Ana içeriğe atla

Maliyeti yüksek nesil*

80 öncesi doğanlar neredeyse sıfır maliyetle büyüdük. Bu maliyetsiz büyüyenler ise   maliyeti yüksek bir nesil yetiştirmektedir.

Eski neslin çoğu; evlerde, amatör ebelerin elleriyle dünyaya adım attılar. Amerikan bezinden annelerin hazırladığı bezler, komşudan emanet alınan beşik yatağımız, zıbın ise elbisemiz olurdu.  Büyüdükçe büyüklerden kalan elbiseler bize miras kalırdı. Anne sütüyle başlayan beslenmemiz ilerleyen aylarda sıvı yemeklerle takviye edilirdi. Suyla karıştırılmış pirinç unu en iyi mamamızdı. Yürümeye başlamamızla birlikte toprağa ve doğal hayata adım atardık. Toprak bizim baharımızdı. Kirlendikçe leğen ve kalıp sabun en doğal temizlik kaynağımızdı. Oyuncaklarımız da doğal ve maliyetsiz idi: Ayçiçeği kafasından ve sapından yapılan araba, kaynakçıların kullandığı karpit fıçısından çıkan çember ve kalın telden yapılan direksiyon bizlerin milli araçlarıydı. Kurbanlık keçi ve koyunların arka ayaklarından çıkarılan dört yüzlü kemik ve bilye sokaklarda oynadığımız oyunlardandı. Beş taş, dokuz taş, körebe, saklambaç, uzun eşek, top çevirme, seksek, mahalleler arasında futbol maçı sayabileceğimiz oyunlardan bazıları.

Okullu olduğumuzda büyüklerden kalma siyah önlük, çarık ayakkabı giyilir. Saman kağıdından imal edilmiş çizgisiz Matematik defteri, alınan bir kaç ders kitabı, çizgili defter, pergel, iletki, cetvel, kalemtıraş vb ders materyali, annemizin bezden diktiği okul çantasının  içine konurdu. Yardımcı kaynak, dershane, etüt merkezi, servis nedir bilmezdik. Herkes mahallesindeki okula yürüyerek  giderdi. Kimse okulu ve öğretmeni sorgulamazdı.

Kışın kayak merkezimiz yamaçlardı. Annemizin naylon patiği patenlerimizdi. Kolumuzda saatimiz olmazdı. Kulağımız akşam ezanının okunmasındaydı. Ezan sesiyle birlikte hepimiz evin yolunu tutardık. Kış akşamları yapılan komşu ziyaretlerinde akranlarımızla şehir, isim bilmece, bulmaca, bilmece gibi oyunlar oynardık.

Okul çıkışı, hafta sonu ve yaz tatillerinde ev işlerine yardım ederdik. Yazın bir zanaat öğrenmek için babamız bir dostunun yanına verir, getir-götür işlerine bakardık. Verilen mesaj: Ya okursun ya da sanayi idi. Okuyacaksak önümüzde engel yoktu. Okuyamaz isek sanayinin yolunu tutardık. Demek istediğim ailemiz bize sorumluluk verirdi. Çok az maliyetle büyüdük. Ailemize yük olmadık. Yokluk ve imkansızlıklar içerisinde çocukluğumuzu el emeği, göz nuru oyuncaklarımızla doya doya yaşadık.

Bizler büyüdük, iş güç sahibi olduk. Bazı imkanlara kavuştuk ve evlendik. Maliyetlerimiz de arttıkça arttı. Çocuğumuz  doğmadan doktor kontrolleri, doktor ve hastane seçmeler başladı. Çocuk yatağı, çocuk arabası, anne kucağı, alınan kıyafetler ve oyuncaklar doğmamış çocuğumuza biçilen donlardı. Çin malı oyuncaklar, kumandalı arabalar sonra yerini  dijital oyun/caklara bırakacaktı. Toprak yüzü görmeyecek şekilde evlere hapsedilen çocuklar bir müddet sonra çocuk bakıcılarının, ardından kreşlerin kucağına emanet edilecekti. Anne özlemi içerisinde kalan çocuğun özlemini bastırmak için oyuncak üstüne oyuncak alınmaya başlanacaktı.

Anasınıfı ve okul hayatı çağına gelince okul ve öğretmen arayışları, evimizden uzak seçtiğimiz okulla birlikte servisler birbirini izleyecekti. Masaüstü bilgisayar, ardından tablet, olmadı dizüstü bilgisayar, cep telefonu, internet hepsi sırasıyla alınacaktı. Yardımcı kaynak, dershane, kurs ve etüt merkezleri, özel dersler vs. peşi sıra gelecekti. Hafta içi ve hafta sonu hep ders... ders... ders... Tek isteğimiz olacaktı; çocuğumuzun başarması...Bu yüzden çocuklarımızı, hiçbir sorumluluk vermeden büyütmeye başladık. Sonunda her şeyi başkasından bekleyen hazır yiyici bir nesil yetiştirdik.

Yazımdan eskiye dönelim anlamı çıkmasın. Hiç öyle bir şeyi kastetmiyorum. Geçmişe mazi denir. Hz. Ali: "Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştiriniz" buyurmaktadır.

Benim demem odur ki; çocuklarımızı okullarda yarış atı haline getirmeyelim. Sorumluluk verelim. Her istediğini almayalım. Daha küçükken her şeyi kazanmadan elde edenler kadir kıymet bilmezler. Bir müddet sonra doyuma ulaşırlar ve hayattan zevk almamaya başlarlar.

Unutmayalım ki, çocukluğunu doya doya yaşayamayan nesiller mutlu olamazlar. Mutlu olmayanlardan da çok şey beklemeyelim.

* 20/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde