Ana içeriğe atla

Boynu bükük bir öğrencinin profili**

1981-1982 öğretim yılı. Orta 3.sınıf öğrencisiyim. Musalla civarında bir öğrenci yurdunda kalıyorum. Yurtta akşamleyin dışarı çıkmak yasaktı. Sadece Cumartesi akşam saat 10.00' a kadar izin verilirdi.

Hafta içi bir günün akşamında yurt belletmen öğretmeni akşam yemeğinden sonra, "Çocuklar, bu akşam biliyorsunuz mübarek bir gece. Size izin vereceğim. Merkez camilere giderek oradaki programa katılın, programdan sonra yurda gelin" dedi.

Yanıma aynı yurtta kalan hemşehrim geldi. Daha önce  bana  çay ikram etmek için beni Beşyol çay ocağına götüren arkadaş. O çay ocağında çay içmeye teşebbüsten sayısını bilemediğim Osmanlı tokadı yemiştim.

Birlikte çıktık yola. Niyetim bir camide yatsı namazı kılıp gece adına düzenlenecek programa katılmaktı. Arkadaşım, "Halaoğlu, gel seninle sinemaya gidelim" dedi. "Mübarek gece bu gece olur mu" dedimse de adımlarımız bizi cami yerine Saray Sinemasına götürdü. Herkes Mersine camiye giderken biz tersine sinemaya gittik. Bu gece bayram yapacaktık. Biletleri aldık. Girdik sinemaya. İçeride sanayide çalışan teyze oğlumla karşılaştık. Başladık Ferdi TAYFUR'un filmini izlemeye. "Susadım Çeşmeye..., Hapishane... şarkılarını arka arkasına söyledi Ferdi TAYFUR. Acıların çocuğuydu ne de olsa. Dertliydi. Filmi izledik izlemesine de. İzlerken bizi de bir dert aldı yanık türkülerle beraber: "Acaba camideki programlar ne zaman biter, mübarek gecede sinemaya gidilir miydi. Gören ne derdi bize." Film bitti, çıktık dışarıya.

Göz gözü görmeyen bir sis kaplamıştı Konya'yı. O zamanlarda akşamları hep sis olurdu. Ama bu geceki farklıydı.  Havası kirli mi kirli idi. Üçümüzün de kolunda saati yok. Saatin kaç olduğunu da bilmiyoruz. Yurda gitsek, diğer yurtta kalanlar daha erken yurda gitmiş olabilirlerdi. Nöbetçi öğretmen nerede kaldığımızı sorabilir, sinemaya gittiğimiz ortaya çıkabilirdi. Ne yapalım diye düşünürken teyze oğlunun Fatih Işıklar'daki bekar evine gitmeye karar verdik. Nasıl gidecektik. Çünkü sisten dolayı otobüs seferleri de iptal edilmişti. Göz gözü görmeyen sisli bir havada el yordamıyla eve geldik. Ne kadar yürüdük, bilmiyoruz, saatin de kaç olduğunu?

Yorgunlukla beraber uyumuş kalmışız. Sabahleyin işe götürmek için üç tekerlekli araçla teyze oğlunu almaya gelen patronun oğlunun sesiyle birlikte uyandık. Teyze oğlu işe gitti. Biz de yine yürüyerek yol yordam bilmeden rastgele Beşyol  mevkiini bulmak için yola çıktık. Niçin yürüyerek yola çıktık bilmiyorum. Büyük bir ihtimalle cebimizdeki parayı sinemaya verdik, otobüse binecek paramız da yoktu.

Nalçacı Caddesinde hızlı ve koşar adımlarla yürürken ardımızdan biri seslendi. Bildik bir sesti. Döndük baktık. Eyvah! Yurtta nöbet tutan diğer bir hocamızdı. Dayak tedrisinden geçmeyen yoktu. Severken bile vururdu. Vurdukça da aşka gelirdi. Sabah namazına kaldırırken " Bre gafiller ne yatarsınız" anonsuyla uyanırdık. Mikrofonu kapatında önce katın birine gelir, elindeki sopayla demirlere bir kaç defa vurur, " Üçe kadar sayıyorum. Bir, iki...Sonra üst kata çıkar. Orada da aynı saymayı yapar, aşağı kata iner, kapıya durur. Gelen herkese vururdu. Mübarek 3 demezdi. Onun üçü sopaydı. Pantolonunu yarım yamalak giyen düşerdi koridora. Sopasını yemeden gidenler Allah'ın sevgili kulu olarak geçerdi yurt tarihinde. Evet bu ses onun sesiydi:
- Hafız ne ararsınız burada?
-Hocam bir akrabanın evinde kaldık.
-Çabuk okula. Derse girmezseniz ben yapacağımı bilirim.
-Tamam hocam.

Adımlarımız koşuya dönüştü. Hava kapalı, yine saatin kaç olduğunu bilmiyoruz. Koşa koşa Musalla'daki yurdumuza geldik. Baktık ki tüm odaların ışıkları yanıyor. İçeri girsek kitaplarımızı alamayız. Zaten dolaphane kilitli olur. Okula gitsek, nerede kitaplarınız diyecekler. İşin garibi saatin kaç olduğunu bilmiyoruz, kimseye de soramadık, zira kız gibi büyümüştük. Ya saati sorduğumuz bize kızarsa. Ne yapalım derken "Öğleye  kadar bu soğuk havada beklemeyelim. Beşyol çay ocağına gidelim. Öğleden sonra derse girelim" kararı verdik. Öğleye kadar bekledik. Öğle yurda gelerek kitaplarımızı aldık, derse girdik.

Günler geçti geçmesine de. Gel sen onu bir de bize sor. "Ya o bizi Nalçacı da gören öğretmenimizin nöbeti geldiği zaman bize ne yapacaktı." Otursak da tadı yoktu, kalksak da. Nihayet beklenen gün geldi. Bu akşam Azrail'imiz nöbetçi. Ben diyeyim Azrail. Siz deyin Zebani.

Akşam namazından sonra etütlerimize geçtik. Yatsı namazı kılmak için birinci etüdün zili, ezan sesiyle beraber sona erdi. Etüt başkanıyım. O zamanlar başkan seçiminde yaşı büyük, iri cüsseli insanların seçimi esastı. Benim profilim  de bunlara uyuyordu zaten. Kürsüde oturuyorum. Beni post bilen kasabım elinde sopayla girdi içeriye. Mübarek sanki Musa'nın asası. Hiç ayrılmazdı kendisinden. " Hafız, sen o gün okula niye gitmedin" dedi. Cevabı almadan iki tane vurdu. Ardından "Seni mescit'de herkesin önünde döveceğim" dedi, ayrıldı.

Etüt arkadaşlarımın içerisinde gururum ve onurum ayaklar altına alınmıştı, ama olsun. Onur dediğin neydi ki.   "Namazdan sonrası Allah Kerim" dedim. Namaza gittim. İkinci bir işkence bizi camide bekliyordu. Çünkü 400 kişi abdestini alacak, mescide gelecekler, birlikte  cemaatle namaz kılacaktık. Ben diyeyim yarım saat, sen de 45 dakika beklerdik herkesin gelmesini. Bekleyenler, beklemekten yanındakiyle konuşmaya başlarlardı. "Allah'ın evinde dünya kelamı konuşulmaz, siz ne yaparsınız" uyarısıyla tekrar susulurdu.

Baktım her zaman cemaatin genelde son halkası olan sinema arkadaşım kendi halinde mescidin kenarında oturuyor. Yanına vardım. Bakmadı bana. Laf attım. Cevap vermedi. Eğildim yüzüne baktım. Gözleri kan çanağı olmuş ağlamaktan. O kadar ısrardan sonra "O; geldi, dövdü beni. Her yerime vurdu. Vurduğunu sayamadım" dedi. Kafasını eğdi. Burnunu çeke çeke bekledi. Ara sıra gelen hıçkırığına aldırmadan. Arkadaşım vurdu deyince, hocamızın dövme şeklini az buçuk biliyordum. Fazla üstelemedim. Çünkü elindeki sopa rastgele gider gelirdi. Dövmede objektiflikten ve adaletten ayrılmazdı. Vücudun her bir yeri nasibini alırdı.

Günlerce içine kapandı benim sinema arkadaşım. Ben de onun sessiz duruşuna rağmen yanında gittim geldim. Bir gün başladı kendi kendine konuşmaya: " O gece var ya. İşte ben zaman  abdestsiz namaz kıldım. Fatiha'm ona küfretmek oldu. Zamm'ı sürem yine ona küfretmek oldu" dedi yine susmaya devam etti. "Keşke böyle yapmasaydın" diyerek yanında yürümeye devam ettim.

Mübarek bir geceyi sinemaya giderek bedelini  ağır ödemişti arkadaşım. Bizim dayakla bezenmiş hayatımızdan bir demet sundum. Sırası mı diye kızabilirsiniz. Afişe edilir mi böyle şeyler diyebilirsiniz. Amacım kimseyi kötülemek, birilerini yargılamak değil. Ne hocama bir kırgınlığım ve kızgınlığım var ne de başkasına. Hepsi iyi niyetliydi. Ondan şüphem yok. Ama iyi niyet her zaman iyi sonuç vermeyebilirdi. Çünkü "Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla dolu" derdi hep DİLİPAK. Dikkat çekmek istediğim, sevgisini vermediğimiz, yüreğimizi koymadığımız hiç bir iyi niyette asla başarıya ulaşamazdık. 15 yaşındaki bir çocuğun yediği dayak, kırılan onuru hayatı boyunca kendisinden ayrılmayacaktı. Bir gölge gibi takip edecekti  bastırılmış duyguları kendisini.

80 ihtilalinin kudretli Paşası, "Asmayalım da besleyelim mi?" derken bir sağdan bir soldan astı, kendince adaleti tesis etmek için. Bizimkiler hep bizi astı nedense o yıllarda...

Sinema arkadaşım şimdilerde yarım asrı devirmeye ramak kaldı. O, hafızlığını unuttu. Kolay kolay yönünü kıbleye dönmedi. Giderse de Cuma'dan Cumaya camileri ziyaret eder oldu. Güzel ve etkileyici konuşur. İmkanı var, parası var. Ama boynu büküklüğünü, ezilmişliğini, onurunun incinmişliğini hala atamamış görünüyor.  Biliyorum, o arkadaşım iyi niyetli, içi merhamet dolu. Böyle birinin bu noktaya gelmesinin temelinde dedesinden, hocalarından, abisinden, babasından, amcasından... herkesten korkması yatıyordu.

Bilmem anlatabildim mi?  Kimseyi değil hayatı anlattım. Eğitimde, çocuk yetiştirmede başvuracağımız yöntemlerin  ne tür kapanmaz yaralara sebebiyet verdiğini bilmemiz açısından fayda sağlar belki dedim. Sürç-i lisan ettimse affola... 24/12/2015

**25/12/2016 tarihinde ladik.biz sitesinde yayımlanmıştır.

Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Hutbelerde Okunan "Fîmâ kâl ev kemâ kâl" Kısmı

Cuma ve bayram namazlarına gidenlerimiz bilir. Hatip hutbeye çıkınca arada Türkçe hutbe olmak üzere başta ve sonda Arapça hutbe irat eder. Hatip ilk yani giriş kısmında içinde Allah'a hamd, peygamberimiz salavat ve kelimeyi şehadet getirir. Ardından "Ey Allah'ın kulları! Allah'tan korkun ve ona itaat edin. Şüphesiz Allah müttekiler ve işini iyi yapanları sever" der Arapça olarak. Sonra okunacak Türkçe kısma/metne temel olmak üzere Kur'an'dan ilgili bir ayet okur. Ayeti "Allah doğru söylemiştir" demek suretiyle tastikler. Akabinde bir hadis okur. Hadisi de "Rasulullah doğru söylemiştir" diyerek bitirir. Buraya kadar sorun yok. Esas sorun buradan sonra başlıyor. Sen sanırsın ki bundan sonra imam, Türkçe metni okumaya geçecek. Bizim imam, "Ve netaka habîbullâh, fîmâ kâl ev kemâ kâl" okumaya devam ediyor. Yani Allah'ın sevgili kulu bu konuda şöyle veya şunun gibi demiştir." diyor. Böyle okuyan birinden aynı konuda

Kıvrak Eğitim

— -Oğlum, niye erken geldin okuldan? — Bugün kıvrak eğitim yaptık. - — Ö ğretmenler hızlı hızlı mı ders işlediler? — Hayır, baba. Kıvrak o değil. Bir günde işlenecek dersin yarısını işlemek demektir. — Niye yarısını işliyorsunuz ki? Önemli bir durum mu var? — Öğretmenler toplantısı varmış. — Niye şimdi toplanıyorlar ki? — Çalışma  programında bugünmüş. — Oğlum daha iki gün oldu okul açılalı. Başlamışken biraz devam edilseydi de daha sonra yapsalardı, bu dediğin kıvrak eğitimi. Herkes mi böyle yapacak bugün? — Hayır, sadece ikili öğretim yapan okullar. Ama iyi oldu. Yedi saat ders işleyecektik, böylece üç ders işlendi. — -Bu toplantıyı başka zaman yapsalar olmaz mıydı? Mesela siz 15 tatili yaparken öğretmenler o yaptığı şeyi yapsalardı olmaz mıydı? — Baba, tatil o zaman. Tatilde toplantı yapılır mı? — İyi de yavrum! Size tatil. Öğretmenlere değil ki. Haydi, öğretmenler de sizin gibi yoruldular diyelim. Bir hafta tatil yapsınlar, ikinci hafta siz tatile devam eder

Kırgınlık ve dargınlık

Türkçemiz zengin dillerdendir. Bakmayın siz iki-üç yüz kelimeyle konuştuğumuza. Okuyup kelime hazinemizi geliştirmediğimizden işin kolayına kaçıyoruz. Tembelliğimizin cezasını güzel Türkçemiz çekiyor vesselam. İnce ve derin kelimelerimizin sayısı hiç az değildir. Kırgınlık ve dargınlık bunlardan biridir. Aralarında nüanslar vardır. Arasındaki farkı görmek için sözlüğe bakma ihtiyacı da hissetmeyiz. Çoğu zaman birbirinin yerine kullanırız. Siyak ve sibaktan anlarız neyi kastettiğini. Kırgın, "Bir kimseye gücenmiş, gönlü kırılmış olan" demektir. Dargın ise, "Darılmış olan, küskün" demektir. Gördüğümüz gibi iki kelime farklı anlamlara gelmektedir. Kırgınlıkta dargınlığın aksine küsme yoktur, incinme vardır. İnsan kime kırgın olur? Sevdiğine. Kırgın gibi olduğuna, geri durduğuna, mesafeli olduğuna bakmayın siz. Gözü her yerde o dostunu arar. Başına bir şey geldi mi hemen imdadına koşar. Çünkü bunlar ölümüne dosttur. Dargınlıkta ise küslük vardır. Herhangi bir yerde