayıp karşılanan bir davranışı yapmaya insanlar çekinirdi. Çünkü 'Millet ne der, konu-komşu ne der, el âlem ne der' endişesi taşınırdı. Yok, ben illaki yapacağım diyen olursa gizli-kapaklı yapardı bu işi.

Son yıllarda free takılmak moda oldu. Kazara birisi, 'Bu yaptığınız ayıp' diyecek olsa 'Kime ne?' denerek sözü kişinin ağzına tıkmak bir adet haline gelmeye başladı.‘Sana ne’ sözünün kibarca söyleneni yani. Genelde bu sözü değerlerimizi hiçe sayan, önemsemeyen ve kendi yaptığını doğru kabul eden kimse ve kesimler söyler oldu. “Ben kimseden çekinmem, ki ben ne yaptığımı biliyorum” havası yaygın bu tiplerde.

Sık sık duymaya başladığımız bu cümleyi en son tutuklu olan bir gazetecinin tahliye olması sonrasında fazlasıyla duyduk. Malumunuz gazeteci bir yıldır tutuklu idi, serbest kalınca çıkışta eşiyle dudak dudağa olan öpüşme sahnesi gazetelerde yer aldı. Bu görüntüyü eleştirenler olmuş olmalı ki gazete köşelerinde savunma yazılarına rastladım. Üstelik “kime ne? Eşi değil mi? Size mi soracak öpüşeceğini? Öpüşmeye de mi karşısınız?” gibi yazılara yer verildi.

Sahneye tekrar göz attım acaba kimsenin olmadığı bir ortam mı diye. Yok, etrafında insanlar var. Yani herkesin gözü önünde cereyan ediyor bu eylem. İnsanın eşini sevmesi, öpmesi, öpüşmesi kadar doğal bir şey yok. Özellikle uzun süre görüşmemişlerse. Zaten kimsenin de buna bir şey diyeceğini sanmıyorum. Burada tepkinin eylemin alenen olmasına diye düşünüyorum. Kapalı kapılar ardında, kimsenin olmadığı ıssız ortamlarda veya yatak odasında olması gereken bu öpüşme sahnesinin meydanlarda icra edilmesinedir.

Niyetim bu sahnenin oluşmasına sebebiyet verenleri falan eleştirmek değil. Zaten kimsenin kimseye karışamadığı günleri yaşıyoruz. Kim karışmaya kalkarsa en ucuz yoldan ‘kime ne’ eleştirisine muhatap olmaktadır. Daha ileriye götürüp uyaranı tekme tokat dövüp hastanelik edenler de var. Sadece ‘kime ne’ye muhatap olmak ‘Dua et! İyi günümdeyim, yoksa ben sana gösteririm gününü, verilmiş sadakan var’ gibi bir şey bu.

Bu görüntüye sebep olanlar, bu görüntüyü eleştirenler ve savunanlar şunu bilsin ki kimsenin insani bir eylem olan sevgiye, öpüşmeye falan karıştığı yok. Burada bu eylemin nerede olduğuna bakmak lazım. Biz böyle her hareketi savunurcasına ‘kime ne’ dersek yarın bizi örnek alan küçükler büyüyünce bugünkü eleştirdiğimiz eylemi, milletin gözü önünde bir ileri merhalesine taşıyıp ‘kime ne’ derlerse o zaman ne yapacağız? Unutmayalım ki çocuklarımız bizim ileriye attığımız oklardır. Attığımız oklara dikkat edelim, zira onlar bize baka baka büyüyorlar. Demek ki bu işler böyle de olabiliyormuş bilinci yerleşecek zihinlerine. Biz bugün birilerince masum görünen bu hareketi yaparsak yarın çocuklarımız yatak odalarını meydanlara taşırlarsa hiç şaşırmayalım. Özellikle toplumsal bir görev icra eden kişilerin bu tür eylemlere dikkat etmelerinde fayda vardır. Zira ‘İmam osurursa cemaat pisler’ deriz çoğu zaman. Değerlerimizi, kültürümüzü, örf ve adetlerimizi bu şekilde ‘kime ne’ diyerek yozlaştırmayalım. Haydi bu iş yapıldı diyelim, bari bu görüntüyü çekerek cümle aleme servis etmeyelim.

Yok, hala ‘kime ne’ denerek haklılık savunulacaksa  bize de ‘Bari bu işi az ötede yapın’ demek düşer. 30/09/2017

* 02/10/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

28 Eylül 2017 Perşembe

Kuzey Irak Meselesi *

Kuzey Irak Kürdistan Bölgesinde bağımsızlık referandumu olacak mı olmayacak mı derken halk oylamasına gidildi. Devletiyle milletiyle referanduma kilitlendik. Gördüğüm kadarıyla Türkiye Irak’ın toprak bütünlüğünden yana tavır aldı. Yanı başında  bağımsız bir devlete sıcak bakmadı. Üst seviyede tepki gösterdi bu referanduma. Türkiye’nin dışında İran da bu halk oylamasına karşı çıktı. Yapılan referanduma çoğu ülke karşı çıkarken İsrail’in tek başına destek vermesi manidar olmaya manidar.

Çoğu devletin sıcak bakmadığı bu referanduma ABD de yaptığı açıklama ile karşıymış görüntüsü verdi. Oylama biter bitmez ‘İlişkilerimizi etkilemez’ diyerek referandumun arkasında kendisinin olduğunu göstermiş oldu. Zaten Barzani ABD’den destek almasa böyle bir ortamda bağımsızlık adımı atması mümkün değildi.

Bağımsızlık oylamasının yapıldığı bölge, Körfez Savaşında ABD’nin Irak devletine yasak alan ilan ettiği 36.paralelin kuzeyi. Bu bölge Irak’ın bir toprak parçası olarak görünse de Irak bu bölgedeki hakimiyetini kaybedeli çok oldu.  Hoş bugün Irak’ta devlet var mı yok mu, bu da tartışılır. Tüm uğraşı ikinci Şii devletini nasıl sağlamlaştırabilirim, ABD’nin haklarını nasıl koruyabilirim hesabı yapıyor. Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi uzun süredir zaten bağımsız bir şekilde hareket etmekteydi. 2005 Irak Anayasasında referandum hakkı da elde etmişlerdi zaten.

Ülkemizde referandum öncesi başlayan tartışma halen devam etmekte. Her konuda olduğu gibi tartışmayı yine beceremiyoruz. Konunun enine-boyuna konuşulması maalesef bu ülkede mümkün olmuyor. Kürtlerin büyük bir çoğunluğu kurulacak bu devlete sıcak bakarken Türklerin çoğunluğu böyle bir devlete soğuk bakmaktadır. Konu ırk bazında tartışılıyor veya öyle bir algı var kamuoyunda. Tartışmanın ırk bazında değerlendirilmesi de içimizde yaşayan Kürt vatandaşları yaralamaktadır.

Sonunda Kuzey Irak’ta yapılan referandumla bağımsız bir devletin temelleri örülmeye başlandı. Bundan sonra siyasi konjenktüre göre hareket edecekler. Er veya geç Türkiye’nin yanı başında beğensek de, beğenmesek de, istesek de, istemesek de bir devlet kurulacak. Çünkü oyun kurucu biz değiliz. Dünyayı yönetenler ‘kur’ dedi ki bu işe kalkışıldı. Bu durum bu bölgeye yabancı değil. Nasıl ki Birinci Dünya Savaşı sonrası Osmanlı’yı parçalayarak irili ufaklı 50 civarında ülke icat etmişlerse bu devleti de icat ederler. Müslümanların kaderi de bu maalesef. Dünyada devletler birleşirken bizler ayrışmaya doğru gidiyoruz. ABD’nin kendisi devletlerden oluşmakta, Rusya dersen hakeza. Avrupa ise tek devlet olmak için Avrupa Birliğini kurdu. Başka ülkeler bakkal dükkanından hipermarkete dönüşerek güçlerine güç katarken bizler bakkal dükkanına dönüşmeye çalışıyoruz. Hasılı dünya Mersin’e giderken biz yine tersine gidiyoruz. Küçük olsun, benim olsun mantığı geçerli buralarda.

Bu devlet er veya geç kurulacak kurulmaya. İnşallah adı bağımsız fakat bir başkasının güdümünde bir devlet olmaz. Eğer öyle olursa gerçekten bir çıbanbaşı olur, bir başka süper gücün yanı başımızdaki kuklası olur. Bizim karşı çıkmamıza rağmen bizim dışımızda bu olaylar cereyan ediyorsa hamasi duyguları bir tarafa bırakarak olaya reel yaklaşmakta fayda var. Ülke olarak soğukkanlı olmalıyız. Yangına körükle gitmemeliyiz. İçimizde yüz yıllardır bir ve beraber yaşadığımız, et-tırnak olduğumuz, kız alıp verdiğimiz insanlarımızı incitmemek gerek. Birlikte nasıl bir sinerji meydana getirebiliriz, ileride nasıl birlikte hareket ederiz soruları üzerine yoğunlaşmakta fayda var. Elimizde imkan ve güç yok iken köprüleri atmamak lazım. Zaten normalinden fazla düşmanımız var dünya yüzeyinde. Yeni düşmanlar edinmemek gerek.

Unutmayalım ki şer gördüğümüzde hayır, hayır gördüğümüzde de şer olabilir. Zaman her şeyin ilacıdır. Önemli olan bu ortamdan nasıl rol çalabiliriz hesabı yapmak lazım. Dünya siyasetinde gücün kadar değerin vardır. Maalesef güçlü bir devlet değiliz. Ki biz 1980’lerde bağımsızlığını ilan eden KKTC devletini bile dünyaya tanıtıp bağımsız yapamadık. Endişelerimizi dile getirmekle beraber ilişkileri belirli bir seviyede tutmak gerekir diye düşünüyorum. İnsanlar incindiği gibi devletler de incinir. Eleştiri ve hassasiyetlerimizi daha güzel bir üslup ve yöntemle yapmaya çalışalım. 29/09/2017

* 30/09/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


26 Eylül 2017 Salı

Çöp Sepetiyiz Sanki!

Hepimizin tanıdığı, arkadaşlık yaptığı kişi ve gruplarla ilgili zaman zaman "Ben onu tanıyamamışım, farklı bir yüzü varmış, ben çok safmışım, yıllar yılı beni uyutmuş..." gibi serzenişlerimiz olur. Çünkü insanoğlunun kendini gizleme yönü vardır.

İnsanlar bir kişi veya grubu iyi olarak tanıdığı zamanlarda onlar hakkında olumlu kanaatini açıklamış olabilirler. Gerçek yüzü ortaya çıktıktan sonra uzaklaşır, mesafe koyarlar.

Gel zaman git zaman bu insan önemli bir makama gelse birileri tarafından eski defterler açılır. Geçmişte ne düşündüğü, ne dediği, ne yazdığı bir bir ortaya dökülür. Sanırsın ki yazıcı meleği. Günümüzde FETÖ hemen hemen bu tiplerin belası durumunda. "Efendim şu makama getirmeyi düşündüğünüz bu kimse geçmişte Gülen hakkında şunu dedi, onu şöyle övdü, Abant Platformuna katıldı, dinler arası diyalog hakkında şunu söyledi..." şeklinde yazılır, çizilir.

Bu tipler herkesi kendisi gibi yunmuş yıkanmış sanıyor. Kimse kendisi gibi ileri görüşlü değil ki! Bu ülkedeki tek şanssızlığı hep kanmış ve kandırılmış insanların içerisinde yaşıyor olması. Tevazuundan olsa gerek. Bereket bu ülkeyi terk edip gitmiyor.

Bunlara göre herkes FETÖ'cü. FETÖ'nün hizmet hareketi olarak görüldüğü dönemde kim bunların önünden, arkasından geçmişse, sofralarına oturmuşsa, çocuğunu dershanelerine vermişse, gazetesine abone olmuşsa veya "Türkçe Olimpiyatlarını gözü yaşlı izlemişse, onların toplantılarına katılmışsa bu kimse katıksız FETÖ'cüdür. Sonradan "Ben bunları yanlış tanımışım, bunlar derviş görünümlü hainmiş" dese bile inanmaz böyleleri. Fayda da etmez zaten. Bu tiplerin işi-gücü geçmiş defterleri karıştırmak olur. Umarım iyi niyetlilerdir. Farz edelim ki iyi niyetli bunlar. Bu yaptıkları insan öğütmekten, bir insana töhmetle bakmaktan öteye geçmez. Ortalığı velveleye vererek kafalarda müphemler oluşturur. Elinde geçmiş söylenenlerin dışında o kişinin o yapıyla hala irtibatlı olduğuna dair yeni bilgi ve belge olsa gam yemeyeceğim.

Böylelerinin amacı üzüm yemek falan değil. Bu kimselere geçmişi bırakıp yeni şeyler söylemek lazım cancağzım demek lazım. Unutmasınlar ki geçmişi karıştırmak kedi ve köpeğin çöpü karıştırmasına benzer. Ne biliyorlar ki belki adam geçmiş yaptıklarına nedamet duymuştur. Bırakın da kimin, ne olduğuna devlet ve yetkili organları baksın. Sosyal medyadan, gazete köşesinden kimse ucuz mücahitlik yapmasın, insanların kafasında 'acabalar' oluşturmasın. Gerçeklerin bir kötü yönü var, er veya geç ortaya çıkar. Kendini gizleyen mutlaka kendini ele verir.

İnsanları yaftalamayın. Ya o kişi geçmişine sünger çekmişse, bugün o yapıyla bağını tümden koparmışsa ne yapacaksınız? O kişiye iftira atmış olursunuz. Ben bilmem ben hatayı kabul etmem, geçmiş de olsa bu adam odur, bak ben hiç hata yaptım mı diyorsa böyleleri, kusura bakmasın kimse kendisi gibi sütten çıkmış ak kaşık değildir. Keşke bunun gibi mükemmel olan biri kelaynak kuşları gibi aramızda dolaşacağına kendisi gibi yanılmayan, hata yapmayan birkaç kişi yetiştirseydi ülkeye en büyük iyiliği yapmış olurdu. 26.09.2017

Minibüste Malum Suriyeli Geyiği

Çarşıya gitmek için minibüsü tercih ettim bugün. En öne oturdum. Adalhan'a yaklaşırken şoför "Alaaddin'e gidecek Suriyeliler vardı. Burada inip yürüsün" dedi. İnen olmadı. "Suriyeliler, burada ineceksiniz...herhalde anlamadılar" dedi. Sonra arka tarafta oturanlardan biri "Alaaddin! İnin, buradan direk...direk" dedi ve eliyle Alaaddin tarafını gösterdi. Nihayet Suriyeliler indi.

Suriyeliler inerken yine arka taraftan bir kadın sesi dolmuşun sessizliğini bozdu: "Anlar onlar, anlamazlar mı? İşlerine geleni anlar bunlar. Dertleri, yanlış yerde inip kendilerini Alaaddin'e kadar attıracaklar. Bunların anlamadığı yok. Ganimet gibiler. Bizimkiler Suriye'de savaşsın, bunlar burada keyif çatsın. Bayrama gidip geliyorlar. Durmadan çocuk doğuruyorlar, en ufak bir şeyde tüm Suriyeliler bir araya geliyorlar..." dedi yüksek sesle. Şoför 'anlamadılar' dediyse de kadın "Hı anlamazlar?" diyerek konuşmasına devam etti kızgın bir şekilde. Kadın konuşurken en arkada oturan bir erkek söze girdi. "Hastane bunlarla dolu, her yer bunlarla dolu. Biz muayene olamıyoruz, bunlar oluyor. Bizimkiler orada ölsün, bunlar burada çocuk doğursun, gitmez bunlar. Niye gitsinler rahatları iyi. Beyşehir'de, Karapınar'da, Antep’te bir Suriyeli kalmadı. Hepsini attı oradakiler, temizlendi oralar" dedi. Erkek bıraktı, kadın aldı lafı. Epey sürdü bu ikili diyalog o kadar kişinin içinde.

Az sonra kadın inecek var dedi. İnerken başımı çevirip inen bayana baktım. Yaşlı bir teyzeydi inen. Gözünde gözlük, başında başörtüsü ile kayboldu az sonra. Dolmuş hareket ettikten az sonra da erkek indi. Kilosu o biçim biriydi. Dolmuşçu, "Konuşan erkek esmer vatandaşlardan" dedi. İyi ki ülkeyi bunlar yönetmiyor, dedim. Kalan birkaç kişiyle birlikte az sonra ben de indim.

Konu Suriyeli meselesi. İçimize o kadar işlemiş ki birbirini tanımayan iki kişi ortak noktada buluşabiliyor. Bereket uzun yolculuk değildi bizimkisi. Değilse içleri Suriyeli dolu olan bu iki kişi konuşmasına devam edecekti. Konuştuklarını görünce sanırsın ki bu iki insanımız ülke meselelerine hakim, ellerinde imkan olsa hemen çözecekler bu meseleyi. Herhalde ülkeyi bu ikisi yönetse gördükleri Suriyeli’yi kıtır kıtır keser. Kanları da berbat diye belki boğma yolunu tercih ederler. Sayıları çok olduğu için çocuk doğurmasınlar diye ilk önce hadım etme yoluna da giderler. Hiçbir şey yapamasalar bir parça ekmeği esirger, açlığa mahkum ederler. Bu hışım, bu düşmanlık, bu kin nedir anlayamadım. Okullarımız Suriye düşmanlığı adı altında ders verse inanın bu kadar Suriyeli düşmanı çocuk yetiştiremez. Sanırsın ki ülkedeki tüm Suriyeliler’e bu ikisi bakıyor, sanırsın ki kendi yiyeceği rızıklarını Suriyeliler iç ediyor. İçimizdeki Suriyeliler bir gitse ülkenin tüm sorunu bitecek. Keşke sayıları bu iki kişiyle sınırlı olsa hiç gam yemeyeceğim. Sadece Konya’yı dolaşsan bu ikisindeki nefret duygusunu taşıyan yüz binleri rahat bulabilirsin. Bu bakış açısı, bu konuşma sağlıklı bir bakış değildir, hiç hayra alamet değildir. Ortaokul seviyesindeki öğrencilere varıncaya kadar bu nefret duygusunu görmek mümkün. İçimizde yaşayan Suriyeliler’e karşı oluşan bu nefret duygusu bu şekilde devam ederse yarın Allah göstermesin en ufak bir çatışmada, anlaşmazlıkta konu nedir, ne değildir, kim suçlu demeden Suriyeliler’in üzerine çullanırız.

Niyetim burada Suriyeliler’i savunmak, onlara düşmanlık değildir. Suriyeliler’in içimizde olması arızi bir durumdur. İnşallah ülkelerinde sulh meydana gelir de hepsi memleketlerine çeker gider. Başkasının yaptığı kavganın, savaşın ceremesini bu ülke çekiyor. Suriyeliler bin katını çekiyor. Hangi birimiz iyi-kötü yerleşik hayatımızı terk edip terki diyar etmek isteriz. Aramızda Suriyeliler yaşıyor, dolaşıyor da çok mu mutlular? Onların niyetlerini okuyacağımıza anlamaya çalışsak, hangi birimiz içlerinden ne geçirdiğini bilebiliriz? Kimin çocuk doğurmasına sekte vurabiliriz. Dua edelim, Allah bu ülkeyi bize bağışlasın, onların başına gelen bizim başımıza gelmesin. Allah bizi bu şekilde imtihan etmesin. Şayet böyle bir durum başımıza gelirse ne gidecek yerimiz var, ne de bize kucak açacak yer.

Suriyeli düşmanlığı yapanlar! Öyle zannediyorum, onlara bugüne kadar zırnık koklatmadınız. Tercihinizdir, vermeyebilirsiniz. İçinizden onlara karşı kin de besleyebilirsiniz. Ne olur bunu dışarıya vurmayın. Yardım edecek olan etsin, etmeyecek/edemeyecek olan gölge etmesin. Yoksa bu gidişat bizi de götürür. Suriyelileri ayıplamayalım, içlerinde birkaç kişinin yaptığı kötülüğü tüm Suriyeliler diyerek toptancı hale getirmeyelim. Bu mültecilerle sorunu olanlar lütfen güvenlik kuvvetlerine haber versin. Çünkü içimizdeki bu nefret racon kesmeye kalkarsa çok kan akar. 26/09/2017



23 Eylül 2017 Cumartesi

Bir Gönül Adamıydı Hep

Yazılarında dert sahibi olduğu görülürdü hep. Nerede yazarsa çizgisini hiç değiştirmedi. Kim, ne der demedi. Çok güzel bir üslup kullandı. Kimseyi kırmadı, dökmedi. Zaten istese de beceremezdi. Zira mizacına tersti kırıp dökmek.

İstediği bir köşe idi derdini anlatabileceği. Kendisine kucak açılan her yerde yazdı. Siyasi ikbal peşinde koşmadı. Konuşması, yazması ve yaşantısıyla hep örnek bir kişilik sergiledi. İçinde bulunduğu camiasına leke gelmesin diye çabaladı. Yapılan hata ve yanlışlar varsa onları dillendirmekten geri kalmadı. FETÖ ile mücadelede yapılan yanlışlara dikkat çekti. Herkesin kaçınıp sakındığı, destek vermediği  bir ortamda FETÖ mağdurları varsa onları sayfasına taşıdı. Dilinin döndüğü kadar haklının, doğrunun yanında oldu. 

Mağduru ele almak, Müslümanca duruş sergilemek öncelikli konusuydu. Konjektör icabı çoğu kimsenin sesini çıkaramadığı bir ortamda Erbakan'ın yanında yer aldığını göstermek için 'Savunan adam' başlıklı bir yazı kaleme aldı. Yazısı çok ses getirdi. Yazıdan bugüne 20 yıl geçmesine rağmen yazısı unutulmadı hiç.

Tüm yazılarında sağduyu, basiret ve feraset hakim olan bu kişi 2017'de istenmeyen adam ilan edildi, yazısı yayımlanmadı, kendisine yol verildi. İşin garibi yazısını yayımlamayanlarla aynı düşüncedeydi. Bazı konularda farklı yol takip edilmesi gerektiğini söylemesine tahammül edilmedi. Tetikçiler devreye girip 'sus' dedi. Sonunda bileti kesildi. Git, istemiyoruz dendi kendisine. O da istenmediğini anladı ama belki dedi durdu. Sonunda yazısı yayımlamayınca istifasını verdi. 

Yaralı bir aslan misali kabuğuna çekildi; üzgün, kırgın ve incinmiş bir şekilde. Ona zor gelen kendi mahallesinin tahammülsüzlüğü. Onların attığı güle çok içerledi. Başkasının attığı taş ona hiç zor gelmedi yıllar yılı. Kendi mahallesinin tetikçileri üzerine gelip boğmaya çalışırken gazete sahiplerinin ve camiasının ileri gelenlerinin sessizliği onu derinden yaraladı. 

Yazık oldu bu yaşlı ve yaralı duayene. Ayıp edildi ona. Böyle mi olmalıydı? Mahalle ve camianın vicdanıydı. Yazıları, duruşu, bakışı, konuşması ve yaşantısı ile örnek bir kişilikti. Bu duruşa bile tahammül edemedi mahallesi. Ne yapıyorsunuz bile demedi. Üstelik  tetikçilerin önüne attı onu. Halbuki o, camiam zarar görmesin diye didindi durdu, ömrünü verdi. Karşılığı da kapının önüne konmak oldu. Çünkü dayanamadı tetikçilerin attı taşa.

Halbuki o, taş atmaktan ziyade topladığı taşları bir binayı inşa eder gibi insanın inşası için ilmek ilmek kullandı. Getirdiği taşların hiçbirini kimseye atmadı. Tetikçiler gibi kafaya, göze, kalbe nişanlamadı taşları. Soyadının gereğini yaptı hep.  Taşı gediğine koydu sürekli. Al sana kaya, nerene koyarsan koy demedi.

Merak ediyorum, mahallesindeki farklı ses ve eleştiriye tahammül edemeyenler başkasına neler yapmaz ki! Meydan tetikçi kalemlere bırakılmamalıydı. Gün, tetikçilerin günü olmamalıydı. Bu tetikçiler şunu bilsin ki insanlara korku vererek, onları susturarak, onlara hayat hakkı tanımayarak davaya hizmet edilmez. Kraldan daha kralcı olmalarına gerek yok. 

Bir söz de meydanı tetikçilere bırakıp racon kestirenlere! Siyaset böyle olmaz, farklı sese ve farklı söze tahammül edeceksiniz, eleştirilere kulak vereceksiniz, savunduğunuzda haklı iseniz muhalif sesi ikna edeceksiniz, meydanı tetikçilere bırakmayacaksınız. Bilin ki tetikçiler oy getirmez, götürür. Türkiye'yi baştan başa imar ettiniz, millet istemediği kadar hizmet gördü. Hizmetinizin gönüllerde taclanmasını istiyorsanız insana da yatırım yapın, gönüllere girin, onları küstürmeyin, "Ben yaptım oldu" demeyin. 23.09.2017

21 Eylül 2017 Perşembe

Siyasette İzlenecek Yol

Ülkede bir sorun mu vardır, orada siyaseti görmek mümkündür. Siyasetin görevidir ülke sorunlarına çözüm bulmak. Zaten siyaset de bunun içindir.

Siyaset olaylara ve sorunlara geniş açıdan bakar. Bundan dolayı her kesim ve her meslek insandan faydalanma yoluna gider. Bir olayı çözmek isterken sonu ne olur? Kim, ne kadar etkilenir hesabı yapar. Yapacağı icraatta radikal karar alacaksa tarafları ikna etme yoluna gider. Fazla konuşmaz, icraat yapar. İş bölümü ve görev taksimi yapılır. İstişareye önem verilir. Çok özel bir durum olmadığı müddetçe birbirlerinin çalışma alanlarına müdahale etmez. Paylaşımcı ve şeffaf olur. Kendisine şüpheyle yaklaşan kesimi kazanmaya çalışır. Toplumun hemen hemen her kesimine güven vermeyi benimser. Şaibeli insanları yanından uzaklaştırır, gerekirse cezasını kendisi verir. Kurum ve kuruluşlar arasında bir eş güdüm ve uyum olur. Farklı kesimleri ürkütmemeye çalışır. Kimseyi kırmadan, dökmeden, ötekileştirmeden ülkede barış ve huzur ortamı için çabalar. Konuşmayı değil, hizmeti ön planda tutar. Çatışmayı ve kavgayı değil; uzlaşmayı, asgari müştereklerde buluşmayı dener. Vizyon ve misyona dikkat eder. Eleştirisini ortamında yapar.

Ülkenin genel siyaseti dışında meydanlarda kurum ve kişilere ayar verilmez. Verilecekse de hakimi, savcısı harekete geçirilir. Bazı kişi ve kurumlara cevap verilecekse görevlendirdiği ilgili kişinin yapması beklenir. Bir kişi her işe karışmaz. Sabır ve saygıyı elden bırakmaz. Ekibini emir eri gibi görmez, onlara fazlasıyla değer verir.

Ülke kaynaklarını yerinde ve zamanında kullanır, tasarrufu ön planda tutar, ekonomiyi canlandırmak için çaba sarf eder.

Halkın sevgisini, oy verenlerin sempatisini kötüye kullanmaz. Az konuşur, çok icraat yapar. Zamanı geldiği zaman çoluğu ve çocuğuyla kaçamak yapar, yorgunluğunu atar. Yapacak çok iş var diyerek dinlenmeyi, soluklanmayı bırakmaz. Zira dinlenmek kişinin kendisini dinlemesi, vicdanıyla baş başa kalması demektir. Sürekli çalışan vücut yorgun düşer, vücut kaldıramayınca kişi hırçınlaşır. Sonra gelene ayar vermeye çalışır, gidene ayar vermeye çalışır.

Ülkeyi uluslar arası arenada güzel bir şekilde temsil etmeye çabalarlar. İlişkilerde diplomatik dil gözetilir. Kazan kazan politikası izlenir. Devletler ne dost kabul edilir, ne de düşman. Devletler meydanlarda eleştirilmez, krizler masalarda çözülür. Ser verilir, sır verilmez. Aklına estiği gibi davranılmaz. Benimsenmeyen ilişkilerde öncelik endişeler dile getirilir. Güzel görülen tavırların üzerine hemen atlanılmaz. Sevgi ve yergi tepkisi aynı anda verilmez. Dünya nereye gidiyor nabzı ölçülür. Atacağı taşın kimleri ürküteceği, nelere mal olacağı hesaba katılır. Düşmanın silahıyla silahlanılır. Ayaklar yere basılarak hareket edilir, duygusallığa yer verilmez. Devletlerin iç politikasına karışılmaz. Köre kör denmez. Kılı kırk yararcasına, tere yağdan kıl çekercesine bir siyaset izler. Devletler arasındaki güç dengesini izler, yoğurdu üfleyerek yer. Her şeye karışmaz. Zamanlamaya dikkat eder. Uzlaşma imkanı olan konuları ön planda tutar, çatışma konularını daha sonraya bırakır. 21/09/2017


Eğitim ve Öğretimdeki Sorunlarla Yüzleşelim

Eğitim ve öğretimde kaliteyi yakalamak istiyorsak önce sorunu teşhis etmemiz lazım. Sorunları tespit etmeden başarıyı yakalayamayız. Sorun çok, hepsini yazma imkanım yok. En azından bir kısmına değinmek istiyorum:
1.      Milli eğitimde öğrenci ve veli; öğretmeni, öğretmen idarecisini, idareci ilçe milli eğitimi, ilçe milli eğitim il milli eğitimi, il milli eğitim Bakanlığı; Bakanlık il milli eğitimleri, il milli eğitimler ilçe milli eğitimleri, ilçe milli eğitimler okul müdürlerini, okul müdürleri, öğretmenleri, öğretmenler öğrenci ve velileri beğenmemektedir, sürekli eleştirmektedir. Bunlar birbiriyle irtibatlı, beraber yaşamak zorunda olan düşman kardeşler gibidir. Aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya kimse kimseyi beğenmiyor, kimse de burnundan kıl aldırmıyor.
2.      Devlet sürekli sistemle oynuyor. Bir sistem oturmadan, ürün almadan yeniden sistem değişikliğine gidiyor. Plansız bir görüntü çizmektedir. "Ben beğenmedim, haydi değiştirelim" sil baştan mantığı hakim.
3.      Okullarda eleme sisteminin olmaması, herkesin tornadan çıkmış gibi bir üst sınıfa devam etmesi.
4.      "Ne verirseniz, ne ederseniz, sonum ne olursa olsun okumak istemiyorum" diyen öğrenciyi okutmak için uğraşması.
5.      Bakanlığın, veli ve öğrenciye herhangi bir sorumluluk yüklememesi, veli ve öğrenci her daim haklıdır mantığıyla hareket etmesi. Sorunu hep öğretmen ve yöneticisinde arıyor olması.
6.      Her türlü sorumluluğun istendiği okul yöneticisinden yetkinin esirgenmesi, okulun lideri kabul edilen kişinin öğretmeninden düşük ücret alması ve dört yıl sonra o okulda kalıp kalamayacağının belli olmaması.
7.      Bakanlığın, okulu yönetmek için inisiyatif alan yöneticisinin arkasında durmaması, en ufak bir hatasında ipini çekmesi.
8.      Bakanlığın personel alımından, yönetici seçimine; öğretmen alımından öğrenci sınav sistemine varıncaya kadar süreklilik arz eden kriterinin olmaması.
9.      Eğitimin uzun soluklu bir maraton olduğu unutularak yapılan her değişikliğin hemen istenilen meyveyi verme aceleciliği.
10.  Bakanlığın farklı kesimlerin öneri, tespit ve eleştirilerine kapalı olması, ben yaptım oldu mantığıyla hareket etmesi, istişareye özen göstermemesi, yapıcı eleştirilere bile tahammül gösterilmemesi.
11.  Okullarda, Bakanlığın merkez ve taşra teşkilatlarında oturmuş bir kurum kültürünün olmaması.
12.  Giderek azalan torpil, iltimas ve adam kayırmacılığının yeniden hortlatılması. Belli makam ve koltukların belli okul ve zihniyetteki insanlara dağıtılması, farklı düşünen insanlara geçit verilmemesi.
13.  FETÖ olayıyla birlikte FETÖ’cü olsa da, olmasa da insanlara FETÖ’cü yaftasının vurulması, güven ortamının  hiç olmadığı kadar zedelenmesi.
14.  Bakanlığın hangi işi, hangi zaman, ne kadar sürede, kimlerle yapacağım diye bir iş takviminin olmaması, belirlenen takvimi varsa da kendisinin çiğnemesi, zamanlamaya özen göstermemesi. (Okullar açıldıktan sonra servis sorunlarını çözmeye odaklanması, TEOG’un kaldırarak yeni model arayışına girilmesi, 2.il içi ve il dışı öğretmen atamasına imkan vermesi, alan değişikliğini dönem içinde yapması…)
15.  Koyduğu kuralı daha uygulamadan askıya alması (öğretmen rotasyonu gibi)
16.  Her kesimin Bakanlığı olmak yerine belli kesimin düşüncelerine hizmet eder görüntü vermesi.
17.  “Yapacak gücüm ve iradem var, ben her istediğimi yaparım” görüntüsü vererek tevazuu elden bırakması, farklı kesimleri ikna yoluna gitmemesi.
18.  Bakanlığın yönetiminde inisiyatifin oraya görevlendirilen kişide olmaması.
19.  Eğitimde tek tip adam yetiştireceğim görüntüsünün verilmesi, bir okul tipinin ön plana çıkarılması. Bu okul tipinin çok sayıda açılması kaliteyi düşüreceği biline biline açılmaya devam edilmesi.
20.  Merkezin taşraya ve beraber çalıştığı kişilere güvenmemesi, her işe müdahale etmesi, tüm işi merkezden yönetme istek ve arzusu.
21. Devlette toptancı anlayışı hakim kılıyor anlayışının ön plana çıkması, bankamatik memurlarının sayısını çoğaltması. Bunu yaparken de dargın, küskün ve incinmiş insanların sayısını çoğaltması... 21/09/2017

Sopa mı, Yoksa Sınav mı? Seç-Beğen!

Kur’an Kursunda okurken hocamızın üzerinde “Beş yaşında, aklı başında” yazılı bir sopası vardı. Dersini vermeyen/veremeyen, yaramazlık yapan, konuşan herkes nasibini alırdı. Esnafın siftahı gibi nasip gelirdi ayağımıza. Amma Ali’ye, amma Veli’ye. Sopanın nereye geleceğini hocamız ayarlardı. Bazen kollara, bazen el avuçlarına, bazen de sırta vururdu. Yeter ki acıyan yeri tespit edebilmiş olsun. Bazen de sırasında konuşana bu sopayı fırlatırdı. Kafaya mı gelir, göze mi gelir, yanlış adama mı isabet eder. Bu, hocamızın o andaki eforuna bağlıydı. Bazen de önünde okuyan kimseleri bu sopayla iteklerdi. Hiç yapamazsa bir eline aldığı sopayı diğer kendi eline vururdu.

 Üç öğün yemek gibi güne gün dayan yiyen bir arkadaşımız iyice dayaktan ürkmüştü. Sürekli yerinde oturan hocamız bazen ayak değiştirmek istese arkadaşımız sopa geliyor diye geriye doğru kendini çekerdi. Onun bu halini gören hocamız iyice galeyana gelir, gülmeye başlar. Kendin kaşındın, dayağa hazırsın dercesine elindeki sopayı arkadaşın omzuna dayar, vida çevirir gibi sağa-sola çevirirdi. Dayaktan iyice bezen bu arkadaşa bir başka arkadaş, “Daha az acısın istiyorsan gömleğin altına, özellikle kollarına post giy gel” diyerek akıl vermiş. Derde derman olur diye arkadaşımız ertesi günü hocanın sıklıkla vurduğu yerlere post koyup gelmiş. Dersini okurken teklemesiyle birlikte mermi atar gibi hocanın sopası kollarına inmeye başladı. Arkadaş anam dese de fazla acıtmadığını hissetti hocamız. Üstelik vurdukça çıkan şak sesi daha bir farklıydı. “Ne var gömleğin altında” diye sordu. Arkadaş söylemek istemese de sonunda “Post giydim” dedi. Demese zaten hali haraptı. Bir daha giymemesini tembihledi ona. Zira dayağın mantığına tersti bu. Acıtacaktı ki dersine daha iyi çalışacak ve adam olacak, hocanın vurduğu yerde gül bitecekti. Üstelik ölüsüyle, dirisiyle “Eti senin, kemiği benim” diye teslim edilmişti o zamanlar.

Bir hafta sonu birkaç arkadaşla bir araya gelerek hepimizin korkulu rüyası ve başımızın belası, aklımızı götüren bu “Beş yaşında, aklı başında” olan sopadan kurtulmak için ne yapabiliriz istişaresi yaptık. Zira en büyük düşmanımız o idi. O yok olursa dayaktan kurtulacaktı okuyan öğrenciler. Çünkü hocamız eliyle vurmazdı. Sonra sopa varken niçin elini vurarak acıtacaktı.

Bir pazar günü nöbetçi olan arkadaştan anahtarı alarak kursa girdik, masanın üzerindeki sopayı alıp imha ettik. Kırıp yaktık mı, bir başka yere mi attık, onu hatırlamıyorum. İçimizde bir korku ve endişe olmasına rağmen bir sevindik, bir sevindik, bir sevindik. Sevincimize diyecek yoktu. Zira en büyük düşmanımız olan sopadan kurtulmuş ve kursta okuyan arkadaşlara da bir insaniyet görevimizi yapmıştık.

Pazartesi günü kursa gecikmeli bir şekilde geldim. Baktım sınıfta erkekler yok, sadece kızlar var. Hocanın bakışı ve duruşu kızgın mı kızgın. Selam verip yanına vardım. “Arkadaşların yan tarafta, yanlarına git; sopayı, kim ne yapmış, ağızlarını bir yokla” dedi bana. Hanginiz kırdı sopayı dedim her birine. Gariplerin konuşacak takadı yoktu. Hepsi başı öne eğik bir şekilde bilmiyorum, haberim yok dedi. İçlerinde suç ortaklarım da vardı. Kimse “Sen yaptın bu işi” demedi. Hocaya gelerek kimse bir şey bilmiyor dedim. “Çağır gelsinler” dedi. Ben de yan tarafta ayakta bekleyen arkadaşlarımı sınıfa getirdim.

Az sonra içimizden gözüne kestirdiği bir arkadaşı yanına çağırdı, “Git bir ağaç bul, ağaca çık, oradan bir değnek kes gel” dedi ona. O arkadaş koşarak gitti, bir ağaçtan yeni bir sopa getirdi. Bizim kabus geri geldi böylece. 8-10 saatlik sopasız bir hayattan sonra sınıfımız yeni bir sopaya kavuştu tekrar.
Sonunda anladık ki bizim düşmanımız sopa değilmiş, o sadece dayağın aracıymış. Sorun o günün “Bu işler sopasız olmaz, dövmezsen adam olmazlar, yoksa dışarıda köpek taşlarlar. Dövelim ki ileride adam olsunlar, bize hayır dua etsinler, arkamızdan bir Fatiha okusunlar ve okudukça keşke hocamız iki daha fazla vursaydı desinler” anlayışıymış. Hasılı o sopa gitti, bir başka sopa geldi. Üstelik yeni sopa eski sopaya göre yeni kesildiği için yaş idi. Biz yine kaldığımız yerden dayak yemeye devam ettik. Kuru sopaya göre daha fazla acıtmaya başladı. Dayakta da bir istikrar abidesiydik desem abartmış olmam.

İyi de bayram değil, seyran değil, bu anının ne alakası var şimdi? Yoksa yaşlandın da yeni bilgi gelmiyor, kovanın içinde kalanlarla mı yetiniyorsun diyebilirsiniz. Konu gündemle ilgili olduğu için anlattım. Öğrenciliğimizde dayak yemek bizim korkulu rüyamızdı. Şimdilerde pek dayak yok, hatta hiç yok. Fakat çocuklarımız adam olsun, okusun, iyi yerlere gelsin diye yarış atı gibi sınavdan sınava giriyor. Çocuklar, çocukluğunu yaşayamıyor, haydi bu sınavı kaldıralım diyorlar. Kaldırdıkları zaman öğrenciler tıpkı bizim gibi bir seviniyorlar, bir seviniyorlar. Ardından ismi değişmiş, yeni bir sınav karşılarına çıkmış. Hasılı bu neslin de bizden fazla bir farkı yok. Biz o gün okumasaydık köpek taşlayacaktık. Kimse de bu köpeğe niye vuruyorsun demezdi. Şimdiki çocuklar okuyamazsa işin garibi köpek de taşlayamazlar. Çünkü hayvanseverler anasından doğduğuna pişman ederler adamı.

Hasılı 2017-2018 öğretim yılına TEOG kalktı, kalkacak derken Bakanın açıklamasıyla TEOG kaldırıldı. Endişeli bekleyiş sürerken bir taraftan da sınavdan kurtulduk, stresi bile adamı öldürüyordu zaten dedi herkes. Bir taraftan da mutlu oldu, mutluluk hala devam ediyor. Ama kimsenin içi rahat değil. Bakalım heybeden ne çıkacak beklentisi var. Zira turpun büyüğü daha çıkmadı heybeden. Endişe, merak, mutluluk ve sevinç hali tavan yapmış durumda şimdi. Herkes bu sınavın yerine hangi sınav gelecek beklentisi içerisinde. Yerine konan da birkaç yılda nefret edilen bir sınav olur, yerine alfabenin başka harflerinden oluşan yeni bir sınav gelir.

Biz boşu boşuna sınavlara düşman olmayalım, sisteme düşman olsak daha iyi olur. Ya da sınavsız olmaz diyorsak kendimizi derslere  vererek en iyisi olmaya çalışalım. Başka da kurtuluş ve kaçış yok zaten. Bizim çocukluğumuzda sırtımızdan dayak, günümüz çocuklarının da sırtında sınav yükü eksik olmayacak. Sonuç aynı kapıya çıkıyor. Rabbim encamımızı hayreylesin…21/09/2017


20 Eylül 2017 Çarşamba

"Öğretmenler İyi Çalışmıyor"

Toplumun hemen hemen her kesiminin eleştirdiği bir kesim var. Gelen vuruyor onlara, giden vuruyor. Ağzını açan "Bunlar yarım gün çalışıyor, bazı günler dersleri boş, uzun tatil yapıyorlar, çok iyi öğretemiyor, dersi iyi anlatmıyor, ikinci iş yapıyor, canı çektiği zaman rapor, izin alıyor, görevlerini yapmıyor, bir de ek ders alıyorlar, sene başında kırtasiye yardımı alıyorlar, maaşları çok fazla, kendi çocuğu olsa kendisine çocuğunu verir mi? Öğrenciye kar tatili veriliyor, bunlar niçin tatil yapıyor..." diyerek sıralar da sıralar.

Sanırım kimler kastedildiği anlaşılmıştır. Konu öğretmenler. Yapılan bu eleştirilerde haklılık payı yok mu? Var, hatta fazlasıyla. Öncelikle şunu söyleyeyim ki bir toplumun bir kurumunda bu şekilde aymazlık varsa diğer kurumlar bundan azade değildir. Kokuşmuşluk her kurumda vardır. Öğretmenler halka dönük, halkın içinde oldukları için camianın içinden belirli bir orandaki kişilerin yaptıkları göze batmakta, hatta tüm camiaya teşmil edilmektedir. Sayıları bir milyonu bulan bu camiada çalışanlar kendilerine çekidüzen vermedikleri ve halkın da bu kesime bakış açılarını değiştirmedikleri müddetçe bu kesim gittikçe irtifa kaybetmeye devam edecektir. Öğretmenler içeriden, diğerleri de dışarıdan. Çok eleştirilen bir kesimin okullarda başarılı ve verimli olması mümkün değildir.

Şimdi gelelim madalyonun diğer yüzüne. Öğretmenler içinde sorun var dedik yukarıda. Bunun da mutlaka düzeltilmesi gerekir. Nasıl düzelecek? Hemen söyleyeyim, at sahibine göre kişner. Çalışmayan, gününü gün eden kaç öğretmene bugüne kadar ceza verildi? Kaç öğretmen meslekten ihraç edildi? Kaç öğretmen ödüllendirildi? Kaç öğretmen denetlendi? Kaç öğretmen yetersizliğinden dolayı hizmetiçine alındı? Kaçına hesap soruldu? Öğretmene bugüne kadar ürün olarak ne verdin diye kaç defa soruldu.

Öğretmenlikte 25.yılımı doldurdum. Kaç tane il ve değişik okul türlerinde çalıştım, sayıları az da olsa ders anlatmayan, işini savsaklayan, mesleğinde yetersiz, öğrenci hakimiyeti olmayan kişilerin görevinden el çektirildiğini görmedim. Hepsi korundu, hepsi rahat bir şekilde emekli oldu, bir kısmı hala çalışıyor. Kimse kusura bakmasın, oturduğu yerden kimse maval okumasın. Önce gerçeklerle yüzleşelim. İş garantisi olan, hesap sorulmayan hiçbir işten verim alınamaz. Ödül-ceza sisteminin işlemediği hiçbir yerden başarı gelmez. Bu ister öğretmenlik olsun, ister başka bir alan. Hepsi aynı kapıya çıkar. Kim nerede çalışırsa çalışsın Allah korkusunun dışında sistemin nefesini de arkasında hissetmesi lazım. Bunu kim yapacak? Öğretmenler mi, yoksa yetkililer mi? Burada çalışmasından şikayetçi olduğumuz öğretmeni çalıştırmak ve ondan istenilen verimi almak için denetim mekanizmasının işler hale getirilmesi gerekiyor.

Öğretmenler ve doktorlar sürekli halkın içerisinde halka dönük çalışan meslek erbabıdır. Öğretmenler dün çalışmalarından memnun olmadığımız, çoğumuzun paragöz olarak gördüğü doktorların dününü yaşıyor. Nasıl ki özel muayene ve diğer saiklerle doktorlardan dün verim alınamaz iken çıkarılan “Tam Gün Yasası” ile verim alınır hale geldi. Onlara tam gün hastanede durma, denetim ve performans sistemi getirildi. Bugün doktorlar itibarlarını fazlasıyla kazandı, beğenmediğimiz doktorlardan iyi verim alır hale geldik. Önümüzde bu örnek var iken sağa-sola bakmamıza gerek yok. Doktorlara uygulanan sistemi eğitim camiasına getirin, inanın eğitimimiz aynı öğretmenlerle tavan yapar.


Hasılı öğretmenlere vurup durmayalım. Eleştireceksek ilk önce sistemi eleştirelim. Bu sistemle eğitimi eleştireceksek en son öğretmeni eleştirelim. Uzatmadan ağzımıza doladığımız uzun tatillerini veren devlettir, niye öğretmenlere kızarsınız? Niçin tatili verenlere kızmazsınız? Yoksa sadece gücünüz öğretmenlere mi yetiyor? 20/09/2017

19 Eylül 2017 Salı

Gelin Bu Okul Türüne Kötülük yapmayalım!

Türkiye’de bir okul türü var ki seveni de çok, nefret edeni de. Her iki kesim de aşırı uçlarda geziyor. Nefret edenin niyeti belli. Elinde imkan olsa bu okulları bir kaşık suda boğacak, mezunlarına hayat hakkı tanımayacak. Bir de seven kesim var ki, sevginin de ötesinde aşk derecesinde.

Hangisi daha zararlı deseniz aşırı sevenler bu okul türüne daha çok zarar veriyor derim. Çünkü nefret edenin zihniyeti, bakış açısı belli olduğu için onlara karşı tedbirini alırsın. Gözleri kör edercesine sevenlerin bu okul türlerine verdiği zararı hesaba katmak mümkün değil. Çünkü yatıyorlar, kalkıyorlar sadece o okul türünü ön plana çıkarıyorlar. Kazara çocuğunu o okul türüne vermeyenler Müslümanlık adına ağızlarıyla kuş tutsalar zerre kadar değerleri yok onların gözünde.

Bir yere atamamı yapılacak bu okul türünden olacak, bir okula müdür ya da yardımcı mı atanacak, bu okul türünden olacak. Vatandaş çocuğunu okutacak mı, mutlaka bu okula verecek. Şayet yazdırmazsa samimiyetini ispatlamamış olur. Sendika temsilcisi ya da başkanı veya yönetimde mutlaka bu okul mezunu olacak. Bereket şimdilik vali-kaymakam atamalarına pek seslerini çıkarmıyorlar. Yine bu okul türünden biri vali ya da kaymakam olsa hemen ön plana çıkarılır, bir icraat yapsa örnek davranış olarak sunulur. Teröristlerin barındırdığı yeri bu okul türünden biri haber verip şehit olsa “O bir …’li idi” denir. TEOG’da yüksek puan almış çocuğunu bu okula tercih ettirmeyen velinin çekeceği var bunların hışmından. En yüksek puanlı öğrenci bu okul türünü tercih etmişse iltifat üstüne iltifat görür.

Bu okulu sevenlere göre herkes çocuğunu bu okula verecek; bir yere, bir makama biri atanmışsa bu okul mezunu olacak, her yere bu okuldan açılacak, il, ilçe, okul müdürleri kim varsa mutlaka öğrencileri bu okulları tercih etmeleri için rehberlik, gerekirse baskı yapacak, Okullarda seçmeli ders seçilirse mutlaka gönlünden geçen dersler öğrencilere seçtirilecek.

Hemen hemen herkese mahalle baskısı uygulayan samimiyetlerinden şüphe etmediğim bu arkadaşlar -merak ediyorum- bu okullara iyilik mi yapıyorlar, yoksa kötülük mü? Acizane farkına varmadan kötülük yaptıklarını düşünüyorum. Üstelik bu kötülükleri nefret edenlerin vereceği zarardan daha fazla. Yine bu arkadaşlar şunu bilmeliler ki bu okulları sevenler sadece bu okullara çocuklarını gönderenler değildir. Bu okulları sevmek sadece bu okulları ön plana çıkarmakla olmaz. Ki bu okullar bu ülkenin gerçeğidir, olmazsa olmazıdır, var olmaya da devam edecektir. Eğer bu arkadaşlar bu okulların daha da cazibe merkezi olmasını istiyorlarsa kaliteyi artırmak için ne yaptıklarını sorgulamaları gerekir. Eğer bir okul türü kalitesini ispatlarsa kovsan bile vatandaş o okullara çocuğunu kaydettirmek ister. Başarısı ön plana çıkmamışsa okulun; insanlara ödül de versen, maaş da bağlasan, burs da versen istediğin öğrenciyi çekemezsin. Demek ki önce ölümüne savunduğumuz okulların kaliteyi yakalaması gerekiyor. İşte gerçek sevgi de budur. Ayrıca bu okul türünün dışındaki okullar da bu ülkenin bir gerçeğidir. Her birinin hitap ettiği alan bellidir. Yok gözümüz onları görmeyecekse o zaman bu okulları kapatmak için önce kamuoyu oluşturun, ardından hükümete baskı yapın, kapatılsın gitsin. Diğer okullara giden çocukları ve o okullara çocuğunu gönderen velilere kızmayalım. Eğer amacınız hizmet ise, çalışmayı bu hizmete faydalı olmak için yapıyorsanız milletin girmek için yarıştığı okullar bu başarıları nasıl yakalamış, bizler taşın altına elimizi nasıl koyarız, bunun hesabını yapsalar daha hayırlı bir iş çıkarmış olurlar.

Gözü bu okul türünden başka hiçbir şeyi görmeyen bu arkadaşlara şunları da söylemek isterim. Bırakın isteyen istediği okula gitsin. Tek ata oynamayı bırakın. Her okul türünde istediğiniz öğrenci tipi nasıl yetişir, o okullarda nasıl çalışma yapabiliriz, bunu üzerine yoğunlaşın. Burada bir anekdottan bahsetmek istiyorum: Liseyi okuduğum dönemde aynı yurtta birlikte kaldığımız, bize başkanlık yapan bir ağabeyimiz vardı. Üniversite tercihi olarak Radyo-Televizyon ve Sinema adı altında bir bölümü kazandı, fakat gidemedi o okula. Zira babası, “Falan okuldan başka bir okula gidemezsin, eğer gidersen hakkımı helal etmiyorum” demiş. Garibim gidemedi o kazandığı okula. Bir yıl daha bekleyerek babasının istediği o okul türünün devamı sayılabilecek bölümü kazandı. Şu anda nerede çalışıyor, ne kadar başarılı, yaptığı işi severek mi yapıyor bilmiyorum.

Benim de içinde bulunduğum bu kesim çoğu zaman sinema, tiyatro, sanat, müzik vs alanlarında çalışanların çoğunun düşüncesini beğenmez, zira çoğunun dinle sorunu var. Günümüzde bazı üniversitelerde belirli bir kesimin düşüncesi hakim. Eğer biz zamanında buralara gitseydik, çocuklarımızı oralara gönderseydik daha iyi olmaz mıydı? Bu yöntemle belki bir müddet sonra bazılarının kalesi olan yerler bizim olabilirdi.

Ayrıca iyi insan, düzgün kişi, dini bütün bir kimse sadece bu okul türünden çıkmaz. Çocuğu düzelsin diye camiye gönderirsin, bozulur gelir. Bozulsun diye meyhaneye gönderirsin düzelir gelir. Bunu da unutmayalım. Hidayetin nereden geleceği belli olmaz. Sevdiğimiz ve sevgimizi faş ettiğimiz bu okulları çok ön planda tutarak bu okullara kötülük yapmayalım. Sevelim sevmesine…başarısı için elimizden gelen gayreti gösterelim. Ama bir baba sevgisi olsun bizde. Biliyorsunuz babalar, çocuklarını çok sever ama bu sevgiyi kolay kolay belli etmezler. Yine şunu da unutmayalım ki bu okul türünden çok değerli insanlar çıktığı gibi bugün geri plana ittiğimiz okullardan mezun olan nice samimi ve düzgün insanları görebiliyoruz.

Gelin hep beraber bu okulları kendi haline bırakalım. Su akar, yolunu mutlaka bulur. Ne aşırı nefret eden olalım, ne de aşırı seven. Var mısınız? Diğer okullara ve mezunlarına üvey evlat muamelesi yapmayalım, onları incitmeyelim. Bizim bu okullara bugün yaptığımız, dün ülkeyi yöneten diğer kesimin, bugün bizim sevdiğimiz okul türüne yaptığından farklı değil. Onlar dün sizi dışladı, bugün ise siz onları. Bunun ikisi de aşırı. Orta yolu bulmak, değişik saiklerle farklı tercihte bulunanların tercihine de saygı duyalım.  19/09/2017

Çocuklarımızı Hayata Hazırlayacak Masrafsız ve Maliyetsiz Merkezi Sınav Önerim

Mübareğin ağzından çıkmaya görsün. Hemen kaldırıldı TEOG. Şimdi Bakanlık, yerine ne koyacağız diye kara kara düşünüyor. Her ne kadar hükümeti onlar yönetiyor, çözümü de onlar bulacak denirse de bir vatandaş olarak bir çözüm önerisi sunup yardımcı olmak isterim. Bunun için Amerikan kıtasını yeniden keşfe gerek yok. Benim de çözüm önerim çok basit olacak. Aslında bu benim önerimin de ötesinde birkaç yıldır büyüklere uygulanan bir sistem.

Sözlü mülakat sisteminden bahsediyorum. Hani öğretmen olmak isteyen gençler önce okulunu bitiriyor, ardından KPSS’ye giriyor, aldığı puana göre üç katı kişi mülakata çağrılıp bir katını aldıktan sonra iki katına “Teşekkür ediyoruz katılımınızdan dolayı, ayrı bir renk ve hava kattınız” deniyordu ya. İşte benim de önerdiğim sistem bu. Sonra bu yöntem ilk önce okul müdür ve yardımcılarına uygulandı. Baktılar ki bu işte ellerinde şaşmaz bir terazi var. Diğer bazı alımlarda da bu yönteme başvurulur oldu. Ayrıca bu sözlü sistemi 2000 öncesi okullarda uygulanan bir sistemdi. Bakmayın sonradan vazgeçildiğine. Ne çabuk unuttuk Hababam Sınıfındaki “Kaldırın kağıtları, sözlü sınav yapacağım” sözlerini?

Şimdi benim bu önerime “Daha bunlar çocuk, ne bilsinler sözlüyü” diyerek içinizdeki hasedi ve fesadı dökeceğinizi biliyorum. Siz değil miydiniz düne gelinceye kadar “Ağaç yaş iken eğilir” diyen. İşte bende gelin bu çocukları büyümeden eğitelim, eğelim diyorum. 20 yıl boyunca görmedikleri sözlü mülakatı büyüdükten sonra gördüklerinde apışıp kalmasınlar. Şimdiden terlemenin yol ve yöntemlerini öğrensinler.

Benim amacım onları hayata, hayatın acı çehresini göstermek. Yoksa ben de bilirim sizin gibi çocuklara hayatı toz pembe göstermeyi. Üstelik sözlü mülakatlarda devlet ekonomik yönden kâra da geçecektir. Nasıl mı? Kayıt-kürek yok bu sınav sisteminde. Öyle devlet kılavuz yayımlayacak, soruları hazırlayacak ekip oluşturacak, hazırlanan sorular matbaaya gidecek, bastırıldıktan sonra kurye vasıtasıyla 81 il ve ilçelere dağıtılacak, bunları yaparken sayısız görevli görevlendireceksiniz. Kapılarda güvenlik görevlisi bulunduracaksınız. Sınavları yapmak için öğretmenleri okul okul gezdireceksiniz ve görev verdiğiniz her kişiye ücret ödeyeceksiniz… Buna bütçe mi dayanır? Siz bu devlet nasıl yönetiliyor hiç düşündünüz mü? Öyle bekara avrat boşamak kolaydır. Ben bu işleri daha iyi yaparım diye konuşacağınıza çıkarın üzerinizdeki elbiseyi, girin siyasete. Millete sizi beğenirse ülkeyi siz yönetirsiniz.

Biz yine sözlü mülakatlara gelelim. Gördüğünüz gibi daha küçük yaşta iken çocuklar sözlü olarak hayatı öğrenecekler, ona göre kendilerine çekidüzen verecekler. Bir de bu sistemde masraf yok, sadece komisyonda görev yapanlara ücret ödemesi yapılır, onu da ödemiyorum dersen hiç masrafsız sınav yapılmış olunur. Bunun için her il ve ilçede sınav komisyonları kurulur. Komisyonlara hayatı boyunca girdiği hiçbir sınavı kazanmamış adamları seçersin, onlar, kapalı zarf içerisinde hazırladıkları soruları kura ile çektirip çocuklarımızı sınav yaparlar. Burada sadece küçük kağıt ve zarf masrafı var gördüğünüz gibi. Sıfır maliyet denirse kağıt ve zarfın da kaldırılması gündeme gelebilir.

Burada 1,2 milyon öğrenci nasıl sözlüye alınacak denebilir? Tabii adamın sınavda gözü olmayınca sorar da sorar. Mübarekler! Okullar kapandıktan sonra iki ay boyunca milli eğitim personeli ne iş yapacak? İşte bunlardan bol miktarda komisyon oluşturulur, başlarına da il milli eğitimden bir müdür yardımcısı, yetmediyse birer şube müdürü koyarsın, olur biter. Yeter ki biz isteyelim, bu işler kolayca çözülür. Tabii sizin aklınıza yine hin oğlu hinlik gelecek. Komisyonlar adaletli not verecek mi diye. Sahi nereden geldi aklınıza bunlar? Unutma ki sen ne kadar adaletli isen bunlar da o kadar adaletli olur. Hasılı niyetinizi bozmazsanız bu işler tereyağından kıl çeker gibi halledilir. Sonra hangi bir sözlü mülakatta öngörülen başarı kriterinden şaşıldı. Bence insanlar niyetlerini düzeltmeleri gerekir.
Sözlü mülakatlara üç katı kişi çağrılır. Nereden bulacaklar üç katı çocuğu diye bir soru aklınıza gelebilir. Öğrenciler için üç katı çağrılmaz, sadece 8.sınıf olanlar girer dersin olur biter. İtirazlar olursa komisyon tekrar değerlendirir. Ki buna da hakkınız var bilesiniz.

Gördüğünüz gibi benim önerim hem masrafsız, hem maliyetsiz, hem ekonomik… Sözün özü haydin hep birlikte sözlü mülakat isteyelim! 19/09/2017

Kabe'de Bir Yabancı *

"Bugün Suudi Arabistan ve ABD dünyanın iki kutbu. Allah'a hamdolsun dünyayı birlikte yönetiyorlar, TRUMP ve Kral Selman’ın insanlık için atacağı adımlarda başarılı olmasını temenni ediyorum.” demiş. Kim demiş bunu? Milli gazetenin verdiği habere göre Kâbe imamı, Mescidi Haram ve Mescidi Nebevi İşleri Genel Başkanı Sudeysi.

Kimmiş bu adam diye bir göz attım. 12 yaşında hafız olmuş, 22 yaşında iken Kâbe’ye imam olmuş, ünlü hocalardan ders almış, okullarını takdirle bitirmiş biri. Gelebileceği en iyi yerlere gelmiş. Tipine baktım. Sarığı, cüppesi ve sakalı da var. Uzun yıllar Kâbe’de imamlık yaptığına göre okuduğu Kur’an ile insanları etkileyen biri olmalı.

Vücudu Kâbe’de bulunan bu zat beyni, zihni, aklı, fikri ve kalbiyle bir Amerikalı’dan daha Amerikan. Böyle hadsizliği inanın Trump yapmaz. Yenilir, yutulur cinsten bir açıklama değil bu yaptığı. Hezeyan yumurtlamış sadece… Bunun bu yaptığı açıklamayı bir öküze yaptırsan, bir ABD’liye yaptırsan inanın bu kadar potu bir arada kıramaz. Utanır, sıkılır, hayâ eder. Ben böyle bir açıklamanın parçası olamam der, basar istifayı.  

Düşünmeye başladım bu Kâbe’nin örtüsü niye siyah diye. Bunun gibi aklı evvel, ahmak insanların yediği herzeleri/pislikleri göstermesin diye mi siyah örtülüyor, düşünmeden edemedim. Bu adam gibilerinin elinden Müslümanlığı almak lazım. Zira bu din bu tiplerin elinde Müslümanları dünyaya rezil etmekten başka bir işe yaramaz. Bunu o makama getiren de Kralı. Al birini vur ötekini. Kendi ne ise öyle birini getirmiş oraya. Bu adamın inanç sorunu var bir defa. Diğer imamların fikri, zikri nedir, onu da sorgulamak lazım. Aklımıza mukayyet ol ya Rabbi! Haremeyn’in başkanlığı kime kalmış.

Oturup kalkalım, başımıza gelenler için başkasına kızmayı bırakalım. Bu dünyanın ve dinin önündeki en büyük engel İslam dünyasını ABD’ye peşkeş çeken bu zihniyetteki insanlardır. Kralını öveceğim diye boyundan büyük de laf etmiş üstelik. Allah vere de kralımızla birlikte yönetiyor dediği Trump kendisine şirk koşmasından dolayı cezalandırmasa. Aslında “Dünyayı kana bulayan ABD’nin finansmanı kralımız Selman” deseydi daha içten olurdu. Hiç sağda, solda düşman falan aramayalım, İslam ülkelerinin içindeki bu tip satılıklar yeter de artar bile. Hiç ABD’ye, İngiltere’ye falan kin bilemeyelim. Dünyada akan kanın müsebbibi bu beyinsiz Müslümanlardır. Herhalde Akif, “İçimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helak eder misin Allah’ım” diyerek bu tiplere işaret etmiş olmalı.

İslam dünyası bıraksın başka düşmanlarla uğraşmayı da önce içindeki irinlerden bir silkinse iyi olur. Müslümanlığın önündeki en büyük engel bedenen Doğulu, zihnen Batılı bu ahmaklarda. Belki bitmeyen felaketlerimiz bu beyinsizler yüzünden. Oturup kalkalım, önce bu zihniyetlerle mücadele ederek adam gibi adamlar yetiştirelim. Bu tipler yüzünden bizim, Müslümanlıktan önce insanlık sorunumuz var. Önce nitelikli insan yetiştirme üzerine yoğunlaşsak çok iyi olacak. Kişilikli insanlar yetiştirelim. Müslüman olmadan önce kişileri kişilik sınavından geçirelim. Bu geri zekalı, ABD’nin ajanı olsa bu kadar açık ve seçik konuşamaz. Biz oturup kalkalım şu kadar bağımsız İslam dünyası var havaları falan atmayalım.  Başta Suudi Arabistan olmak üzere çoğu İslam ülkesi, esaretin de ötesinde bir zillet hali yaşıyor. Bu şekilde satılık ağızlara ABD ve AB az bile yapıyor. Biz içimizdeki bu tipler yüzünden her şeye müstahakız.

Allah Müslümanlara feraset, basiret ve izan versin. Bu Müslüman görünümlü tiplerin şerrinden korusun. Hac ve umreye gidenler de bu beyinsizin arkasında namaz kılmasın. Baktılar ki bu  var. Gidip kendi başına kılsınlar namazlarını. 19/09/2017

* 23/09/2017 tarihinde Ladik Biz sitesinde ve 25/09/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün agzetesinde yayımlanmıştır.


18 Eylül 2017 Pazartesi

Gözlükler Yeniden Yüzü Kaplar Oldu

Bir zamanlar çerçevesi büyük siyah gözlükler vardı. Sonra  göz bebeğimizi kapatacak şekilde küçüldü küçüldü. Ağırlığı bir o kadar da hafifletildi. Neredeyse sadece cam kalmıştı gözümüzde. Her sektörde olduğu gibi gözlük sektörü de durmadan her yıla uygun yeni modeller sürdü piyasaya. Yeter ki yeni model olsun, piyasa ve pazar sorunu yok firmaların.

Bugünlerde yeni sürümler görüyorum gözlerde. Geçen gün otobüse bindim. Gözlüğü yüzünü kaplarcasına bir kız çocuğu bindi otobüse. Geçti arkadaşıyla birlikte karşıma oturdu. Kızın gözlüğü dikkatimi çekti. Her ne kadar gözlerimi indirsem de, sağa-sola baksam da, telefonumdan haberleri okusam da nereye geldim, ineceğim yeri geçip gitmeyeyim diye zaman zaman kafamı kaldırıp ineceğim yeri kontrol ettim. Her defasında kızın gözlüklerine takıldı gözüm. Göz göze gelmemen zaten mümkün değil. Sağ olsun ve eksik olmasınlar, belediyelerimizin yurtdışından alıp da kamu hizmetine sundukları araçlarda ters koltuk, karşılıklı koltuk olmazsa olmaz. Sanki Allah’ın emri! Hangi akla hizmetle bu tip araçları bir hizmet aracı olarak alıyorlar, bunu da anlamış değilim. Bugün dünyadaki sektörlerin hepsi müşteri memnuniyeti olacak, malımı satacağım diye müşterinin istediği şekilde ürün imal edip piyasaya sürüyor. Sanırım bizimler “Biz şöyle şöyle istiyoruz” diye bir talepte bulunmuyor, gidip gördüklerinden, ellerinde olandan seç-beğen getiriyorlar. Aslında çok beğeniyorlarsa böyle araçları, kendilerine makam aracı yapsalar, zaman zaman ters koltuklara da binseler fena olmaz diyeceğim ama şimdi konumuz bu değil.

Kızın gözündeki gözlüğü görünce “Bunlar bizim çocukluğumuzda taktığımız kaba, hantal, burnumuzun üstünü acıtan ve iz bırakan  gözlükler dedim içimden. İç bu. Durur mu? Ardından “Anasını boyayıp babasına satmışlar” dedim. Başka ne dedim? “Eskiye itibar olsaydı bitpazarına nur yağardı” dedim ama der demez de geri aldım sözümü. Zira nur yağmış ki bizim eski çerçeveler yeniden piyasaya çıkmış. Müşterisi de var maşallah! Allah eksik etmesin bu tüketicileri. Yoksa ne yapacaktı firmalar ellerinde ürettiği onca çeşit gözlüğü? Başka ne dedim? Onu da söyleyeyim: “Çerçeve beğenmek için gittiğimiz gözlükçü, ‘Devletin ödediği gözlük bu, işe yaramaz’ dediği, büyüklerin yakın gözlüğü olarak taktıkları gözlük bu” dedim. Yeter ki elime düşmeye, kendime iş bulmaya kalkayım. Bulurum evelallah! Gözlükçü böyle der demez elimizin tersiyle devletin ödediği çerçeveyi iter, öbürlerine bakarız. Çerçeveyi beğendikten sonra gözlükçü peşini bırakmaz, “Efendim cam numaranız büyük, haliyle camı da kalın olur, çirkin gösterir, üstelik ağır olur, en iyisi biz bu camı inceltelim” der. Ona da tamam dersin. Ardından “Efendim Güneşe veya ışığa karşı duyarlılığınız varsa şu özellikte bir cama ne dersiniz” sözünü de havada kaparız. İş gelir hesap yapmaya. İtalya’dan çuval çuval getirilen gözlüklerin bir tanesine bir çuval para bayılır, oradan ayrılırız. Neyse konumuz gözlükçüler değildi, biliyorsunuz.

Gelelim kıza…“Bu göz, bu burun, bu kafa, bu kulak bu çerçeveyi nasıl taşır dedim yine içimden. Neyse moda ise yapılacak bir şey yok. Firmalar malını pazarlayacak, biz de alacağız. Ama benim bir şansım var. Zamanında her çerçeve almak için gittiğim gözlükçü “Bunların modası geçti, bunlar şimdi kullanılmaz” dedikleri çerçeveler hala duruyor bende. “Emekli olunca ne iş yapacağım derdin Ramazan, al sana yeni bir meslek. Elimde bulunan, arşive kaldırdığım eski gözlükleri sermaye yaparak başlarım bu işe, gerisi Allah kerim.” dedim yine kendi kendime. Gözlüğü gördükçe ufkum açıldı, daha analitik düşünmeye başladım. “Her ne kadar yaşlansan da sende daha çok iş var Ramazan” dedim tabii yine içimden. Bakın ben bunları yazarken “Kendi kendine mi konuştun” diyebilirsiniz. Bilin ki kendi kendime konuşmadım, sadece içimden geçirdim.

İnmek için davrandığımda son kez bir daha bakayım dedim, gerçi bakmama gerek yok, istemesen de zaten bakacaksın, zira karşında, gözünün önünde. Bir de ne göreyim! Kızımızın kulağında değişik ebatlarda 4 tane küpe mi denir bilmem, metal gördüm. Vay o kulağa! Garibim ne kadar da çekiyordur bu metallerle dedim ve otobüsten indim.

Aradan birkaç gün geçti, şimdi kızı görsem tanımam ama gözlük gözümün önünde. Çok beğendiyseniz en yakın gözlükçünüze lütfen uğrayın. Bana bendekiler yeter… 18/09/2017

En iyi

-okul, kazandığın/gittiğin okuldur.
-bilgi, öğrenip kullandığın bilgidir.
-öğretmen, faydalanacağına inandığın öğretmendir.
-öğrenci, faydalı olacağına inandığın öğrencidir.
-iş; severek yaptığın, kendini verdiğin iştir.
-ev, içinde yaşadığın evdir.
-müdür, iletişimi iyi olan ve paylaşan müdürdür.
-çalışma, kalp huzuru duyduğun çalışmadır.
-evlat, elinden geleni yapan evlattır.
-eş, seni anlayan eştir.
-okul, evine en yakın okuldur.
-personel, elinde mevcut olandır.
-ibadet, kendini vererek yaptığındır.
-imkan, olanla yetinmektir.
-göz, güzel bakan gözdür.
-kulak, güzeli işitendir.
-ülke, yaşadığın ülkedir.
-mutluluk, ihtiyaç sahibinin ihtiyacını gidermektir.
-en iyi dil, kötü söz çıkmayan dildir.
-insan, mütevazı insandır.
-yorgan, ayağını kapatan yorgandır.
-öğrenci; düzenli-tertipli çalışandır.
-öğretmen, devamlı olan öğretmendir.
-siyasetçi, sorumluluğu paydaşlarına yayandır.
-siyasetçi, siyaseti tadında bırakandır.
-siyasetçi, istişareye önem verendir.
-sistem, sık sık değişmeyen sistemdir.
-kurum, kültürü olan kurumdur.
-çocuk, yarış atı görülmeyen çocuktur.
-kadın, modayı takip etmeyen kadındır.
-dünür, fazla bir şey istemeyen dünürdür.
-insan, başkasından beklentisi olmayan insandır.
-arkadaş, iyi-kötü gününde yanında olandır.
-muhabbet, üçüncü kişinin konuşulmadığı muhabbettir.
-göz, başkasının malında-mülkünde gözü olmayan gözdür.
-mide, hazm eden midedir.
-sosyal paylaşımcı, yediğini-içtiğini paylaşmayandır.
-lokanta, kendi ellerinle yaptığın evin mutfağıdır.
-gezi/tatil, kendisini beş yıldızlı otellere hspsetmeyen tatildir.
-yemek, acıktığın zaman yediğin yemektir.
-müdür, gücünü makamından almayan müdürdür.
-sofra, misafiri eksik olmayan sofradır.
-kişi, olanla yetinendir.
18.09.2017