30 Kasım 2017 Perşembe

Nasıl Anmazsın Keçecizade Fuat Paşa'yı Rahmetle! *

Keçecizade Fuat Paşayı işitmiş olmalısınız. Bir Osmanlı sefiridir. Osmanlı'ya Batılıların 'Hasta adam' dedikleri bir dönemde Osmanlı sefiri olarak Avrupa'da bir toplantıya katılır.

Toplantı öncesi sefirler kendi aralarında sohbet ederlerken Avrupalı bir sefir ortaya bir soru atar: “Hangi devlet daha güçlüdür?” diye.
-Osmanlı, diye cevap verir, Fuat Paşa. Bu cevap karşısında diğer sefirler şaşırır ve Keçecizade’nin yüzüne bakarlar. Fuat Paşa:
-Evet, Osmanlı daha güçlüdür. Çünkü sizinkiler dışarıdan, bizimkiler içeriden yıkmaya çalışıyorsunuz, hâlâ yıkamadınız, der. Diğer sefirler cevap veremez ama pes de etmezler. Düşman kardeşler ve hatta 7 düvel bir araya gelerek sonunda Osmanlı'yı yıkmayı başardılar.

Dış güçler düşmanlığını yapacaklar yapmaya. Çünkü onlar güçlü bir devlet istemezler. Dün böyleydi, bugün de böyle, yarında böyle olacaktır. Ama yıkıp yok etmek için ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar zaten bunu beceremezler. Ancak Keçecizade'nin dediği gibi içeriden destek bulurlarsa daha çabuk hedeflerine ulaşırlar.

Son yıllarda ABD'nin başını çektiği şer güçler; Türkiye'yi yola getirmek, diz çöktürmek için her türlü yol ve melanete başvuruyor. Son oynadıkları koz da Rıza Zarrab'ın ABD mahkemeleri tarafından yargılanması olayıdır. Gerçi Zarrab'ın itirafçı olmasıyla hakkındaki dava, sanıklıktan tanıklığa dönüştü. Yargılanan kim olursa olsun, orada yapılan sözde yargılama; Türkiye Cumhuriyetini cezaya çarptırma, mevcut Cumhurbaşkanını köşeye sıkıştırma ve halkın gözünden düşürme yargılamasıdır. ABD dışarıdan bunu yaparken içeriden de salvolar olmalıydı. Bunun için hiç de zorlanmadılar. Gönüllü elçileri hemen harekete geçti. Belge üzerine belge açıklıyor bugünlerde. Hâlâ  da arkası gelecek deniyor. Siyaseti öğrendi mi bilmiyorum ama belge açıklamada çok mesafe kat etti. İlk acemiliğini 17-25 Aralık sürecinde meclis grup toplantısında tape dinleterek atlatmıştı. FETÖ'ye karşı, ama FETÖ'nün ekmeğine yağ sürdü. Çünkü onların piyasaya sürülsün istedikleri belgelere mal bulmuş mağribi gibi sarıldı ve okudu. ABD'ye ve siyonizme karşı, ama onların dümen suyuna girdi bugünlerde bilerek veya bilmeyerek. 

Düşmanın istediği bir gözdü, Allah onlara verdi iki göz. Onlar dışarıdan, bizimkiler içeriden vuruyor da vuruyor. Sade bir vatandaş olarak olanları hayret ve ibretle izliyorum. Düşmanın niyeti belli. Bizimkilere ne oluyor? Türkiye'nin kıskaca alındığı bir ortamda siyasi husumeti bir tarafa bırakarak dış güçlere karşı bir ve beraber hareket edileceği yerde 'Düşmanımın düşmanı dostumdur' denerek var gücüyle içeriden vurmaya çalışmasını izah edemiyorum, anlamıyorum, anlamak istemiyorum. Bunun vatanseverlikle bir alakası yok. Böyle yapmakla sanki birilerine olan minnet borcunu ödüyor. Bu tip partilerin bu ülkede niçin iktidar adayı olamadıklarını şimdi daha iyi anlıyorum.


ABD merkezli saldırıların içimizdeki iç ayağını görünce nedense Rahmetli Keçecizade Fuat Paşayı hatırladım. Allah rahmet eylesin. Sen mezarında rahat uyu paşam diyeceğim, ama maalesef senin zamanındaki Batılıların, içimizdeki Jön Türkler’le birlikteliğini bugün bir başkası yapıyor. Hiç ibret almamışız, tarih yeniden tekerrür ediyor maalesef. 30/11/2017 Ramazan YÜCE

* 02/12/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

29 Kasım 2017 Çarşamba

Sorumluluk İsteyen Her İşte Nöbete Devam

Bir yerde bir bir sorumluluk mu var. Hiç boş geçmedi bugüne kadar. Mıknatıs gibi çekti beni kendine. Ya da ben gidip onu buldum.

Kahta İHL'de çalışırken  Bakanlık lise 1'ler için yönetmelik gereği tüm liseler arasında merkezi bir sınav yapardı. O gün okulun diğer öğrencileri tatil olurken 9.sınıf öğrencileri kendi okullarında sınav olurdu. Okulların öğretmenleri diğer okulun öğrencilerine gözetmenlik yapmak üzere okullar arasında yer değişirdi.

Kız meslek lisesinin öğretmenlerini İHL'ye, İHL öğretmenlerini de kız mesleğe görevlendirmişlerdi. Çalıştığım okulun öğrencisi fazla, kız mesleğin öğrencisi de azdı. Haliyle İHL'nin öğretmen kadrosu da fazlaydı. 

Kahta İHL'den 20 öğretmen kız mesleğe gittik. Okul müdürü "Arkadaşlar, bu kadar arkadaşa ben görev veremem, içinizden iki kişi kaldım, diğerleri gitsin. Zira benim sadece bir sınav salonum var dedi. Bu söz üzerine bir sevindik, bir sevindik. Çünkü görev yapmadan gidecektik. Zira 20 kişiyiz. İki şanlı kişi bulunur elbet dedik. Herkes sevindi, ben de sevindim. Kendi aramızda kısa bir sevinç gösterisinden sonra 'iyi de, kim kalacak, gönüllü var mı" dendi. Doğal ki çıkan olmadı. İçimizde öğretmenliğe yeni başlayan, halihazırda stajyer öğretmen olan bir kişiye, "Sen kal" dendi. Bir kişi bulunmuştu. Sırada ikinci gözetmeni bulacaktık. Kısa bir sessizliğin ardından gönüllü çıkmayınca 'O zaman kura çekelim' dendi. "Kura çekecekseniz, ben gönüllü kalayım" dedim. 'Niye ki' dedi öğretmen arkadaşlar. "Ben kendimi bilirim. Bu kura, mutlaka bana çıkar. Boşu boşuna kura çekmeyin. Haydi gidin" dedim. "Olur mu öyle? 19 kişiyiz 19'da bir şansın var. Kura çekeceğiz" dediler gülerek. 

Hasılı, kura çekildi. Talihli kişi belirlendi. Okulda gözetmen olarak kaldım. Öğretmen arkadaşlarda "Nereden bildin" merakı sürdü epeyce. Sonunda onlar muradına erdi, bense nöbete geçtim. 

Ne zaman ki bir şeyin kaymağı yenecek, bir ödül veya hediye var. Bu tür kuralarda hep boş çektim, bir amorti bile çıkmadı. Nerede bir külfet, sıkıntı veya sorumluluk var, kör talih hep bana güldü. Bir yerde yemek mi yeniyor. O yemekte gizlenmiş bir yaş mu var. O da benim nasibim. Kıl mı çıkacak bana gelir. Şu baklavayı yiyeyim, spzımjn tadı gelsin derim. Cevizin kabuğundan kaçan yine beni bulur. Bu alanda da hiç boşum yok anlayacağınız. Beni bilen çoğu, benim de içinde bulunduğum bir çekiliş ve kurada sevinirler, nasılsa Ramazan'a çıkar diye. 

Dedemden kalan tarlaların kurasını da bana çektirmişlerdi çocukken. Nerede taşlı, albenisi olmayan, kimsenin bana çıkmasın dediği tarla varsa işte o tarlalar da bize çıkmıştı. 

Çocukların düğününde lazım olur, mehir bedeli yaparız diye azar azar altın alırım. Altın hep zirve yapmıştır o zaman. Para lazım olur, altını bozdurmaya kalkarım, altın dibe iner. Ne zaman ki altını düşük fiyattan bozdururum, altın yeniden şahlanır. Döviz alış ve satışım da bundan farklı değil. 

"Fetva veriyorlar, borsadan lot alalım, çok kar elde edeceğiz, ileride çocuklarımız için yatırım olur" dedi iki arkadaş. Param yok dedimse de biz sana dolar borç verelim dediler ve beni güç-bela ikna ettiler. Düşük kurdan aldığım doları öderken doların hızına yetişmek mümkün değildi. Gelecek vadeden Tüpraş'tan 35 liradan lot aldık. Bizim gelecek vadedecek olan Tüpraş hissesi 9 liraya kadar indi. 

Kör talih sana hiç mi gülmedi derseniz? Hatırladığım, Adana'da çalışırken Çetinkaya mağazasından sanırım 75 liraya bir pardesü almıştık. Akülü araba ve bisiklet çekilişi varmış. Verdikleri kuponu doldurup attık, atarken de küçük çocuğuma "Bunu senin adına doldurdum" dedim. Çekiliş esnasında küçük bisiklet çocuğuma çıkmıştı. 

Gördüğünüz gibi hepten şanssız biri değilim. Bazen döner-şaşar, milyonda bir de olsa kötü talihimi yenerim. Ama sorumluluk isteyen her iş beni buldu, bunu adım gibi biliyorum. 29.11.2017 Ramazan YÜCE


Yeni Merkezî Sınavla İlgili Açıklamalar

2017-2018 öğretim yılı sonunda yapılacak olan yeni merkezî sınavlarla ilgili ÖSYM yetkilileri ve MEB zaman zaman açıklama yapmaktadır. Çünkü yeni sınav sistemleriyle ilgili yapılan ilk açıklamalar  tartışmaları da beraberinde getirdi. Zira çocuklarımızın geleceğini ilgilendiren sınavlar doyurucu gelmedi çoğu kimseye.

Merkezî sınavlarla ilgili yapılan eleştirileri dikkate alan ÖSYM, yeni düzenleme yapmak zorunda kaldı. MEB de liselere girişle ilgili zaman zaman yeni açıklamalar yapmaktadır. Oyun başladıktan sonra yapılan bu sistem değişikliği daha uygulama imkanı bulamadan yeni değişik ve açılımlara gebe kalacağı benziyor. Çünkü surda bir gedik açıldı bir kere. Bir oldu bittiyle maç içinde yapılan bu değişiklik, yetkililer tarafından benimsensin isteniyor ama olmuyor bir türlü.

Madem ki yeni sınav sisteminde olmazsa olmaz bir kırmızı çizgisi yok yetkililerin. Her türlü eleştiri ve öneriyi dikkate alıp zaman zaman yeni ilave ve çıkarımlar yapacaklar. Bunu bir proje haline getirebilirler. Sınav sistemiyle ilgili haftalık açıklama yapma kararı alınabilir. Her hafta sınav sisteminin bir yönüyle ilgili açıklama yapılabilir. Basın toplantısının adı 'sınava 5 kala' veya 'sınava 10 kala' gibi isimlerle numaralandırılabilir. Kısa ve öz yapılan bu açıklamadan sonra her basın toplantısı 'Arkası haftaya' şeklinde bitirilebilir. Böylece öğrenci ve veli haftalık bir beklenti içerisine girebilir. Bu durum, heyecan ve merak uyandırır. Sınav sistemi sayesinde toplumun büyük bir kesimi eğitim ve öğretimle ilgili konuları gündemine alır. 

Gördüğünüz gibi her problemin, her sarpa saran durumun bir çözümü var. Bunun için problemi çözme azim ve iradesi olmalı ve aynı anda çözüm üretecek kıvrak bir zeka, basiret ve feraset olmalı diye düşünüyorum. Yeter ki istensin. 29.11.2017 Ramazan YÜCE

Müslümanların Günle İmtihanı

Problemsiz insan, toplum, cemaat, camia, mezhep, millet ve milliyet yoktur. Her toplumun çözülebilir ve çözülemeyen sorunları vardır.

Müslümanların sorunları ise saymakla bitmez. Bazı sorunları kendilerinden, bazıları da dış etkenlerden kaynaklanır. Sorunlarının çoğunu kendileri üretir. Kolay kolay da çözülmez. Kıyamet kopsa çözülür diyeceğim ama emin değilim. 

Bazı sorunları ise gülünç ve komik. Müslümanların ne yapmak istediğini bir anlasam harap olayım. Birkaç örneklendirme yaparsam ne demek istediğim daha iyi anlaşılmış olur.

"Ramazan orucu bugün mü, yarın mı, hilal göründü mü, görünmedi mi? Bayram bugün, yok yarın. Gördüğüm hilal birkaç günlük hilal. Türkiye'nin oruca başlama günü doğru, yok Arabistanınki yanlış. Bence Suudluların görüşü daha isabetli..." şeklinde her Ramazan öncesi ve her bayram bu tartışma olur. Yetkililer bir araya gelseler de mesele çözülmez. Her biri kendi başına buyruktur. Maalesef bir oruca beraber başlayamayız. Bayrama da birlikte giremeyiz. Çok nadirdir aynı gün oruca başlandığı ve bayrama girildiği.

İşimize geldiği zaman hicri takvimi esas alır, bazen de miladi takvimi takip ederiz. Dini günlerde hicri takvim takip edilirken nedendir bilinmez Mekke'nin Fethi bazı kesimlerce her yıl 31 Aralık'ta kutlanır. Burada güdülen amaç yılbaşı kutlamalarına alternatif bir kutlama olsa gerek. 

Hz Muhammed'in doğum günü her yıl hicri takvime göre Mevlit Kandili adı altında değişik etkinliklerle anılırken 1989 yılından itibaren 'Kutlu doğum' adı altında miladi takvime sabitlenerek Nisan ayında kutlanır oldu. İşin ilginç yanı peygamberin doğum günü biri hicri, diğeri miladi olmak üzere yılda iki defa anılır oldu. Son günlerde 'Kutlu doğum FETÖ icadı' tartışmaları üzerine peygamberin doğumunu anma, hicri takvime göre gelen mevlit kandilinde olacak şekilde yeniden düzenlenmiştir. Yıllardır bir çelişki olan doğum günü böylece çözülmüştür.

Günlerle ilgili bir başka sorunumuz da Kadir gecesi dışında kandiller var mı, yok mu üzerine. Kimi var, kimi yok der. Var denilse de, yok denilse de kültürümüze yerleşmiş bu kandiller, günü gelince değişik etkinliklerle anılır. Hiçbir şey yapmayan/yapamayan/yapmak istemeyen bu günün gecesini kutlamak üzere mesaj gönderir. Çoğu kimse günün anlam ve önemine binaen mesaj  gönderirken kendi elinin emeği olarak birkaç cümle yazmaktansa başkasından gelen veya sanal alemden bulduğu resim formatındaki mesajları göndermektedir. Kimi de doğru-yanlış araştırmadan piyasada dolaşan günün önemini belirten mesajları bol miktarda tedavüle sürmektedir.

Hasılı sorunumuz çok olmaya çok. Maalesef günler konusunda bile bir birlikteliğimiz yok gördüğünüz gibi. Bu konuda da çok iyi bir imaj vermemekteyiz. Allah altından kalkamayacağımız yükler vermesin. Aramızdaki sorunları çözmeyi nasip etsin. Bir ve beraber olmayı, birlikte hareket etmeyi, birbirimizin derdiyle dertlenmeyi, birbirimizi anlamayı nasip etsin. Günleri kutlamanın ötesinde amacına uygun yaşamayı hepimize göstersin. 29.11.2017 Ramazan YÜCE

28 Kasım 2017 Salı

Kovboy İş Başında -2- *

Daha önce 'Kovboy İş Başında' diye bir yazı kaleme almış, ABD'nin ABD yapımı filmlerde başrolü oynayan sığır çobanlarının filmdeki rolüne dikkat çekmiştim. Kovboy filmlerinin şimdi cazibesi kalmasa da, artık başrollerde bir sığır çobanı olmasa da günümüz ABD yönetiminin; kovboyların rolünü üstlendiğini, üstelik ABD dışına çıkarak haddini bilmeyen devletlere had bildirdiğini, racon kestiğini işlemeye çalışmıştım. Bugün de bunun üzerine birkaç kelam edelim istiyorum.

ABD, içimizdeki beslemeleri sayesinde bizi hizaya getirmeyi denedi önce. Baktı ki besledikleri işi, ağız ve yüzlerine bulaştırdı. Kendisi bizzat taşın altına elini koydu. Çünkü batıyor kendisi. Bir kurtuluş yolu arıyor. Yine dünyanın lideri kalabilmek, ekonomik yönden krizden kurtulmak için hırsızlıksa hırsızlık, katillikse katillik, cinayetse cinayet, katliamsa katliam, yargılamaksa yargılamak, terörse terör, savaşsa savaş... her yolu deniyor. Kâh devletlerin parasına el koyuyor, kâh bir ülkeyi terör suçlusu ilan ediyor, kâh bir devlete ekonomik ambargo uyguluyor, kâh kriz çıkarıyor, kâh bir ülkenin prenslerini sorgulayıp servetlerine el koyuyor... Neler yapıyor neler! Kendi yunmuş yıkanmış ak kaşık. Dünyayı adam edeceğim, dünyayı düzene koyacağım diye uğraşıyor. Böyle iyilik meleği kendi başına olur inşallah!

Şimdi sırada emrine girmeyen, söz dinlemeyen, masada ben de olacağım, inisiyatif alacağım uğraşı veren Türkiye'yi ekonomik yönden çökertmeye çalışıyor. Buzdolabına koyduğu Rıza Sarraf olayını yeniden gündemine aldı. Önce Rıza Sarraf'ı ve Halkbank Genel Müdür yardımcısını bir vesileyle ABD'ye bir el vasıtasıyla getirterek tutukladı. Yargılama başladı. Sanık olan Rıza Sarraf'ı tanık yaptı. Şimdi bizim Halkbank müdür yardımcısını yargılıyor jüri karşısında. Burada bir de gelişme var, hakkını yemeyelim. Kovboy filmlerinde yargılama işini hem hakim, hem, polis, hem de savcı rolünü üstlenen bir tek şerif yapardı. 

Bu işleri yapan ABD olunca '...her şeyi yapar' sözü tam oturur. Zira kendisine ne haltlar karıştırıyorsun diyen yok. Çünkü güçlü olmak haklı olmak demektir bugünkü düzende. Zaten üst daima haklıdır, bilhassa haksız olduğu anlarda. Son yüzyılımıza damga vuran, tarihe kara leke olarak not düşülecek olan bu asrın firavununun sonu inşallah tarihteki Nemrut'un, Firavunun sonunu aratmayacaktır. Rabbim, ben ölmeden gösterir bu zalimin düşüşünü inşallah! 

ABD'ye kızalım kızmaya. Ama kendimize daha fazla kızalım. Kiminle iş yaptığımızı bir sorgulayalım. Bu Rıza Sarraf denilen adam ne güven verdi de bununla iş yapıldı? Niçin bizi yarı yolda bırakmayacak, gerekirse bu uğurda kellesini verecek, Nuh deyip peygamber demeyecek, ser verip sır vermeyecek adam gibi bir adam seçilmedi de bukalemun gibi güce tapan, hapishane ortamını görünce cinnet geçiren, bizi satan bir adam seçildi? Bizim yetkililer insan sarrafı değil mi yoksa? Bu konuda da mı yanıldılar? Devlet dediğimiz aygıt böyle mi yönetilir? Sizin devlet yönetiminiz yolda bulduğunuz her sakallıyla devlet sırrı olan işleri yapmak şeklinde mi? Adam gibi arasaydınız bu ülkede kellesini verecek, ABD hapishanelerinde çürüyüp gidecek nice Rızalar bulabilirdiniz. Bence bu olayın sonu ne olursa olsun, yeniden bir ekonomik krizle karşılaşırsak karşılaşalım, biz buna göğüs gereriz. Ama yetkililer de kendilerini bir hesaba çekmeliler, biz nerede hata ve yanlış yaptık diye. Ben söyleyeyim siz daha kendinizi hesaba çekmeden. Zira dost acı söyler ama yüze söyler. Siz düşmanınızın adamlarıyla iş yapmışsınız. Sadece bu bile sizin ne kadar acemi ve saf olduğunuzu gösterir. Demek ki her sakallıya amca denmeyecekmiş.

Bence oturun, kendinizi hesaba çekin, karanlığa kızıp bağırmayı bırakın. Bu işi niçin, ne maksatla yaptığınızı bu halka anlatın. Unutmayın ki bu halk öz eleştiri yapan kim olursa aman verir ve kredisini devam ettirir. 28.11.2017 Ramazan YÜCE

* 04/12/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.


Dilencinin Böylesi ve Sadaka Taşları *


 
Bu ülke; cami önünde dileneni, esnaf esnaf dolaşıp para isteyeni, çarşı-pazar dolaşıp "Affedersiniz, dilenci değilim, memleketime gidemedim, yol param yok, dolmuşa binecek param kalmadı, kömür alamadım..." diyerek dilencilik yapanın her türlüsünü gördü de benim bugün gördüğümü kimse görmedi sanırım. Ya da ben hiç tevafuk etmedim.

Bugün wc ihtiyacımı gidermek için belediyenin hizmeti olan 'ücretsiz wc'ye girdim. Hoşumuza giden adına hizmet denen bu bedava tuvalet tasarrufunu da anlamış değilim. Çünkü çay kaşığıyla verilen bu hizmetin bedelinin kepçeyle su faturalarına yansıtıldığını düşünüyorum. Çünkü bedava hizmetin bedeli ağır olur. Al-gör gününü der gibi. Yol yakınken belediye bu bedava hizmetinden vazgeçsin. Hatta her tuvaletine bir görevli koyarak normal bir bedel alsın. Amme adına yapacağı her hizmetten makul bir ücret alsın. Yoksa bu bedava hizmet su abonelerine çok pahalıya mal olacak. Ali'nin yararlandığı bedava wc hizmetinin ceremesini başka Veliler çekmesin.

Wc'deyken lavabo kısmında bir konuşmaya kulağımı kabarttım. Tuvalete girerken avucunun içinde bir 5 lira ve bozuk bir liraların olduğu gencin biri para istiyordu giren çıkandan. "Sigara alacağım, bir liram eksik, dilenci değilim" şeklinde. Konuşmasına bakılırsa Konyalı değildi. Hatta Türkiyeli hiç değil. Çünkü aksanı farklıydı. Lavaboda konuştuğu kişi bir polisti. "Ayıp değil mi, bu yaşında ne para istersin, git çalış" diyor. O da; "Tamam polissin. Senden bir şey istemiyorum. İstediğim sadece bir lira. Sigara alacağım, dilenci değilim" dedi. Polisin nerelisin sorusuna verdiği cevabı anlayamadım.  Çünkü bir o, bir o konuştu önce. Sonra ses ikileşti. Birbirine kızıyorlardı seslice. Az sonra ses kesildi. Bu arada ben de wc'den çıktım. Merdivenlerden çıkarken para isteyen genç 15 yaşlarındaki bir çocuğa teşekkür ediyordu. Anlaşılan bir lirası eksik sigara parasını çocuk tamamlamıştı. Çocuğu bile cömert bu ülkenin gördüğünüz gibi.

Gencimiz bugünlük içeceği sigarasının parasını bu şekilde toplamıştı. Yarın ne yapacak, veya hangi yolları deneyecek bilmiyorum. Çünkü bu, bir defa alınıp içildikten sonra bırakılan bir meret değil, sürekli ister. Sigara parasını isteyerek karşılayan, bütün yolları tükettikten sonra belki hırsızlığa bile başlar yakında. 

Karşılaştığım bu olay garibime gitmedi değil. Genç bu topluma yabancı ki sigara parası dileniyor. Bu şekil dilenmeye bu millet çok sıcak bakmaz. Halden anlayan sigara içen bile kolay kolay para vermez. Çünkü kendi içer içmeye. Gerekirse sigara ikram eder, gerekirse sigara ister. Ama sigara parası vermez. Hele tanımadığına asla. 

Günümüzde yaşına-başına, gücüne-kuvvetine bakmadan dilenen dilenene. Ne çarşı, ne pazar, ne yol, ne mağaza, ne cami, ne de ev deniyor. Gün geçtikçe eksilmiyor, artıyor dilenen sayısı. Dilenciden geçilmiyor insan kalabalığının olduğu her yer. Öyle zannediyorum İslam ülkelerinin sorunu ilk başta bu sorun. Bu sorun nasıl halledilecek? Bunun üzerine kafa yormak lazım. 

Yan tarafta gördüğünüz resmin adı, sadaka taşıdır. Kökeni Selçuklu dönemine kadar gider. Osmanlı döneminde yaygın bir yardım şeklidir. Kayıtlarda Osmanlı dönemine ait sadece İstanbul'da 160 yerde sadaka taşının olduğu belirtilir. Genellikle cami bahçelerinde olan bu taşın amacı, fakir ve ihtiyaç sahibi kişilerin ihtiyaçlarını karşılamak için zengin kişilerin bıraktıkları para vb. şeylerin bırakıldığı yerlerdir. Bu sadaka taşına kimin para koyduğu da belli değil, kimin buradan para aldığı da. Bu sadaka taşıyla fakirin rencide olmaması düşünülmüştür. Sağ elin verdiğini sol el görmemedir bunun adı. Düşünülmüş, proje haline getirilmiş ve uygulanmış eşsiz ve benzersiz bir sosyal projedir bu. Dilenmeyi tam yok edemese de azalttığını, fakirin onurunu koruduğunu düşünüyorum. Düşünüp uygulayandan Allah razı olsun.

Öyle zannediyorum bu harika projeyi günümüzde yeniden canlandırmanın tam zamanı. En azından dilencilik için peşimize takılanlara parayı nereden bulabileceğini söyleriz. Sadaka taşlarındaki parayı hemen boşaltan dilenci bir müddet sonra 'Ben ihtiyacım kadarını alayım, nasılsa sürekli konuyor, benden başka ihtiyacı olanlar da var' diyecektir. İlk başlarda aksaklıklar veya kötüye kullanma olsa da bir müddet sonra rayına oturacağını düşünüyorum.

Proje proje diye gece gündüz rüya görenler, ne yapsak diye toplantı üstüne toplantı düzenleyen etkili ve yetkili kişiler! Buyurun size geçmişte başarıyla uygulanmış bir proje. Haydi başlatın böyle bir projeyi! Ön ayak olun bu toplumsal yaramızı yok edecek veya en aza indirgeyecek sadaka taşlarına yeniden. Unutmayalım ki bir işe sebep olan, onu yapmış gibidir. Haydi göreyim sizi! 28.11.2017 Ramazan YÜCE 

* 06/12/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.






Siyah Önlükten Beyaz Önlüğe

İlkokul 5'i siyah önlükle bitirdim. Bizden önce kaç nesil bu şekilde okula gitti geldi, ben mezun olduktan sonra ne kadar devam etti bilmiyorum. Çünkü sonradan mavi önlüğe geçildi. Şimdilerde pek mavi giyen de kalmadı. Zira her okulun kendine has okul kıyafeti var. Okul değiştirdikçe veli, çocuğunun kıyafetini yenilemek zorunda.

Niyetim okul kıyafetinin şeceresini yazmak değil. Niçin başka renk değil de siyahtı Türkiye'nin okullarındaki renk? Yetkili irade bir mesaj mı vermek istiyordu? Bu ülkenin halkı cahil olduğu gibi onların çocukları da bilgisizdir, tıpkı bu önlük gibi mi demek istedi, bize bu siyah önlüğü dayatırken? Biz sizi bu şekilde alıp okutacağız, beyninizi aydınlatacağız mı niyetleri vardı?

Renk renktir, hepsi gökkuşağının renkleridir. Birinin diğerinden üstünlüğü yoktur. Tıpkı insanların ırk ve renk bakımından yekdiğerine üstün olmadığı gibi. Ama özünde olmasa da biz renklere farklı anlamlar vermişiz. Olumsuzlukları genelde siyaha yani 'kara'ya yüklemişiz. Çiller döneminde ekonomik kriz, çarşamba günü olduğu için o güne 'Kara Çarşamba' denmişti. Kışın sert geçtiği, karın bastırdığı, hayatı olumsuz etkilediği kışlara basın, 'Kara kış bastırdı' diye başlık atar. Yine son günlerde basın ve sosyal medyada gündem oluşturan bir gün var: 'black friday' yani kara cuma. Ekonomik durgunluğu aşmak, tüketiciyi alışverişe yöneltmek amacıyla ABD tarafından her yıl 'Şükran Günü'nün ardından gelen cumaya bu ad verilmiştir. Bir şey ABD tarafından başlatılır da dünya bigâne kalır mı bu duruma? Hemen hemen her ülkeden birçok firma katıldı, adına 'kara cuma' verilen bu alışveriş çılgınlığına. Herkes katılır da Türkiye katılmaz mı bu kampanyaya? Çok Uluslu Şirketlerin (ÇUŞ) içimizdeki temsilcileri, mağazalarının vitrinlerine 'black friday' yazarak bu indirim kampanyasına katıldı. Kambersiz düğün olmazdı tabii. Beş milyon doların üzerinde harcama yapılmış bu günde. Çılgın bir rakam bu. 

Yüzde 80'lere varan indirimler sayesinde insanların birbirini çiğnercesine mağazalara akın ettiği, mağazaların boşaldığı, alıcı ve satıcının kazandığı, ekonomiye canlılık getiren bu güne niye 'kara cuma' dendi? Anlamak zor. Aslında böyle bir güne kara cuma denmekten ziyade 'bereketli gün' denmeliydi. Sonra niçin cuma seçildi? Burası da muamma... ABD menşeli mağazalar böyle bir günde köşe olurken bizde dini duyarlılığı olanlar hop oturup hop kalktı, 'Bizim cumamız kara değil, hayırlı' diye. Biz adına kara cuma denen bu güne kıza duralım. ABD'liler köşeyi. Bilinçaltlarında bizim bayramımız olan cumayı tiye almak varsa da, anlamak isterlerse eğer bizim cumamızın karası bile onları ihya ediyor. Ama çoğu şeyi anlamasam da bildiğim bir şey var, ABD osursa dünya üzerine pisliyor maalesef.

Niyetim ABD'nin başlattığı 'black friday' değildi. Ama nedense benim ilkokulda giydiğim kara önlük beni 'kara cuma'ya götürdü. Sahi bize küçükken niçin kara önlük giydirmişlerdi? Bizimkilerin kafasında da ABD'lilerin bakış açısı var mıydı, yoksa tesadüf mü? Ya da siyah kir götürür, çabuk kirlenmez, uzun süre giyilir. Zira çamaşır makinesi yok, ya da makinede yıkamak yaygın değil diye mi düşündüler? Veya "Sen şu anda çocuksun; günaha, suça belenmedin; büyüyünce suça karışıp günaha gark olacaksın. İleride böyle kapkara olacaksın. Şimdiden alış" mı demek istediler. Ya da ellerinde bol miktarda siyah renk kumaş vardı da bu şekilde eritmek mi istediler? Niyetlerini maalesef bilmiyoruz. Sonradan maviye dönülmesini de anlamış değilim.

Bu yazıya konu olan; aslında okulun bize hediye ettiği, derslere girerken giymemizi istediği 'beyaz önlük'tü. Çabuk kirlense de insanın içini açan, görüntüyü güzelleştiren bir renktir beyaz. Yarım asrı devirdiğim, ihtiyarlığa adım attığım; günaha, kire belendiğim bir yaşta can simidi gibi yetişti bu beyaz önlük. Bize beyaz önlük giydirmeyi düşünenler iyi niyetli. Bundan zerre kadar şüphem yok. Ama bu yazımda kara-beyaz renkleri konu edindim. Her renge de bir anlam yükledim ya, bu beyaz renge de mutlaka bir anlam yüklemem lazım. Yüklemezsem çatlayıp ölürüm zira. Sanki bu beyaz renkli önlükle bana, "Bir ayağın çukurda artık. Suça ve günaha karıştın. Neredeyse içinin kötülüğü dışa vuracak. Bari beyaz önlüğü giy de kirini gizlesin biraz." demek istemiş olabilirler. Bu yorumum garibinize gitmiş olabilir. Doğaldır bu. Zaten her tasarrufumuz garip değil mi bu dünyada! 

Masum ve günahsız olduğum bir çağda kara önlük, günaha belendiğim çağda ise beyaz önlük. Değerlendirmem hâlâ garibinize gidiyorsa buyurun küçüklüğümde kara önlük, büyüdüğümüzde de beyaz önlük giydirmenin sebebi ne olabilir? Bir de sizden dinleyelim. 28.11.2017 Ramazan YÜCE


27 Kasım 2017 Pazartesi

Adı Tatlı Telâşeymiş!

Anadolu'da düğünler zahmet, meşakkat, sıkıntı, masraf ve maliyet olsa da mutlu bir yuvaya adım atılacağı için adına 'tatlı telaşe' deniyor. Adını kim koydu bilmem ama tatlı olup olmadığı su götürür. Çünkü düğünün kendisi başlı başına bir koşuşturmadır. Hem vücut yoruluyor, hem de zihinler.

Düğün hazırlıkları bir taraftan tam hız gidiyorken diğer taraftan da acaba bir aksaklık olur mu? Arada bir sıkıntı meydana gelir mi? Kaç kişi çağıralım, acaba bütçemiz kaldırır mı? Davet ettiğim kişiler gelir mi? Gelirse ne kadar fire verir? Yemek yetmemezlik yapar mı? Misafirler geri döner mi? Yemekler güzel olacak mı? Bu minval üzere kafanda kırk tilki davetli listesi hazırlamaya başlarsın. Önce kaç kişiye kart dağıtacağını tespit edersin. Ardından  kız evine ne kadar kart lazım olduğunu sorarsın, oğlan ne kadar kişiyi çağıracak onu belirlersin. Geriye kalan davetli sayısı sana kalır. Sen de bir liste çıkarırsın, sayıyı geçiyorsa elemeye, doldurmuyorsa ilave yaparsın.

Sayıyı tutturmak epey uğraştırır insanı. Şunu çağırmasam olmaz, bunu çağırmasam olmaz. Sağa koyar olmaz, sola koyar olmaz. Sonunda doğru-yanlış bir seçme ve elemeye tabi tutarsın. Davetiye yazamadığın dostlarının ezikliğini duyarsın. Keşke duymasa, duyarsa mahcup olurum endişesi taşırsın. Sonunda kartları yazmaya başlarsın.

Kartları yazdıktan sonra bir sorun da burada başlar. Bu kartlar nasıl dağıtılacak? Haydi dağıtmaya kalktın, görüştüğün çoğu kimsenin evini bilmezsin. Kime, nasıl ulaştırırım şeklinde kara kara düşünürsün. Nazın geçenlere whatsap aracılığıyla gönderirsin. Bazıları da sanal davetiyeyi kabul etmez. Kart gelecek bir defa der. Bazılarına telefon açar, evinin adresini alırsın. Kart vereceğim, hayırlı bir işimiz var dersin. Acaba bir umut, kardeş whatsaptan gönderiver der mi diye bekler durursun. Evine kartı vermeye varınca "Buraya kadar niye yoruldun, whatsaptan gönderseydin cevabı alırsın. Be mübarek ev adresini isterken söyleseydin ya. Hoş bazıları söylüyor. Bu tipler leb demeden leblebiyi anlayan kişiler. Allah sayılarını çoğaltsın.

Bazısının evini ara ara bulamazsın, hele bir de yol özürleysen. Sinirinin tavan yaptığı andır bu an. Ne faydası olacaksa. Bazısı davetiyeyi aldıktan sonra "Yapacağım bir şey var mı, içten söylüyorum, hiç çekinme bak." deyince Hızır ayağına geldi diyorsun.  "Efendim falana bir kart verilecek, evi size yakın" dersin. "Olurdu ama göremem ben" cevabını alırsın. Tam Hızırı buldum derken sevincin kursağında kalır. Madem yapmayacaksın be adam! O zaman ne diye  "Yapacağım bir şey var mı" diye sorarsın. Ama hakkını yemeyelim, bazıları da tam hizmet için yaratılmış, ne görevi verirsen, kimin kartını verirsen, bana uygun değil demez, başüstüne diyerek koşar. Allah razı olsun.

Bazılarına da kartı verirsin, beklerim dersin. İnşallah cevabı alırsın. Bu adam kesin gelecek, çünkü Allah'o şahit tuttu dersin. Adam düğününde boy göstermez, gelemedim diye de aramaz, şu mazeretim vardı da demez. Demek ki bu tip için inşallah, canım isterse, boşta kalırsam gelirim demekmiş.

Bazısına da biri vasıtasıyla davetiyeyi ulaştırırsın. Kartı başkasının getirmesini garipsiyor. Çünkü kartı düğün sahibi dağıtırmış. Bu yüzden önceki aracı aradan çekiliyor. Garibine gitse de kart bizzat senin elinle onun evine ve eline ulaşacak. Ah bir de okur-yazar olsa, kartı okuyabilse hiç gam yemeyeceğim. Bunu yapan da bir yabancı değil, sonradan oluşan bir hısımlık. Kaybetmezsek bulduk bir defa. Sen meğer hısım değil, hasım edinmişsin. Düşman yapmaz yaptığını. Hem cahil, hem de burnundan kıl aldırmayan tip böylesi. Yol bilmez, yolak bilmez, oturduğu yerden kınanacak durumunu kınar durur. Buna göre her işini sen yapacaksın. Aslında böyle tip yerinde dursa -ki taş yerinde ağırdır- düğününe gelmese düğüne rağmen kuş gibi hafiflersin, çifte düğün yapmış gibi sevinirsin. Ama bu mutluluğu sana reva görmez, burnunun ucunda biter, sevincini kursağında bırakır. Çünkü kambersiz düğün olmaz.

Kart dağıtım işi bitince kuş gibi hafiflersin. Ama iş bitmiyor. Bu sefer düğünün üzerine yoğunlaşırsın. Basit gibi görünen düğünün sadece davetli listesi ve kart dağıtma işinin bir kısmını anlattım size. Abartı var derseniz beni düğünden fazla yormuş olursunuz. Bu işler göründüğü gibi değil. Halep orada ise arşın burada.  Buyurun, denemesi bedava. Zira hamama giren terler. Görün o zaman bu tatlı telâşın başınıza getirdiğini... 

Bana düğün için yapabileceğim bir şey var mı diyen olursa, bana sadece düğünlere 'tatlı telaş' diyen adamı bulun gelin, başka hiçbir şey istemiyorum sizden... 27.11.2017 Ramazan YÜCE 






26 Kasım 2017 Pazar

Camide Katliam

1979 yılında orta birinci sınıfta okurken gazete bayiinin önünden geçerken gözüm, dikkat çekip alınsın diye sergilenen günlük gazetelere ilişti. Bu gazete bayii acemi olmalı ki, gazeteleri gelip geçenler içerisinde bedava okuyan çıkmasın diye gazeteyi ters koyan bayilerden değildi. Cumhuriyet gazetesinin manşeti dikkatimi çekti: Yazı, camiye bombalı saldırı başlığını taşıyordu.

Bir camiye bombalı saldırı düzenlenebilir miydi? Olacak şey değil. Bunu kim, niçin yapmış, neyin nesi bu haber diyerek harçlığımdan kısarak bayiye varıp bir Cumhuriyet verir misin dedim. (Para vererek aldığım ilk ve son Cumhuriyet gazetesiydi bu.) Kaldığım pansiyona doğru adımlarken ilk işim belirttiğim yazıyı okumak olmuştu. Nerede olmuştu, kim yapmıştı hatırlamıyorum. Belki de asparagas bir haberdi. Çünkü ilgili haberin üzerinden 38 yıl geçmiş. Sadece manşeti aklımda kalmış.

Benim çocukluğumda garipsediğim bu cami bombalama eylemi 38 yıl sonra Mısır’da bir katliam şeklinde gerçekleşti. 305 ölü, 1000 civarında yaralı var. Saldırıyı düzenleyenlerin de 25-30 kişi olduğu, ellerinde DAEŞ bayrağı açtıklarını söylüyor yetkililer. Hele şükür! Saldırıyı düzenleyenler bizden, yani Müslüman görünümlü Amerikan. Hiç başka düşmana ihtiyacımız yok. Bu günün İslam havarisi kesilen, kurdukları karton devlete de İslam Devleti adı veren bu örgütün, kurulduğu andan itibaren derdi hep Müslümanlarla. Hiç bu örgütün Müslüman öldürmenin dışında bir iş yaptığını gördünüz mü siz? Göremezsiniz. Zira Müslümanlık diye bir dertleri yok, hiç olmadı zaten. Müslüman öldürerek kanla besleniyor bunlar.

Diyelim ki bunlar, Müslüman. Çünkü kendilerini öyle ifade ediyorlar. Kalplerini yarıp bakma imkanımız olmadığına ve beyanlarına göre bunlar Müslüman. Bunların Müslümanlığı neye, kime hizmet ettikleri belli olmayan kaba bir ham softalık olsa gerek. Hz Hüseyin’i öldürten Yezid’in Müslümanlığı bunlarınki. Hz Ali’ye Sıffın’da bayrak açan Haricilerin Müslümanlığı bunlarınki. Hz Ali’yi öldüren bedevi Arapların anladığı İslam’dan başkası değil bunlarınki. Sloganla yaşar bunlar. Ötesini bilemezler. Neyi, niçin yaptıklarını; sonunun nereye varacağını, kimlerin faydalanacağını sorgulamazlar. Sapla-samanı karıştırmayı iyi becerirler. Müslüman’a diklenir, Ehl-i Salip’e karşı boyunları kıldan incedir. Çünkü onların emir eridir. Böyle Müslüman kardeşin olacağına açık ve mert bir düşmanın olsun, inanın bunların verdiği zararı veremezler. Ama bu ahmakça anlayışın mümessili olan bunların yediği her herze, Müslümanlara kan ve gözyaşı olarak geri dönüyor.

Merdiven altı anlatılan İslam’dan beslenir bunlar. İçimizde yaşayan, bizden görünen, bize burun kıvıran, yediğimizden yemeyen, içtiğimizden içmeyen, kestiğimizden yemeyen Batı’nın ve Amerikan’ın Müslüman görünümlü silahlı askeridir, maşasıdır bunlar. Yeter ki efendileri istesin. Amenna ve saddakna diyerek mantar gibi biter bunlar İslam dünyasının her bir köşesinde. Bunlar bu işe teşne olunca başkası yapsa da iş bunların üzerine kalıyor.

Ölen Müslüman, yara alan da hep Müslümanlık oluyor. Canları Cehenneme bunların! Yazıklar olsun, Müslüman kisvesinde bu haltları işleyenlere! İnanın bunların yaptığını düşman yapmaz. Ahmak Müslüman kardeşin olacağına akıllı düşmanın olsun daha iyi. 26/11/2017 Ramazan YÜCE



“Boynu kırılası öğretmen!” *

Öğrencisinin okumaya geçmesinden dolayı sevinç ve mutluluğunu gizleyemeyen öğretmen, öğrencisinin yanağına bir makas atar. Çocuğunun yanağındaki kızarıklığı gören anne, eşini arayarak durumu anlatır. Eşi de çocuğuna okumayı öğreten öğretmeni işyerine çağırarak konuşmak istediğini söyler.

Öğretmen, yanına öğretmen eşini de alarak velisiyle görüşmek için velinin işyerine gider. Varır varmaz "Sen benim çocuğuma nasıl yaparsın bunu" diyerek yanındaki dört kişiyle beraber öğretmene bir boğa gibi saldırır. Araya girmeye çalışan eşi de dayaktan nasibini alır. Sonuç, yediği dayağın haddi hesabı yoktur ve  boyun kemiği kırılır. Hâlihazırda öğretmen yoğun bakımda can çekişiyor. Olay 24 Kasım öğretmenler gününde Gaziantep'de geçiyor. Öğretmene şiddet uygulayan 5 kişi, ifadesi alındıktan serbest bırakılıyor.

Öğretmene, gününde verilmiş en güzel hediye. Hayatı boyunca unutamayacağı bir hediye bu. Zaten hediye, unutulmamak için verilir bizde. Her öğretmenler günü geldiğinde öğretmenimiz hayırla yâd eder bu hediyeyi. Hediye dediğin böyle olur. Helal olsun velimize. Orijinal bir hediye bulmuş. Neymiş bugünde çiçek vermek, gül vermek, mesaj göndermek, sponsor vasıtasıyla bir yemek ikram etmek veya cebinden yemek yemek. Bunlar klasik hediye. "Bana bir harf öğretenin kölesi olurum" sözü çerçevesinde çocuğuna okumayı öğreten öğretmene haddini bildirmiş veli. İyi de etmiş. Çocuğun yanağı sıkılır mı? Bir defa ayıp bu öğretmenin yaptığı. Onun görevi sadece dersini anlatıp öğrencisine okumayı öğretmek. Bir defa sevgi gösterisinde bulunmak öğretmen ciddiyetiyle bağdaşmaz. Sonra sevinmesine de gerek yok. Zaten öğretmenin görevi o çocuğa okumayı öğretmek. Gök görmedik gibi sevinmek de neyin nesi? Hele yanağını sıkmak! Bu çocuğu aile ne emek vererek büyüttü. Aile büyütsün, öğretmen gelsin çocuğun yanağını sıksın. Olacak şey değil. Boyun kemiği kırılmış. Boynu kırılsa daha iyiydi. Hanımının yanında öğretmeni benzetmek de iyi olmuş. Ellerine sağlık!

Bu tip velilerin çocuğunu dışarıya çıkarması, hele hele okula göndermesini bir nimet olarak görmek lazım. Uçan kuştan korumak için veli, çocuğunu eve kapatıp turşusunu kurabilirdi. Veli, her türlü tehlikeyi göze alarak çocuğunu okula göndersin…Ama öğretmenler velilerin iyi niyetini kötüye kullanıyor. Bu öğretmenler de fazla oluyor artık. Artık devlet bu işe bir el atmalı, öğretmenlere yeri ve haddi bildirilmeli. Caydırıcı yaptırımlar başvurmalı… Devlet görevini yapmayınca bu iş vatandaşa kalıyor. Yazık değil mi vatandaşa! Haydi dayak attıkları öğretmen ölseydi ne olacaktı?  Yok yere kodesi boylayacaklardı. Baba hapse girince  yüzüne makas atılan çocuk babasız büyüyecekti maazallah!

Bereket, dayakçı veli ve yardımcılarını mahkeme, ifadesini aldıktan sonra serbest bırakmış. Gördüğünüz gibi yanlış hesap daha Bağdat'a varmadan mahkemeden dönmüş. Aslında bu velileri savcılığa çağırmak bile ayıp. Velinin çocuğunu koruması da suç olacak neredeyse. Ne yapacaktı veli? Çocuğuna makas atan öğretmene "Aferin hoca, iyi yaptın" deyip eli armut mu toplamalıydı? Akşam eve gelince çocuğunun yanağındaki kızarıklığa babanın içi nasıl dayanacaktı? Aslında polis ve mahkeme, veli yerine öğretmeni ifadeye çağırmalıydı.

Ne yapmalı devlet? Derse giren öğretmenin öğrenciye yaklaşmasını yasaklamalı, hatta yasaklamakla kalmamalı. Çünkü bazı öğretmenler yasak dinlemiyor. En iyisi öğretmenin öğrencisiyle temasın önüne geçmek için öğretmen kürsüsü demir parmaklıklarla çevrilmeli. Öğretmen derse girer girmez zil çalıncaya kadar üzeri kilitlenmeli. Öğretmen dersini buradan anlatmalı. Öğrenci ne yaparsa yapsın öğretmen kafesinden çıkamamalı. Meclis, nasıl ki kendi dokunulmazlığını garantiye alıyorsa veli ve öğrencinin de dokunulmazlığını koruma altına almalı.

Gördünüz mü çözüm önerimi? Bazılarınızın garibine gidebilir bu çözüm önerisi. Ama çocuk psikolojisini ve günümüz veli profilini bilmeyen öğretmenler için başka da yol görünmüyor.
26/11/2017 Ramazan YÜCE

* 29/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



Bu Velinin Derdine Derman Olacak Baba Yiğit Var mı?

Bir veli Konya'nın gözde okullarından birini telefonla arar. Telefona okulun müdür yardımcısı çıkar. "Beyefendi, okulunuzda 5.sınıfta okumakta olan bir öğrencinin velisiyim. Konuyu yarın yapılacak olan veli toplantısında açacağım ama önce size telefonda söylemek istiyorum. Önünüzde kağıt-kalem var mı? Not alır mısınız" der. Yardımcı, 'Konu nedir beyefendi' dedikten sonra veli, meseleye girer:

"Okulunuz öğretmenleri başarıyı artırmak ve özel okullarla yarışmak için ne yapıyor? Gördüğüm kadarıyla öğretmenler düşük not veriyor. Mesela çocuğumun sınıfının matematik ortalaması 70'tir. Bu çocuklar bu puanlarla fen lisesine nasıl gidecekler? Öğretmenlerinize söyleseniz de verdikleri puanları biraz yükseltseler. Tamam, hepsi 100 olmasın. 70 alana 85 verse, 85 alana 100 verse..." Araya girip yardımcı sözü alır: 'Sayın velimiz, biz bir defa öğretmenimizden not istemeyiz. Ayrıca notu öğretmen vermiyor, öğrenci alıyor. Çocuğunuzun sınıfının matematik ortalaması 70 ise bu tüm öğrencilerin notu 70 demek değildir. 30 da vardır, 90 da. Sınıfın başarısı düşükse öğretmen sınavı yeniler. Öğretmenlerimiz ne yaptığını bilir. Onlara bu dediklerini söylemem hakaret anlamına gelir..." der. Veli tekrar söze girer, "Siz beni anlamadınız. Bu çocukların fen lisesine girmesi ve özel okullarla yarışabilmesi için mutlaka notlarının yükseltilmesi gerekiyor. Mesela öğretmenleriniz sınavdan önce yazılıda çıkacak soruları öğrencilere verebilir. Böylece öğrenciler yüksek not alır. Okulunuzun başarısı yükselir, daha fazla öğrenci fen lisesine girer. Ben bir defa kendi çocuğumu düşünmüyorum, okulunuzun başarısı yükselsin. Ben çocuğumu sizin okula gönderirken Konya’nın en iyi ortaokullarından biri diye göndermiştim. Ama anladım ki öyle değilmişsiniz. Zaten sadece 10 öğrenciniz fen lisesine gitmiş. Siz hala beni anlamıyorsunuz" diye devam eder sözüne. Yardımcı, ‘Sayın veli, öğretmenlerimiz ne yaptığını biliyor, ben sizin işinize karışsam hoşunuza gider mi’ dediyse de konuşma velinin hoşuna gitmez.

Yardımcının veli ile diyalogu uzun mu uzun. Özetlemeye çalıştım. Ama bir sonuç alınamasa da yardımcı not almış gibi konuşulanları hafızasına yerleştirmiş. Ama herkesi ikna etmekte mahir yardımcı, maalesef bu veliyi ikna edememiş gördüğünüz gibi. Çünkü velinin dümen suyuna girmemiş. İçinizde bu veliyi ikna edecek bir baba yiğit varsa yardımcı olsanız iyi olur.

Çocuğunun bütün derslerine 100 verilse mutlaka astarını da ister ileride. Eğer çocuğu fen lisesini kazanamazsa bu sefer gelip “Hocam, ne biçim eğitim verdiniz? Hak etmediği halde çocuğuma yüzleri dayamışsınız, biz bu notları görünce ailecek uçtuk. Ama sınava girince ancak mahallemizdeki sınavsız okulu kazandı çocuğumuz. Niye fazla not verdiniz? Bu yaptığınız hiç etik değil. Bizi kandırmaktan hakkınızda suç duyurusunda bulunacağım…” derse hiç şaşırmayalım.

İşin garibi eğitim ve öğretime eğitimciler dışında herkes müdahil. Fazla not versen de olmuyor, düşük versen de. Zaten hak edenin tam hakkını vermesini/almasını kimse kabul etmiyor.

Bu ikili görüşmede dikkatimi çeken bir şey daha var. Veli her defasında ‘Siz beni anlamadınız’ diyerek suçlayıcı konuşuyor. Tamam, yanlışta olsa görüşünü ifade etti. Bakış açısı bu şekildedir. Konuşma istediği minval üzere gitmeyince her defasında ‘anlamadınız’ diyor. Halbuki ‘anlamadınız’ iletişimi kapatan, muhatabı suçlayan bir ifadededir. Karşı taraf anlamasa bile bunun doğrusu ‘anlatamadım’ şeklinde olmalıydı.

Hülasa, cebinizden mi veriyorsunuz öğretmenim. İsteyenin bir yüzü, vermeyenin iki yüzü kara olur. Verin gitsin. Kırıldığı yere kadar...26/11/2017 Ramazan YÜCE


25 Kasım 2017 Cumartesi

Gözetmenimi de Gözlemledim Ara Ara

Bir sınavda salon başkanı olarak görevlendirildim. Yanımda da bir gözetmenim var. Kendi halinde sakin biri. Zaten olmasa da sakin olmak zorunda. Çünkü bizde sınavlar, yasaklar demektir. Bereket sınavımız ÖSYM"nin yaptığı sınavlar gibi kuralları sert ve acımasız değil.

Başkan ve gözetmen olarak salondaki yerimizi aldık, adayların gelmesini beklemeye koyulduk. Sınavın başlamasına 45 dakika kala adaylar tek tük gelmeye başladı. Sınava 15 dakika kala cevap kağıtlarının dağıtımını yaptık, ardından kitapçıkları sıraların üzerine koyduk. Bir taraftan da peyderpey gelen adayların kimlik kontrollerini yaptık. 20 kişilik adaydan iki tanesi gelmedi.

Başlama saati gelince sınavı başlattım. Artık gözetmenim ve ben sınav olan öğrencileri gözlemlemeye başladık. Az sonra gözetmenim gelmeyen adaylardan birinin sırasına oturarak sorulara bakmaya başladı. Göz ucuyla hem soruları çözüyor, hem de sakız çiğnemeye devam etti. Ara ara gözüm kaydı, hala sakız çiğnemeye devam ediyor mu diye. Maalesef salona ilk girdipşmşz andan, sınav bitimine kadar sakız çiğneme devam etti.

Sınavda salon gözetmeninin sakız çiğnemesine ne denir? Vakti güzel bir şekilde değerlendiriyor denebilir. Maşallah kuvvetli bir çene yapısı var, sınav boyunca çiğnediğine göre. Hasılı sınav boyunca sınavın kuralına uygun ve sakin bir şekilde geçmesini sağlamak için salonu gözlemledim durdum. İlave olarak bir de gözetmenimi gözlemledim. Ara ara korkmadım değil, iyice galeyana gelir de az sonra şişirip patlatır diye. Ama ne hakkını yiyeyim? Şişirip patlatmadı, ağzını açmadan çiğnedi durdu. Ben böyle edepli sakız çiğneyen görmedim. Ağzını hiç açmadı. Ara ara dinlenme moduna geçti sakızı ağzından çıkarmadan. Saman altından su yürüttü denir ya, işte öyle bir şey. Kimseyi de rahatsız etmedi. Keşke tüm da kız çiğneyenler böyle olsa dedim içimden.

Markası ne idi sakızınızın diyemedim. Şişirip patlatma da yapabilir misiniz, bu sakız çiğnemeyi tüm gün yapıyor musunuz, derslerde de çiğniyor musunuz, gece sakızı ağzınızdan çıkarıyor musunuz diye soramadım. Sınav bitti gitti. Hepsi içimde kaldı bu soruların. Acaba doktor tavsiyesi miydi bu? Sakız çiğnemekten bilgi edinmeden bilgi istendi mi, okulundan ceza aldı mı hiçbirini öğrenemedim. Ayda ne kadar sakız masrafı yapıyor sorusu da muamma kaldı.

Sınav bitti, sınav evrakını sınav komisyonuna teslim ettim. Yolda gelirken yetkililerin sınavın işleyişi ile ilgili aldıkları sert, katı ve acımasız kuralları boşuna almadıklarını düşündüm. Demek ki kuralları koyarken geçmiş tecrübelerden faydalanmış olmalılar ki sert kural koyma yoluna gitmişler. İçimizdeki üç-beş kişinin kural tanımaz hal ve hareketleri, sıkı kuralları beraberinde getirmiş.

Ne diyelim, başımıza ne gelirse kendi yapıp ettiklerimizdendir. Yetkililer az bile kural koyuyor. 25.11.2017 Ramazan YÜCE

24 Kasım 2017 Cuma

Günümde Günüm...


Bugün okula erkenden gittim. "Bugün senin günün. Haydi erkenden dersini hızlıca anlat git, zira seni bugün anacağız, fazla da gözümüze görünme" dediler. Ben de konumu kıvrak kıvrak anlatıp bitirdim dersimi. Bir sınıftan diğerine geçmek ve soluklanmak ve ağzımın kuruluğu bir nebze de olsa geçsin diye öğretmenler odasına girdim.



Çayımı aldım. Yudumlarken okula kahvaltı yapmadan gelen ekibi gördüm. Kafa kafaya vermiş, memur kebabı yiyorlardı. Kaderleri hiç değişmeyecek gariplerimin. Bugün bari felekten bir gün çalalım da, karnımızı adam gibi doyuralım dememişler. "Biz dün ne isek, bugün de aynıyız, tevauyu elden bırakmayız" dercesine kaptırmışlardı kendilerini simit yemeye.


Dersimi bitirdim, bir bardak çay daha alayım dedim, dersin bitti artık, seninle işimiz kalmadı dercesine her teneffüs gelen çaydanlığımız gelmemişti. Sağa-sola bir göz attım. Eğitim sendikalarının paketleyip temsilcileri vasıtasıyla göndermiş olduğu veya biz dersteyken gelip bıraktıkları çikolataları vardı. Eksik olmasınlar. Tıpkı diğer kurum, kuruluş, veli, öğrenci Bakanlık gibi senede bir gün de olsa hatırlamışlardı bizi. "Aramıza kara kediler girmesin, sizi hepten unuttuğumuzu sanmayın, hala bize gelmemişseniz, sizi üyemiz olarak görmek isteriz. Bak bizim işimiz hep tatlı, sonunda acı yok. tatlı yiyelim, tatlı olalım, hep tatlı konuşalım." diye düşünmüş olmalılar.

Dersi bitirip ayrılmak üzereyken idare odasına bir bakayım dedim. Baktım fotoğraf çekiniyor biz kısım kafadar. Karede görüneyim, günün anısı olsun diye girdim aralarına. İlk defa bir fotoğraf karem oldu. Umarım benimle aynı karede fotoğraf çekinenlerin işleri rast gider bundan sonra.

Çaresiz evin yolunu tuttum. Çünkü bekleyecek yer yoktu, oturmak istesem de. Zira öğlenci grup yerimizi kapmıştı. Baktım kapının önünde çiçek satan bir bayan var. Belli ki bize hediye ettikleri gülleri öğrenciler, harçlıklarından keserek bu kadından alıyorlar.

Elime bir iki gülü alarak eve giderken pazar ihtiyacımı göreyim diye mahalle semt pazarına uğradım. Bakarsınız elimdeki gülü gören, "Ha bugün sizin gününüz, gününüzde sizin paranız geçmez; al, ne götüreceksen götür, bugün bizdensiniz" diyen olur mu diye geçirdim içimden. Tanıdığım, sürekli alışveriş yaptığım bir pazarcıdan alışverişe koyuldum. İstediğimi vermek için poşeti açarken "Bugün sizin gününüz değil mi" dedi. "Evet" dedim. Sanırım beklentilerime cevap verecek, diyerek eline baktım. O ise benim cebime baktı. "24 lira" dedi. Çıkarıp verdim. Pazarın bir başından evime doğru giderken baktım biri muz satıyor. Fiyatına bir baktım. Ucuz mu ucuz. 3 lira yazıyordu. Halbuki bugünlerde muz 4 liradan aşağı değil. Belki de günüme özel indirim yapmış olmalılar, hep hastaneler bugüne mahsus indirim yapacak değiller ya dedim. Gözümle seçtiğim muzu uzattım pazarcıya.  Para alacak almaya ama, en azından ucuza getireceğim, çoluk çocuk günümde bir gün görecek dedim. Adam muzu tartıp bana uzatırken doping olan muzun fiyatı gözüme ilişti tekrar. Virgülden sonra küçükçe yazılmış iki rakam dikkatimi çekmişti. Baktım, muzun kilosu 3,99'muş. Büyük mağazaların uyguladığı fiyat politikasına bunlar da katılmış anlaşılan. Almış bulunduk artık. Yedi lira tutan muzun fiyatını vermek için elimi cebime attım. Hele şükür, tam da 7 lira varmış cebimde. Biraz pahalıya geldi ama yine de çocuklarım günümde bayram yapacaktı. İçimden esnafa 'Alacağın olsun, yanılttın beni' dedim. Aslında bana bunu yapana, "Tam bir kilo olsun, al şu 4 lirayı, ver benim bir kuruş para üstümü demek lazım. Benim gibi birkaç cins gelse 3,99'a satmaz, etiketi kaldırır, tekrar 4 lira yazar.

Bu arada her zaman erkenden mesaj gönderip öğretmenler günümü kutlayan Bakan'dan ses seda yok derken sayın Bakan'dan da kutlama mesajı geldi. Meşaleyi ileriye taşıyacakmışız. Zaten görevimiz bu, yapmaya çalışıyoruz. Taşıtırlarsa eğer, başım üstüne...

Bu arada iki gün önce kaybola flash belleğime bir kapak ilave edilmiş bir şekilde bulundu. İçindeki dosyalarıma virüs girmiş ama olsun. Günün kazancı ne de olsa... 24/11/2017 Ramazan YÜCE

23 Kasım 2017 Perşembe

Yeni Bir Öğretmenler Gününde Okulum Bembeyaz!

Nihayet 25 yıl çalışmamın ardından gelen 24 Kasım beni fazlasıyla memnun etti. Nasıl sevinmem. Zira ilk defa bir önlüğüm oldu. Hem de bembeyaz. Üstelik 'V' yaka. Önümü kapatmak için çıtçıtı bile var.

Nasıl sevinmem? Mesleğimin son demlerini yaşadığım bu süreçte bir sponsor vasıtasıyla bir önlüğe sahip oldum. Artık bundan sonra sabah kalkınca bugün hangi elbiseyi giyeyim derdi olmayacak. Hangisini giyersem giyeyim, nasılsa önlüğümün altında kalacak. Üstelik ders defterini imzalamak için ceketimin  veya gömleğimin kolları, masaya sürtünmekten kirlenmeyecek. Meslektaşlarım arasındaki giyim farkı da ortadan kalkacak. Zira alanı var, alamayanı var. Tıpkı öğrencilerimiz gibi tek tip olacağız. Zaten öğrencisiyle aynı ortamı paylaşan, aynı havayı soluyan öğretmen de öğrencinin büyümüş şekli değil mi? 

Sık sık elbise değiştirme olmayacak önlük sayesinde. Yani kuru temizlemecilere veya evdeki çamaşır makinesine fazla iş düşmeyecek. Bu demektir ki enflasyonun yeniden azdığı, hayat pahalılığının arttığı günümüzde hesap kitap yapacağız, kuru temizlemeye daha fazla para harcamayacağız, elektrik sarfiyatımız azalacak. Bu beyaz önlük kirlendikçe çamaşır makinesine atıp yıkayacağız. Umarım ütü istemez.  Şayet isterse ütü derdi var ve enerji masrafı olacak demektir. O zaman yat ağla, kalk ağla artık. Hâsılı, bu v yaka önlük, iki yakamızı bir araya getirecek, öğretmenler odası bembeyaz olacak. Gelen veli; kimin öğretmen olduğunu, adının ne olduğunu önlüğe bakıp bilecek, birbirini tanımayan öğretmen, meslektaşına hitap ederken "hocam" demeyecek, önlükteki isme bakıp ismiyle hitap edecek.

Yalnız her tasarrufun olumlu yönleri olduğu gibi olumsuz tarafları da vardır. Bu önlük beyaz olduğu için çabuk kirlenebilir, her hafta yıkamak gerekebilir. Tamam yıkarız denebilir. Ya o hafta evde makineye atılacak beyaz çamaşır çıkmazsa ne yapacağız? Ya da eşiniz unutup yıkamadı veya okuldan getirmeyi unuttunuz. "Birkaç gün önlük giymeyiz, sanki anamızdan önlüklü mü doğduk" denebilir. Tamam bu cevaba eyvallah da. Ya idarecilerimiz, öğrencilere kılık-kıyafet kontrolü yaptığı gibi öğretmen odasına gelip veya sınıf sınıf dolaşıp "Öğretmenim, nerede önlüğün, biz giymeyesiniz diye mi diktirdik bunu" derse, işte o zaman ayıkla pirincin taşını. Haydi her şeyden geçtik, bu önlükleri nereye asacağız? Zira askılık yeterli değil. Üst üste astığımız önlüğümüzü bulmak için derslere geç gitme veya aceleyle başkasının önlüğünü giyme sorunu da ortaya çıkabilir. Nöbetçi amir, kapıda " Haydi arkadaşlar!" desin dursun.

Neyse işin başında olumlu düşünelim, sonu da hayırlı olsun diyelim. Unutmayalım ki önlüğümüz beyaz, leke götürmez. Zaten sürekli çamur atıp iz bırakmaya çalışıyorlar. Yine de dikkatli olmak gerek. Ama herkes bilsin ki Güneş, balçıkla sıvanmaz. 

Bu vesileyle bizi; günümüzde düşünen, beyazlara bürüyen, buna sebep olanlara teşekkür ederiz. Bu sene günümüzde önlük alan, bakarsınız seneye takım elbise alır. Umudumuzu yitirmeyelim. Zira umut, fakirin ekmeğidir.

Günümüz kutlu olsun, nice yıllara... Hatırlayanınız çok olsun! 23.11.2017 Ramazan YÜCE

Çocuklara İsim Vermede Aman Dikkat! ***

Gazetelerin üçüncü sayfası dendi mi bizde kan davaları, taciz ve tecavüz olayları, cinayet, şiddet vb haberler akla gelir. İnsana böyle de olur mu dedirten cinsten adi vakalar bunlar.  Garibimize gitse de bu ülkenin değişmez huylarındandır bu tür can yakan haberler. İşte size, deme ya dedirten cinsten bir haber. 22/11/2017 günü gazetelerin internet sayfalarına bir bakalım:

Osmaniye’de yeni doğan bebeğe isim koyma yüzünden çıkan kavga silahlı çatışmaya döndü. Bebeğin dayısı hayatını kaybetti. 7 kişi de yaralandı. Olay Karaboyunlu Mahallesi'nde meydana geldi. İddiaya göre, aralarında önceden de husumet bulunan iki aile arasında yeni doğan bir bebeğe isim koymada anlaşmazlığa düştükleri için tartışma çıktı. Tartışma sonucunda ismi öğrenilemeyen bebeğin annesi, baba evine gitti. Burada devam eden tartışma kısa sürede kavgaya dönüşünce kavgaya her iki ailenin fertleri de karıştı. Taşlı, sopalı ve silahlı kavgada askerden izne geldiği öğrenilen ve bebeğin dayısı Musa Çeçan (23) av tüfeği ile vurularak hayatını kaybetti. Aynı olayda 7 kişi de yaralandı. Yaralılar Osmaniye'deki çeşitli hastanelere kaldırılarak tedavi altına alındı. Olayla ilgili 10 kişi gözaltına alındı. Soruşturma sürüyor.” (www.sabah.com.tr)

Şaka mı yapıyorsun, diyebilirsiniz. Maalesef şaka falan değil. Olay ciddi olduğu kadar vahim ve trajikomik. Güler misin, ağlar mısın? Olayın geçtiği yer Türkiye olunca biz daha bu konuya gelinceye kadar ne kavgalar ettik, ne cinayetler işledik. Bizde eften-püften sebeplerle, hatta tavuk yüzünden insanlar öldürülür. Yan bakmaktan, dik dik bakmaktan bile kanlar akar.

Haberde olayın detayına yer verilmemiş. Ama haberin siyak ve sibakından çocuğa isim vermede eşlerin anne ve babalarının da müdahil olduğunu anlıyorum. Gerçekten anne ve babanın dışında taraflar niye müdahale ederler ki? Anlamak zor. Bir defa çocuğa isim vermede birinci dereceden çocuğun anne ve babası hak sahibidir diye düşünüyorum. Büyüklerle istişare edilir, bilgilendirilir, anne ve baba çocuklarına uygun gördükleri isimleri verirler. Hatta karı-koca anne ve babalara gelip buyurun uygun gördüğünüz ismi verin dese bile büyükler, “Teşekkür ederiz çocuklar! Ama bu hak sizindir, lütfen anlamı güzel bir isim seçin çocuğunuza” demelidirler. Ama ne mümkün bizde! Gururumuz hemen ön plana çıkar. Zaten aile büyüklerinin ismini vermenin ötesine de geçilmiyor bu ülkede. Hemen mahalle baskısı devreye girer. Yok adettir, ismi büyükler verir denirse buyurun, büyüklerin karıştığı isim vermedeki durumu. Maliyeti bir ölü, on yaralı, on kişi gözaltında. Ne işe yaradı şimdi? Bir hiçten çıkan büyük kavganın vardığı nokta. Daha olayın nereye gideceği belli değil. Bu olay lokal bir olay değil. Basit bir araştırmayla isim yüzünden ailelerin parçalandığına bile şahit oluruz.

Oldum olası büyüklerin çocuklarının yeni doğan çocuklarına isim verme konusunda taraf olmasını, beklenti içerisine girmesini, gönül koymasını garipsedim, garipsemeye de devam edeceğim. Zaten bundan dolayı da birçok çocukta çift isim göze çarpar. Biri aile büyüğünün adı ise, diğeri anne veya babanın koyduğu bir isim. Başka da çaresi yok anne ve babanın. Büyükleri memnun edeceğiz, onları kırmayacağız diye çocuklarımız ömür boyu uzun isimleri taşımaya devam edecektir.

Kendi çocuklarıma ilk ve tek vasiyetim, “Aman çocuklar, kendi çocuğunuza adını kendiniz verin, vermeyeceğiniz tek isim benim adım, haberiniz olsun. Sadece koymayı düşündüğünüz ismi bana söyleyin yeter” dedim. Hala da bu vasiyetimin arkasındayım. Bu görüşüme ister katılır, ister katılmazsınız. Benim görüşüm bu… 22/11/2017 Ramazan YÜCE

*** 26/11/2017 günü haberladik.com adresinde yayımlanmıştır.

22 Kasım 2017 Çarşamba

Sahte Öğretmene Beraat

Nasıl bir ülkede yaşadığımızın, bu ülkeyi kimlerle paylaştığımızın, devletin işleyişinin evlere şenlik olduğunun resmidir sahte diploma ile 19 yıl görev yapmak.

Dile kolay sahte diploma ile 19 yıl görev yapmak ve bundan devletin 19 yıl sonrasında haberdar olması vahim, bir o kadar da fecaat gerçekten.

Olay Trabzon'da görev yapmakta olan bir öğretmenin diplomasının sahte olduğunun tespitiyle patlak veriyor. Hakkında nitelikli dolandırıcılıktan iddianame hazırlanıyor, aldığı maaş ve ek dersinin yasal faiziyle isteneceği ve 4 ila 12 arasında mahkumiyet alacağı beklenirken mahkemeye sunulan belgelerin fotokopi olduğu iddiasıyla sahte öğretmene mahkememiz beraat kararı vermiş. Anasından doğmuş gibi suçsuz olduğu mahkeme tarafından tescillenince kızımız, bunca emeğim ne olacak diye sormuş. Kızımız haklı. Hatta "Emekliliğime bir yıl kaldı, bir yıl daha çalışayım emekli olayım. Beni en doğal hakkım olan emekliliğimden mahrum ettiler, üstelik beni buraya çağırarak öğrencilerimden ayırdınız, mağdurum, yetkililer hakkında maddi ve manevi tazminat davası açıyorum" diyerek davacı olsa bu mantıkla öyle zannediyorum, davayı kazanır. Bizde bu mahkeme oldukça böyle bir kararın çıkması kuvvetle muhtemeldir. Zaten 19 yılda birçok öğrenci yetiştirmiştir. Belki de kendisini yargılayan da öğrencisi olabilir. Mahkememiz 'Doktor Civanım' filmini çok izlemiş belli ki. Orada da sahte doktor rolündeki Şaban da ceza almamıştı. Hakim berat ettirmiş; tüm ahali, Şaban'dan şikayetçi olmadığı gibi bize çok faydası dokundu diye şehadet etmişti. Hiç ceza almadan bir kahraman edasıyla giderken mahkeme hakimi de bir şikayetinden dolayı sahte doktordan yardım istemişti. Öyle zannediyorum davayı beraatla neticelendiren mahkeme heyeti, hukuk okuma veya kitabi yargılamadan ziyade bol bol doktor civanım'ı izlemiş.

Anlayacağınız biz sevdik mi adam gibi severiz. İster sahte olsun, ister hakiki. Bakanlık da çok sevmiş bu öğretmenimizi. 2015 yılında kendisini başarı belgesiyle taltiflemiş, üstüne bir de yılın öğretmeni seçmiş. Anladığım kadarıyla sahte diplomayla 19 yıl öğretmenlik yapan öğretmenimiz -kendi ifadesiyle- "Başarılı bir öğretmenim, geçmişim başarılarla dolu, hiç rapor almadım" demiş.

Evlere şenlik bir öğretmenlik serüveninin ardından gelen beraattan sonra ne yapıp ne edilmeli, bu öğretmen mesleğine devam ettirilmeli. Çünkü ilk başlarda birkaç nesli yok etse de emeklilik öncesi bu işi iyice öğrenmiş ve tecrübeli bir öğretmen olmuştur mutlaka. Hazır ceza almamışken olayın bu yönü düşünülmeli bence.

Merak ediyorum devlet ciddiyeti dedikleri böyle bir şey midir? Bu ülkede isteyen istediği şekilde at koşturacak ve 19 yıl devlet uyuyacak ve tesadüfen öğretmenin sahte olduğu ortaya çıkacak. Bu bir defa başarı değil, bizim ayıbımızdır. Gülünç duruma düştük. Madem diplomanın sahte olduğu tespit edildi, olmuş olacağı kadar, bundan sonra yapılacak bir şey yok deyip sümen altı edilseydi bu olay. En azından daha fazla gülünç duruma düşülmezdi. Sahi mahkemelerimiz hangi tür suça, ne kadar ceza veriyorlar, öğrensek de biz de ona göre hareket etsek.

Madem bu komedi ortaya çıktı, yetkililer bu işi iyice irdelesin. Sahte diplomayı kabul eden kişiden başlayarak tüm sorumsuz sorumlulardan müteselsilen hesap sorulsun ve bu sahte öğretmene cezayı mahkemeler değil, KHK'larımız versin. Yaptığı yanına kar kalmamalı ki bunu gören ardından gelen nesil sahte öğretmen olmaya kalkmasın. Verilecek ceza dilden dile dolaşan darbı mesel olsun. Olsun ki kimse nitelikli-niteliksiz sahteliğe kalkışmasın.

Bu öğretmen müsveddesinin yaptığı yanına kar kalacaksa o zaman eğitim fakültelerini kapatalım, çocuklarımız boşu boşuna okuyacağız, öğretmen olacağız diye çabalamasın. Diyelim ki öğretmen olmak isteyen bir yolunu bulup öğretmen olsun. Hiç olmazsa ne devlet masraf eder, ne de aileler. 22.11.2017 Ramazan YÜCE

21 Kasım 2017 Salı

Hacı Yolu Beklemek Gibidir Bazı Kurumlardan Hizmet Almak

Eskiden hacca karayoluyla gidenleri karşılamak için hacı bekleme seansları olurdu. Ha geldi, ha gelecek diye akşam-sabah beklenir dururdu. Çünkü doğru dürüst iletişim yoktu. Eş-dost, oğlu-kızı işini-gücünü bırakır, günlerce beklediği olurdu sağlıksız ortamlarda. Şimdilerde hacı bekleme diye bir kavram kalmadı. Kimin ne zaman gideceği, ne zaman döneceği, kaçta ineceği belli artık.

Şimdilerde başka sorunlarla boğuşuyoruz bu teknoloji çağında. Yeter ki doğalgaz kontrol ve açılışına, internet bağlatma veya Türksat Kablo hizmeti almaya kalk, ne demek istediğim daha iyi anlaşılmış olur. Evine internet bağlamaya veya doğalgaz kontrolü için yetkili servis gelmeye kalkarsa sana randevu veriyor. "Efendim yarın sabah 08.00 ila 12.30 arası veya 13.30 ila 18.00 saatleri arasında elemanlarımız kuruluma gelecek veya kontrole gelecek ya da bağlantı yapacak diye. Bu işler haftasonu olmuyor, öğle arası hiç olmaz, ya da akşam mesai bitimi mümkün değil. Verilen dört saatlik zaman diliminde eleman veya yetkili ne zaman gelirse artık. İşine ilk senden başlarsa ilk önce sana gelir, en sona kalma durumun da var. Bekle-dur görevli ha şimdi geldi, şimdi gelecek diye. Ha kara treni beklemişsin, ha eskinin hacı yolunu fark etmiyor. İşin garibi beklerken firma ile irtibat da kuramıyorsun, ya telefona bakılmıyor, ya da telefon sürekli meşgul. Kazara cevap veren olursa da "Efendim, servis elemanı ne zaman gelir, belli olmaz, size verilen randevu saatine kadar beklemelisiniz" der. İşin garibi bu hizmetleri yapanların hepsi özel sektöre ait. İyi ki devlet kuruluşu değil.

Planlama sıfır, iletişim sıfır. Senin işin ne ki bekle dur onları. İşin varsa izin al, ya da gitme rapor al. Yok kendin duramayacaksan birini bul, ya da ücretli adam bul evinde bekleyecek olan. İstersen yapma bunları veya evinde durma. Gelirler, ziline basarlar. Açtın açtın. Yoksa hemen zilinin üstüne "Şu saatte gelindi, evde bulunamadı, yeniden randevu almak için şu numarayı arayınız" notunu yapıştırır. Adamlar burada iş yapıyor, senin keyfinin kahyası mı adamlar? Gelip bulamadı mı bundan sonra sen sil baştan tekrar uğraş. Hizmet isteyen sen değil misin? Al-gör hizmeti der gibi. Adamlar dedimse sana hizmet vermeye gelecek birkaç kişi değil, bekleye bekleye bir kişi çıkar gelir. Çünkü çalışan bir kişidir. Sabahtan eline liste verilir, eleman şu ev senin, bu ev benim dolaşır durur. İşte buna hizmet deniyor. Yersen.

Devlet sıra alma, sıra bekleme ve muayene olma konusunda kangren olan hastaneleri bile adam etti. Verdiği randevudan beş dakika önce veya sonrasında sana sıra geliyor, muayene olabiliyorsun. Bu özel sektörlerden hizmet almak öyle kolay değil anlayacağınız. Sana öyle bir randevu veriyor ki dört saat aralığı.

Bu yazıyı kaleme aldığım zaman diliminde bana verilen 14.00-18.00 arasını bekliyorum. Oğlanın işi var, mecburen ben bekliyorum dört gözle elemanın gelmesini. Firmayı aradım, hep meşgul. Hah şimdi düştü derken karşıma bir bant yayını çıkıyor. "Görüşmelerimiz kayda alınıyormuş, tesis içinse biri, arıza ve şikayetse ikiyi, operatörle görüşmek için lütfen dokuzu tuşlayın; uyarısını alıyorsun. Hangisini tuşlarsan tuşla, sadece çalan telefon sesi. Ne açan var, ne de cevap veren. İşin yoksa vakit geçirmek için bu telefonu çevir dur. Tekrar tekrar dinle. Nasılsa rahatsız olan yok, cevap veren de.  Sadece ciddi bir firma imajı veriyor, bant yayınıyla.

Sanırım en sona kaldık. İnşallah sona kalan dona kalmaz. Bekliyorum elemanın gelmesini. Merak ettiğim bir şey var, devlet bu hizmetleri özelleştirirken bu tip firmaları özellikle mi seçiyor? Zamanında beni beğenmediniz, alın görün gününüzü der gibi.

Bereket firma dört saatliğine randevu veriyor. Ya bir de sabahtan akşama bekleyeceksin dese ne yapacağız? Beterin beteri var. Buna da şükür! 21.11.2017

Not: 1.Beklenen misafirler verdikleri randevunun bitimine 10 dakika kala nihayet geldiler. Hele şükür!
2. Çocukların evine aynı gün internet bağlandı. Birini sabah-öğle arası eşim bekledi, diğerini de ben. Bildiğiniz gibi.
3. Evine internet bağlatmak isteyenler gördüğünüz gibi biz bugünler için varız. Bir telefon kadar yakınım size.

Kovboy İş Başında *

17-25 dendi mi akla Rıza Sarraf gelir. Yolsuzluk, rüşvet, kara para aklama...hepsi vardı iddiaların arasında. Hakkında -bizim sandığımız- savcılarımız dava açtı, gözaltı kararı verdi, iddianame hazırlandı. Kısa bir bocalamanın ardından devlet duruma hâkim oldu.

Siyaseten yapılan ve sonuç almaya dönük bu operasyonla başarıya ulaşamayınca, vurucu ve öldürücü darbe için 15 Temmuz seçildi. Devletin gücü ve milletin birliğiyle şükürler olsun, bu kanlı darbe teşebbüsü de akim kaldı.

Türkiye'ye içte ve dışta boyun eğdirmek için mücadele bitmedi. Oynanan oyunu başını kuma gömerek perde gerisinden yöneten ABD, bu sefer bayrağı kendi devraldı. Çünkü on yıllardır beslediği beslemeleri becerememişti bu işi. Başka yollar denenmeliydi. Ne yapıp ne edip 17-25 Aralık'ın baş aktörü Rıza Sarraf, Türkiye sınırları dışına çıkarılıp ABD'de yargı huzuruna çıkarılmalıydı. Beklendiği gibi Rıza Sarraf ABD'de yargı huzurunda şimdi. ABD'nin niyeti belliydi belli olmaya. Tutuklanacağını bile bile bu Sarraf ve avanesi niçin gitti? Yoksa Sarraf da oyunun bir parçası mı? Düşünmeden edemiyor insan.

ABD'li savcı; noktasına, virgülüne dokunmadan bizdeki 17-25 Aralık savcılarının hazırladıkları iddia ve belgelerle Sarraf ve dönemin bakanı Çağlayan hakkında dava açtı. İddialar, kara para aklama, ambargoyu delme vs üzerine. Türk yargısı bu bilgi ve belgeleri biz vermedik, nereden aldınız diye sorduysa da doyurucu bir cevap alınamadı ne ABD hükümetinden, ne de yargısından. Çünkü karşımızdaki ABD idi. İstediğini yapardı. Çünkü güç-kuvvet ondaydı. Dünyanın kovboyu idi ne de olsa. Nasıl ki ABD yapımı filmlerde kovboylar başroldeydi, onlar düzeni sağlardı hep. Kimdi bu kovboylar? İsterseniz hafızalarımızı bir tazeleyelim. Kovboy, ABD'de sığır çiftliklerinde atları evcilleştiren, sığırları güden ve bakımını yapan kişi demektir. Yani sığır çobanı. ABD filimlerindeki başrol oyuncu  anlayacağınız. Bir tane sığır çobanı istediğini yapar, yıkar ve sonunda muhitine hâkim olurdu.

Her ne kadar şimdilerde bu şekil hayvan yetiştiricisi kalmasa da eskilerde kalan bu misyonu, günümüzde ABD, devlet politikası haline getirmiştir. Dünyayı bu şekilde kovboy mantığıyla yönetmektedir. Ne dur diyen var? Ne, ne yapıyorsun diyen? Ne, bu yaptığın haksızlık diyen var? ABD, istediği gibi at koşturuyor, kendi kural koyuyor, koyduğu kuralı dünya uygulayacak derken kendisi, koyduğu kurala da uymuyor. Canının istemediği ülkeye ambargo koyuyor, canının istediği ülkeye savaş açıyor, bir ülkenin insanına ve bakanına dava açıp yargılayabiliyor. Adı konmamış dağ kanunu uyguluyor. Dünyada kimseden, hiçbir devletten tık yok. Herkes korkuyor, aman bana ilişmesin, ne olur, ne olmaz diyor. Hâsılı dünün at yetiştiricisi, sığır çobanı bugün Beyaz Saray'da oturuyor, dünyaya yön ve nizam veriyor. Kim ayağına takılırsa, kim suyunu bulandırırsa, kim yolunun önüne çıkmaya cesaret eder ve çıkarsa dünyanın sessiz kaldığı bir durumda ona haddini bildirmeye kalkıyor. Her yolu denemeyi ve uygulamayı da kendisine mubah görüyor. Çoğu ülkeyi ABD'den yönetmek masraflı olduğu için her ülkeyi içeriden beslemeleriyle yönetmeye çalışıyor. Paralı askerleri vasıtasıyla her türlü bilgi akışı ona geliyor. Ne istihbarat sorunu var, ne para, ne silah, ne de insan gücü. Dünya emrinde dense yeridir.

ABD'nin birkaç yıldır Türkiye'yi dize getirmeye çalışması da kovboy geleneğinden gelen bir hastalığıdır. Çünkü Türkiye kendisine ayak bağı olmaya kalktı, üstelik dikleniyor. Her yönden kıskaca alınmalı ki bu elden çıkmak üzere olan dünün emir eri devleti; yeniden kabuğuna çekilsin, kendisine verilen misyonu oynasın; oyun kurmaya, başkasıyla birlikte hareket etmeye kalkmasın, yeniden fabrika ayarlarına dönsün.

Sözün kısası, son yıllarda Türkiye'nin başına örülen çoraplar pişmiş tavuğun başına gelmemiştir. Daha da devam edeceğe benziyor. Ta ki Türkiye kendisine biçilen role geri dönsün. Bunun için diğer ülkelerle izole edilmesi, ekonomik sıkıntı, diplomatik kriz, 15 Temmuz gibi kaba kuvvet dahil her yol denenmektedir.

Rıza Sarraf olayı 17-25 Aralık, ben bitti demeden bitmez, daha ben buradan çok ekmek yerim, Türkiye'yi hizaya getiririm ve getireceğim demektir. Bu Türkiye değil mi ki dünün uysal koyunu. Yaramazlaştı iyice. Burnu sürtülmeli ki bir daha yerinden kalkamasın ve bu ülkenin yaramazlığından hareketle başka ülkeler de cesaretlenmesin. Hâsılı bu dünyanın ipi bir sığır çobanı ve at yetiştiricisinin elinde. Kovboy yeniden iş başında yani. Allah bu ülkenin ve mazlum dünya ülkelerinin yardımcısı olsun. 21.11.2017

* 25/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.





20 Kasım 2017 Pazartesi

Yakışık Almadı Hiç! *

Fırsat buldukça toplumsal yara ve dertlere değinmeye çalışıyorum yazılarımda. 17.11.2017 günü "Okul kantincilerinin feryadını duyacak yok mu" başlıklı bir yazı kaleme alarak kantincilerin birkaç yıldır devam eden sorunlarına eğilmeye çalıştım.

Sektörün iç işleyişini bilmiyorum ama basından izlediğim ve birkaç tanıdık kantinciden edindiğim intibam dolayısıyla sorunu masaya yatırdım ve yetkililerden çözüm istedim. Yazdığım yazımı da birkaç kantinciyle paylaştım. Yazı hoşa gitmiş olmalı ki Türkiye çapında faaliyette bulunan hemen hemen tüm kantin dernekleri yazımı sosyal medya aracılığıyla paylaştı. Olumlu dönütler aldım. Sektör, dertli mi dertli imiş bu konuda. İnşallah sorunları çözüme kavuşur.

Yazımın kısa zamanda paylaşım rekorları kırması hoşuma gitmedi değil. Kısa zamanda tüm derneklerin yazıdan haberdar olması, aralarında sıkı bir ilişki olduğunu da gösterdi. Bu demektir ki hızlı ve müthiş bir organizasyona sahipler. Bu açıdan Türkiye'de faaliyette bulunan kantincileri de tebrik etmek istiyorum burada.

Çoğu dernek başkanı usulüne uygun olarak adresimi vererek paylaşımda bulunmuş. Kendilerine buradan teşekkür ediyorum. Fakat Kocaeli Kantinciler Derneği Kurucu Başkanı Sayın Alican KAZGAN, 17/11/2017 gecesi kaleme aldığım “Okul Kantincilerinin Feryadını Duyacak Yok mu?” başlıklı https://dilinkemigiyok.blogspot.com.tr/2017/11/okul-kantincilerinin-feryadn-duyacak.html blogumdaki yazımı tamamen kendisine mal ederek 19/11/2017 günü “http://www.batiyakasihaber.com//haber/1335/okul-kantincilerinin-feryadini-duyacak-yok-mu.html ve http://www.bizimgazete.com.tr/haber/guncel_1/-okul-kantincilerinin-feryadini-duyacak-yok-mu/19931.html internet gazetelerinde yayımlatmıştır. Aynı yazım 20/11/2017 günü gazetemiz Anadolu’da Bugün gazetesinde de (http://www.anadoludabugun.com.tr/yazi/okul-kantincilerinin-feryadini-duyacak-yok-mu-2875) yayımlanmıştır. İlgili haber sitelerine ve Kocaeli Kantinciler Derneği web sayfasına yaptığının doğru olmadığını ifade eden e-postalar gönderdim. Hâlihazırda ne dernek başkanından ne de ilgili sitelerden bir dönüş olmadı.  Üzülmedim değil. Çünkü yapılan, emeğiyle geçinen kişilere sığmaz.

İki yıl önce yazmaya başladığım amatör yazı hayatıma adım atarken “Neyi dert edinirsem onu yazacağım” demiştim. Yazmış olduğum 1400’ün üzerindeki yazımda hemen hemen her konuya değindim. Bu yazımda da kantincilerin derdine ortak olmayı amaç edinmiştim. Maksat da hasıl oldu. Önemli olan da bu idi zaten. Yazdığım yazının ilgi ve alaka görmesi bizi memnun etmekle beraber etik olanın yazının altında adıma da yer verilmesiydi. Ama maalesef olmadı. Acaba kendi ürünleriymiş gibi yazıyı kendilerine mal etmek ve iç etmek nasıl bir duygu? Anlamadım gitti. Adıma veya bloguma yer verselerdi, kıyamet kopmazdı. Buna ne denir? Söylemek istemiyorum. Ha dışarıdan başkasına ait olan bir şeyi araklayıp kendine mal etmişsin, ha başkasına ait olan bir yazıyı kendi ürününmüş gibi piyasaya sürmüşsün. Ne farkı var bunun? Üstelik herhangi maddi bir şeyi çalan mecbur kalıp almıştır denebilir, bilginin alınmasına ne denmeli? Hiç gereği yoktu bunun.

Yazdığım yazılarımdan para kazanan ve alan bir kimse değilim. Zevkle değiniyorum bu konulara. Dert edindiğim konularla ilgili birilerine şirin görünme, birilerinden kaçınma gibi bir meseleyi hiç dert edinmedim. Yeter ki bir konuyu dert edineyim. İlgili sitelere yazmama rağmen dönüş yapmamaları ve sayın başkanın yazımı kendisine mal etmesinden dolayı zatı şahanelerine üzüntülerimi ifade etmek isterim. Yazım onların olsun, hayırlı olsun, güle güle kullansınlar! 20/11/2017 Ramazan YÜCE

* 22/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.




18 Kasım 2017 Cumartesi

Pazarcı Esnafının Maharetlerini Değerlendirmek Lazım

Bana bu ülkenin en garip, en pratik insanı kim deseniz ilk başa koyacaklarımın arasında bazı pazarcı esnafı gelir.

Müşterinin görebileceği şekilde en öne meyve ve sebzenin en güzellerini albeni diyecek şekilde istifler. Sen gözünle önden beğenirsin, almaya karar verirsin, acaba arkası da böyle mi diye tezgahın arkasına doğru nazar etmeye kalkarsan "Hepsi aynı" diyerek sana güven vermeye çalışır. Gözün bir öne, bir arkaya gider tekrar. İçine sinmese de almaya karar verirsin. Üstelik adam hepsi aynı dedi. İki kuruş için yalan söyleyecek değil ya. İki kilo verir misin sözüne karşılık poşeti kaptığıyla doldurmaya çalışması bir olur. Kardeş, aman iyisinden ver desen, adam; "Bak buradan veriyorum" der. Meyve ve sebzeyi ikişer üçer alır bir eliyle. Nazik ve kibar bir şekilde poşetin içine koyar. İstediğin kilonun üzerinde vermeye çalışır. İki kilo istesen, 'İki buçuk yapalım mı' veya 'Düz hesap yapalım mı' der. Bazen olur der, bazen de olmaz dersin. Tartar tartmaz, terazinin üzerindeyken poşeti başlar. İyilik ve hizmette sınır yok yani.

Diğer alışverişleri de buna benzer şekilde yaptıktan sonra evinin yolunu tutarsın. Güç-bela evin mutfağına koyarsın. Bundan sonra senin işin bitmiştir. Hele şükür diyerek ellerini yıkadıktan sonra oturma odasına geçersin. Yorgunluğu atayım diye hafifçe uzanırsın. Acı acı gelen sese kulak kabartırsın ne oluyor diye. Ses eşinden gelir. "Aldığın şeylerin çoğunu attım, çürükmüş. Keşke almasaydın, görmedin mi bunların çürüklüğünü?" der. "Nereden göreceğim. Adam benim görmemem için her yolu denedi. Bir defa ben adamın poşete doldurduklarını değil, tezgahın önündekileri beğenmiştim. Öndeki ile aynı olanın arkasından verdi bana. Çünkü aynıymış." dersin. Bu konuşmayı böyle nazik bir şekilde yapmazdın tabi. Biraz değil epey kızarak konuşursun. Hatta "Değer miydi be adam! Üç kuruş için rızkına haram kattığına..." diyerek hayır duadan da eksik etmezsin adamı.

Gözünün önünde seni ayaktayken kandıran bu adamlar aslında pazar yerlerinde eriyip gidiyor. Ağzı laf yapan, eli müthiş çalışan, tezgahın önüne en güzel ve iri olanlarını koyan, arka taraftan sana çürük-çarık dolduran, akşama kadar tezgâhını bu şekilde bitirip evinin yolunu tutan bu yetenekleri savaşta düşmanı yanıltma işinde kullanılsa daha iyi olur. Bunlardaki mahatwt, yetenek ve ikna kabiliyetine hiçbir düşman askeri dayanamaz, pes eder. Ülke bir savaşı daha böylece kazanmış olur. Cephede bunlar sayesinde savaşın masabaşı görüşmelerini de bunlara bırakmak lazım. Böylece cephede kazanıp masada kaybetmemiş oluruz. Adamlar hem sevap kazanır, hem de çok para kazanırlar.

Ben önerimi sundum. Bu tip pazarcıları cephede değerlendirmek devlete kalmış. İster kabul eder, ister kabul etmez. Ama bir vatandaş olarak devletten istediğim anasını boyayıp babasına pazarlayan bu tip adamları pazar yerlerinden uzak tutsun. 18.11.2017

Ah Şu Gruplar!

Ne olur, beni kapalı veya açık herhangi bir gruba eklemeseniz! Paylaşımınızı alenen sayfanızdan yapın, herkes görsün. Benden kimseye hayır olmaz, hele grubunuza. Kalabalık etsin diye ekliyorsanız ayağınıza dolanırım.

Haydi kambersiz düğün olmaz deyip eklediniz. Ben de katılmak istemiyorum dedim çıktım. Hala ne diye tekrar tekrar ekleyip durursunuz. İşi tadında bırakın artık. Şakaysa bu yaptığınız, sevmem. Ciddi ise hiç sevmem.

Ha bu arada bilmiyorsanız söyleyeyim. Benim değişik terör örgütleriyle bağlantım var. Yarın bunlar ortaya çıkarsa aynı grupta olmamız dolayısıyla başınız belaya girer. Nereden tanıyorsun diye sorarlar. Türkiye burası. Haydi gidin işinize... 17.11.2017

Okul Kantincilerinin Feryadını Duyacak Yok mu? *

Nerede bir okul kantini çalıştıranı görseniz, hepsi dert küpü. Bir dokun, bin ah işit, derler ya. İşte öyle. Beğenmiyorlarsa niye çalıştırıyorlar, bırakıp gitsinler diyebilirsiniz. Yapacak iş olsa bundan sonra bir tanesini kantin işletmecisi olarak göremezsiniz. Naçarlığa yapıyorlar bu işi. Acaba bir hal yolu bulunur mu diye bekliyorlar?

İçinizden bol bol kazanıyorlar, zevkten dört köşe olmalılar diye düşünebilirsiniz. Kazın ayağı hiç öyle değil, içine girer veya az bir gözlemlerseniz işin vahametini anlarsınız. Bilmeyenler neyi var kantincilerin diyebilir? O zaman söyleyeyim. Kantinciler yasaklardan şikayetçi. Çünkü kantinler yok satıyor, yani hemen hemen her şey, yasak oğlu yasak. İsterseniz neler yasak bir bakalım. MEB'in sayfasında satılması yasak ürünler şunlar:

“Enerji, gazlı, aromalı, kolalı, aromalı doğal mineralli içecekler; aromalı şurup, içecek tozu ve su, meyveli içecek ve tozu, meyveli doğal mineralli içecek, yapay soda, meyveli şurup, sporcu içecekleri ve suları, meyve suyu konsantresi; kızartmalar, cipsler, çerezler; çikolatalar, gofretler, tüm şeker ve şekerleme türleri; guarana, guarana özü, eklenmiş kafein içeren ürünler; kremalı, çikolata dolgulu, jöleli, kekler ve pastalar (yaş pastalar, ekler, kruvasan, donuk, parfe, mozaik pasta, muffin cupcake vb.); hamurlu, şerbetli tatlılar, tatlandırıcılı yiyecek ve içecekler; krema, Hindistan cevizi sütü ve kreması; çay ve kahve tarzı içecekler (liseler hariç).” 

Listede açıkça göremedim ama sanırım, bisküvi çeşitleri de yasak. Ama hakkını yemeyelim, satılması caiz olan ürünler de var. İsterseniz bir de onlara göz atalım: 

“Meyveler, çiğ tüketilebilen sebzeler, salatalar, kuru meyveler, kuruyemişler, içme suyu, süt (pastörize), taze sıkılmış meyve ve sebze suyu, yoğurt, ayran, pastörize peynir, günlük haşlanmış yumurta, çeşnili ekmekler satışı uygun bulunan gıdalar. Ayrıca tam buğday ekmeği, tam buğday unlu ekmek, karışık tahıllı ekmek vb. ürünlerden yapılan, yumurta veya beyaz peynir, turşu hariç taze domates, havuç, marul, biber vb. sebzelerle yapılan sandviçler, doğal mineralli su, şekersiz gıdalar.” Eksik olmasınlar, en azından yukarıdaki ürünlerin satışına izin veriliyor.

Peki, öğrenciler yukarıdaki yasaklanmış ürünleri yemiyor mu? Yemez olur mu? Hem de alasını yiyor. Nereden derseniz? Satılması yasak olan bu ürünler okul kantinleri dışında bakkalda, markette…her yerde satılıyor. Okul bahçesinin demirinden bile dışarıdaki esnaf getirip satıyor. Öğrenci gizli-kaçak alıyor demir parmaklıkların arasından. Her yerde satışı caiz olan bu ürünler nedense okul kantinlerine haram.

Amaç, çocukların obeziteden kurtarılması ve sağlıklı beslenmeleri olsa gerek. Tamam, güzel bir karar. O zaman bu ürünlerin bırakın satışını, üretimini de yasaklayalım. Bu ürünler zararlıysa her yerde yasaklayalım ve bu yasağa her birimiz uyalım ve sıkı bir denetime tabi tutalım. Çünkü bu çocuklar bizim geleceğimiz. Yok, bunu beceremiyorsak o zaman kantincilerin suçu ne burada? Çocuk ne yapacak? Dışarıdan şu ya da bu şekilde aldığını kantincinin gözünün önünde açıp yiyecek. Yazık değil mi, yüksek bedellerle okul kantinlerini kiralayıp işleten kantincilere! Gücümüz sadece onlara yasak koymaya ve onları denetlemeye mi yetiyor?

Uygulanmayacak ve uygulanması mümkün olmayan bu yasakları sürdürmeye çalışmak ve hala bir orta yol bulmamak gülünç geliyor bana. Eğer bu uygulama böyle devam edecekse -ki devam etmesi mümkün değildir- o zaman kapatalım okullardaki kantinleri. Bari çocuklar beslenmelerini evlerinden getirsin, bu işe kökten bir çözüm bulalım. Kantinciler de bu vesileyle rızıklarını başka yerlerde arasınlar. Bu arada kantinci falan değilim, haberiniz olsun. 18/11/2017 Ramazan YÜCE

* 20/11/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.