30 Eylül 2018 Pazar

Ekonomiye Yabancı Danışman ***


Ekonomik darboğazdan kurtulmak amacıyla açıklanan Yeni Ekonomik Program(YEP) gereği kurulan Maliyet ve Dönüşüm Ofisi 20 Eylül itibariyle görevine başladı. Ofis’in görevi “önümüzdeki dönemde atılacak adımları ve tasarrufları takip etmek” şeklinde açıklandı. Bünyesinde 16 bakanlığın temsilcisinin olacağı Ofis, kurumlarda plan doğrultusunda atılacak adımları denetleme görevini yapacak. Ofis sayesinde 76 milyar liralık bir tasarrufun sağlanması hedeflenmektedir.


Tasarruf yapmak için bir ofise ihtiyaç var mıydı bilmiyorum. Bu Ofis tasarruf yaptırabilecek mi bundan da emin değilim. Çünkü çiçeği burnunda yeni kurulmuş bir yapı. İşlevini gördükçe faydalı olup olmayacağını göreceğiz. Devletin malını deniz gören öyle kurumlarımız vardır ki bunların kemerlerini sıkabilecek mi? Çünkü bu kurumlar bir babanın hayırsız evladı gibi kamu malını har vurup harman savurdu bugüne kadar. Kitabına uydurarak gerekli gereksiz icraat, faaliyet yapmaya alışmış bu kurumlarımız ayaklarını yorganlarına göre uzatıp bir hesap kitap yapabilecek mi? Ki bunlar israf etmeyi bugüne kadar bir alışkanlık haline getirdiler. Hepiniz biliyorsunuz ki alışmış kudurmuştan beterdir. Hasılı bu Ofis kimin, nereye, ne için harcayacağını denetleyecekse, ya da bu yaptığın gerekli mi diye bir hesap soracaksa savurgan kurumlarımızın işi yaş. Çünkü bu Ofis savurganların elini-kolunu bağlayacak. Temenni ederim ki bu Ofis başarılı olsun. Şayet başarılı olamazsa denetleme amacıyla bu Ofis’in bünyesinde istihdam edilecek kişilerin maaşları hazineye artı bir yük getirmiş olur.


Bence tasarruf yapmak için bir Ofis’e gerek yoktu. Sadece kamu adına iş yapanlara “Bu para benim param olsaydı bu parayı buraya yatırır mıydım” bilinci verilse yeterdi. Kendi parasını harcarken yoğurdu üfleyerek yiyenlerin iş devletin kasasına gelince yatırımlarda bonkör davranmaya devam ederse Ofis’in başarılı olması zor.


Diyelim ki kurumlarımızı hizaya getirmek, kurumlarımıza tasarruf bilincini yerleştirmek amacıyla bu Ofis’e ihtiyaç duyuldu. Eyvallah! Denemekte fayda var. Burada garip olan bu Ofis’in ABD’nin “Uluslararası Yönetim Şirketi” olan McKinsey ile birlikte işbirliği yapacak olması. Yani bu şirket Türkiye ekonomisine danışmanlık yapacak. Hazine ve Maliye Bakanının açıklamasına göre bize danışmanlık yapacak bu şirketin hiçbir icra fonksiyonu olmayacakmış.


ABD’li şirketle danışmanlık anlaşması yapan yetkililerimizin en azından benim bilmediğim bir bildiği olmalı. Belki yapılması gereken budur, bilmiyorum. Ekonomiden anlamadığım gibi maalesef bu danışmanlık işinden de benim kalın kafam bir şey anlamadı. Hem diyoruz ki ekonomimizin bu hale getirilmesinde ABD’nin ekonomimize açtığı savaşın payı büyük, hem de gidip ABD’li bir şirkete “Gel arkadaş, ekonomimizi düze çıkarmak için bize danışmanlık yap diyoruz. Bir çelişki var gibi geldi bana.  Şayet ekonomimizin bir danışman şirketine ihtiyacı varsa bu dünyada kala kala ABD’li bir şirketle mi anlaşacaktık? Bu dünyada bu işi profesyonelce yapan bir başka şirket yok muydu? Keşke tercih konusunda alternatifler düşünülseydi daha iyi olurdu diye düşünüyorum. Yine benim garibime giden bu ülkede bulunan 206 üniversitenin çoğunda işletme, iktisat ve maliye gibi bölümler var. Her yıl binlerce öğrenci mezun ediyor. Bu fakültelerde kelli-felli akademisyenlerimiz var. Kendi akademisyenlerimizden seçeceğimiz kişiler bu Ofis’e danışmanlık yapamaz mıydı? Yoksa bizdekiler yetersiz mi? Madem bir ülkenin danışmanlığı son aylarda kanlı bıçaklı olduğumuz bir ülkenin şirketine verilecekse, bu şirket bize akıl verip yol gösterecekse o zaman bu kadar iktisatçı, işletmeci ve maliyeci akademisyeni niçin tutuyoruz üniversitelerimizde?


Türkiye üzerinde oynanan oyunlar çok. Bunu milletçe biliyoruz. Umarım ekonomimize danışmanlık yapacak olan bu şirket oyun içinde oyunun bir aktörü olmaz. Şayet öyle olursa bizi bu oyunun figürü oluruz. Umarım ekonomimize danışmanlık yapacak bu şirket vasıtasıyla yetkililer basiret ve ferasetlerini göstermiş olup akıllıca hareket etmiş olurlar. Anlayamadığım için bu danışmanlık hizmetine bir soru işareti bırakıyorum. 30/09/2018

*** 04/10/2018 günü  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.



29 Eylül 2018 Cumartesi

Sınavlarımızda Hafızanın Gücü Ölçülmeyecekmiş! *


Milli Eğitim Bakanı Ziya SELÇUK, 15 Ekim’de açıklayacağı vizyon belgesinin ipuçlarını verdi bir açıklamasında: “...sınavda çocuğa sorulan soruda bilgi mi lazım biz onu zaten sorunun içinde vereceğiz. Formül mü lazım formül ezberlemesi gerekmiyor, sorunun içinde formül budur diye vereceğiz. Dolayısıyla zaten kitabı açıp bulabileceği bir şeyi, ona senin hafızan güçlü mü bakayım diye bir sınav düşünmüyoruz. Bizim düşündüğümüz şey sayısalda bu formüllerle ilgili söylediğim gibi sözelde de okuduğunu anlama, yorum kabiliyetiyle ilgili konular. O yüzden de bu tür sorular, öğrenme ve öğretme sürecini de dönüştürecek.” Bakan kısaca LGS’de ezbere dayalı sorular azaltılacak, hatta olmayacak; öğrenmeye dayalı sorulara artacak diyor.


Bakan’ın dediğinden benim anladığım öğrenci sınav esnasında neye ihtiyaç duyarsa onu metinde bulabilecek. Bilgi de metinde, formül de metinde. Öğrenciden istenen okuduğunu anlama ve yorum kabiliyetini ortaya koymadır. Sınavlarda hafızanın gücü veya hafızada neler olup olmadığı istenmeyecek. Sanırım Sayın Bakan da zaman zaman dillendirilen “ezbere eğitim, ezberci eğitim” eleştirilerinden etkilenmişe benziyor. Nedense son yıllarda eğitim ve öğretim adına ağzını açan ezberci eğitimden dert yanıyor. Çoğu kimse ezberciliği eğitim ve öğretimimizin önündeki en büyük engel olarak görüyor.


Öğrencilerimizin ve büyüklerimizin anlama, okuduğunu anlama sorunu var mı? Var elbet! Elbette yorum yapabilme yeteneğini ortaya çıkaracak sorular olmalı, okuduğunu anlayıp anlayamadığı test edilmeli. Bunun için hafızadaki bilgiye savaş açmak mı gerekiyor? Sonra ne zararı var belleğimizde bilgi kırıntıları olursa? Güçlü bir hafıza yaşayan tarihtir. Dünü bugüne, bugünü yarına taşır.

Soruyu-cevabı ve formülü sorunun içinde vermek, dört veya beş seçenekli cevabın içine doğruyu gizlemek bana göre hazıra konmak gibi bir şey. Çocuğum! Aradığın her şey burada! Başka bir çıkış düşünme! Haydi ara-bul demek bir nevi kopyadır. Çocuğun hayal gücünü yok etmedir. Halbuki bu ülkenin gelişmesi ve yeni bir şeylerin üretilmesi için hayal gücüne ihtiyacımız var. Sonra yaşadığımız hayat tamamen merkezi sınavlardan ibaret değildir ki! Bu çocuk hayatın içine girdiği zaman kendisine bir soru sorulduğunda bana formülü verin, size bu soruyu yapayım mı diyecek? Ya da bu metnin içinde aradığım bilgi yok. Bilgiyi koyun ben o bilgiyi bulayım mı diyecek?

Tüm bu yazıp çizdiklerimden “Sen ezberci eğitim istiyorsun” anlamı umarım çıkarılmaz. Zira öyle bir maksadım yok. Öyle sınav soruları hazırlamalıyız ki çocuğu her yönden ölçen sorular olsun sınavlarda. Hafızasından olmazsa olmaz bazı bilgileri de isteyelim; metnin içinden bilgiye ulaşabilmeyi, okuduğunu anlayıp anlayamadığını da ölçelim. Unutmayalım ki birikim, tecrübe yazılı metinlerde değildir, hafızadadır. Zira hafızalar bizim geleceğimizdir. Ancak bilgi ile donatılmış hafızalar geleceğimize ışık tutar. Hafızadaki bilgi hiçbir işe yaramazsa bile -en azından- daha erken yaşta bunamamızın önüne geçer. Bana göre dolu olmayan hafıza boş teneke gibidir.
Sayın Bakanın LGS’de çıkacak soru türleri konusunda görüşünü yeniden gözden geçirmesinde fayda vardır. 29/09/2018

* 01/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Ders Kitaplarındaki Müsrifliğimiz ***

Ekonomimizde meydana gelen sıkıntı şu ya da bu şekilde her birimizi etkiledi, belli bir süre daha etkilemeye devam edecek. İnşallah bu sıkıntı uzun sürmez.

Hükümet ayağını yorganına uzatacak şekilde tedbirler almaya başladı. Yapacağı yatırımları yeniden gözden geçirdi. Öncelikli olmayan yatırımları öteledi. Tasarruf tedbirlerini uygulamaya koydu. Başka da çaresi yoktu zaten.

Hükümet birçok alanda kesintiye giderken nedense en büyük israflarımızdan olan ücretsiz ders kitabı dağıtımından ne vazgeçti, ne de kesintiye gitti. 2003-2004 öğretim yılından itibaren ilköğretimlere, 2006-2007 öğretim yılından itibaren ise liselere gönderilen ders kitaplarını ücretsiz göndermeye devam ediyor. Çünkü bir devlet politikası oldu artık.

Sosyal devlet anlayışı çerçevesinde devlet sadece fakir ve ihtiyaç sahibi ailelerin kitaplarını karşılaması gerekirken zengin-fakir demeden her öğrencinin kitabını karşılama yolunu seçti. Haydi eşitlikçi bir anlayışla herkesin ders kitabı ihtiyacını karşılaması gerekir diyelim. Niçin dağıtılan kitaplar sene sonunda geri toplanıp ertesi yıl yeniden kullandırılma yoluna gidilmiyor? Halbuki zamanın Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, ücretsiz ders kitabı ile ilgili açıklama yaptığında "Öğrenciye kitabı yıl sonunda geri almak üzere ödünç vereceğiz" demişti. Maalesef dediğiyle kaldı. Ödünç verme işi hiç uygulanmadı. Yılsonunda kitaplar ya öğrencide kaldı ya da geri getirilen az sayıdaki kitap geri dönüşüme gönderildi. Devlet her yıl kitap bastırma yolunu seçti. Keşke aynı kitap olsa yine gam yemeyeceğim. Ders kitabının üzerinde "Bu kitap TTKB tarafından  okullarda beş yıllığına ders kitabı olarak okutulması tavsiye edilmiştir" yazmasına rağmen aynı kitap okunması için ikinci yıl okullara gönderilmemiştir. Yerine başka kitaplar yazdırılıp gönderilmiştir.

Devletin bu ücretsiz kitap dağıtımını bir devlet politikası haline getirmesinden ve ödünç verme işine başvurmamasından sanırsınız ki bu devlet ekonomik yönden çok zengin, parayı harcayacak yer arıyor. Nerde? Keşke öyle olsa! Ya da kitabın ham maddesi olan kağıt bu ülkenin öz sermayesi de devlet milli sanayinin kalkınması için yerli sanayimize destek veriyor. Maalesef bu da değil. Müfredat değişmemiş, konular aynı, ama neredeyse her yıl yazarları değişiyor sadece.

Merak ediyorum bu ülke Almanya’dan daha zengin de bizim haberimiz mi yok? Geçen gün sosyal medyada bir paylaşım gördüm. “Almanya’nın Köln şehrinde bir ortaokul kitabı okul tarafından öğrencilere ödünç veriliyor. Alınan kitap sene sonunda geri verilmek zorunda. Kitabı ödünç alan kişi 12.sahibiyiz” diye paylaşmış. 12 yıl demek bu kitap en az 12 öğretim yılı tedavülde ve halen kullanılıyor. Demek ki ne kitap değişmiş, ne de müfredat. Aynı kitaptan şu ana kadar 12 öğrenci faydalanmış. Şimdi bir düşünün bizde 12 yıl bir kitap okutulur mu? Ya da 12 yıl öncesinde okutulan bir kitabı kırtasiye tereklerinde ve okulların depolarında görebilir miyiz? Bizim en iyi yaptığımız kullanmadığımız fazla yeni kitapları geri dönüşüme göndermek. Bizde bırakın bir kitabı 12 yıl kullanmayı, biz yeni çıkmış taze ders kitaplarını mı bile beğenmiyoruz, yeterli görmüyoruz. Yardımcı kaynaklarla ayakta durmaya çalışıyoruz.

Şimdi soralım, Hristiyan Almanya mı daha müsrif yoksa Müslüman biz mi? Herhalde cevabımız biz olur. Onların mı tasarrufa ihtiyacı var, yoksa bizim mi? Bugünkü Almanya’nın ve bizim ekonomik durumumuz göz önüne alınırsa Almanya’nın tasarruf etmesi mubah ise bizim tasarruf etmemiz farzı ayındır. Pekiyi tüm bu yaptığımız bizim inancımıza yakışıyor mu? Halbuki biz “Akan bir nehrin kenarında bile olsan, normal bir miktarın üzerinde su kullanman israf olur” diye uyaran bir dinin müntesibiyiz. “Yiyiniz, içiniz ama israf etmeyiniz. Çünkü Allah israf edenleri sevmez” diyen bir kitaba amenna ve saddekna diyoruz. Demek ki icraata dönmeyen bir dil ve din anlayışı var bizde. Sözün özü aalesef müsriflik paçamızdan akıyor.

Bence Türkiye ne yapıp ne edip okullara verilen ücretsiz ders kitapları konusunda ödünç verme sistemini hayata geçirmelidir. Hem de hemen! 29/09/2018


*** 02/10/2018 günü  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.

28 Eylül 2018 Cuma

Yardımcı Kaynak Sorunumuz *


İlk, orta ve liselerimiz açıldı. Öğrenci ve öğretmenin ders materyali olan ders kitapları öğrencilere dağıtıldı. Dersler başladı. Ama telaş bitmedi. Şimdi sırada hangi dersten, hangi yardımcı kaynak alalım/alınsın derdi var. Çünkü bize sadece ders kitabı yetmez, takviye için mutlaka yardımcı kaynak olmalı anlayışı beynimize yerleştirileli çok oldu. 

Yardımcı kaynak ihtiyaç mı değil mi? Alalım mı almayalım mı? Kimine göre ihtiyaç, kimine göre fuzuli masraf. Öğretmen "Sayın veliler/öğrenciler! Yardımcı kaynağa gerek yok, MEB'in gönderdiği ders kitabı yeterli" dese bazı veliler, "Olur mu hocam! Birçok okul aldırıyor, burada çocuklarımızın geleceği önemli. Yardımcı kaynak olmaz ise çocuklarımız diğer çocuklarla nasıl yarışacak" şeklinde bir eleştiri getiriyor. Öğretmen "O zaman yardımcı kaynak almak isteyen alabilir" dese veliler "Hangisini alalım" der. "Yayınevi adı vermiyorum/veremiyorum. İsteyen istediği kitabı alabilir" dese "Hocam, siz bir yayınevi adı verin. Sınıfta birlik olsun, oradan ödev verirsiniz. Farklı yayınevi olmasın" der hemen veli. Bu durumda öğretmen ne yapsın? Aldırsa olmaz, aldırmasa olmaz, yayınevi adı verse hiç olmaz. Veli istiyor, öğrenci istiyor, bazı öğretmenler istiyor. Kitabı pazarlayan yayınevi elemanı ders hocasını bir görsem de kendisine bir numune versem diye okulun etrafında dolaşıp duruyor. Bakanlık, her sene başında "Sakın ha! Öğrenciye yardımcı kaynak aldırmayın, bunun için veli ve öğrenciyi zorlamayın. Eğer bir öğretmen yardımcı kaynak aldırırsa onun hakkında gerekli incelemeyi yapması konusunda valilikleri uyaran" bir yazı gönderir. Bir veli "Devletin verdiği kitaplar yetmiyor mu? Falan öğretmen çocuğuma yardımcı kaynak aldırıyor" şeklinde bir şikayette bulunsa -ki eksik olmaz- yetkili merci hemen öğretmen hakkında bir inceleme ve soruşturma başlatır.

Her okulda sene başında rutin hale gelmiş yardımcı kaynak muhabbeti üç aşağı, beş yukarı bu şekilde cereyan eder. Gördüğünüz gibi öğretmen iki arada bir derede kalıyor. Öğretmen yardımcı kaynak aldırsa da suç, aldırmasa da. Çünkü her halükarda öğretmenin başı belada. 

Bakanlık istediği kadar ilave kitaba yasak getirsin, okul ve öğretmenleri kıskaca alsın, gerekli denetimleri yapsın; ilk, orta ve lise öğrencilerinin çantasında, sıraların alt gözünde yardımcı kaynak eksik olmuyor. Kırtasiyecilerin rafları tıka basa yardımcı kaynak dolu. Fazlasını da yerlere koyuyorlar. Öğrenci ve veli, istenen kitapları aldıkça tükenen kitaplar yok satmaya başlıyor. 

Eğitim sistemimiz sınav odaklı olduğu müddetçe, herkes emsallerine fark atmayı düşündüğü yarış mantığı devam müddetçe etüt, kurs merkezleri açılmaya devam edeceği gibi yardımcı kaynaklar da alınmaya, aldırılmaya devam edecektir. Yine öğrenci, öğretmen ve velide Bakanlığın gönderdiği kitapların yeterli olmadığı kanaati oldukça bu kitaplar yine alınmaya devam edecektir.

Bakanlık yardımcı kitaba yönelmeyi azaltmak ve yok etmek istiyorsa ders kitapları ile sınav sorularını bir noktada örtüştürmesi gerekiyor. Başka türlü bu sorun ortadan kalkmaz. Hele yasakla bu iş hiç çözülmez. Hatta yardımcı kaynağa yönelimi daha da artırır. Çünkü yasaklar cezbeder. 28/09/2018

* 03/10/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

27 Eylül 2018 Perşembe

Yarası Olan Gocunacak Elbet!

Duygu ve düşüncelerimi sosyal medyada paylaşmaya başladım ilk önce. Hayatımda maddi bir şeyim olmasa da bir arkadaşımın yardım ve önerisiyle şahsıma ait "dilinkemigiyok" adında bir blogum oldu.

Nev-i şahsına münhasır bu blogum tabir yerindeyse benim günlüğüm gibidir. İçimi döktüğüm yerdir. Nerede ibretlik, ilginç, dert edindiğim, hoş karşılamadığım, geçmişte başımdan geçen bir olay veya konu gözüme ilişmiş, kulağım işitmiş, aklıma gelmiş ise sayfamın ilgi alanına girer. Fırsatını bulduğum ilk anda o konuyu işlerim sayfamda. Kah otobüste, kah bir çay ocağında, kah evde uzun otururken, kah haberleri dinlerken. Yazma aletim konuşmak ve haberleşmek için aldığım cep telefonumdur ağırlıklı olarak.

Konuyu ele alırken kafamda plan yapmam, çalakalem yazmaya başlarım. Ne şekilde yazacağımı planlamam.  Yazılarım bazen espri yüklüdür, bazen duygu yüklüdür. Bazen direk girerim yazıya. Bazen konunun etrafında dolanırım. Bazen hicvin izleri görülür yazımda.

Genelde toplumsal olaylar olmak üzere her konu ilgi alanıma girer. Değindiğim konuların çoğu araştırma mahsulü değildir. Gözlemlerime dayanır. Gözlemlerime duygu ve düşüncelerimi katarak bir sonuca varmaya çalışırım. Ne oldu haberini aslında ne/nasıl olmalıydı sorularıyla irdelemeye çalışırım.

Olaylara eleştirel yaklaşırım ama yapıcı eleştiri benimki. Olayı kimin yaptığına bakmam. Kolay kolay isim ve yer zikretmem. Asla kişiselleştirmem. Çünkü kişilerle değil benim işim. Bugün Ali yapmıştır, yarın Veli yapar. İsim vermeden Ali'nin yaptığını eleştirirken bu hatayı Veli'nin yapmamasıdır kastım. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen dinle gibi. Kişiden hareketle bir camiayı, grubu hedef alarak genelleştirmem. Çünkü hata ve yanlışlar kişiseldir. Genele teşmil edilemez. Olayın hoş olup olmadığıdır zira benim ilgi alanım. Hadiseleri değerlendirirken iğneyi hep kendime batırmaya, özellikle içinde bulunduğum camianın yanlışlarına, savrulmalarına dikkat çekmeye çalışırım. Kendi bakış açım çerçevesinde yanlışa yanlış, doğruya doğru; keşke böyle olsaydı derim. Bugün yanlış yapanın yanlışına isim vermeden değinirim, ertesi günü aynı kişi iyi bir iş yapar, bu sefer överim.

Yazarken öğrenmeye devam ediyorum. Bugün yanlış görüp eleştirdiğimin yanlış olduğunu öğrenince demek ki ben o zaman yanlış düşünmüşüm derim. Yazdıklarım beğenilsin, zira ben güzel ve doğru yazıyorum iddiasında hiç olmadım. Hem sosyal medyadaki hesabım, hem de blogum herkese ve her türlü eleştiriye açıktır. Çünkü hata yaparım. Yanlış düşünürüm. Tıpkı bir futbol maçının hakemi gibi görürüm kendimi. Hakem gördüğünü çalar. Kararı taraflarca tasvip görür, ya da görmez.

Yazılarımda dert edindiğim konulara değinirken şunu yazarak şuna bir ayar vereyim, haddini bildireyim iddiasında hiç olmadım. Bir yerdeki olayı bloguma taşımak suretiyle o yeri, kişiyi veya kurumu aleme mat etme gibi bir düşüncem de yok. İçimi boşaltıyorum sayfama. Dert ortağımdır aynı zamanda blogum. Benden ve yazdıklarımdan rahatsız değil gördüğüm kadarıyla. Çünkü 2000'e yakın yazı yazdım. Hiç yeter artık! Bıktım senin yazıp çizmenden demedi. Senin şu yazdığını onaylamıyorum demedi. Bugüne kadar her türlü üslupla her yazdığıma eyvallah dedi. Sıkıldım, yoruldum da demedi. Sağolsun her yazdığımı kaydetti, okusun diye alıcısına ulaştırmak için paylaşmama imkan verdi. 

Her dediğime, her sözüme onay veren sayfam yıllar yılı her türlü derdime ortak olarak hiç dertlenmezken her şeyden nem kapan bazı tipler "Her doğru, her yerde söylenmez" deyip yazdıklarımı tasvip etmediğini belirtmiş kalabalık bir ortamda. Belirtmiş diyorum. Çünkü gıyabımda konuşmuş, gelip yanıma bana bir şey söylemiş değil. Ya da çağırıp yanına "Kardeş! Yazdığın şu şu yazılardaki şu görüşlerine katılmıyorum demedi. Medeni cesareti mi yok benimle konuşmaya, ya da benimle konuşunca itibar kaybına mı uğrar? Yoksa bir yarası mı var veya ne olur ne olmaz diyerek gölgesinden mi korkar? Yoksa yazılarım suç mu teşkil ediyor? Ya da suç veya suçluyu mu övüyor?

Muhatabım derdini veya karın ağrısını söylemeyince derdi nedir bilmem ama bir yarası olduğu belli, ya da alıngan biri olmalı. Alınganlığın tedavisi yok. Bu tipler her şeyden nem kapar. Mıknatıs gibi her şeyi üzerine çeker. Yok yarası varsa ya tedaviyi kabul edip iyileşecek ya da gocunmaya devam edecek. Çünkü benim hakaret etmeden; isim, yer, şahıs belirtmeden yazdığım yazılardan ancak yarası olanlar gocunur. Ne mutlu bana ki gocundurabilmişim. Zira bu yazılar birilerine dokunsun ve gereği yapılsın diye yazılıyor. Etliye-sütlüye karışmayan, zülfiyare dokunmayan yazı olur mu? Bu yazılar sayfa doldursun, çeşitlilik olsun diye yazılmıyor. Sanat olsun diye de yazılmıyor. Bu yazılar toplum yararına katkı olsun diye yazılıyor. 

Kimse kusura bakmasın! Yazdığım yazıların kahir ekseriyeti adrese teslim yazılardır. Herkes payına düşeni alacak ve gereğini yapacak. Doğru yaptığına inanıyorsa üzerine almayacak, yanlış yaptığını görür ve anlarsa doğrusu ne ise onu yapacak; yaptığı, yanlış anlaşılmışsa bu yanlış anlaşılmayı gidermek için muhatapları ikna edecek. Ama asla gocunmayacak. Bunun için özellikle amme hizmeti yapanların taşın altına elini koyması, yanlış algıyı giderecek girişimlerde bulunması gerekiyor. Kaçak güreşerek arkadan konuşarak mesafe alınmaz eğer amaç üzüm yemekse...

Yazılarımı kimse beğenmek zorunda değil, tıpkı okumak zorunda olmadığı gibi. Okumaz, görmezden gelir olur biter. Kimseye kendimi, düşüncelerimi beğendirme gibi bir niyetim yok. Sipariş üzerine yazı yazmam, nabza göre şerbet vermem. Adı üzerinde bu dilin kemiği yok. Bu dili dinlemeye, okumaya hevesli olanlar bu dilin dikenine katlanacak. Bu dilin dili döndüğü, eli yazdığı müddetçe bu dil, kınayanın kınamasına aldırmayacak ve yazmaya devam edecek. Kimse için yazmıyorum. Kendi bildiğim doğruları  -Allah bana yazma irade ve gücü verdikçe- yazmaya devam edeceğim. 

Kimse kendini dünyanın merkezine koyarak dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanmasın, kendisini ve deruhte ettiği makamı bulunmaz Hint kumaşı olarak görmesin. Ben burada olmaz isem burası yıkılır, yürümez diye düşünmesin. Zira mezarlıklar kendisini vazgeçilmez olarak görenlerle dolu. Tıpkı benim yazılarım da dünyanın merkezi değil, dünya benim etrafımda dönmüyor. Bulunmaz Hint kumaşı hiç değil, vazgeçilmez hiç değil.

Hulasa, kimseyi kırmadan, dökmeden, hakaret etmeden doğru bildiğim doğrularımı yazmaya devam edeceğim. Anılarımı, yaşadıklarımı, gözlemlerini aktaracağım. 

Sahi suç mu anıların ve yaşananların yazılması? Suçsa bileyim. Eğer suç değil de bu mütevazı blogta yazılanlardan nem kapıyor, korkuyorsa birileri, kimse kusura bakmasın korkunun ecele faydası yok. Hamama girdiyse terleyecek. Eleştirecek ve eleştiriye de açık olacak. Bunun için önce öz güven, medeni cesaret gerek ve iletişime kapalı olmamak lazım. Nokta.

26 Eylül 2018 Çarşamba

Mazlumların Sesi Olduk ***


BM 73. Genel Kurulunda konuşma yapan Erdoğan'ın konuşmasının satır başlarına göz attım. Konuşması baştan sona dertli bir insanın içini boşaltmasından ibaretti. Dünyanın sorunlarını ortaya koydu, çözümler sundu, yaptıklarını ve yapacaklarını anlattı. Gururlandım doğrusu. 


Bir ABD başkanının konuşmasına baktım, bir de bizimkine. Kendisini büyük sanan, ne oldum delisi biri vardı karşımızda.  Güya dünya lideri! Kendi memleketinde konuşma sırasını kaçırıyor. Kürsüye çıktığı zaman nerede konuştuğunu unutarak hükümet icraatlarını sıralıyor. Neler yaptığını, nasıl başarılı olduğunu anlatıyor. Yani icraatın içinden bir sunum yaptı. Konuşması gülüşmelere sebep oldu. 


Kendi ülkesinde ve çevresinde sürekli sorunlarla uğraşan bizimkine gelince bir vizyon ve misyon sahibi olduğunu gösterdi: Dünyadaki adaletsizliğe dikkat çekti. BM’nin dünyanın bugünkü sorunlarını çözmekten uzak olduğunu, BM’in yapısında kapsamlı bir reforma gidilmesi gerektiğini, dünyanın beşten büyük olduğunu, 194 ülkenin daimi üye olmasının elzem olduğunu paylaştıktan sonra bugünkü dünyanın siyasi, sosyal, ekonomik istikrarsızlığın adalet eksikliğinden kaynaklandığını, dünyanın kurtuluşunun adaleti tesis etmekle olacağını söyledi. Dünyaya kol kanat gerdiklerini, nerede bir mazlum varsa yanlarında olduklarını, ekonomik büyüklük bakımından 17.sırada yer almalarına rağmen toplam kalkınma yardımlarında dünyada altıncı, insani yardımlar konusunda birinci olduklarını, yaptıkları bu yardımların kesintisiz bir şekilde devam edeceğini, mültecilere kucak açtıklarını, dünyadan yeterince yardım gelmediğini işaret etti. Kudüs davasında Filistinlilerin yanında yer aldıklarını, Suriye’nin yaşanabilir bir ülke olması için terörden arındırmaya çalıştıklarını, yapılan anlaşmalarla kan dökülmesinin önüne geçtiklerini, ABD’nin terörü desteklemekten vazgeçmesi gerektiğini, bir gün bu terörün kendilerine döneceğini, ekonomik yaptırımların olmaması gerektiğini sözlerine ekledi.


Erdoğan’ın baştan sona konuşması bilgi ve duygu yüklüydü. Herkese yol gösteriyordu. İnsanı merkeze alan bir konuşmaydı. Türkiye, etine-buduna, gücüne ve kuvvetine bakmadan mazlumların sesi olduğu imajını verdi bu konuşmasıyla. Belki ekonomisi iyi değil, belki ülkesinde çözülemeyen sorunları var ama inisiyatif alan; dünyayı, özellikle mazlumları dert edinen bir ülke olduğunu, onların sesi  olduğunu ve olmaya devam edeceğini gösterdi. Bir konuşma olsa olsa ancak böyle olur dedim. Çünkü içten gelen bir konuşmaydı. Dertli olduğu dert edindiklerinden belliydi. 

Bana göre sıra dışı bir konuşmaydı ve olması gerekendi. ABD'nin göbeğinde ABD'ye yanlış yaptığını söyledi. Hiç lafı eğip bükmedi. Konuşması sonuç alır veya almaz. Ama şapka çıkarmamak elde değil bu konuşmaya. Helal olsun! 26/09/2018


*** 29/09/2018 günü  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.




Affın Şakası Yoktur Beyler! *


Genel seçimlerden önce başlayan adına af denmeyen ama aslında bal gibi af olan af yasa teklifi gündemde tartışılmaya devam ededursun. Af teklifi Meclise verildi bile. 

Milletin her türlü derdinin istişare edileceği yer Meclistir. Doğruyu bulmak için tartışmak iyidir. Amenna! Mecliste konuşulmayacak, ağza bile alınmayacak, teklif dahi edilemeyecek bir konu varsa o da af teklifi olmalıydı. Keşke Anayasanın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerinin arasına hatta en başına af konusu da eklenseydi de bugün biz affı konuşuyor olmasaydık. Çünkü affın şakası yoktur. Cinin şişeden çıkması gibi bir şeydir bu. Nasıl ki şişeden çıkan cin tekrar şişeye girmezse af da ağızdan çıkmayı görsün, bir daha ağzın içine girmez. 

Merak ettiğim memleketin çözülmesi gereken o kadar meselesi varken af niçin siyasilerin gündemine gelir? Sonra affın kime ne faydası var? Bugüne kadar çıkarılan hangi bir af yasası, sorunumuzu çözmüş, yaramızı sarmıştır? Geçmiş af örneklerine bakılırsa içeriden salıverilen suçluların kahir ekseriyeti arkasında yeni mağdurlar bırakmak suretiyle yeniden suç işleyerek hapsi boylamıştır. Affı ağzımıza alarak elimize ne geçecek? Geçmiş af yasalarının olumsuzluklarından siyasilerimiz niçin ders almazlar da af af deyip tekrar tekrar yanlış üzerine yanlış yaparlar? 

Af yasa teklifi veren ve bu teklife destek vermeyi düşünen siyasi parti ve vekillerimiz şunu bilsinler ki affa evet demeye, bu af teklifini Meclis gündemine getirmeye hakları yoktur. Bakmayın siz affa karar verme yetkisinin Anayasamızda Meclise verildiğine! Affa evet diyecek olanlar şunu unutmasınlar ki her verilmiş hak, hak değildir. Meri hukuk Meclise böyle bir yetki vermiş olabilir. Bu, kullanılmaması gereken bir yetki olarak kalmalıydı. 

Sayın vekiller, siyasi parti liderleri af yasa teklifinde vereceğiniz karar kamu vicdanını rahatlatması gerekir. Emin olun ki halk bundan hoşnut olmayacaktır. Bir yerde suç varsa suçlu vardır, mağdur vardır. Suçluyu affetme yetkisi mağdura aittir. Affetme veya suçun cezasının çekilmesi suçlu-mağdur arasında bir meseledir. İki kişinin arasında olan bir meseleye sizin bodoslama dalmanız hakkaniyete uygun değildir. Zira bu sizin vazifeniz değil bir defa. Çünkü siz ne suçlusunuz, ne de mağdur! İki kişinin arasına girmeyin. Her şeye burnunuzu sokun ama bu meseleye cıs! 

Dört suçluyu memnun edeceğiz diye milyonlarca mağdurun intizarını almayın. Siyaset kazanma işidir. Size buradan bir ekmek çıkmaz. Suçlunun içeriye girmesiyle bir nebze rahatlayan ve derdini unutmaya çalışan mağdurların dertlerini yeniden depreştirmeyin. Hakkınız yok buna! Ateş düştüğü yeri yakar. Kalkıştığınız bu hak; suçluyu koruma, mağduru yeniden mağdur etmedir.  Ateşle oynamaktır. 

Cin şişeden çıktı, geriye dönüş yok derseniz çıkarmayı düşündüğünüz af teklifine "Mağdur affetmek şartıyla" şartını ekleyin. Mağdur affederse ne ala! Affetmezse suçlu cezasını çekmeye devam etsin. Eğer bir mahkumun haksız yere ceza alındığını düşünüyorsanız yeniden yargılama isteyin. Biz affetmeyi çok seviyoruz, affetmeden duramayız derseniz sadece devlete karşı işlenmiş suçların suçlularını affedin. Bakın size bir af, elinizden alan mı var? Alın tepe tepe kullanın bu hakkı. Ama ötesi haddi aşmaktır, sınıra tecavüzdür. 26/09/2018

* 28/09/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


25 Eylül 2018 Salı

Çabuk Öğrenilen Bilgiler Çabuk Unutulur


Pazar günü bir veli toplantısına katıldım. Kısa bir tanışma faslından sonra sınıf rehber öğretmeni ders takip konusunda bir yıl boyunca yapılması gerekenleri açıkladı. Okulun rehber öğretmeni de 60 gün boyunca ders çalışmaya odaklanan bir öğrenci ders çalışmayı alışkanlık haline getireceğini, bunun için ilk 60 günün önemli olduğunu, şayet bunu başarırsa düzenli ders çalışmayı bırakamayacağını söyledi. Dilek ve temenniler kısmında kendisinin de öğretmen olduğunu söyleyen bir veli söz aldı: “Öğretmenlerin akıllı tahtayı fazla kullanmaması gerektiğini, öğretmen için bu materyal zaman kazanma, fazla soru çözme gibi kolaylıkları olsa da öğrenciler için ağırlıklı olarak kara tahtanın kullanılmasının daha iyi olacağını belirtti. Sınıf rehber öğretmeni de “Kendisinin de akıllı tahtayı sık kullandığını, aynı anda hem soru, hem de cevabı tahtaya yansıtabildiğini, şekillerle konuyu anlatabildiğini, dersi daha verimli işlediğini açıkladı.

Toplantı biter bitmez “Öğretmenlerin akıllı tahtayı fazla kullanmaması” gerektiğini söyleyen öğretmen velinin yanına giderek kendimi tanıttım. Sizi tebrik ederim. Ben de aynı sizin gibi düşünüyorum dedim. Ardından birkaç kelam ettikten sonra yanından ayrıldım. Giderken bizim gibi düşünenin sayısı az olsa da birkaç kişi varız dedim içimden.

Akıllı tahtanın fazla kullanılmaması konusundaki düşünceme katılmayabilir ve eleştirebilirsiniz. Siz haklı olarak beni eleştirmeye devam edin, ama asmadan önce niçin böyle düşündüğümü açıklamama fırsat verin.

Akıllı tahta diğer adıyla etkileşimli tahta faydalı olmaya çok faydalı. Hem eskinin yazı tahtası görevini yerine getiriyor, hem de bilginin her türlüsüne birden ulaşabildiğimiz bir ders materyalidir. Yeri geldiği zaman televizyon işlevi görüyor, yeri geldiği zaman video izlenebilen bir aygıt oluyor, yeri geldiği zaman bir bilgisayar oluyor. İnternete erişim elinin altında. MEB’in yasaklamadığı sitelerin çoğuna girilebiliyor. Öğrencilere EBA adı verilen “Eğitim Bilişim Ağı” vasıtasıyla ödev verilebiliyor, buradan yapılan ödevleri kontrol edilebiliyor. Öğretmen daha önceden hazırlamış olduğu ders materyalini taşınabilir bellek vasıtasıyla akıllı tahtadan yansıtabiliyor. Öğretmen dersini daha çabuk verebiliyor, zamanı daha verimli kullanabiliyor. Yazıp çizme işi olmadığı için öğretmen bir derste konuyla ilgili daha fazla problem çözebiliyor ve örnek verebiliyor. Akıllı tahtayı kapattığın zaman akıllı tahta, üzerinde tahta kalemle yazı yazabileceğin bir yazı tahtası oluyor. Yani bilgiye ulaşımda sınır yok. Daha çabuk öğrenilebiliyor, bilgiye daha kolay ulaşılabiliyor. Dünya ayağına geliyor. Burada akıllı tahtanın sınırsız faydalarından bir kısmını zikretmeye çalıştım.

Akıllı tahta ile ilgili bir kısmını saydığım faydalarını görünce aklından zorun mu var be adam! Daha ne istiyorsun diyebilirsiniz. Benim öğretim anlayışıma göre hazmede hazmede öğrenilen bilgiler kolay kolay unutulmuyor. Akıllı tahta vasıtasıyla birden ulaşılabilen bilgiler daha çabuk unutuluyor. Âcizane bugün bilgiye ulaşmada sınır yok. Çok çeşitli ulaşım ve öğrenme yolları var. Fakat sorunumuz öğrenilen bilgilerin birden uçup gittiğini görüyoruz. Çünkü zorlanmadan, hazmedilmeden çabuk öğrenilen bilgiler çabuk unutulur. Zorla öğrenilen bilgi ise daha geç unutuluyor. Kanaatime göre kara tahtada öğretmenin yazıp yazıp sildiği, öğrencinin yazabilmek için zamanla yarıştığı bir ders ortamında belki fazla örnek verilmez, belki zor öğrenilir ama akılda kalıcı olur. Akıllı tahtanın en olumsuz yönü bana göre maalesef bu. Bir diğer olumsuz yönü ise akıllı tahta bilgisayar ekranı gibidir. Ekranı çok kullanırsan hem gözü yorar, hem de zihni.

Kolayımızı gidiyor diye sadece akıllı tahtadan ders işlemek bilginin kalıcı olmasının önündeki en büyük engeldir. Sonuç olarak akıllı tahtayı kullanalım, onun nimetlerinden faydalanalım ama yerinde, zamanında ve yeterince kullanmak şartıyla.



24 Eylül 2018 Pazartesi

"Tanışma Etkinliği"


Sabah 09.00 ila 13.00 arası 10 gün sürecek "Terör vb. durumlardan etkilenmiş çocukların eğitimi" ile ilgili bir kursa isteğim dışında alındım. İstek dışı da olsa görev görevdir, zira emir demiri keser deyip saat 09.00'da çok amaçlı salonda yerimizi aldık. Benimle beraber 25 kadar kişiyiz. İçimizde 27 yaşından 60 yaşına kadar kursiyer var. 

09.00'u 10 geçe sahneye biri çıktı. Hocamız bu olsa gerek dedik. Bize "Arkadaşlar! Salonda adım atmadığınız yer kalmayacak, kalkıp her yeri dolaşacaksınız" dedi. Ne oluyor dercesine birbirimizin yüzüne baktık. Birkaç kişi hapishanedeki mahkûmların  volta attığı gibi gidip gelmeye başladı. Ama birkaç kişiyle olmazdı hocamıza göre. Yerinde oturanları da kaldırttı ve yürüttü. Mesleğinin duayeni bilge bir kişiyi oturduğu yerden kaldırmak için azim-gayret ve inatla uğraştı hocamız. İkisi de direndi: Biri kaldırmak, öbürü de kalkmamak için. Sonunda kazanan Bilge Babaanne oldu ama isminin alınmasına mani olamadı. Çünkü hocamız adını aldı. Kime verecek bilmiyorum. İl ve ilçe milli eğitime mi verir, yoksa bizim okul müdürüne mi verir, ya da kurs bitimi kurstan geçer not mu vermez göreceğiz. Kokusu yakında çıkar. Belki de hiçbir şey yapmayacak, Bilge öğretmenin ismini alırken kızım sana söylüyorum, oğlum sen kendine dikkat et demek istedi. Sanırım beni kastetti oğlum yaşındaki hocamız.

Neyse biz işi yazıya boğmayalım. Adı üzerinde etkinlik yapacağız. Çocuğumuz yaşındaki biriyle yüz-göz olmayalım, birkaç gider gelir biter dedik. Ama nafile! Yürüyüşe devam. Gidip gidip geldik.

Az sonra hocamızın ikinci emri yankılandı salonda. Gelip geçerken selam verecektik birbirimize. Canımıza minnet! Oldu olacak selam da veririz dedik. Zira selam vermede sorun yoktu. "Selamün aleyküm, iyi günler, günaydın" dedik. Yetmedi. Zira başımızla da selam vermemiz gerekiyormuş. Buna da tamam dedik. Salladık başımızı. Çünkü kültürümüzde yeri var ne de olsa. Biz tamam dedikçe hocamız galeyana geldi. Yetmez. "Şimdi de el kaldırarak selamlaşacaksınız" dedi. Öyle bir el kaldırarak selam verdi ki sanki muhatabın yüzünü cırmalayacak gibi. Eh bu da olur dedik. Zira bu şekilde verenler de vardı selamı. Kimsenin yüzüne cırmık atmayız ama en azından elimizi kaldırırız dedik. Bizdeki gönülsüz isteği gören hoca, hızını alamadı. Bu sefer "Ayaklarınızla selam vereceksiniz" dedi. Dilimizle verdik, başımızı salladık, elimizi kaldırdık... Oldu olacak bir de ayağımızı kaldıralım, demek ki ayakla selam verme de varmış dedik. Birbirimize ayak salladık bir süre. Başka sallayacak uzvumuz kalmayınca nihayet sandalyemize oturduk. 

Oturduk ama hoca bu. İstediğini yapar. Sandalyeye oturtmamaya azmetmiş hoca bizi tekrar kaldırdı. Şimdi istemediğiniz biriyle karşılaşınca ne yaparsınız etkinliğini yaptırdı. Kafamızı çevirip geçtik rol gereği. Ardından görmeyi çok arzuladığınız biriyle karşılaşınca nasıl davranırsınız, haydi birbirinize sarılın dedi. Yapmadığımız bir bu kalmıştı, onu da yaptık.

Tüm bu işler yapılırken kimi kızdı, kimi içine kapandı, kimi patladı, kimi çekti gitti, kimi olmaz böyle dedi, kimi yerim dar dese de yürüdü; birbirini selamladı, kimi yerinden kıpırdamadı, kiminin siniri yüzüne vurdu, kimi de oldu olacak top oynayalım bari deyip orta yere bir top saldı. İradesi dışında ortaya atılan topa hemen tepki gösterdi hocamız ve topu kaldırttı. Sonunda kan akmadan, daha büyük bir tartışma çıkmadan bu etkinlik sona erdi.

Etkinlik sona erdi ama herkesin yüzündeki moral bozukluğu duruyordu. Millet patladı patlayacak. Kursiyerlerden biri gidişat iyi olmayacak, müdahale edilsin diye okul idaresine telefon etmiş kaşla göz arasında. Halbuki hocamız rahattı. Gelen idareci de "Bu konuda valilik oluru var, bunlar yapılacak, birbirimizi kırıp dökmeyelim, hepimiz yaşını-başını almış kişileriz" dedi. Çekti gitti. Biz yine herkese nasip olmayan hocamızla kaldık. 

Yaptığımız tüm bu etkinliklerin adı "Tanışma etkinliği" imiş çokbilmiş hocamızın dediğine göre. Kaç yıldır tanıdığımız arkadaşlarımızı bu vesileyle tekrar tanıdık ama bize kurs vermeye geleni tanımıyorduk. Ne biz sorduk kimsin, necisin, in misin, cin misin diye. Ne de o “benim adım şu” dedi. Biz soramazdık. Çünkü gelir gelmez ayağa kaldırıp yürütmeye başlattı bizi.

Nihayet hocamız adını-soyadını ve Ram'dan geldiğini söyledi. Herhalde önden biri adınızı söyleyin bari demiş olmalı ki adını ve soyadını söyledikten sonra "tamam mı" dedi. Sanırım tanışma etkinliğinde adını da söylemeyecekti, belki de kurs boyunca adını söylememeye yeminliydi.

Bir saat sonra adını lütfeden hocamızın adını duyunca isminden hareketle ailesinin istenmeyen en son çocuğu olsa gerek dedim. Tıpkı bizim istemediğimiz gibi. Çünkü bir, iki, üç, çocuk arka arkaya gelince bazı aileler bu son, yeter artık anlamına gelen “Yeter, Songül, Soner” vb isimler verirler en son çocuklarına. Aslında bizim kendisiyle bir sorunumuz yok. Bizi MEB zorunlu olarak kursa aldı, onu da istekli veya isteksiz görevlendirdi. Ama damarımıza damarımıza bastığına göre bu kursu vermeye çok iştahlı gördüm kendisini.

Birinci etkinlik sona erer ermez biraz nefeslenelim demeye kalmadan ayağa kalkın çember oluşturun dedi hocamız. Oluşturduk. Ardından alfabetik sıraya göre sıraya geçin dedi. Geçtik. Sonra ilk kişiden başlayarak “Kendine bir sıfat ekle, adını söyle” dedi. İlk şanslı kişi kendine bir sıfat (lakap da diyebiliriz buna) bulacak, sonra adını söyleyecekti. (Nedense lakabı başkası verir normalde. Biz kendimize bir lakap bulacaktık) Sonraki gelen ise önceki sıfat ve ismini söyleyenlerin de sıfat ve isimlerini söyleyecek ve kendi sıfat ve ismini söyleyerek bayrağı kendinden sonrakine devredecekti. Alfabetik sıraya göre önde olanlar şanslıydı. Malumunuz ismim “R” ile başladığı için sonlara yakındım. Bir an için soyadı baz alalım diyecektim. Soyadımın “Y” ile başladığını düşününce baktım sona kalıp dona kalmak da vardı. Çünkü işin ucunda kendimden önceki tüm kursiyerlerin sıfat ve isimlerini zikredecektim. Buna da şükür dedim. Askerdekilerin komut vermesi gibi başladı herkes komut vermeye. Sonunda birlikte kaç yıllardır çalıştığımız arkadaşlarla -birbirimize kopya vererek- yeniden tanıştık. Okula ilk tayinimizde yapılmayan tanışma faslını “RAM”dan gelen yaptırdı. Sağ olsun!

Şükür bu işkence de sona erdi derken tekrar ayağa kaldırdı bizi. Tekrar çember oluşturun dedi. Getirdiği mavi şeridi makarasından çekerek herkes şeritten sabit bir şekilde tutsun. Şimdi gözlerinizi kapatın, kimse gözünü açmadan kare oluşturacaksınız dedi. Kareyi bilirim bilmesine de göz kapalı nasıl yapacaktık bunu. Sonunda “Ramazan Hocam! Az geriye, az öne” derken gözlerimizi açtığımızda bir kare oluşturmuştuk. Nasıl oldu anlayamadım ama bana seslendiklerine göre sanırım bazıları gözünü açtı. Belki de benden başka herkes açtı- kapattı. Ben açmadım, daha doğrusu açamadım. İşin ucunda gözünü açtın, cezalısın, adını söyle, seni milli eğitime vereceğim veya kaldır ayağını tek ayak üzerine dur, demek de vardı. Yapar mıydı yapardı. Sakın abartıyorsun falan demeyin. Çünkü her türlü hareketi yapacak/yaptırabilecek bir görüntü verdi bana. Her şeye itiraz eden Ramazan kuzu gibiydi anlayacağınız. Zira sinmiştim.

İlk günün son demlerinde bir metin okuttu. “Sınıfa girildiğinde dersten kopmuş öğrencilerden örnekler veren” bir metindi. Her bir öğrencinin farklı farklı durumu göze batıyordu metinde. Bu durumda ne yapılmalıydı? Söz alıp katkıda bulunmak isteyen öğretmene “Ayağa kalk” dedi. Öğretmenimiz hemen ayağa kalktı. Bu fasılda yine hanım kursiyerler konuştu. Sınıf yönetimine örnekler verdiler. Erkek öğretmenler tıpkı sınıflarındaki erkek öğrenciler gibi dinler gibi yaptı, tabii ben de.

Sonunda kurs hocamızın “Bugünkü programımız burada sona erdi. Yarın şu saatte burada olalım” sözüyle sabah 09.00’da başlayan ilk günün kâbusu sona erdi. Geriye dokuz gün kaldı. Umarım geriye kalan dokuz günde bize bu yaştan sonra dokuz doğurtmaz hocamız.

Niyetim burada kursu, kurs vereni eleştirmek değil. Zoraki alındığımız bu kursa bu şekilde başlanmamalıydı. Çünkü hocamız bizi ilk günden gerdi. Biz gerildikçe üstümüze üstümüze geldi. Biz gerildik, o dört köşe oldu. Zira hiç istifini bozmadı ve geri adım atmadı. Pes doğrusu! Güya biz sınıf yönetiminde karşılaştığımız sorunlarla nasıl başa çıkacağız sorusuna cevap bulmaya çalıştık ilk günde. Hocamız diğer günler nasıl olur bilmem ama ilk gün benden geçer not alamadı. Sanırım o da bana geçer not vermemiştir.

Kursu veren bu hocamızın etkinliğe başlamadan önce kürsüye geçip önce kendini tanıtmasını, ardından “Arkadaşlar! Buraya istekli gelmediniz biliyorum, ama görev görevdir. Bu işi yapacağız. Biz bu on gün içerisinde bir program dahilinde şu şu etkinlikleri yapmak durumundayız” deseydi çok daha iyi olurdu. Keşke bize ders vermeden, etkinlik yaptırmadan önce birkaç öğretmenin dersine öğrenci gibi girip öğretmenlerimizin ilk derslerini nasıl yaptıklarını bir görseydi öyle zannediyorum bizi bugün germezdi. Umarım geriye kalan dokuz gün bugünü aratmaz. Zira aratırsa okul okul olalı böyle eziyet görmemiş olur… Bakarsınız hocamızla dost oluruz kursun bitiminde. Çünkü bazı dostluklar kavgayla başlarmış.

Yazımı uzattım biliyorum. Ama dertliyim, içimi boşaltmam lazımdı. Sanırım sabrımızı ölçtü hocamız ilk gün. Diğer günlerde bize daha ölçülü davranacak. Yazımın sonunda “Terörden etkilenmiş çocuklara yardım etmek, onlara rehberlik yapmak” amacıyla açılan bu kursta sabah sabah bize terör estiren hocamıza, bu kursu bu hocamıza veren yetkililere, bu kursu icat eden ve açanlara şükranlarımı sunmayı bir görev bilirim. İyi ki varlar!

Not: Kursun bitiminde eve de gitmedim. Evliya Çelebi parkında pinekledim durdum. Öğleden sonraki dersimi bekledim. Tam okula girerken baktım öğrencileri alan müdür yardımcısı merdivenin başında bekliyor. Garibime bir selam vereyim, sevinsin dedim. Ayağımı kaldırdım. Ne yapıyorsun dedi. Selam veriyorum dedim. Gördüğünüz gibi hocamızın emekleri boşa gitmedi. İlk uygulamayı ben başlattım. Umarım bağımlılık yapmaz.


23 Eylül 2018 Pazar

Okuldan İlk Hafta İzlenimlerim


Beşinci sınıf bir öğrencinin saçları dikkatimi çekti. Saçları ikiye ayrılmış. Biraz da kıvırcık saçlı. Saçının büyüklüğünden kafanın büyüklüğü iki katına çıkmış. "Vah zavallı! Bu büyük kafayı nasıl taşıyor, zorlanıyor olmalı dedim içimden.

Yanına varıp adını sordum. Aramızda şu konuşma geçti:
--Çocuğum! Büyük saç sana yakışmış. Ama bu saçın bakımı zor olur. Kışın kolay kolay kurutamazsın. Kış bastırmadan saçını kestirmende fayda var. Islak saçla çıkınca hastalanabilirsin. Saçlarını çabuk dökersin. Sana kısa saç da güzel yakışır. Kestirmeyi düşünmez misin? Bu şekil büyük saça ailen bir şey demiyor mu?
--Babam kestir, annemse kestirme diyor.
--Baban ne iş yapıyor?
--Babam asker!
(İçimden askere her türlü emir veren ve emri ikiletilmeyen askerin evde sözü geçmiyor dedim. Kadınların her yerde sözü geçiyor.)
***
Yine beşinci sınıf bir sınıfa girdim. İlk derste hangi konuları göreceğimizden bahsettim. Ardından yıl boyunca karşılaşacağımız kısaltmaları gösterdim. Kısaltmalardan bir tanesi de Arapça oğlu/kızı anlamına gelen bin/binti (b.) kısaltmasını anlatmaya başladım. Akılda kalsın diye Muhammed b. Abdullah (Abdullah’ın oğlu Muhammed), Ali b. Ebu Talip (Ebu Talibin oğlu Ali” şeklinde örnekler verdim. İyice pekişsin diye öğrenci üzerinden örnek vermek istedim. Önce çocuğun adını sordum, ardından babasının adını sordum. Adını söyleyen çocuktan babasının adını söylemesini beklerken “Annem ile babam ayrı” cevabı aldım.

Çocuğa soru sorduğuma pişman oldum. Keşke sormasaydım dedim. Halbuki çocuğa anne-baba birlikte mi yaşıyorsunuz diye bir soru sormamıştım. Zaten sormam böyle bir soruyu. Kolay kolay annen ne iş yapıyor, baban nerede çalışıyor diye bir soru da sormam. Demek ki çocuğun bilinçaltına yerleşmiş maalesef. Kaç çocuk bu durumu yaşıyor, varın siz düşünün.
***
Dersim beşlerden bir sınıfa yine. Benden önce sınıf yoklamasını yapan öğretmenin devamsız öğrenci sayısıyla sınıf mevcudunun uyuşmadığını görünce baştan yoklama yapmaya karar verdim. Tek tek isimleri okumaya başladım. Okuduğum öğrenci “buradayım” dedi. Birkaç tane olmayanı tespit ettim. Bir isim daha okudum, ses yok. Ardından sınıftan birkaç kişi “O arkadaş burada. Konuşamaz o” dedi. Konuşamayan öğrenciye baktım. Benim konuştuğumu anlıyor musun kızım dedim. “Evet” anlamında başını salladı. Gel benimle dedim koridora çıktım. Arkamdan öğrenci geldi. “Konuştuğumu duyduğuna ve anladığına göre sen konuşuyorsun” dedim. Evet dedi. Evde konuşuyor musun dedim. Yine evet dedi. O zaman niçin konuşmuyorsun dedim. “Burada konuşmak istemiyorum” dedi. Bugün okul açılalı dört gün oldu, sınıfından kimseyle konuşmadın mı dedim. Evet dedi.
Anladığım kadarıyla ya sınıftan çekiniyor. Zamanla alışacak. Ya da farklı bir insan profiliyle karşı karşıyayız. Merak ediyorum bu öğrenci kaçıncı hafta konuşmaya başlayacak?
***
Beşinci sınıflarda gördüğüm bir şey var. Sınıfta olup biten hiçbir şey kim vurduya gitmiyor. Şayet bir yaramazlık yapılmışsa kaç gönüllü öğrenci birden kimin yaptığı ayan beyan söyleniyor.
Devlet MİT’e eleman seçiminde beşinci sınıflardan faydalansa çok iyi olur diyorum. Böylece hiçbir olay faili meçhul kalmaz.

1379 Yıllık Yas ***


Hicri takvime göre muharrem ayının 10.günü Müslümanlarca Aşure günü adıyla değişik etkinliklerle anılır. Çoğu ev, adını bugünden alan aşure yemeği yaparak komşularına dağıtır, arta kalanı eş ve dostuyla yer. 9.10.ve 11.gün oruç tutmak tavsiye edildiği için çoğu kimse bugünleri oruçlu geçirir. Evlerde annelerimiz tarafından yapılan aşure çorbası son yıllarda çarşı, pazara da sıçradı. Kurum, kuruluşlar, firmalar, okullar aşure pişirmek suretiyle bu geleneği devam ettirmektedir.

Muharremin 10.günü yani aşure günü Şiiler pişirilen aşurenin yanında bugünü matem havası içerisinde anmaktadır. Daha doğrusu matem havası falan değil, düpedüz yas tutuyorlar bugün. Çünkü Aşure günü aynı zamanda Kerbela günüdür. Peygamberimizin torunu Hz Hüseyin Muharrem'in 10.günü Kerbela'da Yezid'in askerleri tarafından 72 yakını ile birlikte hunharca katledilmiştir. Bundan dolayı Şiiler Hz Hüseyin ve yanındakilerin çektiği acıyı aynen çekmek amacıyla Muharrem'in 10.günü yas tutuyorlar. Milyonlarca Şii-Caferi bu etkinliklere katılmaktadır: Siyahlar giyilir, zincirlere vurulur. Kendi kendilerine yumruk atarlar, ağıtlar yakarlar. 1379 yıldır bu matemi devam ettirmektedirler. 

Kerbela olayı menfur bir olaydır. İslam dünyasının kanayan yarasıdır. Asla tasvip edilemez. Tüm İslam dünyası bu menfur olayda Hz Hüseyin'in yanında yer alır. Onu ve yanındakileri şehit edenleri lanetler. 

Aşure günü Caferilerin Hüseyin ve yakınlarının katledilmesinden duydukları üzüntüyü anlıyorum. Hüseyin ile ilgili anma programlarını da anlıyorum ve saygı duyuyorum. Onları ayıplamıyorum. Anlamadığım nokta yas tutmaları. Bir yas dile kolay 1379 yıl devam eder mi? Ölenle ölünmez biliyorsunuz. Sonra İslam'da ölenin ardından sessizce gözyaşı dökülür. Hatta İslam taziyeyi üç gün ile sınırlandırır. Asla matem tutulmaz. Siyaha bürünmenin, ağıt yakmanın, kendisine zincirle ve yumrukla vurmanın mantığını anlayabilmiş değilim. İslam'ın 3 gün ile sınırlandırdığı taziyeyi matem havasına büründürmek suretiyle 1379 yıldır devam ettirmeyi benim akıl ve havsalam almıyor. Anlamak istiyorum, anlayamıyorum. 

"Hüseyin ve arkadaşları normal ölmedi, katledildi. Biz bu acıyı içimizden atamadık. Bu acı babadan evlada devam edecek. Biz bu acıyı çekmeye devam edeceğiz. Bilmeyen bizi anlayamaz" derlerse aynı acı niçin diğer şehit edilenlere duyulmaz. Hz Ömer camide namaz kıldırırken, Hz Osman evinde Kur’an-ı Kerim okurken, Hz Hüseyin'in babası Hz Ali sabah namazına giderken şehit edildi. Görüleceği üzere üç halife normal ölmedi. Niçin Hüseyin'e gösterilen ilgi-alaka ve tutulan yas diğer Müslümanlara gösterilmez, aynı acı hissedilmez. Burada başka bir şey olsa gerek ama ne?

1379 yıldır devam eden bu matem geleneği bugünden yarına sona edeceğe benzemiyor. Sanırım bu tür matem havası içerisinde anmayı kıyamete kadar sürdürecekler. Yazımızı Erol GÖKA’nın 20/09/2018 günkü Yenişafak gazetesindeki köşesinde  “İslam’da Matem Var mı?” başlıklı makalesinden bir alıntıyla nihayete erdirelim: “İslam Peygamberi'nin (sav) “Ölü için yüksek sesle ağlamak, siyah elbise giymek, siyah perdeler ve rozetler, işaretler asmak caiz değildir” dediği, matemlerini gerekçe gösterip elbisesini yırtan ve bağırıp çağıran insanları kınadığı, ölü için yüksek sesle ağlamanın ölüye sıkıntı vereceğini bildirdiği doğrulanmış bilgilerdir.” 23/09/2018

*** 27/09/2018 günü  Pusula Haber gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.


Bir Askerin Gösterdiği Hassasiyeti Maalesef Bu İmam Gösterememiştir *

1990’lı yıllarda Nizip müftüsü olarak görev yapan Ahmet YILMAZ adında bir müftümüz vardı. Çalıştığım okulda ihtiyaç olduğundan Arapça-tefsir gibi derslere girerdi bazı günler. Bir gün bir anısını anlattı. Önce bu anıyı anlatacağım size. Sonra sadede geleceğim.


Suriyeli askeri yetkililerle bizim askeri erkân Suriye’de bir görüşme yapması gerekir. Tercümanlık yapması için yanlarında Ahmet Bey’i de götürürler. Yapılan ikili görüşmenin ardından yemek yenecektir. Suriyeli garsonlar masaları donatmaya başlar. Masalara içki de koyarlar. Müftü ile garsonlar arasında bir konuşma geçer. Daha doğrusu tartışma olur. Bizim askeri yetkili, “Ne oluyor Müftü Bey” diye sorar. Ahmet Bey, “Masaya içki koydular, kaldırın dedim. Olmaz dediler. Bunu konuşuyorduk” deyince bizim subay, “Kaldırsınlar tabi! Müftünün yanında içki içilir mi” der ve içkiler masalardan kaldırılır.


İçki sadece müftünün yanında değil, hiçbir yerde içilmemesi lazım. Ama bizim subayın hassasiyetini takdir ettim. İçki içerim ama yerinde ve ortamında içerim, kimin yanında içtiğime dikkat ederim dercesine müftünün yanında içki içmeyerek saygısını göstermiştir.


Şimdi size gazetelere yansımış bir olayı kısaca anlatacağım: Manisa’nın Salihli ilçesinde 13 Eylül 2018 Perşembe günü öğle namazını kıldıran bir imam, cemaat çıktıktan sonra caminin kapısını içeriden kilitler. Bahçede bankta oturan cemaatin dikkatini çeker bu durum. Az sonra caminin diğer kapısından bir kadının camiye girdiğini gören cemaat, camiye hırsız girdi diye polise haber verir. Gelen polis ekibi 40 dakika boyunca uğraşır, camiyi açtıramaz. Sonunda arka taraftan çıkmakta olan kadını yakalar. İçeri girdikleri zaman imamı da imam odasında bulurlar. Suriyeli olduğu anlaşılan kadın ile imamın ifadeleri alınır: “Temizlik yapıyorduk, yorulmuşuz” derler. Alınan ifadelerinin ardından kadın ve imam serbest bırakılır. İmam yatsı namazını kıldırmak üzere mihraba geçince cemaat, “Adi herif! Senin ardında namaz kılınmaz” diyerek tepki gösterir. Bu tepki üzerine imam namazı kıldırmadan çıkar gider. Gazetelerin yazdığına göre cami görevlisi açığa alınır ve soruşturma başlatılır.


Gazetelerin çoğu bu haberi “İmam, camide Suriyeli kadınla basıldı” şeklinde verdi. Haberin aslı var mı/yok mu soruşturma sonucunda ortaya çıkacaktır. Bu nahoş olayın umarım aslı çıkmaz, iftira olur. Eğer olayın aslı var ise vay halimize demek lazım.  Bu olayın bir benzeri de 2017 yılında Konya’nın Selçuklu ilçesinde emekli olan bir cami görevlisinin fahri olarak müezzinlik yaptığı camide yine bir Suriyeli kadın ile basıldığı gazetelere yansımıştı.


Zina başlı başına bir suçtur. Savunulacak bir tarafı yoktur. Üstelik dinimiz, neslin bozulması demek olan zinaya yaklaşılmasını bile yasaklar. Zinayı aynı zamanda örf ve adetlerimiz de kabul etmez. Dinimizin yasaklamasına, toplumun örfünde yeri olmamasına rağmen maalesef bu ülkede taciz, tecavüz, cinsel istismar, sarkıntılık ve aldatma olayları eksik olmuyor. Zaman zaman basında yer alan her tecavüz olayı ve kaçamaklar toplumda büyük bir infiale sebebiyet verir. Salihli’de vuku bulan bu olayı ilginç kılan olayın camide cereyan etmesi ve failinin de din görevlisi olmasıdır. Kimseyi ayıplamıyor ve kınamıyorum. Çünkü bu uçkur davası bu toplumun başının belasıdır. Bu işi yapanların dinli-dinsiz olması fark etmiyor. Yeter ki insanımız şehvetinin esiri olsun.


Açıkçacı ben uçkurunun esiri olan bu görevliden müftünün yanında içki içmeyerek saygısını gösteren askerin hassasiyetini ve Allah’tan korkmuyorsa bari kuldan utanmasını, en azından utanır gibi yapmasını, bu herzesini cami dışına saklamasını beklerdim. Adam hem imam, hem de başka bir yer bulamamış gibi camide yapıyor aşna fişnesini. İmamımız bunu hem de camide yapıyorsa toplumun diğer bireylerine bir şey söyleme hakkımız var mı? İmamın bu osurması cemaate nasıl tesir eder varın siz düşünün.


Ne günlere kaldık! Yazık! Hem vallahi, hem billahi!


Not: Salihli’de meydana gelen bu menfur olay bireysel bir olaydır. Tüm Diyanet camiasına teşmil edilemez.

* 24/09/2018 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




21 Eylül 2018 Cuma

Eğitim ve Öğretimimiz Bir Kıpırdasın İsteniyorsa... **


Velisinden öğrencisine, öğretmeninden müdürüne, milli eğitimin taşra teşkilatından merkez teşkilatına, muhalefetinden iktidarına, esnafından eğitimle hiç alakası olmayan kesimlere varıncaya kadar bu ülkede eğitim ve öğretimimizden memnun olan yok. Hepimizi şu ya da bu şekilde ilgilendiren veya etkileyen maarifimizden herkes şikayetçi. İlgili-ilgisiz herkes eğitim ve öğretimin içinde bulunduğu durumu eleştirirken taraflardan kimse kendi üzerine toz kondurmuyor. Kenara çekilip veryansın etmeyi iyi beceriyoruz. Yani kendimizi temize çıkararak başkasına atış yapıyoruz. Hiç iyi yönü yok mu günümüz eğitim ve öğretiminin denirse deve gibi olduğu konusunda hepimiz hemfikiriz. İşin garibi maarif davamıza olumsuz bakmanın da ötesine geçtik. Karamsarız artık. Zira umutlarımız tükendi iyice. Ne yapacağız bu durumda? Bu işin altından nasıl kalkacağız?

Eğitim ve öğretimin içindeki ve dışındaki iç ve dış paydaşların mevcut maarifimize bakış açılarını değiştirmedikleri müddetçe, taraflar “Acaba bu işte benim de payım var mı” diye sorgulamadıkça, birbirimizi suçlamayı bırakmadıkça bırakın eğitim ve öğretimi düze çıkarmayı hepimiz altında kalmaya devam ederiz. Kimse kusura bakmasın, bu kadar olumsuz bakanın olduğu bir ortamdan iyi bir eğitim ve öğretim çıkmadığı gibi bugünkü günümüzden daha da kötüye gideriz.

Eğitim ve öğretimi öğrencisi, velisi, öğretmeni, okul yöneticisi, taşra ve merkez teşkilatıyla bir takım oyununa benzetirsek –ki takım oyunudur- takımda görev alan herkesin bir görevi vardır. Takımda herkes kendisine verilen görevi yerine getirirse takım başarılı olur. Biri ihmal ederse takım geri düşer. Futbol maçını gözümüzün önüne getirelim. Kalecisinden defansına, liberosundan orta saha oyuncusuna, santraforundan teknik heyetine, hakeminden kulüp yöneticilerine varıncaya kadar her birinin bir görevi vardır. Hangisi görevini ihmal ederse takımda bir aksama meydana gelir ve maçın kaybedilmesi şaşırtıcı olmaz. Aynı durumu eğitim ve öğretim camiası için de düşünmek lazım. Her başarısızlık öğretmenin üzerine yıkılır ve sürekli öğretmen suçlanırsa velisine, öğrencisine, üst ve alt yöneticilere ses edilmezse sürekli suçlanan bir öğretmen başarılı olamaz. Başarılı olsa da kimse takdir etmez.

Teknik direktör iyi, oyuncular kötüyse; oyuncular iyi teknik direktör kötüyse bu takım bir müddet bireysel başarı gösterir. Ardından yavaş yavaş gerisin geriye gider. Yine takım oyununda bir tarafta bir aksama meydana gelmişse diğer taraflardan destek gelir. Ne halin varsa gör denmez. Çünkü bu bir takım oyunudur.

O zaman eğer eğitim ve öğretimi düze çıksın, eğitim ve öğretimimiz kıpırdasın isteniyorsa öncelikle takımdaki tüm oyuncular görevini bilmeli ve birbirine güvenmeli. Bu konuda taraflar birbirine açık çek vermeli. Güvenin ardından kimin görevini yapıp yapmadığını MEB, denetim vasıtasıyla ve alacağı geri dönütlerle masaya yatırmalı. Görevini bihakkın yerine getireni ödüllendirmeli, yerine getirmeyeni bir iki uyarıdan sonra cezalandırma yoluna gitmeli. Futboldaki kurallar nasıl acımasız ise aynıyla burada da uygulanabilir. Görevini ihmal eden, faullü davrananı önce sözlü uyarır. Olmadı mı sarı, ardından kırmızı kart ile oyun dışı eder.

Haydin eğitim ve öğretimimiz biraz kıpırdasın isteniyorsa takım oyunundaki kuralları aynen burada da uygulayalım. İnanın yatalak durumdaki eğitim ve öğretimimiz kıpırdadığı gibi yürümeye ve koşmaya başlar.

** 23/09/2018 tarihinde kahtasoz.com adresinde yayımlanmıştır.

20 Eylül 2018 Perşembe

Öğlencilikten Dert Yanmamak Lazımmış!

Milli Eğitim Bakanlığının hayata geçirmek isteyip de bir türlü uygulamaya koyamadığı hedeflerinden birisi de öğretim şeklidir. Bazı yerlerde normal öğretim yapılmaya geçilse de nüfusun kalabalık olduğu illerin çoğunda halen sabahçılık ve öğrencilik şeklinde öğretim yapılıyor. 

Öğrencinin kalabalık olduğu bir muhitte görev yapıyorsanız ya sabahçısın, ya da öğlenci. Normal olmayan bu iki devrenin avantaj ve dezavantajları var. Sabah erken kalkma var. Sabahın köründe okulun yolunu tutacaksın. Moralin bozulsa da öğle olunca keyfin yerine geliyor. İşin gücün varsa halledebiliyorsun. Öğlenci isen sabah erken kalkma derdin olmayınca gece yatmıyor, sabah da kalkmıyorsun. Yatıyorsun epey. Kalkıyorsun, dersinin başlama vakti öğleyi beklemeye koyuluyorsun. Oturup kalkıp saate bakıyorsun. Vakit bir türlü geçmiyor. Otururken avarelikten yoruluyorsun. Nihayet vakit geliyor, okulun yolunu tutuyorsun. Sen merdivenleri tırmanırken dersini bitiren öğretmenlerin merdivenden inişini görünce "Sen gelirken biz gidiyorduk" der gibi baktıklarını hissediyorsun. Moralin bozuk bir şekilde ayakların geri geri gider gibi merdivenleri çıkarken bazılarının "Siz daha yeni mi geliyorsunuz? Biz bitirdik, gidiyoruz" demeleri yok mu? Bu da işin tuzu biberi oluyor. 

İçinden "Öğlencilik pineklemektir" diyor ve derslere girmeye başlıyorsun. Tek tesellin 5.6.sınıflarla ben ne yapacağım endişenin derslere girdikçe yersiz olduğunu anlıyorsun. Bir bakmışsın ki akşam yedi olmuş. Akşamın karanlığında tüm gününü bitirmiş bir şekilde yorgun-argın evinin yolunu tutuyorsun. Bu durumda tek tesellin sabah erken kalkma yok. 

Erken kalkma derdi olmasa da evde öğlenin olmasını beklemek zor oluyor deyip dururken sağ olsun Bakanlık imdadıma yetişti. On günlüğüne bir kurs ayarlamış içinde benim de olduğum öğlenci öğretmenlere. Sanki devlet "Belki normal öğretime sizi geçiremedim. Öğrencileri okula getiremesem de siz öğretmenleri pekala getirebilirim. Siz yeter ki isteyin" der gibi geldi bana. Gönderilen mesaj yetmediği gibi bugün bir de "Aman unutma, haberim yoktu" deyip gelmemezlik yapmayayım dercesine ıslak imzam alındı bugün. 

Hasılı önümüzdeki iki hafta boyunca terörden etkilenmiş çocuklar adına açılan kursa devam edeceğim. Sabah 09.00, akşam 19.00 arası okuldayım. Yani normal öğretimden de öte tam gün eğitim yapacağım. Artık okul vakti gelsin diye evde pineklemeyeceğim, uyuşuk uyuşuk oturmayacağım. Bana düşen böyle bir planlamayı yapan yetkililerimize teşekkür etmek, dualarımda onları unutmamak ve ne muratları varsa Rabbim versin demek.



Hizmetli ve Memurlardan Mürettep Bir Tören


2008 veya 2009 yılları olsa gerek. Okul müdürüyüm. Günlük Konya’dan gidiş-geliş yapıyorum. Tüm Türkiye’de olduğu gibi çalıştığım ilçede de çelenk töreni var.  
Yönetmelikte yeri var mı bilmiyorum ama protokolde yerimiz olmasa da tüm çelenk törenlerine katılımımız zorunlu. Hele bir de küçük bir ilçede görev yapıyorsanız törene gelmeniz farz gibi bir şey.

Bazı çelenk törenlerinde hiç görevimiz olmamasına rağmen dolgu malzemesi görevi görür okul müdürleri. 

Birlikte gidiş geliş yaptığımız arkadaşların her biri, kimi çelenk törenine gelemeyeceğiz diye kimi resmi, kimi gayri resmi izin aldı. Ben de izin alma yoluna gidersem olmaz, şık olmaz. Bari ben geleyim dedim. İsteksiz de olsa geleceğim ama nasıl? Çünkü normal bir günde değil törenimiz: Pazar günü. Hafta içi olsa problem değil. Ekiple birlikte altımızda özel araba 50 km’lik mesafeyi tek vasıtayla birden alırız. Neyse niyete aldım Pazar günü aktarmalı da olsa katılacağım törene. En az üç aktarma yapacağım.

Pazar günü herkes evinde yatarken ben çıktım yola. İlk önce toplu ulaşım marifetiyle çarşıya geldim. Çarşıdan tramvaya binerek otogara gittim. Baktım, bizim ilçenin dolmuşunun dolması için biraz beklememiz lazım. Ama ben vakitle yarışıyorum. Gecikmeye gelmez. Ne yapayım derken ilçe minibüsümüzün yanında, ilçemizin ilerisinde bir ilçeye taşımacılık yapan bir başka dolmuş var. Kalktı kalkacak. En iyisi buna bineyim. Yol üzerinde iner, ondan sonra geri kalan yedi km için Allah kerim. Hiç olmazsa hayatımda hiç yapmadığım otostop yaparım dedim. 

İlçemiz kadar olan hatta daha büyüğü olan belde de indim. Gelip geçen araba yok. Sabahın köründe bir de pazar günü kim olsun. Aklından zoru olmalı insanın kapalı pazar günü. Baktım, otostop yapmak için beklemeye zaman yok. Çünkü tören beklemez. Hemen önümde ticari bir taksi belirdi. Atladım ona. Tören başlarken yetiştim. Hemen hazır ol vaziyetine geçtim.

Kaymakam çelengi koyar koymaz ardından söylenen İstiklal Marşı ile tören birkaç dakika içinde sona erdi. Sağıma soluma baktım, tanıdık kimler var diye. Ne de olsa 11 tane merkez okul var. Mutlaka o okullardan müdürler katılmıştır dedim. Maalesef hiçbir okul müdürünü göremedim. Kimi okulları müdürün yardımcısı, kimini memuru, kimini de hizmetlisi temsil etmek için törendeki yerini almış. Töreni zorunlu tutan, katılmadığın zaman veryansın eden asıl görevi bir okulda şef olan ilçe milli eğitim müdürü de yoktu törende. 

Tören bitti herkes dağılırken ilçe milli eğitimde görevli hizmetlinin yanına yaklaştım. Hal-hatırdan sonra nerede seninki dedim. “Bilmem Hocam! Ben gelemeyeceğim. Benim yerime sen katil. Okul müdürlerinden de gelmeyenleri not et dedi bana. Ben herkesi geldi derim, kimseyi jurnalleyemem” dedi. Görüşmek üzere deyip vedalaştım.

Dört vasıta değiştirerek geldiğim çelenk töreninden 5 dakika içinde geri gitmek için ayrıldım. Konya otogarına kendimi attırmak için dolmuşa bindim. Ardından üç vasıta değiştirerek evime geldim. Üzerime vazife olmayan görevimi yapmıştım. Ama içimde görevini yapmış bir insanın rahat ve huzuru yoktu. Çünkü törende okul müdürü ve kurum müdürleri namına kimse yoktu. Gelmeyeni asıp kesen görevlendirme şef de yoktu. O da hizmetlisini görevlendirmişti. Yani ilçe milli eğitim müdürlüğünü kendisi değil, şube müdürleri değil, şefi değil, hizmetlisi temsil etmişti. Hem de iki görev birden vermişti hizmetliye. Bir temsil bir de jurnalcilik görevi. Hasılı katıldığım bu çelenk töreni ağırlıklı olarak hizmetlilerinden mürettep bir çelenk töreni idi.

Gazilerimiz bizim için yaralanmış, yaralandıktan sonra tedavi görmüşler ve yıllar sonra kendilerini anmak için Gaziler Günü tahsis edilmiş, yaşayan gazilerimiz protokolde yerlerini almış ve acıları geçmiş bir şekilde bizi izlerken bize de onları anmak düştü. Aradan yıllar geçmiş, unutmuştum bu çelenk törenini. Ama dağarcığımın bir köşesinde yer edinmiş ki televizyonlarda bugün “Gaziler Günü” anıldı denilince eski katıldığım bugün aklıma geldi. Ne diyelim, “Gazilerimizi hayırla yad ediyorum, eksik olmasınlar! İşi bilip işe gitmeyen ve kendi işini başkasına özellikle hizmetlilerine havale eden okul müdürlerinin ve ilçe milli eğitim müdürünün de "Gaziler Günü" kutlu olsun!



Kamuda Tasarruf Hemen ve Her Zaman! ***


TL’nin dolar karşısında aşırı değer kaybetmesinin ardından her türlü ürüne orantısız zam geldi. Girdi maliyetleri artan da zam yaptı, artmayan da. Kimi zorunlu fiyat ayarlaması yaparken kimi de fırsat bu fırsat deyip fırsatçılığını konuşturdu. Piyasa yapılan bu zamlarla kalır mı? Temenni ederim ki bu şekilde kalsın, hatta düşsün. Ama ürünlerin fiyatlarının daha da artacağı şeklinde bir kanaatim var. Orta ve dar gelirli bu zamların altından nasıl kalkar, evin bütçesini nasıl çevirir bilemem.

Gördüğüm bizi iyi günler beklemiyor. Hâlbuki 8-10 yıldır ürünlerin fiyatları artmamış, cebimiz para görmüş, alım gücümüz artmıştı. Paramız değerli olunca yeni ihtiyaçlar belirlemiştik kendimize. Öylesine almaya alışmıştık ki almazsak olmaz noktasına gelmiştik.

Ekonomimizin kırılganlığına dış saldırı da eklenince piyasa birden allak bullak oldu. Olan oldu artık. Bundan sonra ne yapabiliriz? Zira ölümden başka her şeye çare bulunur. İlk aklıma gelen kemerleri sıkmak… Zaruri ihtiyaçların dışında alavere yapmamak, tüketimlerimizi yeniden gözden geçirmek, gerekli bulmadığımız bazı alacaklardan vazgeçmek. Yani ayağımızı yorganımıza göre uzatma zamanı artık! Vatandaş olarak biz bunu yapacağız. Başka da bir çare görünmüyor.

Sanırım devlet de tasarruf yapmayı düşünüyor bugünlerde. Hazine ve Ekonomi Bakanı “Kamuda tasarruf tedbirlerine başladık” derken Cumhurbaşkanı Erdoğan da “Kamuda her alanda tasarruf yapacağız” açıklamasını yaptı. Bana göre hem Bakanın hem de Cumhurbaşkanının bu açıklamaları gecikmiş birer açıklama. Ta işin başından beri tasarruf yapmalıydık. Ki dinimiz bunu emrediyor: “Saçıp savuranları şeytanın kardeşleri” olarak adlandırır Kur’an. Ama biz ne yaptık? Uhdemizde olan malların bize Allah tarafından emanet edildiğini unuttuk: Saçtık savurduk. Hatta israf bu yapılan dendiğinde “Kime ne, para benim değil mi, istediğim şekilde harcarım” bile dedik. Elimizdeki olanı hoyratça kullandık. Nihayet sıfırı tükettik, bıçak kemiğe dayandı. Şimdi tasarruf edeceğiz, kısacağız diyoruz.

Merak ediyorum bu tüketim çılgınlığı bize kimden miras kaldı? Haydi dine mesafeliyiz. Bu yüzden Kur’an’ın söylediğini kulak ardı ediyoruz. Atalarımız asırlar önce “Sakla samanı, gelir zamanı” demiş. Keşke atalarımızı bari dikkate alsaydık. Ama biz şeytanın kardeşi olmayı tercih ettik bilerek veya bilmeyerek. Şeytanın peşine takılarak bugüne kadar kim ihya olmuş ki biz ihya olacağız hâlbuki?

Tasarruf güzel elbet! Bakanın ve Cumhurbaşkanının açıklamaları gecikmiş de olsa yerinde! Keşke bu tasarruf sıfırı tüketmediğimiz zaman; elimizde bol para olduğu, alım gücümüzün iyi olduğu zamanlarda da uygulansaydı daha iyi olmaz mıydı? Bugün tasarruf edeceğiz. Neyle tasarruf edeceğiz. Benim bildiğim tasarruf varken yapılır. Zaten deniz bitmiş, kum görünmüş, hatta kum da bitmiş. Ama zararın neresinden dönülürse kardır. Sadece ekonomik darboğazda iken değil, her zaman tasarruf etmeyi prensip haline getirip uygulamalıyız.

Millet şu ya da bu şekilde tasarrufunu yapar, yapacak da. Ama devletin şimdi ve her zaman tasarruf etme gibi bir mecburiyeti var. Çünkü devletin en altından en tepe noktasına varıncaya kadar tüm kamu kurum ve kuruluşları -eğer yapıyorlarsa- israf bataklığından sıyrılmalı, bir daha mı tövbe demeli. Olur-olmaz yere harcama yapma, etkinlik ve organizasyon yapma yoluna gitmemeli. Bin düşünüp bir iş yapmalı. “Bu para benim kendi öz param olsaydı bu işi yapar mıydım” demeli. Özellikle sahasında tek olan ve savurganlığın alasını yapan ve her yaptığını kılıfına uyduran belediyelerin kulağı çekilmeli. (Tasarruf edilecek bir diğer alan da kamu makam araçları.) 

Demem odur ki kamuda tasarruf yapılacaksa önce belediyelerden başlanmalı. Çünkü ellerindeki kamu malıdır. Bizde kamu malı yetim malı demektir. Hatırlatmak için söyleyeyim. Nisa 4.ayet mealinde, “"Haksızlıkla yetimlerin mallarını yiyenler hiç şüphesiz karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Zaten onlar alevlenmiş ateşe gireceklerdir." buyrulur. Eğer yetkililer emanet olarak verilen imkânları yerinde kullanmamışlarsa vay hallerine! Eğer dendiği gibi kamu malı, yetim malı ise yine vay hallerine!

*** 25/09/2018 tarihinde Pusula gazetesinde Barbaros ULU adıyla yayımlanmıştır.
.