28 Ağustos 2016 Pazar

Eskimez Eski Dostlar! *

Hani denir ya, üç çeşit arkadaş unutulmaz diye: Asker arkadaşı, hapishane arkadaşı ve okul arkadaşı. Çünkü birlikte üzücü ve mutluluk veren anılarınız çoktur. Aynı havayı, aynı ortamı solumuşsunuzdur birlikte. Beraber ağlayıp beraber gülmüş, aç-susuz kalmış; ekmeğinizi paylaşmışsınızdır. Ömrünüzün en enerjik, en hareketli, en heyecanlı dilimi bu tür arkadaşlarla  geçmiş ve birbirinize karşı sırlar da vermişsinizdir. Vatani görevinizi yapmışsanız asker arkadaşınız, cezaevine girmişseniz (Allah kimseye göstermesin) hapishane arkadaşınız, okumuşsanız okul ve sınıf arkadaşınız olmuştur.

Orta birinci sınıf öğrencisi olarak 1979 yılının Eylül ayında Hacı Veyiszade Talebe Yurdunun 1.katında ince uzun, dikdörtgen şeklinde bir sınıfta kesişmişti yollarımız 66 kişiyle. Geriye dönüp  baktığımda orta birinci sınıfta birlikte okumaya başladığımız sınıftan  51 fire vermişiz. Kimi sınıf tekrarına kalmış, kimi okulu bırakmış, kimi  nakil gitmiş, kimi de nakil gelmiş. Lise 2.sınıfta bir başka sınıfla birleşerek iyi bir sinerji meydana getirdik. 1985-1986 döneminde 45 kişilik bir mevcutla mezun olduk. Çoğumuz üniversitenin iyi bölümlerini okuyarak hayata atıldı, kimimiz ticarete atılarak esnaf ve iş adamı oldu. Her meslekten arkadaşımız var içimizde.

1986 yılında mezun olduktan sonra çil yavrusu gibi dağılmıştık hayatın içine. Yaklaşık 20 yıl önce içimizden bir kaç arkadaşın bir saha çalışması yaparak sınıf arkadaşlarımızı bir piknikte topladı. Zamanında bir sırada üçer kişi oturarak iyi ki safları sık tutmuşuz. Zira 20 yıldır devam ettiriyoruz birlikteliğimizi. Mezun olduktan sonra aradan 31 yıl geçmiş. Şartların bizi bir araya getirdiği zorunlu arkadaşlık, yerini eski eskimez dostluğa bıraktı. Düğün-cenaze gibi sevinçli ve üzüntülü anlarda bir araya gelir olduk.

29/07/2017 günü bir arkadaşımızın bağ evinde bir araya geldik yine. 31 yıl öncesinin heyecanından bir şey kaybedilmemiş gördüğüm kadarıyla. Kiminin saçları dökülmüş, kiminin saçı sakalı ağarmış, kimi çocuğunu evlendirip dede olmuş. Kimi de dede olduktan sonra baba olmuş.  "Senin oğlan ne yaptı, kız okulu bitirdi mi, nerede çalışıyor" türü sorular eski anıların yerini alan konular. Öğleden sonra başlayan birlikteliğimiz, gecenin ilerleyen vaktine kadar sürdü. Bizdeki hikayenin benzeri sizlerde de vardır mutlaka.

Yıllar sonra bir araya gelseniz de hal-hatırdan sonra ilk başta girişilen muhabbetin konusu eski ortak anılarınızdır. Zamanın nasıl geçtiğini de bilemezsiniz. Tadı damağınızda kalır, tekrar buluşmak için zamanı iple çekersiniz. Çünkü şartların zorladığı zorunlu birliktelik bir zaman sonra yerini dostluklara bırakıyor. Belirli periyotlarla buluşmak dostluğun iyice pekişmesine zemin hazırlamaktadır. Bir zaman sonra ortak anıların yerini yeni gündemler, yeni konular almaktadır.

Çoğumuz okuduğu okulu beğenmez, iyi okul değil diye. Şunu bilelim ki hiçbir okul bir şey vermez almak istemeyene. Okuduğumuz Konya İHL bize aidiyet duygusu vermiş her şeyden önce. Mezun olduktan sonra bizi bir araya getiren de bu aidiyet duygusu olsa gerek.

Bizi bir araya getiren, bizi ağırlayan, toplantımıza katılan, toplantıda efor sarf eden, işini-gücünü bırakarak toplantıya iştirak eden, mazeretleri dolayısıyla katılamayan, memleket meselelerini çözmek için görüş serdeden 86 yılının tüm 7/C mensuplarına bu ailenin bir mensubu olarak teşekkürü bir borç bilirim.

Günümüze değer kattınız.  İyi ki varsınız. Allah menfaatsiz dostluğunuzun sayısını ve süresini artırsın…Allah hepinize huzur, mutluluk, sağlık  ve afiyet versin. Bizimkisi böyle bir dostluk işte. Allah herkese iyi günde ve kötü günde yanında bulabileceği içten dostlar versin. 29/07/2017

* 31/07/2017 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.



27 Ağustos 2016 Cumartesi

Camilerimizdeki avizeler

26/08/2016 günü gazetelerde yer alan habere göre: "KAYSERİ'de cuma namazı öncesi caminin avizesinin cemaat üzerine düşmesi sonucu ilk belirlemelere göre 11 kişi yaralandı." Buna biz görünmez kaza deriz. Kimin aklına gelirdi ki, camideki avize cemaatin üzerine düşecek diye. Öncelikle Kayserililere ve yaralananlara geçmiş olsun diyelim. 

Yaralanan sayısı sadece 11 kişi olduğuna göre cemaatin iyice dolmadığı vakit olsa gerek. Avizenin caminin tam ortasında olabileceğini düşünürsek bu görünmez kaza bir de cemaatin iyice dolduğu esnada olsa öyle zannediyorum yaralı sayısı daha fazla olabilirdi. Bereket ölen kimse yok. Zaten bu üzücü olayın sevindirici yönü de bu.

Bu üzücü olayı bir başka açıdan ele almak istiyorum. Bir defa sade olması gereken camilerimiz aşırı lüks. Oldum olası o görkemli ve güzel görünen, camiye ayrı bir renk katan avizeler bir düşse ne olur diye düşünürdüm. Çünkü öyle büyük avizeler var ki düşme riski her zaman için vardır. Büyük görüntüsüne göre ağır da olmalı. Her ne kadar gözümüzü okşasa da bu tür avizelerin camilere takılmasına çok sıcak bakmıyorum. Hem bir maliyettir, hem de bugün yaşanan gibi tehlike arz ediyor. Çünkü bunlar insan yapımıdır. Bugün Kayseri'de düşen yarın bir başka yerde düşebilir. Camilerin avize gibi görüntülerinden ziyade ibadet yapmaya müsait genişlikte, sağlam, yazın serin, kışın sıcak tutabilecek ve kültürümüze uygun bir mimaride yapılması esas olmalıdır.


Camileri yaparken cami içindekilerin mikrofona ihtiyaç duymayacak şekilde ses akordunun olmasına imkan verilmelidir. camileri mikrofon yığını  haline getirmemelidir. İç düzenini yaparken de görkemli avizelerden ziyade ışıklandırmasını da abartmamak lazım. 27/08/2016

26 Ağustos 2016 Cuma

Yumurta küfesinden kurtulmak

Öğretmenliğe dönenler kervanına ben de katıldım.

13 yıl öğretmenlik yaptıktan sonra memlekete gelmek bahanesiyle 24/01/2005 tarihinde başladığım müdürlük görevim 23.06.2014 tarihinde çıkarılan kanunla sona ermiş iken 05.12.2014 tarihinde 10.köy olarak Kaşınhanı İHO'da yeniden başlayan görevlendirme müdürlük serüvenim  15.07.2016 tarihi itibariyle kendi göbeğimi kendim keserek, kendi isteğimle sona ermiştir.

Sevapsa 11 yıl yaptım bu görevi. Günahsa daha fazla günaha girmeyeyim. Sevap-günahı biraz da başkası kazansın.

Son 1.5 yıl birlikte çalıştığım özverili  mesai arkadaşlarıma, desteğini esirgemeyen Kaşınhanı mahallesi veli ve sakinlerine, gelecek vadeden öğrencilerime, ilgi ve alakasını esirgemeyen ilçe yönetici ve personeline teşekkür ederim.

Yeni görev yerim 11.köy olarak Mehmet Beğen Ortaokulu Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Öğretmenliği..


Sinyal özürlüler

Araba kullanıyorsanız başınıza gelmiştir. Tali yoldan gidişli-gelişli ana yola geçmek için yolun sağını solunu kontrol ederek dikkatli geçmek esastır. Yolun önce soluna sonra sağına bakıyorsun. Soldan gelen araç var. Trafikte kuraldır ana caddeden geçen aracın geçmesini beklemek.

Sen içinden adam geçiverse de sağ taraftan gelen araç yok, hemen geçerim diye  nizami bir şekilde sabırla beklersin. Bizim hanım evladı, senin beklediğini göre göre sürmesine devam eder ve sinyal vermeden senin çıkmak için beklediğin tali yola döner. Sinyal mi ne gezer! Sen bu insan evladına içten içe kızmaya başlarken diğer taraftan araçlar ardı arkasına sökün eder artık. Böylesi bencilliğe, öküzlüğe, aymazlığa pes doğrusu!

Bundan sonra sen düşün müdürüm!

22.07.2016 tarihi itibariyle deruhte ettiğim okul müdürlüğü görevini bırakarak öğretmenliğe başlamak için atamamın yapıldığı okula gittim. Personel nakil belgemi verdim. Uygun olan bir yere oturdum.

Göreve başlama yazısını yazan müdür yardımcısını seyretmeye başladım, ikram edilen çayı yudumlarken. Elleri tuşta, gözü ekranda bana sorup benden aldığı cevapları yazmaya çalışıyordu. Ben çayımı sıcak sıcak içerken yardımcının soğumaya tutmuş çayı içilmeyi bekliyordu.

Koltukta oturanın evrakı yetiştirmek için gösterdiği çaba ve stresini gördükçe misafir koltuğunda oturmanın konforunu yaşadım. O, bilgisayara abandı, bense kasaldım. Dünya varmış dedim kendi kendime.

Çayımı içip çocuğumun TEOG tercih işini yaptırmak için diğer yardımcının yanına vardım. Mübareğin başını kaşıyacak zamanı yok. Çünkü biri tercih yaptırıyor, diğeri sırada bekliyor. İstişare yapmak isteyenlerin, soru soranların haddi hesabı yok.

Müdür ise amir olmanın gereği yazın sıcağında takım elbise ve kravatıyla resmi bir görüntü çiziyor. Misafir koltuğuna oturmuş, çayını yudumluyor, bir taraftan da işleyişi takip ediyor. Yüzü de gülmüyor. Kim bilir kafasında neler var? Okullar açılacak, hazırlık yapılacak, okulun boya-badana ihtiyacı varsa yaptıracak, bir taraftan okulda devam eden kursun düzenini sağlayacak, öğretmenlere gerekli duyuruları yapacak, yeni gelen öğretmenlerin başlayışı yapılacak, nakil gidenlerin ayrılışı sağlanacak, mesleki çalışma plan ve programı yapılacak, ders dağılımı yapılacak, eksik-fazla öğretmen belirlenecek, ders programı yapılacak, ders programını beğenmeyen öğretmeni memnun etmeye çalışacak, bitmez-tükenmez toplantıları takip edecek, gelen misafire ilgi gösterecek, problemini çözecek, eğitim ve öğretim başlayacak, açılış konuşması yapacak, ders denetimlerine girecek, öğretmenlere performans notu verecek, tüm öğretmenleri memnun etmeye çalışacak, ilçeden gelen günlü yazılara cevap verecek, dersine gelmeyen öğretmenin dersini dolduracak, izin isteyen personele izin verecek, rapor alanın raporunu izne çevirecek... Bir şey yapmadan oturuyor ama gördüğüm kadarıyla pek rahat değil.

Bundan sonrasını sen düşün müdürüm. Bana sorarsan en iyi koltuk müdür koltuğu değil, misafir koltuğudur. Çünkü herkesi memnun etmek, idare etmek zor. Bir iş yapmadan otursan da sorumluluk insanı bitirir, yaşlandırır. Allah kolaylı versin. 22/07/2016

Gözümüz aydın! Bizim de nur topu gibi teröristlerimiz var artık!..

Mizah sever bir arkadaşımın hacı arkadaşlarıyla oturması bazen milli maça denk gelirmiş. Maç esnasında milli takımda yabancı futbolcu olur mu diye sorarmış. Hac refikleri: "Oldu mu hocam şimdi yaptığın. Bu milli maç. Milli maçta yabancı olmaz" şeklinde cevap verirlermiş.

Bizimki muzipliğine yine bir başka oturmalarında devam eder.  Bu milli maçta yabancı var mı diye tekrar sorduğunda: "Şimdi var artık. İşte şu gördüğün futbolcu yabancı. Türk vatandaşı oldu" diye Mehmet Aurelio'yu gösterirler. Eskiden milli maçlarda sadece o ülkenin futbolcularından seçme yapılırdı. Sonraları yabancıların da Türk vatandaşlığına geçmeleri sonucunda artık milli maçlarımızda da yabancılar görev almaya başladılar.

Bu konu nereden aklıma geldi? Ben de eskiden Müslüman adam öldürmez. Çünkü yüce kitabımız, adam öldürmeyi yasaklar. Kazara bir Müslüman birini öldürmeye kalksa hemen pişmanlık duyar, öldürmek istediğini kendi arabasıyla hastaneye götürür diye düşünür ve bu şekilde savunurdum. 1980'li yıllardan beri 'fundamentalist İslam, radikal İslam' diye diye nihayet bizim de teröristlerimiz oldu. Artık günlük sayısız insan öldürüyor benim Müslüman kardeşlerim. Hem de kim kimi, niçin öldürdüğüne bile bakmadan. Soğan doğrar gibi kendi insanımızı öldürüyoruz. Üstelik Müslümanlığı da kimseye bırakmadan yapıyoruz tüm bunları. Müslüman coğrafyalarında birbirimizi boğazlama, canlı bomba olma, oluk oluk kan akıtma maalesef vakayı adiyeden oldu. Durmadan da emperyalistlere, kapitalistlere, koministlere, siyonistlere, sömürgeci devletlere kızıyoruz, onların yüzünden diye.

Kitabını, sünnetini karıştırıp az da olsa mürekkebini yaladığım bu dinin insanları ne kadar da savruldu. İslam ülkelerinde gözü olan kandan beslenenler bunun birinci derecede sorumlusudur. Amenna... Buna bir şey demem. Tamam, içimizi karıştıranlar, bizi birbirimize düşürenler, bizi birbirimizle temizleyenler hep onlar. Onlar plan yapıyor. Biz ise uyguluyoruz. Bizim hiç mi suçumuz yok. Bilelim ki malzemesi bizden bunların. Hani biri demiş ya bir gazeteciye: "Savaş kapıda" manşeti at diye. Gazeteci: "Efendim, savaş kokusu görünmüyor ortalıkta" deyince "Sen manşeti at, savaşı biz çıkartırız" demiş adam. Gerçekten de öyle. Adamlar işgal edeceği, sömüreceği yerde ilk önce içimizden terörist üretiyor, ardından işgale geliyor. Bu asrın savaşı da bu. Dünyayı yaşanmaz kılmak. Biz birbirimizle cedelleşirken puslu havayı seven kurt malı götürüyor maalesef. Ne zamana kadar kullandırmaya devam edeceğiz Müslüman kardeşim kendimizi. Adam öldürmenin, canlı bomba olmanın haklı tarafı olamaz. Geldik gidiyoruz neyi paylaşamadık şu dünyada. Biz bu kafayla gidersek adamlar kendilerine gerek kalmadan bizi birbirimize temizletecekler. Bizdeki bu grup, örgüt, mezhep bölünmüşlüğü oldukça hiç düşmana ihtiyacımız yok. Bizim düşmanımız başkası değil kendimiziz. Bunu bilelim ilk önce.

Kendisi bir hazine olan İslam’ı kurallarıyla birlikte yaşama azminde olmadığımız ve kendi grubumuzu ön plana çıkardığımız müddetçe yaşadığımızı sandığımız bu İslam bize zelillikten başka bir şey vermeyecek. Bu ne ya! Yüce kitap: Öldürmeyin diyor. Biz gerekçesini bulup katlediyoruz. Barış diyor, biz savaş anlıyoruz. Çalışın, herkes için ancak çalıştığının karşılığı var diyor. Biz tembel tembel yatmaya devam ediyoruz. İslam dünyası olarak dünyaya verdiğimiz bir katma değer de yok maalesef. Biz bu gidişle birilerinin piyonu  ve oyuncağı olmaya devam edeceğiz anlaşılan. Bari işi-gücü terör olan, kan akıtan insanlar: “Bizim Müslümanlıkla bir alakamız kalmamıştır” deseler bari.

Rezillik, pespayelik akıyor her yerimizden. Dikiş tutmaz artık.  Bırakalım bir başkasına İslam anlatmayı, önce kendimiz Müslüman olalım. Zaten bu görüntümüzle kimse Müslüman olmaz. Niye olsun? Lütfen şu görüntümüze bakarak birinin Müslüman olması için bir tane sebep söyleyin bana.

Rabbim! Affet bizi. Bizi bize bırakma. Bize aklımızı kullanmayı göster. Basiret ve feraset ver. Ülkemize dirlik ve birlik gelsin. Düşmanlarımıza fırsat verme…

Not: Sözüm samimi Müslümanlara değil. Hem Müslüman hem de terör yapanlaradır. 26/08/2016

Dikkat! Ortalık kuzu postuna bürünmüş kurtlarla dolu *

Bugün yazıma  Mehmet TEZKAN’ın 11/08/2016 tarihli Milliyet gazetesinde çıkan “FETÖ’de 17/25 kriteri” başlıklı yazısında anlatmış olduğu bir hikaye ile başlamak istiyorum:


Bir gün yaralı bir kuş Hz. Süleyman’a gelerek, kanadını bir dervişin kırdığını söyler. Hz. Süleyman, dervişi hemen huzuruna çağırtır. Ve ona sorar: “Bu kuş senden şikâyetçi, neden kanadını kırdın?” Derviş kendini savunur: “Sultanım, ben bu kuşu avlamak istedim. Önce kaçmadı, yanına kadar gittim, yine kaçmadı. Ben de bana teslim olacağını düşünerek üzerine atladım. Tam yakalayacağım sırada kaçmaya çalıştı, o esnada kanadı kırıldı.” Bunun üzerine Hz. Süleyman kuşa döner ve: “Bak, bu adam da haklı. Sen niye kaçmadın? O sana sinsice yaklaşmamış. Sen hakkını savunabilirdin. Şimdi kolum kanadım kırıldı diye şikâyet ediyorsun?” der.
Kuş kendini savunur: “Efendim, ben onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım. Avcı olsaydı hemen kaçardım. Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez diye düşündüm, kaçmadım.” Hz. Süleyman bu savunmayı doğru bulur ve kısasın yerine getirilmesini ister.
“Kuş haklı, hemen dervişin kolunu kırın” diye emreder. Kuş o anda, ‘Efendim, sakın öyle bir şey yaptırmayın” diyerek öne atılır. “Neden?” diye sorar Hz. Süleyman.
Kuş sebebini şöyle açıklar: “Efendim, dervişin kolunu kırarsanız, kolu iyileşince yine aynı şeyi yapar. Siz en iyisi mi, bunun üzerindeki derviş hırkasını çıkartın.. Çıkartın ki benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.”


Hikaye günümüzde yaşadığımız olayları anlatmak için Hızır gibi yetişti imdadımıza. Bugün kim, ne; kimin eli kimin cebinde; kimlerin üzerinde hangi elbise var. Belli değil. Sap ile saman karışmış durumda maalesef. Kimi hoca görünümlü bir darbe azmettiricisi ve planlayıcısı, kimi siyasetçi görünümlü bir terörist, kimi gazeteci görünümlü terör suçunu öven bir terörist… Kimse kendi elbisesini giymiyor maalesef bu ülkede. Düşman da net değil. Böyle istismar elbisesi giymiş insan müsveddelerini görünce insanın açık düşmanı alnından öpesi geliyor. Çoğunun da üzerinde dokunulmazlık zırhı var. Hele bu ülkede gazetecilere kolay kolay dokunamazsın. Hemen çığlığı basarlar: “Fikir özgürlüğü yok ediliyor, gazeteciler tutuklanıyor” diye. Alın size bir gazeteci görünümünde mürekkebi kan akıtan bir tweet: "Faşizme destek veren herkes bedelini ödeyecektir. Buna Kılıçdaroğlu da dahil. Bu henüz başlangıç!" Bu tweet ne zaman atılıyor? Ana muhalefet parti başkanının konvoyuna yapılan terör saldırısı sonucunda bir askerimiz ölmüş, iki tanesinin de yaralandığı bir olayın ardından atılan bir tweet. Yazık ki ne yazık! Bu tiplere bu ülke gazetecilik yaptırdı, köşe yazısı yazdırdı, Tv ekranlarında program yaptırdı, yorum yapması için ekranlara misafir edildi. Böylelerine Anadolu’da: “Koynumuzda yılan beslemişiz” denir…Bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri incelemesi için Shakespeare'e gönderdiğinde, ünlü yazarın cevabı: “Dostum siz şemsiye yapın, hep şemsiye yapın, sadece şemsiye yapın” olur. Bu adama birileri:  Be ahmak! Senin yerin dağlar, gazetecilik senin neyine” desin. Belki de ana muhalefet liderini öldürmede es geçmezdi. İnanın dağlarda daha faydalı olur.


Bu ülkede  herkes üzerindeki  istismar elbiselerini çıkartarak  sevdiği ve faydalı olacağı işi yapsın. Gazeteci gazeteciliğini, terörist teröristliğini, siyasetçi siyasetçiliğini…yapsa. Fena olmaz sanırım. 26/08/2016
* 31/08/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

25 Ağustos 2016 Perşembe

Trafikte insan manzaraları

Trafik demek sabır demektir. Çünkü sorunlar yumağıdır Türkiye'de. Arabanız varsa trafiğe çıkmış olmalısınız. Çıktıktan sonra türlü türlü sürücü ile karşılaşmış olmalısınız. Bu yazımda özellikle Konya'da sürücülerle ilgili gözlemlerimi aktarmak istiyorum. Kendi sürüşümle ilgili gözlemlerimi aktaramıyorum. Çünkü her konuda olduğum gibi bu konuda da sütten çıkmış ak kaşığım(!)

-Hız sınırına riayet etmeyen, gerektiğinde makas atan, durmadan selektör yapan ve korna çalan, ölümüne araç süren tabakhane yolcuları...
-Sol şeridi kimseye vermeden hız sınırının altında trafikte ağır ağır giden, aracını da sağa çekmeyen ardındaki sürücünün tansiyonunu tavan yaptıran ağır canlı sürücüler...
-Kavşaklarda kırmızı ışık yandığı zaman döneceği yere göre yanlış yerde durup yeşil yanınca ters yöne dönmeye kalkan sürücüler...
-Yeşil yanınca ışığın sadece kendisine ait olduğunu kabul edip kalkmamak için direnenler.
-Kırmızı yanmasına rağmen ışığa riayet etmeyip geçip gidenler...
-Kavşakta beklerken yayaya kırmızı yanar yanmaz arkada duran araçtan korna çalanlar...
-Kavşakta yaya geçidi çizgilerinin üzerine park edip yayaların geçişini engelleyenler...
-Dönel kavşaktaki aracın geçiş önceliği var iken kavşak içinde bekleyen sürücüler... Eğer kendine güveni gelir de yol benim deyip geçmeye kalkarsa sağ kalırsan aracının ön düzenini rüyanda bile göremezsin. Çünkü buralarda yol hakkı hep düz yoldan gelenlere aittir.
-Sağa-sola döneceği zaman sinyal vermeden geçip gidenler... Hele tali yoldan bölünmemiş ana caddeye çıkmak için aracını durdurup gelen bir aracın geçmesini beklersin. Adam rahatını bozmadan aheste aheste gelir. Sonra gözünün içine bakarak tali yola sinyalsiz dönüş yapar. Sürücünün geliş hızına göre karşıya geçerim dersen adamın hızlanası gelir ve ardı arkasına korna çalar hem de uzun uzun.
-İki şeritli yolun tam orta şeridinden ağır ağır giderek kimseye yol vermeyenler...
-Yaya kaldırımı üzerine araç park edenler...
-Yaya geçidinde bekleşen yayalara yol vermeyenler... Kazara geçmeye yeltenen olursa ayak parmaklarını feda etmesi gerekir.
-Trafiğin yoğun olduğu bir yerde tali yoldan ana caddeye geçmek için yol verilmez. Kazara biri centilmenlik yapar da, yol vermeye kalkarsa ardındakiler acı acı kornaya basar. Verme niye veriyorsun diye.
-Kavşaktan tam kalkacağı zaman aracını stop ettirenler...
-Park etmek ve durmak yasaktır levhalarının olduğu yere aracını park edenler...
-Yolun sağına aracını park ederek çift şeritli yolu teke indirenler... Otobüs duraklarına araç park edenler...
-Sürücülerin hep yolun sol şeridini kullanmaları. Çünkü yolun sağları park edilmiş araçların işgali altındadır.
-2-3 şeritli yollarda kamyon, tır gibi araçların orta ya da sol şeridi kullanmaları...
-Kavşakta aracını park edenler…
-Trafikte ne olur ne olmaz diyerek araçların şoför mahallinin altında kürek sapı bulunduranlar...
-Yakıtı bittiği için arkadan iteklenen araçlar…
-Ben geliyorum, haberiniz olsun, bana istediğiniz küfrü yapabilirsiniz diyerek aracının el frenini kaldırarak arabasını bağırtanlar…

Durum Konya'da bu. Diğer şehirlerimizde nasıldır bilemem. 25/08/2016

Bana öyle bir peygamber anlatın ki bana örnek olsun!...*

Toplum olarak genelde   -bize sorumluluğumuzu hatırlatmayan- hikayemsi  bir dini seviyoruz, dinin gizemli dünyası ilgi alanımıza giriyor, Kur'an'da bulunan muhkem ayetlerden ziyade birden fazla anlama geldiği için yoruma ihtiyaç duyan müteşabih ayetlere ilgi duyuyoruz. Konu olarak da İsa-Mesih, mehdi, müceddit... gelecek mi? Cinler alemi, şefaat, mucize, gaybın bilinmesi, cin... gibi konular  hep gündemimizdedir.

Peygamberimizi anlatırken de hep ön planda mucizelerini ele alıyoruz. Ayı nasıl ikiye böldüğünü, çocukken kalbinin nasıl temizlendiğini, hicret esnasında örümceğin nasıl ağ ördüğünü, kuşun nasıl yuva yaptığını, Süraka'nın atının nasıl sürçtüğünü, ticarete gittiğinde Güneş'ten korunmak için bulutun nasıl gölge yaptığını...vs anlatır dururuz. Sorarım size: Bu şekil anlatılan bir peygamber bizim için örnek olur mu? Bilelim ki Peygamberimizin en büyük mucizesi Kur'an-ı Kerimdir. Tüm asırlara hitap eder ve etkisi devam etmektedir.

Mucizevi peygamberin örnekliğinden söz edilemez. Bir defa şunu bilelim ki peygamberin 63 yıllık hayatı hep mücadeleyle geçmiştir. "Allah'a ve ahiret gününe inananlar için Allah'ın Rasülü’nde sizin için güzel örnekler vardır" buyurulmaktadır. Hep ayakları yere basan bir peygamber vardır: Bir hicreti var ki dillere destandır: Kendisini öldürmek isteyen müşrikleri yanıltmak için yatağına Hz Ali’yi yatırıp habersizce evinden ayrılması, Medine şehrine ters bir istikamette olan Sevr isimli mağarada 3 gün boyunca yol arkadaşı Hz Ebu Bekir ile birlikte gizlenmesi bir zekanın ve taktiğin ürünüdür. Yolda kılavuzluk yapsın diye işinin ehli ve aynı zamanda güvenilir olan müşrik Abdullah b. Uraykıt’ı seçmesi emanetlerin din-cemaat-grup-sendika-parti merkezli bir taassuba göre değil, işin ehline tevdi edilmesine bir örnektir.  440 km’lik bir mesafeyi deve yürüyüşüyle günlük ortalama 55 km gidip,  8 günde Kuba’ya varması mücadelenin, sabrın ve azmin örnekliği olsa gerek. Yine kendisine emanet edilen müşriklerin eşyasını vermesi için ölümle burun buruna geldiği bir esnada emanetleri sahiplerine vermesi için Hz Ali’yi görevlendirmesi emanete ne kadar riayet ettiğini, ihanet edilmemesi gerektiğine bir işarettir.

“Hırsızlık yapan kızım Fatıma da olsa cezasını verirdim” demesi adaletine, Hacer’ul Esved’in konması esnasında  oy birliğiyle hakem tayin edilmesi, Safa Tepesi’nde toplanan insanlara: “Şu dağın ardından düşman bir ordunun geldiğini haber versem bana inanır mısınız” buyurduğunda, “Evet biz sana inanırız. Çünkü bu güne kadar asla yalan söylediğine şahitlik yapmadık” denmesi yine güvenilirliğine işaret olsa gerek. Üstelik kendisine ‘Güvenilir’ anlamında ‘el Emin’ lakabı bizzat düşmanları tarafından verilmiştir. “Alemlere rahmet olarak gönderilen” Peygamberimiz'in Uhud Savaşı için   fikir alışverişinde bulunması, savaş esnasında dişinin kırılıp yanağından yaralanması ve ölümle burun buruna gelmesi yine onun, hayatında istişareye önem verdiğine ve mücadele azmine bir örnektir. Peygamberin hayatından bize numune-i imtisal olacak binlerce  örnek verebiliriz. Biz bu düsturları bırakarak onu anmak ve anlatmak için hep mucizelerine sarıldık. Niçin acaba? Peygamberi, bu şekil olağanüstü özellikleriyle anlatmak suretiyle sakın birileri: “Peygamberler mucize gösterir, biz de keramet gösteririz” demek isteyerek kendilerine pay çıkarmış olmasın. “Ben de sizin gibi bir insanım…bana sadece vahiy geliyor…gaybı bilmiyorum” demesine rağmen hep gelecekten haber veren bir peygamberi ön planda tutmak nasıl izah edilir acaba?

Kimsenin niyetini sorgulama imkanım yok. Zaten gizli ajandası olanları da bilmem mümkün değil. Biz insanları zahirine göre değerlendiririz. Bildiğim bir şey var: Biz peygamberin, bize örnek olması gereken yönünü değil, -tabir yerinde ise- uçan-kaçan bir peygamberi anlatıyoruz. Halbuki  ayakları yere basan bir mücadele insanını  ön planda tutmamız gerekirdi. Dini alanda tökezlemelerin önüne geçmek istiyorsak önce zihinlerimizdeki peygamber algısından başlamamız lazım… 25/08/2016

* 27/08/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.
*

23 Ağustos 2016 Salı

Ne olacak bu ilahiyatçıların hali?

Dini bir yapılanma olarak bilinen bir yapının yıllardır kazandığı müktesebatı 15 Temmuz'da elinin tersiyle bir çırpıda itmesi sonucunda şimdi çoğu kimse ilahiyatçılara kızıyor; toplumdaki görevlerini yerine getirmediler, doğruları anlatmadılar, sorumlulukları büyük diye.

Bir ülkede işler ters gitmeye başlayınca ilk işimiz,  sorumlu ve suçlu avına çıkarız. Tabii kendimize dokunmadan egomuzu ve içimizi rahatlatmaya çalışırız. Bunun adı suçu başkasına yamamaktır. Şunu bilelim ki bir yerde işler sarpa sarmışsa birbirimizi suçlamayı bırakıp, gözümüzü bir başkasına kaydırmaktansa kendi kendimize öz eleştiri yapıp ben bu süreçte ne yaptım, ya da ne yapmadım da başımıza bu geldi şeklinde düşünmemiz lazım. Çünkü bu ülkede yaşayan herkes bir makinenin dişlileri gibiyiz. Bir yerde bir aksama meydana gelmişse sorun arızalanan yerde olabildiği gibi bir başka yerdeki ihmalden de kaynaklanabilir. Ben burada ilahiyatçıları ele almak istiyorum. Çünkü çoğu kimse ilahiyatçıların iyi bir model olup etrafına bir kaç insan toparlayamadığını, bildiklerini söyleyemediğini...dile getirmeye başladı. Haksız da sayılmazlar hani. İlahiyatçılar hakkındaki yazacağım görüşler kendi görüşlerim olacaktır. Geneli ifade etmez.

İlahiyatçıların çoğu niçin iyi bir model değildir? Niçin sözleri dinlenmez? Her zaman her yerde niçin doğruları söyleyemez? Sorunu İlahiyatçıların çocukluğunda yani yetişme şartlarında aramak lazım. İlahiyatçıların yetişme ortamı olan Kur’an Kursu ve İHL gibi eğitim yuvalarında yerine ve kişiye göre şiddet, hakaret, korku, baskı, incitme vardır. Bu saydığımız şeyler çocuktaki öz güveni küçük yaşta yok ediyor. Kendine olan öz güveni kaybeden kolay kolay bu yetiyi bir daha kazanamaz. Her şeyden önce bu eğitim yerlerinde görev yapanlar iyi bir pedagoji eğitiminden geçirilmelidir. Çocukların seviyesine inebilecek iletişim bilgisine sahip olmalıdır. Yine din eğitimi verilen yerlerde okuyanların ekseriyeti maddi imkanlardan yoksun öğrencilerden oluşmaktadır. Çoğu yurtlarda kalmaktadır. Zengin kimselerin zekat, sadakaları bu çocuklara verilmektedir. Özellikle Kuran Kursunda okurken cenazesi olan kimselerin hatmine götürülen bu çocuklara, karşılığında para verilmektedir. Giyim-kuşam gibi ihtiyaçları yine buralara zenginler tarafından gönderilen elbiselerden karşılanmaktadır. Hem elbise, hem harçlık yönünden hep almaya alıştırılan bu çocuklar özellikle verme yöntemi dolayısıyla ezik ve incinmiş olarak yetişmektedir. Ayrıca kafasına takılan soruları rahat bir şekilde hocasına soramaz. Sorduğu takdirde ayıplanma, azar gibi durumlarla karşılaşma riski yüksektir. Giyim-kuşam konusunda farklı giyinme yine ayıplanma ve beraberinde dışlanma riski taşır. İbadetlerde gevşeklik ve ihmal gerektiği zaman azar ve şiddete yol açabilir. İbadetlere zaafı olan birey üzerinde ayrıca durulmaz, ibadetin önemi ve sevgisi verilmez. İlahiyat Fakülteleri yüksek lise gibidir. Mahalle baskısını okuyan hisseder. Değişik grup ve cemaatlerin öğrenci kapma yeridir aynı zamanda. Farklı fikirler ileri sürmek "-ci,-cı" damgası yemek için yeter sebeptir. Kur'an Kursu, İHL ve ilahiyat ikliminde yetişenler farklı toplum kesimi ve öğrenci kitlesiyle pek muhatap olmazlar. Kendi içinde kapalı bir kutu gibidir. Sanki bir laboratuvarda yetişir.

Fakülteyi bitirip göreve başladığı zaman bu okul türlerinden bir başka yerde görev yapmada zorlanırlar. Çünkü kendi dünyasından farklı bir ortam olduğunu görür. Kolay kolay uyum sağlayamazlar. Herkes kendisinden iyi şeyler konuşmasını, sohbet etmesini bekler. Toplum da yeni fikirlere kapalıdır. Toplumdaki yerleşik din algısından başka farklı bir fikir öne sürülürse kabul edilmez. Herkes kendi fikrini ve görüşünü desteklemesi için ilahiyatçıyı bir nevi noter olarak görür. Hatta çoğu zaman halk bildiği bir konuyu test etmek için soru sorar, bazıları da soru sormak için sorar. Kimse ilahiyatçının fikrini tasvip etmez, önem atfetmez. Çünkü  çoğu kimsenin ilahiyatçıdan önce danıştığı hocaları vardır. Hocasına yüklediği gizem kendi gözünde daha değerlidir. İlahiyatçı olarak sırtını herhangi bir gruba dayamaz isen görüşüne riayet edilmez, arkanda destek bulamazsın. İlahiyatçıdan sohbet bekleyen kişiler de kendilerinin eleştirilmesini istemezler. Kendilerinin dışındaki insan ve grupların eleştirilmesini ister. Kendi, ilahiyatçıdan övgü bekler. Farklı fikir öne sürdüğün zaman adın reformcuya çıkar, düzenin hocası hatta sapık görüşlü denir. Çoğumuz dinde çözüm aramaktan ziyade eski mezhep imamlarının görüşünü söylememizi ister. Onların görüşleri üzerine yorum ve değerlendirmede bulunmak tehlikelidir. Doğru bildiğini kolay kolay söyleyemez. Çünkü ihtiyaç sahibi olduğundan geçmişte bir başkasının elinden para almıştır. Özellikle onların yanında dik duramaz, ya sessiz kalır, ya da görüş içine sinmese de kendisinin okumasında emeği olanların görüşlerini tasvip eder görünür.

İlahiyatçıları eleştirmek için mutlaka yetişme şartlarını göz önünde bulundurmak gerekir. Bu ülkenin her şeyden önce farklı fikirlere açık olması, ilahiyatçıyı rahat bırakması ve farklı fikrinden dolayı dışlamaması gerekir. Din eğitiminde uzmanlaşacak kişilerin ekonomik durumu iyi olanlardan seçilmesi, herhangi bir grup ve cemaate ait olmaması, tüm cemaatlere aynı mesafede bakması, doğruya doğru, yanlışa da yanlış diyebilmesi gerekir. Din eğitimi alacak kişilere ta küçüklüğünden itibaren dinin sevdirilerek anlatılması, asla baskı yapılmaması, şiddete maruz kalmaması için eğitimi verecek kişilerin çocuğun seviyesine inebilecek kişilerden seçilmesi esas olmalıdır. Lise ve üniversite ortamında öğrencinin başkasına muhtaç olmadan kalabileceği rahat bir ortam olmalıdır. Öğrenciye yardım yapılacaksa bu yardım başarısına göre burs vermek şeklinde olmalıdır. İlahiyat fakültelerinin sayısı mutlaka azaltılmalıdır. Ortalama 20 net yapabilen bir öğrenci bu fakültelere girememelidir. Dini alanda tartışmalı olan konular yaşayan akademisyenlerden oluşacak bir kurul vasıtasıyla masaya yatırılıp vuzuha kavuşturulmalıdır. Farklı görüşü olanların görüşü de şaz görüş olarak kamuoyuna bildirilmelidir. İlahiyatçıların başvurduğu kaynaklar konusunda ortak bir kanaat ortaya çıkarılmalıdır... Cemaat ve gruplar din alanında konuşacak ve fetva verecek kişileri mahalle baskısına tabi tutmamalıdır. Herhangi bir cemaate mensup bir ilahiyatçı da konuşacağı zaman cemaat şemsiyesini bir tarafa bırakmalıdır.

Vatandaş ilahiyatçılardan kendi görüşüne uygun fetva vermesi ve görüş bildirmesi için beklenti içerisine girmemelidir. Bir konu hakkında bilgi edinecek kişi birden fazla ilahiyatçıdan görüş sormasında fayda vardır. Görüşü isabetli olmayan kesinlikle dışlanmamalıdır. Farklı görüşünden dolayı meslektaşlarıyla rahat bir şekilde fikir alış verişinde bulunabilmelidir…

Çok iyi yetişmiş ilahiyatçılarımız var. Onları tenzih ederim. Tespitlerim genele teşmil edilemez. İlahiyatçıları yetiştirenlerin ve onlara yardım edenlerin iyi niyetinden kimsenin şüphesi olmasın. İlahiyatçılardan çok şey bekleyenler lütfen takkelerini öne koyup onların evlerinden başlayarak okul ortamlarındaki öz güvenlerini yok eden hal ve hareketlerini göz önünde bulundurmalarında fayda vardır. 

Hasılı, küçüklüğünde dayak diyen ve baskı  gören ilahiyatçı, büyüyünce dayak atan olabiliyor, hep almaya alışan veren yani cömert olamıyor, büyüse bile içindeki baskıyı atamıyor, rahat konuşamıyor, hep fincancı katırlarını hesaba katmak zorunda kalıyor. 

Yine her zamanki gibi uzun ve karışık anlattım maalesef. 23/08/2016

21 Ağustos 2016 Pazar

Gökgörmediğin böylesi

Gökgörmedik kelimesini hiç duydunuz mu? Belki duymamış olabilirsiniz. Çünkü TDK'ya baktığımızda böyle bir kelimeye rastlanmıyor. Bu kelime Konya yöresinde kullanılan bir kelime. Belki başka bazı yörelerde de kullanılıyor olabilir.

Kelimenin anlamına baktığımız zaman "Açgözlü, obur, görgüsüz, sonradan görme, aptal anlamlarına gelmektedir. Bu kelime Konya bölgesinde "Görgüsüz, sonradan görme" anlamlarında kullanılmaktadır. Belki biraz ayıp kaçacak ama yine Konya yöresinde bu sonradan görmeler için: "Allah gökgörmediğe bir oğlan çocuğu vermiş. Adam seveceğim diye çocuğunun ç...nü çekip atmış" denir.  Hoppala! Oldu mu ya böyle bir örnek diyebilirsiniz. Cümle abes de olsa konuyu anlatabilmek için mecbur kaldım maalesef.

Dün akşam  Gaziantep'te bir kına gecesi kana bulandı biliyorsunuz. 51 masum hunharca katledildi. 69 da yaralımız var. Düğün, kına, nişan gibi programlar bizim mutluluk günlerimiz iken bir anlık mutluluk çok görülerek kınayı kanla yaktılar. Bu menfur olay ülke olarak bizi üzüntüye boğmuştur. Fakat bazılarımıza hiç uğramadı bu dert. Niye mi?

Bir kaç gündür mahallemde bir düğün var. Ne gece oturabildim evimde ne de gündüz. Düğüne davetli değiliz ama ses düzeni kaç mahalleye ulaşacak şekilde ayarlanmış. Davul, zurna, saz ne ise hepsi geliyor evime kadar. Gece boyunca da atmadıkları havai fişek kalmadı, kulakları patlatırcasına. Ertesi gün canlı müzik yine başladı... Ekmek almak için çıktım, sesin geldiği tarafa doğru adımladım; kimdir, nedir, dertleri nedir diye. Böyle dört dörtlük bir düğün olsa olsa bir ağanın düğünü olabilirdi. Bir de ne göreyim. Eski bir evin önünde sokak kapatılmış, saz ekibi aldığı paranın hakkını vermek için tüm maharetlerini gösteriyordu. Düğün evinde yaklaşık 15-20 civarında bir kalabalık var. Orta yere de bir bayan bir erkek çıkmış, söylenen müziğe uygun oynamaya çalışıyor. Fesübhanellah deyip geçip gittim. Bir-iki saat sonra geri geldim. Hele şükür sokak boşaltılmış ve düğün bitmişti. Sırada fotoğraf çekimi var. Üç-dört gün boyunca adlarına çalınıp oynanan şanslı gelin-damat kimmiş diye baktım. Adayları göremedim. Görebildiğim, sünnet elbisesi giymiş iki tane çocuk. Meğersem üç-dört gün boyunca bu kadar şatafat bir sünnet düğünüymüş. Düğünleri abarttığımız yetmediği gibi bir de sünnet düğünleri çıktı.

Eskiden bu toprakların iyi hasletlerindendi mahallemizde bir cenaze olmuşsa komşularımızın üzüntüsünü paylaşırcasına düğünümüzü de sessiz yapardık. Elbette ölenle ölünmez. Düğünlerimizi de yapacağız yapmasına. 51 kişinin hunharca katledildiği bir günün sabahında bu kadar da bağırıp çalınmaz. İşte böylesi görgüsüzlere Konya'da gökgörmedik denir. Ne diyelim Allah sayılarını azaltsın böyle ortam bilmez, had bilmez görgüsüzlerin.

Hz Muhammed, Müslüman'ın tanımını yaparken "Elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kimsedir" der. Kulak patlatırcasına mahalleyi ayağa kaldıran bu sonradan görmenin 15-20 kişiyle yaptığı bu düğünden rahatsız olmayan kalmadı. Bu hareket Peygamberin anlattığı Müslüman tanımına hiç uymuyor.

Yazık ki ne yazık!.. Haydi diyelim ki, beni ve tüm mahalleliyi rahatsız etme uğruna bu aymazlığı yaptın. Hiç mi duyarlılığın kalmadı be adam ülke kan gölündeyken. Müslümanlığından geçtim senin,  insanlığın da kalmamış maalesef...
21/08/2016

Sahte Bir Evlat ile Kırk Yıl

Çocukluğumda Yıldız KENTER, Hulusi KENTMEN, İzzet GÜNAY ve Selma Sar'ın başrollerini paylaştığı 1964 yapımı bir Türk filmi izlemiştim. İçeriği aklımda fakat başlığı bir türlü aklıma gelmemişti. Sonunda  internet marifetiyle filmin adını bulabildim:  “Ağaçlar ayakta ölür.”

İyi bir izleyici olsam da anlatmayı pek beceremem. Aklımda kaldığı kadarıyla film: “ Oğul ve gelinini trafik kazasında kaybeden bir anne ile babanın konaktaki yaşantılarını ele alır. Evlatlarından geriye kalan torun yaramaz mı yaramaz. Torun bir gün yaptığı hırsızlıktan dolayı bir tokat yiyince evi terk edip ABD’ye gider. Yıllarca torun hasreti içerisinde yanıp tutuşan büyükanne Yıldız KENTER içine kapanır ve sağlığı bozulur. Eşinin durumuna üzülen Hulusi KENTMEN bir müddet torununun ağzıyla mektuplar yazarak eşini mutlu etmeye çalışır... Bakıyor ki hanımı sahte mektuplarla mutlu oluyor, oyunu devam ettirmek ister: İntihar etmek üzere olan bir kızı kurtarır, onu yaramaz torununun hanımı olması için ikna eder. O esnada evi soymaya gelen İzzet GÜNAY’ı da kızın kocası ve torunları olduğunu kurgular. Yıldız KENTER, yıllar sonra torununun mimar olduğunu, evlendiğini ve yuvaya geri döndüğünü duyunca sağlığına yeniden kavuşur. Artık mutlu mu mutlu! Bu, onun için her şeye değerdi. Çünkü torunu yanındaydı. Her ne kadar torununun bazı davranışları hoşuna gitmese de, bazı hareketleri şüpheli olsa da evini soymak için gelen sahte birini uzun süre torunu olarak bağrına basar. Torunu bir hırsız çetesinin mensubu olsa da sahte mutluluğunu devam ettirir… Sonunda gerçek torun hiç akıllanmamış bir şekilde geri gelince oynanan oyun ortaya çıkar. Kadın yeniden can evinden vurulur…”

Bilmem filmi anlatmayı becerebildim mi? Siz en iyisi filmi yeniden izleyin. Zaten benim niyetim de film anlatmak değil. Ben günümüze gelmek istiyorum. Malum gündemimizde FETÖ var. Bu günlerde hepimizin gündemi bu. Oturup kalkıp yaptıklarını anlatıyoruz birbirimize…amma da kandırmışlar, gizlenmişler, şöyle-böyle yapmışlar diyoruz. Kimimiz kandık, kimimiz; ben hiç kanmadım, bunları biliyordum…diyoruz. Hani insan eşekten düştükten sonra akıl veren çok olur ya. Bizim ülkenin durumu da o. Ülke eşekten düşmüş. Oturup kalkıp ya FETÖ’ye kızıyoruz, ya da akıl vermeye devam ediyoruz. Niyetim kimseye akıl vermek falan değil. Mevcut durumu analiz etmektir. “Nurcular, Fethullahçılar, Hizmet hareketi, paralelciler…” gibi isimlerle günümüze kadar gelen hareketin şimdiki adı ‘FETÖ’dür. Şimdi filmi yeniden gözümüzün önüne getirelim. Filmde uzun süre evlat hasreti çeken bir kadının bu hasretini gidermek, bir nebze de olsa mutlu olmasını sağlamak amacıyla torunu olmayan birinin kendisine evladı gibi pazarlanması, kadının da bunu evladı bilmesi.

Bizim 15 Temmuz 2016 itibariyle yaşadığımız da bu filmin aynısı. Bu millet yıllardır kendilerini bu ülkenin asli unsuru görenler tarafından dışlandı, horlandı, zenci muamelesi gördü. Kılık kıyafeti dizayn edilmeye çalışıldı. Yaşantısına sınırlama getirildi. Hep sakıncalı piyade muamelesine tabi tutuldu… Bir taraftan bunlar olurken anne-babalarımız  yıllardır çocuğunu okutma hayali yaşadı. Hem okusun bir görev alsın, hem de dinini bilsin ki ardımdan bir Fatiha okusun, vatana ve millete hayırlı bir evlat olsun özlemini duydu. Vatandaş bu yapının bu ülkenin gerçek mayası olmadığını bildiği halde özlemini bunlarla giderdi. Çünkü bu yapı diğer cemaatlere benzemiyordu: Kendi kitaplarını okuyor, kendi hocalarını dinliyor, dini yorumlama biçimleri de farklıydı… Fakat millet farklı da olsa özlemini duyduğu eğitim-öğretim, dini yaşantı…bunlarda daha organize idi. Abi-abla şeması neredeyse ibadet aşkı içerisinde kendini gösteriyordu. Şimdilerde saha çalışması yaptıklarına inandığımız ev ziyaretleri, çocuklarımıza rehberlikleri bile hoşumuza gitmişti. Dünyada herkesin İngilizce konuştuğu bir ortamda düzenledikleri ‘Türkçe Olimpiyatlarında’ Türkçe şarkılar duydukça neredeyse kulaklarımızın pası siliniyor, gönüllere hitap ediyor, duygulandırıyordu. 140 ülkede açtıkları okulları nasıl açtılar diye içimize bir kurt düşse de bu görüntü hoşumuza gitti. Şimdi bazıları bu konuda sadece dindar-mütedeyyin insanlar kandı diye bıyık altından gülmeye çalışıyor. Erol MÜTERCİMLER: Ben kendimi bildim bileli Kemalist-solum. Bir gün ışıklar içinde yatsın Toktamış ATEŞ’in yanına vardım. Ona: ‘Hocam, üniversiteye niçin bizim gibi insanları almıyorsunuz da bu Gülencileri alıyorsunuz’ dediğimde bana: ‘Siz terörist ruhlusunuz. Bunlar iyi çocuklar’ dedi” şeklinde TV’de bir açıklamada bulunmuştu bu süreçte. Hasılı burada ister dindar, ister laik kim olursa olsun bu milletin büyük bir çoğunluğu özlemini duyduğu şeyleri bu yapıda görünce içine sinse de sinmese de kol kanat gerdi. Tıpkı Yıldız KENTER’in torun sevgisini bir hırsızı evladı bilerek sahte mutluluk duyması gibi. Bu milletin kanması da bu. Bu yapıyı bize pazarlayanlar iyi bir saha çalışması yaparak istediklerimizle vurdular bizi maalesef.

Film seyretmede üstüme yoktur. Ama anlatmada çok becerikli değilim demiştim yukarıda. Sanırım film anlatmadaki acziyetim yapıyı anlatmada da kendini gösterdi. Ama şunu söyleyeyim: Sizi bilmem ama ben ne anlatmak istediğimi  anladım sonunda. Fakat filmin sonunda evlat hasretiyle yanıp tutuşan büyükanne gerçek torununu evden kovar. Sahte torunu ve eşi evi terk edip giderler. Üstelik hayalini kurdukları evi de soymazlar...  Bu toprağa yabancı bu sahte evlatlar da çekip gitti. Film ile gerçek arasındaki fark: filmdeki sahte evlatlar pişmanlık duyuyor bir kadını kandırdık diye. Bizim gerçek hayattaki hain/sahte evlatlarımız ise tükürüklerimizi rahmet sandı. Üstelik giderken de bırakın pişmanlığı...üstümüze bomba yağdırarak gittiler. 

Biz yaralarımızı sararız sarmaya da, onlar yedikleri Osmanlı tokadını  unutmayacaklar.  21/08/2016

19 Ağustos 2016 Cuma

Kahvaltı düşmanı çalışanlar

Türkiye'nin büyük bir çoğunluğu 08.00-17.00 arası çalışan bordro mahkumudur. Giriş ve çıkış saatleri olan milyonları geçen öğrencimiz var. Acaba öğrenci ve çalışanlar arasında kaçta kaçı evden ayrılırken kahvaltı yaparak çıkıyor? Bu konuda yapılmış bir araştırma var mı bilmiyorum.

Kimin kahvaltı yapıp yapmadığı beni ilgilendirmez. Kimseye de kahvaltının faziletleri hakkında bahsedecek değilim. Gözlemlerime göre bu ülkenin çalışanlarının ve okullu öğrencilerinin ekseriyeti her sabah kahvaltı yapmadan apar topar yollara düşmektedir. Kimi yolda gördüğü bir simitçiden veya simit sarayından aldığı simit, poğaça ile atıştırarak kahvaltısını yapmaktadır. Bazısı yolda, bazısı araçta, bazısı da işyerine vardıktan sonra işine başlamadan önce kahvaltısını yapmaktadır. Öğrenciler ilk teneffüste kantin önünde sıraya giriyor. Kalabalık içinde kahvaltılığını alacak ve öğretmen derse girmeden iyice çiğnemeden abur-cubur 3-5 dakika içerisinde, bulduğu bir köşede yiyebildiği kadar yiyecek. Yiyemediğini de  ya gizli gizli yiyecek, ya da diğer teneffüse kadar sırasının altında nezih bir ortamda bekletecek. Eğer buna kahvaltı yapmak denirse... 

Niçin böyle oluyor? Kahvaltı yapmanın başka yolu yok mu? Bu şekil kahvaltıya insanımız mecbur mu? Ya da böylesi kahvaltı sağlıklı mı? Bu şekil kahvaltı çalışana ve öğrenciye bir verim getirir mi? Soruları çoğaltabiliriz.  Bir defa bu şekil kahvaltı baştan savmadır. Dostlar alışverişte görsün türünden yapılan bu kahvaltı sağlıklı değildir. Obeziteye davetiye çıkarır. Okullarda sağlıklı ders dinlenmez, kurumlarda verimli iş yapılmaz.

Kahvaltı yapmadan yola çıkanlara niçin evde kahvaltı yapmadan geldiğini o değilden bir sorsan; mazeret, gerekçe, bahane ardı arkasına sıralanır. Sorduğuna soracağına pişman olursun: "Efendim! Zamanla yarışıyoruz…uykumu alamıyorum...erken kalkamıyorum...uykulu uykulu, sabah sabah kahvaltı yapasım gelmiyor...Kahvaltı yapıncaya kadar biraz daha uyurum...kahvaltıyı kim hazırlayacak...elimi, yüzümü ancak yıkayıp yola çıkıyorum...çocuğumu kreşe, anneme, bakıcıya bırakmam gerekiyor...gece geç yatıyorum...gibi plansızlığımızı bir tarafa bırakarak haklı-haksız gerekçeleri sıralayabiliriz. İnsanoğlu yeter ki yaptığına mazeret arasın. Dili sağ olsun. Hemen imdadına yetişir.

Öğle yemeği de bu şekil atıştırmalık olarak geçer. Kahvaltı ve öğle yemeğini baştan savma yapanlar bütün iştahlarını akşam yemeğine saklar. Akşam eve gelince de ‘Abbas’ın kör gazı gibi yemek’ sadedinde ne bulursa mideye indirir. Yemekten sonra istirahate çekilip vücut durağanlaştığı esnada yenilen ve içilen nasıl eritilecek. Bu da düşünülmesi gereken bir durum. Akşam yediğimizi eritmek için sabaha kadar mide ne kadar mücadele edecek? Bunu en iyi çeken mide bilir. Bugünlerde pek konuşulmayan, çok da ön plana çıkmamış eski bir atasözü var:  “Sabah kahvaltısını kendin için yap, öğle yemeklerini sevdiklerinle birlikte ye, akşam yemeğini ise düşmanına yedir..!” şeklinde. Aslında sabah ve öğle yemeleri için yaptığımız atıştırmalığı akşam yemeği için yapmamız gerekirken biz  her konuda olduğu gibi yine tersini yaptık. Atasözünün gereğini yerine getirmedik. Düşmanımıza yedirmemiz gereken akşam yemeğini kendi midemize indirdik. Bu şekil dengesiz beslenme maalesef kilo sorunuyla karşı karşıya getirmektedir bizi.

Anlatmaya çalıştığım kimse kahvaltıya düşman değil. Düşman oldukları evde kahvaltı yapmadır. Kim bilir, belki de bereketsizliğin temelinde evde birlikte kahvaltı yapmama vardır. İnşallah kahvaltıyı bu şekilde baştan savanlar işlerini de baştan savmazlar... 19/08/2016


18 Ağustos 2016 Perşembe

Paralelcileri yanlış yerde aramayalım...*


Fıkra sever misiniz bilmem.  Sevsek de sevmesek de hayatın bir parçası. Hayatın içinden yaşadığımız bazı enstantaneler fıkra olup çıkıyor bir müddet sonra. Fıkra deyince hemen akla Nasrettin Hoca gelir. Önce fıkrayı anlatıp sonra sadede gelelim:

Sokak lambasının ışığında bir şeyler aradığını gören komşuları Hoca'nın yanına gelerek ne aradığını sorarlar. Hoca: "Anahtarını kaybettiğini" söyler. Komşuları da başlarlar anahtar aramaya. Bir türlü bulamazlar. Biri: "Hocam iki saattir kaybettiğin anahtarı arıyoruz, bir türlü bulamadık. Sen anahtarı burada düşürdüğünden emin misin" diye sorar. Hoca: Başka bir yerde düşürdüğünü söyler. Adam tekrar: Be Hocam! Başka yerde düşürdüğün anahtar burada aranır mı" deyince Hoca: "Anahtarı düşürdüğüm yer göz görmez karanlık bir yer, burası ise aydınlık" diye cevap verir.

Fıkra bu ya, Hoca'nın başına gelmiş mi gelmemiş mi bilemem. Fakat fıkraların günümüzde cereyan eden bazı şeylere ışık tuttuğunu söyleyebiliriz. Malumunuz 15 Temmuz darbe teşebbüsü oldu. Ardından OHAL ilan edildi. Orta yerde bir suç varsa -ki vardır- mutlaka bu suçu işleyen suçlular da vardır. Darbeye direk katılan subay görünümlü kişilerden içeride kalanlar tutuklandı. Emniyetin içerisinden yine bu menfur cinayete katılanlar içeri alındı. Yargı ayağı yine temizlenmeye devam etmektedir. Terör örgütüne maddi destek veren iş adamlarıyla da mücadele devam etmektedir. Darbeye  katılan bir kısım subay ve asker ise hala kaçak. Darbenin sivil kanadı diyebileceğimiz birinci dereceden suçlular maalesef yurt dışında soluğu aldı. Devlet yine ayrıca devletin tüm kurumlarında yuvalanmış bu yapının müntesiplerini ayıklamak için bir temizlik harekatına girişti. Ülkenin selameti için devletin yaptığı bu mücadele elzemdir. Yaptığı bu tasarrufta -içimizdeki hainler hariç- tüm millet  devlete açık destek veriyor. Paralel yapı ile mücadele için devlet belgeye dayalı bazı kriterler ortaya koydu ve bu kriterlere göre kurumlarda açığa alınmalar devam ediyor. Açığa alma -biliyorsunuz- memurun görevine son verme değildir. Tedbir amaçlı bir inisiyatiftir bu. Buraya kadar her şey olağan seyrinde devam ediyor.  Açığa alınanlar içerisinde isimleri  duyulduğu zaman isabet olmuş denilenlerin yanında, "Falan da açığa alınmış, bu asla olamaz, çünkü o arkadaşın onlarla asla organik ve inorganik bir bağlantısı yoktur" diye hayret ifadelerini de duyabiliyoruz maalesef.

Yazılı ve görsel medyada açığa alınıp isimleri zikredilenleri tanımadığımız  için hakkında bir kanaat belirtme durumumuz yok. Ancak yakinen bildiğimiz bir tanıdığımızın ismi de açığa alınanların içerisinde geçince ister istemez, ne oluyoruz demekten kendimizi alamıyoruz. Konya Büyükşehir’e ait  merkez ilçelerinin birinde yöneticilik görevi yapan, paydaşları tarafından Akkiseli Müdür diye bilinen uyanık görünen ama Hz Osman gibi haya sahibi bir yönetici arkadaşımız da açığa alındı. Kıt-kanaat geçinen etrafında doğrucu davut diye bilinen bu arkadaşımız imamlık yaparken: “Benim yaptığım bu görevi herkes yapabilir. Ben bu vazifeyi kaldıramayacağım” diyerek hiçbir hesap yapmadan istifa edip zamanında maddi sıkıntılar çekmiş, Milli Görüş çizgisinin her kademesinde gönüllü görev almış, geçmişi tertemiz olan “Hizmet Hareketi” diye bilinen yapı ile hayatının hiç bir safhasında yolu kesişmemiş bu arkadaş şimdi FETÖ’ye destekten açığa alındı.  Suçu: 2011 yılında son hesap ekstrasını da yatırdıktan sonra “Benim bu hesabı kapatın” diyerek kartı gözlerinin önünde kıran bu arkadaşın hesabı kapatılmış, fakat aynı hesapla ilintili -kendisinin bilmediği- açılan hesap kapatılmayarak her ay, toplamı 1.50 TL (Bir lira elli kuruş) olan yeni bir borç ekstrası düzenlemek suretiyle hesap açık tutulmuş. Kendisine hiç borç ekstrası gelmeyen Müdür bu durumu açığa alındıktan sonra öğrenebiliyor. Bu duruma sadece ‘El insaf’ denir. Başka da bir şey söylenmez.   Darbe gecesi kendi inisiyatifini kullanarak çalıştığı belediyeyi güvenlik çemberine almanın ve 30 çalışanıyla birlikte sabaha kadar Havzan'daki tankın önünde nöbet tutmanın mükafatı bu mu olacaktı?

Gözü dönmüş, başka güçlerin oyuncağı olan bu yapı ile elbette mücadele edelim. Efendim bu süreçte böyle yol kazaları olur diyebilirsiniz. Fakat yapıyla  hiç alakası olmayan insanlarımız varsa lütfen bu konuda yoğurdu üfleyerek yiyelim. Bir taraftan yaraları saralım ama yeni yaralar açmayalım. Maddi yaralar bir müddet sonra kapanır gider ama gönül yarası asla kapanmaz. Bir defa bu yapı, şu ana kadar bildiğimiz suç örgütlerine hiç benzemiyor. Herkesi ayakta uyutan bir yapıdan bahsediyoruz. İçimizde bizden görünen binlerce kriptoları vardır: suçluyla mücadele için belirlenen kriterlerde ismi olmayan. Biz bunlara ulaşmaya çalışalım. Lütfen açığa almak için belirlediğimiz kriterleri yeniden gözden geçirelim. Hiç hesap hareketliliği olmayan ve bankaca bilerek-bilmeyerek kapatılmamış kart sahipleriyle yapıya destek amaçlı rutin bağışta bulunan kart sahiplerini birbirinden ayıralım. Ben bu yazıyı yazdım bitirdim derken yine belediyede çalışan bir başka Koç -gibi- bir arkadaşımın da aynı gerekçeyle açığa alındığını maalesef yeni bir telefonla haber aldım. Ak Parti  kurulma aşamasındayken kimsenin partinin ileri gelenlerini karşılamaya  gitmediği bir ortamda bu iki arkadaş Ankara yoluna kadar giderek 'Yenilikçi hareketi' tek başlarına karşılamışlardır. İnşallah yanlış hesap Bağdat’a varmadan döner. Bu şekilde masum olan arkadaşlara geçmiş olsun diyorum.

Bre mübarekler! Suçluları yanlış yerde arıyorsunuz. Lütfen böylelerini aydınlık yerlerde değil karanlık yerlerde arayalım. Gözümüzü açalım… Feraset ve basiretimiz de açık olsun. 18/08/2016

* 20/08/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

17 Ağustos 2016 Çarşamba

"Ben demiştim"ciler

Ne zaman bir olay olsa hemen orada biter 'Ben demiştim'ciler. Etrafımızda bu tiplerin sayısı da az değildir.  Sanırım "Ben sizden daha ileri görüşlüyüm, bu işin böyle olacağını biliyordum, ama o zaman kabul etmediniz" demek isterler. Bazı insanların basireti, feraseti, ön görüsü olayların sonucunu görmüş olabilir. Güzel bir şeydir  daha önce dediği bir görüşünün haklı çıkması.

Güzel olmayan "Ben demiştim" sözüdür. Keşke görüşü ortaya çıkandan önce  başkasının: "Arkadaş! Sen bunu demiştin, görüşün isabetli oldu, seni tebrik ederim" demesidir. Eğer demediyse demek ki söylediğin sözün tesiri olmamış karşı tarafa. Ya da görüşünü daha iyi anlatamamış olmalı. Belki de biri gelip "Sen demiştin" diyerek hakkı teslim edecektir. Ama daha adam ağzını açmadan "Ben demiştim" diyerek havamızı atıyoruz. Şunu bilelim ki "İnsanların anlayabileceği şekilde konuşmak" lazım. Yine insan karşı tarafın anladığı kadardır.

Bir başka daha tipler vardır ki şu günlerde çok meşhurdur. Ağzını açan "Ben kanmadım, herkes kandı, ben demiştim, ben bunları biliyordum" diyenler çoğaldı. Heyhat kardeş! madem bu kadar biliyordun, bu kadar doğru yolda idin. Pekiyi, insanları yanlıştan uzaklaştırmak için ne yaptın, ya da insanların hata yapmaması için ne gibi alternatifler ortaya koydun?

Hem "Ben demiştim"ciler, hem de herkes kandı bir kanmadım diyenlerden kurtulmak lazım. Bırakın kendi kendinizi anlatmayı da, bir başkası sizi takdir etsin bu konuda. Eşekten düştükten sonra akıl veren çok olur. Önemli olan düşmeden önce yol göstermektir. Allah kimseyi yanıltmasın. Hata yaptıktan sonra tekrar aynı hataya düşürmesin... 17/08/2016

Kimin kim olduğunu en iyi nereden öğrenebiliriz?

Eskiden "Kişi dilinin altında gizlidir. Konuştuğu zaman kendini ele verir" denirdi. Şimdilerde ise bu söze "Yeter ki Facebook'ta görünsün. Paylaşımlarından kişinin "Ne mal olduğu" ayan beyan ortaya çıkar. 'Beğen-yorum ve paylaşımından kişinin rengini tespit edebilirsin.

Kimin neyi dert edindiğini, kimin kim olduğunu, kimin dilinin altında hangi baklanın olduğunu, kimin neden zevk aldığını, kimin kimden nefret ettiğini öğrenmek istiyorsan kişiyi facebook gibi sanal alemden izlemek lazım. Hatta çocuğuna talip olan eş adayını araştırmak mı istiyorsun, bir kimsenin fikrini, zikrini, neyin nesi, kim olduğunu merak mı ediyorsun eğer yoksa hemen bir facebook adresi al. Gir içeriye. Fazla değil, 3-5 dakika içerisinde kişi hakkında genel bilgi edinmiş olursun. Hz Ömer: "Bir insanı tanımak için yolculuk yapmayı, komşuluk yapmayı ve alışveriş yapmayı" şart koşar.

Günümüzde buna bir de Facebook adresine sahip olmak diye eklemek lazım. Günümüzde 3-5 yıl birlikte çalıştığın insanı bile tanıyamıyorsun. Beraber yediğin, içtiğin insanları bile bu sanal alemde daha iyi tanımış olursun. 16/08/2016

Hatib Bin Ebî Beltea *

Hatib Bin Ebî Beltea ismini duymuşsunuzdur. Hicretten önce Müslüman olup hicret etmiş; Bedir, Uhut, Hendek savaşlarına katılarak büyük yararlılıklar göstermiş, Mısır Hükümdarı Mukavkıs'a İslam'a davet mektubu götürmüş samimi bir Müslüman sahabi idi.

Hicretin 10.yılı Hz Muhammed'in, seferin nereye olacağını söylemeden büyük bir ordu hazırladığı esnada, seferin Mekke'ye olduğunu düşünen Hatib,  Mekkeliler'e bu seferi haber verecek bir mektup yazar. Mektup yakalanır ve Peygamber, Hatib'i huzuruna çağırarak bunu niçin yaptığını sorar. Hatib: “Ya Rasülallah! Ben Kureyşli değilim. Çoluğum, çocuğum ve malım, mülküm orada. Bunu onlara zarar vermesinler diye yaptım” der. Bu hareketinden dolayı Hatib'i öldürmeyi düşünen sahabilere Peygamber: "Hatib'e ilişmeyin, o samimi biridir. Çünkü o, Bedir Savaşına katılmıştır" diyerek Hatib'i korumaya alır. Yaptığının yanlış olduğunu anlayan Hatib tövbe ederek pişmanlık duyar. Mekke'yi kan dökmeden almayı hedefleyen Peygamberimiz için Hatib'in yaptığı bu ihanet affedilecek gibi değildi. Fakat peygamber böylesi bir harekete ceza vermeyerek Hatib'i yeniden kazanmıştır. Çünkü Hatib, hain değildi.

Tarih boyunca İslam dünyası Abdullah b.Ubey b. Selül, Hasan Sabbah gibi ihanet şebekeleriyle karşı karşıya geldi. 15 Temmuz itibariyle ülkemiz daha önce eşi ve benzeri görülmemiş farklı bir yapılanma ile yüz yüze geldiğini  anladı. 40 yıldır içimizde barındırdığımız bu gizli, sinsi ve tehlikeli yapıdan birden kurtulmak mümkün değil. Devlet ne kadarını temizler bilinmez. Çünkü karşımızda gizliliği ve takiyyeyi şiar edinmiş, 40 yıldır bu ülkenin tüm birimlerine çöreklenmiş, tüm devleti ve milleti ayakta uyutmuş, örgüt elemanı sayısı bilinmeyen bir yapı var. Devlet bu yapıyı nasıl çözecek, içine sızmış olan hainleri nasıl ayıklayacak, böylesi bir yapılanmanın bir daha olmaması için devlet ne yapacak? Bence bu konular üzerine yoğunlaşmak gerek.  Darbe atlatılmış, özellikle askeriye, emniyet ve yargıda gerekli tasarruflarda bulunulmuştur. Darbenin baş maşası dışarıda, örgütü yönetenler kaçak.

Kamunun her bir alanında örgüt üyesi olmak anlamında açığa almalar devam ediyor. Açığa almalarda  kurunun yanında yaşı da yakmak suretiyle yeni mağduriyetler ortaya çıkar mı? Niyetim örgütü ve mensuplarını temize çıkarmak değildir. Sayın Cumhurbaşkanı örgütü: "Altı ibadet, ortası ticaret, tepesi ihanet" diyerek en güzel şekilde tasnif etmiştir. Aslında bu tasnif işimizi kolaylaştırabilir. Bir defa darbeye bilfiil katılanlar, darbeyi teşvik edenler, darbe tellallığı yapanlar bu işin tam göbeğinde. Devlet bunlarla yasal çerçevede sonuna kadar mücadele etmesi gerekir. Örgüte sürekli, yüklü miktarda finansal destek sağlayan iş adamlarının mal varlıkları için de gereken yapılmalıdır. Burada dikkat çekmek istediğim konu, örgütü; eğitim ve öğretim işleriyle uğraşan ve örgütün üstünden haberi olmayan, bir hizmet hareketi olarak gören alt-ibadet kısmındaki mensupları kurtarmaya çalışmak gerekir. Alt kısmında yine bu olayları bildiği halde destek olanlar da en feci şekilde cezalandırılmalıdır. Devleti 40 yıldır uyutan bu örgüt maalesef milyonları da uyutmuştur. Örgüt ile bir şekilde yolları kesişmiş, içinde kalmış; kanmış, kandırılmış, kandırıldığını bildiği halde oradan kurtulmaya çalışan milyonların olabileceğini düşünüyorum. Örgütün gerçek yüzünün ortaya çıktığı 15 Temmuz itibariyle hala 'Hizmet' diyen varsa  bunların da gözlerinin yaşına bakılmamalıdır. İbadet kısmı denilen, üstten haberi olmayan yapıyı onların elinden kurtarıp memlekete daha faydalı hale getirmek için hem diyanetin, hem devletin, hem de halkın üzerine düşen görevler olduğunu düşünüyorum. Bunları dışlamak, kapının önüne koymak zaten merdiven altı çalışan bu yapı mensuplarını iyice izbe ve bodrum katlara indirmiş oluruz. Gittikçe marjinalleşecek bu üyelerin elinden tutulmazsa 'İmam' adı verilen büyükleri tarafından yeniden farklı amaçla kullanılmaları söz konusu olabilecektir. Diyeceğim suç örgütünün içinde pasif bir şekilde bulunmuş bu insanları yeniden topluma kazandırmak gerek. Yukarıda yaptığı hareket bir ihanet olan sahabi Hatib örneğini verdim. Peygamber Hatib'i cezalandırma yoluna gitmiş olsaydı belki de Hatib tamamen kaybedilebilecekti.

İnşallah! Bu FETÖ örgütünden ülkemiz tamamen kurtulur, tedbir amaçlı açığa alınanlardan masum olanlar yeniden görevlerine döner. Hala açığa alınmayan kripto olanların tespiti için yerinde gerekli çalışmalar yapılmalıdır. Yapının ibadet-ticaret ve ihanet kısımlarıyla ilgili yapılanmayı çözmek için bu yapının içerisinde bulunmuş, pişmanlık duyanlardan itiraflar alınmalıdır. Böylesi yapıların bir daha bu ülkede yetişip gelişmemesi için hem din alanında güzel bir eğitim, bürokraside liyakat, eğitim ve öğretimin içinin doldurulması, üniversite öğrencilerinin barınma ve iaşeleri için gerekli imkanların sağlanması gibi hususlarda iyileştirmeler yapılmalıdır. 16/08/2016

* 03/09/2016 günü Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır.

16 Ağustos 2016 Salı

İtiraf ediyorum: Darbeyi ben yaptım*

15 Temmuz darbe girişimi yapıldı. Orta yerde stratejik öneme sahip binalar  bombalanmış, 240 civarında insanımız can vermiş, iki binin üzerinde gazimiz var. Ülke neredeyse bir savaştan çıkmış. Cinnet halinden sonra bir ay geçmiş, devlet hâlâ yaraları sarmaya devam ediyor. Bir sarmaşığın büyümesi gibi içimizde dal-budak salmış, kökü bizde, beyni dışarıda olan maşa bir ihanet şebekesi harekete geçip memleketi yerle bir etti. Orta yerde suç unsurları ve aletleri var. Fakat suçlu yok orta yerde. Ne kadar suça karışmış üst aklın elebaşı maşası varsa soluğu yurt dışında aldı. Bize kala kala: " Ben, bana verilen görevi yerine getirdim..." diyenler kaldı.

Mübarekler! Her zamanki gibi yine ağzınızdan bal damlıyor. Hepiniz  sütten çıkmış ak kaşık gibisiniz… Madem darbede yoksunuz, o zaman yurt dışına niye tüydünüz? Nerede o kendisini “siyaset bilimci olarak tanıtan, halkın evlerine sinip dışarı çıkamayacağını, darbeden sonra iktidar parti üyesi 5-6 milyon kişinin mal varlığına el koymak suretiyle ekonominin düze çıkarılabileceğini ve bu süreçte kendisinin albay olsaymış daha fazla faydalı olabileceğini” söyleyen aklı evvel. Siyaset biliminin ‘S’sinden dahi anlamayan, kendisine verilecek iki koyunu dahi güdemeyen bu Prof. unvanlı mahluk o diplomayı nasıl aldı acaba? Olsa olsa böylelerine diploma düzenlenmiştir. Başka da olamaz zaten. Bu adamdan ne siyaset bilimci, ne asker, ne ekonomist, ne psikolog ne de sosyolog olur... Darbeyi mizansen ve tiyatro olarak lanse etmeye çalışan maşanın başı ise, “Darbeyi kendisinin yaptığına bir delil bile getirseler cezasını çekmek için ülkeye gelirim” açıklaması yapıyor. Senin olman zaten mümkün değil muhterem! Sen ağzı dualı birisin. Darbe ile siyaset ile senin ne işin olur? Sen ki Cebrail’in kuracağı partiye bile katılmayacağını deklare ederek bir meleğe meydan okumuş birisin. Hal böyle iken senin bu tarakta ne bezin olabilir? Üstelik darbeye kalkışanları tanımıyorsun bile. Zaten sen hasta bir adamsın. Nice zamandır hastalığından dolayı memleketine gelememiş birisin. Üstelik peygamber de sürekli rüyana gelerek rahat uyumana da imkan vermiyor. Olsa olsa sana atılmış bir iftira olur bu... Darbenin bir numaralı sanığı diye iftira atılan bir İlahiyatçı kardeşimiz de tevafuk bu ya. O gün getirisi fazla diye darbe merkezine tarla satın almaya gelmiş. Adamın bütün suçu bu. Halbuki ne kadar masumane bir istek. Adam tarla alamaz mı? Tam da bizim muhteremin tarla alasının geldiği gün darbe olmuşsa adamın suçu ne? Zenginin parası züğürdün çenesini yorarmış. Adam da para varsa alacak. Anayasamızda mülkiyet edinme diye bir hak var. Ne zaman alacağını size mi soracak. Belki de eğitim aşığı bu adam, aldığı tarlaya hizmet olsun diye bir okul yaptıracaktı. Bereket hakimler, anlayışlı birileri çıktı da savcının çırpınışına aldırmadı. Yoksa masum bir can yanacaktı...

Bereket bu darbenin arkasında ne NATO, ne CİA, ne MI6, ne de  ‘Hizmet hareketi’ var. Dünyaya barış ve hoşgörüden başka bir şey vadetmeyen ‘Mahşerin bu dört atlısının’ ne işi var böyle kirli işlerle? Hükümet ve millet yine suçu örtmek için suçluyu başka yerlerde arayıp hedef saptırmaya çalışıyor. Halbuki itiraf ediyorum bu darbeyi ben yaptım. Bir defa o günlerde ben de bir arsa alma peşindeydim. Bizim Öksüz, Akıncı üssünde arıyor arsayı bense Çarıklar’da. O da ilahiyatçı ben de. O da Allah-peygamber anlatıyor, ben de. Hiç kusura bakmayın. Yine yanlış yerlerde arıyorsunuz faili. Bırakın adamlar ‘Hizmet’ etmeye devam etsinler. Sonra inanıyor musunuz maşalığa özenenler, her girdikleri makamda sadece emir subaylığına, yaverliğe soyunanlar hiç birinci adam olamazlar, sadece emir alırlar. Emir alanlar darbe falan beceremezler. Bırakın, devletin tüm kurumlarının % 90’ının onlardan olmasını. % 100’ü de onlardan olsa yine beceremezler. Onlar tıpkı II. Mahmut’un eline bir çuval ve bir kürek vererek hazinenin içine götürüp “Küreği daldır, çuvala altın doldur” diyen fakir insanın durumuna benzer. Adam küreği daldırır, kaldırınca altınların hepsi dökülür. Çünkü küreği ters daldırmıştır. Bu durumu gören padişah: “Vermeyince Ma’bûd, ne yapsın Kel Mahmut” der.


Hasılı adına ‘Hizmet Hareketi’ dedikleri bu grup  tıpkı bu adam gibi çoğu şeyi ağızlarına ve yüzlerine bulaştırdı. Başkasının emrinde, onlara hizmet etmeye kendini adamış, aklını kullanmayan emir erleri darbe falan yapamaz. Boşu boşuna darbeyi siz yaptınız diye peşlerine düşmeyin. Gelin ben buradayım. Çünkü darbeyi ben yaptım.  16/08/2016
*24/08/2016 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde, 22/08/2016 tarihinde Ladik.biz  sayfasında yayımlanmıştır.

15 Ağustos 2016 Pazartesi

Biraz omurgalı olun!..**

15 Temmuz 2016 akşamına gelinceye kadar bu millet hiç kimseye vermediği kadar imkan sundu size. Maddi ve manevi olarak besledi sizi. Sonunda semizlendiniz, güçlendiniz. Sonunda ilk işiniz tıpkı karga gibi yediğiniz kaba işediniz, pardon pislediniz. Hem de kokusu hiç gitmeyecek şekilde. Bir atasözümüzü daha haklı çıkardınız: "Besle kargayı, oysun gözünü." Size ne kadar teşekkür etsek azdır.

Haydi biz size güvendik ya da gaflet uykusuna büründük. Bu zaman zarfında hep sureti haktan görünerek devletin tüm hücrelerine yuvalandınız. Yaptıklarınıza kanarak devletin ve milletin tüm imkanlarına ve makamlarına yerleştiniz. Bir devletin en önemli kurumları diyebileceğimiz adliye, emniyet, mülkiye, maarif gibi yerlerde kadrolaştınız. Bir nevi devlet içinde devlet oldunuz.

Casusluk konusunda CİA, KGB, MOSSAD, MİT asla elinize su dökemez. Neredeyse milletin tamamını dinlediniz. Devletin en mahrem bilgilerini elde ettiniz. Hele  oluşturduğunuz tapeleri piyasaya sürerek "Casusluk yapmayın, başkasının kusurlarını araştırmayın" ayetine meydan okurcasına gizli bilgileri piyasaya sürdünüz. Var mı bize yan bakan noktasına geldiniz. Allah'tan bir göz istediniz. Allah  verdi size iki göz. Bu duruma ne kadar şükür etseniz az.

Ne zaman ki Türkiye Cumhuriyetini yöneten kişi: "One minute, dünya beşten büyüktür..." diyerek dünyayı yöneten emperyalistlerin bize biçtiği rolden farklı bağımsız hareket etmeye başladı. Dış güçlerin nezdinde kalemi kırıldı. Çünkü mide bulandırıyordu. Yok edilmesi gerekiyordu. İhale kime verilmeliydi? 40 yıldır içimizde beslenen ve kadrolaşan olarak sizden iyisi bulunamazdı. Zaten gücünüze diyecek yoktu. Size dokunan, önünüze çıkan herkese haddini bildirmiştiniz. İstediğiniz kişi hakkında iddianame hazırlatarak kodese tıktınız. Ergenekon, Balyoz, Casusluk davası adı altında yerleşemediğiniz yerlere de yerleştiniz. MİT Müsteşarını ifadeye çağırma, MİT tırlarına operasyon düzenleme, 17-25 Aralık yargı darbesi... gibi konularda gücünüzün karşısında herkesi yola getirmeye çalıştınız.

Yaptığınız her operasyonda tam başarıya ulaşamasanız da hep algı oluşturup halkın kafasını karıştırarak insanları kutuplaştırdınız. Fakat başaramasanız da üst aklınız sizden vazgeçmedi. Son öldürücü vuruşu yapmak için yine görevlendirildiniz. 15 Temmuz'da bir cinnet hali göstererek bir devleti yok etmek için yola çıktınız. Hedefinize ulaşmada önünüze çıkacak herkesi yok etmek için milletin üzerine tankla, tüfekle, uçakla çıktınız. Çünkü efendileriniz size kızmaya başlamıştı. He şeyi elinize yüzünüze bulaştırmıştınız. Bu size verilen son şans idi. O kadar beceriksizmişsiniz ki... O kadar kadro, teknolojik imkan… elinizde iken yine başarılı olamadınız. Hele şükür! İç savaş çıkarma niyetli darbeniz milletin destansı mücadelesiyle bertaraf edilmiştir.

Siz ne yaptınız? Başarılı olamayınca ne kadar elebaşınız varsa soluğu dışarıda yani yurt dışında aldı. Kaçıp gittiniz yani. İnsanda biraz omurga olur? Sizin kadar ödleğini de bu dünya yine görmedi. Madem davanız hak dava... Niye kaçıyorsunuz? Ergenekon ve Balyoz davalarında içeri atmadığınız asker kalmadı. Hangisi kaçtı bunlardan? Hatta yurt dışında görevli olanları bile görevlerini bırakarak gelip teslim oldular. Ya siz? Darbede bir numaranız bile hakim ve savcının yüzüne bakarak "Tarla satın almaya geldim" diyerek yalan söyleyebildi.

Tarih sizin kadar yalancısını, takiyyecisini, hırsızını, gözü dönmüşünü, sinsisini, hainini, korkak ve ödleğini görmedi. İnsan sıkılır.  Yalandan, dolandan ve insanları öldürmekten dolayı Allah'tan korkunuz yok, bari kullarından utanın. Gerçi utanma insani bir durumdur. İmanın bir parçasıdır. Nerede sizde o insani özellik. Bir defa maşalarda onur olmaz, Bakmayın efendi gibi göründüğünüze. Yahu biriniz çıkıp da "Biz bu haltı yedik. Çünkü emir eriydik, mecburduk, fakat başaramadık" desin. "Bu başkan durduğu müddetçe bize hayat hakkı yok, onu yok edecektik, yine saltanatımıza devam edecektik, ama olmadı" desin. Hiç mi içinizde onurlu olanınız yok. Yahu ben sizin kadar omurgasızını görmedim.

Elinize geçirdiğiniz her türlü imkanı davanız(!) uğruna harcamaya devam edin. Allah zalime de mühlet verir. Siz bunu Allah’ın size verdiği bir nimet olarak görmeye devam edin. İhanetinizle baş başa kalın. Rabbim size beterini göstersin. 

Yurt dışına kaçıp giden hainler! Hani tarihte bir millet var. Allah’ın lanetine uğramış bir millet. Yüzyıllardır memleketsiz kaldılar. Gittikleri hiçbir devlet onları kabul etmedi. Yeryüzünde rezil ve sefil olarak dolaşıp durdular. İngilizlerin himayesiyle kurdukları devlet de bile hala huzur bulamadılar. İnşallah onlardan beter olursunuz. Ayağınızı basacak bir toprak parçası bulamayasınız. 15/08/2016

28/08/2016 tarihinde Kahta Söz gazetesinde yayımlanmıştır.

14 Ağustos 2016 Pazar

PKK ve FETÖ

1974 yılında kurulan PKK'nın ilk kanlı eylemini Türkiye, 1984 yılında Eruh'da  gördü. 32 yıldır bu terör örgütü nice canları yaktı, hala da ocaklar söndürmeye devam ediyor. Devletin yaptığı mücadeleyle azalacağı yerde kartopu gibi büyümeye devam ediyor bu kanlı örgüt. İşin garibi bu terör örgütüyle mücadelede inisiyatif hep bu örgütte oldu. O silah bıraktıysa devlet de bıraktı, silaha sarıldıysa devlet de silaha sarıldı. Ne siyaseten bir başarı ortaya çıktı ne de  -övündüğümüz ordumuza rağmen- askeri başarı elde edebildik…

Biz yönetim merkezi Kandil olan dış merkezli maşa bir örgütle yıllar yılı uğraşırken 35-40 yıldır içimizde eğitim ve dini yapılanma olarak görünen bir yapının 15 Temmuz 2016'da görünen ilk kanlı-darbe girişimine şahit olduk.  Şimdi devlet ve millet olarak devletin tüm hücrelerine girerek gizlenmiş bu terör örgütünün nasıl biri olduğunu çözümlemeye çalışıyoruz.  PKK'ya rahmet okutan sureti haktan görünen bu sinsi örgütü çözmede bakalım başarılı olabilecek miyiz?

Günümüzden geçmişe bir göz gezdirdiğimizde  hem PKK'nın hem de FETÖ'nün "Made in USA" destekli olarak  -adı bize ait- MİT tarafından kurdurulduğudur. PKK liderinin eski eşinin bir MİT elemanının kızı olması bu örgütün kuruluşu hakkında bilgi vermektedir. Bir zamanlar FETÖ liderinin sağ kolu olduğunu söyleyen Latif ERDOĞAN:  “1971 yılında GÜLEN, Ankara'da MİT başkanı Fuat DOĞU, Diyanet İşleri Başkan Yardımcısı Yaşar TUNAGÖR ve Vehbi KOÇ ile birlikte  Ankara'da bir yemekli toplantıda   bir araya geldiklerini” anlatmaktadır. Buradan bu iki hareketin de MİT tarafından kurdurulduğunu söyleyebiliriz. 80'den önce kurdurulan bu iki örgütün -Amerika'nın "Bizim çocuklar yönetime el koydu" dediği- 80 ihtilaliyle birlikte  neşvünema bulduğunu görüyoruz. Bildiğiniz gibi emir-komuta zinciriyle yaptırılan bu darbe sonucunda 3 yıl boyunca devlet yeniden yapılandırıldı: Hala değiştiremediğimiz Anayasamız bile o zamanın mahsulüdür.

İhtilal ile birlikte Diyarbakır hapishanesinde yapılan işkencelerden ölmeyenler soluğu dağda aldı. Yine ihtilalin lise ve üniversitelerde başlattığı kılık-kıyafet düzenlemesi ve kamusal hayat dayatması, dini bir yapılanma olarak görünen GÜLEN'in kucağına itti mütedeyyin insanları. Biraz tanıyorsak Amerika hiçbir zaman tek ata oynamaz. Mutlaka birden fazla ata oynar. Sanki PKK'ya: "Sen eline silah alıp Türkiye'yi yıkmak için dağları mesken edineceksin." FETÖ'ye de: "Sen de, eline kalem alıp şehirleri, eğitim yuvalarını karargah edineceksin" denmiş. Yani "Biriniz dağda, diğeriniz şehirde terörist-eşkiya olacaksınız. Türkiye'ye nefes aldırmayacaksınız,  burnundan fitil fitil getireceksiniz" demektir bunun Amerikancası.  Sağ olsun  sömürgecimiz: "İşkenceye dayanamıyorsan dağ yapılanmamıza git, dinini istediğin gibi yaşayamıyorsan şehir yapılanmamıza gir" şeklinde bir seçenek de sunmuş. Biz devlet ve millet olarak 32 yıldır  emperyalizmin dağda PKK elbisesi giymiş eli silah tutan teröristlerine  bakarken eğitim ve hoşgörü görünümlü eli kalem tutanların devletin hücrelerinde yuvalanmasını es geçmişiz. Devletiyle ve milletiyle uyumuş ve bir gaflet halini yaşamışız maalesef. Burada uyumayan tek kişi emperyalizmin içimizdeki temsilcisi derin devlet yapısıdır. Tırnağıyla toprak kazarcasına 35-40 yıldır içimize piyonlarını yerleştirmiş.

Dünyanın en güçlü ordusu bizde ise PKK ile mücadelede niçin başarılı olamıyoruz diye düşünürken FETÖ darbesine karışmış subay ve askerlerin Kandil'e sığındığı haberleri ile kafamızdaki sorular cevabını buldu maalesef. Güneydoğu'da biz olmazsak PKK gelir diyen hizmet görünümlü  yapı elemanları şimdi gerçek evini bulmuş oldu yıllardır mücadele ettikleri PKK'nın karargahına giderek.

Elhasıl PKK ve FETÖ emperyalizmin içimize yerleştirdiği birbirine düşman gibi görünen  ikiz kardeşleridir. Birbirine benzemediklerine bakmayın. Bunlar çift yumurta ikizidir. Biri dağları mesken edinmiş, diğeri şehirleri. İkisinin de hedefi üst aklın maşası olarak Türkiye'ye diz çöktürmek...
 14/08/2016