31 Aralık 2015 Perşembe

Sana Arzımdır

Senin bu kulların var ya, cennetten çıkardığın günden beri yeryüzüne dirlik ve huzur vermedi. Yerin altını üstüne getirdi. Çünkü sığamadı dünyaya.

Önce hemcinsini boğazladı göğüs göğüse. Kan hoşuna gitti. Ama akan kan karnını doyurmaya yetmedi. Önce bir araya geldi devletler kurdu. Sonra topla, tüfekle gitti öldürmeye. Olmadı; füze, tank, bomba, uçaksavarla gitti hemcinsinin üzerine. Toptan yok etmek için insanlığı açlığa gark etti.

Bugün yıl bazında bir yılı devirdi. Eğlenmeyi hak etti. Kolay değil bir yıl. Az mı öldürdü hemcinsini, sürgün etti, aç ve açıkta bıraktı. Artık iyi bir eğlenmeyi ve verimli geçen bir yılı güle oynaya geçirmeyi hak etti. Alın terinin karşılığını alma zamanı geldi.

Yılı, geceyi eğlenerek geçirsin artık. Yeni yılın ilk gününü de yatarak geçirsin. Bir yıl daha yaşlandığına sevinsin. Çok görme ilk gün yatmasını. Az çalışmadı çünkü. Zaten o yatarken de emir erleri, köleleri, taşeronları yine üşenmeden görevlerini yapacaklar. Söz, ilk günün ardından daha fazla öldürmek için çalışacaklar. Planları hazır çünkü.

Yılı, şanlarına yaraşır şekilde uğurlayacaklar. Hizmet etsin diye kurulan belediyeler kesenin ağzını açacak. Soğuk demeden hoplayıp zıplayacaklar. Sanatçılar değişik programlarda sahne alacaklar. TV’ler, yeni yıla ilk veda eden ülkeye bağlanacak, yeni yılı karşılamaları gösterecekler, soğuğa ve dünya zulmüne aldırmadan. Akan kanı görmeden...

Ben onların eski yılda  neler yaptığını biliyorum. Hep “yaptıklarım yapacaklarımın teminatı” dedi ama biz her yeni yılda acaba dedik, bir umutla yeni yıla girdik. Halbuki 40 yıllık kani olur muydu  yani? Ha bizimkisi züğürt tesellisi...

Hikmetinden sual olunmaz biliyorum. Hadsizlik yapıyorum. Bu insan denen yaratığa biraz daha akıl, izan, insaf ve vicdan verseydin olmaz mıydı?

İsyanım sana değildir. Her yiyen, içen, öldüren, zulmeden ahiretteki payından harcar biliyorum. Ama mükemmel bir şekilde yarattığın insanın insanlığı yok oldu.

“Dilim kurusun ey adli ilahi”

İnsanlığımızın ruhuna Fatiha!

Karaman yolcusu kalmasın


-AZMİN ZAFERİ-

20/09/1986 gününün akşamı Ankara’dan 23.00 gibi Konya Otogarına indim.

Karasınır’a gitmem gerekiyor. Ankara yol arkadaşım, “Bu akşam bizde yatalım, yarın gidersin gündüz gözüyle” dediyse de köyde oturan biri olarak gece de olsa köye gidilebileceğini göstermek ve kendisine yük olmamak için  “ Karaman otobüslerine binip yol ayrımında inerim, geriye 10 km kalır. Hiçbir vasıta gelmese de petrole gider. Petroldekilerle birlikte köyüme giderim” dedim.

Vedalaştık. Bilet almak için bir firmaya gittim. “Gece 23.00’de otobüs var. Sen otobüse bin. Bileti yolda keseriz” dediler. Gideceğim otobüsü buldum, en arkaya oturdum. Sonra bir şeyler almak için büfeye uğradım. Vakit de gelmişti. Hareket etmek üzere olan otobüse binip yine en arkaya oturdum.

“Sayın kaptan ve yolcular hayırlı yolculuklar diler” anonsuyla birlikte otobüsümüz hareket etti. Ben bir taraftan elimdeki bisküviden atıştırıyorum, bir taraftan da otobüsün Karaman yoluna dönmesini bekliyorum. Otobüs bir türlü Karaman tarafına dönmedi nedense.
Baktım muavin  arkaya doğru geliyor ve bana bakıyor.
-Muavin bu otobüs nereye gidiyor böyle?
-Ankara’ya
-Durdur arabayı.
-Niye?
-Ben Karaman’a gidecektim.
-Yolda seni kimse almaz. Konya’nın dışına çıktık. Ankara’ya git, geri gel.
-Ben daha yeni Ankara’dan geldim. Ne işim var orada tekrar.
-Tümoson Motor Fabrikasının oralardayız. Gece gece seni kimse almaz.
-Olsun indir.
“O zaman günah benden gitti, sen bilirsin” dedi. İndirdi.

Ortalık gecenin zifiri karanlığı. Ta uzaklardan elektrik lambalarının ışıkları görünüyor. Gecenin ayazı çıkmış, bir taraftan esiyor, bir taraftan da üşümeye başladım. Kambersiz düğün olmaz misali köpek havlamaları da ayrı bir hava katıyordu geceye. Korku , endişe ve tedirginlikle ayrılmaz ikili olmuştuk. Az bekledim. Arabalar, otobüsler vızır vızır geçiyor. Kaldırdım sağ elimi bir daha inmeyecek şekilde, gelen arabalara el kaldırıyorum. Ama nafile. Muavinin dediği gibi kimse durmadı. Arabalar durmadıkça içimden ‘ Hah gördün gününü, Ankara’ya gitseydin bundan iyiydi. Bu gidişle alan olmayacak, sabaha kadar ya donacaksın soğuktan, ya da sesleri iyice yaklaşmakta olan köpeklere yem olacaksın.” Şeklinde kötü düşünceler geçirirken bir taraftan da bildiğim tüm duaları okumaya devam ediyordum.

O  da ne bir ticari taksi, geri geri geldi, önümde durdu. Baktım kendisine “Haydi bin” dedi. Hemen bindim. “Kardeş nasıl durdun, niye durdun” dedim. “Seni geçtikten sonra fark ettim” dedi. Başımdan geçeni anlattım. “Ben de otogarda taksicilik yapıyorum, götüreyim seni “ dedi. Gökte aradığım adamı yerde bulmuştum.  Bir taraftan sevinirken diğer taraftan da içimde bir sıkıntı. Çünkü ilk defa bir ticari taksiye binmiştim. Acaba benden ne kadar alırdı diye. İnince  ücret teklif ettim. “Ben zaten oraya gidiyorum” dedi. Sağolsun, ücret de almadı. Otogara kadar getirdi beni.

Pes etmek yok. Hedef Karaman otobüslerine binmek. Aldım saat 00.00’a bir bilet. Karaman’a 50 km kala, Karasınır kavşağında indim. Karşıdaki petrole girdim. Karasınır’a giden olur mu dedim. Biz gece 03.00’de gideriz, seni götürelim dediler. Onlar çalıştı, ben bekledim gecenin 03.00’ünü. Saat 03.5 gibi evime girdim.

Gördünüz mü azmin zaferini. Planımda az bir aksama oldu ama olsun o kadar…

Konya Yolcusu Kalmasın!

26/09/1986 yılında uykusuz ve stresli bir gecenin sabahında Kayseri Terminaline indim. Dolmuşa binerek İlahiyat Fakültesinde yapılacak olan Arapça yeterlilik sınavına katıldım.
150-200 kişinin katıldığı sınavdan yazılıyı geçen 12 kişiden biri oldum. Ertesi günü 12 kişiye yaptıkları sözlü mülakat yapılarak  ayırdıkları 5 kişilik kontenjan listesine giremedim.
Hazırlık okumama karar verildi. Diğer Fakültelerde yazılı sınavdan geçer not alanlar hazırlık okumaktan muaf tutulurken Erciyes’in sözlü mülakat icat etmesi bende soğuk duş etkisi yaptı ama Erciyes’in soğuğu bu olsa gerek, hayırlısı dedim. Terminale geri döndüm.
Akşam 21.30’a bir Doğu arabasına bilet aldım. Aldım almasına da Kayseri-Konya arası 4,5 saat. Gecenin iki buçuğunda Konya Otogarında olacağım. Olmazsa kendi memleketimin otogarında sabahlarım dedim. Ya Allah ya bismillah diyerek bindim otobüse.
Otobüste az sayıda bir yolcu var. Bu sefer biletim ön koltuklardan biriydi. Yanım da boştu. Yolculuk nasıl geçecekti tek başıma. Uyumak istedim gözümde zerre kadar uyku da yok. Çünkü  Konya-Kayseri yolculuğum maceralı geçtiğinden gece boyunca uyuyamamış, sabahında sınavdan sonra misafir olduğum öğrenci evinde deliksiz bir uyku uyumuştum.
Gece karanlığında ne gazete okumak gibi bir seçeneğim var. Ne de yanım boş olduğundan sohbet edeceğim kimse var. En iyisi uyku olmasa da bu yolculuğun bir an evvel bitmesi için zorla uyumam lazım dedim, yanımdaki koltuğu da işgal ederek uzandım. Gözlerim fal taşı gibi açılsa da  kapattım. Sayılar saydım, hayal alemine daldım. Konya Otogarına gecenin ortasında varmak da varmış, o zaman ne yapacağım dedim. Otobüs virajlardan döndü ben de döndüm. Fren yaptı ben de durdum. Araçlar solladı ben de solladım. Ama inadım inat gözümü açmadım.
Nice sonra fazla inat iyi değil kaldır Ramazan başını, bak bakalım nereye kadar gelmişsin dedim. Koltuğa oturdum. Hava aydınlanmış; dağların arasında, ormanlıklar içerisinde yolculuk yaptığımı gördüm. Kayseri- Konya arasında pek dağ yok ama hayırlısı bakalım dedim. Yanlış mı görüyorum dedim gözlerimi ovuşturdum. Evet dağ ve ormanlar geçiyor bir bir gözlerimin önünden. Baktım muavin arada geziyor. “Muavin Konya’ya geldik mi?” diye seslendim. “Ne Konya’sı abi, Isparta’ya yaklaştık” demez mi? “ Biletimde belli Konya'da ineceğim, beni niye kaldırmadın” dedimse de  muavin önce kaldırdım, kalkmadın dedi. Sonra özür dilerim abi dedi.
Muavinle ben bu konuşmayı yaptığım esnada kaptan molaya girdi. İndim burası nere diye sordum. Yenice Tesisleri. Beyşehir’den 10 km ötede bir tesis. Demek ki ben uyumuyorum derken 100 km daha fazla gitmişim, ayakta uyumuşum da haberim yok.
Sağıma soluma baktım. Bir de ne göreyim Kontaş firmasının otobüsü. Nereye gidiyor dedim. Konya cevabı aldım. Bindim Kontaş'a. İstikamet Konya.  1000 lira bilet kestirdim. Konya- Kayseri biletim 2 bin liraya mal olmuştu. Kayseri-Konya ise Beyşehir’de bonusu olmak üzere 3500 liraya patlamıştı. Ama olsun her şeyde bir hayır vardır. Zaten ben gece 2.5 da Konya'ya ineceğim gece gece ne yapacağım diye düşünmüyor muydum. İşte sabah olmuştu. Ama bu durumu yine de kimseye anlatmamalıydım. Sır olarak kalmalıydı bende.
Sağı solu seyrederek Konya'ya vardım. Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte otogarda bilet satan hemşerimi ziyaret edeyim dedim. Hoşbeşten sonra “Kaçta bindin Kayseri’den” dedi. Eyvah ne demeliydim. Doğruyu söylesem sırrım ortaya çıkacak. Yalan söylesem olmayacak. Zaten sabah sabah o da uykulu. Saati söyleyeyim, belki de öylesine sormuştur. “Akşam 21.30 da bindim deyince üşenmedi parmaklarıyla saydı kaçta burada olmam gerektiğini ve saatin kaç olduğu. Dedi “Bizim oğlan bu ne iş. Bir anormallik var bu işte” deyince sırrımı kendim ifşa ettim. Başımdan geçeni anlattım. Sabah sabah gülünür mü? Güldük beraberce. Uykumuz iyice açıldı. 31/12/2015

30 Aralık 2015 Çarşamba

Hediyenin böylesi

Bugün bana ayva ikram ettiler “Buyur ayva ye” diye. “Ben ayvayı 1988 yılında yedim. Yemem bir daha” dedim. Yüzüme baktı ne demek istiyorsun der gibi.

1988 yılında  belde dışından bir minibüs içerisinde 15 okul arkadaşım düğünüme geldi. Hediye falan yoktu ellerinde, ne bir tepsi ne de borcam. Nereden getireceklerdi. Hepsi öğrenciydi tıpkı benim gibi. Dolmuşu da kaç paraya kiraladılar, kim bilir?

Düğün bitti misafirleri uğurladık. Ablam beni yanına çağırdı. “Gardaşım, arkadaşların sana hediye getirmişler. Bana verdiler. Bu paketi sadece Ramazan Abi açsın, sana güveniyoruz abla.” Dediler. “Ben de açmadım. Al gardaşım hediyeni. Sallayınca  tıngır tıngır ses yapıyor. Sanki bilezik gibi. Haydi aç” dedi.

Özenle paketlenmiş üzerinde kırmızı kurdelası olan paketi açmaya başladım. Açmaya çalıştıkça heyecanım arttı. Ablam da içinden çıkacak bileziği bekliyordu. Sonunda açtım. İçinden ne çıksa beğenirsiniz. Isırılmış koca bir ayva. Ablam ayvayı görünce “Gardaşım bu ne demek” dedi. “Oğlum Ramazan, Sen ayvayı yedin demektir” dedim.

Sonra o arkadaşların her biri teker teker evlendi. Benden hiç hediye beklemediler. Tek istedikleri kendilerine bir şey yapmamamdı. Ben de bir şey yapmadım kendilerine, sadece siz görürsünüz gününüzü demem kendilerine yetti de arttı bile.

Sonra o arkadaşlar aylar sonra evimi ziyarete geldiler. Şu odada ne var, bu odada ne var diye ahiret soruları sordular. Nice sonra niye sorduklarını anladım. Bir araya gelip güzel bir hediye almışlar, sağolsunlar.

Bana hatıra olarak aldıkları özene bezene paketlettirdikleri ısırılmış ayva kaldı.

Öyle içimde kalmış ki, bugünkü ayva ikramı beni 27 yıl öncesine götürdü. Ayvayı hangisi mi ısırmış. Onu da tespit ettim kolayca. Hepsinin ağız yapısını gözümün önüne getirdim. Ağzı en büyük olanı tespit edince işin faili de ortaya çıktı. O koca ayvayı ancak o ısırabilirdi. Ülkemizdeki faili meçhuller gibi kim vurduya gitmedi yani.

Siz böyle düğün hediyesi gördünüz mü? Görmediyseniz görün işte: Isırılmış ayva.
30/12/2015





“Anamı karıştırmayın”*

              
Telefon hattı almak/değiştirmek için bir GSM operatörüne gitseniz, hesap açtırmak için bir  bankaya gitseniz size sordukları soruların içerisinde değişmeyen tek soru anamızın kızlık soyadı.


Her sorduklarında bir öğretim görevlisi aklıma gelir. 80’li yıllarda bir öğretim görevlisi mezun olacak son sınıf öğrencilerin Hadis dersine girer. Bazı öğrencilerin vize/finali iyi geçmez. Kendileri için hayat-memat meselesidir. Kimi evli, kimi evlenecek, hepsi öğretmen olmak için diploma almaları gerekiyor. Ne kadar durumlarını anlattılar da geçer not alma konusunda hocalarını ikna edemezler. Kara kara düşünürken akıllarına hocanın annesi gelir. Gençler üşenmezler, hocanın evini öğrenip annesiyle görüşmeye ve durumlarını anlatmaya karar verirler. Hoca evde yokken teyzeye misafir olurlar: “ Teyze, biz oğlunun talebeleriyiz. Dersinden kalacağız. Çoğumuz Konya dışından gelen ve kirada oturan, kira parasını kıt-kanaat denkleştiren öğrencileriz. Eğer kalırsak okul uzayacak, diploma alamayacağız “ şeklinde  durumlarını anlatırlar. Teyze, çocukların durumuna üzülür. “Siz o işi bana bırakın” diyerek misafirleri uğurlar. Akşam oğlu eve gelir. Anne, “Oğlum! Şu, şu, şu isimli çocukları dersinden geçireceksin. Ben onlara söz verdim.” Der. Hoca; “Ana durum bildiğin gibi değil, bu dediklerinin dersleri zayıf çalışmadılar. Onları geçiremem.” Şeklinde cevap verdiyse de  Annesinin, “ Eğer geçirmezsen analık hakkımı ve emzirdiğim sütümü helal etmem, bak...” tehdidi karşısında kara kara düşünme sırası hocaya geçer. Ertesi gün okula gider. Odasına bahsi geçen öğrencileri çağırır. Onlara: “ Oğlum, anamı niye karıştırdınız bu işe. Bir daha anamı karıştırmayın.” Diyerek bir çift söz söyler. Olayın sonunda öğrenciler mezun oldu mu bilmem. Kuvvetle muhtemel geçer not vermiştir öğretim  görevlisi.


Güvenlik amaçlı anamın kızlık soyadı sorulduğunda bu olmuş olay aklıma gelir. Bazen “Anamı  karıştırmayın” dediğim de olur. Anlayacağınız banka, telefon vb yerlerde güvenliğimiz, anamızın kızlık soyadına bağlı. Soru hiç değişmiyor: “Annenizin kızlık soyadı nedir?”  Ama haklarını yemeyelim. Soruyu biraz geliştirmişler: “Annenizin kızlık soyadının 2. ve 4. harfleri nedir?” diye. MEB’in öğrencilerin giriş yaptığı e-okul sistemi bu firmaların güvenliğinden daha güvenli. E-okul'a giriş yapmak için öğrenci TC'si, numarası ile işleme başlanır. Ardından bir kaç tane fotoğraf gösterir. Öğrenci seçilir. Ardından farklı farklı sorular sorulur. Bazen; doğum yeri, bazen; nüfusa kayıtlı olduğu ilçe vb.. Yanlış cevap verdiğinde sistem kapanır. Tekrar giriş yaptığında soruları değiştirir. Amacım annenin kızlık soyadını soran kurum ve kuruluşları eleştirmek değil. Fakat sorular değiştirilmeli artık. Çünkü bizim adımıza iş yapacak sahtekarın ilk öğreneceği annemizin kızlık soyadıdır. 

Hasılı diyeceğim; annemizin evlenmeden önceki soyadı her kapıyı açıyor. Güvenliğimiz ona bağlı. Biz güvenliği ne kadar artırırsak artıralım başkasının sırtından geçinen asalaklar, başkasını dolandıranlar azalacağı yerde artış göstermekte. Öyle dolandırma teknikleri geliştiriyorlar ki, “Ben kanmam” diyen nice ‘külyutmazları’ bile oltalarına getiriyorlar. Özellikle telefonla dolandırılma had safhada. Yetkililer sürekli uyarsalar da bazen insanın basireti bağlanıyor anlaşılan. 


O zaman ne yapalım? Güvenlik amaçlı sorular sorulmaya devam etsin. Fakat beylik sorular yerine zor sorular tespit edilsin. İnsanlarımızı dolandıran alın teri düşmanı asalak tip ve çetelerin de yetkililer hakından gelsin. Onlara hadlerini bildirsin. Bu masum Anadolu halkı daha fazla kaldırılmasın. Özellikle bilişim suçları bu şekilde giderse başımızı ağrıtacağa, anaları daha çok ağlatacağa benziyor.


Dolandırıcılığın önüne geçmek ve dolandırıcıları kıskıvrak yakalamak için  oluşturacağımız ekibin içerisinde biraz da yüksek maaşlı, prim usulü çalışacak dolandırıcı görevlendirelim. Bu işe ilk önce böyle başlayalım. Ardından eğitim sistemimizde çocuklarımıza öğretimden ziyade eğitim verelim.


Güvenliğinizi nasıl çözümlerseniz çözün. Ama lütfen, anamı ve kızlık soyadını karıştırmayın, olmaz mı?    

* 30/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.        

27 Aralık 2015 Pazar

Şamar oğlanları*



Hikayeyi duymuş olmalısınız. Ormanın kralı aslan, günlük içtima yaparmış. İçtimaya gelen tavşanı her gün dövermiş; nerede senin kravatın diye. Bu dayak atma  her gün devam edermiş.

Aslanın yardımcıları “Efendim, hep aynı gerekçe ile dövüyorsunuz. Artık başka bir gerekçe bulsanız dövmek için olmaz mı?” demişler. Aslan, “Yarın gelince sigara almaya gönderelim” demiş. “Efendim, iyi de sigara yüzünden nasıl döveceksiniz” dediklerinde aslan, “ Parayı veririz, sigara al gel diye. Filtreli alırsa niçin filtresiz almadın der döveriz. Filtresiz getirirse niçin filtreli almadın der, döveriz” demiş.  Ertesi gün tavşan gelince, “Gel buraya. Al şu parayı. Git bir paket sigara al gel” demiş. Tavşan parayı alıp giderken geriye dönüp; “Efendim, sigaranız filtreli mi olacak, yoksa filtresiz mi” deyince aslan yanına çağırmış. “Gel lan buraya. Nerede senin kravatın” diyerek yine tavşanı dövmeye devam etmiş.

Konuyu öğretmen ve doktorlara getirmek istiyorum. Gün geçmiyor ki, görev başındayken bir doktor, hasta yakınları tarafından darp edilmemiş olsun. Yine bir eğitimci öğrenci velileri tarafından dövülmemiş olsun.

Niçin bu iki kesim diğer meslek gruplarına göre daha fazla şiddete maruz kalıyorlar? Hiç düşündük mü? Hiç bir yerde, hiç bir kesime yapamadığımız efelenmeyi bunlara yapıyoruz? Her bir şiddet olayının sebep ve nedenleri farklı olabilir. Sebebi ne olursa olsun; ister haklı, ister haksız. Hiçbir neden şiddeti meşru kılmaz. Şiddet uygulayanların geçmiş yaşantısını dile getirmek lazım. Şiddete, ancak maruz kalanlar başvurur. Kimi şiddet görmüştür, kimi şiddet görene şahit olmuştur. O esnada dayak ve şiddetten nefret ederiz. Bunlar hep bilinçaltımıza işler. Hatta “Ben asla ileride kimseyi dövmeyeceğim” bile deriz. Fakat elimize geçen ilk fırsatta başvurduğumuz yöntem o nefret ettiğimiz şeydir.  Bizim durumumuz,  efendisinin zulmünden usanıp “Hürriyetime bir kavuşsam diye çaba sarf eden  kölenin durumuna benzer. Azat  olmayı bekleyen kölenin en büyük hayali: Bir köle edinmekmiş.

Kendimize veya bir başkasına yapılanlar bilinçaltımıza işliyor demiştim yukarıda. Bence bütün  mesele burada yatıyor. Dövüle dövüle dövmeyi öğreniyoruz. İncine incine incitmeyi öğreniyoruz.  Adana’da görev yaparken bir meslektaşım anlatmıştı: İsveç’te  (ya da İsviçre) görev yapan bir Türk, İsveçli arkadaşlarıyla birlikte  ormana avlanmaya gider. Acıkınca ormanın içerisinde avcılar için yapılmış  bir kulübeye girerler karınlarını doyurmak için. Karınlarını doyurup kapıyı örtüp çıkarlar. Fakat kilitlemezler. Türk, “Bu kulübenin  kilidi yok.”  deyince, Yerliler; “Doğru yok.” diyorlar. Bizim ki; “ Çalarlar efendim” cevabı verir. “Doğru çalarlar, ama bu çalma nereden aklına geldi.”

İşte bütün mesele; “Çalarlar” da. Sahi bizim Türk’ün nereden aklına geldi bu çalma işi. Türk, geçmişte  ya çalmıştır. Ya çalanı görmüştür. Ya da ev ya da işyeri soyulmuştur.

Bizim toplumun ekserisi dayakla yoğrulmuştur maalesef. Okulda, işyerinde, askerde, sokakta ya dayak yiyeni görmüş, ya da  dayak yemiştir. Hiç birini görmesek de gazetelerin 3.sayfaları bile bu konudaki kültürümüzü geliştirmek için yeterli.

Zaman zaman kadınlar şiddete maruz kalıyor diye dert yanarız. Bu ülkede kadının şiddetinden ziyade insanlık problemimiz var. Hepimiz güç denemesi yaparız. Zayıfımızı ezmeye çalışırız. Koca eşini, kadın çocuğunu, öğretmen öğrencisini, çavuş erlerini vs zincirleme döver de döver. Medenice tartışmayı beceremeyiz. Az kelime hazinemizle hemen tıkanır kalırız. Eksikliğimizi de şiddetle çözmeye çalışırız. Dün çivi idik. Durmadan çekiçlenirdik. Bugün çekiç olunca başkasını özellikle sahipsizleri çivi gibi görmeye başlıyoruz.

Öğretmen ve hekimler kamu adına, kamu önünde hizmet yapıyorlar. Sahipleri de yok maalesef. Şiddet uygulayanı şikayet edince mağdurdan önce ifadesi alınarak dayakçımız elini kolunu sallayarak çıkıp gidiyor. Bu bir kültür meselesi biliyorum. Şiddet bizim genlerimize işlemiş. En azından şiddet uygulayanlara caydırıcı cezalar ve bazı mahrumiyetler verilerek işe başlanabilir.

Şunu herkes bilmeli ki, işine kendini veremeyen, hata yaparsam şiddete uğrarım endişesi taşıyan bir hekim, sağlıklı teşhis koyamaz. Bir eğitimci de her şeyden el etek çeker. Olan da çocuklarımıza olur.

Eskiden doktorların odasına  girip derdimizi anlatamazdık. Öğretmeni görünce yollarımızı değiştirirdik. Şimdi bu kesim hasta görmemek ve veli görmemek  için yolunu değiştirir oldu. Bu durum da aşırıydı. Şimdiki muamele de. Hiç orta yolu bulamayacak mıyız biz?

Bir söz de bazı basın ve medyaya: Her şiddete uğrayan doktor ve eğitimciyi haber yapmayın.  Eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürmeyin. Gölge etmeyin. Ne olur?

*28/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün'de yayımlanmıştır.

el-Emin olmak*



Dün akşam Mevlid kandili idi malumunuz. Dile kolay, doğumundan bu güne 1444 yıl geçmiş. İslam dünyasında hicri takvime göre Peygamber Efendimizin doğum günü değişik etkinliklerle anılır. 1989 yılından beri de Kutlu Doğum Haftası çerçevesinde miladi takvime göre hafta boyunca çeşitli etkinlikler yapılagelmektedir.

Dünya tarihinde bu kadar yıl geçmiş olmasına rağmen unutulmayan ve büyük topluluklar tarafından içeriği dolu olarak anılan başka bir şahsiyet hatırlamıyorum.  Her kutlama ve anmalarda hep duygu dolu anlar yaşanır. Yılın 365 gününde ismi anılmadan geçmez. İsmi zikredilince de ellerimiz göğsümüze gider hemen salavat getiririz. Yani O’nun yolundan gitmeye ve destek olmaya söz veririz.  Bu, O’na karşı sevgimizin, saygımızın ve O’nu numûneyi imtisal kabul etmemizden kaynaklanmaktadır. Günler, aylar ve asırlar geçse de bu sevgi, bu saygı ve O’nu örnek kabul etme artarak devam edecektir.

Sevgiye eyvallah. Peygamber sevgisi konusunda kimse elimize su dökemez. Amacım peygamber sevgisini anlatmak değildir. Buna zaten ne sayfalar yeter, ne de benim kapasitem.

Peki Peygamber kimdir? Abdullah ve Âmine’den doğma. Yetim ve öksüz.  Dedesi ve amcasının himayesinde büyümüş. Şirk toplumunun içerisinde şirke girmekten kendini korumuş, kötülüklerden kendini uzak tutmuş, peygamber olmadan önce herkesin güvenini kazanmış, düşmanları tarafından “el-Emîn” (Güvenilir) denmiş, Ka’be hakemliği yapmış biri. Peygamber olduktan sonra da,” Size şu tepenin ardından sizinle savaşacak bir ordunun geldiğini haber versem bana inanır mısınız?” dediğinde “Evet, biz sana inanırız. Çünkü Sen, asla yalan söylemezsin.” dedirten, kendisini öldürmeye gelenlerin emanetlerini verecek kadar Hz Ali’yi görevlendiren emanet sahibi birisidir. Oğlu İbrahim vefat edince mezarını eğri kazan görevlilere, “Niçin yamuk kazdınız?” dediğinde, “Ya Muhammed, mezar değil mi? Zaten az sonra kapatılacak” cevabı aldığında, “ Allah güzeldir. Güzeli sever” diyerek  işlerin düzgün yapılması gerektiğini ifade eden acılı bir babadır. “23 yıl gibi bir zaman zarfında tüm Arabistan Yarımadasında  Müslümanlığın yayılmasının sebebi nedir” desek, cevabımız; “Emîn ve güvenilir olması, doğru sözlü olması, emanete ihanet etmemesi, işini dosdoğru yapması” deriz. Şimdi, “ Biz gerçekten O’nu örnek alıyor muyuz? O’nun gibi yaşayabiliyor muyuz?” diye bir soruyu kendi kendimize sorsak; nefsimiz hemen harekete geçer: “Efendim! O, koskoca peygamber. Biz O’nun gibi nasıl yaşarız.” diye mazeret beyan etmeye kalkarız.

Eğri oturup doğru konuşalım. Bugün birbirimize güven vermiyoruz. İşimizi doğru yapmıyoruz. Emin ve doğru sözlü müyüz gerçekten? Peygamberin sadece emin ve güvenilir yönünü örnek alsak, etrafımızdaki insanlara güven versek ardımızda milyarlarca insanı sürükleriz. Bilirsiniz; Peygamber Müslümanı; “Elinden ve dilinden başkasının emin olduğu kimsedir” diye tarif etmiş. Muhaciri de; “Allah’ın yasakladığı şeylerden kaçınan kimse” diye  tanımlamıştır. Farkettiyseniz; Müslüman’ı “Namaz kılan,oruç tutan” vb diye tarif etmemiştir. Kaçımız elimizle, dilimizle başkasını rahatsız etmeyiz. Kaçımız nehyettiklerinden sakınırız. Hani Avrupa ziyareti dönüşünde Mehmet Akif ERSOY’a , “ Avrupa’yı nasıl buldun” diye sormuşlardı ya. Onun verdiği cevabı yine hepimiz biliriz: “ Dinleri; bizim işimiz gibi, işleri; bizim dinimiz gibi.”

Merhum Akif, İslam dünyasının durumunu bu şekilde tespit etmiştir. Kanaatimce İslam gibi bir dinin zirvede olması, inananlarının da doğruluk, adalet ve güvenilirlikte başı çekmesi gerekmektedir. Maalesef bir çok ahlaki değer bakımından sınıfta kaldık.

Yarın rûzi mahşerde Peygamber (as), “Beni hep anacağınıza emîn biri olsaydınız, dünyaya adalet dağıtsaydınız, doğru sözlü olsaydınız, işinizi düzgün yapsaydınız” ne olurdu dese ne cevap veririz? Ya da yüzüne nasıl bakarız? Bilelim ki, İslam’ı anlatmaya değil yaşamaya ihtiyacımız var.

Bu vesileyle; Peygamberimizi doğru anlayan, O’nun gibi yaşayan, O’nun gibi emîn olan takipçilerine selam olsun. Rabbim sayılarını artırsın.

* 23/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

Başlarken*

Ortaokulu okumak için Konya merkeze geldiğim 1979 yılından itibaren zaman zaman gazete alırdım.

Gazeteye bir göz attıktan sonra ilk işim köşe yazılarını okumak olurdu.  Ardından bulmaca sayfasını açar, bulmacasını çözmeye çalışırdım. Okuduğum ve takip ettiğim gazete zaman zaman gelmezdi. O bayiden diğer bayiye kadar gider, acaba birine gelmeyen diğerine gelmiş olur muydu? Gelmediği zaman içimde bir sıkıntı hissederdim.

Göreve başladıktan sonra gazete aboneliklerim başladı. Evime kadar gazetem gelmeye devam etti. Uzun süredir herhangi bir gazeteye aboneliğin yok. İstediğim köşe yazarının yazılarını peyderpey sanal alemde okumaya başladım. Fakat gazete alarak okuduğum köşe yazısındaki hazzı dijital alemden alamadım.

Gazete ve köşe yazılarını takip etmek bir nevi herhangi bir şeye bağımlı hale gelmek gibidir. Takip ettikçe ararsın okumayı. Bıraktın mı okumayı da aramaz hale gelebiliyor insan.

Toplum olarak yazanımız pek çok. Ama okuyanımız maalesef pek az. Kitapçı rafları yazılmış, satışa sürülmüş kitaplarla dolu. Gazete satışlarımız ise az mı az. Çünkü konuşmaya, gezmeye, muhabbet ve cedelleşmeye ayırdığımız vakti okumaya ayırmıyoruz. Okumama açlığını Tv izleme, dizi seyretme ve sanal alem gezintimizle gideriyoruz. Tv'yi bırakınca soluğu sanal alemde alıyoruz. Demem odur ki bugün konuşuyorsak geçmiş bilgilerimizi tüketiyoruz. Bir müddet sonra da kendimizi tekrarlamaya başlarız.

Nice zamandır yazsam nasıl olur diye düşünmeye başladım. Bugün yazayım, yarın  yazayım derken bir yılı geçmiş. Ne zaman oturup yazayım derken işin ciddiyetini düşününce yazmayı bıraktım. Hiç bir gaye düşünmeden yazdığım zaman sıkıntı yok.

Bugün oturup üşenmeden yazmaya başladım. Zaman zaman yazdıklarımla karşınız da olacağım. Dert ve sıkıntı edindiğim her konuda "kambersiz düğün olmaz" misali o konuda düşündüklerimi paylaşacağım; duygu ve düşüncelerimi, kendi doğrularımı işlemeye devam edeceğim.

Yapabilir miyim? Baştan söyleyeyim: Sanmıyorum. Ama deneyeceğim sizlerin hoşgörüsüne sığınarak...

Yapamadığım takdirde -ki öyle- elinizde ikinci bir Bekr-i Mustafa vakası daha olmuş olur.
Bekr-i Mustafa’yı bilirsinizdir: 5 yaşında iken mahalle mektebinde eğitimine başlamış, küçük yaşta iken hafızlık yapmış, o günün medresesinde eğitimini almış, dini bilgisi ileri seviyede olan biridir Bekri Mustafa. Zeki, nüktedan, hazır cevap  ve hoşsohbet olan Bekri Mustafa, 18 yaşından sonra içki müptelası olmuş ve  içmesiyle meşhur  biridir. Sultan IV. Murat zamanında yaşamış ve sultanın sevgisine de mazhar olmuştur. Mahalleli ve devlet ricalinin ileri gelenleri tarafından içkiyi bırakır düşüncesiyle Bekri Mustafa’yı Küçük Ayasofya Camii’ne imam-hatip yapmak için seferber olurlar ve devrin sultanını da ikna ederler. İmamlık yaptığının ilk öğle namazından sonra camii avlusuna bir cenaze gelir ve ilk cenaze namazını kıldıran Bekr-i Mustafa, tabuta eğilerek cenazeye bir şeyler söyler. Ne söylediğini merak eden cemaatten biri Bekri Mustafa’ya sorar:
-Hocam, ne söyledin. Bekri Mustafa:
-Ahirette sana öteki dünyadan haber sorarlarsa Bekri Mustafa imam oldu dersen dünyanın durumunu bilirler, başka bir şey söylemene gerek yok  dedim, şeklinde cevap verir.
Velhasıl; Bekri Mustafa, yaşantısıyla ehil olmadığı halde Küçük Ayasofya Camiine imam olur, bu durumu da yukarıdaki hazır cevaplılığıyla ortaya koyar.

Rabbim, doğruları yazmayı, yazdıklarımla yaşamayı nasip etsin.

*09/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

İnsan hakları günü (mü?)*

               

2001 yılında Adana'da bir lisede görev yaparken okulum beni, -içeriğini bilmediğim- bir konferansa gitmem için görevlendirdi. Konferansı dinledim. Konferans Köy Enstitülerinin açılışının 60. yıl dönümü üzerine  deruhte edilmişti.

 Zorunlu olarak dinlediğim konferans esnasında kendi kendime " Acaba bu okullar yeniden mi açıldı" diye sordum. Biliyorsunuz, bu okullar 1940 yılında açılmış, 1954 yılında da kapatılmıştı. Garibime giden kapatılan okulların açılış yıldönümü niçin kutlanırdı? Nihayet anladım 14 yıl sonra olsa da.

İş dönüşü sanal aleme bir göz attım. "10 Aralık İnsan Hakları günü münasebetiyle yayınlanan mesajlar, yapılan basın açıklamaları dikkatimi çekti. Bu haber  kapatılan Köy Enstitülerinin 61.yıl kuruluş yıldönümüne ne kadar benziyordu. Biz doğuştan gelen, en doğal insanî hak olan yaşama hakkımızı çoktan kaybetmiştik. Dünya 5 büyüğün elinde maymuna dönmüş bir durumda. Aklı selim biri, "Dünya 5'den büyük" derken  5'li çete, "Hayır, 5 dünyadan büyüktür" diyerek dünyayı kana bulamaya devam ediyor. Sayelerinde iki dünya savaşı görmüş dünyaya 3.sünü armağan etmek için uğraşıyorlar. Hiçbir gün geçmiyor ki Ortadoğu başta olmak üzere  Dünyanın kahir ekseriyetinde kan akmamış olsun. Kabil'in bireysel katli, toplumsal katliama dönüştü. Bana dokunmayan yılan bin yaşasın diyen sessiz güdümlü ülkelerin bakışları arasında. Ne kadar da alıştık teröre, katliama, canlı bombaya, bombalamaya, savaşa, ölüme, öldürmeye. Kim, kimi, niçin öldürdüğünü bilmeden taşeronlar, ekmeğine yağ sürüyor "5 büyüktür" diyenlerin.

Bir tarafta hayata merhaba diyenler, diğer tarafta hayata elveda diyenler...O kadar alıştık ki kana. Olmadığı zaman şaşıracağız nereye gidiyor bu dünya diye.    Tek kişi kalmış bu canavar kansız yaşayamaz. Yaşaması, gelişmesi kana bağlı. Çünkü vampirler başka türlü yaşayamaz.

Medeni görünümlü bu insan müsveddesi devletleri görünce Cahiliye Dönemi Araplarına sevgim arttı. Onlar daha medeniymiş. Çünkü onlar yılda  haram kabul ettikleri 4 ayda  hiç olmazsa savaşmazlarmış. Hatta Mekke'ye dışarıdan gelen insanların mal ve can emniyetini korumak için Peygamber Efendimizin de imza koyduğu 'Hılf'ul Füdul Anlaşması' adını verdikleri Erdemliler Hareketi denilen bir anlaşmayı bile hayata geçirmişlerdi. Bugün ise 1 yıl, 12 ay, 365 gün, 6 saat kan akmaya devam ediyor. Bu medeni, çağdaş görünümlü vampirler olsa olsa Kabil’in nesli olurlar. Ve ardından gittikleri Şeytan’a bile şapka çıkarttırırlar.
Dünyaya yön veren güç dengeleri! Gelin ilan ettiğiniz  göstermelik insan hakları gününüzde bari kan akıtmayın ki samimiyetiniz test edilsin. İnsanlar hiç olmazsa bir günü rahat ve ferah bir şekilde geçirebilsinler. Bunu da çok görmeyin bu hemcinslerinize.

İnsanlığımız utandı artık insan görünümüzden ve insanlığınızdan.
 Dünya devletleri 5 daimi üyenin dışında barış merkezli yeni bir oluşuma gitmeden, hep beraber bu 5'e karşı çıkmadan  bu dünyaya uyku haramdır.

Kan ve gözyaşının olmadığı, anaların ağlamadığı, insanların huzur ve barış ortamında doğuştan gelen yaşama haklarını kullanacakları nice yıllara....

Günse eğer doğuştan gelen gününüz hayırlı olsun.... Ramazan YÜCE
*16/12/2015 tarihinde Anadolu Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

Maliyeti yüksek nesil*

80 öncesi doğanlar neredeyse sıfır maliyetle büyüdük. Bu maliyetsiz büyüyenler ise   maliyeti yüksek bir nesil yetiştirmektedir.

Eski neslin çoğu; evlerde, amatör ebelerin elleriyle dünyaya adım attılar. Amerikan bezinden annelerin hazırladığı bezler, komşudan emanet alınan beşik yatağımız, zıbın ise elbisemiz olurdu.  Büyüdükçe büyüklerden kalan elbiseler bize miras kalırdı. Anne sütüyle başlayan beslenmemiz ilerleyen aylarda sıvı yemeklerle takviye edilirdi. Suyla karıştırılmış pirinç unu en iyi mamamızdı. Yürümeye başlamamızla birlikte toprağa ve doğal hayata adım atardık. Toprak bizim baharımızdı. Kirlendikçe leğen ve kalıp sabun en doğal temizlik kaynağımızdı. Oyuncaklarımız da doğal ve maliyetsiz idi: Ayçiçeği kafasından ve sapından yapılan araba, kaynakçıların kullandığı karpit fıçısından çıkan çember ve kalın telden yapılan direksiyon bizlerin milli araçlarıydı. Kurbanlık keçi ve koyunların arka ayaklarından çıkarılan dört yüzlü kemik ve bilye sokaklarda oynadığımız oyunlardandı. Beş taş, dokuz taş, körebe, saklambaç, uzun eşek, top çevirme, seksek, mahalleler arasında futbol maçı sayabileceğimiz oyunlardan bazıları.

Okullu olduğumuzda büyüklerden kalma siyah önlük, çarık ayakkabı giyilir. Saman kağıdından imal edilmiş çizgisiz Matematik defteri, alınan bir kaç ders kitabı, çizgili defter, pergel, iletki, cetvel, kalemtıraş vb ders materyali, annemizin bezden diktiği okul çantasının  içine konurdu. Yardımcı kaynak, dershane, etüt merkezi, servis nedir bilmezdik. Herkes mahallesindeki okula yürüyerek  giderdi. Kimse okulu ve öğretmeni sorgulamazdı.

Kışın kayak merkezimiz yamaçlardı. Annemizin naylon patiği patenlerimizdi. Kolumuzda saatimiz olmazdı. Kulağımız akşam ezanının okunmasındaydı. Ezan sesiyle birlikte hepimiz evin yolunu tutardık. Kış akşamları yapılan komşu ziyaretlerinde akranlarımızla şehir, isim bilmece, bulmaca, bilmece gibi oyunlar oynardık.

Okul çıkışı, hafta sonu ve yaz tatillerinde ev işlerine yardım ederdik. Yazın bir zanaat öğrenmek için babamız bir dostunun yanına verir, getir-götür işlerine bakardık. Verilen mesaj: Ya okursun ya da sanayi idi. Okuyacaksak önümüzde engel yoktu. Okuyamaz isek sanayinin yolunu tutardık. Demek istediğim ailemiz bize sorumluluk verirdi. Çok az maliyetle büyüdük. Ailemize yük olmadık. Yokluk ve imkansızlıklar içerisinde çocukluğumuzu el emeği, göz nuru oyuncaklarımızla doya doya yaşadık.

Bizler büyüdük, iş güç sahibi olduk. Bazı imkanlara kavuştuk ve evlendik. Maliyetlerimiz de arttıkça arttı. Çocuğumuz  doğmadan doktor kontrolleri, doktor ve hastane seçmeler başladı. Çocuk yatağı, çocuk arabası, anne kucağı, alınan kıyafetler ve oyuncaklar doğmamış çocuğumuza biçilen donlardı. Çin malı oyuncaklar, kumandalı arabalar sonra yerini  dijital oyun/caklara bırakacaktı. Toprak yüzü görmeyecek şekilde evlere hapsedilen çocuklar bir müddet sonra çocuk bakıcılarının, ardından kreşlerin kucağına emanet edilecekti. Anne özlemi içerisinde kalan çocuğun özlemini bastırmak için oyuncak üstüne oyuncak alınmaya başlanacaktı.

Anasınıfı ve okul hayatı çağına gelince okul ve öğretmen arayışları, evimizden uzak seçtiğimiz okulla birlikte servisler birbirini izleyecekti. Masaüstü bilgisayar, ardından tablet, olmadı dizüstü bilgisayar, cep telefonu, internet hepsi sırasıyla alınacaktı. Yardımcı kaynak, dershane, kurs ve etüt merkezleri, özel dersler vs. peşi sıra gelecekti. Hafta içi ve hafta sonu hep ders... ders... ders... Tek isteğimiz olacaktı; çocuğumuzun başarması...Bu yüzden çocuklarımızı, hiçbir sorumluluk vermeden büyütmeye başladık. Sonunda her şeyi başkasından bekleyen hazır yiyici bir nesil yetiştirdik.

Yazımdan eskiye dönelim anlamı çıkmasın. Hiç öyle bir şeyi kastetmiyorum. Geçmişe mazi denir. Hz. Ali: "Çocuklarınızı kendi zamanınıza göre değil, onların yaşayacakları zamana göre yetiştiriniz" buyurmaktadır.

Benim demem odur ki; çocuklarımızı okullarda yarış atı haline getirmeyelim. Sorumluluk verelim. Her istediğini almayalım. Daha küçükken her şeyi kazanmadan elde edenler kadir kıymet bilmezler. Bir müddet sonra doyuma ulaşırlar ve hayattan zevk almamaya başlarlar.

Unutmayalım ki, çocukluğunu doya doya yaşayamayan nesiller mutlu olamazlar. Mutlu olmayanlardan da çok şey beklemeyelim.

* 20/12/2015 tarihinde Anadolu'da Bugün Gazetesinde yayımlanmıştır.

26 Aralık 2015 Cumartesi

Seyreden Arkadaşlar



1985-1986 öğretim yılında lise son sınıf öğrencisiyim. Konya’da dershaneler yeni yaygınlaşmaya başlamıştı. Bir aylığı 11.000 TL olan I. taksitini ayarladım, dershaneye yazıldım.

Dershane dersleri, akşam 18.00-21.00 arasında işlenmekteydi. Bir ay devam edip  sonrası bırakmaktı niyetim. Çünkü üniversite okuma gibi düşüncem yoktu. Okumak istesem de parasını karşılayamazdım zaten. Sözel derslere biraz ilgim vardı. Onlara tam devam ediyordum. Sayısal derslere ise bazen gitmediğim olurdu. İlk bir ayın sonlarına doğru dershanenin II. taksidi istenmeye başlayınca  dershaneyi de bıraktım.

Dershane çıkışı - kaldığımız yurtta çay olmadığından-  zaman zaman Beşyol çay ocağına girer, bir bardak çay içer, sonra yurda giriş yapardık. Yine bir akşam çayı içtik. Yurda gitmek için dışarı çıktık. Ardımızda, bizden bir devre altta okuyan ve dershaneye giden bir arkadaşımız çıktı. İçerideki gençler onun ardından bağırış, çağırış  çıktılar, o arkadaşı dövmek için. O arkadaşı kendi halinde bırakıp gitmek olmazdı. Yanımdaki Osman, “Arkadaşlar mesele nedir, güzelce konuşalım” deyince “Konuşmazsak ne olur, Allah’ınızı Peygamberinizi…. ”küfürleri gelmeye başladı. Bela geliyorum diyordu artık. 
Hızlı adımlarla yürümeye başladık. Şimdilerde yok. O zamanlarda dönel kavşak vardı Beşyol ışıklarının olduğu yerde. Onlar 7 kişi biz de 7 kişiyiz. 
Kavşağın tam ortasında Osman’a vurdu biri. Osman’a vurunca ben de ona vurdum. Osman’ı bıraktı bana döndü. 
Sağ elimde dershanemin siyah çantası, gözümde gözlük, tek elle ne kadar dövüşeceksem onu yapacaktım. Beni yolun ortasına yatırdı. Alaman mı veremen mi? Ölüm yakındı artık. Tek yapabildiğim kolunu ısırmak oldu. Sonra üzerimdeki Azrail’i o zamanlar da dargın olduğum arkadaşım itekledi, beni kaldırdı. Zaman zaman tekrar kavgaya pardon dayak yemeye tutuştuk yolun ortasında. Sonra nasıl olduysa ayrıldık. 
Kim kimi dövdü derseniz. 7 kişiye 2 kişi ne yapabilirdi. Biz de onu yaptık, iyi bir dayak yedik. Bizden 4 kişi seyirci, bir tanesi de kavgayı aralamaya çalışmıştı. 
Hızlı bir şekilde yurda doğru yöneldik, tam yurda gireceğimizde, ardımızdan “Kim o benim kolumu ısıran” diyerek tekrar geldiler. Beni bulmaları kolay oldu. Bıçağı çıkardı, üzerime yürüdü. Dayak ortağım Osman araya girdi. Gazi olamadan yurda girdik.

Belletmen hocamız bizi kapıda karşıladı. Üstümüze, başımıza baktı. Adaletsiz bir savaşın içinden çıktığımız belliydi. “Ne oldu size çocuklar, bu haliniz nedir” der demez; bizim dört tane seyirlik arkadaşımızın biri bıraktı, diğeri aldı. Açtılar ağızlarını, yumdular gözlerini. Kavgayı, yani yediğimiz dayağı noktasına, virgülüne anlattılar. Hiç bir şeyi eksik bırakmadılar. Değme fotoğraf makinası ve videolar yanlarında halt etsin. Her bir kareyi fotoğraflamışlar. O zamanlarda dijital makineler, cep telefonları yoktu ama karelerin hiçbir eksikliğini çekmedik. Biz dayak yerken bizi seyreden bizim seyirlik arkadaşlarımız tarihe not düşecek her anı zihinlerine nakşetmişlerdi. Ağızlarını doldura doldura iştiyakla konuşmalarını görünce müthiş bir görsel zekaya sahip olduklarını tespit ettim. Gıpta ettim onlara. Bugünlerde boğulan kişinin boğuluşunu ya da her bir kareyi ölümsüzleştiren seyirlikler gibi her anımızı ölümsüzleştirdiler. Kavgaya girip bizimle bir olsalardı hocaya o anımızı kim anlatacaktı? Zira bizim konuşacak takadımız  kalmamıştı zaten.

7 tane Tarla Mahallesinin eli sopalı gençlerine karşı 7 tane de biz vardık genç olarak. Tek suçumuz alt devremizin çay ocağından çıkarken kapıyı örtmemesi idi. Biz onu koruyalım derken kavganın içerisinde bulduk kendimizi. Seyircilerden bir tanesi de adına dayak yediğimiz kişi idi. Diğer arkadaşlar hafifçe bir kıpırdansalar  adamlar kaçacaktı belki de.

Seyirlik arkadaşlardan biri dışında diğerlerini hiç görmedim 29 yıldır. Bazen önemli bir anımı çekmem gerektiğinde onları hayırla yad ederim. Şimdi olsalar da çekselerdi diye. Ama kendilerini hiç unutmadım biz böyle bir anı yaşarken seyrettikleri için.

Sizlere onların isimlerini, özellik ve boy postlarını da anlatmak isterdim. Ama yaptıkları iyiliğin anlaşılmasından belki de hoşlanmayabilirler. Ziya hayrı kaçar diye düşünebilirler. Onlara dokunmayan yılan bin yaşasın.

Gıyaplarında kendilerine  teşekkür ederim böyle bir anı yaşattıkları ve ölümsüzleştirdikleri için.

Onları ölümsüzleştirmek için ben de onları kaya parçasına yazdım. 26.12.2015


Boğaz Harbi

Ekmek almak için fırına gittim. Millet taze, sıcak ekmek alırken zaman zaman bayat ekmek var mı diye soranlara şahit oluyorum. Satıcı bazen kalmadı, bazen var diyor, bazen de şu şekilde var olur mu diye soruyor. Bir gün kim alıyor bu bayat ekmekleri ne yapıyorlar diye görevliye sordum. Genelde kalabalık aileler alıyor dedi.

Yine bir gün yaşlı bir amca, “10 tane bayat ekmek” dedi. Masanın üzerine 3 TL bıraktı. Demek ki 80 kuruşa satılan günlük ekmeğin, bayatını 30 kuruştan alıyordu. Allah razı olsun onlardan. Hem ekmek boşa gitmiyor, hem aile bütçesini yetiştirmeye çalışıyordu. Bayat ekmeğin aynı zamanda  hazmı da kolay olur, mideye faydalı derlerdi yurttaki belletmen hocalarımız.

Amcanın aldığı bayat ekmek beni geçmişe götürdü. 1979-1986 yılları arasında orta ve liseyi okurken bir öğrenci yurdunda kaldım. Yemeklerde 10’ar kişi bir masada otururduk. Yemeklerimiz karavana usulü olarak masaya konur. Her günün nöbetçisi eşit bir şekilde pay ederdi. Ekmeklerimiz dilimlenmiş halde selelerin içerisine konurdu. Hep bayat olurdu ekmeklerimiz, az yensin diye. Taze ekmek ancak ekmek bayatlatılamayınca verilirdi. Bu da milyonda bir denk gelirdi.

Masaya erken gelen bazıları, ilk önce önüne koyacağı ekmekleri seçerdi. Aşağı yukarı her dilimine dokunur, taze mi bayat mı kontrolünü yapardı: Eliyle bastırır, bırakırdı. Genelde ekmeğin kenarları ortasına göre biraz taze görünürdü, onları seçerdi eliyle. Gözüyle değil. Tıpkı şmdilerde bakkal ve marketlerden ekmek alırken yaptığımız gibi.

Sonraki gelene pek ekmek kalmazdı. Garibim, diğer masalara ekmek aramaya giderdi. Bazen bir büyüğümüz, “Arkadaşlar, herkes tek dilim alsın, bitirince tekrar alsın” kuralı koyardı. Bu kurala uymak kolay değildi. Ya ekmek biterse. Ne de olsa karın doyurmak için tek sermayemiz ekmekti. Çünkü biz toplum olarak ekmeği, ekmeğin içine katık yaparak yiyen bir millet idik ne de olsa.

Alınan ekmek dilimi hızlıca yenirken bir taraftan da göz ucuyla ekmek selesi takip edilirdi, 2. 3. 4. dilimi almak için. Bazen ekmek birden biter. Hizmetliden ya da belletici öğretmenden ekmek istenirdi. Genelde olmaz denirdi. Bu sefer yeniçeri isyanı başlardı: Masalara kaşıkla vurarak tempo tutmak şeklinde. Bizim yeniçerilerin isyanı saman alevi gibiydi. 400 kişinin kaşık sesi, nöbetçi öğretmenin sopasını masaya vurmasıyla sona ererdi.

Bir Cuma akşamı yurt müdürü, tüm öğrencileri yatsı namazının akabinde mescitte topladı, dert dinledi. Dilek ve şikayetleri not aldı ve cevap verdi.
Parmak kaldırdım, bana söz verdi:
—Hocam, yemeklerde her bir öğrenciye ne kadar ekmek vermeyi düşünüyorsanız, o kadar verseniz, yarımsa yarım, çeyrekse çeyrek. Herkes ne kadar yiyeceğini/yediğini bilsin. Dilimlemeseniz olmaz mı, dedim.
-Ekmek o zaman israf olur. Artık kalır. Sen niçin böyle istiyorsun bakalım, dedi.
-Eğer dilimle vermeye devam ederseniz bu gidişle gözlerim ve midem bozulacak, dedim.
-Niçin, dedi.
-Çünkü, ekmeğin ikinci dilimini kapmak için birinci dilimi, nasıl mideye indirdiğimi hatırlamıyorum. Çoğu zaman da iyice çiğnemeden yutuyorum. Bu yüzden midem bozulacak, dedim.
-Gözün niye bozulacak, dedi.
-Ne kadar ekmek kaldığını görmem için yan yan bakmaktan gözüm neredeyse şaşı olacak, dedim.

Gülüşmeler sonucunda 400  ekmek düşmanının istediği bu masum istek, dört yüz kabul oya karşılık bir oyla reddedildi.
Diğer zamanlarda yine eski hamam eski tas bildik usulle biz boğaz harbine devam ettik.
Biz bayat ekmeğe talim ederken acaba belletmen hocalarımız öğle yemeğini ayrı masada yerlerken yedikleri ekmek bayat mıydı yoksa taze mi? Bu da bir merak işte... 26/12/2015

Kayseri Yolcusu Kalmasın!

     
26 Eylül 1986 yılında hazırlık öğrencileri için yapılan muafiyet sınavına girmek için Kent Turizm firmasından  gece 1.5'a, 2.500 liradan bilet  aldım. Amacım, gece otobüste uyuyarak seyahat etmek, otel parası vermemek, sabah Kayseri'de gözümü açıp sınava girip dönmek.

Gece 12.00 sularında Yeni Otogar'a (Şimdiki Kule Sitenin olduğu yere) ulaştım. Peronu buldum. Peronda Ereğli- Niğde-Kayseri-Sivas levhası vardı. Konya otogarının yerleşmiş düzenine göre otobüs yarım saat önce gelmeliydi. 1.25 gibi peronuma otobüsüm arka arkaya yanaştı. "Sayın kaptan ve yolculara Konya Belediyesi hayırlı yolculuklar" diler anonsu ve zil sesiyle birlikte otobüsün hareket etmesi bir oldu. Açık kapıdan daldım içeri. Konya Otogarının diğer şehirlerde olmayan yerleşmiş düzenine göre otobüsler ilk perondan başlayarak kalkışı görülmeye değerdi.

Otobüsün içinde ön tarafta oturan 8-10 kadar yolcu vardı. Benim biletim ise 38 numaraydı. Kendi kendime otobüs bomboş olmasına rağmen bana arka koltuğu reva görmüşler diye düşünmeye başladım.
Ben bu düşünceler içerisinde iken otobüsümüz epey yol aldı. Az sonra muavin ayağa kalktı. En önden seslenmeye başladı:

—Biletsiz yolcu var mı?

—...

—Yanlış binen var mı?

—...
—Bir tane fazla yolcu var.

—...
Birkaç defa biletsiz binen ya da yanlış binen var mı dediyse de kimseden çıt çıkmadı. Tabii ki benden de. Çünkü biletim vardı. Yanlış da binmedim. Zira peronumda başka şehirlerin adı da olsa Kayseri yazıyordu.
Yedek kaptan ayağa kalktı. "Sayın yolcular herkes biletini çıkarsın" dedi. Çıkardık. Herkese baktı baktı. Sonra en arkadaki bana geldi. Bakalım er mi yaman ben mi? Biletimi gösterir göstermez:
—Ula kardeş bu Kayseri bileti.

—Evet Kayseri bileti.

—Sen Kayseri'ye gidiyorsun.

—Evet, Kayseri'ye gidiyorum.

—Bu otobüs Niğde'ye gidiyor.

—Ama bu otobüs Kayseri yazan perondan kalktı.
—Tamam, biz de aynı perondan kalkarız.

—Bu Kayseri'ye gitmez mi?
—Hayır, Niğde'de kalır. Sen en iyisi bu bileti bize ver. Niğde'ye kadar git. Oradan Kayseri'ye bir otobüs bulur gidersin. Ya da bilet sen de kalsın. Bize 1500 lira para ver, Niğde'ye kadar git.

—Ama ben  sabah 08.00'de sınava gireceğim, yetişemem.
—Peki sen söyle, ne yapalım?

—Gözünü sevdiğim abim ben öğrenciyim.
—Madem öğrencisin, Karapınar'a kadar git, para almayalım. Kararını ver. Bak ben uykusuz kaldım, uyuyacağım.
Ne kadar "Gözünü seveyim abi, ben öğrenciyim" desem de fayda vermedi. Hoş adamın yapacağı bir şey de yoktu. Tek derdi, yanlış binen bu yolcudan para alıp yolunu bulmaktı. Onun da kursağında
kaldı. Uykusuz kalması da cabası.
Baktı benden para çıkmayacak yedek kaptan yatmaya gitti. Ben de uykusuz, kararsız ve tedirgin bir atmosferde Karapınar'a kadar geldim. Otobüs molaya girdi. Ben de tesis yetkililerinden Kent Turizm'in  gelip gelmediğini sordum. Gelmemiş. Fakat bugün tesislere girmeden geçer miydi? Adamlar girer dediyse de ben yola çıktım. Gecenin karanlığında her ışığa, her sese el kaldırdım. Karanlıkta beni gördüler mi bilmem ama hiçbiri durmadı. Sonunda gecenin karanlığında Kent Turizm tesislere girdi.
Gecenin ayazında donmuştum. Koşarak muavinin yanına vardım.

—Ben bu otobüsün yolcusuyum.

—38 numara mı?

—Evet.
—Biz seni Konya otogarında çok aradık. Sen Karapınar'da çıktın. Seni bulamayınca biletin iptal oldu. Bize binersen biz sana 2.000 lira bilet keseriz.
Durumu anlattımsa da olmadı. 2.000 lira yeniden bilet kestirdim. Konya otogarındaki ilgili firmayı telefondan aradım. Benim bilet iptal olmuş, paramı geri verin diye. Önce vermeyiz dedilerse de sonra gelince paranı Mehmet Arıcı'dan al dediler.
Sonunda kördüğüm olan Kayseri yolculuğum otobüsümü bulunca düzene girdi. Karapınar'a kadar sıkıntılı olsa da 90 km'lik yol bitmek bilmese de gündüzün yorgunluğundan sonra uyuma hayali kurduğum yolculuğumda uyuyamasam da sonunda ücretsiz olarak geldim. Kayseri'ye kadar 2. 500 liraya gidecekken 2. 000 liraya gidebilmiş, 500 lira kâra geçmiştim. O kadar stresten sonra Kayseri'ye kadar uyuyabilir miyim? Maalesef uyunmaz.
Sabahında sınava yetiştim. Bakalım sınav nasıl geçecek, öğrenciliğim nasıl olacak kim bilir, zaman gösterecek. Ama bildiğim bir şey var. Kayseri yolculuğum zorlukla başladı. Sanki beni Kayseri kabul etmeyecek gibiydi. Eğer gelirsen sıkıntıların eksik olmayacak der gibiydi. 20/11/2015

Cebimin beklenmeyen misafirleri

-Yahu Benim Yakamı Bırak. Ne Olursun Allah Aşkına-


Kurum, kuruluşlar ivedi durumlarda mensuplarıyla daha çabuk iletişim kurmak ve haberleşmek için teknolojiden faydalanarak whatsapp grubu kuruyorlar. Güzel bir iletişim aracı. Buraya kadar eyvallah.

Bir de herhangi bir kurumu beğenmeye davet edenler var. 

İyi niyetlisiniz biliyorum. Fakat bu kadar iyi niyet fazla değil mi?

* Gel bu grubu kendi emel, duygu ve düşüncelerine alet etme. Her gördüğünü, her duyduğunu "kes-kopyala-yapıştır-gönder" yapma. Bu grup/lar senin çiftliğin değildir. Hele oyuncağın hiç değil. Neyi, kime göndereceğini seç. Benim, internette herkesin ulaşabileceği bilgi, doküman ve belgelere karnım tok. Bu gönderdiklerin bayatladı artık. Yeni şeyler söyle, yaz, paylaş cancağızım. 

(Ben böyle muhatabıma konuşur gibi yazarken üzerine vazife olmayan bazı şahinler, sazan gibi atlıyorlar. Kendisi bir şey söylemez. Çünkü gölgesinden korkar. Hayatı boyunca -eğer buna yaşama denirse- kendisi olmadan yaşar. O sazan bilsin ki, yazım umumadır.)

*Yazıyı okuyan  doğru bir şey yaptığına inanıyorsa Rabbim yolunu açık etsin. Eğer yanlış bir şey yaptığına, insanları rahatsız ettiğine inanıyorsa bu yaptığından vazgeçsin. 
*Eğer illa paylaşacağım diyorsan sevdiklerini içeren bir grup kur. Durmadan paylaş. Tüm internettekileri onlara gönder.
*Yok ben hazır yiyiciyim, hazıra konarım. İlla bu gruptan göndereceğim diyorsan sanırım orada bir seçenek vardır. Bir iyilik yap, beni hariç tut. Diğerlerine gönder. 
*Yok ben seni seviyorum, sevgimden mahrum olma diyorsan; Ne olur, Allah rızası için beni sevme. Senin sevginden yoksun yaşarım ben bağrıma taş basarak.
*Seninle karşılaşıp "Arkadaş, yazını okuyamadım. Bana kısaca anlatır mısın" desem, gönderdiğine Fransız olduğunu ortaya çıkarırım.
*Gel bana bir iyilik yap; Beni seviyorsan bana eziyet etme. Beni düşman görüyorsan bana malzeme verme.
*Yok ben seni yola getireceğim diyorsan; ben yola gelmez, iflah olmaz biriyim. Senin bana, benim de sana verebileceğim bir şey yok. Kendine eziyet etme.
*Yok ben bu yaptığımı severek yapıyorum. Bana sıkıntı vermiyor. Sadece sanal alemdeki bilgileri kes-kopyala-yapıştır yaparak gönder düğmesiyle telefonumdan cümle aleme bir tuşla gönderiyorum diyorsan, bil ki; ben rahatsız oluyorum. Müslüman müslümana zulmetmez. Aslında suç sen de değil. İletişim için aldığın o oyuncakta. Onu amacı dışında kullanma. Sendeki o oyuncaktan bende de var. Aynı oyuncakla oynamaktan bıkıp usanmadın mı? Çocuk bile aynı oyuncakla oynaya oynaya bıkar. Anne-baba ona yeni oyuncak verir. Aslında senin derdin yaşayamadığın çocukluğu yaşamak. Çocukların çocukluğu sevimli olur. Ama senin gibi büyüklerin oyuncakla oynaması abesle iştigaldir.
*Bu yazıyı okuyup da adam alınır diye düşünen varsa; bilin ki hiç şüphem yok. O yazıları gönderen sadece gönderir. Başka yazı okumaz o. İşin garibi kendi gönderdiğini de okumaz o. Nerden biliyorsun derseniz; böyleleri aleme nizamat vermeye çalışır. Kendisi hariç tabi. Çünkü o kendini mükemmel görür. Yeni bilgiye de ihtiyacı yoktur.
*Adam göndersin bu kadar niye celallendin diyen olursa; Kardeş, telefonda yazı yazarken pat uyarı geliyor. Önemli bir şey mi diye hemen bakıyorsun. Bizim beklenmeyen misafir. Telefon cebimde; bir uyarı, bakıyorsun yine o. Yani her daim benimle. Olmayacak evin masraflarına da dahil edeceğim bu gidişle.
*Kardeş ne olursun gönderdiğini bir elekten geçir. Her gördüğünü cümle aleme gönderme. Senin bu yaptığını ilk defa sen yapmıyorsun. Senin kurumun zaten gerekli-gereksiz her şeyi gönderiyor. O yeter bize zaten, bir de sen tebelleş olma. 
* Ama hakkını yemeyelim. Bir iyi yönün var. Senin bu yaptığından bir konu çıkardım. Daha önce beni günlük mesaja boğandan kurtulmak için engelleme özelliği olmadığından mecburen yeni telefon aldım. Şimdi de sen çıktın piyasaya. Yaktığım yorgan yeter artık... 
*Şu gönderdiklerini sanal alemdeki sayfandan paylaş kimseyi üzmeden. Hem daha çok kişiye ulaşır bilgilerin. Eğer amacın bağcıyı dövmek değilse... 
Yahu benim yakamı bırak ne yaparsan yap Allah aşkına... 

Biliyorum bu yazımdan sen değil dostlarım kendine pay çıkaracaklardır. Kastım dostlarım değil sensin. Ben onların aramasından, paylaşımlarından mutluluk duyarım.

Bil ki, sen ve senin gibi olanlar benim imtihanımızsınız. Yaptığınız bir krizdir. Farkına varmadığımız bir kriz. Rusya krizinden daha elzemdir bu kriz... 05/12/2015

24 Aralık 2015 Perşembe

Boynu Bükük Bir Öğrenci Profili**

1981-1982 öğretim yılı. Orta 3.sınıf öğrencisiyim. Musalla civarında bir öğrenci yurdunda kalıyorum. Yurtta akşamleyin dışarı çıkmak yasaktı. Sadece cumartesi akşam saat 10.00'a kadar izin verilirdi.
Hafta içi bir günün akşamında, yurt belletmen öğretmeni akşam yemeğinden sonra "Çocuklar, bu akşam biliyorsunuz mübarek bir gece. Size izin vereceğim. Merkez camilere giderek oradaki programa katılın, programdan sonra yurda gelin" dedi.
Yanıma aynı yurtta kalan hemşerim ve arkadaşım geldi. Daha önce bana çay ikram etmek için beni Beşyol çay ocağına götüren arkadaş. O çay ocağında çay içmeye teşebbüsten sayısını bilemediğim Osmanlı tokadı yemiştim.
Birlikte çıktık yola. Niyetim bir camide yatsı namazı kılıp gece adına düzenlenecek programa katılmaktı. Arkadaşım, "Halaoğlu, gel seninle sinemaya gidelim" dedi. "Mübarek gece bu gece olur mu" dedimse de adımlarımız bizi cami yerine Saray Sinemasına götürdü. Herkes Mersin’e camiye giderken biz tersine sinemaya gittik.
Bu gece bayram yapacaktık. Biletleri aldık. Girdik sinemaya. İçeride sanayide çalışan teyze oğlumla karşılaştık. Başladık Ferdi TAYFUR'un filmini izlemeye. "Susadım Çeşmeye..., Hapishane... şarkılarını arka arkasına söyledi Ferdi TAYFUR. Acıların çocuğuydu ne de olsa. Dertliydi. Filmi izledik izlemesine de. İzlerken bizi de bir dert aldı yanık türkülerle beraber: "Acaba camideki programlar ne zaman biter, mübarek gecede sinemaya gidilir miydi. Gören ne derdi bize. "Film bitti, çıktık dışarıya.
Göz gözü görmeyen bir sis kaplamıştı Konya'yı. O zamanlarda akşamları hep sis olurdu. Ama bu geceki farklıydı. Havası kirli mi kirli idi. Üçümüzün de kolunda saati yok. Saatin kaç olduğunu da bilmiyoruz. Yurda gitsek, diğer yurtta kalanlar daha erken yurda gitmiş olabilirlerdi. Nöbetçi öğretmen nerede kaldığımızı sorabilir, sinemaya gittiğimiz ortaya çıkabilirdi. Ne yapalım diye düşünürken teyze oğlunun Fatih Işıklar'daki bekar evine gitmeye karar verdik.
Nasıl gidecektik. Çünkü sisten dolayı otobüs seferleri de iptal edilmişti. Göz gözü görmeyen sisli bir havada el yordamıyla eve geldik. Ne kadar yürüdük, bilmiyoruz, saatin de kaç olduğunu?
Yorgunlukla beraber uyumuş kalmışız. Sabahleyin işe götürmek için üç tekerlekli araçla teyze oğlunu almaya gelen patronun oğlunun sesiyle birlikte uyandık.
Teyze oğlu işe gitti. Biz de yine yürüyerek yol yordam bilmeden rastgele Beşyol mevkiini bulmak için yola çıktık. Niçin yürüyerek yola çıktık bilmiyorum. Büyük bir ihtimalle cebimizdeki parayı sinemaya verdik, otobüse binecek paramız da yoktu.
Nalçacı Caddesinde hızlı ve koşar adımlarla yürürken ardımızdan biri seslendi. Bildik bir sesti. Döndük baktık. Eyvah! Yurtta nöbet tutan diğer bir hocamızdı. Dayak tedrisinden geçmeyen yoktu. Severken bile vururdu. Vurdukça da aşka gelirdi. Sabah namazına kaldırırken "Bre gafiller, ne yatarsınız" anonsuyla uyanırdık. Mikrofonu kapatınca önce katın birine gelir, elindeki sopayla demirlere birkaç defa vurur, "Üçe kadar sayıyorum. Bir, iki...”. Sonra üst kata çıkar. Orada da aynı saymayı yapar, aşağı kata iner, kapıya durur. Gelen herkese vururdu. Mübarek 3 demezdi. Çünkü onun üçü sopaydı. Pantolonunu yarım yamalak giyen düşerdi koridora. Sopasını yemeden gidenler Allah'ın sevgili kulu olarak geçerdi yurt tarihinde. Evet bu ses onun sesiydi:
—Hafız ne ararsınız burada, dedi.
—Hocam, bir akrabanın evinde kaldık, dedik.
—Çabuk okula. Derse girmezseniz ben yapacağımı bilirim, dedi.
—Tamam hocam deyip adımlarımız koşuya dönüştü. Hava kapalı, yine saatin kaç olduğunu bilmiyoruz. Koşa koşa Musalla'daki yurdumuza geldik. Baktık ki tüm odaların ışıkları yanıyor. İçeri girsek kitaplarımızı alamayız. Zaten dolaphane kilitli olur. Okula gitsek, nerede kitaplarınız diyecekler. İşin garibi saatin kaç olduğunu bilmiyoruz, kimseye de soramadık, zira kız gibi büyümüştük. Ya saati sorduğumuz bize kızarsa.
Ne yapalım derken "Öğleye kadar bu soğuk havada beklemeyelim. Beşyol çay ocağına gidelim. Öğleden sonra derse girelim" dedik. Öğleye kadar bekledik. Öğle yurda gelerek kitaplarımızı aldık, derse girdik.
Günler geçti geçmesine de. Gel sen onu bir de bize sor. "Ya o bizi Nalçacı’da gören öğretmenimizin nöbeti geldiği zaman bize ne yapacaktı.? " Otursak da tadı yoktu, kalksak da.
Nihayet beklenen gün geldi. Bu akşam Azrail'imiz nöbetçi. Ben diyeyim Azrail. Siz deyin Zebani.
Akşam namazından sonra etütlerimize geçtik. Yatsı namazı kılmak için birinci etüdün zili, ezan sesiyle beraber sona erdi.
Etüt başkanıyım. O zamanlar başkan seçiminde yaşı büyük, iri cüsseli insanların seçimi esastı. Benim profilim de bunlara uyuyordu zaten. Kürsüde oturuyorum. Beni post bilen kasabım elinde sopayla girdi içeriye. Mübarek sanki Musa'nın asası. Hiç ayrılmazdı kendisinden. "Hafız, sen o gün okula niye gitmedin" dedi. Cevabı almadan iki tane vurdu. Ardından "Seni mescitte herkesin önünde döveceğim" dedi, ayrıldı.
Etüt arkadaşlarımın içerisinde gururum ve onurum ayaklar altına alınmıştı, ama olsun. Onur dediğin neydi ki. "Namazdan sonrası Allah Kerim" dedim.
Namaza gittim. İkinci bir işkence bizi camide bekliyordu. Çünkü 400 kişi abdestini alacak, mescide gelecekler, birlikte cemaatle namaz kılacaktık. Ben diyeyim yarım saat, sen de 45 dakika beklerdik herkesin gelmesini. Bekleyenler, beklemekten yanındakiyle konuşmaya başlarlardı. "Allah'ın evinde dünya kelamı konuşulmaz, siz ne yaparsınız" uyarısıyla tekrar susulurdu.
Baktım, her zaman cemaatin genelde son halkası olan sinema arkadaşım, kendi halinde mescidin bir kenarında oturuyor. Yanına vardım. Bakmadı bana. Laf attım. Cevap vermedi. Eğildim yüzüne baktım. Gözleri kan çanağı olmuş ağlamaktan. O kadar ısrardan sonra "O; geldi, dövdü beni. Her yerime vurdu. Vurduğunu sayamadım" dedi. Kafasını eğdi. Burnunu çeke çeke bekledi. Ara sıra gelen hıçkırığına aldırmadan.
Arkadaşım vurdu deyince, hocamızın dövme şeklini az buçuk biliyordum. Fazla üstelemedim. Çünkü elindeki sopa rastgele gider gelirdi. Artık neresine gelirse. Dövmede objektiflikten ve adaletten ayrılmazdı. Vücudun her bir yeri nasibini alırdı.
Günlerce içine kapandı benim sinema arkadaşım. Ben de onun sessiz duruşuna rağmen yanında gittim geldim. Bir gün başladı kendi kendine konuşmaya: "O gece var ya. İşte ben zaman abdestsiz namaz kıldım. Fatiha'm ona küfretmek oldu. Zammı sürem yine ona küfretmek oldu" dedi, yine susmaya devam etti. "Keşke böyle yapmasaydın" diyerek yanında yürümeye devam ettim.
Mübarek bir geceyi sinemaya giderek bedelini ağır ödemişti arkadaşım.
Bizim dayakla bezenmiş hayatımızdan bir demet sundum.
Sırası mı diye kızabilirsiniz. Afişe edilir mi böyle şeyler diyebilirsiniz. Amacım kimseyi kötülemek, birilerini yargılamak değil. Ne hocama bir kırgınlığım ve kızgınlığım var ne de başkasına. Hepsi iyi niyetliydi. Ondan şüphem yok. Ama iyi niyet her zaman iyi sonuç vermeyebilir. Çünkü "Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla dolu" der DİLİPAK hep.
Dikkat çekmek istediğim, sevgisini vermediğimiz, yüreğimizi koymadığımız hiçbir iyi niyette asla başarıya ulaşamayız. Çünkü 15 yaşındaki bir çocuğun yediği dayak, kırılan onuru hayatı boyunca kendisinden ayrılmayacaktı. Bir gölge gibi takip edecekti, bastırılmış duyguları kendisini.
80 ihtilalinin kudretli paşası, "Asmayalım da besleyelim mi?" derken bir sağdan bir soldan astı, kendince adaleti tesis etmek için. Bizimkiler de hep bizi astı nedense o yıllarda...
Sinema arkadaşım, şimdilerde yarım asrı devirmeye ramak kaldı. O, hafızlığını unuttu. Kolay kolay yönünü kıbleye dönmedi. Giderse de cumadan cumaya camileri ziyaret eder oldu. Güzel ve etkileyici konuşur. İmkanı var, parası var. Ama boynu büküklüğünü, ezilmişliğini, onurunun incinmişliğini hala atamamış görünüyor.
Biliyorum, o arkadaşım iyi niyetli, içi merhamet dolu. Böyle birinin bu noktaya gelmesinin temelinde; dedesinden, hocalarından, abisinden, babasından, amcasından, herkesten korkması yatıyordu.
Bilmem anlatabildim mi? Kimseyi değil hayatı anlattım. Eğitimde ve çocuk yetiştirmede başvuracağımız yöntemlerin ne tür kapanmaz yaralara sebebiyet verdiğini bilmemiz açısından fayda sağlar belki dedim. Sürç-i lisan ettimse af ola... 24/12/2015
**25/12/2016 tarihinde ladik.biz sitesinde yayımlanmıştır.

Düğün davetiyesi



Düğün davetiyeleri eskiden beri var mıydı bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var. Benim çocukluğumun geçtiği beldede davetiye yerine okundu adı verdikleri bir okuma/davetiye türü vardı.

Düğün davetiyesinin gündemimize girdiği yıllarda da davetiye yakın akrabalara verilmez. Onun yerine yakınlığına göre gömlek, pantolon, havlu, elbiselikler verilir, davetiye yerine geçerdi. Hele kardeşe asla düğün davetiyesi verilmezdi.

Lise son sınıf öğrencisiyim. Bir öğrenci yurdunda kalıyorum. Kız kardeşim evlenecek. Hafta sonu düğününe katılmam lazım. İzin almak için müdürün kapısını çaldım. Durumumu anlattım. “Kardeşin evlenecekse düğün davetiyesini göster” dedi. “Hocam, bizde düğün davetiyesi olmaz. Onun yerine okundu verirler” dedim. “O zaman Pazar günü akşam yurda giriş yapacaksın” dedi. “Pazar günü gelmem mümkün değil, çünkü tatil günü otobüsler işlemez.” Deyince, “O zaman gitmeyeceksin” dedi. Gelemeyeceğimi bile bile “Tamam, gelirim” diyerek ayrıldım.

Hafta sonu düğünümüz yapıldı. Malum ulaşım olmadığından Pazartesi sabahtan okula yetiştim. Akşamında da  yurda giriş yaptım.

 Bir hafta geçti aradan. Banyoda kirlenen çamaşırlarımı yıkıyorum. Anons sesine kulak verdim. İsmi okunan kişilerin içerisinde ismim de anons edildi. Sabunlu ellerimi yıkayıp, çamaşırları banyoda bırakarak müdür odasına gittim. Sıra sıra dizildik müdür beyin karşısına el pençe, hazır ol vaziyette. Yine her zaman ki gibi boynu bükük. Çünkü müdür odasına çağrıldın mı yandın demektir. Ancak suçlular girer oraya. Az sonra suçumuz anlaşıldı: Pazar akşamı yurda giriş yapmamak. Elinde sopa bizi bekliyordu. Gelememe gerekçelerimizi söyledikse de kalem kırılmıştı artık. Deynek kınından çıkmıştı. “Açın elleri komutuyla açtık. Önce sağ ele,  sonra sol ele bir düğün hediyesi kondurdu. Odada gökyüzü görülmediği için yıldızları sayamadım. Deterjanla yumuşatılmış elime bir tokurcak eksikti. Düğün kınasız olmazdı. Müdürümüz elime kına yakmıştı. Ben yıldızları sayamamanın acısını çekerken beyefendinin mutluluğuna diyecek yoktu.

Sonra ne mi oldu? Elimin acısıyla epey uğraştım, didindim. Dudaklarımı ısırdım. Az sonra müdürüm görevini yapmış, muzaffer bir komutan edasıyla gözlerden kayboldu.

 Yurt demek disiplin demekti. Öyle Pazar akşamı gelememek de ne demekti. Otobüs yoksa 75 km’yi gerekirse yürüyerek gelecektin.

 Güç bela çamaşırları bir kat yıkadım. Serdim kurumaları için.  Bir hafta boyunca avuç içimin acısını, izi çıkmış sopanın kızarıklığını  insanlardan sakladım; müdürümün hatırasını görmesinler diye. Çünkü bu hatıra bana özeldi. "Hocanın vurduğu yerde gül biter" derlerdi de inanmazdım. Bitti gerçekten. Ama sevgisini vermediği için gül, bir hafta sonra soldu.

Kendisi kopyanın mucididir. O zamanlarda kopya çekmek yoktu. Teksir makineleri vardı, bir yazıyı çoğaltmak için. Değneğin izinin aynı çıktığını bundan gören  insanlık fotokopi makinesini icat etti.

Demek ki her şeyde bir hayır vardı. Bu hayra sebep olduğum için kendimi bahtiyar hissediyorum. 24/12/2015

22 Aralık 2015 Salı

Din, din eğitimi ve din anlayışı üzerine -ındî- bir analiz



Anadolu'da bir çok ebeveyn Kur'an öğretimi için çocuğunu Kur'an Kursu, cami, İHL ve STK'ların organize ettiği yerlere gönderir. Neredeyse din eğitimi ve öğretimi almayanımız yok.

Bir kısmımız çocuğuna hafızlık yaptırıyor. Yarım yamalak da olsa dini bilgiden yoksun olan insanımız yok gibi... Bol miktarda ilahiyat mezunumuz, İHL mezunu, imam-hatip, müezzin kayyum, ilahiyat öğretim görevlisi , açık İHL mezunumuz, hafızımız, şeyhimiz ve medrese mezunu ve medrese hocalarımız var. Etrafımıza ne kadar ışık tuttuğumuz, bilgimizin ne kadarının yaşantıya dönüştüğü konuşulmaya değer. Hatta dini bilgi arttıkça dini yaşamak azalıyor. (Yaşayanları tenzih etmek gerek. Hatta din eğitimi veren yerlerde okumamış başka branş ve meslek sahiplerinin dini yaşama ve hassasiyetleri daha takdire şayan görünmektedir.) Kur'an'ın deyimiyle kitap yüklü merkepler gibiyiz. 50 öncesi gizli, kaçak öğrenilen az bilgi ile dede ve babalarımız, çok bilgiye sahip bizlerden daha fazla dini yaşıyorlardı. Bunun sebeb/leri uzmanlarınca mutlaka araştırılmalı, ülkemizde verilen din eğitimi ve öğretimi üzerine kafa yorulmalıdır. Aşağıda maddeler halinde -doğruluğu tespit edilmemiş- tespitlerimi paylaşmak istiyorum:

1.Dindar-mütedeyyin ailelerde , din eğitimi verilen yerlerde çocuklarımıza her şeyden önce öz güven verilmelidir. (Çocuklara çoğu zaman öğrenmesi ve ibadetlerini yerine getirmede baskı/şiddet uygulanmaktadır. Unutulmamalı ki, şiddete maruz kalan şiddet uygular.)
2.Din eğitimi/öğretiminde "Eti senin kemiği benim" mantalitesinden vazgeçilmelidir.
3.Din eğitimi/öğretiminde zamanlama dikkate alınmalıdır. Çocuğun susaması ve acıkmasını beklemek gerekir. Acıkmayan ve susamayan çocuk yediğinden ve içtiğinden zevk almaz.
4.Din eğitimi ve öğretimini verecek kişilerin bu işin uzmanı olmasına dikkat edilmelidir.
5.Din eğitimi ve öğretimini verecek kişinin çocuğun seviyesine inebilen ve onun psikolojisini bilen biri olmalıdır. (Her hafıza, her İhl mezununa, her ilahiyatçıya, her imam ve müezzine bu görev verilmemelidir. )
6.Eğitim ve öğretimde amaç öğrenmekten ziyade sevdirmek olmalı, sevdirmeden öğretim yapılmamalıdır. 
7.Taş yapan, Cehenneme atan Allah değil de merhamet sahibi, rızkı veren, şefkatli, acıyan, affeden bir Allah anlatılmalıdır.
8.Kur'an öğretmeden, ibadetin yapılışını bilmeden, namaz sürelerini ezberlemeden önce doğruluk, dürüstlük, cömertlik, dostluk, fakirin durumunu düşünen, yardım etmeyi ön plana alan bir eğitim verilmelidir.
9.Kuran öğrenmenin yanında okuduğunun anlamını bilecek kadar Arapça öğretilmelidir.
10.Kurs alanı aynı zamanda çocuk oyun oynama sahası olarak da düzenlenmelidir.
11.Kursta aynı zamanda yaşlarına hitap eden filmler izletilmelidir.
12.Okumanın yanında öğrenciler sosyal etkinlik ve aktivitelerden faydalandırılmalıdır. 
13.Öğrencilere ödül yöntemi uygulanmalıdır.
14.Din eğitimi ve öğretimini verenler cömert ve paylaşan olmalıdır.
15.Ögrenciler cenaze, belirli günlerde hatim okutulmaya götürülmemelidir.
16.Hatim okutmak isteyene kendisinin ve yakınlarının hatim inmeleri istenmelidir.
17.Hatime gidilmişse hane sahibinin vereceği para kesinlikle alınmamalıdır.
18.Cenaze sonrası inilen hatimlerde gelenek haline gelen iskat-ı salat/savm (ölünün altını-üstünü görme) şeklinde cereyan eden kabültü ve hebtü işine son verilmelidir.
19.Öğrencilere dağıtılmak üzere gönderilen zekat, sadaka vb yardımlar, ödüllendirme yöntemi ve burs şeklinde değerlendirilmelidir. (örnek davranış, güzel okuma vb)
20.Ögrencinin onurunu kıracak, kişiliğini yok edecek davranışlardan uzak durulmalıdır. 
21.Resmi izinli her hangi bir yere yardım toplanacağında ilk önce din görevlisi yardım yapmalıdır.
22.Camilerde her ne ad altında olursa olsun yardım adına sergi açılmamalıdır.
23.Cami ihtiyaçları için cemaate devam edenlerden aylık aidat alınmalıdır. Cami, vakıf vb yerlere ait meskenler kiraya verilmeli, kira bedeli bölge kira piyasasının % 20 altında olmalıdır. Lojman boya, badana vb işler için yapılacak masraflar kiracıdan tahsil edilmelidir.
24.Cenaze, taziye, nişan, düğün gibi yerlerde ve mezarlıklarda Kur'an-ı Kerim'den bölümler ve mevlit okunmamalıdır.
25.Cami ve cami tuvaletlerinin temiz tutulması için toplanan aidattan ödenecek şekilde görevli tutulmalıdır. 
26.Cami din görevlilerine sabah 09.00-15.00 arası camiinin alt katında kendisine ayrılan yerde bulunacak şekilde mesai getirilmelidir. Dini konularda halkı irşat etmelidir. Resmi nikah kıyma yetkisi verilmelidir. Öğle, ikindi ve akşam namazını kıldırmalı, yatsı ve sabah namazları için ek ödeme yapılmalıdır.
27.Hutbe konuları bölgesel olarak müftüler tarafından belirlenmelidir. Hutbeyi görevlinin kendisi hazırlamalıdır. Hazırlanan hutbeler ülke/il/bölge gündemi olmalıdır. Hutbeler görevliler tarafından irticalen i'rad edilmelidir, matbu kağıttan okumaktan kaçınılmalıdır. Her din görevlisinin fakülte mezunu yapılması sağlanmalı, bundan sonra görev alacaklarda fakülte mezunu olma şartı getirilmelidir. Din görevlisi alırken sesin eğitilmişliği ve Kur’an-ı Kerim okuma yeterliliğinin yanında dini donanım, arapça bilgisi, hadis, tefsir ve fıkıh bilgisi esas alınmalı, yaşantısının camiaya uygun olmasına dikkat edilmelidir.
28.Dini konularda ve derslerde öğrenci ikna olmalıdır, ikna olmadığı hususu rahat bir şekilde sorabilmelidir. Öğrenci ayıplanmadan verilecek cevapla ikna edilebilmelidir.
29.Dini konularda herkesin kabul edebileceği uzman kişilerden olusturulacak bir komisyon tarafından dini konularda fetva verilmelidir. Aynı konularda verilen farklı fetvalar da kayıt altına alınıp halkla paylaşılmalıdır. Her Ramazan geldiğinde ortaya çıkan tartışmalı konular uzmanlarınca kendi aralarında tartışılıp istişare edilmeden tv ekranlarında yer bulmamalıdır.
30.Verilen fetvaların dinin kendisi olmadığı, sadece dinin kolay ve yaşanabilirliğin bir yolu olduğu anlatılmalıdır.
31.Diyanete ait g.menkul, kira gelirleri, yardım vb gelirler cami ve kuran kursu ihtiyaçları için harcanmalıdır.
32.Din görevlileri cami görevinin dışında ev ziyaretleri yapmalıdır. Ziyarete de cemaate gelmeyenlerden başlanmalıdır.
33.Din görevlilerine 5 yıldan fazla bir yerde görev yapmayacak şekilde rotasyon getirilmelidir.Yapılan denetimlerde görevlinin muhitine uyumu da izlenmelidir, uyum sağlayamayanın görev yeri değiştirilmelidir.
34.Diyanet İşleri Başkanlığı'nın nezaretinde dine sonradan girdirilmiş bid'atler, mevzu hadisler konusunda yapılacak çalışmalar kamuoyunun bilgisine sunulmalıdır.
35.Her devirde Kur’an-ın açıklaması uzmanlarınca yapılmalıdır.
36.Yardımlaşma adı altında kurulmuş STK'ların topladığı yardımlar ve harcama yerleri denetlenmelidir. Aynı amaca hizmet eden kurumlar birleştirilmeli. Yapılan yardım ve bağışlar için mutlaka alındı belgesi ya da makbuz verilmelidir. Farklı amaca hizmet edecek ihtiyaç olan alanlarda kurulacak dernek ve vakıflar teşvik edilmelidir. Dernek, vakıf, STK'larda görev alanlara belirlenen maaş kamuoyu ile paylaşılmalıdır.
?...Daha ilave edilmeyen başka hususlar da olabilir, ya da yazılanlara katılmadıklarınız da olabilir...Allah doğru anlatmayı, anlatılanla yaşamayı nasip etsin. 12/10/2014


21 Aralık 2015 Pazartesi

Eğitim ve öğretime alternatif çözümler


1.Ders saatleri azaltılmalı, azami 25 saat olmalıdır.
2.Günde 5 ders saati ders yapılmalıdır. 09.00' da başlayan ders 13.00'de sona ermelidir.
Bir saat aradan sonra 16.00'ya kadar etüt, ek ders, eksersiz, sosyal aktivite, sosyal etkinlik, sportif faaliyetler, Resim, Müzik ve Beden Eğitimi bir plan dahilinde yapılmalıdır.
3.Dersleri azaltmak için aynı branşın okuttuğu dersler birleştirilmelidir. (Örnek: Dil ve Anlatım-Türk Edebiyatı, Biyoloji-Sağlık Bilgisi-İlk Yardım ve Trafik, Matematik-Geometri-Analitik Geometri, Hz Muhammed'in Hayatı-Temel Dini Bilgiler, Sosyal Bilgiler-Vatandaşlık Bilgisi-İnkılap Tarihi, Tarih-İnk.Tarihi, Coğrafya-Turizm vs.)
4.Haftalık 1 ve 2 ders saati olan dersler haftalık ders saati artırılarak dönemlik olmalıdır.
5.Eğitim ve öğretim eylül ayının ilk iş günü açılmalı, haziran ayının son iş günü sona erecek şekilde planlanmalıdır.
6.Okullarda normal öğretim yapılmalıdır. İkili öğretime son verilmelidir. İhtiyaçtan ikili yapılmaktadır denebilir. Gerekirse bina kiralanmalıdır. Sınıf mevcutları gerekirse öğrenci bir sırada 3'erli oturacak şekilde oturma planı yapılmalıdır.
7.Mesai saatleri, yönetim için; 08.00-17.00, öğretmen için; 08.30-16.30, öğrenci için; 09.00-16.00
8.Dersi olsun ya da olmasın öğretmen tam gün okulda olmalıdır.
9.TEOG, YGS ve LYS sınavları kaldırılmalıdır. Yerine Bakanlığın belirlediği tarihlerde yılda toplamda 2-4 arasında merkezi sınav TEOG’da olduğu gibi hafta içi yapılmalıdır. Sınavlardan önce öğrenciler 1 hafta sınava hazırlanma ve dinlenme tatili yapmalıdır. Her yıl yapılan merkezi sınavlar öğrencinin sınıf geçme notu olmalı, ortalama 50 puanı yakalamayan öğrenci sınıf tekrarına kalmalı. Ya da 50 puanı yakalayamayan öğrenciler için haziran ayında tüm derslerden telafi sınavına alınmalıdır. Telafi sınavda alınan puanlar sadece sınıf geçme için kullanılmamalıdır. 4 yıllık ortalama öğrencinin orta öğretime veya yüksek öğretime yerleşme puanı olmalıdır.
10.Öğretmenin hazırladığı yıllık planlar yıllık şeklinde değil de sınav başlayana kadar olmalıdır. Örneğin Her iki ayda bir merkezi sınav yapılacaksa sınava kadar işlenecek olan konuların yıllık planı yapılmalıdır. Sınavdan diğer sınava kadar yeni yıllık plan yapılmalıdır.
11.Ders kitap ve materyali için Bakanlık nezdinde basılmış ya da bastırılmış malzeme ve materyali her veli kendisi ücretini ödeyerek almalıdır. Yine devlet tarafından belirlenmiş fakirlik ve yoksulluk sınırı altında kalan öğrencilerin malzeme ve materyali devlet tarafından karşılanmalıdır.
12.Okullar her türlü okul çeşidini içerisinde barındıran nitelikte  kampüs şeklinde olmalıdır. Her okulun alanı belirlenerek alan dışından öğrenci alınmamalıdır. Her bir kampüste Fen, Sosyal Bilimler, Anadolu, EML, Ticaret Meslek, Kız Meslek, İHL spor sınıfları olmalıdır. Her kampüs okulda kapalı spor salonu vb müştemilat olmalıdır. Öğrenciler okula yerleşmede merkezi sınav sistemiyle yapılan sınavdan aldıkları puanla yerleştirilmelidir.
13.Okula yeni kayıt olan öğrencilerin seviyelerini ölçmek için Bakanlık merkezi sınavla Seviye Tespit Sınavı yaparak her okulun, sınıf ve şubenin hazır bulunuşluk durumunu ölçmelidir. Okulun puan ve net bakımından fotoğrafı çekilmelidir. Mevcut durumun 0,5 puan yukarısı bir yıllık başarı kriteri olarak belirlenmelidir. (Örnek: Merkezdeki bir okulun başarı neti ile kırsaldaki bir okulun başarı ve hazır bulunuşluk durumu aynı değildir. Merkezdeki bir okulun Matematik net ortalaması 8.75 ise 9.25 kıstası konabilir. Kırsaldaki bir okulun Matematik net ortalaması 2.50 ise başarı kriteri olarak 3.00 kıstası konabilir.)
14.Öğretmen okuldaki performansına göre farklı farklı maaş alabilmelidir. Örnek: Okulundaki hazır bulunuşluk durumunu, belirlenen hedefe yükselten öğretmen başarılıdır. Okul ortalaması 2.50 olan bir okulun Matematik neti 2.50’nin altına düşerse öğretmenin maaşında düşme, 2.50 olarak kalırsa maaşın yerinde sayması, 2.50’nin üzerinde bir başarı yakalanırsa maaşta artışın yapılması düşünülebilir.
15.Öğretmen okulda sınav yapmamalıdır, hazırlama, test tekniği ve zamanı kullanma bakımından öğretmen yapmak isterse 14.00-16.00 arası okulunda öğrencilerine sınava hazırlama sınavı yapabilir. Bunun dışında Bakanlık, sınavları merkezi bir şekilde yapmalıdır. Ortalama da bu şekilde alınmalıdır.
16.Hafta içi toplamda 5 saat ve 16.00’ya kadar yapılacak planlama dışında hafta içi ve hafta sonu kesinlikle kurs, etüt, dershane, özel ders olmamalıdır. Ekstra ders alan ve veren için caydırıcı yaptırım uygulanabilmelidir.
17.Okulca belirlenen hedefi yakalayamayan ya da altta kalan öğretmen öğrencilerine 14.00-16.00 arasında ya da hafta sonu ders vererek telafi yoluna gitmelidir. 07/02/2015