Kur’an Kursunda okurken
hocamızın üzerinde “Beş yaşında, aklı başında” yazılı bir sopası vardı. Dersini
vermeyen/veremeyen, yaramazlık yapan, konuşan herkes nasibini alırdı. Esnafın
siftahı gibi nasip gelirdi ayağımıza. Amma Ali’ye, amma Veli’ye. Sopanın nereye
geleceğini hocamız ayarlardı. Bazen kollara, bazen el avuçlarına, bazen de
sırta vururdu. Yeter ki acıyan yeri tespit edebilmiş olsun. Bazen de sırasında
konuşana bu sopayı fırlatırdı. Kafaya mı gelir, göze mi gelir, yanlış adama mı isabet
eder. Bu, hocamızın o andaki eforuna bağlıydı. Bazen de önünde okuyan kimseleri
bu sopayla iteklerdi. Hiç yapamazsa bir eline aldığı sopayı diğer kendi eline
vururdu.
Üç öğün yemek gibi güne gün dayan yiyen bir
arkadaşımız iyice dayaktan ürkmüştü. Sürekli yerinde oturan hocamız bazen ayak
değiştirmek istese arkadaşımız sopa geliyor diye geriye doğru kendini çekerdi. Onun
bu halini gören hocamız iyice galeyana gelir, gülmeye başlar. Kendin kaşındın,
dayağa hazırsın dercesine elindeki sopayı arkadaşın omzuna dayar, vida çevirir
gibi sağa-sola çevirirdi. Dayaktan iyice bezen bu arkadaşa bir başka arkadaş, “Daha
az acısın istiyorsan gömleğin altına, özellikle kollarına post giy gel” diyerek
akıl vermiş. Derde derman olur diye arkadaşımız ertesi günü hocanın sıklıkla vurduğu
yerlere post koyup gelmiş. Dersini okurken teklemesiyle birlikte mermi atar
gibi hocanın sopası kollarına inmeye başladı. Arkadaş anam dese de fazla
acıtmadığını hissetti hocamız. Üstelik vurdukça çıkan şak sesi daha bir
farklıydı. “Ne var gömleğin altında” diye sordu. Arkadaş söylemek istemese de
sonunda “Post giydim” dedi. Demese zaten hali haraptı. Bir daha giymemesini
tembihledi ona. Zira dayağın mantığına tersti bu. Acıtacaktı ki dersine daha
iyi çalışacak ve adam olacak, hocanın vurduğu yerde gül bitecekti. Üstelik ölüsüyle,
dirisiyle “Eti senin, kemiği benim” diye teslim edilmişti o zamanlar.
Bir hafta sonu birkaç
arkadaşla bir araya gelerek hepimizin korkulu rüyası ve başımızın belası,
aklımızı götüren bu “Beş yaşında, aklı başında” olan sopadan kurtulmak için ne
yapabiliriz istişaresi yaptık. Zira en büyük düşmanımız o idi. O yok olursa
dayaktan kurtulacaktı okuyan öğrenciler. Çünkü hocamız eliyle vurmazdı. Sonra
sopa varken niçin elini vurarak acıtacaktı.
Bir pazar günü nöbetçi
olan arkadaştan anahtarı alarak kursa girdik, masanın üzerindeki sopayı alıp
imha ettik. Kırıp yaktık mı, bir başka yere mi attık, onu hatırlamıyorum.
İçimizde bir korku ve endişe olmasına rağmen bir sevindik, bir sevindik, bir
sevindik. Sevincimize diyecek yoktu. Zira en büyük düşmanımız olan sopadan
kurtulmuş ve kursta okuyan arkadaşlara da bir insaniyet görevimizi yapmıştık.
Pazartesi günü kursa
gecikmeli bir şekilde geldim. Baktım sınıfta erkekler yok, sadece kızlar var.
Hocanın bakışı ve duruşu kızgın mı kızgın. Selam verip yanına vardım. “Arkadaşların
yan tarafta, yanlarına git; sopayı, kim ne yapmış, ağızlarını bir yokla” dedi
bana. Hanginiz kırdı sopayı dedim her birine. Gariplerin konuşacak takadı
yoktu. Hepsi başı öne eğik bir şekilde bilmiyorum, haberim yok dedi. İçlerinde
suç ortaklarım da vardı. Kimse “Sen yaptın bu işi” demedi. Hocaya gelerek kimse
bir şey bilmiyor dedim. “Çağır gelsinler” dedi. Ben de yan tarafta ayakta bekleyen
arkadaşlarımı sınıfa getirdim.
Az sonra içimizden
gözüne kestirdiği bir arkadaşı yanına çağırdı, “Git bir ağaç bul, ağaca çık,
oradan bir değnek kes gel” dedi ona. O arkadaş koşarak gitti, bir ağaçtan yeni
bir sopa getirdi. Bizim kabus geri geldi böylece. 8-10 saatlik sopasız bir
hayattan sonra sınıfımız yeni bir sopaya kavuştu tekrar.
Sonunda anladık ki
bizim düşmanımız sopa değilmiş, o sadece dayağın aracıymış. Sorun o günün “Bu
işler sopasız olmaz, dövmezsen adam olmazlar, yoksa dışarıda köpek taşlarlar.
Dövelim ki ileride adam olsunlar, bize hayır dua etsinler, arkamızdan bir Fatiha
okusunlar ve okudukça keşke hocamız iki daha fazla vursaydı desinler”
anlayışıymış. Hasılı o sopa gitti, bir başka sopa geldi. Üstelik yeni sopa eski
sopaya göre yeni kesildiği için yaş idi. Biz yine kaldığımız yerden dayak
yemeye devam ettik. Kuru sopaya göre daha fazla acıtmaya başladı. Dayakta da
bir istikrar abidesiydik desem abartmış olmam.
İyi de bayram değil,
seyran değil, bu anının ne alakası var şimdi? Yoksa yaşlandın da yeni bilgi
gelmiyor, kovanın içinde kalanlarla mı yetiniyorsun diyebilirsiniz. Konu
gündemle ilgili olduğu için anlattım. Öğrenciliğimizde dayak yemek bizim
korkulu rüyamızdı. Şimdilerde pek dayak yok, hatta hiç yok. Fakat çocuklarımız
adam olsun, okusun, iyi yerlere gelsin diye yarış atı gibi sınavdan sınava
giriyor. Çocuklar, çocukluğunu yaşayamıyor, haydi bu sınavı kaldıralım
diyorlar. Kaldırdıkları zaman öğrenciler tıpkı bizim gibi bir seviniyorlar, bir
seviniyorlar. Ardından ismi değişmiş, yeni bir sınav karşılarına çıkmış. Hasılı
bu neslin de bizden fazla bir farkı yok. Biz o gün okumasaydık köpek
taşlayacaktık. Kimse de bu köpeğe niye vuruyorsun demezdi. Şimdiki çocuklar
okuyamazsa işin garibi köpek de taşlayamazlar. Çünkü hayvanseverler anasından
doğduğuna pişman ederler adamı.
Hasılı 2017-2018
öğretim yılına TEOG kalktı, kalkacak derken Bakanın açıklamasıyla TEOG
kaldırıldı. Endişeli bekleyiş sürerken bir taraftan da sınavdan kurtulduk, stresi
bile adamı öldürüyordu zaten dedi herkes. Bir taraftan da mutlu oldu, mutluluk
hala devam ediyor. Ama kimsenin içi rahat değil. Bakalım heybeden ne çıkacak
beklentisi var. Zira turpun büyüğü daha çıkmadı heybeden. Endişe, merak,
mutluluk ve sevinç hali tavan yapmış durumda şimdi. Herkes bu sınavın yerine
hangi sınav gelecek beklentisi içerisinde. Yerine konan da birkaç yılda nefret
edilen bir sınav olur, yerine alfabenin başka harflerinden oluşan yeni bir
sınav gelir.
Biz boşu boşuna
sınavlara düşman olmayalım, sisteme düşman olsak daha iyi olur. Ya da sınavsız
olmaz diyorsak kendimizi derslere vererek en iyisi olmaya çalışalım. Başka
da kurtuluş ve kaçış yok zaten. Bizim çocukluğumuzda sırtımızdan dayak, günümüz
çocuklarının da sırtında sınav yükü eksik olmayacak. Sonuç aynı kapıya çıkıyor.
Rabbim encamımızı hayreylesin…21/09/2017
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder