31 Aralık 2015 Perşembe
Sana Arzımdır
Karaman yolcusu kalmasın
20/09/1986 gününün akşamı Ankara’dan 23.00 gibi Konya Otogarına indim.
Karasınır’a gitmem gerekiyor. Ankara yol arkadaşım, “Bu akşam bizde yatalım, yarın gidersin gündüz gözüyle” dediyse de köyde oturan biri olarak gece de olsa köye gidilebileceğini göstermek ve kendisine yük olmamak için “ Karaman otobüslerine binip yol ayrımında inerim, geriye 10 km kalır. Hiçbir vasıta gelmese de petrole gider. Petroldekilerle birlikte köyüme giderim” dedim.
Vedalaştık. Bilet almak için bir firmaya gittim. “Gece 23.00’de otobüs var. Sen otobüse bin. Bileti yolda keseriz” dediler. Gideceğim otobüsü buldum, en arkaya oturdum. Sonra bir şeyler almak için büfeye uğradım. Vakit de gelmişti. Hareket etmek üzere olan otobüse binip yine en arkaya oturdum.
“Sayın kaptan ve yolcular hayırlı yolculuklar diler” anonsuyla birlikte otobüsümüz hareket etti. Ben bir taraftan elimdeki bisküviden atıştırıyorum, bir taraftan da otobüsün Karaman yoluna dönmesini bekliyorum. Otobüs bir türlü Karaman tarafına dönmedi nedense.
Baktım muavin arkaya doğru geliyor ve bana bakıyor.
-Muavin bu otobüs nereye gidiyor böyle?
-Ankara’ya
-Durdur arabayı.
-Niye?
-Ben Karaman’a gidecektim.
-Yolda seni kimse almaz. Konya’nın dışına çıktık. Ankara’ya git, geri gel.
-Ben daha yeni Ankara’dan geldim. Ne işim var orada tekrar.
-Tümoson Motor Fabrikasının oralardayız. Gece gece seni kimse almaz.
-Olsun indir.
“O zaman günah benden gitti, sen bilirsin” dedi. İndirdi.
Ortalık gecenin zifiri karanlığı. Ta uzaklardan elektrik lambalarının ışıkları görünüyor. Gecenin ayazı çıkmış, bir taraftan esiyor, bir taraftan da üşümeye başladım. Kambersiz düğün olmaz misali köpek havlamaları da ayrı bir hava katıyordu geceye. Korku , endişe ve tedirginlikle ayrılmaz ikili olmuştuk. Az bekledim. Arabalar, otobüsler vızır vızır geçiyor. Kaldırdım sağ elimi bir daha inmeyecek şekilde, gelen arabalara el kaldırıyorum. Ama nafile. Muavinin dediği gibi kimse durmadı. Arabalar durmadıkça içimden ‘ Hah gördün gününü, Ankara’ya gitseydin bundan iyiydi. Bu gidişle alan olmayacak, sabaha kadar ya donacaksın soğuktan, ya da sesleri iyice yaklaşmakta olan köpeklere yem olacaksın.” Şeklinde kötü düşünceler geçirirken bir taraftan da bildiğim tüm duaları okumaya devam ediyordum.
O da ne bir ticari taksi, geri geri geldi, önümde durdu. Baktım kendisine “Haydi bin” dedi. Hemen bindim. “Kardeş nasıl durdun, niye durdun” dedim. “Seni geçtikten sonra fark ettim” dedi. Başımdan geçeni anlattım. “Ben de otogarda taksicilik yapıyorum, götüreyim seni “ dedi. Gökte aradığım adamı yerde bulmuştum. Bir taraftan sevinirken diğer taraftan da içimde bir sıkıntı. Çünkü ilk defa bir ticari taksiye binmiştim. Acaba benden ne kadar alırdı diye. İnince ücret teklif ettim. “Ben zaten oraya gidiyorum” dedi. Sağolsun, ücret de almadı. Otogara kadar getirdi beni.
Pes etmek yok. Hedef Karaman otobüslerine binmek. Aldım saat 00.00’a bir bilet. Karaman’a 50 km kala, Karasınır kavşağında indim. Karşıdaki petrole girdim. Karasınır’a giden olur mu dedim. Biz gece 03.00’de gideriz, seni götürelim dediler. Onlar çalıştı, ben bekledim gecenin 03.00’ünü. Saat 03.5 gibi evime girdim.
Gördünüz mü azmin zaferini. Planımda az bir aksama oldu ama olsun o kadar…
Konya Yolcusu Kalmasın!
30 Aralık 2015 Çarşamba
Hediyenin böylesi
1988 yılında belde dışından bir minibüs içerisinde 15 okul arkadaşım düğünüme geldi. Hediye falan yoktu ellerinde, ne bir tepsi ne de borcam. Nereden getireceklerdi. Hepsi öğrenciydi tıpkı benim gibi. Dolmuşu da kaç paraya kiraladılar, kim bilir?
Düğün bitti misafirleri uğurladık. Ablam beni yanına çağırdı. “Gardaşım, arkadaşların sana hediye getirmişler. Bana verdiler. Bu paketi sadece Ramazan Abi açsın, sana güveniyoruz abla.” Dediler. “Ben de açmadım. Al gardaşım hediyeni. Sallayınca tıngır tıngır ses yapıyor. Sanki bilezik gibi. Haydi aç” dedi.
Özenle paketlenmiş üzerinde kırmızı kurdelası olan paketi açmaya başladım. Açmaya çalıştıkça heyecanım arttı. Ablam da içinden çıkacak bileziği bekliyordu. Sonunda açtım. İçinden ne çıksa beğenirsiniz. Isırılmış koca bir ayva. Ablam ayvayı görünce “Gardaşım bu ne demek” dedi. “Oğlum Ramazan, Sen ayvayı yedin demektir” dedim.
Sonra o arkadaşların her biri teker teker evlendi. Benden hiç hediye beklemediler. Tek istedikleri kendilerine bir şey yapmamamdı. Ben de bir şey yapmadım kendilerine, sadece siz görürsünüz gününüzü demem kendilerine yetti de arttı bile.
Sonra o arkadaşlar aylar sonra evimi ziyarete geldiler. Şu odada ne var, bu odada ne var diye ahiret soruları sordular. Nice sonra niye sorduklarını anladım. Bir araya gelip güzel bir hediye almışlar, sağolsunlar.
Bana hatıra olarak aldıkları özene bezene paketlettirdikleri ısırılmış ayva kaldı.
Öyle içimde kalmış ki, bugünkü ayva ikramı beni 27 yıl öncesine götürdü. Ayvayı hangisi mi ısırmış. Onu da tespit ettim kolayca. Hepsinin ağız yapısını gözümün önüne getirdim. Ağzı en büyük olanı tespit edince işin faili de ortaya çıktı. O koca ayvayı ancak o ısırabilirdi. Ülkemizdeki faili meçhuller gibi kim vurduya gitmedi yani.
Siz böyle düğün hediyesi gördünüz mü? Görmediyseniz görün işte: Isırılmış ayva.
30/12/2015
“Anamı karıştırmayın”*
Telefon hattı almak/değiştirmek için bir GSM operatörüne gitseniz, hesap açtırmak için bir bankaya gitseniz size sordukları soruların içerisinde değişmeyen tek soru anamızın kızlık soyadı.
Her sorduklarında bir öğretim görevlisi aklıma gelir. 80’li yıllarda bir öğretim görevlisi mezun olacak son sınıf öğrencilerin Hadis dersine girer. Bazı öğrencilerin vize/finali iyi geçmez. Kendileri için hayat-memat meselesidir. Kimi evli, kimi evlenecek, hepsi öğretmen olmak için diploma almaları gerekiyor. Ne kadar durumlarını anlattılar da geçer not alma konusunda hocalarını ikna edemezler. Kara kara düşünürken akıllarına hocanın annesi gelir. Gençler üşenmezler, hocanın evini öğrenip annesiyle görüşmeye ve durumlarını anlatmaya karar verirler. Hoca evde yokken teyzeye misafir olurlar: “ Teyze, biz oğlunun talebeleriyiz. Dersinden kalacağız. Çoğumuz Konya dışından gelen ve kirada oturan, kira parasını kıt-kanaat denkleştiren öğrencileriz. Eğer kalırsak okul uzayacak, diploma alamayacağız “ şeklinde durumlarını anlatırlar. Teyze, çocukların durumuna üzülür. “Siz o işi bana bırakın” diyerek misafirleri uğurlar. Akşam oğlu eve gelir. Anne, “Oğlum! Şu, şu, şu isimli çocukları dersinden geçireceksin. Ben onlara söz verdim.” Der. Hoca; “Ana durum bildiğin gibi değil, bu dediklerinin dersleri zayıf çalışmadılar. Onları geçiremem.” Şeklinde cevap verdiyse de Annesinin, “ Eğer geçirmezsen analık hakkımı ve emzirdiğim sütümü helal etmem, bak...” tehdidi karşısında kara kara düşünme sırası hocaya geçer. Ertesi gün okula gider. Odasına bahsi geçen öğrencileri çağırır. Onlara: “ Oğlum, anamı niye karıştırdınız bu işe. Bir daha anamı karıştırmayın.” Diyerek bir çift söz söyler. Olayın sonunda öğrenciler mezun oldu mu bilmem. Kuvvetle muhtemel geçer not vermiştir öğretim görevlisi.
Güvenlik amaçlı anamın kızlık soyadı sorulduğunda bu olmuş olay aklıma gelir. Bazen “Anamı karıştırmayın” dediğim de olur. Anlayacağınız banka, telefon vb yerlerde güvenliğimiz, anamızın kızlık soyadına bağlı. Soru hiç değişmiyor: “Annenizin kızlık soyadı nedir?” Ama haklarını yemeyelim. Soruyu biraz geliştirmişler: “Annenizin kızlık soyadının 2. ve 4. harfleri nedir?” diye. MEB’in öğrencilerin giriş yaptığı e-okul sistemi bu firmaların güvenliğinden daha güvenli. E-okul'a giriş yapmak için öğrenci TC'si, numarası ile işleme başlanır. Ardından bir kaç tane fotoğraf gösterir. Öğrenci seçilir. Ardından farklı farklı sorular sorulur. Bazen; doğum yeri, bazen; nüfusa kayıtlı olduğu ilçe vb.. Yanlış cevap verdiğinde sistem kapanır. Tekrar giriş yaptığında soruları değiştirir. Amacım annenin kızlık soyadını soran kurum ve kuruluşları eleştirmek değil. Fakat sorular değiştirilmeli artık. Çünkü bizim adımıza iş yapacak sahtekarın ilk öğreneceği annemizin kızlık soyadıdır.
Hasılı diyeceğim; annemizin evlenmeden önceki soyadı her kapıyı açıyor. Güvenliğimiz ona bağlı. Biz güvenliği ne kadar artırırsak artıralım başkasının sırtından geçinen asalaklar, başkasını dolandıranlar azalacağı yerde artış göstermekte. Öyle dolandırma teknikleri geliştiriyorlar ki, “Ben kanmam” diyen nice ‘külyutmazları’ bile oltalarına getiriyorlar. Özellikle telefonla dolandırılma had safhada. Yetkililer sürekli uyarsalar da bazen insanın basireti bağlanıyor anlaşılan.
O zaman ne yapalım? Güvenlik amaçlı sorular sorulmaya devam etsin. Fakat beylik sorular yerine zor sorular tespit edilsin. İnsanlarımızı dolandıran alın teri düşmanı asalak tip ve çetelerin de yetkililer hakından gelsin. Onlara hadlerini bildirsin. Bu masum Anadolu halkı daha fazla kaldırılmasın. Özellikle bilişim suçları bu şekilde giderse başımızı ağrıtacağa, anaları daha çok ağlatacağa benziyor.
Dolandırıcılığın önüne geçmek ve dolandırıcıları kıskıvrak yakalamak için oluşturacağımız ekibin içerisinde biraz da yüksek maaşlı, prim usulü çalışacak dolandırıcı görevlendirelim. Bu işe ilk önce böyle başlayalım. Ardından eğitim sistemimizde çocuklarımıza öğretimden ziyade eğitim verelim.
Güvenliğinizi nasıl çözümlerseniz çözün. Ama lütfen, anamı ve kızlık soyadını karıştırmayın, olmaz mı?
* 30/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.
27 Aralık 2015 Pazar
Şamar oğlanları*
Hikayeyi duymuş olmalısınız. Ormanın kralı aslan, günlük içtima yaparmış. İçtimaya gelen tavşanı her gün dövermiş; nerede senin kravatın diye. Bu dayak atma her gün devam edermiş.
Aslanın yardımcıları “Efendim, hep aynı gerekçe ile dövüyorsunuz. Artık başka bir gerekçe bulsanız dövmek için olmaz mı?” demişler. Aslan, “Yarın gelince sigara almaya gönderelim” demiş. “Efendim, iyi de sigara yüzünden nasıl döveceksiniz” dediklerinde aslan, “ Parayı veririz, sigara al gel diye. Filtreli alırsa niçin filtresiz almadın der döveriz. Filtresiz getirirse niçin filtreli almadın der, döveriz” demiş. Ertesi gün tavşan gelince, “Gel buraya. Al şu parayı. Git bir paket sigara al gel” demiş. Tavşan parayı alıp giderken geriye dönüp; “Efendim, sigaranız filtreli mi olacak, yoksa filtresiz mi” deyince aslan yanına çağırmış. “Gel lan buraya. Nerede senin kravatın” diyerek yine tavşanı dövmeye devam etmiş.
Konuyu öğretmen ve doktorlara getirmek istiyorum. Gün geçmiyor ki, görev başındayken bir doktor, hasta yakınları tarafından darp edilmemiş olsun. Yine bir eğitimci öğrenci velileri tarafından dövülmemiş olsun.
Niçin bu iki kesim diğer meslek gruplarına göre daha fazla şiddete maruz kalıyorlar? Hiç düşündük mü? Hiç bir yerde, hiç bir kesime yapamadığımız efelenmeyi bunlara yapıyoruz? Her bir şiddet olayının sebep ve nedenleri farklı olabilir. Sebebi ne olursa olsun; ister haklı, ister haksız. Hiçbir neden şiddeti meşru kılmaz. Şiddet uygulayanların geçmiş yaşantısını dile getirmek lazım. Şiddete, ancak maruz kalanlar başvurur. Kimi şiddet görmüştür, kimi şiddet görene şahit olmuştur. O esnada dayak ve şiddetten nefret ederiz. Bunlar hep bilinçaltımıza işler. Hatta “Ben asla ileride kimseyi dövmeyeceğim” bile deriz. Fakat elimize geçen ilk fırsatta başvurduğumuz yöntem o nefret ettiğimiz şeydir. Bizim durumumuz, efendisinin zulmünden usanıp “Hürriyetime bir kavuşsam diye çaba sarf eden kölenin durumuna benzer. Azat olmayı bekleyen kölenin en büyük hayali: Bir köle edinmekmiş.
Kendimize veya bir başkasına yapılanlar bilinçaltımıza işliyor demiştim yukarıda. Bence bütün mesele burada yatıyor. Dövüle dövüle dövmeyi öğreniyoruz. İncine incine incitmeyi öğreniyoruz. Adana’da görev yaparken bir meslektaşım anlatmıştı: İsveç’te (ya da İsviçre) görev yapan bir Türk, İsveçli arkadaşlarıyla birlikte ormana avlanmaya gider. Acıkınca ormanın içerisinde avcılar için yapılmış bir kulübeye girerler karınlarını doyurmak için. Karınlarını doyurup kapıyı örtüp çıkarlar. Fakat kilitlemezler. Türk, “Bu kulübenin kilidi yok.” deyince, Yerliler; “Doğru yok.” diyorlar. Bizim ki; “ Çalarlar efendim” cevabı verir. “Doğru çalarlar, ama bu çalma nereden aklına geldi.”
İşte bütün mesele; “Çalarlar” da. Sahi bizim Türk’ün nereden aklına geldi bu çalma işi. Türk, geçmişte ya çalmıştır. Ya çalanı görmüştür. Ya da ev ya da işyeri soyulmuştur.
Bizim toplumun ekserisi dayakla yoğrulmuştur maalesef. Okulda, işyerinde, askerde, sokakta ya dayak yiyeni görmüş, ya da dayak yemiştir. Hiç birini görmesek de gazetelerin 3.sayfaları bile bu konudaki kültürümüzü geliştirmek için yeterli.
Zaman zaman kadınlar şiddete maruz kalıyor diye dert yanarız. Bu ülkede kadının şiddetinden ziyade insanlık problemimiz var. Hepimiz güç denemesi yaparız. Zayıfımızı ezmeye çalışırız. Koca eşini, kadın çocuğunu, öğretmen öğrencisini, çavuş erlerini vs zincirleme döver de döver. Medenice tartışmayı beceremeyiz. Az kelime hazinemizle hemen tıkanır kalırız. Eksikliğimizi de şiddetle çözmeye çalışırız. Dün çivi idik. Durmadan çekiçlenirdik. Bugün çekiç olunca başkasını özellikle sahipsizleri çivi gibi görmeye başlıyoruz.
Öğretmen ve hekimler kamu adına, kamu önünde hizmet yapıyorlar. Sahipleri de yok maalesef. Şiddet uygulayanı şikayet edince mağdurdan önce ifadesi alınarak dayakçımız elini kolunu sallayarak çıkıp gidiyor. Bu bir kültür meselesi biliyorum. Şiddet bizim genlerimize işlemiş. En azından şiddet uygulayanlara caydırıcı cezalar ve bazı mahrumiyetler verilerek işe başlanabilir.
Şunu herkes bilmeli ki, işine kendini veremeyen, hata yaparsam şiddete uğrarım endişesi taşıyan bir hekim, sağlıklı teşhis koyamaz. Bir eğitimci de her şeyden el etek çeker. Olan da çocuklarımıza olur.
Eskiden doktorların odasına girip derdimizi anlatamazdık. Öğretmeni görünce yollarımızı değiştirirdik. Şimdi bu kesim hasta görmemek ve veli görmemek için yolunu değiştirir oldu. Bu durum da aşırıydı. Şimdiki muamele de. Hiç orta yolu bulamayacak mıyız biz?
Bir söz de bazı basın ve medyaya: Her şiddete uğrayan doktor ve eğitimciyi haber yapmayın. Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmeyin. Gölge etmeyin. Ne olur?
el-Emin Olmak*
Başlarken*
İnsan hakları günü (mü?)*
2001 yılında Adana'da bir lisede görev yaparken okulum beni, -içeriğini bilmediğim- bir konferansa gitmem için görevlendirdi. Konferansı dinledim. Konferans Köy Enstitülerinin açılışının 60. yıl dönümü üzerine deruhte edilmişti.
Zorunlu olarak dinlediğim konferans esnasında kendi kendime " Acaba bu okullar yeniden mi açıldı" diye sordum. Biliyorsunuz, bu okullar 1940 yılında açılmış, 1954 yılında da kapatılmıştı. Garibime giden kapatılan okulların açılış yıldönümü niçin kutlanırdı? Nihayet anladım 14 yıl sonra olsa da.
İş dönüşü sanal aleme bir göz attım. "10 Aralık İnsan Hakları günü münasebetiyle yayınlanan mesajlar, yapılan basın açıklamaları dikkatimi çekti. Bu haber kapatılan Köy Enstitülerinin 61.yıl kuruluş yıldönümüne ne kadar benziyordu. Biz doğuştan gelen, en doğal insanî hak olan yaşama hakkımızı çoktan kaybetmiştik. Dünya 5 büyüğün elinde maymuna dönmüş bir durumda. Aklı selim biri, "Dünya 5'den büyük" derken 5'li çete, "Hayır, 5 dünyadan büyüktür" diyerek dünyayı kana bulamaya devam ediyor. Sayelerinde iki dünya savaşı görmüş dünyaya 3.sünü armağan etmek için uğraşıyorlar. Hiçbir gün geçmiyor ki Ortadoğu başta olmak üzere Dünyanın kahir ekseriyetinde kan akmamış olsun. Kabil'in bireysel katli, toplumsal katliama dönüştü. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen sessiz güdümlü ülkelerin bakışları arasında. Ne kadar da alıştık teröre, katliama, canlı bombaya, bombalamaya, savaşa, ölüme, öldürmeye. Kim, kimi, niçin öldürdüğünü bilmeden taşeronlar, ekmeğine yağ sürüyor "5 büyüktür" diyenlerin.
Bir tarafta hayata merhaba diyenler, diğer tarafta hayata elveda diyenler...O kadar alıştık ki kana. Olmadığı zaman şaşıracağız nereye gidiyor bu dünya diye. Tek kişi kalmış bu canavar kansız yaşayamaz. Yaşaması, gelişmesi kana bağlı. Çünkü vampirler başka türlü yaşayamaz.
Medeni görünümlü bu insan müsveddesi devletleri görünce Cahiliye Dönemi Araplarına sevgim arttı. Onlar daha medeniymiş. Çünkü onlar yılda haram kabul ettikleri 4 ayda hiç olmazsa savaşmazlarmış. Hatta Mekke'ye dışarıdan gelen insanların mal ve can emniyetini korumak için Peygamber Efendimizin de imza koyduğu 'Hılf'ul Füdul Anlaşması' adını verdikleri Erdemliler Hareketi denilen bir anlaşmayı bile hayata geçirmişlerdi. Bugün ise 1 yıl, 12 ay, 365 gün, 6 saat kan akmaya devam ediyor. Bu medeni, çağdaş görünümlü vampirler olsa olsa Kabil’in nesli olurlar. Ve ardından gittikleri Şeytan’a bile şapka çıkarttırırlar.
Dünyaya yön veren güç dengeleri! Gelin ilan ettiğiniz göstermelik insan hakları gününüzde bari kan akıtmayın ki samimiyetiniz test edilsin. İnsanlar hiç olmazsa bir günü rahat ve ferah bir şekilde geçirebilsinler. Bunu da çok görmeyin bu hemcinslerinize.
İnsanlığımız utandı artık insan görünümüzden ve insanlığınızdan.
Dünya devletleri 5 daimi üyenin dışında barış merkezli yeni bir oluşuma gitmeden, hep beraber bu 5'e karşı çıkmadan bu dünyaya uyku haramdır.
Kan ve gözyaşının olmadığı, anaların ağlamadığı, insanların huzur ve barış ortamında doğuştan gelen yaşama haklarını kullanacakları nice yıllara....
Günse eğer doğuştan gelen gününüz hayırlı olsun.... Ramazan YÜCE
*16/12/2015 tarihinde Anadolu Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.
Maliyeti yüksek nesil*
Eski neslin çoğu; evlerde, amatör ebelerin elleriyle dünyaya adım attılar. Amerikan bezinden annelerin hazırladığı bezler, komşudan emanet alınan beşik yatağımız, zıbın ise elbisemiz olurdu. Büyüdükçe büyüklerden kalan elbiseler bize miras kalırdı. Anne sütüyle başlayan beslenmemiz ilerleyen aylarda sıvı yemeklerle takviye edilirdi. Suyla karıştırılmış pirinç unu en iyi mamamızdı. Yürümeye başlamamızla birlikte toprağa ve doğal hayata adım atardık. Toprak bizim baharımızdı. Kirlendikçe leğen ve kalıp sabun en doğal temizlik kaynağımızdı. Oyuncaklarımız da doğal ve maliyetsiz idi: Ayçiçeği kafasından ve sapından yapılan araba, kaynakçıların kullandığı karpit fıçısından çıkan çember ve kalın telden yapılan direksiyon bizlerin milli araçlarıydı. Kurbanlık keçi ve koyunların arka ayaklarından çıkarılan dört yüzlü kemik ve bilye sokaklarda oynadığımız oyunlardandı. Beş taş, dokuz taş, körebe, saklambaç, uzun eşek, top çevirme, seksek, mahalleler arasında futbol maçı sayabileceğimiz oyunlardan bazıları.
Okullu olduğumuzda büyüklerden kalma siyah önlük, çarık ayakkabı giyilir. Saman kağıdından imal edilmiş çizgisiz Matematik defteri, alınan bir kaç ders kitabı, çizgili defter, pergel, iletki, cetvel, kalemtıraş vb ders materyali, annemizin bezden diktiği okul çantasının içine konurdu. Yardımcı kaynak, dershane, etüt merkezi, servis nedir bilmezdik. Herkes mahallesindeki okula yürüyerek giderdi. Kimse okulu ve öğretmeni sorgulamazdı.
Kışın kayak merkezimiz yamaçlardı. Annemizin naylon patiği patenlerimizdi. Kolumuzda saatimiz olmazdı. Kulağımız akşam ezanının okunmasındaydı. Ezan sesiyle birlikte hepimiz evin yolunu tutardık. Kış akşamları yapılan komşu ziyaretlerinde akranlarımızla şehir, isim bilmece, bulmaca, bilmece gibi oyunlar oynardık.
Okul çıkışı, hafta sonu ve yaz tatillerinde ev işlerine yardım ederdik. Yazın bir zanaat öğrenmek için babamız bir dostunun yanına verir, getir-götür işlerine bakardık. Verilen mesaj: Ya okursun ya da sanayi idi. Okuyacaksak önümüzde engel yoktu. Okuyamaz isek sanayinin yolunu tutardık. Demek istediğim ailemiz bize sorumluluk verirdi. Çok az maliyetle büyüdük. Ailemize yük olmadık. Yokluk ve imkansızlıklar içerisinde çocukluğumuzu el emeği, göz nuru oyuncaklarımızla doya doya yaşadık.
Bizler büyüdük, iş güç sahibi olduk. Bazı imkanlara kavuştuk ve evlendik. Maliyetlerimiz de arttıkça arttı. Çocuğumuz doğmadan doktor kontrolleri, doktor ve hastane seçmeler başladı. Çocuk yatağı, çocuk arabası, anne kucağı, alınan kıyafetler ve oyuncaklar doğmamış çocuğumuza biçilen donlardı. Çin malı oyuncaklar, kumandalı arabalar sonra yerini dijital oyun/caklara bırakacaktı. Toprak yüzü görmeyecek şekilde evlere hapsedilen çocuklar bir müddet sonra çocuk bakıcılarının, ardından kreşlerin kucağına emanet edilecekti. Anne özlemi içerisinde kalan çocuğun özlemini bastırmak için oyuncak üstüne oyuncak alınmaya başlanacaktı.
Anasınıfı ve okul hayatı çağına gelince okul ve öğretmen arayışları, evimizden uzak seçtiğimiz okulla birlikte servisler birbirini izleyecekti. Masaüstü bilgisayar, ardından tablet, olmadı dizüstü bilgisayar, cep telefonu, internet hepsi sırasıyla alınacaktı. Yardımcı kaynak, dershane, kurs ve etüt merkezleri, özel dersler vs. peşi sıra gelecekti. Hafta içi ve hafta sonu hep ders... ders... ders... Tek isteğimiz olacaktı; çocuğumuzun başarması...Bu yüzden çocuklarımızı, hiçbir sorumluluk vermeden büyütmeye başladık. Sonunda her şeyi başkasından bekleyen hazır yiyici bir nesil yetiştirdik.
Yazımdan eskiye dönelim anlamı çıkmasın. Hiç öyle bir şeyi kastetmiyorum. Geçmişe mazi denir. Hz. Ali: "Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştiriniz" buyurmaktadır.
Benim demem odur ki; çocuklarımızı okullarda yarış atı haline getirmeyelim. Sorumluluk verelim. Her istediğini almayalım. Daha küçükken her şeyi kazanmadan elde edenler kadir kıymet bilmezler. Bir müddet sonra doyuma ulaşırlar ve hayattan zevk almamaya başlarlar.
Unutmayalım ki, çocukluğunu doya doya yaşayamayan nesiller mutlu olamazlar. Mutlu olmayanlardan da çok şey beklemeyelim.
* 20/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.
26 Aralık 2015 Cumartesi
Seyreden Arkadaşlar
Boğaz Harbi
Kayseri Yolcusu Kalmasın!
26 Eylül 1986 yılında hazırlık öğrencileri için yapılan muafiyet sınavına girmek için Kent Turizm firmasından gece 1.5'a, 2.500 liradan bilet aldım. Amacım, gece otobüste uyuyarak seyahat etmek, otel parası vermemek, sabah Kayseri'de gözümü açıp sınava girip dönmek.
Gece 12.00 sularında Yeni Otogar'a (Şimdiki Kule Sitenin olduğu yere) ulaştım. Peronu buldum. Peronda Ereğli- Niğde-Kayseri-Sivas levhası vardı. Konya otogarının yerleşmiş düzenine göre otobüs yarım saat önce gelmeliydi. 1.25 gibi peronuma otobüsüm arka arkaya yanaştı. "Sayın kaptan ve yolculara Konya Belediyesi hayırlı yolculuklar" diler anonsu ve zil sesiyle birlikte otobüsün hareket etmesi bir oldu. Açık kapıdan daldım içeri. Konya Otogarının diğer şehirlerde olmayan yerleşmiş düzenine göre otobüsler ilk perondan başlayarak kalkışı görülmeye değerdi.
Otobüsün içinde ön tarafta oturan 8-10 kadar yolcu vardı. Benim biletim ise 38 numaraydı. Kendi kendime otobüs bomboş olmasına rağmen bana arka koltuğu reva görmüşler diye düşünmeye başladım.
Ben bu düşünceler içerisinde iken otobüsümüz epey yol aldı. Az sonra muavin ayağa kalktı. En önden seslenmeye başladı:
—Biletsiz yolcu var mı?
—...
—Yanlış binen var mı?
—...
—Bir tane fazla yolcu var.
—...
Birkaç defa biletsiz binen ya da yanlış binen var mı dediyse de kimseden çıt çıkmadı. Tabii ki benden de. Çünkü biletim vardı. Yanlış da binmedim. Zira peronumda başka şehirlerin adı da olsa Kayseri yazıyordu.
Yedek kaptan ayağa kalktı. "Sayın yolcular herkes biletini çıkarsın" dedi. Çıkardık. Herkese baktı baktı. Sonra en arkadaki bana geldi. Bakalım er mi yaman ben mi? Biletimi gösterir göstermez:
—Ula kardeş bu Kayseri bileti.
—Evet Kayseri bileti.
—Sen Kayseri'ye gidiyorsun.
—Evet, Kayseri'ye gidiyorum.
—Bu otobüs Niğde'ye gidiyor.
—Ama bu otobüs Kayseri yazan perondan kalktı.
—Tamam, biz de aynı perondan kalkarız.
—Bu Kayseri'ye gitmez mi?
—Hayır, Niğde'de kalır. Sen en iyisi bu bileti bize ver. Niğde'ye kadar git. Oradan Kayseri'ye bir otobüs bulur gidersin. Ya da bilet sen de kalsın. Bize 1500 lira para ver, Niğde'ye kadar git.
—Ama ben sabah 08.00'de sınava gireceğim, yetişemem.
—Peki sen söyle, ne yapalım?
—Gözünü sevdiğim abim ben öğrenciyim.
—Madem öğrencisin, Karapınar'a kadar git, para almayalım. Kararını ver. Bak ben uykusuz kaldım, uyuyacağım.
Ne kadar "Gözünü seveyim abi, ben öğrenciyim" desem de fayda vermedi. Hoş adamın yapacağı bir şey de yoktu. Tek derdi, yanlış binen bu yolcudan para alıp yolunu bulmaktı. Onun da kursağında
kaldı. Uykusuz kalması da cabası.
Baktı benden para çıkmayacak yedek kaptan yatmaya gitti. Ben de uykusuz, kararsız ve tedirgin bir atmosferde Karapınar'a kadar geldim. Otobüs molaya girdi. Ben de tesis yetkililerinden Kent Turizm'in gelip gelmediğini sordum. Gelmemiş. Fakat bugün tesislere girmeden geçer miydi? Adamlar girer dediyse de ben yola çıktım. Gecenin karanlığında her ışığa, her sese el kaldırdım. Karanlıkta beni gördüler mi bilmem ama hiçbiri durmadı. Sonunda gecenin karanlığında Kent Turizm tesislere girdi.
Gecenin ayazında donmuştum. Koşarak muavinin yanına vardım.
—Ben bu otobüsün yolcusuyum.
—38 numara mı?
—Evet.
—Biz seni Konya otogarında çok aradık. Sen Karapınar'da çıktın. Seni bulamayınca biletin iptal oldu. Bize binersen biz sana 2.000 lira bilet keseriz.
Durumu anlattımsa da olmadı. 2.000 lira yeniden bilet kestirdim. Konya otogarındaki ilgili firmayı telefondan aradım. Benim bilet iptal olmuş, paramı geri verin diye. Önce vermeyiz dedilerse de sonra gelince paranı Mehmet Arıcı'dan al dediler.
Sonunda kördüğüm olan Kayseri yolculuğum otobüsümü bulunca düzene girdi. Karapınar'a kadar sıkıntılı olsa da 90 km'lik yol bitmek bilmese de gündüzün yorgunluğundan sonra uyuma hayali kurduğum yolculuğumda uyuyamasam da sonunda ücretsiz olarak geldim. Kayseri'ye kadar 2. 500 liraya gidecekken 2. 000 liraya gidebilmiş, 500 lira kâra geçmiştim. O kadar stresten sonra Kayseri'ye kadar uyuyabilir miyim? Maalesef uyunmaz.
Sabahında sınava yetiştim. Bakalım sınav nasıl geçecek, öğrenciliğim nasıl olacak kim bilir, zaman gösterecek. Ama bildiğim bir şey var. Kayseri yolculuğum zorlukla başladı. Sanki beni Kayseri kabul etmeyecek gibiydi. Eğer gelirsen sıkıntıların eksik olmayacak der gibiydi. 20/11/2015
Cebimin beklenmeyen misafirleri
24 Aralık 2015 Perşembe
Boynu Bükük Bir Öğrenci Profili**
Düğün davetiyesi
Düğün davetiyeleri eskiden beri var mıydı bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var. Benim çocukluğumun geçtiği beldede davetiye yerine okundu adı verdikleri bir okuma/davetiye türü vardı.
Düğün davetiyesinin gündemimize girdiği yıllarda da davetiye yakın akrabalara verilmez. Onun yerine yakınlığına göre gömlek, pantolon, havlu, elbiselikler verilir, davetiye yerine geçerdi. Hele kardeşe asla düğün davetiyesi verilmezdi.
Lise son sınıf öğrencisiyim. Bir öğrenci yurdunda kalıyorum. Kız kardeşim evlenecek. Hafta sonu düğününe katılmam lazım. İzin almak için müdürün kapısını çaldım. Durumumu anlattım. “Kardeşin evlenecekse düğün davetiyesini göster” dedi. “Hocam, bizde düğün davetiyesi olmaz. Onun yerine okundu verirler” dedim. “O zaman Pazar günü akşam yurda giriş yapacaksın” dedi. “Pazar günü gelmem mümkün değil, çünkü tatil günü otobüsler işlemez.” Deyince, “O zaman gitmeyeceksin” dedi. Gelemeyeceğimi bile bile “Tamam, gelirim” diyerek ayrıldım.
Hafta sonu düğünümüz yapıldı. Malum ulaşım olmadığından Pazartesi sabahtan okula yetiştim. Akşamında da yurda giriş yaptım.
Bir hafta geçti aradan. Banyoda kirlenen çamaşırlarımı yıkıyorum. Anons sesine kulak verdim. İsmi okunan kişilerin içerisinde ismim de anons edildi. Sabunlu ellerimi yıkayıp, çamaşırları banyoda bırakarak müdür odasına gittim. Sıra sıra dizildik müdür beyin karşısına el pençe, hazır ol vaziyette. Yine her zaman ki gibi boynu bükük. Çünkü müdür odasına çağrıldın mı yandın demektir. Ancak suçlular girer oraya. Az sonra suçumuz anlaşıldı: Pazar akşamı yurda giriş yapmamak. Elinde sopa bizi bekliyordu. Gelememe gerekçelerimizi söyledikse de kalem kırılmıştı artık. Deynek kınından çıkmıştı. “Açın elleri komutuyla açtık. Önce sağ ele, sonra sol ele bir düğün hediyesi kondurdu. Odada gökyüzü görülmediği için yıldızları sayamadım. Deterjanla yumuşatılmış elime bir tokurcak eksikti. Düğün kınasız olmazdı. Müdürümüz elime kına yakmıştı. Ben yıldızları sayamamanın acısını çekerken beyefendinin mutluluğuna diyecek yoktu.
Sonra ne mi oldu? Elimin acısıyla epey uğraştım, didindim. Dudaklarımı ısırdım. Az sonra müdürüm görevini yapmış, muzaffer bir komutan edasıyla gözlerden kayboldu.
Yurt demek disiplin demekti. Öyle Pazar akşamı gelememek de ne demekti. Otobüs yoksa 75 km’yi gerekirse yürüyerek gelecektin.
Güç bela çamaşırları bir kat yıkadım. Serdim kurumaları için. Bir hafta boyunca avuç içimin acısını, izi çıkmış sopanın kızarıklığını insanlardan sakladım; müdürümün hatırasını görmesinler diye. Çünkü bu hatıra bana özeldi. "Hocanın vurduğu yerde gül biter" derlerdi de inanmazdım. Bitti gerçekten. Ama sevgisini vermediği için gül, bir hafta sonra soldu.
Kendisi kopyanın mucididir. O zamanlarda kopya çekmek yoktu. Teksir makineleri vardı, bir yazıyı çoğaltmak için. Değneğin izinin aynı çıktığını bundan gören insanlık fotokopi makinesini icat etti.
Demek ki her şeyde bir hayır vardı. Bu hayra sebep olduğum için kendimi bahtiyar hissediyorum. 24/12/2015