29 Kasım 2023 Çarşamba

Ayak ve Beyin

Mükemmel bir vücudumuz var. Ne eksiği var ne de fazlası. Bu vücudun her bir parçası ve organı gerekli.

Ayaklar sayesinde ayağa kalkar, dikiliriz. 

Ayaklar sayesinde emeklemekten kurtuluruz. 

Ayak sayesinde yürür koşarız. 

Ayaklar sayesinde dengede dururuz. 

Ayaklar sayesinde çömelir ve zıplarız da. 

Vücudun tüm yükünü ayaklar çeker. 

Akılsız başın cezasını yine ayaklar çeker. 

Düşmanı ayağımıza bakmasından biliriz. 

Bu pahalı hayatta özel oto, toplu taşıma ve tramvay istemez. Gideceğin yere seni masrafsız götürür. Yeter ki yürümeyi gözün kessin. 

Sen yürürsün. Yürüdükçe ayaklarına kara sular iner ama olsun. 

Kavgayı tavsiye etmem ama mecbur kalırsan, kavgalarda rakibine tekme atmak suretiyle ayaklarını silah olarak kullanabilirsin. Bu arada dikkatli olmazsan tekme de yersin. 

Ayakla ayak oyunları da yapabilirsin, ayak oyunlarına da maruz kalabilirsin.

Hasılı ayağın işlevi saymakla bitmez. Tüm organlar gibi ayaklar da bir nimettir. 

Hatta bu ayakla para bile kazanabilirsin. Yeter ki iyi kullanmayı bil. Mesela profesyonel futbolcu olursan, her transfer döneminde bu ayakla dünya kadar para kazanabilirsin. Aldığın transfer ücretin boyunu aşar. Önemli maçlarda prim üstüne prim alırsın. 

Tek yapacağın, ayakları iyi kullanmak. Paraya para demezsin. Şöyle bir 8-10 yıl koşup ter döktükten sonra jübileni yapar, köşene çekilirsin. 

Bundan sonra yapacağın, o ayakların kazandığı serveti değerlendirmek olacaktır. Bunun için ortalama bir akıl ve beyin sahibi olmak gerekir. Ben bu parayı ayakla kazandım. O değerlendirsin. Bu para onun dersen; yandın, bittin, kül oldun demektir. Çünkü ayak madem ki bu para benim. O halde ben ne yapacağımı iyi bilirim der. Topa vurduğu gibi paraya bir tekme atar. Tüm emeğini berhava eder. Hasılı, bu ayakla bir zıplarsın, iki zıplarsın. Sonra yerinden kalkmayacak şekilde sırtının üstüne düşersin. Bir daha da kalkamazsın.

Sen sen ol, ayaktan kazandığını ayak oyunlarına kaptırma. Biraz akıl ve beyinle bu servetini çok iyi değerlendirmeye bak. Çünkü vücudun komuta merkezi beyindir, ayaklar değil.

Piyasaları Sükunete Davet Etmişliğim Var Geçmişte

"Piyasaları sükunete davet ediyorum:

Devlet nasıl ki sahipsiz değilse bakanlıklar da sahipsiz değildir. Biri/leri görevinden el çeker veya çektirilirse, bu görevi yapacak bu ülkede nice isimsiz vatansever kahramanlar bilirim. Yeter ki siyasi irade, iradesini ortaya koysun ve "Bu devletin size ihtiyacı var" desin. 

Şayet böyle bir görev tevdi edilirse;

1.TÜFE ve TEFE her ayın üçünde eksi çıkar. En fazla sıfır olur.

2.Her türlü döviz işleri itina ile seyredilir. Seyretmek istemeyenler, TRT1'de biri bitmeden diğeri başlayan reklamsız dizilere yönlendirilir. Burada hem dizi izler hem hoşça vakit geçirir hem de kanalın sağ alt köşesinde döviz bilgisine yer verilmez. 

3.Şom ağızlı, felaket tellalı ve de art niyetli birileri, "Döviz yükseliyor" derse, böylelerine her türlü cevap repertuarımızda vardır:

"Senin dövizle işin ne?

Döviz borcun mu var?

Maaşını dövizle mi alıyorsun?" gibi.

4.Anlamayıp, temcit pilavı gibi hala döviz yükseliyor denirse, "Bağımsız, milli bir ekonomi için dövizin yükselmesi iyidir. Niyetimiz ithalatı sıfırlamak" derim.

5. Yaptıklarıma, yapacaklarıma ve dediklerime benden başka kimse inanmayacak. Zira bir kişi inanırsa, bu  kendimi ve geçmiş müktesebatımı inkar anlamına gelir.

6.Ekonomiyi sadece dövizin inmesi olarak görenlere  ve ısrarlı bir şekilde döviz insin diyenlere, "Döviz benim elimde. İstersem indiririm, istersem çıkarırım" derim. Görev başında iken dövizi indiremesem, B planını devreye sokarım. Görevi sosyal medya aracılığıyla bırakarak çok inmesini istedikleri dövizi böylece indirmiş olurum.

7. Görevi bırakırken dövizi en yüksek seviyeye çıkarmış bakan olarak tarihe geçerim. İstifa ederken de dövizi indirmiş bakan olarak tarihe geçerim. Sizi bilmem ama bu durumda beni kimse unutmaz.

8. Bakanlığım sırasında devlette devamlılık esastır prensibi çerçevesinde icraatlarımla selefimi aratmayacağım. Belki de onu mumla arayacaksınız. O daha iyiydi diyeceksiniz". 09.11.2020 

Anladım ki

Anladım ki vatan, millet ve ayağa kalk Sakarya diyenlerin derdi vatan değil; cebellezi, makam, mevki, bitmez tükenmez ego tatmini, kendi itibar ve şöhretleri imiş. 

Anladım ki birilerinin sırtına basarak yükselenler, geldikleri ve çıktıkları yeri unutuyormuş.

Anladım ki din, iman, dava, ideal diyenlerin derdi, kendilerini merkeze koymak ve zirveye çıkmakmış. 

Anladım ki bize korku salanlar, üzümü çifter yiyorlarmış. Ama bu çifter yemeyi gizlemeyi çok iyi beceriyorlarmış. Çünkü bu çifter yiyor deyince, biz parmağını gösterdiği yere baktık. Bu arada kendileri de üzümü çifter götürüyor.

Malumunuz kişi, karşıyı ve başkasını işaret ederken işaret parmağıyla gösterir. Baş parmak da aynı hizada karşıyı gösterirken geriye kalan üç parmak kendisini gösterir. Biz karşıya bakarken kendisini gösteren diğer üç parmağı görmüyoruz. 

Anladım ki gerçeklik diye konuşulanların her biri birer algıdan ibaretmiş. Olguları yaşıyoruz derken algılar imiş yaşadıklarımız. 

Anladım ki tek geçerli kriter insan olmak ve insan kalmakmış. Kısaca insanlıkmış asıl olan. İnsanlığı olmayanın savunduğu değerler hayatına bir şey katmıyormuş. Böyle tipler için o değerler satışa sunulmak için varmış. Bu değerlerin müşterisi de bol olunca yükselmenin sınırı yokmuş. Zira yanında değerler olan tacirin karşısında kim ya da hangi güç durabilir. O yüzden yanına değerleri alan her daim maça bir sıfır galip başlar. Değerle yola çıkan, değerlerin üstüne basarak yükselir ve parsayı toplar. Değerlerle mesafeli olanlar ise döküntülerle yetinir, onlarla beslenir.

Anladım ki değerleri altına alarak yükselenler, değerleri yıprattığı için değerler büyük darbe yermiş, insanlar değerlere mesafe koyarmış. Bunlar için önemli değil. Zira satışta mal yıpranır. Önemli olan satıcının kazanmasıdır. Bu uğurda nice değerler varsın feda olsun.

Anladım ki değerlerle kedinin fareyle oynadığı gibi oynayanlara; yapmayın, bu değerleri emellerinize alet etmeyin deseniz, adınız değer düşmanına çıkar. İnmezsiniz sekize. Olursunuz bir değer düşmanı. Bu durumda sizi ben bile kurtaramam.

Ne yapmalı bu durumda? Ben nasıl yükselmeliyim. Ne önerirsiniz? Bizde mi bu değerleri kullanalım derseniz? Hiç tavsiye etmem. Zaten deneseniz de başarılı olamazsınız ve gülünç duruma düşersiniz. Zira ikna edici olamazsınız. Çünkü değerlerin distribütörü bellidir. Zamanında tekellerine almışlar. Size buradan ekmek çıkmaz. Değerlerin asıl satıcısı varken çakmasını ne yapsın kalabalıklar. Hurra giderler asıl satıcıya.

Bu durumda sizin göreviniz, mevcut yerinizdir. Siz size güvenenleri oyalayacaksınız. Çarkın bir parçası olacaksınız. Onlar köşe olurken siz de suyundan faydalanmaya devam edeceksiniz. Çünkü siz olmalısınız ki bu çark dönsün. Değilse, bu çark dönmez.

Tüm bunları anladığımda maalesef iş işten geçmiş. Atı alan zaten Üsküdar’ı geçmiş. Alavere için Bor’a yöneleyim dedim. Bor’un pazarı da kalkmış. Bu aşamadan sonra eşeğimi Niğde’ye sürsem kaç yazar... 

Maceranın Yeri Bir Başka

Rab Teala, en iyisini bilir ama dilde kemiğe yer vermemiş. İyi ki de vermemiş.

Dile kemik koyduğunu düşünün. Söylediğimiz sözden nasıl geri dönerdik? Tükürdüğümüzü hiçbir şey olmamış gibi yalamayı nasıl yapardık? U dönüşünün nasıl bir şey olduğunu nereden bilebilirdik? Büyük konuşanlara, büyük lokma ye. Fakat büyük konuşma diyebilir miydik?

Normali yaratmış aynı zamanda anormali de. Her şeyi zıddıyla yaratmış.

Akı yaratmış, karayı da.

Bilimi yaratmış, bilime aykırılığı da.

Makulü yaratmış, makul olmayanı da.

Modeli yaratmış, modelsizliği de.

Rasyoneli yaratmış, irrasyoneli de.

Ortodoksu ve heterodoksu da.

Çin modelini ve Türk modelini de.

Seçin, beğenin. Seçerken kalitenizi de konuşturun demiş.

Birini uygula. Olmadı mı?

Sonra vazgeç diğerine/öncekine geç...

Düşünün ki hayat hep normal olsa, çekilir miydi bu hayat? Bıkkınlık verir, illallah dedirtirdi bize.

İyi ki her şeyi zıddıyla yaratmış. Değilse, neyin ne olduğunu, maceranın ne olduğunu, maceranın sonunun nelere mal olacağını, ceremesini kimlerin çekeceğini nereden bilebilirdik?

Kulları tekdüze yaratsaydı, hep aynı şey diye sıkıntıdan patlardık.

Bu kulları birbirinden farklı alternatifler bulmasaydı, alternatifsizlikten çatlar ölürdük.

Kullarına, sonucuna katlanmak şartıyla her yolu deneme özgürlüğü vermiş. Böyle olmasaydı, deneme tahtası diye bir şey olur muydu?

Kediyi yaratmış aynı zamanda fareyi de. Bundan insanoğlu ibret almalı ki birileri kedinin fareyle oynadığı gibi oynasın.

Kullarının bulduğu her şeye eyvallah ama maceranın yeri bir başka. Bu macera sayesinde kulları neleri gördü neler görüyor neler görecek...

Simide Son, İğdeye Devam!

Kara simide gelen son zamdan sonra bugün simit alır mısın diyen simitçiye, simide yeni zam geldi mi dedim. "Daha gelmedi. Hala 2,5 lira" dedi.

Hayret ettim fiyatın değişmemesine.

Fırsat bu fırsat dedim. Üstelik fiyatını sordum. Almazlık olmaz deyip bir simit daha aldım.

Simidi yedim ama böyle nereye? Mutlaka bir çıkış yolu bulmalıyım. Bu boğaz harbi ile mücadelenin bir çıkışı olmalı dedim.

Öğle yürüyüşüne çıkarken yanıma bir poşet aldım.

Soluğu üç katlı bir binanın dışında kalmış bir iğde ağacının altında buldum.

Sağa sola bakındım. Kimsecikler yoktu.

Yol kenarında umumun malı gibi görünse de sahibinden izin almak gerekirdi.

Evin de kime ait olduğunu bilmiyorum.

En alt zile bastım.

Tanımadığım biriydi kapıya çıkan.

Kapıya çıkana kendimi tanıttım. 

Kapının önündeki iğde sizin mi dedim. Hayır ama toplayabilirsiniz dedi.

Bu ev kimin dedim.

Sahibi yurtdışında Kamil diye biri dedi.

Soyadı Akar mı dedim.

Evet dedi.

Tanırım Kamil abiyi. Severim kendisini. Hukukumuz da var. Yurtdışından izne gelince helalleşirim dedim.

Gördüğünüz gibi bu kadar topladım.

Yürüyüşümü bitirdikten sonra nevalemi açtım. Yedikçe yedim.

Az sonra doyduğumu hissettim.

Dedim, bundan sonra simide son, iğdeye devam.

Bedavaya karnımı doyuracağım. Simit parası da cebimde kalacak. Daha ne isterim.

Gördünüz değil mi kurtuluş mücadelemi. 29.11.2021

Not: 29.11.2021 günü bu yazıyı yazıp sosyal medyada paylaşmışım. Simidin fiyatı 2 yıl önce 2,5 lira imiş. Kaç aydır 9 lira. 

Ali Osman Koçkuzu'nun Ardından

80’li yıllarda bir öğretim görevlisi, mezun olacak son sınıf öğrencilerin hadis dersine girer. Bazı öğrencilerin vize/finali iyi geçmez. Kendileri için hayat-memat meselesidir. Kimi evli kimi evlenecek. Öğretmen olmak için diploma almaları gerekiyor.

Ne kadar durumlarını anlattılarsa da geçer not alma konusunda hocalarını ikna edemezler.

Kara kara düşünürlerken akıllarına hocanın annesi gelir. Üşenmezler. Hocanın evini öğrenip annesiyle görüşmeye ve durumlarını anlatmaya karar verirler.

Hoca evde yokken teyzeye misafir olurlar: “Teyze, biz oğlunun talebeleriyiz. Dersinden kalacağız. Çoğumuz Konya dışından gelen ve kirada oturan, kira parasını kıt-kanaat denkleştiren öğrencileriz. Eğer kalırsak okul uzayacak, diploma alamayacağız“ şeklinde  durumlarını anlatırlar.

Teyze, çocukların durumuna üzülür:                       “Siz o işi bana bırakın” diyerek onları uğurlar.

Akşam oğlu eve gelir. Anne, “Oğlum! Şu, şu, şu isimli çocukları dersinden geçireceksin. Ben onlara söz verdim." der.

Hoca; “Ana durum bildiğin gibi değil, bu dediklerinin dersleri zayıf. Çalışmadılar. Onları geçiremem.” şeklinde cevap verdiyse de  annesinin, “Eğer geçirmezsen analık hakkımı ve emzirdiğim sütümü helal etmem bak...” tehdidi karşısında kara kara düşünme sırası hocaya geçer.

Ertesi gün okula gider. Odasına bahsi geçen öğrencileri çağırır. Onlara: “Oğlum! Anamı bu işe niye karıştırdınız? Bir daha anamı karıştırmayın.” der.

Olayın sonunda öğrenciler mezun oldu mu bilmem. Zira duyduğum bu kadar.

Allah rahmet eylesin. 29.11.2020

 

28 Kasım 2023 Salı

Kandıran Kandırana *

Türkiye halkının kahir ekseriyeti Müslüman. Müslüman kimsenin de "Elinden ve dilinden emin olunan kimse" olması gerekir. Çünkü peygamber Müslüman tanımını böyle yapmıştır.

Müslüman, çevresine güven veren biri olması gerekirken ister İslami hassasiyeti olsun ister olmasın, bu ülke her türden insanın dolandırıcılığına şahit oldu ve olmaya da devam ediyor maalesef. 

Kandıran varsa haliyle kanan da olacaktır. Her kandırma olayında da ister istemez sayısız mağduriyetler oluşuyor.

Bu ülkede kanma potansiyeline sahip bireyler ve toplum olduğu müddetçe maalesef kandıranlar da olmaya devam edecektir. Yeter ki biz kanmaya teşne olalım.

Kandırmanın her türlüsü bu toplumda maalesef var. Maddiyat denince de ilk akla gelen paradır. Para bizim yumuşak karnımızdır. Hangi birimiz çok paramız olsun istemez. Biz istedikçe parayla imtihan oluyoruz.

Aklımda kaldığı kadarıyla kandırmaya bazı örnekler vereceğim. 80'li yıllarda bankerler revaçta idi. En meşhurları da Banker Kastelli idi. Daha fazla faiz verip kazandırıyoruz reklamlarıyla, buralara para yatıranların paraları iç edildi. Geriye birçok bankerzede bıraktılar.

90'lı yıllara yeşil sermayenin revaç bulduğu yıllar. YİMPAŞ, Kombassan, İttifak adı altında kar ortaklığına dayalı holdingler kuruldu. Kar-zarar ortaklığına dayalı bu sistem, bankaların verdiği faizden daha fazla kar payı dağıtınca, çoğunluk özellikle dindar ve mütedeyyin insanlar bu holdinglere para yatırdı. Gurbetçilerden adeta döviz yağdı. Bu holdinglere sermaye aktığını gören önüne gelen, kar-zarar ortaklığına dayalı holding kurdu. Konya merkezli holding sayısı 50'yi buldu. Döviz ve altın bazında yüzde otuz kar payı dağıtan reklamlara şahit oldu insanımız. Holdingler kurdukları bu saadet zincirinin devamını sağlamak ve daha da büyütmek için ağzı laf yapan, ayet-hadis okuyan hocaları Avrupa'ya gönderdiler. Paranızı verin ki "laik seküler insanlarla mücadele edelim" konuşmaları yapıldı. Valizlerle sıcak para toplandı. Her para toplayan yüklü komisyon aldı. Sıcak parayı gören holdingler emsallerini geçmek, birden büyümek için kar payı oranlarını daha da yükseltti. Yatırıma ve üretime gerek yok. Üretim gibi para yağıyordu çünkü. Üretmeden kar payı dağıttılar. Nasılsa sıcak para geliyordu. Gelen paraları önceki hisselere kar payı olarak verdiler. Ne zaman ki holdinglere sıcak para girişi durdu. Bu saadet zinciri de bitti. Bir yolunu bulan parasını aldı. On binler kar payından geçti, ana parasını alamadı. Mantar gibi biten holdingler birer birer kapandı.

İnternet üzerinden kumar oynatıp ocakları sönenleri, dijital paraya servet kaptıranları, terörle mücadele etme adına yapılan telefon dolandırıcılığı, kontör, hediye çeki türünden dolandırıcılıkları saymaya gerek yok. 

Son dolandırıcılık vakası, milli takımda yıllardır oynamış, oynadıkları futbolla, genç yaşta servet sahibi olmuş milli futbolcuların, bir bankacı tarafından "Fatih Terim Fonu" adıyla kandırılması. Güya paralarını yüksek gelir getiren bir fonda değerlendirecekmiş. Döviz bazında yüzde 40'lara varan kar vadedilmiş. Çok gizli olan bu fona herkesin çok iyi tanıdığı futbolcular servetlerini yatırmış. Yetmemiş, arsalarını satmışlar. Yetmemiş, kredi çekmişler. Sonuç, dolandırılan sayısı 29 kişi. İç edilen para ise 44 milyon dolar. Ayağı değil de beyni çalışan bir insan, dünyada döviz bazında verilen en yüksek faizin yüzde 5-6’yı geçmediğini, yüzde 40 faizin kokusunun yakında çıkacağını ve mağdur olacağını bilir. Belli ki ayakları iyi çalışan ve ayaktan para kazanan futbolcularımız beyne pek yatırım yapmamışlar. Genç yaşta kimseye nasip olmayan bu servete servet katmak istemişler, bir ömür boyu yiyip içmeyle, gezip tozmayla bitiremeyecekleri ana paralarını kumar oynamışlar ve bir nevi tefeciliğe soyunmuşlar.

Milliyetçiliği kimseye vermeyen, memleket sevdalısı görünen milli futbolcularımız ve hocaları, ülke ekonomik krizle boğuşurken, vatandaş dövizini bozdururken, dövizin ateşini söndürmek için hükümetin getirdiği kur garantili TL’den gelecek faizi bile yeterli görmemişler, taşın altına ellerini koymamışlar. Sevsinler sizin milliyetçiliğinizi.

Hasılı bu ülkede bu dolandırma hikayeleri dün olduğu gibi bugün de devam ediyor, yarınlarda da olmaya devam edecek. Çünkü ederinden ve makulünden fazla kazanmak için her kılığa girmeye hazırız. Tefeciye de gideriz, tefecilik de yaparız. Çünkü fazla kazanmaya teşne bir toplumuz. Bu uğurda dindarlığımız, modern görünümüz, milliyetçiliğimiz hak getire. Hepsi vız gelir bize.

Artık bu toplum kanma ve kandırma hikayelerini o kadar duydu, o kadar yaşadı, o kadar başına geldi ki bu tür dolandırmalar vakayı adiden sayılır oldu. Tepkisizliğimiz de bundan.

Kandıran kandırmaya devam ediyor. Çünkü dolandırmanın özellikle nitelikli dolandırmanın pek bir cezası yok. Belli bir süre gündemi işgal eder. Dava devam eder. Birkaç kişi ceza alır. Sonra unutulur gider.

Hasılı paranın dini ve imanı yok dedikleri bu işte. Aşırı kazanma hırsı insanın gözünün önünü kör ediyor, aklı dumura uğratıyor.

Son olarak insanımızın para ve servetle imtihanı hiç bitmeyecek. Bu hırs ve tamah ilanihaye devam edecek. Son örneği de Kur’an’da verelim. Bu da çarpıcı bir örnektir. Ali İmrân süresi 130.ayette Allah, “Ey iman edenler, faizi kat kat yemeyin...” buyurur. Uhud yenilgisinin anlatıldığı yerde bu ayet araya giriyor. Niçin? Çünkü savaşın ilk başlarında müşrikler yenilgiye uğrayıp kaçıp giderken, peygamberin asla yerinizi terk etmeyeceksiniz fermanını dinlemeyen okçular, nasılsa savaş bitti diyerek ganimet toplama sevdasına giriştiler. İşte bu mal hırsı bu savaş yenilgisinin ana sebebidir. Bu ganimet hırsını, çok kazanma arzusunu daha da çok kazanmak amacıyla servetini tefecilikte değerlendirmeye benzetiyor.

Hasılı ne kanalım ne de kandıralım temennisiyle. 

*01/12/2023 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Aşır Karye ismiyle yayımlanmıştır

27 Kasım 2023 Pazartesi

Dertli ve Tuzu Kuru

Hayat, dertlilerle tuzu kuruların arasında gelip geçiyor. İç içe yaşayıp gidiyorlar.

Tuzu kuru olmalarında sorun yok. Varsın böyle yaşasınlar. Dertlilerin derdine tercüman olup en azından dertlerini dinleyip anlayış gösterecekleri yerde aşkın gözü kör ettiği gibi savunmacı anlayış içine girmeleri insanı kahrediyor.

Biline ki bu tip tuzu kurularla aynı dil konuşulsa da asgari seviyede bile anlaşmak mümkün değil.

Şu tür konuşma eksik olmaz bunlarla. İlki dertli, ikinci ise tuzu kuru:

Hayat pahalılığı aldı başını gidiyor.

Geçmişi unutma. Eski günler daha felaketti. 

Geçmişte yaşamıyoruz. Bugün piyasa yangın yeri. 

Eskiden yoktu bir şey. Varsa da kuyruk vardı. Ben kuyrukları unutamam. Yaşamayan bilemez. 

Emeklinin durumu iyi değil. Aldıklarıyla geçinebilmeleri mümkün değil. 

Düşük emekli maaşı alanların çoğu ikinci işte çalışıyor. Hepsinin de evi var. Çoluk çocuk da kalmadığına göre bu maaş onlara yeter. Yetmese de bu emekliler zaten fazla çalışmadan emekli olanlardır.  

Kiralar çok yüksek. 

Ev sahipleri çok insafsız. 

Kurt puslu havayı sever.

Ne dersen de. İnsanımız aç gözlü ve fırsatçı.

Devlet de vergilere yüksek çekiyor. Devlet de mi fırsatçı?

Devlet olması gerekeni yapıyor.

Durmadan U dönüşü yapılıyor. 

Yapmayan mı var. Hepsi yaptı. 

Enflasyon çok yüksek.

Eskiden daha da yüksekti. Şimdi dünyada da yüksek.

Faizler indirilmişti. Seçimden sonra yükseltilmeye başladı. Ne dersin?

Zaten yükseltilmesi bekleniyordu.

Seçimden sonra döviz de yükseldi.

Herkes bekliyordu zaten.

Kur garantili yanlıştı.

Bir ihtiyacı karşıladı. İyi oldu. Değilse bugün döviz daha yüksek olurdu...

Belediye Başkanlarına Açık Mektup *

Sayın başkanlar!

Konya semt pazarları Konyalının haftalık alışverişlerini yaptıkları yerlerdir. 

Aşağı yukarı her mahallede vatandaşın bu ihtiyacını gidermek amacıyla belediyelerimiz açık veya kapalı pazar yerleri yapmaktadır. 

Belediyelerimizin son yıllarda ağırlık verdiği kapalı semt pazarları takdire şayandır ve birçok ile örnek olmaktadır. 

Belediyelerimiz semt pazar yerleri belirleyip yaparak pazarcının ve mahallelinin hizmetine sunuyor. 

Bir ihtiyacı gideren semt pazarlarına dair bu tespiti yaptıktan sonra pazar yerlerini doğru ve düzgün kullanmadığımız konusuna gelmek istiyorum. 

Belediyesinden vatandaşına ve pazarcısına varıncaya kadar hepimiz biliyoruz ki sabahında düzgün ve temiz bir şekilde teslim edilen pazar yerleri ister açık ister kapalı olsun, pazar dağıldıktan sonra savaş alanına dönüyor. Adeta pazarcı esnafı, satamadığı ne kadar çerçöp varsa, giderken pazar yerine döküp gidiyor. Yani pazar yerlerimiz pazar dağıldıktan sonra yüzüne bakılmayacak şekilde pis ve kirli bırakılıyor. Pis ve kirlilik ayak izinden ibaret olsa, kalabalık ortamda olur diyeceğim. Esnaf bile bile herkesin gözünün önünde ne kadar döküntüsü varsa onları yere döküp ya da saçıp gidiyor. Bu durum sadece bazı semt pazarlarına ve bazı pazarcı esnafının sünneti değil. Maalesef tüm esnaf çöpünü ve fazlalığını boşaltıp gidiyor.

Bu durumu görmek için belediye başkanlarımızın pazar dağıldıktan sonra bir pazar yerine gitmesinde fayda var. Görüntü kirliliğini göreceklerdir. Kendileri gidemese de pazar dağıldıktan sonra temizlemek için pazar yerine giren temizlik görevlilerine sorabilirler. Pazarın hali pürmelali nasıl desinler.

Nasılsa temizleniyor. Ha ayak izi ha sebze ve meyvenin çürüğü, çarığı veya kabuğu demeyelim. Ayak izinden kaynaklanan kirliliğe kimse bir şey demez. Her türlü pisliğin ve fazlalığın pazar yerlerine boşaltılması, Konya'ya yakışmıyor. Bu durum ne etik ne ahlaki ne dini ne de insanidir. Temizlik anlayışımıza ters bu görüntü bizim büyük bir ayıbımızdır.

Lütfen bu meseleyi basite almayalım, görmezden gelip göz ardı etmeyelim. Pazar yerlerinin pazar dağıldıktan sonraki pis görünümü acilen çözülmesi gereken başlıca bir sorundur. Bu sorunu da sizler çözeceksiniz. 

Bunun için işgaliye parası almaya gelen belediye görevlisi, her pazarcı esnafına çerçöp, pislik ve çürük çarığını koyması için yeterince büyük siyah çöp poşeti vermelidir. Esnaf çöpünü bu poşete doldurup ağzını bağlayacak. Giderken pazar yerinde bırakacaktır. Belediye temizlik ekipleri de pazar sonrası bu poşetleri toplayacak. Ardından gerekirse su ve sabun kullanmak suretiyle temizleyip yıkayacaktır. 

Sayın başkanlar ve belediye yetkilileri, bu hassasiyetime dair önerimi lütfen dikkate alın. Pazar yerlerine bu temizlik anlayışını sayenizde yerleştirelim.

*29/11/2023 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Aşır Karye ismiyle yayımlanmıştır.

Yahudiler ve Müslümanlar *

Şu bir gerçek ki Yahudiler Müslümanlardan, Müslümanlar da Yahudilerden haz almıyor. Bununla kalsa daha iyi. Her iki topluluk da birbirini düşman görüyor.

Bu düşmanlığı her iki kesimin kutsal kitapları tetikliyor. Yahudilerin kitaplarında Amalika adı verilen kişiler Filistin ve çevresinde yaşayan kişiler. Bunların kahir ekseriyeti de Müslüman Araplar ya da Araplaşmış kişiler. Birinci ve en büyük düşman olarak Amalikalıları gösterir kutsal kitapları.

Kur'an'da da özellikle Bakara süresinin çoğu ayetinde Yahudilerin eleştirildiğini görüyoruz. Hadis rivayetlerinde de "Müslümanlarla Yahudiler harp etmedikçe kıyamet kopmayacaktır. O harpte Müslümanlar (galip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; 'Ey Müslüman, Ey Allah'ın kulu, şu arkamdaki Yahudi’dir, hemen gel de öldür onu!' diye haber verecektir. Sadece Garkad ağacı müstesna, çünkü o, Yahudilerin ağaçlarındandır.”(Müslim, Fiten, 82)" türünden hadisler dikkatlerden kaçmıyor. 

Düşmanlığın kökenini peygamber seçimine kadar götürebiliriz. Yahudilere birbiri ardı sıra baba, oğul, torun peygamberler kendi soylarından gelmiş. Son peygamber beklentisi içerisindeyken Araplardan veya Araplaşmış bir peygamber çıkması, kendilerini üstün gören, Yehova’nın vadettiği toprakların sahibi ve efendisi gören Yahudileri, peygamber ve inananlarına daha da düşman olmalarını gösteriyor.

Düşmanlığı tetikleyen bir başka husus, peygamber Medine’ye hicret etmeden önce Medine’de yaşayan Beni Nadir, Beni Kaynuka ve Beni Kureyza Yahudilerinin rahat durmadıkları için ya sürgüne gönderilmeleri ya da Beni Kureyza gibi bir kısım erkeklerinin kılıçtan geçirilmesi, ardından Yahudilerin oturduğu Hayber’in fethi gibi hususlar da tarihi bir gerçektir.

Kısaca Yahudi ve Müslüman düşmanlığının kökenleri dini ve tarihi derinliğe sahip.

Kitapları değiştirilemeyeceğine göre bu iki toplumun tarihi mücadelesi göz önüne alındığında, bu iki toplumun sorunu çözümlenmeden ilanihaye devam edecektir. Aynı bölgede yaşayan bu iki topluluk geçmişe dayanan bu düşmanlık sebebiyle ne kendileri huzur bulacaklar ne dünyaya huzur verecekler. Kimin gücü kime yetiyorsa, onu alt etmeye çalışmakla ömürleri geçecek. İsrail’e Gazze ve Batı Şeria verilse dahi bununla yetinmeyecek. Çünkü vadedilen topraklara ulaşmak en büyük hedefleri.

Bugün Yahudilerdeki dünya hakimiyeti; siyasi, ekonomik, teknolojik güç Müslümanların eline geçse, şimdiden bir şey söylemek mümkün değil ama  öyle zannediyorum, Yahudileri sindirmek ve yok etmek için Müslümanlar da fetih ya da fitneyle mücadele adına Yahudilere gün göstermeyecek. Bunu hem gidişattan hem de ezen ve ezilen yönünden böyle okuyorum. Ezilen, eline güç geçirince, ezene aynı muameleyi yapar. Bugün Yahudilerin geçmişin mağduriyet ve ezikliğini çıkarmak amacıyla Müslümanları yok etmeye çalıştığı gibi.

Hasılı bugün Yahudiler dünkü ezilmişliğin hıncını alıyor. Bu noktaya gelmek için azınlık psikolojisi içerisinde para, bilim, ticaret ve teknolojinin sahibi olmuşlar. Güce ulaştıklarını anlayınca da saldırıyorlar.

Yahudiler böyle iken Müslümanlar ne yapıyor? Hepsi olmasa da Müslümanların çoğunun bilinçaltında bir antisemitizm düşüncesi var. Biz de Yahudiler gibi her alanda güçlenecek onlarla mücadele edelim demiyorlar. Ne üretimde ne ticarette ne bilim ne de teknoloji de varlar. Lobi oluşturma zaten yok. Yatıyorlar Yahudi’ye kızıyorlar, kalkıyorlar Yahudi’ye kızıyorlar. Bildikleri tek şey her kızıp köpürdüklerinde Yahudi mallarına boykot uygulamaya kalkıyorlar. Boykotun işe yaramayacağını adları gibi biliyorlar ama elden başka da bir şey gelmiyor. Hasılı Müslümanlar tarifi mümkün olmayan bir acziyet içerisindedirler. Boykotla, mitingle, yürüyüşle, fetih süresi ve dua okumakla ve Yahudi’ye beddua ve lanet etmekle, kızıp köpürmekle başarı elde edilebilseydi, şimdiye kadar Yahudilerin burnu kaç defa sürtülmüş olurdu.

Hasılı adı konsa da konmasa da Yahudiler ve Müslümanlar birbirine düşman ve rakipler. Düşman ya da rakiple mücadelenin yolu ise kızıp köpürmede değildir. Kızıp köpürse rakibine daima yenilir ve gerisinde kalır. Halbuki onlar nasıl güç olmuşlarsa, Müslümanların da onlar gibi hatta onlardan daha üst seviyede güç olmaları gerekir. Bunun yolu da bilimde, üründe, teknolojide, kültürde üretmek ve aranan markalar oluşturmaktır. Değilse, bu devşirdikleri güçle, Yahudiler Müslümanları her defasında ezecek ve yok etmeye devam edecektir.

*08/12/2023 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Aşır Karye ismiyle yayımlanmıştır

7.500/5.000 TL Neyin Nesi? *

Bordro mahkumu olup bu devirde yaşayanlar içerinde en acınası durumda olanlar, emekli olup 7.500 lira bir maaşa talim eden emeklilerdir. Çünkü kendilerine reva görülen para, adı üzerinde asgari geçinme ücreti diye bildiğimiz asgari ücretten 4 bin lira daha az.

Bu şekil maaş alanların sayısı da az buz değil. Epey kişi 7500 alıyor.  

Gelen zamlar kök maaşlarına yapıldığı için 7.500 rakamını bir türlü geçemiyorlar. Zammı 7500’den hesaplasalar ölürlerdi sanki.

Eğri oturup doğru konuşalım. Kendilerine reva görülen bu maaşla geçinebilmeleri mümkün değil. Kim geçinirler veya geçiniyorum diyorsa, ya birilerini koruma amacıyla savunmacı anlayışla bunu yapar ya da yalan söyler. 

Bu maaşla kim geçinebilir? Evi, barkı vardır. Evde bir karı bir koca kalmışlardır. Köyde yaşıyordur. Çarşı, pazar, ulaşım derdi olmayan kişilerdir. Belki bunlar geçinebilir. Buna da geçinme denirse.

Gelin bir hesap yapalım. Diyelim ki kira ödemeyen bir karı kocanın başka bir geliri olmasın. Bu aile haftada market ve pazara 1500 lira harcar mı? Asgarisinden harcar. Etti mi 6000 lira. Elektrik, su, telefon ve yakıta da 1500 lira ödedi mi, emekli maaşı bitmiş olur. Geriye ne harçlığı kalır ne gezip dolaşabileceği bir yer. Kış şartlarında hele bir de doğal gaz ile ısınıyorsa, kaç para yakıt parası geleceğini varın siz düşünün.

Bu ailenin başka gelir, birikinti ve desteği yoksa kimse kusura bakmasın, bu para ile ay sonunu getirmesi mümkün değil. 7.500 almadığı halde kim geçinirler diyorsa, o kişiyi bir aylığına bu paraya talim ettirmek lazım. Üzerine de defaten verilen 5000’i de verelim.

Bakmayın siz, biz emekliyi, memur ve işçiyi enflasyona ezdirmedik, ezdirmeyeceğiz dendiğine. Kim böyle derse, bu emekliyle dalga geçmiş olur.

Zaten enflasyona ezdirmemenin sözde kaldığını, çalışmayan emekliye bir defaya mahsus 5000 lira verilmesinin başka bir izahı olamaz. 

Kimse kusura bakmasın, kendimizi kandırmayalım. 7500 lirayı layık gördüğümüz kişiler ölüme terk edilmiş, devlete yük görülen kimselerdir. Bu para ancak sadaka yerine geçer.

Kaç aydır düşünüp taşınıp bir defaya mahsus beş bin verelim dediler. Onu da çalışmayan emekli alacak dendi. Gelen tepkiler üzerine diğer çalışanları da yararlandırmayı düşünüyorlar.

Çok mu zor, maaşları asgari ücret seviyesine çıkıncaya kadar ilaveten beşer bin alacaklardır şeklinde kanun çıkarmak. Hepsi bir cümlelik iş.

Sonra ilk başta sadece çalışmayan emekliye defaten vermek, çalışan emekliyi es geçmek olacak şey değil. Sanki çalışmamayı teşvik eder gibi. Halbuki ilk önce emekli olduğu halde çalışmaya devam edene ödeme düşünülmeliydi. Öyle ya emekli olduktan sonra hala çalışmaya devam eden, babasının hayrına veya keyfi çalışmıyor ki. Demek ki yetmiyor da ondan çalışmayı yeğliyor.

Nihayet çalışmayana defaten verme garabetinden dönülecek. Burada bir de şunu sormak lazım. Niçin tüm emeklilere bu para veriliyor? Bu toptancı anlayış niye? Çünkü emekli olduğu halde yüksek maaş alan emekliler var. Pekala bu yüksek maaş alanlar kapsam dışı bırakılabilirdi. Asgari ücretten düşük alan emekliler denseydi, hem her emekliye verilmemiş olurdu hem de asgari ücretin altında maaş alanlara bir defaya mahsus değil, her ay ilave maaş verilebilirdi. Bu daha adilane olurdu. Çünkü toptancı ve eşitlikçi anlayış adaleti sağlamıyor maalesef.

Geçti tüm bunlar. Bu aşamadan sonra yetkililerin, düşük emekli maaş alanları koruyacak, onları gözetecek farklı bir zam üzerinde çalışmalarında fayda var. Emekliler 2023’te ezildi. Bari 2024’de insanca yaşayabilecekleri bir maaşı layık görelim onlara.

Şayet 2024 Ocağında gelecek zam yine bugünleri aratmaya devam edecekse, Diyanet İşleri Başkanlığının “Zekât ve sadakalarınızı öncelikli olarak asgari ücretin altında maaş alan emeklilere vermeniz öncelikli olmalıdır” şeklinde bir fetva versin. Bari zekât ve sadaka ile onları ayakta tutmaya çalışalım.

*06/12/2023 tarihinde Anadolu'da Bugün gazetesinde Aşır Karye ismiyle yayımlanmıştır

26 Kasım 2023 Pazar

Hasan Peker'in Ardından (3)

Doğru bildiğini yaptı. İnandığı doğruları vardı. Hayatını doğruları ve prensipleri belirledi. İlkelerinden hiç ödün vermedi. Gerekirse bu uğurda tek kaldı. Herkes de bilirdi hassasiyetlerini ve saygı duyardı.

Bir kitabı okumaya karar verdiğinde plan yapar. Ne zaman ne kadar okuyacağını, ne kadar sürede bitireceğini belirlerdi. Kitap okumaya kapandığında o süre zarfında inzivaya çekilirdi.

Evlilik için evleneceği adayda da aradığı kriterleri vardı. Kültürlü olacak. Okumuş olması şart değil. Çalışan olmayacak. Dersine girdiği öğrencisi olmayacak. Görünce içine sinecek gibi.

Kriterlerine tam uyan adayı bulamadığı için hiç evlenmedi. Gördüğünüz gibi öyle büyük şartları da yoktu aslında. Kendisi gidip birine talip olamayacak kadar utangaçtı. Ailesinin önerdiklerine olmaz dedi. Çevresi de bu konuda bildiğim kadarıyla ön ayak olmadı.

Kendisine zaman zaman olur mu diye önerdiğim isimleri; öğrencim, olmaz diye reddetti.

Okul yönetimine, şu arkadaşa kız sınıflarını vermeyin de uygun biriyle okul bitimi evlendirelim önerime kulak veren olmadı. Sağ olsunlar, ısrarla kız sınıflarını vermeye devam ettiler.

Sonunda birini önerdim. Adayımız o yıl üniversite kazanıp gitmişti. Bir şartla olur dedi. Okulunu bırakmak şartıyla dedi. Arabama binip esnaf babadan kızını istedim. Şartını da söyledim. Baba çok memnun oldu. Şeref duyarım, yalnız kıza sormam lazım dedi.

Sonucu öğrenmek için tekrar uğradım. Hocam, kız okulu bırakmam dedi. Kusura bakmayın dedi. İlk kız istemem böylece olumsuz sonuçlandı.

Sonrasında başkalarını da önerdim. Kulak verip dinledi. Ama bazı endişelerini dile getirip adım atamadı. (Bunlar da bende özel kalsın.) Belki de bizden, olmaz, haydi buna talip oluyoruz dememizi bekledi. Biz anlamadık. Talip için gittiklerine de öyle zannediyorum, kalbi kaynamadığı için olmaz dedi.

Ne zaman tayin isteyip gideceksin diyenlere, Hasan Hocam ne zaman evlendiririz, ondan sonra derdim şakasından. Hasan Hocamı evlendiremeden ben sözümde durmayıp tayin isteyip, ilçeden ayrıldım.

Şu var ki Hasan Hocamın evlenmemesinde veya evlenmemesinde çevresindeki eş dostun payı olsa gerek. Kendi adıma bu mahcubiyeti hep taşıdım. 

Hasılı Hasan Hocamı baş göz etmek nasip olmadı. Bu dünyaya tek geldi tek gitti. Garip geldi garip gitti de diyebiliriz buna. Allah kendisinden razı olsun.

Hasan Peker'in Ardından (2)

Pikniğe davet etmişler rahmetliyi. Kalabalık bir davetli topluluğu var. Yenmiş, içilmiş. Muhabbet yapılmış.

Kalkıp dağılacakları zaman, kesenize bereket, ziyade olsun, geçmişlerinizin ruhuna değsin diyecek Hasan Hocam.

Sorar bu ikram kimden diye. Ses çıkmaz kimseden. 

İkramı yaptığına kanaat getirdiği birine, x hocam, ziyade olsun der. O kimse de ikram sahibi ben değilim deyince, Hasan Hocam işkillenir. Peşine düşer. Kimden o zaman der. Malzemeleri y kişisinin aldığını söylerler.

Oklar ikram sahibini gösterince, morali bozulur Hasan Hocanın. Eyvah, ben ne yaptım der ama iş işten geçmiştir. Çünkü o kişinin, kendi cebinden ziyade, çalıştığı kurumun market hesabına yazdırıp yiyip içtiğini bilen birisidir.

Geldiğine geleceğine, yiyip içtiğine pişman olur. Bir daha da o kimselerden oluşan piknik ve yemek davetlerine, usulünce reddederek katılmaz. 

Bunu bana anlattığında, pişmanlığı her halinden okunurdu. Rahmetliye, geçmiş pişmanlıkları sorulsa, ikram sahibini bilmeden yediği bu yemeği ilk sıraya koyardı.

*

Eskiden okul derneğinin karşıladığı yurt nöbetlerine resmi olarak altı saat nöbet ücreti ödenmeye başlayınca, yurtta nöbet tutmak için bir meslek grubunun çoğu, hanımı korkanlar, çocuğu korkanlar dahil, yurtta nöbet tutmaya başlar. Hasan Hocam bekar ve hakkı olmasına rağmen nöbet tutmaya hiç tenezzül etmedi.

*

Torpil nedir bilmezdi. Ne torpil yapardı ne de torpil isterdi. Geldiği yerlere tırnaklarını kazıyarak geldi. Biri bir konuda torpil istese, duymamış olayım derdi.

Mahzun, mahcup ve masum bir duruşu vardı. Yüzünden okunurdu temiz biri olduğu. Görür görmez içi kaynardı insanın. Edep timsali idi.

Belden aşağı konuşmaz, konuşanlara da geçit vermezdi.

Hakaret nedir bilmezdi. Dam dum ve hakaretamiz konuşanlardan hoşnut olmadığını tepki vermeden, yüz hattı ile belli ederdi. Nazı geçtiğine, bunu sana yakıştıramadım derdi.

Allah kendisinden razı olsun. 

Hasan Peker'in Ardından (1)

Bildiğim kadarıyla babası küçük yaşında iken vefat etmişti. Annesiyle birlikte kalırdı. Maddi durumları da pek iyi değildi. 

İlahiyatı kazanınca, imamlık sınavına girer ve kazanır. Müracaatını yapar. Karapınar'ın bir köyüne imam olarak atanır.

Niyeti yaz boyunca imamlık yapacak. Aldığı maaşları biriktirip okul zamanı istifa edecek. Biriktirdiği parayı da okul harçlığında kullanacak.

Başlarken istifa edeceğini söyleyemez. Çünkü cemaat nicedir imam bekler. Gelen imamlar da bir süre sonra bir şekilde çekip gidermiş. Cemaatin bu beklentisini gören Hasan Hocam, bu konuyu ilk başlarda açamaz. İçinde bir ukde kalır. Cemaati yarı yolda bırakacağının pişmanlığını hisseder. Bunu cemaate söylemesi sonraki günlere kalır.

Cemaat Hasan Hocayı el üstünde tutar. İzzet ve ikramdan mahrum bırakmaz.

Cemaatin sürekli müdavimlerinden, aynı zamanda av işiyle de uğraşan bir hacı amca, Hasan Hocayı mükellef bir akşam yemeğine davet eder.

Belirtilen akşam Hasan Hoca akşam namazından sonra hacı amcayla birlikte eve geçer. 

Eve girerken bahçenin girişinde derisi üzülmüş bir tilki derisi dikkatini çeker.

Sofra önlerine konur. Sofraya Hasan Hoca, ev sahibi, büyük ve küçük oğlu yanaşır. Menüde bir sini pilav, üzerinde pilavlar görünmeyecek şekilde parçalanmamış et kaplı. Et de kıpkırmızı ve buram buram kokuyor. Hasan Hocam aç mı aç. Eti de pek sever. 

Haydi Hocam, buyur başla derken Hasan Hocam, önce büyük başlasın diye kaşık sallamayı biraz ağırdan alır.

Bu esnada küçük çocuk başı öne eğik. Morali bozuk. Sen niye yemiyorsun der Hasan Hoca. Ağabeyi, o tilki etini yemez der.

Hasan Hocanın gözünün önüne evin girişindeki tilki dersi gelir. Ağabey de etin tilki eti olduğunu söyler. Amcanın tilki eti yiyeceğine hiç ihtimal vermez ama durum ortada. Sininin üstünde kocaman tilki eti duruyor. Başından kaynar sular dökülmüştür Hasan Hocanın. Hiçbir şey de diyemez. Kalkıp ben tilki eti yemem de demez. Hiç bozuntuya vermeden bulgur pilavının üstündeki etleri ortaya doğru iterek pilavdan almaya başlar. Yese de tadı yok ama başka da çaresi yok.

Ev sahibi hacı amca, Hocam haydi, etlerden niye yemiyorsun, niye sadece pilavdan alıyorsun der. Hasan Hoca, ben eti pek sevmem demiş her defasında. Israrlara rağmen ete el sürmemiş. Pilavdan ne kadar aldıysa, doydum deyip çekilmiş kenara.

Sofradan kalktıktan sonra ev sahibi, Hocam, bu hindiyi senin için kesmiştim. Olmadı. Keşke başka yemek yaptırsaydım deyince, Hasan Hocanın kafa dank eder ama iş işten geçmiştir, kendisi için hazırlanan mükellef sofranın nimetinden faydalanamamıştır.

Tilki eti olmadığı halde büyük oğlan niye böyle söylemiş. Güya kardeşine takılmış. Mübarek ağabey, takılacak zamanı iyi bulmuş.

Hasılı Hasan Hocam, ayağına gelen nimeti tilki eti haram diye yemez.

Bunu hem güler hem anlatırdı. Nereden bilebilirdim etin tilki eti değil de hindi eti olabileceğini derdi.

İlahi Hasan Hocam, Allah sana rahmet eylesin. Yıllar sonra da bu anını anlatarak hindi etine özlemini dile getirirdin. Bu dünyada nasip olmamış ama öbür dünyada kat kat hindi eti yersin inşallah.

Fotoğraflarla Hasan Peker

Sosyal medyanın hiçbir türünü kullanmazdı. Çünkü prensipleri arasında sosyal medya kullanma yoktu. Ne hesabı oldu ne de buna yeltendi. Arkadaşlarından biri birlikte çekindikleri fotoğrafı sosyal medyada paylaşsa ya da bu alemde ismine yer verse, paylaşımcıya ulaşır. O resmi de ismini de kaldırtırdı.
Ani ve erken vefatının ardından, ölüm haberini duyan sevenleri, buldukları resimleriyle taziye paylaşımı yapınca, Hasan Peker ilk defa sosyal medyada yer almış oldu. 
Bulabildiğim kadarıyla farklı zamanlara ait dört resmine ulaşabildim. Ağırlıklı olarak kullanılan bir resmi de öyle zannediyorum, üniversitenin resmi sayfasındaki profiline ait. Seveni ve ardından hayırla yadedeni, ölümüne üzülen sayısı da saymakla bitmez. Paylaşan paylaşana. Amma seveni varmış mübareğin. Allah herkese böyle ardından dostlar bırakmayı nasip etsin.
Bugün mezarından kalkıp gelse, başta benim paylaştığım bu resimler olmak üzere sosyal medyada yer alan tüm fotoğraflarını kaldırtırdı. Bu kadar eminim bundan. Çünkü bir şeyi prensip edinmişse, ondan asla ödün vermezdi.
WhatsApp kullandığından da emin değilim. Mart 2023'de benden birine ait numara istemişti. Whatsappı olmadığı için mesaj yoluyla göndermiştim. Telefonuna girdim son kez. WhatsAppı görünüyordu. Demek ki WhatsApp kullanması da üç beş ayla sınırlı olsa gerek.
Vefat ettiğinden aldığım cesaretle, hatırasını yaşatmak adına fotoğraflarına yer verdim. 
Teknolojiye karşı olduğundan değildi bu hassasiyeti. Buralarda vakit geçireceğine kitap okur, yeni çıkan yayınları takip eder, eş dost ziyareti yapardı. 
Mübarek garip geldi garip gitti ama dolu dolu yaşamayı bildi. Allah rahmet eylesin.

Arşivler Unutmuyor Maalesef

15 Temmuz 2016 darbe kalkışmasının finansörü kabul ettiğimizden dolayı Birleşik Arap Emirliklerine verip veriştirmiştik. Manşetten ş...siz bile demiştik. 

İlişkilerimiz hiç olmadığı kadar gerilmişti. Hatta birkaç ülkede barınamayan Sedat Peker sığınak olarak bu ülkeyi bulmuştu. 

Rahatlığından az video yayımlamadı orada. 15 Temmuzda olmadı. Arkandayız. Vur vur demişlerdi belki de. 

Seçim öncesi bir ziyaret önce Peker'i susturdu. Ardından ticari anlaşmalar geldi. Biz onlara, onlar bize muhtaçmış meğer. İnce bir ip bile olsa diplomasiyi kesmemek böyle bir şey olsa gerek. Biz darbenin finansörü demeyi bıraktık. Bir de ş...siz demeyi. Onlar da bize yatırım sözü verdi. Ne kadar yatırım geldi bilmiyorum. Bildiğim şu anda bu ülkeyle aramızda su sızmadığı. 

Şu anda BAE diye bir gündemimiz ve sorunumuz kalmadı. Kiminle sorunumuz varsa, para ve yatırım karşılığı yuttuk. Aşağıdaki yazıyı da 26.11.2021 tarihinde yazıp paylaşmışım. Ben unutsam da sosyal medya arşivim hatırlattı. Gündemimizde böyle bir şey olmasa da istedim ki blog arşivimdeki yerini alsın: 

“Dost dediğin kara günde belli olur. Buna en güzel örnek Birleşik Arap Emirlikleri. 10 milyar dolar yatırım fonu ayırmış bizim için. Hızır gibi yetişti imdada. Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez dedikleri bu olsa gerek. Sağ olsun, var olsun, bize yaptıkları anasının ak sütü gibi helal olsun.

Kara gün dostu BAE'nin bu jestinden sonra bu dost ve kardeş ülke hakkında "Vay efendim, darbe finansörü, vay ş...” vay gibi sözleri söylediğimizden dolayı mahcup olmamak elde değil. Demek ki büyük lokma yiyip büyük konuşmamak dedikleri böyle bir şey olsa gerek.

Sisi'nin ardından Zayid el Nahyan, yarın bir başka ülke niye olmasın. Böyle böyle yaparak değerli yalnızlıktan mahrum kalacağız ama olsun. Bu da bize düşmanca tavır takınan ülkelerin kulağına küpe olsun. Bir daha bizi karşılarına almaya kalkmasınlar. Üste ancak para verirlerse belki affederiz. Yoksa tıpış tıpış ayağımıza gelip mahcup olurlar. Bu mahcubiyetten kurtulmak için üste para vermek zorunda kalabiliyorlar. Değilse kim affeder onları.

Neyse sözü uzatmadan bu dost ve kardeş ülke bu yapacağı yatırımın üstüne, yarın alın üzerine Sedat Peker'i de veriyorum der mi? Olmazlar oluyorsa, bu niye olmasın. Fakat bizim daha doğrusu kendi adıma tercihim, Peker onların olsun. Bize dolarları yağdırsın.  Çünkü dolar her kapıyı satın alır. Pardon açar.” 26.11.2021

Hasan Peker

Kahta'nın ve Kahta insanının nazarımda unutamayacağım ayrı bir yeri oldu. Hem öğrenci hem öğretmen hem de esnafıyla hemhal oldum. Sıcak ve doğal insanlardı vesselam. Memleketim gibi bildim. Geçirdiğim acı ve tatlı yılları unutamam. 

Unutamayacağım insanların başında Hasan Peker gelir. 

Aynı fakültede üç yıl beraber okumama rağmen kendisini Kahta İmam Hatip Lisesinde tanıdım.

Aynı okulda yedi yıl birlikte çalıştım. Ayrıldıktan sonra da irtibatı koparmadık. Hukukumuz devam etti.

Farklı bir insandı. Farklı bir kişilikti. 

Prensip sahibi idi. Kriterleri vardı. Hiç kriter ve prensiplerinden ödün vermezdi. 

Değer veren değer gören idi. 

Dinler, söz gelince konuşur, sohbetine doyum olmazdı.

Ömrü okumakla geçti.

Araştırmacı idi. 

Öğretmenken bile ilim derya idi.

Öğretmenlik yaparken din felsefesi alanında yüksek lisans ve doktorasını yapmıştı. 

Öğretim üyeliğine Kilis üniversitesinde başladı. Halen Adıyaman Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Din Felsefesi ABD’nda doktor öğretim üyesi idi. Bilgi, donanım bakımından birçok kariyer sahibi akademisyene beş çekerdi.

Efendiliğini, tevazuunu, beyefendi kişiliğini hiç kaybetmedi. Görgü, nezaket ve beyefendi duruşu bir İstanbul beyefendisini andırırdı.

Vefalı bir dosttu. Arar sorardı. Konya'ya geldiğinde mutlaka arar, oturur muhabbet ederdik.

Öğretmenevinde yer ayırtmış. Aramıştı beni. Haydi eve gidelim, olmaz burada dedim ise de kabul ettiremedim. Böyle daha rahat ederim derdi. Kimseye yük sürmez, yük  olmazdı.

Kalp kırdığına şahit olmadım. Gördüğü haksızlığı dile geçirmekten kaçınmazdı. Bunu kırmadan, dökmeden yapardı.

En son aradığında beni rüyasında gördüğünü anlatmıştı. 

Anlayışına derman yetmezdi. Kahta’da düğün, cenaze ve taziye gibi kalabalık ortamlarda hal hatırdan sonra Kahtalı dostlar kendi aralarında Kürtçe konuşmaya başladıklarında, bizin Hasan, “Arkadaşlar, ikinci kanala geçtiniz. Burada bu kanaldan anlamayan arkadaşlar var. Lütfen birinci kanala geçelim” derdi. Sözünü de dinlettirirdi. Çünkü büyük küçük herkesin yanında ağırlığı vardı.

Yılını unuttum. Beyinden büyük bir ameliyat olmuştu, sağlığına kavuşmuştu. Ama ömrü buraya kadarmış.

Acı haberi sosyal medyadan öğrencilerinin paylaşımıyla öğrendim. Vefatı, ayrı bir yeri olan bende derin bir iz bıraktı.

Bu dünyaya garip geldi, garip gitti. 

Geride kalanlara hoş bir seda bıraktı Hasan Hocam. Biz ondan razıydık. Allah da ondan razı olsun.

Bu vesileyle, yakınlarına, sevenlerine, Adıyaman ve Kahtalılara, Kahta İmam Hatip Lisesi öğretmen ve öğrencilerine başsağlığı diliyorum. Hasan Hocama Allah’tan rahmet diliyorum. Mekanı cennet olsun.

Güle güle Hasan Hocam. Yüreğimizde ve gönlümüzde hep ayrı bir yerin olacaktır.