Ana içeriğe atla

Şamar oğlanları*



Hikayeyi duymuş olmalısınız. Ormanın kralı aslan, günlük içtima yaparmış. İçtimaya gelen tavşanı her gün dövermiş; nerede senin kravatın diye. Bu dayak atma  her gün devam edermiş.

Aslanın yardımcıları “Efendim, hep aynı gerekçe ile dövüyorsunuz. Artık başka bir gerekçe bulsanız dövmek için olmaz mı?” demişler. Aslan, “Yarın gelince sigara almaya gönderelim” demiş. “Efendim, iyi de sigara yüzünden nasıl döveceksiniz” dediklerinde aslan, “ Parayı veririz, sigara al gel diye. Filtreli alırsa niçin filtresiz almadın der döveriz. Filtresiz getirirse niçin filtreli almadın der, döveriz” demiş.  Ertesi gün tavşan gelince, “Gel buraya. Al şu parayı. Git bir paket sigara al gel” demiş. Tavşan parayı alıp giderken geriye dönüp; “Efendim, sigaranız filtreli mi olacak, yoksa filtresiz mi” deyince aslan yanına çağırmış. “Gel lan buraya. Nerede senin kravatın” diyerek yine tavşanı dövmeye devam etmiş.

Konuyu öğretmen ve doktorlara getirmek istiyorum. Gün geçmiyor ki, görev başındayken bir doktor, hasta yakınları tarafından darp edilmemiş olsun. Yine bir eğitimci öğrenci velileri tarafından dövülmemiş olsun.

Niçin bu iki kesim diğer meslek gruplarına göre daha fazla şiddete maruz kalıyorlar? Hiç düşündük mü? Hiç bir yerde, hiç bir kesime yapamadığımız efelenmeyi bunlara yapıyoruz? Her bir şiddet olayının sebep ve nedenleri farklı olabilir. Sebebi ne olursa olsun; ister haklı, ister haksız. Hiçbir neden şiddeti meşru kılmaz. Şiddet uygulayanların geçmiş yaşantısını dile getirmek lazım. Şiddete, ancak maruz kalanlar başvurur. Kimi şiddet görmüştür, kimi şiddet görene şahit olmuştur. O esnada dayak ve şiddetten nefret ederiz. Bunlar hep bilinçaltımıza işler. Hatta “Ben asla ileride kimseyi dövmeyeceğim” bile deriz. Fakat elimize geçen ilk fırsatta başvurduğumuz yöntem o nefret ettiğimiz şeydir.  Bizim durumumuz,  efendisinin zulmünden usanıp “Hürriyetime bir kavuşsam diye çaba sarf eden  kölenin durumuna benzer. Azat  olmayı bekleyen kölenin en büyük hayali: Bir köle edinmekmiş.

Kendimize veya bir başkasına yapılanlar bilinçaltımıza işliyor demiştim yukarıda. Bence bütün  mesele burada yatıyor. Dövüle dövüle dövmeyi öğreniyoruz. İncine incine incitmeyi öğreniyoruz.  Adana’da görev yaparken bir meslektaşım anlatmıştı: İsveç’te  (ya da İsviçre) görev yapan bir Türk, İsveçli arkadaşlarıyla birlikte  ormana avlanmaya gider. Acıkınca ormanın içerisinde avcılar için yapılmış  bir kulübeye girerler karınlarını doyurmak için. Karınlarını doyurup kapıyı örtüp çıkarlar. Fakat kilitlemezler. Türk, “Bu kulübenin  kilidi yok.”  deyince, Yerliler; “Doğru yok.” diyorlar. Bizim ki; “ Çalarlar efendim” cevabı verir. “Doğru çalarlar, ama bu çalma nereden aklına geldi.”

İşte bütün mesele; “Çalarlar” da. Sahi bizim Türk’ün nereden aklına geldi bu çalma işi. Türk, geçmişte  ya çalmıştır. Ya çalanı görmüştür. Ya da ev ya da işyeri soyulmuştur.

Bizim toplumun ekserisi dayakla yoğrulmuştur maalesef. Okulda, işyerinde, askerde, sokakta ya dayak yiyeni görmüş, ya da  dayak yemiştir. Hiç birini görmesek de gazetelerin 3.sayfaları bile bu konudaki kültürümüzü geliştirmek için yeterli.

Zaman zaman kadınlar şiddete maruz kalıyor diye dert yanarız. Bu ülkede kadının şiddetinden ziyade insanlık problemimiz var. Hepimiz güç denemesi yaparız. Zayıfımızı ezmeye çalışırız. Koca eşini, kadın çocuğunu, öğretmen öğrencisini, çavuş erlerini vs zincirleme döver de döver. Medenice tartışmayı beceremeyiz. Az kelime hazinemizle hemen tıkanır kalırız. Eksikliğimizi de şiddetle çözmeye çalışırız. Dün çivi idik. Durmadan çekiçlenirdik. Bugün çekiç olunca başkasını özellikle sahipsizleri çivi gibi görmeye başlıyoruz.

Öğretmen ve hekimler kamu adına, kamu önünde hizmet yapıyorlar. Sahipleri de yok maalesef. Şiddet uygulayanı şikayet edince mağdurdan önce ifadesi alınarak dayakçımız elini kolunu sallayarak çıkıp gidiyor. Bu bir kültür meselesi biliyorum. Şiddet bizim genlerimize işlemiş. En azından şiddet uygulayanlara caydırıcı cezalar ve bazı mahrumiyetler verilerek işe başlanabilir.

Şunu herkes bilmeli ki, işine kendini veremeyen, hata yaparsam şiddete uğrarım endişesi taşıyan bir hekim, sağlıklı teşhis koyamaz. Bir eğitimci de her şeyden el etek çeker. Olan da çocuklarımıza olur.

Eskiden doktorların odasına  girip derdimizi anlatamazdık. Öğretmeni görünce yollarımızı değiştirirdik. Şimdi bu kesim hasta görmemek ve veli görmemek  için yolunu değiştirir oldu. Bu durum da aşırıydı. Şimdiki muamele de. Hiç orta yolu bulamayacak mıyız biz?

Bir söz de bazı basın ve medyaya: Her şiddete uğrayan doktor ve eğitimciyi haber yapmayın.  Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmeyin. Gölge etmeyin. Ne olur?

*28/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün'de yayımlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde