Ana içeriğe atla

Sopa mı, Yoksa Sınav mı? Seç-Beğen!

Kur’an Kursunda okurken hocamızın üzerinde “Beş yaşında, aklı başında” yazılı bir sopası vardı. Dersini vermeyen/veremeyen, yaramazlık yapan, konuşan herkes nasibini alırdı. Esnafın siftahı gibi nasip gelirdi ayağımıza. Amma Ali’ye, amma Veli’ye. Sopanın nereye geleceğini hocamız ayarlardı. Bazen kollara, bazen el avuçlarına, bazen de sırta vururdu. Yeter ki acıyan yeri tespit edebilmiş olsun. Bazen de sırasında konuşana bu sopayı fırlatırdı. Kafaya mı gelir, göze mi gelir, yanlış adama mı isabet eder. Bu, hocamızın o andaki eforuna bağlıydı. Bazen de önünde okuyan kimseleri bu sopayla iteklerdi. Hiç yapamazsa bir eline aldığı sopayı diğer kendi eline vururdu.

 Üç öğün yemek gibi güne gün dayan yiyen bir arkadaşımız iyice dayaktan ürkmüştü. Sürekli yerinde oturan hocamız bazen ayak değiştirmek istese arkadaşımız sopa geliyor diye geriye doğru kendini çekerdi. Onun bu halini gören hocamız iyice galeyana gelir, gülmeye başlar. Kendin kaşındın, dayağa hazırsın dercesine elindeki sopayı arkadaşın omzuna dayar, vida çevirir gibi sağa-sola çevirirdi. Dayaktan iyice bezen bu arkadaşa bir başka arkadaş, “Daha az acısın istiyorsan gömleğin altına, özellikle kollarına post giy gel” diyerek akıl vermiş. Derde derman olur diye arkadaşımız ertesi günü hocanın sıklıkla vurduğu yerlere post koyup gelmiş. Dersini okurken teklemesiyle birlikte mermi atar gibi hocanın sopası kollarına inmeye başladı. Arkadaş anam dese de fazla acıtmadığını hissetti hocamız. Üstelik vurdukça çıkan şak sesi daha bir farklıydı. “Ne var gömleğin altında” diye sordu. Arkadaş söylemek istemese de sonunda “Post giydim” dedi. Demese zaten hali haraptı. Bir daha giymemesini tembihledi ona. Zira dayağın mantığına tersti bu. Acıtacaktı ki dersine daha iyi çalışacak ve adam olacak, hocanın vurduğu yerde gül bitecekti. Üstelik ölüsüyle, dirisiyle “Eti senin, kemiği benim” diye teslim edilmişti o zamanlar.

Bir hafta sonu birkaç arkadaşla bir araya gelerek hepimizin korkulu rüyası ve başımızın belası, aklımızı götüren bu “Beş yaşında, aklı başında” olan sopadan kurtulmak için ne yapabiliriz istişaresi yaptık. Zira en büyük düşmanımız o idi. O yok olursa dayaktan kurtulacaktı okuyan öğrenciler. Çünkü hocamız eliyle vurmazdı. Sonra sopa varken niçin elini vurarak acıtacaktı.

Bir pazar günü nöbetçi olan arkadaştan anahtarı alarak kursa girdik, masanın üzerindeki sopayı alıp imha ettik. Kırıp yaktık mı, bir başka yere mi attık, onu hatırlamıyorum. İçimizde bir korku ve endişe olmasına rağmen bir sevindik, bir sevindik, bir sevindik. Sevincimize diyecek yoktu. Zira en büyük düşmanımız olan sopadan kurtulmuş ve kursta okuyan arkadaşlara da bir insaniyet görevimizi yapmıştık.

Pazartesi günü kursa gecikmeli bir şekilde geldim. Baktım sınıfta erkekler yok, sadece kızlar var. Hocanın bakışı ve duruşu kızgın mı kızgın. Selam verip yanına vardım. “Arkadaşların yan tarafta, yanlarına git; sopayı, kim ne yapmış, ağızlarını bir yokla” dedi bana. Hanginiz kırdı sopayı dedim her birine. Gariplerin konuşacak takadı yoktu. Hepsi başı öne eğik bir şekilde bilmiyorum, haberim yok dedi. İçlerinde suç ortaklarım da vardı. Kimse “Sen yaptın bu işi” demedi. Hocaya gelerek kimse bir şey bilmiyor dedim. “Çağır gelsinler” dedi. Ben de yan tarafta ayakta bekleyen arkadaşlarımı sınıfa getirdim.

Az sonra içimizden gözüne kestirdiği bir arkadaşı yanına çağırdı, “Git bir ağaç bul, ağaca çık, oradan bir değnek kes gel” dedi ona. O arkadaş koşarak gitti, bir ağaçtan yeni bir sopa getirdi. Bizim kabus geri geldi böylece. 8-10 saatlik sopasız bir hayattan sonra sınıfımız yeni bir sopaya kavuştu tekrar.
Sonunda anladık ki bizim düşmanımız sopa değilmiş, o sadece dayağın aracıymış. Sorun o günün “Bu işler sopasız olmaz, dövmezsen adam olmazlar, yoksa dışarıda köpek taşlarlar. Dövelim ki ileride adam olsunlar, bize hayır dua etsinler, arkamızdan bir Fatiha okusunlar ve okudukça keşke hocamız iki daha fazla vursaydı desinler” anlayışıymış. Hasılı o sopa gitti, bir başka sopa geldi. Üstelik yeni sopa eski sopaya göre yeni kesildiği için yaş idi. Biz yine kaldığımız yerden dayak yemeye devam ettik. Kuru sopaya göre daha fazla acıtmaya başladı. Dayakta da bir istikrar abidesiydik desem abartmış olmam.

İyi de bayram değil, seyran değil, bu anının ne alakası var şimdi? Yoksa yaşlandın da yeni bilgi gelmiyor, kovanın içinde kalanlarla mı yetiniyorsun diyebilirsiniz. Konu gündemle ilgili olduğu için anlattım. Öğrenciliğimizde dayak yemek bizim korkulu rüyamızdı. Şimdilerde pek dayak yok, hatta hiç yok. Fakat çocuklarımız adam olsun, okusun, iyi yerlere gelsin diye yarış atı gibi sınavdan sınava giriyor. Çocuklar, çocukluğunu yaşayamıyor, haydi bu sınavı kaldıralım diyorlar. Kaldırdıkları zaman öğrenciler tıpkı bizim gibi bir seviniyorlar, bir seviniyorlar. Ardından ismi değişmiş, yeni bir sınav karşılarına çıkmış. Hasılı bu neslin de bizden fazla bir farkı yok. Biz o gün okumasaydık köpek taşlayacaktık. Kimse de bu köpeğe niye vuruyorsun demezdi. Şimdiki çocuklar okuyamazsa işin garibi köpek de taşlayamazlar. Çünkü hayvanseverler anasından doğduğuna pişman ederler adamı.

Hasılı 2017-2018 öğretim yılına TEOG kalktı, kalkacak derken Bakanın açıklamasıyla TEOG kaldırıldı. Endişeli bekleyiş sürerken bir taraftan da sınavdan kurtulduk, stresi bile adamı öldürüyordu zaten dedi herkes. Bir taraftan da mutlu oldu, mutluluk hala devam ediyor. Ama kimsenin içi rahat değil. Bakalım heybeden ne çıkacak beklentisi var. Zira turpun büyüğü daha çıkmadı heybeden. Endişe, merak, mutluluk ve sevinç hali tavan yapmış durumda şimdi. Herkes bu sınavın yerine hangi sınav gelecek beklentisi içerisinde. Yerine konan da birkaç yılda nefret edilen bir sınav olur, yerine alfabenin başka harflerinden oluşan yeni bir sınav gelir.

Biz boşu boşuna sınavlara düşman olmayalım, sisteme düşman olsak daha iyi olur. Ya da sınavsız olmaz diyorsak kendimizi derslere  vererek en iyisi olmaya çalışalım. Başka da kurtuluş ve kaçış yok zaten. Bizim çocukluğumuzda sırtımızdan dayak, günümüz çocuklarının da sırtında sınav yükü eksik olmayacak. Sonuç aynı kapıya çıkıyor. Rabbim encamımızı hayreylesin…21/09/2017


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde