30 Ağustos 2024 Cuma

Bazılarının İlçe Belediye Başkanlığı

İşlerimin tadı yok. Borç boyumu aştı. Battım batacağım. Nasıl kurtulurum bu badireden bilmem.

Gördüğüm kadarıyla ağzın laf yapıyor. Yukarılarla aran iyi. Tatlı bir dilin var. İçin nasıl bilmem ama herkese gülücükler dağıtıyorsun.

İyi de ne işe yarar?

Aslında işlerini çekip çevirecek, seni borç batağından çıkaracak bir yol var.

Neymiş o?

Belediye başkanlığı. 

Nasıl olacak bu? Sonra ben anlamam ki.

Anlamana gerek yok. Kaçı anlıyor zaten. 

İyi de belediye başkan adayı olmak ve kazanmak kolay mı? 

Dedim ya senin yukarılarla aran iyi. Önce bir ilçe başkanlığı, ardından ilçeye belediye başkanı oldun mu, bu iş tamam.

Sonra?

İşlerinde düze çıkarsın.

Peki belediye başkanlığını nasıl yapacağım?

İşte orası kebap. Çünkü sen büyük şehre bağlı bir belediye başkanısın. Büyükşehir yapacak, sen büyükşehre durmadan teşekkür edeceksin. Alacağın bir çöp. Bunu da yaparsın artık.

Halkın içinde olmaya çalış. İlçenin pazarı varsa ki vardır, her hafta bu pazarları gezip pazarcıya hayırlı işler dilersin.

Her hafta cumayı bir mahallede kılıp cemaatin cumasını tebrik edersin.

İlçenin ölenlerini haber verirsin.

Vatandaş senden bir şey isterse, büyükşehrin bu görev deyip her işi büyükşehre ihale edersin.

Tüm bu işleri yaparken işini il başkanı ile arayı iyi tut ki ikinci ve üçüncü ilçe başkanlığını da garantilersin.

Bir de hizmet binan bu kadar hizmeti yerine getirmeye yeterli gelmezse, Türkiye’de bir ilki gerçekleştirebilirsin. Mesela ilçenin hayırseverine belediye ek binası yaptırabilirsin.

Ama hayırsever belediye için bunu yapar mı?

Eşek değilsin ya sen de ona bir şey yaparsın. Sanki cebinden mi vereceksin.

Anladım. Belediyenin imkanlarını peşkeş çekeceğim.

Yap bunu. Kimsenin ruhu duymaz.

Hayat Dersi Veren Hikaye

Bir gemi yolculuğunda, bir nahiv (Arapça cümle yapısı) ustası, gemidekilere nahiv bilir misiniz diye sorar. Bilmeyiz derler. Gitti ömrümüzün yarısı der.

Az sonra aşırı dalgadan gemi sallanmaya, yan yatmaya ve içine su almaya başlar. Gemidekilere nahiv hocasına, hocam, yüzme bilir misin derler. Hayır cevabını alırlar ve o zaman gitti ömrünün tamamı derler. Haliyle az önce nahiv bilgisinden dolayı hava atan hocanın sesi kesilir. 

Anlattığım bu hikayeyi bilirsiniz ve bu hikaye bir hayat dersi verir bize. İnsan cümle bilgisi olmadan da yaşayabilir, yaşarken bir eksikliğini çekmeyebilir. Çekse de hayatın sonu değil. Yalnız kişi yüzme bilmezse;

Boğulurum korkusuyla suya girmez. 

Deniz nedir bilmez. 

Havuzla zaten işi olmaz. 

Tatil planı yapmaz. 

Tatile gidenlerden benim neyim eksik deyip tatile gitmeye kalkarsa, yüzme bilenler yüzerken, o uzaktan seyreder. Keşke zamanında yüzme öğrenseydim pişmanlığı duyar. 

Korka korka suyun kenarına gelse de belinden yukarı suyun içine girmez. Leğende yıkanır gibi denizin kenarında eğilir çıkar. 

Bacak kadar sıpaların  suya atlayışlarını ve yüzüşlerini görür. Çocuklara gıpta eder, helal olsun bücürlere. Keşke şunlar gibi ben de yüze bilseydim der durur. 

Hasılı yüzme bilenler denizin keyfini çıkarırken yüzme bilmeyenler kenarda somurtur durur. 

Sahi yüzme bilmiyorsa biri, denizde ve havuzda ne işin var. Niye masraf ederler, o kadar yolu tepeler ve boşu boşuna sahili kalabalık ederler.

Burada anne ve babalara görev düşüyor. Çocuk yetiştirmek sadece karnını doyurmak, üst baş almak, okula göndermek, okutmak ve evlendirmek değil. En az bunlar kadar yüzme de önemli. Çünkü yüzme hayatın kendisidir ve hayatı öğrenmedir.

Her aile küçük yaşta çocuklarına yüzme öğretmeli. Çünkü demir tavında dövülür misali küçük yaşta yüzme daha çabuk öğrenilir. Büyüdükçe insanın cesareti kırılır, kendine güveni kalmaz.

Manavgat Şelalesi

Manavgat'a gelinir de şelaleye gidilmez mi? Çünkü Manavgat dendi mi bu şelale akla gelir.
Çıktık otelden. Açtık harita bilgisini. Vardık şelaleye. 
O da ne bir sıra var bir sıra.
Bir şelale için bu kadar uzun kuyruk olacak şey değil. 
Bu kadar uzun kuyruk olduğuna şelale görülmeye değer olmalı. Paralıymış üstelik giriş. 
Belediye çalıştırıyor. İşin içine belediye girdi mi belediyeler tek başına hükümet. Ne müze kartı işler ne öğrenci indirimi. Herkes verecek otuz lirayı. Şehit yakını ve gazi isen ne âlâ. Onlara beleş. 
Gelmişken girelim dedik ve güneşin altında 150 metreden fazla kuyruğa girdik.
Bizden önce kuyruğa giren kızımız, az önce boştu burası. Kuyruk falan yoktu. Tur gelince böyle oldu dedi. 
Daha önce girmiş miydiniz bu şelaleye dedim. 4-5 sene önce girdim dedi. İçeride su falan doldurabiliyor muyuz şelaleden dedim. Hatırlamıyorum dedi. Hayran kaldım hafızasına. 
Bereket sıra hızlı ilerliyor. Fişi kestiren sırayla şelale mıntıkasına giriyor.
Biz de ilerledik şelaleyi görmek üzere. Sağlı sollu satış yerleri vardı içeride. Kahvaltı menüsü burada 480 lira imiş. Sizler için çektim. Çünkü sizin için 480 lira para mı? Etrafınıza şelale karşısında kahvaltı yaptık diye hava atmak da var bu işin içinde.
Nerede bu şelale derken baktık herkes sıra ile fotoğraf çekiniyor bu şelalenin önünde.
Bir şelaleye baktım, bir fotoğraf çekinenlere baktım bir de üç kişi için verdiğim 90 liraya. Bir şok bir şok. Ana len ben bu şelale için mi o kadar kuyruk bekledim güneşin altında, bura için mi 90 lira verdim. Böyle şelale mi olur, buraya şelale demek için bin şahit lazım. Çünkü benim bildiğim şelale doğal olur. Yüksekçe bir yerden aşağı doğru sular akar. 
Adına şelale denen bu Manavgat Şelalesi dümdüz bir yerde, şehrin içinde, yukarıdan akan bir derenin üzerinde kurulu. Doğallığından ziyade insan yapımı geldi bana. Yukarıdan akıp gelen derenin bir yerinde biraz çukur oluşturulmuş. Akan su şelaleyi andırıyor.
Gelmişken şelaleyi görecek şekilde biz de birkaç poz verdik. Sonra kendimizi dışarı attık.
Caddeye çıkınca arabaya giderken baktık piknik yeri var. Pis ve bakımsız. Şurada soluklanalım
istedik. Otururken şelaleye giden suyu gördük. Daha doğruyu gitmeyen suyu gördük. Yan tarafta gördüğünüz görüntüyü videoya aldım. Şelaleye giden su da görmedim. Acaba şelalede akan su devridaim mi yapıyor diye aklıma gelmedi değil.
Uzatmayayım, Manavgat Şelalesinin şelale ile bir alakası yok. Şelalelikten düşürülmeyi çoktan hak etmiş. Ayrıca şelalenin ve böyle bir şelalenin paralı olması da bir garip. Manavgat Belediyesi de fırsatçılık yapıyor. Belediyelerin bu başına buyruk tasarrufları mercek altına alınmalı ve gereği yapılmalı.
Bu arada şelaleye girmek için sıraya girdiğimizde önümüzdeki kız daha önce gitmiş bu şelale olmayan şelaleye. Be kızım görmüşsün daha önce şelale demeye bin şahit lazım şelaleyi. Bir daha niye sıraya girip güneşin altında yanıyorsun, kalabalık diye homurdanıyorsun. Tamam paranı mezara götürme de daha önce gördüğün şelaleye bir otuz daha bayılma. Biz neyse cehaletin kurbanıyız. Bir daha Manavgat'a yolumuz düşerse, Manavgat Şelalesi benim için bir Davos'tur artık. Yok hükmündedir.
Not: Bu yazıyı okuyup da ardından bu ilçeye gelip bir de şelaleye girerseniz, sonra da beni görünce şelale dediğin gibiymiş derseniz, hatırınızı yıkarım. Mübarek ben bu yazıyı niye yazdım değil mi? 

29 Ağustos 2024 Perşembe

Merdiven Altı Sendikacılığı

Siyaset zor zanaat vesselam. Her kişi yapamaz. Yapmaya kalkarsa da bir şey üretemez.

Halbuki siyaset bir şey üretme sanatıdır. Ama iyi ama kötü. Fark etmez. Çünkü yapılan unutulmaz.

Mesela biz yıllardır okulları tasnif etmeye çalışır ama beceremezdik.

Önce Savunma ardından Milli Eğitim Bakanlığı yaparak iki ayrı dalda oynayan biri çıktı. Bizim beceriksizliğimizin üstünü örttü:

Okulları nitelikli ve niteliksiz diye ikiye ayırıverdi. Böylece herkes rahatladı.

Öğrenci de hangi tür okula gittiğini bilir oldu. Ailesi de tabi.

Aynı üretimi şimdi Çalışma Bakanı’nda görüyoruz. O da onca sendikayı "Merdiven altı" ve "Merdiven üstü" diye ikiye ayırıverdi.

Bazıları nitelikli ve niteliksiz tasnifine kızsa da kızan kızdığıyla kaldı. Zira tuttu.

Şimdi de merdiven altı ve merdiven üstü tabirine kızılsa da göreceksiniz bu da tutacak.

Yok, ben bunu kabul etmiyorum diyen olursa, ben bakan değilim ama yine de bir öneride bulunmak istiyorum. Kalburüstü ve kalbur altı sendikacılığı densin. Çünkü merdiven altı kaçak ve gayri resmi anlam içerir.

Neyse gelelim sadede. Bir insan/sendika, kalburüstü olur da diğer kalbur altıdakilerle aynı olur mu? Olmaz. Zira biri altta, diğeri üstte.

Her daim üstteki gözetilmeli.

Son memur toplu sözleşmesiyle şükür ki bu sorun da halledildi:

Kalburüstündekiler ikramiye olarak üç ayda bir 400 lira alacaklar.

Büyük bir dayanışma ve ikramiye örneği olan bu paranın, kalburüstü sendikacılığının iyice perçinlenmesi için keşke bu ikramiye 404 lira yapılsaydı. Bence çok daha iyi olurdu.

4 liracıktan ne olur demeyin. Bilin ki 404 nelere kadirdir. Yapıştı mı ayıramazsın.

Anca beraber kanca beraber demektir bu. İyi günde, kötü günde yekvücut ayakta durmak ve kenetlenmektir. Fareler gibi batmakta olan gemiyi terk etmemektir.

Ne demek istiyorum. Bu memur kesimine güven olmaz. Bugün yetkili olan sendikanın destek verdiği parti iktidardan gidiverse, bizim memur kesimi hemen karşı cepheye geçiverir. İstiyorum ki bugün kalburüstü olan sendika ve yetkili sendika hep kalburüstü kalsın. Kalbur altı sendikalar da hep kalbur altında kalsın. Yani herkes kendi liginde oynasın. 28.08.2021

Not: Bu yazı 28.08.2021 tarihinde sosyal medyada yazılıp paylaşılmış. Bu yazı da blog arşivimde yerini alsın istedim.

Kuğulu Park

İlk açıldığı yıllarda adından çok söz ettirmişti Kuğulu Park. 17 sene önce öğrencileri getirmiştik buraya. Hoşça vakit geçirmişlerdi öğrenciler.  

Yola çıktım. Kahvaltıyı nerede yapayım diye düşünmedim. En iyi yer bildiğim yer deyip arabayı yolum üzerindeki Kuğulu Parka sürdüm. Birçok belediye gibi burası da girişi ücretli yapmış. Girişte 20 lira aldılar. 

Girişin ücretli olmasında sakınca yok. Hatta savunuyorum. Çünkü park da olsa bakım masrafı var. Bazı yerlerde bu paraya çay bile içilmez. 

Saat 11.00 gibiydi parka girişim. Erken vakit olmasına rağmen erkenden gelip mangal yakanlar vardı. 

Park bakımlı olsa da eski görkemli halinden bir eser göremedim. 

Zeytin, peynir, yumurta, salatalık ve domatesten ibaret kahvaltı için bir yarım saat oyalandık. Termosta getirdiğimiz çayı içip kalktık. 

Yola çıkmadan lavabo ihtiyacı için WC'ye uğradım. Bu ihtiyaç için de belediye giriş ücreti olarak 5 TL alıyor. Tıpkı 20 gibi 5 TL'nin de bir kıymeti yok ama garipsedim bu ücreti.

Alınan paranın bir ehemmiyeti olmamakla beraber hem girişte ücret almak hem de ücretle girdiğin parkın içindeki WC'ye para ödemek, başka belediyeleri bilmem ama Seydişehir Belediyesinin icadı olsa gerek.

Giriş ücretsiz, WC ücretli olsa bırak alsın dersin. Ama hem girişten ücret hem de içerideki WC'den ücret almanın mantıklı bir izahı olamaz.

Şayet girişte alınan 20 belediyeyi kurtarmıyorsa WC ücretini de dahil ederek giriş ücretini yükseltsin belediye.

Daha da yetmiyorsa, bir de çıkarken alsa adından daha çok söz ettirir.

Hatta araç başı değil de kişi başı ücret alsa çok iyi olur.

Mangal yakarsan bu kadar, yakmazsan şu kadar ücreti de alabilir.

Saat başı ücrete geçebilir.

WC ücretinde büyük şu kadar, küçük bu kadar şeklinde iki ayrı tarife belirlerse niye olmasın.

Seydişehir belediye ekibi bu dediklerim üzerine kafa yorarsa hem Türkiye'de bir ilki gerçekleştirir hem de belediyeler arasında hizmet yönünden ilk sıraya yerleşir. Üstelik hep gündemde kalır. Diğer belediyeler nasıl yapıyor diye randevu için Seydişehir Belediye Başkanı ile görüşmeye sıraya girerler.

Oldu olacak Seydişehir Belediyesi fikir almak için gelenlere de ücret koyabilir.

Bu durumda Belediye gelirini düzeltir, SGK borcu olmaz. Artan para ile başka hizmetler yapar.

Ülkemiz Futbolunun Hali

FB'nin ardından GS de eleme maçını kaybederek Şampiyonlar Ligi gruplarına kalmadan bu lige veda etti. 

Hasılı Şampiyonlar Liginde ülke olarak yokuz. 

Özellikle GS'in elenmesi hiç sürpriz olmadı benim için. Çünkü bırakın Şampiyonlar Lig'inde gruplara kalmayı, küme düşmeye oynayan bir Anadolu takımını bile yenemezdi her iki oyunda da oynadığı oyunla.

Maddi değer bakımından kendinden çok çok zayıf bir takım karşısında, kendi sahasında bu şekil ecel terleri dökmesi anlaşılır gibi değil. Sanırsın ki saha Young Boys takımının sahası. Ne doğru dürüst pas var ne taktik var ne rakip takımın sahasında top çevirme var. Tehlike yaratacak tehlikeli bir atağı bile yok.

Rakip takım sol tarafı otoban yaptı doksan dakika. Sanırsın ki puana ihtiyacı olan Young Boys takımı. Ne teknik direktör çözüm üretti ne o kanadın futbolcuları bir şey yapabildi.

İlk 45 dakika GS sahada yoktu. 45 dakika boyunca teknik direktör tribünde bizimle beraber izledi.

İkinci yarıda yapılan değişikliklerle takımda bir hareketlilik oldu ama plan, taktik ve galip gelme amacı olmayınca sonuca gidemedi. 

Young Boys karşısında izlediğim GS son iki yılın şampiyonu güya. Takımdan doğru dürüst giden futbolcu da olmadı üstelik. İyi diye alınıp yüklü para verilenler de vasat.

Köklü ve büyük kulüp olmakla övünen GS bu ligin açık ara şampiyonu. Gel gör ki ortaya koyduğu futbol evlere şenlik. Bir ülkenin iki yıl art arda şampiyonu ve 24 defa kupayı müzesine götüren takım böyle oynuyorsa var sen öbür takımları düşün. Fenomen hakem Collina da şaşırmış Galatasaray'ın oyununa. Bu mu ülkenin şampiyonu demiş hayretinden. Adam haklı. Ne diyeceksin.

Galatasaray’da oynayan üç beş futbolcuyu bir kenara bırakalım. Diğeri Anadolu takımlarında bile oynayacak vizyona sahip değiller.  

Galatasaray’a uzun yıllarını vererek başarılı sezonlar geçiren Muslera da yok yere ve centilmenliğe aykırı aldığı kırmızı kartla bizim futbolculara benzemiş.

Seyirciye ne demeli? Sahadan çıkan futbolculara su şişesi atıyorlar ve maçı soğutuyorlar. Adamların istedikleri buydu zaten.

Hasılı GS ismine yaraşır şekilde oynamadı. Young Boys takımı her iki maçta da oynadığı oyunla ben Şampiyonlar Ligine daha çok yakışırım dedi. Bükemediğin eli öpeceksin. Öyle su şişesi atmaya, rakibe çelme takmaya hiç gerek yok. Çünkü oyunu çirkinleştirmektir bu.

Görünen o ki Şampiyonlar Ligi, Avrupa Ligi, Konferans Ligi bizim takımlara göre değil. Bir-iki takımı yenerek bir üst tura çıkan da eli boş olarak ülkeye geri dönüyor. 

Merak ettiğim Avrupa’da yoksa bu takımlar, annelerinin liginde şampiyon olmakla yetineceklerse, ne diye milyon eurolar verip yabancı futbolcu transferi yapıyorlar? Niçin milletin parasını başkasına yediriyorlar?

Yazık ki yazık.

27 Ağustos 2024 Salı

Seviyesizlikte Yarış *

Kaba ve sabalıkta, hakaret ve küfürde, çirkeflik ve belden aşağı vurmada bazıları çok iyi yarışıyor. Bu tür yarışanları hayret ve ibretle izliyorum.

Sen bana veya benim sevdiğime şunu dedin, al sana. 

Sen benim değerlerime hakaret ettin, al senin değerine. 

Bunu sen başlattın, al sana...

Bu tür söz ve hakaret düellosu maalesef bu toplumda diz boyu. Dindarı, dinsizi, dine mesafelisi, ahlaklısı ve ahlaksızı, okumuşu ve cahili bu konuda adeta yarışıyor. Özellikle kelli felli, etkili ve yetkili ve sorumluluk sahibi kişiler yapıyor bunu. Halbuki topluma örnek olma gibi bir misyonları var bu tiplerin. Merak ediyorum böyle mi örnek olacaklar?

Güya altta kalmayacaklar. Hakarete daha büyük hakaretle karşılık verecekler. 

Ben buna seviye yoksunluğu diyorum. Kısaca seviyesizlik. 

Halbuki rakibin seviyesine inmek, kişi dilinin altında saklıdır. Konuşunca kendini ele verir sözünü haklı çıkarmaktır.

Merak ediyorum bu seviyesizlikte kim kimin hocası. Öyle ya bu şekilde yarışanların bir hocası olur.

Hepiniz bilirsiniz, yine de hatırlatayım. "Sırplarla savaşırken bir komutan Aliya’ya gelir ve şöyle der: 'Efendim, Sırplar bizim kadınlarımıza tecavüz etti. Çocuklarımızı öldürdü. Köylerimizi yaktı. Şimdi biz de Sırpların bir köyünü kuşatma altına aldık. Biz de onlara bize yaptıklarının benzerini yapacağız.'

Aliya şöyle cevap verir: 'Onlar gibi davranamayız. Çünkü onlar bizim öğretmenimiz değildir.”

Öyle ya Sırpları öğretmen kabul eden Sırpların yaptığını yapar ve Sırpların seviyesine düşer. Başka türlü nasıl davransın.

İyi de Sırplar bize kötülük yaptı, şimdi sıra bizde. Biz de onlara aynısını yapacağız demek, aradaki farkı kaldırır. Bu durumda ha Sırp olmuşuz ha Türk ya da Müslüman. Ne fark eder değil mi? 

Rakibinin dilini kullanmak, onun seviyesine düşmek, kendinde cacık olmayan herkesin işi. Halbuki rakibin yaptığı ağza alınmayacak kötü söz ise önemli olan onun seviyesine inmemektir. Hatta bu tiplere senin seviyene düşmeyeceğim demek bile yeterlidir. İşte adamlık budur.

Hasılı seviyesizliğin dibini yaşayanları, bu seviyede yarışanları, söylediklerinde haklı olsalar bile onları örnek almamak, yapılana destek vermemek ve tasvip etmemek en güzeli. Bırakalım bu tipler seviyesizliğin dibini yaşamaya devam etsinler. Çünkü işini kaba kuvvet, hakaret ve belden aşağı vurarak yapanların bize verebileceği bir şey yoktur. Bizler iyi, güzel ve hayır olan işlerde yarışalım.

*30.08.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Yazılarıma Geri Dönüşler

Karşılaştığım tanıdıklarımdan yazılarımı takip edenlerden geri dönüşler:

"Çok keskin yazıyorsun",

"Çok sivri yazıyorsun", 

"Çok eleştiriyorsun", 

"Hep eleştiriyorsun", 

"İyi dokunduruyorsun",

"İyi vuruyorsun", 

"Baya vuruyorsun", 

"İnce ince dokunduruyorsun", 

"Konuşur gibi yazıyorsun", 

"Çok farklı konulara değiniyorsun", 

"Günde kaç yazı yazıyorsun? Takipte zorlanıyoruz", 

"Bu kadar yazıyı yazmaya nasıl vakit buluyorsun?", 

"Zor olmuyor mu cep telefonuyla yazı yazmak?", 

"İyi eleştiriyorsun. Ben bu kadarına cesaret edemem", 

"Güzel yazıyorsun ama ne olur ne olmaz diye beğenemiyorum", 

"Yazdığının bir getirisi var mı?", 

"Yazılarını niye kitap haline getirmiyorsun?", 

"Çok akıcı yazıyorsun", 

"Yazılarını beğenmediğimize bakma. Doğru yazıyorsun", 

“Yazdıkların doğru da her doğru her yerde söylenmez”,

“Biz okumakla baş edemiyoruz. Bu kadar yazıyı nasıl yazıyorsun?”,

"İyi, güzel, hoş yazıyorsun da yazıların çok uzun. Oku oku bitmiyor. Biraz okuyup gerisini okuyamıyorum. Çünkü ben uzun yazıları sevmem" vs.

Yukarıdaki geri dönüşlerin hepsine eyvallah. Tüm eleştiri ve tespitleri değerli buluyorum. Hepsine evet böyleyim ya da değilim diye cevap vermeyeceğim. Yalnız yazıların uzun diyenlere cevap yazmak isterim:

Yazılarım bazen bir sayfayı geçse de genellikle bir sayfa ile sınırlandırıyorum. Çünkü yazılarımdan seçtiklerimi yayımlanması için gazeteye de gönderiyorum. Gazete yazıları da genellikle bir sayfa olur. Bir konuyu işlemek için bir sayfa da uzun sayılmaz. Çünkü kırmadan, dökmeden meram anlatmak kolay değil. Bazen netameli alanda yazdığım da olur. Elbette meram ne kadar kısa anlatılırsa iyi olur ama unutmayalım ki hakikat ve gerçekler uzun yazıların satır aralarında saklıdır.

Filistin için Ne Yapabiliriz?

Efendim, Filistinlilerin durumu malum. İsrail kana doymak bilmiyor. Biz bu konuda ne yapabiliriz? Bu kan nasıl durdurulabilir? 

Hiçbir şey yapamayız. 

Olur mu öyle şey. Bir şeyler yapmalıyız. 

Eğri oturup doğru konuşalım. Etimiz ne budumuz ne? 

Yapacaklarımız olmalı. 

Yapalım da bir acziyet hali var ortada. 

Olsun, yine de bir şeyler yapmalıyız. 

O zaman milletin yaptığını yapacaksın.

Ne gibi? 

Yahudilere ait ürünleri boykot edeceksin. 

Boykot ürünlerini paylaşacaksın. 

Yahudi ürünlerini satanları ve alanları sosyal medyada paylaşacaksın. 

Filistin'e destek ve İsrail'i telin için yapılan miting, yürüyüş ve protestolara katılacaksın. 

Cinayete kurban giden Filistinliler için düzenlenen gıyabi cenaze namazlarını kılacaksın.

İsrail için hep beddua edeceksin ve lanet okuyacaksın. 

İsrail'in uyguladığı orantısız gücü sürekli gündemde tutacaksın. 

Bir yerde başka konular konuşulurken "Filistin kan ağlarken şu konuştuğunuz şeye bakın" diyeceksin. 

Filistin için düzenlenen kermeslere katılacaksın. 

Maddi yardımda bulunacaksın. 

Hutbe ve vaazlarda Filistin için dua edeceksin. 

Çarşının belli yerlerinde açılmış stantlara katılarak Filistin davasını konuşmacılardan dinleyeceksin vs.

İyi de bunlar yapılıyor zaten.

Dedim ya milletin yaptığını yapacaksın diye.

Ama bunlardan bir sonuç alınmıyor.

Alınmaz zaten.

O zaman ne diye yapıyoruz bunları?

Dedim ya acizlik böyle bir şey.

25 Ağustos 2024 Pazar

Çiçeği Burnunda Bir Amirin Serüveni (5)

Çiçeği burnunda mülki amir yaptığı hizmetlerine hizmet katmaya devam ediyor. Yalnız ilçenin her şeyinden sorumlu mülkü amir mi yoksa sadece ilçe milli eğitimle uğraşmakla yükümlü bir mülki amir mi bilinmez. Çünkü yatıyor kalkıyor ya ilçe milli eğitimle uğraşıyor ya da soluğu köyde alarak okulun eksiklikleriyle ilgili ilçe milli eğitimi hesaba çekiyor. Çünkü eğitim olmazsa olmaz. Zira eğitim her şeyin başı. İlçe düzelecekse eğitimle düzelecek. 

Yine köy okulunda sabah sabah. Sorar okulun tek öğretmenine. Temizliğini kim yapıyor bu okulun diye. Öğretmen kendim yapıyorum dediyse de olmaz. İlçe milli eğitim planlama yapacak, belli periyotlarla okulunu temizleyecek. Telefonla ilçe milli eğitim müdürünü aratarak talimatını verir. 

Sonrası günlerde de hangi okula gitmişse ilk işi ilçe temizlik ekibi gönderdi mi diye soruyor. Göndermediyse niçin göndermedin diyor. Gönderdiyse kimden onay aldınız diyor. 

İlçe milli arabamız eski model. Adeta benzini yutuyor. Bizim yakıt ödeneğimiz yok. İlçe merkezinde görev yapan Toplum Yararına Çalışan (TYP) elemanlarını köylere gönderme yetkimiz yok. Köy okulları tek öğretmenlik, tek sınıflı, yedi-sekiz öğrencilik yerler. Buranın temizliklerini köyün öğretmeni bir şekil hallediyor dese de mülki amir dinlemez. O köy okulları temizlenecek. Yakıtınız yoksa başka bir kurumdan araç alın. Hizmetliniz yoksa diğer okullarda çalışanları haftada bir veya iki gün görevlendirin talimatını verir. 

Emir demiri keser hesabı başka bir kurumdan araç alınır, kurumdan bir memur şoför olarak seçilir, ilçe okullarındaki TYP çalışanları sırayla temizliğe gidecek şekilde onay alınır. Ekip belirlenen gün okullara giderek içeride ders gören öğrencileri dersten çıkartarak temizliğini yapıp geliyor. 

Kış yaklaşıp kaloriferlerin yanma zamanı gelince yine köy öğretmenlerine sorar. Kaloriferinizi kim yakar diye. Kimi kendisinin yaktığını kimi mahalleden birini tuttuğunu söylüyor. Olmaz öyle. Ben size kaloriferci bulayım der. 

İlçe milli eğitime talimat vererek her gün ilçeden bir kaloriferci götürülüp kaloriferleri yakıp gelecek der. Köy öğretmeni her gün gelmesine gerek yok dese de gelecekler der. İlçe, kaloriferden anlayan bir görevlisini kalorifer yakmaya gönderir köylere. Köye giden kaloriferciye yine şoför ve araba ayarlanır.

Milli eğitim kalorifer yakmaya geldi mi diye koruması aracılığıyla her gün okula telefon açtırır. 

İlçe milli eğitime de güvenmeyerek her gün köy öğretmenlerini arayıp ilçe eleman gönderdi mi diye de sorduruyor.

Mülki amir hem temizlik hem de kalorifer yakma işini iyi düşünse de köylerde çalışan öğretmenler iyi bilir. Köy öğretmeni velilerle bir şekil çözüyor temizlik ve kalorifer işini. Mülki amir böyle yapmakla, ilçede görev yapan TYP’liler kendi okulunun işini aksatıyor. Köylere araç göndererek giden yakıtın hesabını yapmıyor. Üstelik taşıma su ile değirmen dönmez. Çünkü haftada bir temizlikle okulun temizliği bitmez. Okul günlük temizlik ister. Ne edersin ki emir emirdir. Mantık aranmaz.

Neyse biz gelelim yine hizmete. O seneyi taşıma suyla çözen mülki amir, ertesi yıl farklı bir çözüm bulur. TYP’den birer hizmetli görevlendirtir köylere. Öyle ya devletin parası çok. Bir sınıflık okula bir hizmetli lüks olur demez, itibardan hiç tasarruf etmez. Yeter ki dediği olsun.

Not: Yine hayal mahsulü bir yazı. Ne edersiniz ki siz inanmasanız da durum bu.

Kota *

Market ve pazardan alışveriş yapan tüketiciler ürün bolluğundan yeterince faydalanamasa da görünen o ki bu sene mahsul çok. İhracat da olmayınca üretilen mahsul iç piyasaya fazla geliyor. Komisyon ve hal esnafının verdiği rakam çok komik kaçınca bu da üreticiyi kara kara düşündürüyor. 

Ekip kaldırdığı para etmeyen çiftçiler kara kara düşünmeyi bir tarafa bırakıp seslerini duyurmak için endi çaplarında eylem yapmaya başladılar.

Sosyal medyada gördüğüm kadarıyla toprağa ekilip biçilen hiçbir şey çiftçinin yüzünü güldürmeyince;

Kimi maliyeti kurtarmıyor kimi işçi parasını karşılamıyor diye mahsulünü tarladan kaldırmıyor. 

Kimi, hal, maliyetin çok altında fiyat verince tonlarca ürününü hayrına dağıtıyor.

Kimi yetiştirdiği karpuzun üstüne düğün davetiyesi yapıştırarak davetlilerine karpuz hediye ediyor. 

Kimi yol kenarlarına döküyor mahsulünü. 

Kimi seneye ekersem iki olsun diye pişmanlığını ifade ediyor. 

Kimi sinirinden ağacını kesiyor. 

Kimi emek sarf edip ürettiği mahsulü eline alarak yere fırlatıyor.

Kimi traktörleriyle zincir oluşturarak ana yollar üzerinde tepkisini dile getiriyor.

Tüm bunlar gösteriyor ki bir tarım politikamız yok. Vatandaş istediği tarlaya istediği mahsulü dilediği kadar ekebiliyor ve ekmiş.

Biri tarlasına bir şey ekince diğer çiftçi de aynısını ekmiş. 

Ekerken, kimse herkes aynı türden ürün ekerse ürünümüz para etmez, elde kalır, zarar ederiz, içinden çıkamayız, biz bari farklı ürün ekelim diye düşünmemiş. Düşünemez de. Çünkü çiftçi sadece ektiğini ve tarlasından alacağı mahsulü bilir. 

Halbuki ihracat olmadığı müddetçe bir ülkenin iç piyasasında hangi üründen kaç tona ihtiyaç olduğu hususunda yetkililerin bilgisi vardır. 

Tarım, ziraat odaları, il ve ilçe müdürlükleri, Tarım Bakanlığı, kısaca bu işin etkili ve yetkili sorumluları niçin bir planlama ve yönlendirme yapmaz insanımızı. Hangi bölgeye, ne kadar hangi üründen ekileceğini belirlemez. Çok mu zor şu üründen şu şu bölgelere şu kadar tarlaya bu kadar ekilecek demez.

Tüm bu olup biten ve elde kalan mahsul, devletin ürünlerde kota uygulaması gerektiğini düşündürüyor.  Pekala kota konur. Bir üründe bu ülkenin ihtiyacının yüzde yirmiden fazlasının ekilmesine izin verilmez. Böylece çiftçinin ürünü elinde kalmaz. 

Bir diğer husus, tarladaki mahsul ile tereklerdeki fiyat uçurumu. Tarlada bir lira etmeyen ürün market ve pazarlarda en az 25 lira etiketle satılıyor. Arada bu kadar uçurumun olması da garip.

Tamam, marketlerde elektrik, su, kira, personel, fire, nakliye ve otoban ücreti gözetilir fiyatları belirlerken. İyi de çiftçinin bu giderleri yok mu? Üzerine gübre, ilaç gibi maliyetleri var.

Bunun için de yetkililer bir şeyler yapabilir. Mesela, çiftçiye ürün başına destek verebilir. En azından maliyetini karşılasın. Tereklerde ürünün daha uygun fiyata satılabilmesi için firmalara nakliye ve yakıt indirimi sağlanabilir...

Kısaca başta kota olmak üzere bu ülkede tarıma dair planlama ve düzenleme şart.

*02.09.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

Bir Güzel Örnek

"Yolcuyuz, feribot saatini beklerken mecburen camiye sığındık. Çocuğumuz hasta olduğu için prizi kullanarak hava verdik, sıcaktan dolayı da klimaları kullandık. Kullanım ücreti olarak bir miktar para bırakıyorum. Hakkınızı helal edin."

Bu notu, ailesiyle KKTC’ye gidecek bir vatandaş, feribotun hareket saatini beklerken Silifke'de bir camiye girip caminin klimasını bir müddet kullanmasının ardından camiden ayrılırken yazmış ve  kullandığı priz ve çalıştırdığı klima karşılığında 200 TL bırakıp gitmiş. 

Bırakılan bu not ve para haberlere konu oldu. Ki olması da gerekir. Çünkü güzel bir örnek. Bu örneğe ve yazılan nota da duygulanmamak mümkün değil. 

Örneklerine basında fazla rastlamasak da bu tür güzel örnekler bu ülkede oluyor. Bir ara yakacak odunu kalmayan bir üniversite öğrencisinin ısınmak için caminin odunluğundan aldığı odun için de bu şekil para bıraktığını okumuştuk gazetelerde. 

Yine "Çöpte bulduğu şu kadar parayı emniyete teslim etti" haberleri de bize yabancı değil. 

Tüm bu ve daha fazlası örnekler bu toplumda oluyor. Bu örneği okuduğumuzda, bir taraftan duygulanırken bir taraftan da küçüklüğümüzde sıkça duyduğumuz "Askerimiz savaşa giderken girdiği bağın üzümünü yiyip yediği üzümün karşılığını üzüm çubuklarına iliştirirdi. İşte biz böyle bir milletiz" örneğini hatırlatıyor bize. Yine çoğu zaman anonsla ya da bir dükkanın camına yazmak suretiyle bir miktar para bulunmuştur. Müracaat şuraya gibi örnekleri de görüyoruz.

Evet biz böyle bir milletiz. Yalnız hep mi böyleyiz? Keşke böyle olsak. Çünkü böyle güzel örneklerin yanında öyle kötü örneklerini okuyoruz ki biz ne ara böyle bir millet olduk şeklinde hayıflanıyoruz. Şu tür haberleri de çok okuruz: “Taksisine aldığı kişi tarafından öldürüldü. Yaşlı kadının evine girip altınlarını aldıktan sonra kadını öldürdü. ATM'den parasını çeken yaşlı, kapkaççı tarafından soyuldu. Kadının çantasını almak için kadını sürükledi. Depremde enkaz altında imdat çığlığı atan kadının kolundaki bileziği almak için bileği kesildi. Caminin halısı çalındı. Caminin muslukları söküldü. Camiden tayini çıkınca lojmanı balyozla yıktı, caminin ağaçlarını kesti.” gibi.

Maalesef kötü örnekler çok. Bu kadar kötü örneklerin içinde az sayıdaki iyi örnekler göğsümüze su serpiyor. Bu az sayıdaki güzel örneklik bu toplumun mayasının temiz olduğunu gösteriyor. Aileden alınan bu güzel örnekliklerin okul, çevre, basın, etkili ve yetkili kişilerin kötü örnekliğiyle sümen altı olduğunu düşünüyorum. Çünkü üzüm üzüme baka baka kararır. Kötü örnekler etrafımızı o kadar sarmış ki iyi örnekleri mumla arar olduk.

Hasılı iyi örneklerle, kötü örnekler arasında iki zıt toplum veya insan örnekleriyle aynı toplum içinde yaşayıp gidiyoruz.

Temennimiz fıtrattan gelen temizliğimizin ve aile terbiyesinin ön plana çıkarılması ve iyi örneklerin haber değeri taşımayacak kadar çoğalmasıdır.

Bunun için bu güzel örneklerin derlenip  toparlanması, okullarda okutulan adabımuaşeret,  din kültürü, hayat bilgisi ve sosyal bilgiler gibi derslerde işlenmesi. Çocuklara biz buyuz, daha doğrusu siz busunuz imajının verilmesi. Bize ait olmayan şeylere el uzatılmaması, amme malına göz dikmememiz gerektiği bu şekil güzel örneklerle işlenmesi gerekir. Gazete kupürlerinin kitaplarda yer alması sağlanmalıdır.

Buradan, her ne kadar cep telefonları şimdilerde toplansa da boşluk doğduğu zaman öğrenciler, okul idaresine cep telefonlarını teslim etmemesi konusuna gelelim. Öğrenciler teneffüs ve öğle arası cep telefonlarından oyun oynamak suretiyle telefonlarının şarjı dayanmıyor. Çoğu öğrencinin şarj aleti de yanında oluyor. Fırsatını bulduğu zaman prize takmak suretiyle telefonunu şarj ediyor. Bir öğrenciyi gördüm. Okulun son haftası üçlü ile gelmiş okula. Sınıfın prizinden oturduğu yere kadar seyyar üçlüyü uzatmış. Hem oyun oynuyor hem de telefonunun şarj ediyor. Bir şarjdan ne kadar elektrik gider diye düşünmemek lazım. İstersen bir kuruş elektrik harcasın. Böyle okul prizini kullanan öğrenci, hocam, telefonumu şarj ettim. Şu kadar parayı okula veriyorum diyebilmelidir. Pekala bu duyarlılık oluşturulabilir. Çünkü kullanılan elektrik bir kamu malıdır. Küçük şeylerde duyarlılığı kaybedersek büyük şeyleri götürürken hiç duyarlılığımız kalmaz.

Hangi Tipsin? *

Nevzat Tarhan'a göre kaygıyı yönetme açısından A, B, C olmak üzere üç insan tipi vardır:

A tipi insanlar: Sünger tipi insanlar da deniyor. Özellikleri:

Aceleci, sabırsız, pervasız hareket ederler. 

Bunlarda kaygı çok yüksektir. 

Hedefe ulaşmak için her şeyi yaparlar ama kendilerini yer bitirirler. 

Bütün stresi alırlar. Stresi aldıkları için sünger gibi emerler, çökerler ve tükenmişlik duygusu yaşarlar. 

Psikiyatri ofislerine, iç hastalıkları ofislerine çok giden kişilerdir. 

C tipi insanlar: Teflon tipi insanlardır. Özellikleri:

Gamsız, duyarsız, umursamazdır. 

Başkasını yakar, kendi yanmaz. 

Acı çektirir. Kendisi gamsızdır. 

Etkilemez, etkilenmez. 

Bencildirler, rahattırlar, parazittirler. 

Hep başkasının sırtından beslenirler. 

Elinde güç varken o insanların etrafında insan vardır. Ama güç yokken yalnız kalırlar. 

B tipi insanlar: Kauçuk tipler, elastik tipler denir.

A ve C tipi insan tipi arasında denge sağlayan kişilerdir.

Olaydan bir şey öğrenirler ve tekrar eski hallerine gelip yollarına ve hayatlarına devam ederler.

B tipi olursanız, hayatta stresi de yönetirsiniz.

Bu tiplerin ortalama ömrü de uzun oluyor bu kişilerde.

Bu üç insan tipinden hangisi olmak isterseniz, seçin beğenin birini diyeceğim ama sanırım seçim insanın kendi iradesinde değil. Öyle olsaydı, herkes B tipi yani kauçuk ve elastiki tip olmak isterdi. Sayıları az olsa da bu tip şanslı insanlar var.

A tipi insan ile C tipi insan sayısı öyle zannediyorum toplumda çok. Ya çok acelecidir ya da çok gailesiz. A tipi kendini yer bitirirken etrafına da pozitif enerji vermez. Ortamı germede üstlerine yoktur. C tipi insanlar ise Sayın Tarhan söylememiş ama o rahatlıklarıyla etrafına saç baş yoldururken kendileri çok uzun yaşarlar.

*28.08.2024 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde yayımlanmıştır. 

23 Ağustos 2024 Cuma

Promosyon Uğruna Hepsi (2)

Hesabımdan para çekmem lazım. Şu bankadan diğer hesaplarıma havale yapayım da o bankaların ATM'sinden para çekeyim derken Kayalıparkta bu bankanın şubesini gördüm. Ne arıyordu bu bankanın şubesi burada. Halbuki kaç defa geçmişliğim var bu bankanın önünden. Demek ki hiç dikkatimi çekmemiş.

Bankanın önünde iki adet ATM var. İçeri girmeden çekeyim dedim. Bankanın İnternet bankacılığına girdim. Ara ki bulabileyim karekökü ve okutarak para çekebileyim. İçerideki görevliye sordum. O da epey aradı. Önce açık değil dedi. Sonra buldu. ATM'ye yanaştım. Para yokmuş ATM'de. 

Hoş para olsa da günlük limit 10 bin imiş. Çeksem de işime yaramayacak. 

Bari bankadan çekeyim diye içeri girdim. Hesabımdaki parayı günlük limitin üzerinde çekebilir miyim dedim. Maaş hesabı ise hepsini çekebilirsiniz. Şuradan sıra alın dedi görevli. 

Aldığım sıraya göre önümde 4 kişi vardı. İyi, az bekler hepsini buradan çekerim dedim. Üstelik burası bankanın merkez şubesi imiş. 

Beklerken, oturduğum yerin yanında, içeride de bir ATM varmış. Buradan 50 bin liraya kadar para çekebileceğimi öğrendim. Ama ne ben çekebildim ne de başkası. Çünkü içerideki ATM bozukmuş. Merkezden kod almak suretiyle ATM’yi açıp tamire başladılar. Bunu yapmak için de üç kişinin işlem yaptığı, sıradan çağırdığı görevliden biri yerinden kalkarak ve işlemi keserek bozuk ATM'nin tamiri yapılırken başlarında beklemek için geldi. Belli ki bankanın en yetkilisi. Onun görevi tamirden ziyade biri tamir için uğraşırken önünde beklemek olduğunu beklerken öğrendim. Tamir edenin de tamirden anlamadığına kanaat getirdim. Çünkü telefon açmadığı yer kalmadı. 

Süreci izlemekle görevli kızımız bozuk ATM'nin önünde bekleye dursun. İçerideki on, on beş kişi de bekliyoruz. Çünkü çalışan üç kişiden biri içerideki ATM'nin tamirini izlemekle sorumlu. İki taneden biri dışarıdaki ATM’yi tamir için kalktı. Çalışan bir vezne var. O da önüne aldığını bırakıvermiyor. Kod gönderip kodu istiyor. Kodu söyleyecek kişi de çantasının içindeki telefonu çıkarmakla meşgul. Önce fermuarı açıyor. Sonra çantanın içinde elini karıştırarak telefonunu arıyor. Ardından uzatılan evrakı imzalıyor bir taraftan. 

İçerideki ATM yapılmadan dışarıdaki ATM'yi yaptı ikinci çalışan. Tam koltuğuna oturmuştu ki kiralık kasası olan bir müşteri için alt kattaki kasaya gitti. Tek çalışan ise kah 6000'li kah 4000'li kah 9000'li numaradan sıra bekleyen kişi çağırdı. Tam sıra bendeydi halbuki.

Ara ara bireysel bankacılık işlemi için bekleyen varsa alabilirim sesi geldi bir yerden. Bunu birkaç defa aralıklı olarak söyledi. Kalkıp giden olmadı. 

Tüm bu bekleme esnasında, içerideki ATM'nin tamirini bekleyen iki kişi isyan etti. Niye bekliyoruz böyle. İşimiz var gücümüz var. Hani hiç sıra ilerlemiyor. Zaten üç kişi çalışıyor. Onlardan da sadece biri aktif. Yok mu başka çözüm öneriniz? İlla başka bankaya mı gidelim dedi. 

İçerideki ATM tamirini izlemekle yükümlü kızımız, o sizin bileceğimiz bir şey beyefendi. Başka bankaya da gidebilirsiniz. Ben burada beklemekle yükümlüyüm. Koltuğuma geçip sıradan kimseyi alamam. Zafer'deki şubemize gidebilirsiniz. Orada da içeride ATM var. Yalnız ATM aktif mi değil mi bilmiyorum dedi. Kasada çalışan bir kişiye talimat vererek içerideki ATM'nin çalışıp çalışmadığını sormasını istedi. Oradaki ATM’nin aktif olmadığı haberi verildi. Bunu pekala kendi de yapabilirdi halbuki. Demek ki çalışanın iyisi iş yapmaz, iş yaptırırmış dedikleri böyle bir şey olsa gerek.

Nihayet bana sıra geldi. Kimliğimi uzattım. Şu kadar para çekeceğim dedim. Buradan çekerseniz 40 lira farkı var dedi. İyi de aynı banka dedim. Şube farkı imiş bu kırk lira. On bin çeksem de mi bu fark var dedim. Evet cevabını aldım. Kalsın deyip çıktım. 

40 değil, 1 lira da fark olsa vermem. Niye vereyim.

Hasılı bir saat, içeride boşu boşuna beklemiş oldum. Keşke bankayı görmemiş olsaydım. Niyetim İnternet bankacılığı üzerinden bir o bankaya bir bu bankaya bir öbürüne havale edip işimi görecektim. Güya o bankanın ATM'si, bu bankanın ATM'si dolaşıp durmayayım. Üstelik çoğu ATM para vermiyor. Para verse de ellilik mi verecek, yüzlük mü verecek, iki yüzlük mü, şansına artık. Vara ATM ATM dolaşsam iyiymiş. Önümde dört kişinin olduğu bankanın içinde beklemek bir saatime mal oldu. İşimi de görseydim bari beklediğime değdi derdim. 

Ama bunu öğrendiğim iyi oldu. İşim yok, avare avare dolaşıyorum. Vakit geçirmek istiyorum. Böylesi durumlarda benim yeni yetme bankanın merkez şubesine gelip bir sıra alacağım. Mesaiyi içeridekilerle beraber doldurmuş olurum. 

Gittiğim yer bankanın merkez şubesi. Bir de şubesine gitseydim, bu dört kişilik sıra için ne kadar beklerdim bilemiyorum. 

İşte böyle yani yeni yetme bankalar üç beş kuruş fazla promosyon almak için. Görevliler personeline caka satmak ve şu kadar promosyona imza attık demek için buluyor böylesi yeni yetme bankaları. İyi ki bu promosyon çıkmış. Değilse avımız dan ölecekmişiz. Devlet bankası bile bu kadar ağır ve hantal çalışmaz. İnanın böyle iş bilmez özel bir bankayı da ilk defa bu vesileyle öğrenmiş oldum. Değer mi üç beş lira fazla promosyon için böyle adı sanı belli olmayan bankalarla maaş anlaşması imzalamaya? Bence değmez. 

İşin ilginci, Çumra'dan açtırdığım maaş hesabımdan, yüklü miktarda para çekmek için Konya'daki bir şubesine gittim. Tüm paramı çekeceğim dedim. Verdiler ve bir kuruş fark bile almadılar. Fark alsalardı, verecektim de üstelik. Çünkü Çumra nere, Konya nere. Benden kırk lira fark isteyen bankanın merkez şubesi Kayalıparkta, şubesi de Zafer'de imiş. Dedim ya böylesi ucuz, adı sanı belli olmayan ve aynı şube olmadığı için fark isteyen bu bankayla çalışmak, promosyon için sadece. Değer mi promosyon için iş bitirmez böyle bankaları bulmaya? 

Gerçi promosyon anlaşması için yeni yetme bankaları bulan kurum yöneticilerine de bir şey dememek lazım. Çünkü kurum müdürü köklü bir bankayla makul bir promosyon anlaşması yapsa, personel, falan kurum şu kadara anlaşmış. Bizim ki niye düşük şeklinde eleştirmeye kalkıyor. Bu durumda kurum müdürleri ne yapsın. 

Promosyon Uğruna Hepsi (1)

Köklü bankalar var bir de adı sanı duyulmamış bankalar.

Köklü bankaların her bir yerde şubesini görmek mümkün. Aynı zamanda ATM'lerini de bulabilirsiniz. 

Yeni yetme ve adı pek duyulmamış bankaların ise ne doğru dürüst şubesi var ne de ATM'si.

Tercih, köklü bankalar olması gerekirken pek tanınmayan şubelerden hesap açtırmak, onlarla maaş sözleşmesi yapmak, onlarla iş yapmak hiç akıl kârı değil.

Ama yapılıyor. Nedeni de promosyon belası. Kurumlar, okullar yeni bir maaş sözleşmesi yapacağı zaman yeni ve eski hepsinin kapısını çalıyor ya da onlar gelip seni buluyor. Promosyonlarda da uçuk kaçık rakamlar havada uçuşunca, işin içine para girince çoğu kurum yeni yetme bankalarla maaş sözleşmesi yaparak imzayı atıyor. 

Yeni okul değiştirince şu bankanın şu şubesinden hesap açtırın dediler. İsmini ilk defa duyduğum, böyle banka da var mıymış diye hayret ettiğim bankayı araya araya buldum. 

Bir hesap açtırma işi bir yarım saati geçti. Bir işlem yapıyor. Beyefendi size bir kod gelecek söyler misiniz diyor. Elime telefonu alıp koda bakıyorum. Ama kodu kimseye söylemeyin diyor burada diyorum. Olsun, bize söyleyin diyor görevli. Gelen kod sayısını unuttum. Onlar gönderdi, ben söyledim. Bir ara bir 850 numara aradı. Bu numara da sizden mi dedim. Evet, açmanıza gerek yok dedi. Ayrılmadan önce adıma düzenlenen bir kartı da verdiler. 

Kredi kartı istiyor musun demeden adıma kredi kartı da düzenlediler. Düzenlenen ve yapılan her işlem için de okumadan atmadığım imza kalmadı. 

Ayrıldıktan sonra limitimiz yeterli olmadığından adınıza düzenlenen kredi kartını gönderemiyoruz mesajı geldi. Nasıl düzenlesinler. Cebimde başka bir bankanın kredi kartı var. Durmadan kartın limitini yükseltiyor. 

Çıkışta şu verdikleri kartın şifresini değiştireyim dedim. Gelen kodla şifremi değiştirdim. Hesabımda 30.000 TL vardı. Ek hesap da açmışlar meğer. Ek hesap ister misiniz diye de sormadılar. 

Belli ki kredi kartı ve ek hesap promosyon anlaşmasında olan maddeler. 

Okul ya da banka, hesabıma bir promosyon göndermese de banka günlük birkaç defa ek hesap yanınızda. Nakitsiz kalmayın mesajı gönderiyor.

İki ay olmadan talebiniz üzerine ek hesabınız 62 bin liraya yükseltildi mesajı geldi. Ne ara talep ettiğimi hatırlamıyorum. Belli ki otomatik yükseltiyor banka. İmzaladığım evraklardan bir tanesi de ek hesap güncellemesini onaylıyorum olmalı. 

Altına imza attığın şeyde ne yazdığı okunmaz mı? Okunmuyor işte. Okuyayım desem zaten kıyamet kopar. Çünkü okumamak için hazırlamışlar. 

Nasıl okuyacaksın ki. 2014 yılında bir bankayla maaş anlaşması yaparken şu altına imza attığım evrakı bir okuyayım demiştim de ama beyefendi saatleri alır okumak demişti bankacı. Benim acelem yok. İşim de yok. İlk defa bir iş buldum. Şurada okurum demiştim de bankacı şaşırmıştı. Ardından gülüp imzalamıştım da veznedeki görevli derin bir nefes almıştı.

Neyse geleyim yeni yetme bankama. 

İnternet bankacılığına girdim. Diğer bankaların İnternet bankacılığından çok farklı idi. Alışmak zamanımı alacak. Tam alıştım derken okul yeni bir bankayla çalışırsa hiç şaşmam. 

Şimdilik bu banka tarafından hesabıma para yatınca diğer banka hesaplarıma havale yapıp işimi görüyorum. 

Yeni yetme bankanın bir iyiliği var. Maaşınız yattı Ramazan Bey mesajı gönderiyor. Adıma bey diye hitap edilmesi hoşuma gidiyor tabi. Nasıl hoşuma gitmesin. Daha eşim bile bana bey demedi bugüne kadar. Üstelik 6 yaş da büyüğüm kendisinden. (Devam edecek) 

22 Ağustos 2024 Perşembe

Trajikomik Bir Soyadı Değişikliği (2)

Nihayet karar çıkar. Soyadı değişikliği kabul görür. Kararın gerekçesinde başka ne var bilmiyorum. Yalnız bir madde var ki amcaoğlumun belini büker. Çünkü yarım sayfalık bir ilan metninin ulusal bir gazetede yayımlanması da var. 

Yine de soyadı değişikliğine amcaoğlu sevinir. Niye sevinmesin, yılan hikayesine dönen mahkeme sonuçlanmış ve her ay pazartesi günleri dükkanını kapatmak zorunda da kalmayacaktı. 

Hakimin şu şekilde basında çıkacak dediği metni eline alır. Soluğu Konya'da alır. Giderken de biri akıl verir. Bu ilanı fotokopi ile iyice küçülttür. Çünkü ne kadar küçük olur ve az yer kaplarsa o kadar az para ödersin der. Amcaoğlu, fotokopiciye girer. Ne kadar küçültebilirsen küçült der. Adam birkaç defa küçültür. Her küçültülen fotokopiyi daha da küçült der. Niye diye sorar kırtasiyeci. İlana az para ödeyeyim deyince, ilan metninin fiyatı, sayfanın küçüklüğüne göre değil, kelime ya da harf sayısına göre olur der. 

Amcaoğlum, sora sora basın ilan kurumunu bulur. Çünkü ilk defa yolu düşer. 2000 öncesinin şartlarında ilan metni için 600 bin lira para çıkar. 

Parayı duyan amcaoğlunun nevri döner. Nedin lan sen, sen kendinde misin deyip ağzına geleni sayar. Varsın benim soyadım Yüce değil, Yuca kalsın. Yuca'yım  Yuca der. Küplere biner.

Basın ilan kurumundaki görevli, kardeş, hakimin anayı, babayı, onların baba ve annesini karıştırmasına gerek yoktu. Kısaca T. Yuca, soyadını Yüce olarak değiştirmiştir dese yeterli olur, bu kadar da ödemezsin, tarife düşer. Sen hakime bu durumu anlat diye yol gösterir. 

Aklı alan amcaoğlu ilçeye döner, hakimle görüşür, olmaz der, yazı işleri müdürüne durumu anlatır olmaz der. Araya girsin diye belediye başkanına çıkar, avukatı devreye sokar. Kimlerin kapısına gider, sayısı yoktur. Hakim kararından vazgeçmez ve metni kısaltmaz. 

Amcaoğlu soyadı peşine düşmekten vazgeçer. Bırak kalsın der.

Bir zaman yolu yine basın ilan kurumuna düşer. Akıl veren görevliye durumu anlatır. O da tüm bu görüştüğün kişilere gerek yok. Yazı işleri müdürü metni kısaltsa, bir yazı yazıverse, hakimin ismini açsa, diğer imzalanacak evrakın arasına koysa, hakim çoğunun içeriğine bakmaz. Gözü kapalı imzalar şeklinde yeni bir akıl verir. 

Yazı işleri müdürü yeni kısa bir metin hazırlayarak diğer evrakların arasına sıkıştırarak imzaya sunar. Dediği gibi hakim imzalar. Sormadım ama imzalayan hakim başka biri olmalı. Çünkü gelen hakim kısa süreli gelir, sonra tayini çıkar gider. Mahkeme sürecinden beri değişen hakim sayısı çoktur. 

Yeni kısa metnini amcaoğlu alır, tekrar basın ilan kurumunun yolunu tutar. Giderken de markete girip 2,5 litrelik bir Cola alır, yardım edip yol gösteren memura hediye etmek için. O zamanlar kola boykotu yok tabi. 

Yeni ilan ücretini hatırlamıyorum ama arada o kadar ay ve yıl geçmesine rağmen sanırım 300 bine düşmüş rakam. 

Yarı yarıya fiyatın düştüğünü gören amcaoğlunun keyfine diyecek yok. Mutluluktan uçuyor. Hemen parayı sayıp verir. Aynı zamanda kardeşim, sen kırık dölü değilsin, kırık dölü değilsin tamam mı der. Adam ilk defa duyuyor olmalı ki. Bu ne demek diye sorar. Hızlı hızlı ağzının içinden bazı harfleri yutarak konuşan ve bazı söylediği kelimeleri tekrar eden amcaoğlu, iyi bir şey iyi bir şey der. Aynı zamanda elindeki Cola'yı da şunu benden iç diye görevliye uzatır. 

Görevli rüşvet olur diye almaz. Bir süre alırdın almazdın mücadelesi olur. Ne rüşveti kardeşim, dedim ya sen kırık dölü değilsin. Bu kola sana anamın ak sütü gibi helal der. Güç bela Cola'yı verir. Üzerinden büyük bir yük kalkmış gibi sevinçle dışarı çıkar. 

Yıllarca süren bir soyadı değişikliğini bitirmenin, kararın lehine çıkmasının sevinciyle ilçenin yolunu tutar.

Ertesi günü ilk iş olarak Yuca soyadını taşıyan nüfus cüzdanlarının toplayarak elindeki ilan metniyle birlikte nüfus müdürlüğüne çıkar. Yüce soyadlı yeni kimlikleri çıkartır. 

Amcaoğlumun başından geçen bu soyadı değiştirme serüvenini esas kendi ağzından dinlemek lazım. Hem anlatır hem güler hem sinirlenir hem de dinleyenleri katıla katıla güldürür. 

Trajikomik Bir Soyadı Değişikliği (1)

Beldemiz bir başka belde ile birleştirilmek suretiyle Güneysınır adını almıştı, sanırım 90 yılında. Daha önce bağlı olduğumuz Çumra ilçesinden nüfus kütükleri aktarılırken soyadı kanunundan beri taşıdığımız Yüce soyadı, nüfus müdürlüğünün hikmeti bilinmez ve hikmetinden sual olunmaz gerekçesiyle Yuca'ya dönüşünce, mahkeme kararıyla yeniden Yüce soyadını almıştım. Benim bu soyadı almam kolay olmuştu.

Benim karar emsal olsun, birden mahkeme sonuçlansın diye amcaoğluma kararın bir örneğini göndermiştim. Amcaoğlum da hem anne babasının hem de kendinin ve çocuklarının soyadını değiştirmek için mahkemeye müracaat etmişti. 

Benim bir duruşmada gurbette kazandığım davanın emsal kararı olmasına rağmen amcaoğlum soyadını değiştirmek için yıllar yılı uğraştı. 

Dava sürecinde epeyce bir stres yaşamış olan amcaoğlum, yıllar sonra yeniden Yüce soyadını aldıktan sonra mahkeme sürecini birkaç defa anlattı. Anlatmadan önce hafızım, senin soyadı nasıl değişmişti diye sorar. Ben de birkaç cümle ile anlatırdım. Ardından o anlatmaya başlardı. Olup bitene hem şaşırır hem de katıla katıla gülerdik. Aklımda kaldığı kadarıyla amcaoğlumun anlattıklarını onun dilinden özetlemeye çalışacağım. 

"Bizim oğlan mahkeme günü geldi. Dükkanı kapatıp adliyeye gittim. Bekle bekle. Nice sonra hakim karşısına çıktım. Hakim, annen ile baban nerede? Onları niye getirmedin dedi. Babam hasta kalkamaz dedim. Olmaz, getireceksin. Davayı şu güne erteliyorum deyip beni çıkardı. 

Öbür mahkeme günü geldi. Babamı, anamı, çoluk çocuk hepsini arabaya doldurdum. Adliyeye gittim. Uzun bekleyişin ardından bizi çağırdılar. Girdik içeriye. Gördüm ki benim davaya bakan hakim değişmiş. Hiçbir şey sormadan, bu yaşlı ve hasta adamı niye getirdin? Yazık değil mi dedi. Davanın incelenmesi için mahkemeyi şu güne erteliyorum dedi. Bizi gönderdi. 

Artık ayda bir her pazartesi bizim mahkeme var. Dükkanı kapatıp gidiyorum. Çoluk çocuk doluşup gidiyoruz. Kemal Sunal'ın Davacı filmine benzedi. Nereden girdim bu işe.

Her gidişimde de hakim değişiyor. Hakim değişince de karar vermiyorlar. Babamı götürüyorum, niye getirdin diyorlar. Getirmiyorum, niye getirmedin diyorlar. Ne yapacağımı şaşırdım. Kaçıncı duruşma oldu, onu da unuttum. Hepsinde dükkanı kapatıp gidiyorum. Her defasında da bu işi niye bu kadar uzatıyorsunuz. Bakın şu kağıda. Benim amcaoğlum ta Adıyaman'da soyadını ilk duruşmada kazandı. Ben kaç aydır küçücük kendi ilçemde gelip gidiyorum dedim ise de dinleyen olmadı. 

Yine bir pazartesi mahkemenin yolunu tuttum. Kaç duruşmadır, şahit istemeyen hakim bu sefer iki şahit dinleyelim dedi. Dur çağırayım dedim. Kapıya yöneldim. Hakim, şahidin yok mu, o zaman öbür duruşmaya getir. Duruşmayı şu tarihe erteliyorum dedi. 

Halbuki kapıyı açıp gördüğünü çağırsa herkes amcaoğlunu tanır ve şahitlik yapardı. Çünkü küçük bir ilçe ve herkes herkesi tanırdı. Hele amcaoğlum esnaf olduğu için tanımayan yoktu. Adıyaman Kahta'da açtığım soyadı değişikliği davasında hakime de benden şahit istemişti. Yanımda şahit götürmemiştim. Kahta çok büyük bir ilçe ve adliye civarında beni tanıyan kimse olmamasına rağmen, hakime, izin verirseniz şahit çağırayım demiştim de hakime, tamam çağırabilirsiniz. Biz başka bir davaya bakarız. Ardından sizi tekrar alırız demişti. Şahidimin gelmesi bir yirmi dakikayı bulmuştu. Halbuki amcaoğlumun şahitleri saniyeler içinde gelirdi. Çünkü adliyenin bulunduğu kaymakamlıkta çalışanların hepsi onu tanıyordu. Bir hakim bu şekil inisiyatif alırken bir başkası almıyor. O da hakim, bu da hakim. 

Soyadı değişikliği davasının kaç celse sürdüğünü hatırlamıyor. Her ayın ilk pazartesi dükkanını kapalı gören eş, dost, tanıdık niye kapalı demiyor. Belli ki bizimki yine mahkemede diyor. Ertesi günü de herkes ne oldu dava diye dükkanına uğrarmış. (Devam edecek)