Ana içeriğe atla

Yarası Olan Gocunacak Elbet!

Duygu ve düşüncelerimi sosyal medyada paylaşmaya başladım ilk önce. Hayatımda maddi bir şeyim olmasa da bir arkadaşımın yardım ve önerisiyle şahsıma ait "dilinkemigiyok" adında bir blogum oldu.

Nev-i şahsına münhasır bu blogum tabir yerindeyse benim günlüğüm gibidir. İçimi döktüğüm yerdir. Nerede ibretlik, ilginç, dert edindiğim, hoş karşılamadığım, geçmişte başımdan geçen bir olay veya konu gözüme ilişmiş, kulağım işitmiş, aklıma gelmiş ise sayfamın ilgi alanına girer. Fırsatını bulduğum ilk anda o konuyu işlerim sayfamda. Kah otobüste, kah bir çay ocağında, kah evde uzun otururken, kah haberleri dinlerken. Yazma aletim konuşmak ve haberleşmek için aldığım cep telefonumdur ağırlıklı olarak.

Konuyu ele alırken kafamda plan yapmam, çalakalem yazmaya başlarım. Ne şekilde yazacağımı planlamam.  Yazılarım bazen espri yüklüdür, bazen duygu yüklüdür. Bazen direk girerim yazıya. Bazen konunun etrafında dolanırım. Bazen hicvin izleri görülür yazımda.

Genelde toplumsal olaylar olmak üzere her konu ilgi alanıma girer. Değindiğim konuların çoğu araştırma mahsulü değildir. Gözlemlerime dayanır. Gözlemlerime duygu ve düşüncelerimi katarak bir sonuca varmaya çalışırım. Ne oldu haberini aslında ne/nasıl olmalıydı sorularıyla irdelemeye çalışırım.

Olaylara eleştirel yaklaşırım ama yapıcı eleştiri benimki. Olayı kimin yaptığına bakmam. Kolay kolay isim ve yer zikretmem. Asla kişiselleştirmem. Çünkü kişilerle değil benim işim. Bugün Ali yapmıştır, yarın Veli yapar. İsim vermeden Ali'nin yaptığını eleştirirken bu hatayı Veli'nin yapmamasıdır kastım. Kızım sana söylüyorum, gelinim sen dinle gibi. Kişiden hareketle bir camiayı, grubu hedef alarak genelleştirmem. Çünkü hata ve yanlışlar kişiseldir. Genele teşmil edilemez. Olayın hoş olup olmadığıdır zira benim ilgi alanım. Hadiseleri değerlendirirken iğneyi hep kendime batırmaya, özellikle içinde bulunduğum camianın yanlışlarına, savrulmalarına dikkat çekmeye çalışırım. Kendi bakış açım çerçevesinde yanlışa yanlış, doğruya doğru; keşke böyle olsaydı derim. Bugün yanlış yapanın yanlışına isim vermeden değinirim, ertesi günü aynı kişi iyi bir iş yapar, bu sefer överim.

Yazarken öğrenmeye devam ediyorum. Bugün yanlış görüp eleştirdiğimin yanlış olduğunu öğrenince demek ki ben o zaman yanlış düşünmüşüm derim. Yazdıklarım beğenilsin, zira ben güzel ve doğru yazıyorum iddiasında hiç olmadım. Hem sosyal medyadaki hesabım, hem de blogum herkese ve her türlü eleştiriye açıktır. Çünkü hata yaparım. Yanlış düşünürüm. Tıpkı bir futbol maçının hakemi gibi görürüm kendimi. Hakem gördüğünü çalar. Kararı taraflarca tasvip görür, ya da görmez.

Yazılarımda dert edindiğim konulara değinirken şunu yazarak şuna bir ayar vereyim, haddini bildireyim iddiasında hiç olmadım. Bir yerdeki olayı bloguma taşımak suretiyle o yeri, kişiyi veya kurumu aleme mat etme gibi bir düşüncem de yok. İçimi boşaltıyorum sayfama. Dert ortağımdır aynı zamanda blogum. Benden ve yazdıklarımdan rahatsız değil gördüğüm kadarıyla. Çünkü 2000'e yakın yazı yazdım. Hiç yeter artık! Bıktım senin yazıp çizmenden demedi. Senin şu yazdığını onaylamıyorum demedi. Bugüne kadar her türlü üslupla her yazdığıma eyvallah dedi. Sıkıldım, yoruldum da demedi. Sağolsun her yazdığımı kaydetti, okusun diye alıcısına ulaştırmak için paylaşmama imkan verdi. 

Her dediğime, her sözüme onay veren sayfam yıllar yılı her türlü derdime ortak olarak hiç dertlenmezken her şeyden nem kapan bazı tipler "Her doğru, her yerde söylenmez" deyip yazdıklarımı tasvip etmediğini belirtmiş kalabalık bir ortamda. Belirtmiş diyorum. Çünkü gıyabımda konuşmuş, gelip yanıma bana bir şey söylemiş değil. Ya da çağırıp yanına "Kardeş! Yazdığın şu şu yazılardaki şu görüşlerine katılmıyorum demedi. Medeni cesareti mi yok benimle konuşmaya, ya da benimle konuşunca itibar kaybına mı uğrar? Yoksa bir yarası mı var veya ne olur ne olmaz diyerek gölgesinden mi korkar? Yoksa yazılarım suç mu teşkil ediyor? Ya da suç veya suçluyu mu övüyor?

Muhatabım derdini veya karın ağrısını söylemeyince derdi nedir bilmem ama bir yarası olduğu belli, ya da alıngan biri olmalı. Alınganlığın tedavisi yok. Bu tipler her şeyden nem kapar. Mıknatıs gibi her şeyi üzerine çeker. Yok yarası varsa ya tedaviyi kabul edip iyileşecek ya da gocunmaya devam edecek. Çünkü benim hakaret etmeden; isim, yer, şahıs belirtmeden yazdığım yazılardan ancak yarası olanlar gocunur. Ne mutlu bana ki gocundurabilmişim. Zira bu yazılar birilerine dokunsun ve gereği yapılsın diye yazılıyor. Etliye-sütlüye karışmayan, zülfiyare dokunmayan yazı olur mu? Bu yazılar sayfa doldursun, çeşitlilik olsun diye yazılmıyor. Sanat olsun diye de yazılmıyor. Bu yazılar toplum yararına katkı olsun diye yazılıyor. 

Kimse kusura bakmasın! Yazdığım yazıların kahir ekseriyeti adrese teslim yazılardır. Herkes payına düşeni alacak ve gereğini yapacak. Doğru yaptığına inanıyorsa üzerine almayacak, yanlış yaptığını görür ve anlarsa doğrusu ne ise onu yapacak; yaptığı, yanlış anlaşılmışsa bu yanlış anlaşılmayı gidermek için muhatapları ikna edecek. Ama asla gocunmayacak. Bunun için özellikle amme hizmeti yapanların taşın altına elini koyması, yanlış algıyı giderecek girişimlerde bulunması gerekiyor. Kaçak güreşerek arkadan konuşarak mesafe alınmaz eğer amaç üzüm yemekse...

Yazılarımı kimse beğenmek zorunda değil, tıpkı okumak zorunda olmadığı gibi. Okumaz, görmezden gelir olur biter. Kimseye kendimi, düşüncelerimi beğendirme gibi bir niyetim yok. Sipariş üzerine yazı yazmam, nabza göre şerbet vermem. Adı üzerinde bu dilin kemiği yok. Bu dili dinlemeye, okumaya hevesli olanlar bu dilin dikenine katlanacak. Bu dilin dili döndüğü, eli yazdığı müddetçe bu dil, kınayanın kınamasına aldırmayacak ve yazmaya devam edecek. Kimse için yazmıyorum. Kendi bildiğim doğruları  -Allah bana yazma irade ve gücü verdikçe- yazmaya devam edeceğim. 

Kimse kendini dünyanın merkezine koyarak dünyanın kendi etrafında döndüğünü sanmasın, kendisini ve deruhte ettiği makamı bulunmaz Hint kumaşı olarak görmesin. Ben burada olmaz isem burası yıkılır, yürümez diye düşünmesin. Zira mezarlıklar kendisini vazgeçilmez olarak görenlerle dolu. Tıpkı benim yazılarım da dünyanın merkezi değil, dünya benim etrafımda dönmüyor. Bulunmaz Hint kumaşı hiç değil, vazgeçilmez hiç değil.

Hulasa, kimseyi kırmadan, dökmeden, hakaret etmeden doğru bildiğim doğrularımı yazmaya devam edeceğim. Anılarımı, yaşadıklarımı, gözlemlerini aktaracağım. 

Sahi suç mu anıların ve yaşananların yazılması? Suçsa bileyim. Eğer suç değil de bu mütevazı blogta yazılanlardan nem kapıyor, korkuyorsa birileri, kimse kusura bakmasın korkunun ecele faydası yok. Hamama girdiyse terleyecek. Eleştirecek ve eleştiriye de açık olacak. Bunun için önce öz güven, medeni cesaret gerek ve iletişime kapalı olmamak lazım. Nokta.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde